34. Bölüm
Şeymanur / Zecir / 34 – sıla

34 – sıla

Şeymanur
sukunettekelimeler

 

 

 

“Derdini sev, kaderini sev, sana kuyuların karanlığından sonra aydınlığı göstereni sev.”

 ✦

 

 

- Emin Yiğitsoy

 

Hayatın her bir süreci, insanın kendine dair yeni farkındalıklar kazanmasına vesile oluyor. Bunu yirmi iki yaşıma geldiğimde, şu an burada, daha iyi anlıyorum. Galiba o süreçlerden birindeyim. Alışageldiğim düzenin dışında, askerde, bir koğuş dolusu erkekle, memleketimden uzaktayım. En önemlisi, kalbimde sıcacık bir duyguyu taşıyorum ve hasrete büründüm. Yani bugün o sürecin izleriyle dolu.

Sabahın ilk ışıkları yatakhanenin dar penceresinden içeri süzülemiyor bile. Henüz hava aydınlanmamış. Uykunun kollarından ayrılıp gerçekliğe dönmek her zamanki gibi zor.

Koğuşun soğuk havası tenime işleyip ince bir titreme bıraktı. Uyku sersemi bir şekilde etrafıma bakarken, herkesin aynı yorgunluk içinde olduğunu gördüm. Bazıları giyinirken, bazıları ranzalarını toparlıyor, disiplinin gerektirdiği düzeni sağlamak için acele ediyorlardı. Zaman dar ve rutinimiz kesindi; ne bir saniye erken, ne de bir saniye geç kalabilirdik.

Her sabah aynı rutine uyanmak insanın içinde garip bir ritim yaratıyor. Sanki bir döngüde sıkışıp kalmışız da, her şeyin yeniden başa sardığını fark ediyoruz. Çok garip bir durum. Uzun süre, bu tempoya asla alışamayacağımı düşünmüştüm. Ama şimdi adımlarım bile bu düzenin bir parçası oldu. Artık otomatiğe bağlanmış gibi yatağımı düzeltiyor, elimi yüzümü yıkamak için lavaboya doğru ilerliyordum. Zihnim ve kalbim, bu çileli düzenin içinde hâlâ özgürlüğünü koruyan iki şeydi. Sık sık geçmişe giden düşüncelerim ve özlem kayan hislerimle doluydum.

Gözlerim karşıdaki ranzada boş duran bir yatağa takıldı. Orada yatan arkadaşım, Cengiz, dün akşam annesinin cenazesi için apar topar memlekete gitmişti. Burada tanıştığım ilk dostum oydu ve bu sabah yanımda değildi. Eksikliğini hissediyordum. O ise artık hep yanında olan annesinin eksikliğini bir ömür hissedecekti. Benim, annemin eksikliğini her an hissetmem gibi.

Onu anlıyordum. Ama tam da şu an onun ne hissettiğine odaklanmak istemedim çünkü düşüncelerimin beni derin bir kedere sürükleyeceğini biliyordum. Kaçtım o duygulardan. İçimden Cengiz'e dua ettim. "Allah'ım ona dayanma gücü ver."

Hayat burada da devam ediyordu. Ama her anı biraz daha ağır ve keskin bir şekilde.

Etrafımdaki diğer askerler, uykunun ağırlığını üzerlerinden atmaya çalışırken sessiz bir telaşla hareket ediyorlardı. Biraz sıra bekledikten sonra ihtiyaçlarımı görüp elimi yüzümü yıkadım. Ancak, tuvaleti temiz bulmamak canımı sıkmıştı. Dudaklarıma dek gelen argo kelimeleri bastırmaya çalıştım. Dar bir alana sıkışmış bu kadar insanla hijyenin her zaman mümkün olmadığını biliyordum. Ama bu gerçek öfkemi azaltmıyordu. Derin bir nefes alarak, "Sabret Emin," diye mırıldandım. Sabra saılmadığım müddetçe bunca farklı huy ve karakter sahibi adamla aynı yerde yaşamak çekilir şey değildi. Kirlisi var, ağzı bozuk olanı var, karakteri bozuk olanı var... Her türlü insan var anlayacağınız. Tuvaleti temiz bırakmayı bilmeyen de dahil olmak üzere.

Yatakhaneye döndükten sonra üstümü giyindim. Kahvaltımı yapmak için yemekhaneye geçtim. Önümde uzun bir sıra vardı. Sıkıntıyla bir nefes aldım. Sakin kalmaya çalıştım. O an, sabrımın ne kadar sınandığını bir kez daha fark ettim. Şimdi evde, Berra ile karşılıklı oturmuş bi halde kahvaltı yapıyor olabilirdim. Ah ah... İnsan bazı şeylerin kıymetini yitirince daha iyi anlıyor.

Biri elini omzuma koyunca irkilerek arkama döndüm. Bizim Kırmızı'ydı bu. Güneydoğu bölgemizin saf ve çatlak genci. Gözlerinde her zamanki gibi o kendine has parlaklık vardı. Asıl adı Hâlim'di. Yirmi dört yaşında olmasına rağmen büyümemişti. Bir çocuğun masumiyetini ve enerjisini taşıyordu.

İlk aylarda komutan bizi sıraya sokup "Kan grubunu bilmeyen var mı? Herkes biliyor mu?" dediğinde kimseden itiraz sesi yükselmemişti. Ardından komutanımız rastgele isimlerimizi seslenip kan gruplarımızı sormuştu.

- Ahmet?
- 0 + komutanım!
- Yağız?
- B - komutanım!
- Hâlim?
- Kırmızı, komutanım!
Hâlim'in yanıtı koğuşu kahkahaya boğmuştu. Komutan bile gülümsemesini bastıramamıştı. O günden sonra, Hâlim bizim için Kırmızı olmuştu ve bu lakap onun üstüne yapışıp kalmıştı.

"Günaydın! Askere gelince önümde iki yüz kişilik, hatta bazen daha fazla sayıda insanın bulunduğu sıralar gördükçe sabırlı olmayı öğrendim vallaha. Bizim orda en fazla otuz kişi beklersin. O da bazen, yani ağabeylerim bize gelince. O zaman bile öne geçerdim ben. Çarşı pazarda önümde üç beş kişi olsa sinirlenirdim. Beklemeyi öğrendim burada. Askerliğin faydası."

Hâlim'in yüksek sesle, hızlı ve heyecanla konuşan, enerjik, hareketli bir yapısı vardı. Cümleleri ardı ardına sıralamıştı. Bir şeyleri ciddiye alarak kendine dert edinmek yerine esprilerle, şakalarla, vurdumduymazlıkla görmezden gelmeye ve etkisinden kurtulmaya çalışıyordu. Bunu iyi mi yoksa kötü bir özellik mi saymalıydım bilmiyorum. Ama bu sistemin içinde hayatta kalmak için gerekli bir beceri olduğuna şüphe yok. İnsan kendini bu şekilde avutmasa delirir.

"Fayda görebilmen büyük nimet abi!" dedim bunalmışlıkla. Evet, ben Emin Yiğitsoy. Bu ortamda sömürülmüş ve enerjimi yitirmiş hissediyorum. Kendimi sabırlı sanarken, sadece son yıllarda sabrımı sınayacak çok şeyle karşılaşmadığımı anlıyorum. Ama şimdi ne kadar zorlandığımı itiraf etmekten kaçamam. Belki de bu çok doğal ve herkes böyle hissediyor, bilmiyorum.

Hâlim gülümseyerek omzuma vurdu. "Yahu Emin, çok düşünüyorsun. Azıcık rahatla be oğlum. Bak, sıranın sonundakine de aynı yemek var, ortasındakine de. Fark etmiyor!"

Kırmızı sayesinde sırayı beklemek kolaylaşmıştı. "Bizim oralarda..." diye başlayıp bana sabah sabah nereden geldiğini anlayamadığım o maşallahlık enerjisiyle bir şeyler anlatmaya başladı. Kimine şaşırdım, kimine güldüm. Kültür farklarını görmek güzeldi. Bana dünyanın bizim etrafımızda şahit olduklarımızdan çok daha fazlası olduğunu hatırlatıyordu.

Sonunda kahvaltımızı alıp boş bulduğumuz bir yere oturduk. Kahvaltı kısa sürüyordu. Ortama düşük perdeden sesler hakimdi ve birleşince uğultu oluşturuyordu. İnsanların kimi kendi içine çekilmiş, kimi gürültülü, kimi ağzı bozuk, kimi ise henüz uykunun ağırlığındaydı. Kah susarak kah sohbet ederek kahvaltımızı ediyorduk.

Tepsideki haşlanmış yumurta, zeytin, peynir gibi bir kaç yiyeceğe şöyle bir baktım. "Peynirimi alabilirsin," deyip yanımda oturan Hâlim'e uzattım. Peynir yemezdim. Yiyemezdim daha doğrusu. Kırmızı "Peynir yenmez mi yaa! Bi garipsin!" derken bana komik bir bakış attığında geçmişe doğru savruldum. Aynı tepkiyi Berra'nın da verdiğini anımsadım birden. Sık sık aklıma geliyordu. Yine şu kalabalık yemekhanede, onun varlığına duyduğum özlem her şeyden daha ağır basmaya başladı.

Berra'yı düşünürken, otomatik hareketlerle kahvaltımı ettim. Aklımda onun yüzü, onun sesi dolaşıyordu. Tepsimdeki her bir yiyecek hasret sebebiyle tatsızlaşıyordu.

Kendimi toplayıp masadan kalktığımda artık yeni bir rutin için hazırdım. Fakat bu sabah bir farklılık oldu. Taburumuzdan sorumlu komutan, yine ters bir günündeydi anlaşılan. "Yataklar düzgün değil! Tekrar düzeltilecek!" diye bağırdı. Onca işin arasında bizi yeniden yatakhaneye gönderiyordu. Çekeceğimiz vardı. İçimden derin bir of çekerek diğer askerlerle birlikte yatakhaneye yürüdüm.

İçeri girdiğimizde kimi komutana küfrediyor, kimi söyleniyor, kimi oflanıyordu. Bir kaç kişi zaten düzenli olan yataklarına öylece bakıp bekliyordu. Kırmızı, odanın ortasında durdu. "Tertiplerim, durun!" diye kollarını havaya kaldırdığında herkesin dikkatini üstünde toplamayı başarmıştı. "Ben etrafta dağınık bi yatak göremiyorum. Kimse bi değişiklik yapmasın bakalım ne olacak!?"

Hâlim'in önerisi önce bir gülüşme dalgası yarattı. Ardından herkes sessizce beklemeye başladı. Gerçekten de kimse yataklarına dokunmadı. Sadece boş boş dikildik. Bazıları Hâlim'e takılarak gülüştü. "Ulan Kırmızı! Uyduk sana ama inşallah senin yüzünden ceza almayız lan!"

Bazıları ise umursamaz bir şekilde olanları izledi. Birkaç dakika geçti ve komutan içeri girdi. Etrafı şöyle bir süzdü. Kaşlarını çatar gibi yaptı. Ardından beklenmedik bir şekilde "Tamam, olmuş," dedi ve çekip gitti. Traji-komik bir durumdu. Burada neler çektiğimizi görüyorsunuz değil mi? Şaka gibi.

Hâlim kahkahayla, "Sanat eserimizi fark etti! Kadınlara taş çıkarırız bundan böyle, taş!" diyerek herkesin neşesini yerine getirdi.

Tam da bu sırada, komutan geri döndü. "Aranızda ressam var mı?" diye alakasız bir soru sordu. Kimseden ses çıkmadı. Yeniden sorduğunda Kırmızı bir adım öne çıktı. "Komutanım, ressam değilim, ama resmim iyidir!" Böylece az sonra Kırmızı'yı alıp götürdüler. "Kim bilir ne için," sorusu yankılandı zihnimde.

Dışarıya çıkıp sıraya girdik. Hava oldukça soğuktu. Günlük eğitimlerimizi yaparken astsubay geldi. "Bir yerde su hattı kaçağı var. Kazma kürekleri alın. Belirlenen nokta kazılacak."

Bugünkü işimiz belli olmuştu. Kazmaları kürekleri alıp askeriyenin bize gösterilen köşesine gittiğimizde hepimiz başımızda dikilen astsubayın gözetmenliğinde canla başla toprağı kazmaya koyulduk. Henüz beş dakika olmamıştı ki yağmur yağmaya başladı.

Yağmura hızlanmıştı. Ne kadar kazsak da su kaçağının kaynağına dair ufak bir ize dahi rastlamamıştık. Sonunda dayanamayan bir abi elindeki küreğe yaslanıp tükenmiş bir şekilde söze girdi. "Komutanım bence burası değil."

Astsubay onu pek kaale almadı. Neyse ki "Fikrini soran olmadı," safsatasıyla azarlayıp ceza vermek gibi bir eylemde de bulunmadı. Öyle takıntılı, egosu yüksek tipler de vardı çünkü. Napacakları belli olmuyordu.

Öğlen içtiması gibi akşam içtimasına da kazma kürekle çıkıp bütün günü kazarak geçirmiştik. Kazdığımız yerlerden kaçak falan çıkmamıştı.

Akşam içtiması bittiğinde yoklama alındı. Köşelerimize çekildik. Bütün gün kazma kürek sallamaktan ağrıyan kollarımı dinlendirdim. Namaz kıldım ve zikir çektim. Bu sırada yemekhanedeki sıranın biraz olsun azalmasını beklemiş oldum. Sonunda açlıktan karnım guruldamaya başlayınca yemekhaneye geçtim. Şansıma bu kez sabahki kadar sıra yoktu. Yemeğimi aldıktan sonra onca kişinin arasında Hâlim'i görebilmiştim üstelik. Yanına gidip selam verdim ve karşısına oturdum. Masada birkaç kişi daha vardı. Biz yine de rahatça sohbet etmeye başladık.

"Ne yaptın bugün, Kırmızı? Niye ressam sormuşlar? Cidden merak ediyorum."

Hâlim, önce bir yudum çay içti, sonra gülerek başını iki yana salladı. "Duvar boyadım abi," dedi, sanki askerken yahut ressamken yapılacak en doğal şeymiş gibi.

"Duydum ki siz bütün gün arıza bulmak için yağmurun altında kazma kürek sallamışsınız. Sizin gibi toprak kazmaktan yırttım! Çok şükür, başıma bela olmadı. Kendimi Picasso gibi hissederek boyamı yaptım asilce. Yumuşak fırça darbeleriyle, usul usul. Oh mis."

Hâlim'in neşeli tavrı, tüm yorgunluğumu biraz da olsa aldı. Güldüm. "Oo Picasso falan! Tam bi sanatkarsın!"

Tabi onun esprili yanıtları da gecikmedi.

"Bakın, koğuşta isyan, savaş falan çıkarsa siz yine kazma kürekle savaşırsınız, aşinasınız. Ben boyacıyım, işim gücüm sanat! Kavga gürültüye gelemem. Hamurumda yok. Ona göre."

İnsan bazen sıkıntılı zamanlarda bir rahatlama bulmak için gerekirse eğlenceli yollar arıyordu. Hâlim de yaşanan gün ne kadar zorlayıcı olursa olsun herkesin biraz eğlenmesi gerektiğini hatırlatıyordu sanki, varlığıyla.

 

 

Gün yeni başlamıştı. Eğitim alanında sabah rutinimiz için sıra olmuş bekliyorduk. Hava serindi. Yerler hâlâ bir önceki gecenin nemini taşıyordu. Yanımda duran Cengiz bir şeyler söylüyordu. Yüzündeki gülümseme, sanki birkaç hafta önce ağır bir kayıp yaşamamış gibi parlaktı. Cengiz işte!Her koşulda hayata devam etmek için yollar bulmaya çalışan bir adamdı.

"Demek yağmurun altında kazdınız onca yeri ha? Sonra da kaçak başka yerden çıktı!"

"Aynen öyle! Sonra emeklerimiz 'boşa gitmesin' diye kazdığımız yerlere fidan gönderdiler, oraya ağaç diktik."

Cengiz sesli bir şekilde güldü ve durumu alaya alıp biraz eğlendi. Az sonra uzaktan gelen çavuşu görünce sesini alçaltıp kulağıma doğru eğildi.

"Emin, şu şınavdan, mekikten, parkurdan bıktım. Gel bugün farklı bir şey deneyelim."

Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırıp yüzüne baktım. "Nasıl yani?"

Aklından bir hinlik geçtiğini sezmiştim ve nasıl olup da farklı bir şey yapacağımızı merak ediyordum. Üstelik Cengiz'in bu ses tonuyla başlayan her cümlesinin arkasından delice bir plan geliyordu. Öğrenmiştim artık.

"Bilerek bir hata yapalım, ufak bir şey... En azından izmarit toplamaya, tamir cezasına falan verirler. Bizim memlekette yaptığımız işler bunlar, kolay iş! Başımızda komutan olmadan rahatça çalışırız. Hem bu yorucu antrenmanlardan kurtuluruz."

Sözlerindeki rahatlık beni önce güldürdü, sonra düşünmeye sevk etti. Haklıydı aslında. Sabahın köründe, aynı monoton tempoda nefes nefese şınav çekmektense kafamızı dinleyebileceğimiz bir ceza daha iyi olabilirdi. "Bak sen şu kurnazlığa!" dedim 'sen var ya sen' temalı bir gülümsemeyle. "Ama haklısın. Ben varım."

Cengiz, omzuma hafifçe vurup gülüşünü bastırmaya çalıştı. "O zaman hadi, gazamız mübarek olsun."

Çavuş yanımıza geldiğinde ip gibi sıraya dizilip hazırola geçtik ve bizi selamladı. Komutan da gelince rutinlerin ardından eğitim başladı. Parkurun uygun bir noktasına geldiğimizde harekete geçtik. Cengiz, plan gereği yanlış tarafa koştu, ben de arkasından gittim. Komutan düdüğü çaldı. "O tarafa koşmanızı kim söyledi size? Hemen sıraya geçin!" Bir yanım bu çıkış karşısında tedirgin olsa da, içten içe kahkahalara boğulmamak için kendimi zor tutuyordum.

Komutan, gözlerini kısarak bizi süzdü. "Hâlâ böyle hatalar yapabildiğinize göre bu işi yeterince ciddiye almıyorsunuz! Bu disiplinsizlik kabul edilemez. İyi bir ceza belki size o ciddiyeti hatırlatır! Biraz izmarit ve çöp toplayın! Bir yandan da düşünürsünüz!"

Sanki büyük bir suç işlemişiz gibi suratımızı astık. Bak bak, bizim rollere bak! Oyuncu mu olsaydım acaba? Harcanıyorum buralarda.

Komutan sert bir şekilde konuşsa da sesinde ince bir alay vardı. "Ve o iş biter bitmez şu an kullanımda olmayan binadaki tamir işlerine yardım edeceksiniz!"

Cengiz ile "Emredersiniz, komutanım!" dedik aynı anda. İçten içe her şey planladığımız gibi gittiği için memnunduk.

Komutan, çavuşa dönerek talimat verdi: "Bu ikisini ceza yerlerine götür. Arada bir kontrol et. Yaptıkları işi düzgün yapsınlar."

"Emredersiniz komutanım!"

Çavuş'un peşine takılıp oradan uzaklaşırken Cengizle birbirimize baktık. Bana başarımız için göz kırptığında güldüm. Kulağıma doğru eğildi ve alçak sesle fısıldadı: "Plan kusursuz işledi, devrem."

Çavuş bizi genelde sigara içilen ve iyi havalarda vakit geçirilen alanlardan birine getirdi. Vazifemizi tekrarladı. Başka bir er aracılığıyla çöp poşetleri ve eldivenler göndererek kontrol etmeye geleceğini bildirdi ve uzaklaştı.

İzmaritleri toplamak düşündüğümden daha kolaydı. Başımızda sürekli dikilen bir komutan olmadığı için biraz olsun özgürdük. Her hareketimize dikkat etmek zorunda olmamanın rahatlığıyla sohbet etmeye başlamıştık.

"Emin," dedi bir avuç izmariti poşete atarak. "Bu bizim sabah mekiklerinden, şınavlarından çok daha iyi değil mi? Hem başımızda dikilen biri yok, hem özgürce konuşuyoruz, tertemiz hava var. Hem de canımız çıkana dek koşuşturmuyoruz."

"Ama çok alışma. Her seferinde böyle yapamayız."

Bendeniz mantık ve akıl insanıyım, bilirsiniz. Gerçekleri hatırlamak gerek.

Öğlen molasına dek çöp ve izmarit topladık. Yemekten sonra ise çavuşun onayıyla tamir işleri için bahsedilen binaya geçtik. Cengiz, her işte olduğu gibi burada da coşkusunu ortaya koymuştu. İki çivi çaktığımızda sanki bir saray inşa etmişiz gibi övünüyordu. Enerjisi işimizi çekilir hâle getiriyordu.

"Bak devrem," dedi çekiçle tahtaya vururken. "Bu işlerde benden iyisini bulamazsın. Yakında lakabım 'Cengiz Usta' olursa şaşırma!"

Tozun, kirin ve soğuk havanın zorluğuna rağmen çalışmaya devam ettik. Günün sonunda komutan yanımıza gelip yapılan işleri kontrol etti. Başını sallayıp "Tekrar benzer hatalar yaparsanız sonunuz yine aynı olur; böyle işler yaparsınız," diyerek uzaklaştı. Bilmiyordu ki biz bundan memnunduk.

Cengiz'le birbirimize bakıp gülümsedik. Planımız her açıdan başarılı olmuştu. Kendimizi tebrik ediyorum.

Akşam yemeği vakti geldiğinde boş bir masaya oturduk ve tepsilerimizi önümüze koyduk. Az sonra Hâlim, nam-ı diğer Kırmızı da yanımıza geldi.

Sessizce yemek yerken Cengiz, çatalını tepsiye bıraktı. Derin bir nefes aldı. "Biliyor musun, şu izmaritleri toplarken annemi düşündüm. Çocukken bizim köyde odun toplamaya giderdik. Annem hep sırtına en ağırını yüklenir, bana da hafiflerini verirdi. Küçükken anlamazdım tabii... İnsanın sevdikleri için katlanamayacağı şey yok."

Birden sustu. Gözlerinde o an farklı bir derinlik belirdi. Sanki başka bir yerdeydi. Geçmişin hatıraları arasında dolanır gibi... Ardından başını kaldırıp kısa süreliğine yüzüme baktı. "Hani, insan sevdiklerini korumak için her şeyi yapar ya? Annemi kaybettiğimde, zamanında onun taşıdığı yükleri ben sırtlanmayı istedim. Ama işte, bazı şeyler bizim elimizde olmuyor."

Onun bu hâli beni de düşündürmüştü. Çatalımı tabağıma bıraktım ve ona baktım. "Haklısın. Ama sen onun taşıdığı yükleri fark etmişsin. Onun için kıymetli bir evlatsın."

Cengiz gülümsedi. O gülümsemede büyük bir özlemin izleri vardı. "İnşallah. Ne olursa olsun ana babanın hakları ödenemiyor tabi. Neyse, içinizi şişirmeyeyim."

"Estağfirullah Cengiz abi," dedi Kırmızı. Yüzündeki o çocukça enerji gitmiş, yerine onda nadiren gördüğüm bir olgunluk yerleşmişti.

Bir an Berra geldi aklıma. Yüzü, sesi, gülüşü... Ben de onun sırtındaki yükleri almak istiyordum. Onun yükünü paylaşmak yahut sırtlanmak; bu yolda daha güçlü, daha dayanıklı olmak... Çünkü Berra için bu hayatı yaşanır kılmak istiyordum.

Kırmızı ne ara konunun derinliğine kapıldı bilmiyorum. İlk kez ciddi gördüm onu. Kalbinden konuşuyordu. "Allah bazen sana bir şey verir, ama aynı zamanda seni test eder. Bazıları hem sınavımızdır hem de ödülümüz."

Cengiz, eliyle çatalını çevirirken derin bir nefes aldı. "Hayat dediğin böyle galiba. İnsan sevdikleri yahut istedikleri için yola çıkıyor, ama o yolda en çok kendini buluyor. Bazen imtihanlarla karşılaşıyor, bazen nimetlerle."

Masaya bir sessizlik çöktü. Yemekhanedeki diğer askerlerin uğultusu uzaktan gelen bir fısıltı gibi kulaklarımıza çarpıyordu.

Karnımız doyduktan sonra üçümüz birlikte yatakhanelere doğru yürümeye başladık. Cengiz "Emin," dedi ciddi bir tonla, omzuma yaslanarak. Gözlerindeki muziplik kötü bir şey olmadığını haber veriyordu. "Yarın yine ceza almamız gerekiyor. Hem derin konular konuşup çalışabilmek, hem de şu parkurdan kurtulmak için."

Kahkahamı tutamadım. "Planını bir gün ertele, Cengiz. Yoksa komutan olayı anlayacak ve bizi bir daha cezaya bile göndermeyecek."

İç çekti. "Haklısın. Neyse... Hayat zor devrem! Ama sizlerle kolaylaşıyor."

Yatakhaneye vardığımızda herkes sessizce yatağına çekildi. Biraz olsun dinlenmeye çalıştık. Kimi yorgun gözlerini kapatmış, kimi boşluğa dalmıştı. Ben ise henüz uzanmak istemiyordum. Bir şeyler içimde kıpırdanıyordu; bir özlem, bir huzursuzluk... Saate baktım. Henüz geç değildi. Dolabıma yönelip tuşlu, eski model, yalnızca aramaya ve mesaj atmaya yarayan emektar cep telefonumu çıkardım. Avuçlarımda o eski telefonun ağırlığını hissederken, sanki yalnızca teknolojiyi değil, ondan daha fazlasını tutuyordum. Uzaklardaki sevdiğimle aramda bir köprüyü.

Dışarı çıktım. Yemekhanenin uzağında kalan sakin bir köşeye yürüdüm. Hava serin ve rüzgarsızdı. Gökyüzünde birkaç yıldız parlıyor, geceye sükunet katıyordu. Derin bir nefes alıp rehberi açtım.

En üstte Berra'nın ismini görünce kalbim hızla çarpmaya başladı. İçimde bir bozkır vardı ve sanki yılkı atları uçsuz bucaksız tarlalarda koşturuyordu. İnsan alışan bir varlıktır ya hani? İçinde bulunduğu durumlara bir şekilde adapte olur, kabullenir. Zorluklara, yoksunluklara, hatta hayal kırıklıklarına tahammül eder. Fakat bir şey fark ettim: Bir ölümün açtığı boşluğa, bir de özlemin hissettirdiği yokluğa alışamıyoruz galiba.

Gözlerim bir an boşluğa daldı. Yüzünü, sesini, gülümsemesini hayal ettim. Sesini duymak için duyduğum heyecan, kalbimde tatlı bir baskıya dönüşüyordu. Sevdiğim bir avuç insandan uzakta yalnız olmak iyice canımı yaktı. Bu duygulara kapılıp gitmemek için düşünmeyi bıraktım ve Berra'yı aradım. Sesini duymayı heyecanla bekledim. Telefon birkaç saniye çaldıktan sonra onun tanıdık sesini duydum.

"Emin!" İsmimi söyleşisindeki o sıcaklık ve neşeli ton yüzümde bir gülümseme belirmesine sebep oldu. "Selamünaleyküm. Nasılsın?"

"Aleykümselam. İyi diyelim." Biraz daha rahatladım. "Sesinizi duyduk daha iyi olduk hanım efendi."

Gülümsediğini hissettim. "Teşekkürler! Daha iyi geliyor sesin. Bugün çok yorulmadın herhalde?"

"Yani, diğer günlere nazaran daha az yoruldum." Cengiz'le olan kaçamağımızı hatırlayınca, munzur bir gülümsemeyle ekledim: "Cengiz'le küçük bir kaçamak yaptık."

"Ne kaçamağı? Firar falan etmedin değil mi Emin?" Sesi bir anda panikle yükseldi. "Zaten zaman geçmiyor, sonra askerliğin uzamasın bak! Sakın ceza falan alayım deme."

"Tam da ceza almıştım aslında bugün."

"Ne?! Şaka dimi? Hayır ya! Ben evimi özledim Emin! Bak bu işi uzatırsan döndüğünde benden çekeceğin var."

Kendimi tutamayıp güldüm bu tepkisine. "Korkma korkma," dedim onu yatıştırmaya çalışarak. Ardından cezadan kastımı ve bugün yaptıklarımızı kısa ama eğlenceli bir şekilde anlattım. Anlatırken biraz tuzlayıp biberledim, süsledim ki neşesi yerine gelsin. Tabi benim neşem de.

"Ne desem bilemedim. İyiymiş!" derken gülüşüyle gönlümü şenlendirdi, haberi yok. "Ay rahatladım valla."

"Evini bu kadar mı özledin?"

İçimden geçen soruların yalnızca birini dile getirebilmiştim. Beni de özledin mi demek isterdim mesela.

"Tabi. Çok garip ama galiba çok alışmışım oraya ve o hayatıma."

Gülümseyerek başımı salladım. Berra'nın sesindeki samimiyet kalbimi ısıtıyordu. Ama içimde bir türlü sormaya cesaret edemediğim başka bir soru vardı. Dolaylı yoldan da olsa ilettim ona.

"İnşallah beni de özlemişsindir, alınacağım yoksa."

Yarı şaka yarı ciddi şekilde konuşmuştum. Kalbim kuş gibi çırpındı. Sahi, Berra'nın da beni, onu özlediğim gibi özlediği bir dünya nasıl da güzel olurdu! O günleri de göster Allah'ım lütfen...

"Özledim tabii ki!" Sesindeki sıcaklık beni rahatlatmıştı. Ardından, o alaycı ama tatlı hâliyle ekledi: "Sen olmasan kimle uğraşacağım o evde? Ne yapayım tek başıma? Canım sıkılır."

"Çıkarcı seni," diye takıldım kendimi tutamayıp. Güldü. Gülüşü gönlümde kuşlar cıvıldamış gibi bir etkiye sahipti.

Kısa bir sessizlik oldu. Sözü devraldım. "Sen anlat bakayım, nasılsın? Nasıl gidiyor?"

"İyiyim," dedi tek celsede. Dudaklarından kelimeler, söylediğine pek inanmadığım bir tarzda çıktı. "Bildiğin gibi, okul, sınav hazırlıkları, dersler, ev... Aynı. Başka bir şey yok."

Bana pek de öyle gelmiyordu açıkçası. Onu tanıyan biri olarak, bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyordum. Yoksa benim bildiğim Berra, Cengizle bugünkü maceralarımızı anlattığımda yorumlar yapar, bana takılır, bu konunun biraz daha üstünde dururdu.

Yine de üstelemek istemedim. Her ne sorunu varsa zamanı geldiğinde benimle paylaşacağını düşünüyordum.

"İyi bakalım, Allah zihin açıklığı versin."

"Amin, sağ ol."

Tam o sırada, arkadan Devran'ın sesi duyuldu. Ne söylediğini tam anlamasam da sesinden tanımıştım.

"Emin, kapatmam lazım şimdi. Kendine iyi bak. Allah'a emanet ol."

Kapatmayı hiç istemesem de kabullenişle başımı oynattım, görebilirmiş gibi. "Tamamdır. Herkese selamlarımı ilet. Allah'a emanet."

"Aleykümselam. Hayırlı geceler."

"Hayırlı geceler."

Telefon kapandı. Hasret yeniden yüreğimi ateşe verdi. Berra'nın özlemekle ilgili söyledikleri zihnimden geçerken o sözlere yürekten bir anlam yükleyip yüklemediğini bilemesem de, yüzümde bir gülüş yer etti. Gözlerimi gökyüzüne çevirip derin bir nefes aldım.

Nerede olursak olalım, bir şekilde, bir şeylerle savaşmaya devam ediyorduk. Ve arada sırada sevdiklerimizin sesini duymak, onların varlıklarına tutunmak insanı gerçekten iyileştiriyordu. Kendi hayatımda buraya kadar gelmemi sağlayan, o seslerin bana verdiği güçtü.

Tam içeri dönmek üzereyken, aniden Kırmızı karşımda belirdi. O enerjik tavrı ve her zamanki gülümsemesiyle bir şeyler söylemek üzere olduğunu hemen anladım.

"Yüz ifadenden anlıyorum ki eşinle konuşmuşsun! Bildim mi?"

Sesiyle irkilsem de, söylediklerini idrak edince gülümsedim. Kaşlarımı kaldırıp ona takılarak yanıt verdim. "Tahmin etmesi çok zor olmasa gerek?"

Elini omzuma koydu ve dudaklarında çarpık bi gülüş belirdi. "Ne güzel ya, seviyorsunuz. Harika bir şey bu. Bizim gibi kaybolmuş adamlara biraz cesaret veriyor."

Sesinde hem samimiyet hem de biraz burukluk vardı.

Bir an sustum, söyledikleri zihnimde yankılandı. "Sen mi kaybolmuş adamsın Hâlim?" diye sordum, hem merakla hem de onu daha fazla konuşturmak için.

Kırmızı, bir an duraksadı. Sanki sözlerinin ne kadar doğru olduğunu kendi içinde tartıyordu. Yüzünde bir gölge belirdi ama o gölgeyi hemen dağıtmak ister gibi gülümseyerek yanıt verdi."Değil miyim?"

"Bana öyle gözükmüyorsun. Ama öyleyse bile, her kayboluş, bir gün kendini bulmanın yolunu açar."

"Doğru söylüyorsun," dedi başını sallayarak. Hayatına, düşüncelerine dair bir pencere aralanmıştı sanki. Ama o pencereyi fazla açık bırakmak istemez gibiydi. Hemen gülümsedi. Omzuma vurdu. "Hadi bakalım devrem! Namaz kılalım. Sonra da artık biraz rüyalar aleminde kaybolalım. Dinlenmeye ihtiyacımız var."

"Kesinlikle!"

Birlikte içeriye yürüdük. Koridorda adımlarımız yankılandı. Her zorluğun içinde bir nebze de olsa ışık bulmak mümkündü. Ve o ışığı bulduğumuz insanlar, yolu daha anlamlı kılıyordu.

 

Cengiz, Hâlim ve bir kaç arkadaşla cemaat yapıp namaz kıldıktan sonra arkadaşlar dağılmıştı. Üçümüz kaldık. Duamı uzun tutasım geldi. İçimde, Allah'a uzun uzun yakarışta bulunmak için tarifsiz bir istek vardı. Ben de hazır bu istek kalbimi kuşatmışken oturup dua ettim.

Bu sırada Hâlim cebinden küçük bir Kur'an çıkardı. Yavaşça bir köşeye geçip sırtını duvara yasladı ve oturdu. "Bismillahirrahmanirrahim..." diye başladı. O ilk kelimeyi duyduğum anda içimi bir sükunet kapladı. Sesi yanık, derin ve etkileyiciydi. Ruhumu okşuyor, huzur veriyordu. Dualarımı bitirip yanına oturdum. Bağdaş kurdum. Gözlerimi kapatarak okunan ayetlerin her birini hissetmeye çalıştım. Hâlim'in okuyuşunda bir şey vardı; her ayet kalbimde bir iz bırakıyordu. İçimden maşallah dedim bir kaç kez.

Az sonra, Cengiz de yatsının ardından kıldığı kaza namazını tamamlayıp yanımıza geldi. Oturup Kur'an'ı dinlemeye başladı. Üçümüz arasında yayılan o ulvi bağı seziyordum. Huzurluydu. İnsan Allah'a ne kadar yakın olursa her şey o kadar kolaylaşıyordu. Asıl mutmainlik güçlü bir iman ve manevi bir huzurla mümkündü.

Okuduğu sure bittiğinde Hâlim başını kaldırdı ve ellerini semaya açarak dua etmeye başladı. Cengiz ve ben de "Amin," diyorduk. Kuran okuyuşu gibi dua edişi de derindi. Samimiyetini kalbimle hissedebiliyordum. Kimi dualar öylesine etkileyici ve farklıydı ki! Daha önce hiç aklıma gelmeyen dualar vardı, Kırmızı'nın diliden dökülen. "Bunları ben de sık sık söylemeliyim," diye geçirdim içimden.

Az sonra semaya açılan ellerimizi yüzümüze götürüp son bir kez amin dedik. Hâlim'in sesini ve Kuran okuyuşunu övme faslına giriş yaptık. Hâlim, bu iltifatları duyunca utanıp başını eğdi. Ama yüzündeki tebessümü saklayamadı. "Hadi ya, abartmayın. O kadar da değil."

Sonra konuyu değiştirdi. Onun o renkli, çılgın, saf ve çatlak karakterinin ardında böyle ışıltılı ve derin yanlarına rastlamak oldukça şaşırtıcı ve güzeldi. İnsanla katman katmandı. Zamanla yeni taraflarına şahit oluyorduk. Bu hoşuma gidiyordu.

Kırmızı "Bir şey soracağım size," dedi biraz çekinerek, biraz da hevesle. "Gerçek teslimiyetin nasıl olduğunu düşündünüz mü hiç? Bu ara teslimiyeti düşünüyorum da, kafamı kurcalayan sorularım var kendime dair."

Bir an duraksadım. Aramızdaki en bilge kişilik olarak Cengiz'e bıraktım sözü.

"Gerçek teslimiyet, bana göre, her şeyi Allah'a bırakabilmektir. Her ne olursa olsun, 'Her şeyde bir hayır olduğunu kabul ediyorum, biliyorum' diyebilmek. Sabır da zaten teslimiyetin bir yansıması. Yani Allah'ın planına güvenebilmek lazım."

Kırmızı, düşünceli bir şekilde alnını kaşıdı. "Zor oluyor bazen. Hani bazı şeyler bizi boğar ya...O boğulma hissinin içinde dahi teslimiyet sahibi olabilmek mümkün mü? Nasıl mümkün..."

"Evet zor. Ama zamanla öğreniyor ve anlıyorsun. Allah'ın sana takdir ettiği şeyi kabul etmek ve zor geldiğinde dahi sana hayır getireceğine inanmak gerekiyor. Teslimiyetsizlik, boğulma hissinin kendisi değil zaten. Elbette zorlandığımızı hissedeceğiz. Bu insan olmanın bir parçası. Mesele zorluğu da kabul etmek. 'Bu boğulma hissi de şu an yaşadığım bir süreç, geçecek, bundan da bir hayır ve ders vardır benim için,' diyebilmeliyiz. İşte o zaman teslimiyet, insanın içinde bir huzura dönüşür. İnsanın içinde bir ışık yanar..."

Cengiz bir an durdu. İçten bir gülümsemeyle ekledi: "Mesela ben, her kaybımda, her zor zamanımda O'na daha çok yakınlaştım. Allah'a güvenmek, her konuda insana güç veriyor."

"Yani demek istiyorsun ki, her şeyin bir anlamı var?" Sorum, Kırmızı'ya da kendime de bir hatırlatma ve özet niteliğindeydi. "Ne olursa olsun, Allah'a güvenmeliyiz."

Cengiz başını salladı. "Aynen. Her zaman Allah'a güven. Her kayıp, her zorluk bir yönüyle seni daha da yakınlaştırıyor O'na. İşte gerçek teslimiyet bu. Çünkü senin gücün sınırlı, ama O'nun kudreti sonsuz."

Bir süre sessiz kaldık. Cengiz'in söyledikleri aşina olduğum şeylerdi. Oysa insanın bazı şeyleri tekrar tekrar duymaya ihtiyacı vardı. Gerçekten de, insan her şeyin kontrolünü elinde tutmaya çalışmakla, Allah'a olan güvenini zayıflatıyordu. Asıl kontrol sahibi olan O idi.

Kırmızı'nın kafasını kurcalayan meseleleri biraz daha masaya yatırdıktan sonra dinlenmek için kalktık. Yatakhaneye doğru ilerledik. Bu sırada iyice mayışmıştık ve uykumuz gelmişti. Yataklarımıza girdiğimizde başımı huzurla yastığa koydum. Buradaki sıkıntılara rağmen Hâlim ve Cengiz gibi insanlar tanıyıp onlarla anlamlı hatıralar biriktirmek bir nimetti. Kalbimde bir şükür hissi belirdi. Bu hayatta insana yalnız olmadığını hissettiren dayanaklar da verilmişti.

Ardından zihnim her zamanki gibi Berra'yı misafir etti. Her konuştuğumuzda ona 'Seni seviyorum' ve benzeri manalara çıkan şeyler dememek için dilimin ucuna dek gelen cümleleri yutuyordum. Böyle mühim bir meseleyi telefonda konuşmak veya aşikar etmek gibi bir niyetim yoktu. Önemliydi ve önemli bir anı paylaşırken, yüz yüze olsun istiyordum. Dönmeyi bekleyecektim. Her şeyin kendi vakti vardı.

Yavaşça gözlerimi kapadım. Aklımdaki düşünceler silinmeye başladı. Yine de onun sıcaklığını, gülüşünü, hasretini hâlâ içimde taşıdığımı fark ettim. Ve uykuya daldım.

Bölüm : 12.12.2024 16:36 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...