20. Bölüm
Şeymanur / Zecir / 20 - dünya hâli

20 - dünya hâli

Şeymanur
sukunettekelimeler

 

 

“Ma­haret sihirbazlıkta değil, birine hiç karşılık beklemeden kalbini verebilmektir. En büyük, en görkemli sihir, birini sevebilmektir.” *

 

 

Yaptığımız seçimlerin en küçüğünün dahi ne kadar önemli olduğunu zamanla öğrenecektim. Bazen hâlâ yanlış seçimler yapmaya devam edecek olsam da. Çünkü geleceği öngöremeyen, planlar kurarken Allah'ın da planları olduğunu unutabilen bizler, bazı şeyleri yaşayarak öğrenmek zorundaydık.

İçerideki sehpanın başında oturmuş, ders çalışıyordum. Ev sessizdi. Haziran ayının ılık rüzgarı açık pencereden içeri girip perdeleri hafifçe dalgalandırıyordu. Onuncu sınıfın sonuna ulaşmış olmak beni şaşırtıyordu. Zamanın bu kadar hızlı geçtiğine inanmak zordu. Bir yandan gurur duyuyor, diğer yandan ise biraz ürküyordum. Lise hayatımın yarısı bitmişti. Bu kadarını tamamlayabilmiş olmanın tatminini hissediyordum. Her ne kadar yorgunluklar, stresler, iniş çıkışlar yaşasam da, bu süreçte öğrendiklerim ve hayatıma giren insanlar beni zenginleştirmişti. Küçük adımlarla kendimi geliştiriyordum fakat bunun farkına, bazı konularda tutum ve düşüncelerimin değiştiğini anlayınca varıyordum.

Yarın önemli bir sınavım vardı. O yüzden günün büyük kısmını ders çalışarak geçirdim. Son sınavlarımızdı. Bu haftayı da atlattığımda rahata erecektim inşallah. Güneşli yaz sabahları, dinlenme anları, kendime daha çok vakit ayırabileceğim o huzurlu günler çok da uzakta değildi. En azından öyle umuyordum. Bu yüzden ev işlerini dahi yapmamış, ertelemiştim. Bir gün daha beklese kıyamet kopmazdı sonuçta.

Telefonumdan gelen mesaj bildirim sesi dikkatimi dağıttı ve koltuğun üzerine uzanıp cihazı elime aldım. Ders çalışmaya on dakika ara verebilirdim. Zaten sabah erkenden kalkmış, saatlerdir kitapların arasında kaybolmuştum. Biraz nefes almaya ihtiyacım vardı.

Mesaj Emin'dendi. İçimde istemsizce bir kıpırtı oluştu. Bugün İzmit'te bir arkadaşının düğünü vardı. Dün iş çıkışında İzmit'e gitmişti. Liseden eski arkadaşlarıyla çok önceden plan yapmışlardı; orada yaşayan bir arkadaşının evinde kalacak ve düğün öncesi hep birlikte zaman geçireceklerdi. Şimdiden orada olduklarını ve eski günleri yad edip bolca eğlendiklerini tahmin edebiliyordum.
Sonra da bugün, hep beraber düğüne geçeceklerdi. Güzel bir plan yapmışlardı. Onun adına mutluydum. Biraz değişiklik olmuştu. İş ve ev arasındaki rutininin dışına çıkmıştı en azından. İnsan böyle şeylere ihtiyaç duyuyor.

Ama doğrusu, kaldıkları ev konusunda içim biraz burkulmuştu. Kim bilir o ev ne hâle gelmiştir şimdi! Onca erkek bir arada... O manzara gözümün önüne geldiğinde iğretili bir gülümseme oluştu yüzümde. Pek de haksız sayılmazdım; evde erkek kardeşlerim varken nasıl bir kaos çıktığını iyi bilirim. Ön yargılı değilim.

Yine de Emin'in orada eğleniyor olması kâfiydi. Kendimi daha rahat hissedip sırtımı koltuğa doğru bırakırken, bakışlarım mesajın üzerine kaydı. Attığı şey fevkalede bir kahvaltı sofrasının fotoğrafıydı. Gözlerime inanamadım. Aklınıza normal bir kahvaltı masası geliyor, değil mi? Ama hayır. Sofrada kuş sütü eksikti sadece. Mezeler bile vardı! Görseli büyütüp baktığımda kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Bütün bunları onlar mı hazırlamıştı yani? Bir grup erkek! Hadi canım!

"Kim yaptı o kadar şeyi?" diye hemen yazdım imalı bir şekilde.

Sabah uyandığımda mesajlaşmıştık aslında ve Emin kahvaltı hazırlayacaklarını söylemişti. O zaman pek ciddiye almamış, "Bir yumurta kırarlar, patates kızartırlar ve kahvaltı biter," diye düşünmüştüm. Hatta biraz dalga geçip, "Benim kahvaltımı ararsın bence," diye takılmıştım. Bu fotoğrafın bana gönderilme sebebi tamamen gıcıklıktı, biliyordum. Zaten altına da bir not eklemişti: "Evdeyken bu sofrayı arayacağım bence."

Gözlerimi devirdim. "Kadir kıymet bilmez, nolcak," diye geçirdim içimden. Ama gülümsüyordum. Cevap yazmaya başladım: "Kesin aşçı falan tutmuşsunuzdur."

Gelen cevap beni yine gafil avladı. "Yoo, biz hazırladık. Arkadaşlarım yaptı."

"Maşallah," diye geçirdim içimden, "Abimlere de böyle şeyler öğreten arkadaşlar denk gelseymiş keşke."

"Sen ne yaptın peki?" diye merakla sordum.

Cevabı gecikmedi: "Ben de domates, salatalık doğradım."

Bir kahkaha patlattım. Gözlerimden yaşlar gelene kadar gülmeye devam ettim. Bir yandan da hâlimi yansıtması için ona gülmekten gözlerinden yaş gelen emoji göndermekle meşguldüm. Emin yine mütevazılığını ve o alaycı mizahını konuşturmuştu.

"Ne gülüyorsun? Domates salatalık doğramayı hafife alma, çok gücenirim. Hem ben misafirlik yapıyorum. Evde sana yeterince yardım ettiğim için burada izne ayrıldım," diye yazmıştı.

Mesajını okuduğum an gözlerimi devirdim. Şu tatlı sitemine gülmemek mümkün müydü?

Kendi kendime söylenerek, ekrana tıklayıp yan yan bakan ve göz devirmeye benzeyen bir emoji yolladım. Ardından, hızlıca ekledim: "Aman aman, yazık sana. Evde eziyet ediyoruz sanki."

Mesajı yollarken, kendi mizahımdan hoşnut bir şekilde içten içe keyiflendim.

Telefon kısa bir süre sessiz kaldı. Ardından ekrana göz kırpan bir emojiyle birlikte yeni bir mesaj düştü: "Biz sofraya oturuyoruz."

Anlaşılan sohbetimizin sonuna gelmiştik. "Afiyet olsun," diye hızlıca cevap yazdım. Ardından sehpanın üzerindeki kitap ve defter dağınıklığının fotoğrafını çekip ekledim: "Ben de burada aç aç ders çalışayım."

Yüzümdeki gülümseme eşliğinde telefonu kenarı koydum. Midemden gelen hafif bir gurultu, gerçek dünyaya dönüşümü sağladı. Evet, ben de acıkmıştım. Emin o sofrada keyifle yemek yerken benim burada aç kalmam haksızlıktı! Hızla kalktım ve mutfağa yöneldim. Kendime pratik bir şeyler hazırlasam iyi olacaktı.

 

 

Vakit akşam olmuştu ve içimde garip bir huzur vardı. Namaz arası vermiştim. biraz meyve atıştırıp dersime geri dönecektim. Hava kararmaya başlamış, arka bahçeye gölge düşmüş, günün son ışıkları yavaşça çekilmişti. Bu saatlerde oturmayı sevdiğim bir yerdi bahçe; çalışmaya orada devam ediyordum. Kuşların cıvıltısı, hafif esen rüzgarın ağaç yapraklarını hışırdatması ve kediler... Hepsi bir araya gelince, ortamı daha da huzurlu ve dingin kılıyordu.

İki ay önce Eminle bahçede kitap okurken gelen o aç gözlü kedicik, biz onu besleyip ilgilenince, birkaç gün sonra yanına tüm ailesini alıp gelmişti. Artık bahçemizin müdavimiydiler. Emin ve ben de halimizden memnunduk; onlarla keyifli vakit geçiriyor, oynuyor, okşuyor, besliyorduk. Kediler bahçemize renk, hayatımıza neşe katmıştı. Zaten çok severdim kerataları. İyice bağlanmıştım. Biraz da eğlence edinmiştik onları.

Meyve tabağımı alıp bahçeye çıktım ve kapıdaki sinekliği ardımdan kapattım. Hafif esen rüzgar, yüzüme yumuşacık dokundu. Hoşuma gitti bu. Masaya oturdum ve kuşların tatlı cıvıltıları eşliğinde meyvelerimden bir parça almak üzere uzandım. Bu sırada telefonum çaldı. Annem arıyordu.

Telefonu açtığımda, her zamanki gibi hal hatır sorma faslımızı gerçekleştirdik. Annemin sesindeki sıcaklık beni gülümsetti, ama sanki biraz yorgundu da. Az sonra, Çarşamba günü akşamüstü dedemler ve amcamların bize oturmaya gelmek istediklerini söylediğinde aniden bir sıkışma hissettim. "Olmaz, anne," dedim aceleyle. "Çok önemli sınavlarım var yarın ve Çarşamba."

Ses tonum, içinde bulunduğum endişeyi açık ediyordu. Yüksek tempoda ders çalışıyordum ve sınavlarım benim için önemliydi. İçimde bu aniden beliriveren karmaşık duygularla bir yandan sakin kalmaya çalışıyor, bir yandan da annemin planlarını bozmadan nasıl bir çözüm bulacağımı düşünüyordum.

Perşembeye kadar sınavlarım vardı. Zihnimde sürekli dersler ve yetiştirmem gereken işler dönüp dururken, bir de kalabalık bir misafir güruhunu ağırlamak zorunda kalmak bana ciddi bir yük gibi görünüyordu. Evi temizleyip hazırlık yapmak bir yana, yemek yapmaya bile vaktim yoktu. Üzerime binen bu baskı moralimi fazlasıyla bozmuştu.

İçinde bulunduğum yoğun süreç sebebiyle bugün Emin dahi mesaj atıp yolda olduğunu, bir saate eve varacağını ve akşam için yemek yapmakla uğraşmamamı söylemişti. "Lahmacun alırız, farklılık olur hem," demişti.

Annem telefonda hafif bir suçluluk duygusuyla durumu anlatmaya başladı. "Kızım biliyorum, bahane uydurup ertelemeye çalıştım ama inatlar işte, laf dinletemedim," dedi yorgun bir sesle. "Tutturdular, onlar o gün müsaitmiş, sonra işleri varmış. Okula gittiğini bilmedikleri için 'Ne işi olacak, evde oturuyor nasılsa' diye çıkıştı deden. Lafı bir de 'Berra bizi istemiyor mu?' olayına kadar getirdi. Ne diyeceğimi bilemedim, yanlış anlamasınlar diye mecburen uzatmadım, sessiz kaldım..."

Annemin söyledikleri içimde bir huzursuzluk dalgası yarattı. Damaralarımda aniden yükselen öfkeyi zapt etmekte zorlandım. "Off, ne alakası var ya?!" diye patlayıverdim, sesim istemsizce yüksek çıkmıştı. Bir yandan sınav stresi, bir yandan da bu beklenmedik misafir durumu... Her şey üzerime üzerime geliyordu. Annemin çaresizliğini anlıyordum ama bu durum beni içten içe sinirlendiriyordu. Neden herkesin beklentilerine uymak zorundaydım? Neden hayatımızı kontrol etmeye bu kadar meraklılardı? Neden saygıları yoktu? Evde otursam, ev hanımı olsam dahi başka planlarım olabilirdi, öyle değil mi?

Elbette misafir severdim; dedem ve amcamların da her zaman başımın üstünde yeri vardı. Ama tam da bu hafta, bu kadar stresin ortasında onların gelişi bana büyük bir sıkıntı oluşturacaktı. Şimdi olmazdı. Neden başka bir gün değil de tam da böyle bir zamanda gelmek zorundaydılar? Hangi çok önemli işleri vardı ki illa Çarşamba günü geleceklerdi?

Anneme bir şey söyleyememek ise ayrı bir dertti. Onu arada bırakmak istemiyordum. Ama bu sessizlik beni içten içe kemiriyordu. Bir yandan da biliyordum ki onları reddetsem, hemen alınacaklardı. Alıngan insanlardı; "Evinize bizi istemiyor musunuz?" gibi laflar dönecekti. Zaten anneme bile bu yönde serzenişte bulunmuşlardı. Of off!

Sıkıntı dolu bir nefes alıp verdim. "Neyse, kapatıyorum anne," derken annemi sıkıntıya sokmamak için ses tonumu yumuşak tutmaya çalıştım. Vedalaştık ve telefonu kapattım. Daha fazla konuşacak bir şey yoktu.

Suratımı asıp kara kara düşünmeye başladım. Düşündükçe moralim bozuldu. Gözlerim yavaş yavaş doldu. Göğsümdeki ağırlık dayanılmaz hale geldi. Birden, sinirden ve çaresizlikten patlayıverdim; gözyaşlarım sessizce yanaklarımdan süzülmeye başladı. İçimdeki karamsarlık büyüdükçe büyüyordu. Ağlamaktan başım zonkluyordu, bir çare bulamadığım için daha da kötü hissediyordum. Bir çıkmaza girmiş gibiydim. Hayatımın kontrolünü elimde tutamadığımı düşünüyor ve bunalıyordum.

Tam o sırada, Limon adını verdiğimiz sarı kedi sessizce yanıma sokulup kucağıma atladı. Mırıldanıp sürtünerek beni rahatlatmaya çalışır gibiydi. Patileriyle bacaklarıma hafif hafif masaj yaparken, kedilerin ne kadar sezgisel canlılar olduğunu düşündüm. Üzgün olduğumu hissetmiş olmalıydı. Elimi onun yumuşacık tüylerinde gezdirirken içimden ona dert yanmaya başladım. Hem ağlayıp hem bir kediye iç dökmek dışarıdan ne kadar tuhaf görünüyordu kim bilir? Ama şu an umrumda bile değil.

Zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim. Gözyaşlarım yavaşça dindi ve kucağımdaki Limon'un varlığıyla biraz olsun sakinleştim. Titrek bir nefes aldım, içimi dolduran hıçkırıkları yatıştırmaya çalıştım. Ellerimle yanaklarımdaki ıslaklığı silip başımı kaldırdığımda, kararmakta olan gökyüzüne baktım. Bu dünyada dertlerimle yalnız olmadığımı hatırlamak istiyordum. Geçen hafta Sıdıka teyzelerin evindeki sohbetin konusu geldi aklıma. "Abartma Berra," dedim kendime. "Ne dertler var dünyada. Hem, Allah bizimle. Dertler derinse, Allah kerim."

- Selamünaleyküm.

Emin'in enerjik ve neşeli sesini işitince bir an ürktüm. O kadar dalgındım ki, geldiğini bile fark etmemiştim. Başımı çevirip baktığımda sinekliği ardından kapatıp yanıma doğru yürümeye başladığını gördüm. Selamını aldım ama sesim boğuk ve tuhaf çıkmıştı; ağlamış olmanın izleri sesime de yansımıştı. Bu haliyle hiç de hoş değildi.

Emin masaya doğru ilerlerken gözleri yüzümde sabitlenmişti. Endişe ve merak karışımı bir bakışla beni süzüyordu. Yanıma geldiğinde başımda dikildi, bakışlarını bir an olsun üzerimden çekmedi. Kaşları hafifçe çatılmıştı.

"Niye senin yüzün gözün kızarmış?" diye sorarken, sesi normaldi ama içinde hafif bir tedirginlik barındırıyordu.

Omuz silkip "Ağladım," diye yanıtladım düz bir şekilde. Keyfim o kadar yerinde değildi ki, ona hoş geldin demek bile aklıma gelmemişti. Ama içimdeki ağırlıkla mücadele etmek zorundaydım.

Yine de, fark etmemek mümkün değildi; Emin'in gelişi bile bu yükü bir nebze hafifletmişti.

Yanıma oturup sevecen bir şekilde "Hayırdır? Ne oldu?" diye sorarken ilgili ve biraz da endişeliydi. Kısık bir sesle olan biteni anlattım, misafir geleceğini, sınav hazırlığının altında ezildiğimi, nasıl ikisini birden idare edeceğimi bilemediğimi... Beni dinlerken hafifçe kaşları çatıldı. İçimde biriken stres dalgası sanki onun bu durumu anlamasıyla biraz daha hafifliyordu.

"Hem misafir ağırlayıp hem nasıl sınav çalışacağım ben?" diye mırıldandım, daha çok kendime dert yanar gibi. Sorudan ziyade bir yakınmaydı bu. Sesimdeki umutsuzluk da açıkça hissediliyordu. Boğazımda düğümlenen hisleri dışa vurmanın bir çözüm sunacağını pek sanmıyordum. Ama anlatmak bile bi nebze iyi gelmişti.

Emin, bana dönüp, "Bunun için mi ağladın sen?" dediğinde, sesi ciddi ama şefkatliydi. Bir an ona anlam veremeyerek baktım. Derdimi mi küçümsüyordu o benim? Ama bakışları öyle söylemiyordu. Hatta aksine, bir şekilde bana destek olmak ister gibiydi. Ee?

"Evet. Ne olmuş yani?"

Gülümsedi, ama bu gülümseme bir alay ifadesi değildi. Daha çok içten gelen bir rahatlatma çabasıydı. "Boşuna ağlamışsın. Böyle şeyleri dert etme. Halledilir. Canını sıkmaya gerek yok," dedi, sakin ama emin bir tavırla. Sözleriyle içimdeki karmaşayı bir nebze olsun dağıtmayı başarmıştı.

"Nasıl halledecekmişiz?" diye sordum, meraklı bir şekilde.

"Ben sana yardım edeceğim. Ev işleri bende. Hem annem de gelir, o da mutfakta yardımcı olur. Bence sen biraz ders çalışmaktan da bunaldın. Kaç gündür kafanı kaldırmıyorsun doğru dürüst. Kalk bakayım, şimdi ara veriyorsun. Yemek yiyeceğiz. Hazırlan da gidelim."

"Ben daha yeni ara verdim," desem de, Emin'e karşı koymam mümkün değildi. Planı yapmıştı bile. "Onu bunu bilmem, lahmacuncuya gideceğiz. Hadi," dedi ve kalkmam için bileğimden nazikçe tuttu. Peşi sıra yürüyüp ona ayak uydurmak durumunda kaldım. Aslına bakarsanız halimden memnundum. Emin'in güven verici tavrı beni rahatlatmıştı. Kontrolü kaybetmişlik hissi azalmıştı; o kontrolü Emin'e devretmiş gibi hissediyordum. Ona zaten güvendiğim için, bu durum beni oldukça rahatlattı.

Üstüme uygun bir şeyler giydim ve evden çıktık. Arabanın önüne geldiğimizde durdu. "Sen sürmek ister misin?"

Bu ani teklif beni hem sevindirmiş hem de tedirgin etmişti. Yeni yeni araba sürmeyi öğreniyordum ve hâlâ kendimi tamamen konforlu hissetmiyordum. "Bilmem ki," diye yanıtladım, tereddüt ederek.

"İyi o zaman, şoför sensin. Zaten çok uzağa gitmiyoruz, halledersin," derken anahtarı bana uzattı. Anahtarı alırken parmaklarımın ucunda hafif bir titreme hissettim. Şoför koltuğuna geçip oturduğumda içimde bir heyecan dalgası yükseldi. Emin, yanımdaki yolcu koltuğuna otururken beni dikkatlice izliyordu. Besmele çekip kemerimi taktım. Derin bir nefes aldım ve arabayı çalıştırdım. İlk beş dakika stresten ötürü bacaklarım gerilmiş, sonra normale dönmüştüm. Emin'in küçük ama yerinde uyarıları eşliğinde lahmacuncuya vardığımızda derin bir rahatlama hissettim. Arabayı park ederken gururlu bir gülümseme yüzüme yayıldı. Kazasız belasız gelmiştim çok şükür. İyi de sürmüştüm bence.

Emin "Gayet iyiydin, en azından geçen seferkinin aksine gördüğün bütün çukurlara itinayla girmedin," dediğinde gülüştük. Evet, maalesef ki henüz yoldaki çukurlardan kaçınma becerisini iletletememiştim.

"Napayım, ancak kavrıyorum tekerlerin nereye denk geldiğini," diye kendimi savundum hemen.

"Olacak olacak," diye cesaretlendirdi beni Emin. Araba sürme konusunda bu kadar sakin kalabilen nadide adamlardan biri olduğu için ona teşekkür ediyordum içimden. Ne kadar minnettardım, bilemezsiniz. Çok şükür Allah'ıma. Yoksa sinir stresten ötürü motivasyon ve isteğimi kaybedebilirdim.

"Olacak tabi, hocam iyi," dediğimde hem şaşırdı hem de gururla gülümsedi. Malum, genelde birbirimizi övmek yerine didişiriz. Ama arada böyle şeyler de lazım. Sonuçta bu küçük övgüler aramızda nadiren yaşanan, ama oldukça değerli anlar.

Emin'in gururlu bakışları altında, içimde bir sıcaklık yayıldı. Garip hissettim. Lahmacun ve pide salonuna girdiğimizde, buram buram taze hamur ve baharat kokuları etrafı sardı. Sabahtan beri doğru düzgün bir şey yemediğimi, çok acıktığımı fark ettim. Karnım zil çalıyordu resmen!

Sakin bir köşedeki masaya karşılıklı oturduk. Siparişlerimize karar verdik ve yanımıza gelen garsona söyledik. Yemeklerimiz gelene dek sohbet etmeye koyulduk. Emin'in anlatmaya başladığı şeyler, ortamın rahatlığı ve hoş sohbet, içimde bir huzur oluşturdu. Anın büyüsüne kapılıp gittim.

"Aslıda evlenen arkadaşım, yani Yalçın, beni düğününe çağırmayı unuttu. Lisede epey yakındık bir de. Ama uzun zamandır görüşememiştik. Hayat telaşına kapıldık herhalde. Başka bir arkadaştan evleneceği haberini alınca 'bu çocuk beni unutsa da ben gideceğim düğüne' dedim. Muhtemelen düğün telaşından falan unuttu, insanlık hali."

Emin'in hoşgörülü ve anlayışlı tavrı, gerçekten güzeldi. Bazı insanlar, özel günlerin veya davetlerin unutulmasına karşı daha sert bir tavır takınabiliyordu. Ama Emin'in yaklaşımı, hayatın karmaşasında kaybolmuş anların ne kadar doğal olduğunu anlamamı sağlıyordu. Dikkatimi çeken bu ayrıntı kalbimde bir hoşnutluk izi bıraktı.

"Bir iki arkadaşı daha unutmuş zaten. Neyse, gittik salona. Salonun kapısında tanıdıkları bulmak için etrafa bakınıyoruz. Kimse çarpmıyor gözümüze. Ulan acaba yanlış düğüne mi geldik, onu bile bilmiyoruz. Sonra Yalçın bizi gördü, geldi hemen. Hoş geldiniz, dedi. Çok mutlu oldu. Sen bizi çağırmadın ama biz geldik, dedik. Valla unutmuşum, iyi yaptınız, falan dedi. Güzel geçti arkadaşlarla olunca."

Gülümseyerek, onun bu eğlenceli şekilde anlattığı maceralara kendimi kaptırdım. Düğün gününün karmaşası, Emin'in gözünden dinleyince, bir hikaye gibi gelmişti.

"Biz düğüne gideceğiz diye de ne badireler atlattık var ya!" diye devam etti. "Evden çıkmıştık ki anahtarı içeride unuttuğumuzu fark ettik. Kapıyı açmaya çalıştık kartla falan. Sonunda başardık. Bi arkadaş var, adam hırsız olsa zorluk çekmez. Öyle bi kapı açma yeteneği var."

"Tövbe, niye hırsız olsun. Çilingir desene."

"Haklısın, doğru kelime olmadı," deyip güldü Emin.

"Neyse, nihayet yola çıktık. Adresi bulacağız diye dolanıp durduk. Navigasyon başka diyor, bir adama sorduk, başka diyor. Epey dolandık. Sonunda pes edip vazgeçecektik ki bulduk. Tabelayı gizlemişler resmen, binanın girişi de görünmüyor yoldan. Garip bir yerdi. Vardık ama bu sefer park yeri bulamadık. Sabrettik. Bir on dakka uzağa park ettik mecburen ve salona yürüdük. Ama köpekler kovaladı bizi. Koşa koşa kendimizi salona zor attık vallaha. Köpekler de aslan gibi maşallah..."

Emin'in İzmit'teki maceralarını dinlemek bana iyi gelmişti. Üstelik yeniden yaşıyor gibi, eğlenceli bir şekilde anlatıyordu. Bolca gülmüştüm. Kafam dağılmıştı.

Aslına bakarsanız, henüz bu gerçeğin farkında değildim ama Emin ne anlatsa dikkatle dinlerdim. Her kelime, onun sesinde bana huzur getirirdi. Emin ne anlatsa bana iyi gelirdi sanki. Bir şekilde ben düşerken elimden tutup kaldırır, moralimi yerine getirirdi. Emin'in seçimleri hep benim faydama olurdu. Kalbime dinginlik verirdi.

Kendimi düşündüm sonra. Emin'e nasıl göründüğümü, onun gözünde ne ifade ettiğimi... Ona ne vaat ediyordum? Kendi rolümü, onun hayatında nasıl bir yer kapladığımı anlamaya çalıştım. Emin'in bana sağladığı bu dinginliğin karşılığını verebiliyor muyum? Onun dünyasında ben ne kadar önemli bir yer kaplıyordum?

 

*Tarık Tufan

Bölüm : 19.08.2024 11:37 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...