33. Bölüm
Şeymanur / Zecir / 33 -  yokluk ve boşluk

33 - yokluk ve boşluk

Şeymanur
sukunettekelimeler

 

 

 

"Her ayrılık, biraz daha büyümek demek; ama bazen büyümek acı verir."

 ✦

 

Zamanın hızına yetişemiyordum. Emin gideli iki ay olmuştu. O gittiğinden beri annemlerle kalıyordum. İlk başlarda, doğduğum ve büyüdüğüm bu evde yeniden yaşamak çok garip hissettirmişti. Her şey o kadar tanıdıktı ki! Duvarların bile eski anılarla dolup taştığını hissediyordum. Ama bir o kadar da yabancıydı sanki. Kendi evimizi, Emin'le birlikte yaşadığımız o küçük ve samimi yeri özlüyordum. Bir boşluk duygusu sarmıştı içimi.

İnsan, ne kadar zorlansa da uyum sağlamadan hayata tutunamıyor. Annemlerin evine de bir şekilde alışmıştım. Ama içimde bir şeyler eksikti; sessiz ve tamamlanmamıştı. Onun yokluğu o kadar belirgindi ki... Her sabah ve akşam bu eksiklik daha da keskinleşiyordu. İçimde, henüz adı olmayan bir duygu büyüyordu.

Fırsat buldukça Eminle iletişim kuruyorduk. Telefon edip arıyordu. Birkaç fotoğraf da göndermişti. Uzun uzun incelemiştim onları. Emin'in saçları, sakalları yok denecek kadar kısaydı. Onu böyle görmek ilk başta garip gelmişti. Oysa yüzündeki o sakin ifade ve gözlerindeki tanıdık bakış yine yerindeydi. Ama asker tıraşı, onun tanıdık yüzünü başka birine dönüştürmüştü sanki. Saç ve sakal erkeğin süsüymüş, bunu iyice anlamıştım. Yine de, Emin'in her haliyle bana tanıdık bir yuvaymış gibi hissettirdiğini fark ettim.

Söylediğine göre çok yorulsa da her şey yolundaymış. Askerlik işte, sabahtan akşama dek koşturma, nöbet... Geçen aradığında biriyle tartıştığı için biraz sinirli ve keyifsizdi mesela. Ama komik şeyler de oluyormuş. Döndüğünde bana anlatacakmış uzun uzun. O günleri iple çekiyorum.

Her akşam hadis kitaplarımızı elime alıp okuyordum. İtiraf edeyim, Emin'in yanında geçen o akşamları, sessizce oturup kelimelerin derinliklerinde kaybolduğumuz anları özlemiştim.

Yeni bir yıla girmiştik. Ocak ayındaydık. Kalorifer peteğinin önünde oturmuş ödev yapıyordum. Annemin getirdiği ıhlamur çayından yükselen buğuyu içime çekerken Emin'le geçirdiğimiz kışlar canlanmıştı gözümde. Ihlamurun sıcak, tatlı kokusu Emin'i hatırlatmıştı birden. Kış mevsimiyle özdeşleşen o anılar usulca zihnime doldu. Birlikte yürüyüşe çıktığımız, kardan adam yaptığımız, soğuktan kızaran burnunu avuçlarıyla ovuşturup bana şaka yaparak güldüğü günler. Bana sevdiğim bitki çayını yaptığı, meyve getirdiği akşamlar...

O sırada, aniden çalan kapı sesiyle irkildim. Annemle göz göze geldik, o da şaşkındı. Babam ve abim cemiyetteydi. Buğlem hastalıktan bitap düşüp çoktan uyumuştu. Devran ise odasına kapanmış oyun oynuyordu. Birini beklemiyorduk. Annem kapıya doğru ilerlerken ben de istemsizce kulak kesildim. Sesten tanıdım. Aynur teyzeydi galiba.

Az sonra içeri girdiklerinde yanılmadığımı gördüm. Kalkıp "Hoş geldiniz," dedim. Fakat bu akşam onun sorgu sualini ve anlatacaklarını çekecek modda hissetmiyordum kendimi. Aynur teyze iyi biriydi ama çok konuşurdu ve çok merak ederdi. Bazen insan yoruluyor ve bunalıyordu. Beni de ilk zamanlar her gördüğünde evliliğim konusunda darlamıştı. Nasıl gidiyor, anlaşıyor musunuz, şöyle mi böyle mi diye...

Annem ona ikram etmek için ıhlamur hazırlamaya gittiğinde odada baş başa kaldık. Aynur teyzenin gözlerinde her zamanki merak kıvılcımları vardı. Daha ilk dakikada sorusunu patlattı: "Ee kızım, kocanla görüşüyor musunuz, nasılmış oralarda? Bir yaramazlık yoktur inşallah."

Bir an ne söyleyeceğimi bilemedim; boğazımda bir düğüm oluştu. Yüzümdeki tebessümü koruyarak kısaca, "İyiymiş şükür," dedim.

Aynur teyzenin yüzündeki kurnaz, bir şeyler biliyor da paylaşmıyor havasını görür görmez anlamıştım, soruları hiç bitmeyecekti.

"Ay iyi iyi," dedikten sonra sesini alçaltıp sır paylaşır gibi bana doğru eğildi. Yüzünde manalı bir ifade vardı. "Şş, özledin mi kız, kocanı?"

Beklemediğim bu soru, beni bir an afallatmıştı. Yanaklarıma dolan sıcaklıkla ona bakakaldım. O, beni bekletmeden devam etti. "Tabii özlemişsindir," dedi kendi kendine, emin bir tavırla. "Aynı ömrü ve yatağı paylaşıyorsun sonuçta. Çekinme, çekinme. Normal bunlar. Ama napacaksın, kaderde beklemek varmış."

Sanki Emin'in yokluğu üzerine içimde beslediğim tüm duygular açığa çıkacakmış gibi hissettim. Evet, özlüyordum onu. Fakat bu özlem sadece bir 'beklemek' değildi. Alıştığım bir sessizliğin içinde yankılanan, içten içe büyüyen bir boşluk gibiydi.

O devam etti: "Eskiden iki yıl sürerdi askerlik, şimdi altı ayda bitiyor. Öyle düşün. Ben kocamı iki yıl kaynanamın yanında yaşarken beklediydim. Zulümdü resmen..."

Tam o anda, annem içeri gelip ıhlamuru Aynur teyzenin önüne koyduğunda, duygu dolu bakışlarımı kaçırıdım. Rahatlamış hissettim. Ödevimin başına döndüm. matematik denklemlerinin arasına saklanmak az önce hissettiklerimi biraz da olsa unutturuyordu. Önümde duran sayfaya dalıp sayılar ve simgeler arasında kayboldum. O karışık duyguların yerini geçici bir sakinlik aldı.

Fakat Aynur teyzenin sesi, bir an sonra zihnime tekrar hücum etti. Sözlerinin arasındaki birkaç kelime, dikkatimi çekip beni denklemlerden çekip çıkardı: "Komşum, biz ayakta uyurmuşuz meğer! Geçen gün mahallede neler olmuş bir bilsen. İnsanın aklı duruyor," diyordu sesine dramatik bir hava katarak.

Annemin şaşkın bakışları dikkatimi dağıttı. "Hayırdır inşallah Aynur."

"Pek hayır sayılmaz. Aslı var ya hani bizim? Onun kızını evlendiriyorlarmış ya!"

"Işıl mı?" diye şaşkınlıkla atıldı annem. "O kız daha on altı yaşında değil mi? Aslı da ailesi de böyle erken evliliklere karşıdır. Zamanında bize de çok kızmışlardı. Hayatta evlendirmez kızını. Yanlış duymuş olmayasın?"

Annemin bu çıkışı haklıydı. Aslı teyzenin böyle bir karar alması mümkün değildi. Baya şaşırtıcı olurdu. Bir yanlışlık olabilir miydi bu işte? Belki dedikodu falandır. Yanlış bilgi yaymışlardır?

Aynur teyze, kendinden emin haliyle başını salladı. "Yok yok, eminim. Zaten normal şartlar altında olsa Aslı hayatta evlendirmez Işıl'ı. Ama işin içinde başka şeyler varmış," dedi fısıltıyla. Ortama merak dolu bir hava yaymıştı.

Bir an, kendi hikayem geldi aklıma. İçimi sıkıntı bastı. Işıl'ın da aynı zorluklarla baş başa kalmasını, onun da bir "kader" içine sıkıştırılmasını istemezdim.

Aynur teyze, dünyanın en büyük sırlarını ifşa ediyormuş gibi bir dikkatle, yüzünde gizemli bir ifadeyle konuşmaya devam etti. Ona bakarken, bu bilgileri yayarken haz alıp almadığından şüphe duydum. Sanki her kelimesini daha da süsleyerek anlatıyor, odadakilerin ilgisini canlı tutmak için özel bir çaba harcıyordu.

Başkalarının hayatlarına böyle büyük bir merak ve müdahil olma isteği ne kadar da rahatsız ediciydi... İnsanın kendi derdi yetmezmiş gibi, bir de bu tür hikayelerin gölgesinde kalmaya zorlanması bıktırıcıydı. İçimdeki sıkıntıyı daha fazla bastıramadım; odadan çıkmak için eşyalarımı toplamaya başladım. Başkaları hakkında konuşulduğu bir ortamda durmak ve günaha ortak istemiyordum.

Ancak Aynur teyzenin sesi peşimi bırakmıyordu.

- Şu bizim Aylin'in oğlu yok mu, Berke? Kızı da var hani, Yağmur. Işılla arkadaşmış bunlar. Birbirlerinin evine gidip geliyormuş iki kız. Berke kızla ilgileniyormuş. Gençlik işte, ilgi ve sevgi Işıl'ın da hoşuna mı gitti artık, bilmem. Kızcağız zaten utangaç biri, öyle bi hatası olmamış, buluştuğu görüştüğü yokmuş Berkeyle...

Aynur teyze, anlattığı her cümlede olayın karmaşasını ve mahremiyetini bir kenara bırakarak içini döküyor, büyük bir maharetle her ayrıntıyı açıklıyordu.

Berke'nin adını duyunca gidemedim. Kapının kenarında duraksadım. Çünkü İclal'le ilgili bir durum olabilirdi. Kalbimi bir endişe bürüdü. Kafam karıştı. Berke, İclal ile sevgiliydi hani? Neler oluyordu? Bu konuyla ilgisi neydi?

- Bir gün Işıl, Yağmur'u ziyarete diye gitmiş. Kitap mı ne alacakmış çocukcağız. Evde de sadece Berke varmış. İçeri davet etmiş. Kız tereddüt etse de girmiş. Kitabı almış. Beş dakika sohbet edelim demiş, oturmuşlar. Konuşmuşlar. Sonra içi rahat etmemiş kızcağızın. Ben gideyim, laf söz olur demiş. Ama işte, olan olmuş...

Bu son cümleyle odada ağır bir sessizlik oluştu.

Aynur teyze, bu noktada daha da ciddileşerek, sanki sırların en büyüğünü ifşa ediyormuş gibi devam etti: "Kızcağız hamile kalmış. Zavallı, korkusundan kimseye bir şey söyleyememiş. Karnını okul sıralarına vurarak, belki bebek düşer de kimse öğrenmez diye uğraşırmış... Ailesi sonra fark etmiş. İlkin kilo aldı sanmışlar ama sonra öğrenmişler olan biteni. Aslı'nın abisi, yani kızın dayısı, dayanmış bu Berkelerin kapısına. O adam mafya gibi bir şey zaten. Yeğenimin namusuna dokundun, hamile, ortada bırakamazsın, evleneceksin demiş. Berke de korkmuş tabi, suçu da ortada. Hayır deme şansı yok. İmam nikahlarını kıymışlar.

İçimde bir ürperti dolaştı.

Genç bir kızın çaresizliği, mahremiyeti böyle ulu orta konuşuluyor, etrafta dolanan bir hikayeye dönüşüyordu. Yazık değil miydi?

Ayaklarım sanki eşikte çakılı kalmıştı. Berke'nin başrolü oynadığı bu senaryo beni ürkütmüştü. Buz gibi bir his, içimde büyüdü. Onun böylesine çalkantılı bir olayın içinde olması, kalbime huzursuzluk ve korku yerleştirdi. Işıl'ın yaşadıklarına duyduğum üzüntü bir yandaydı. İclal'e kayan aklım bir yana... "Bu duruma düşmemiştir. Kendine zarar verecek bir şeye bile bile yanaşmamıştır İclal," diye düşünmek istedim. Ama acabalar zihnime üşüştü. Ya Berke ona da zarar vermişse? Ya İclal de benzer acılar yaşarsa? İclal'in iyi olmasını diledim. Başına kötü bir şey gelmemiş olmasını...

Odaya geçip yatağın kenarına çökerken zihnimde İclal'in Berke ile olan ilişkisini tekrar tekrar tartıyordum. İclal'in Berke'ye ne kadar bağlandığı, hatta bazı değerlerinden bile taviz verdiğini biliyordum. Berke'nin bir gün onunla evleneceği vaadi İclal'i o ilişkide tutmaya yetiyordu. Berke'nin vaadi sahte olsa bile... İclal açısından her şeyin sadece bir hayal kırıklığından ibaret kalması için içimden dualar ettim. Umarım bunlardan bir ders çıkarır; kendini üzmeden, yıpratmadan çekip çıkabilirdi bu işin içinden.

Işıl'ın başına gelenler ve İclal'in karşı karşıya kalabileceği tehlike, zihnimde dönüp durdu. Bir an, onların çaresizliği ve kırılmışlıkları içinde kaybolmuş hissettim. Empati kurmaktan kendimi alamadım. Her iki kızın yaşadığı çaresizliği hissetmek, moralimi daha da aşağı çekti. Kalbime ağırlık basmıştı. Boğazım düğümlenmişti. Bunlardan kurtulmak, zihnimi arındırmak istedim. Yavaşça kalkıp abdest aldım ve namaza durdum.

Namaz sırasında, Allah'ın kimseye kaldıramayacağı bir yük yüklemeyeceğini düşünerek biraz olsun ferahladım. İki genç kız için de dua ettim. Sevdiklerim için, bu dünyada her zaman doğru yolda kalmaları için Allah'a sığındım.

Dualarımdan sonra uyumak için hazırlandım. Fakat o günkü hadis okumalarımı yapmadığımı fark ettim. Kitabımı açtım ve yeni konu başlığına gözüm takıldı: gıybet ve dedikodu. Bu karşılaşma, Aynur teyzenin sözlerinin bende yarattığı ağırlığı yeniden hissettirdi. Kitabı açıp konuyla ilgili ayetleri okumaya başladım. Her bir cümle, az önce duyduklarımın ne kadar yanlış olduğunu bir tokat gibi yüzüme vuruyor, içimi bir burukluk kaplıyordu.

"Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir." (Hucurat,12)

"Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi, yaptıklarından sorumludur." (İsra,36)

Allah'ın bize çizdiği sınırları ve sorumluluklarımızı düşündüm. "Birbirinizin kusurlarını araştırmayın," diye buyurmuştu Allah. İnsanların mahremiyetine derin bir saygı vardı burada. Açıklamalar ise dedikodunun ve gıybetin ne denli yıkıcı olduğunu anlatıyordu. Ayetleri okudukça, az önce Aynur teyzenin anlattıklarının ruhumda nasıl izler bıraktığını daha iyi fark ettim. Ölü bir kardeşinin etini yemekten tiksinen insan, başkasının kusurunu açığa çıkarmaktan da aynı şekilde kaçınmalıydı oysa.

Ayetlerin ardından hadisler kısmına geçtim ve yine dikkatimi en çok çekenlerin altını çizdim. Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiği hadiste "İnsanları cehenneme en fazla götürecek şeyin ağız ve cinsel organ" olduğunu buyurduğu kısım vardı. Ağızdan çıkan her kelimenin ruhumuza olan etkisini düşündüm. Sözlerin, bir anlık hevesle veya düşüncesizlikle sarf edilse bile insanı nasıl bir yola sürükleyebileceği gözlerimin önünde belirdi sanki.

Bir değerine geçtim.

Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Gıybet nedir, bilir misiniz?" "Allah ve Resûlü daha iyi bilir," dediler. Hz. Peygamber: "Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şey ile anmandır" buyurdu. Söylenen şey eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?" diye soruldu. "Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet ettin; yoksa, o zaman ona iftira ettin demektir," buyurdu. (Müslim, Birr 70)

İnsanların çoğu zaman "Ama olanı söylüyorum" bahanesiyle yaptıklarının aslında gıybet olduğunu görmek ürkütücüydü. Eğer söylenen şey doğruysa bu, gıybet; doğru değilse iftira oluyordu. Bu gerçek beni bir kez daha sarstı. Konunun ciddiyeti iyice zihnime de kalbime de işlemeye başladı. Hem dilime hem de niyetime karşı daha dikkatli olmam gerekiyordu artık.

Daha az önce Aynur teyzenin gelip bize hiç de hoş olmayan şeyler aktarması mesela? Bunları Işıl ve ailesinin işitmesi durumunda hoşlarına gitmeyeceğine eminken neden başkalarına da yayıyordu? Gıybet yapmış oluyordu. Berke'nin günahını ortaya seriyordu, Işıl'ın ise içine düştüğü zor durumu. İnsanların hatasını, ayıbını, eksiğini başkalarıyla paylaşıyordu. Aklıma Mevlana'nın "Günahları örtmede gece gibi ol," sözü geldi. Ardından "Allah'a ve âhiret gününe inanan, ya hayır söylesin ya da sussun," hadisini anımsadım. Eğer hayırlı bir şey söylemeyeceksek susmalıydık. Mesaj kısa ve netti. Fakat o kadar çok ihlal ediliyordu ki! Herkes ölü kardeşinin etini yemekte yarışıyordu, hayırda yarışmak yerine.

Hadislerin açıklama kısmını bitirdim. Son alt başlığa geçmeden önce içimden dua ettim. Bu fark edişlerin hayatımda daim olmasını istedim. Dilimi ve gönlümü yanlışlardan koruyabilmem için yardım diledim. Okuduğum hadis ve ayetlerin hayatıma bir pusula olmasını umdum. Kitabı elimde daha sıkı tuttum; kalbimde bir kararlılık vardı artık. Sadece öğrenmek için değil, hayatımıza uygulamak için okuyorduk bunları sonuçta.

"Gıybeti anlatan kişi kadar dinleyen kişi de mesul olur. Bu bakımdan gıybet eden kişiye karşı bir şey söyleyemesek de hal ve hareketlerimizle yapılan gıybeti dinlemek istemediğimizi göstermemiz gerekir.

İlk yapmamız gereken, "Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti yapıldığı halde, gücü yeterken ona yardım etmezse, Allah onu dünya ve ahirette zelil kılar" hadis-i şerifini hatırlamak olmalıdır. Bu söz sadece bizimle konuşanın yaptığı gıybeti değil; çevremizde, radyoda veya televizyonda yapılırken dinlediğimiz gıybetleri de içine almaktadır. O anda kendimizi gıybeti yapılan kişinin yerine koymalı, bizden gıyabımızda bu şekilde söz edildiğinde rahatsız olup olmayacağımızı sormalıyız. Onuru zedelenen kişinin üzülmesi gerekiyorsa üzülmeli, hakkının savunulması gerekiyorsa savunmalıyız.

Önce kalbimizde derin bir rahatsızlık meydana gelmeli. Gıybeti dinlemeye tahammül edememeliyiz. Gıybeti yapılan kişi dostumuz ise, müdahale edip onun hakkında konuşmasına mâni olmalıyız. O kişiyi susturmanın bize zararı olacaksa, 'rahatsızlığımızı hissettirmek şartıyla' oradan hemen uzaklaşmalıyız. Radyo veya televizyonda yapılıyorsa, hemen kapatmalıyız. Bunları yapamıyorsak, dinlememeye çalışmalıyız. Dahası, gıybeti dinlediğimiz için Allah'tan af dilemeli, gıybeti yapılan kişiye dua etmeli ve duyduklarımızın tesirinde kalarak su-i zan etmemeye itina göstermeliyiz. Dahası, ikaz edip düzeltemediğimiz kişilerin yanından uzaklaşmalıyız."

Bu kısmı okuyunca aklıma "Onlar boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler." (Kasas, 55) ayeti gelmişti. Az önce Aynur teyze gıybet ettiği için onun suçunu rahatça belirtmiştim ama buna ben de ortak olmuştum. İçimde bir şeyler kırıldı. Duygularım birbirine karıştı. Burada da yazdığı gibi, müdahale edip güzel bir üslupla durdurabilirdim belki de. Ben de sorumluydum. Şu an nefsim, rahatsız olup odadan çıkmaya yeltenmemle içimi rahatlatmaya ve kendini temize çıkartmaya çalışsa da ona kanmadım. Berke'nin ismi geçince merak edip kapının orada duran bendim. Evet belki İclal'den ötürüydü, arkadaşım için endişeleniyordum ve bir bağlantısı olabilir diye durmuştum ama olsun. İnsan kendinden başkasında hatayı hemen fark ederken kendi benliğine dönünce hatalarını görmesi ne kadar da zordu.

Gözlerim yaşardı. O an, Emin'in eksikliği ve yokluğu içimde ağırlaştı. Burada olsaydı duygularımı onunla paylaşabilirdim, içimi açabilirdim. Bütün bunlara olgunca bakıp beni sakinleştirirdi. Ama şimdi yalnız başımaydım; bu karmaşık, ağır duygularla yüzleşmek de yalnızca bana kalmıştı.

Ellerimi açıp hepimiz için ve kendim için af diledim. Bir an için kendimi kaybettim. O kadar derinlere battım ki. Bir çıkış yolu ararken Allah'a sığındım. Kendimdeki noksanlıkları görememekten, onları düzeltememekten, fark edememekten, günaha ortak olmaktan Allah'a sığındım. Bu dua, sanki içimdeki o ağır yükü biraz olsun hafifletti. Ama ne kadar azaldı, ne kadar rahatladım bilemiyorum. Bir rahmet, bir huzur, bir umut duydum içimde; aynı zamanda kaybolmuş hissettiğimi de fark ettim.

 

 

Bugün biraz stresliydim. Son sınavlar, İclal'in hali, Emin'in yokluğu... Her şey üst üste gelince kafam gövdeme ağır gelmeye başlamıştı. Hazal ve Ceyda'yla kütüphanede ders çalışırken bile düşüncelerim dağınıktı. Biraz olsun rahatlamam lazımdı. Hava almak istiyordum. Kantinden çay alıp bahçeye çıkacak, çayımı yudumlayıp - biraz kış ayazı yesem de - soğuk sayesinde kendime gelecektim. Planım buydu.

Kantindeki görevlimiz olan ablaya açık bir çay istediğimi söyledim. Hemen bir karton bardak alıp çayı doldurmaya koyuldu. Parasını vermek için elimi kabanımın cebine atmıştım ki "Berra'nın çayını da buradan al abla," diyen tanıdık bir ses işittim. Başımı kaldırdığımda Yusufla göz göze gelmiştim. Bunu hiç beklemiyordum. Mahcup hissettim ve hemen teşekkür ettim.

"Çok teşekkür ederim, ama gerek yoktu..."

"Gereklilikten değil. Arkadaşımıza çay ısmarlayamayacak mıyız? Afiyet olsun," dedi mütebessim bir ifadeyle. Küçük bir gülümseme ile karşılık verdim. Yusuf kibar ve iyi biriydi. Bu okuldaki çok değerli insanlardandı. Doğal ve içtendi. Böyle incelikler yaptığında bunu ara ara yeniden fark ediyordum.

Ben üstünden dumanlar tüten çayıma, o da kahvesine uzanırken, aklımda bu haşlak çayın az sonra dışarıda dakikalar içinde buz gibi olacağı vardı. Daha önce deneyimlenmiş, onaylanmıştı.

"Bahçede bir iki tur atacağım, ders arası verdim. Katılmak ister misin? Hem sana bir şey sormak istiyordum."

Yusuf'un bakışlarını üzerimde hissedince bana sorduğunu ancak idrak edebilmiştim. Dedim ya, kafam dağınık...

Zaten dışarıya çıkacaktım. Çayımı da Yusuf ısmarlamıştı. Teklifini geri çevirmedim. Hem ne soracağını merak etmiştim. "Umarım yardım edebileceğim bir konudur," diye geçirdim içimden. Çünkü artık Yusufla aynı sınıfta değildik. Hazal ve Yusuf sayısal sınıftalardı. Hazal'ın yanına gittiğimizde ona da rastlıyor ve selamlaşıyorduk. Bazen de koridorda karşılaşıyorduk. Ha tabi çözemediğimiz matematik sorularındaki yardımlarını da unutmamak gerek. Yusuf matematik dehası olduğundan, çözemediğim soruları Hazal da çözemediyse üçüncü kişi olarak Yusuf'a yaptırıyorduk. Sağ olsun hiç geri çevirmez, çok güzel açıklar ve çözümlerdi.

Kantinden çıktık. Bahçede yan yana yürürken biraz tuhaf hissettim. Emin'den başka bir erkekle böyle basit de olsa vakit geçirmeye alışkın değildim. Garip geliyordu.

"Nasılsın Berra? Belki haddime değil ama bu ara seni biraz farklı görüyorum. Yani farklı derken, sıkıntılı mı desem, üzgün mü... Her neyse, sen anladın beni. Her şey yolunda mı?"

Böyle bir soru beklemediğim için afallamış ve garipsemiştim. Aynı sınıfta olmasak da bu değişimi fark etmiş olması beni şaşırttı.

"Her şey yolunda," diye cevapladım. İnanmama yahut bununla yetinmeme ihtimaline karşın aceleyle devam ettim: "Bildiğimiz şeyler, sınav stresi, yoğunluk falan... Dönem sonu geliyor ya bir de, onun yorgunluğu birikti."

Yusuf, biraz buruk bir şekilde anladığını belirtircesine başını salladı. "Anladım... Eğer yardıma ihtiyacın olursa, yapabileceğim bir şey varsa biliyorsun, her zaman buradayım..."

Yüzüne kısa bir anlığına baktığımda gözlerindeki samimiyet dikkatimi çekti. Güvendiğim nadir kişilerden biri olduğu için önce bana sunduğu ilgi ve destek hâli içimi ısıttı. İyi hissettirdi. Hemen ardından ise kalbimde bir çelişki peydah oldu. Başka düşünceler bir şimşek gibi belirip kayboldu. Kafam karışmıştı. İçime küçük bir ihtimal de olsa şüphe düştü. Hemen bastırdım. Böyle şeyler düşünmek bile doğru değildi. Onun bu tavrını dostça yorumlamayı tercih ettim. Başka türlüsü mümkün değildi.

"Hüsnü zan Berra, hüsnü zan," dedim kendime.

Yavaşça bakışlarımı yere kaydırdım. Ama gözlerim yine de bir şekilde Yusuf'a kayıyordu. "Teşekkür ederim." Küçük bir tebessüm kondurdum yüzüme. Rahat olmaya çalıştım. Buna kendimi de inandırmak istiyordum galiba. Arkadaştık biz. "Bilmukabele."

Öte yandan, bir adım geri çekilmek istiyordum. Konuyu kendimden uzaklaştırmak için "Sen nasılsın, nasıl gidiyor dersler?" diye sordum. Çayımdan bir yudum aldım. Soğumaya başlamıştı. Bardağı tutan elim de yavaş yavaş üşüyordu.

"İyi gidiyor şükür. Biraz yorucu oluyor ama idare ediyoruz."

Havadan sudan ve derslerden konuşarak bahçedeki turu tamamladık. Hem üşüdüğüm için hem de daha fazla onunla durursam vicdanen rahatsız hissedeceğimden ötürü adımlarımı kapının orada durdurdum.

"Ben üşüdüm de, içeriye girip çalışmaya devam edeceğim. Çay için tekrar teşekkürler. Görüşürüz Yusuf."

"Görüşürüz Berra."

Elimdeki boş karton bardağı geri dönüşüm kutusuna atıp kütüphaneye yöneldim.

İçimde büyüyen bir boşluk vardı. Her geçen gün derinleşiyordu. Ve Yusuf'un yanından ayrıldıktan sonra attığım her adımda onun ilgili tavrı, tebessümü, yumuşak ve güven veren ses tonu, anlam barındıran bakışları tekrar tekrar gözümün önüne geliyor, zihnimde beliriyor, o boşluğu karmaşalarla dolduruyordu.

İçeri girdim. Hazal ve Ceyda aynen bıraktığım yerde test çözmeye devam ediyordu. Dünyalarımız ve kalplerimiz birbirine o kadar yakınken, bir yabancı gibi hissederek aralarına katıldım. O an, zamanın bana göre daha farklı aktığını hissettim. Her şeyin hızla geçip gittiği bir dünyada tek başıma kalmış gibi.

Sessizce selam verdim ve sandalyeme oturup kalemimi elime aldım. Zaten açık olan kitabıma yaklaşıp sorularımın arasına daldım ama dikkatimi veremedim. Kelimeler sırayla gözlerimin önünden kayıp gidiyor, anlamları kayboluyordu. Yusuf'un yüzündeki o garip bakışları taşıdım durdum zihnimde. Kendime engel olmak istesem de yapamadım. Ben kovdukça kaçtıklarım peşimden gelmeye devam etti.

 

 

Not:

Gıybet, laf taşıma ve iftira gibi günahları işleyen kimse, mutlaka kendi ve Allah arasında tövbe ve istiğfar etmesi gerekir. Ancak söylenen söz, hakkında konuştuğu kişiye ulaşmışsa ona gidip helallik istemesi gerekir. Haberin ona ulaşıp ulaşmadığından emin değilse hakkında konuştuğu kişi için dua eder onun günahları için istiğfar eder ve onun hakkında iyi şeyler söyler. Aynı şekilde ona söylendiği takdirde düşmanlık olması ihtimalinde ona dua eder, istiğfar eder ve onu över.

Ebu Hureyre Radiyallahu anhu’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle demiştir: “Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden önce O kimseyle helalleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” Buhârî/2317

 

Bölüm : 14.11.2024 20:53 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...