

“Gözümün önünde ve fakat artık uzak. Özlemek biraz da böyle bir şey. Ama öğrendim ki, ölüm gelip almadıysa insanı, uzaklar yakınlaşabiliyor. ”*
✦
''Siz dersi severseniz o da sizi sever çocuklar. Dersi sevin!''
Hocanın bizi motive etmek için sarf ettiği çok değerli sözünün hemen ardından zilin tiz sesi duyuldu. Kapanışı böyle yapmış olduk. Sözün gücüyle mi, yoksa zilin mi bilmiyorum, ama sınıf bir anda hareketlendi. Çoğu kişi teneffüsün cazibesine kapılıp bahçeye çıktı.
Ben de sıramın altına eğilip test kitabımı aldım ve ayağa kalktım. Bu teneffüs için Ceyda'yla bir planımız vardı; Hazal'ın yanına gidecek ve başımızı ağrıtan birkaç matematik sorusuna cevap arayacaktık. Malum, Hazal başka bir sınıfta. Sayısalda. Ama cam kenarındaki sırası bizim için çoktan ezberlenmiş bir uğrak noktası.
Uğultulu koridoru geçip Hazal'ın sınıfına girdiğimizde güneşin camlardan süzülen ılık ışıkları yüzümüze vurdu. Bahar gelmişti. Güzel havalara özlem duyan herkes soluğu dışarıda alıyordu. Biz ise havanın cazibesine direnip Hazal'ın yanına gittik. Böyle de çalışkanız.
"Matematik dehası arkadaşım benim, şu sorularımıza bir bakıver!" dedim gülümseyerek. Hazal, selam faslını hızlı geçip hemen işe koyuldu. Soruların bir kısmını ustalıkla çözdü. Sabırla açıkladı. Ama Ceyda'nın kitabındaki bir problemde takıldı kaldı.
"Onu bırak, benimkine de bak. Sonra yine dönersin," desem de işi inada bindirdi canım dostum. "Hayır, yapacağım bunu!" diye karşılık verdi. Soruya meydan okuyordu kendisi.
Üniversite sınavına hazırlık dönemindeydik. Bu yüzden derslerimize önem veriyorduk. Bazı arkadaşlarım çok hırslı, çalışkan, bazıları ise çok kaygılıydı. 'İstediğim okulu ve bölümü tutturabilecek miyim, sınav nasıl geçecek, ya mezuna kalırsam' gibi çeşitli endişeler zihinlerinde dolanıyordu. Ben kendimi sınav konusunda pek kaygılı hissetmiyordum. Elimden geleni yaparsam, Allah'ın benim için hayırlısını vereceğine inanıyordum. Bunun için çalışıp dua ediyordum. Zaten olması gereken de buydu. Elbette bu zor bir süreçti, özellikle bizim yaşımızdaki gençler için. Fakat kişi teslimiyet ve tevekkül duygusunu geliştirdikçe rahatlıyordu. Ben de bu sayede rahatlamıştım. Kendime o iki kavramı hatırlatmadığım takdirde ara sıra ben de endişelere kapılıyordum. Şükür ki her seferinde bir vesileyle bana Allah'ın yardımını hatırlatan biri yahut bir şey oluyordu.
Aklıma tek takılan nokta, üniversiteye gidip gitmemem konusunda Emin'in düşünceleriydi. Evet, beni lise okumam için desteklemişti ama sonrasını hiç konuşmamıştık. Çünkü üniversiteye gitmem demek belki de bir başka şehirde yaşamaya başlamam demekti. Nereyi kazandığım önemliydi. Üstelik bunun eğitim masrafları kısmı vardı. Ne olacaktı, nasıl olacaktı, bilmiyordum. Merak ediyordum. Maalesef sıkıntılı bir meseleydi.
Zihnimi şimdilik bunlardan uzaklaştırdım ve ânâ döndüm. Hazal'a ısrar ettim. "Yaa uğraşıyorsun işte iki saattir. Olmadı. Teneffüs bitecek Hazal. Şu soru da benim kafama çok takıldı. Her şeyi doğru yaptığıma eminim ama sonuç çıkmıyor. Bi bak hadi!"
Canım arkadaşım, uğraştığı problemi takıntı yapmış ve hırslanmıştı. "Bir dakika. Bunu bi yapayım, sonra bakacağım kanka, söz."
Pes edip kitabımı göğsüme bastırdım. Sıranın başında, sabırsızca ayağımı yere vurarak bekledim.
"Berra? Getir, ben bakayım istersen?"
Yusuf'un sesini işitince refleksle başımı kapı tarafındaki sırasına çevirdim. Sırtını duvara yaslamış, yan bir şekilde oturuyordu. Gövdesi bize dönüktü. Elinde bir kitap vardı. Kapağından tanımıştım hemen,; Rasim Özdenören'in bir kitabıydı. Geçenlerde okumuştum.
Aslında şimdiye dek ona da bir çok kez soru sormuştum. Alışkındım. Fakat geçen aylardaki hislerim sebebiyle zor durumda kalmadıkça Yusuf'tan biraz uzak kalmaya karar vermiştim. Aksi takdirde içim rahat etmeyecekti. Sezgilerim, duygularım, endişelerim ve zihnimdeki boşluklara üşüşen düşünceler beni buna yöneltmişti. Çünkü kimse bilmese de ben evliydim. Ve çünkü Yusuf'u seviyordum, değer veriyordum. Çok iyi biriydi. Ahlaklı, saygılı, çalışkan, başarılıydı. Değerleri vardı ve bunlar doğrultusunda yaşamaya çalışıyordu. Takdir ediyordum onu. İncitmek istemiyordum. Gel gör ki hayat bizi bazı davranışlara itiyordu. İstesek de, istemesek de...
Biraz tedirgin hissettim. Kalbim hafifçe göğsüme vurdu. Yine de "Olur," dedim ve matematikle savaşan Hazal'ı bırakıp Yusuf'un yanına gittim. Okuduğu kitabı kapatıp sırasına bıraktı. Az önceki derste cebelleştiğim soruyu açtım. Test kitabımı masanın üzerine koydum.
''Şu soruya bakar mısın? Yapamadım,'' deyip parmağımla işaret ettim.
Yusuf doğruldu ve oturuşunu düzeltti. Yanı boştu. Arada çantalar olduğu için sorun etmeyerek sıranın diğer ucuna oturdum. Kitabı iyice önüne çekip soruya göz attı. Birkaç saniye sonra başını kaldırıp bana baktı ve güldü. Yeniden soruya baktı. Bana baktı. Gülüyordu hâlâ! Allah Allaah! Ne oldu şimdi?
''Ne gülüyorsun?'' diye sitem ettim. Şaşkındım. Anlam verememiştim.
Parmağıyla 'bir dakika' işareti yapıp sorunun altına bazı şeyler yazdıktan sonra bir çırpıda çözümü buldu. Anlatmaya başladı. "Berra, sadece şıklara değil, soruya da bakmak lazım. Bak burada minik bir kelime oyunu yapmışlar. Çoğu kişi bunu atlıyor."
Yine ufak bir yeri kaçırdığım için soruyu yapamadığımı anlamıştım. Bu duruma üzüldüm. Dikkatsizlik etmesem cevabı bulacaktım!
Tabi Yusuf sürekli gülerek soruyu çözdüğü için üzüntümü yaşayamadım. İnsan neden bir soruyu gülerek çözer ki? Tamam, gülmek ona yakışıyor, hep gülsün, mutlu olsun isterim. Ama beni böyle hissettirecekse yanımda gülmese de olur hani...
Gözlerini benden ayırmadan devam etti. "İnsan bazen yanlış yerden başlayınca, doğru cevaba ulaşması zor oluyor. Oysa hepsini zaten çözmüşsün. Cevaba varmışsın. Ondan güldüm. Dalgındın herhalde ki fark etmedin. Yoksa sen yaparsın."
Bu hâli garip gelse de üzerinde durmak istemedim. Sorum çözüldükten sonra teşekkür ettim ve oyalanmadan kızların yanına geçtim. Yusuf da kitabına döndü. Zaten az sonra zil çaldı ve Ceyda ile ben sınıfımıza koşturduk. Sorum çözüldüğü için rahattım. Zihnimdeki düğümler çözülmüştü sanki. Hazal ise o soruyu hâlâ çözemediği için kendi defterine geçirmişti. Savaş vermeye devam ediyordu. Allah kolaylık versin.
Şimdiki dersimiz edebiyattı. Hoca ödev olarak hepimizden kısa bir yazı yazmamızı istemişti. Geçen akşam satırlar içimden öylece dökülmüştü. Defterimi açıp yazdıklarımı hatırlamak için okumaya başladım.
"Bekledim. Göğünde Ay dahi süzülmeyen karanlık geceler artık son bulacak, Güneş doğacak diye bekledim. Kehribar, sıcak, nahif ışıkları değsin dağlarıma, okşasın içimde açan çiçekleri, aydınlatsın semâmı, canlandırsın ovalarımda uzanan yeşil çimlerin rengini, çağırsın mavi bir salıncağı ağır ağır sallandıracak olan rüzgarı diye her gün gözümü kapatmadan düş kurdum. Biri bu sahnelenen oyunun tam ortasında mikrofonu eline alsın, artık yeni bir başlangıç zamanı geldiğini, bu oyunun bittiğini haykırsın istedim.
Biri çıksın, susarak şiir okusun, kelimeler ruhuma işlesin, satırlar yüreğime yazılsın, dizeler gözlerime yansısın diye bekledim. Kulaklarım dile getirilmeyen mısraları da duysun, parmaklarım piyano üzerinde dolanırken notalar benim sustuklarımı haykırsın istedim. Notaların sesi yükseldikçe benim de sesim yükselsin, omuzlarıma ağırlık yapan gerçekleri bağıra bağıra anlatayım tüm dünyaya diye çok kez niyet ettim. Parmaklarım gezindi piyanonun üzerinde. Notalar yükseldi içimden. Gittikçe hızlandı sözcükler. Her saniye daha güçlü işitildi sesler. Bağırsam da sesimi duyuramadım, notalarımı işitemedi kimse.
İşitilse ağlamazdı çocuklar. Soğuktan ölmezdi sokakta bir adam. Susuzluktan kurumazdı dudakları bir bebeğin. Açlıktan kıvranan çocukları için çaresiz hissetmezdi anneler. Sıcağın altında ekmek parası için bir mendil satmayı saatlerce beklemezdi babalar. Genç bir fidanın mezarı kazılmazdı. Silahların namlusu masumlara doğrultulmazdı. Duysalardı eğer, birileri karnı tokluktan ağrıyana kadar yerken birleri kuru ekmek bulamıyor olmazdı. Duysalardı eğer bulutlara karışıp gökte yolculuk eden fısıltıları, bir gül dikilmezdi bembeyaz bir mezar taşına, üzerinde 'insanlık' yazan. Çok bekledim. Kimse sesimi işitmedi, sesimizi..."
Defterimdeki satırlar bittiğinde içimde tanıdık bir sızı hissettim. İç çektim. Kendi yazdığım cümleler sanki benden kopup gitmişti. Başka birine ait gibiydi. Ama her kelime, her virgül, ruhumun derinliklerine dokunuyordu. O satırların bana ait olduğunu bilmek içimde garip bir ağırlık oluşturmuştu.
Başımı kaldırıp sınıfa baktım. Yazdıklarımla aynı dünyayı paylaştığım insanların yüzlerine. Bazılarımız bambaşka hayatlar yaşıyordu. Ne garipti dünya. Belki kimisi yazdıklarımı okusa anlamayacaktı. Belki de birileri benden çok daha fazlasını hissedecekti.
Düşüncelerim akıp giderken kafamın içinde başka yüzler belirdi. Moloz yığınları arasında ellerini açıp dua eden çocuklar, gün boyu sıcak asfaltın üzerinde bir parça şey satıp ekmek parası kazanmak için bekleyen yaşlı amcalar, evine kuru ekmek götürmek için ter döken insanlar... Çığlık atmak isteyen ama boğazına bir yumru gibi oturan sessizlikle yetinmek zorunda kalanlar... Her birinin hikâyesi bir başka acıyla yüklüydü. Hayat, iki taraflı bir aynaydı. Bir yerlerde birileri sevinçle dolup taşarken, başka bir yerde gözyaşıyla boğuluyordu.
Aynı göğün altında birbirinden bu kadar kopuk, birbirine bu kadar duyarsız olmayı nasıl beceriyorduk? Belki de yalnızca kendimizi duyabiliyorduk; başkalarının fısıltıları kulağımıza hiç ulaşmıyordu. Bunları düşünmek içimde büyük bir çaresizlik hissi uyandırdı. Çaresizliğin yanı sıra ayağa kalkma ve çaba gösterme hissi...
Şimdi farkında değildim ama gençliğin, lise çağının en büyük özelliklerinden biriymiş bu: dünyayı daha iyi bir yer hâline getirmek içn, dünyayı değiştirebileceğine inanarak çalışmak, emek sarf etmek. O coşkun duygularla koşturmak, harekete geçmek. İnandığın doğrular için sonuna dek savaşmak. Çok da güzel duygularmış aslında. İnsanı dinç ve taze tutan, bir amaç uğruna ömrünü sürdürten duygular.
Biraz büyüyünce eskisi kadar tutucu olmuyormuşuz. Eskisi kadar sıkı sarılmıyormuşuz inandıklarımıza. Çünkü umutlarımız kırılıyormuş. Çaba gösterip de karşılığında dünyanın değişmediğini, insanların hâlâ aynı olduğunu, dünyayı kurtaramadığımızı görüyormuşuz. Bu da bir evreymiş. Olur da sağlıkla atlatırsak bu evreyi, "Dünyayı değil ama kendi dünyamı ve çevremdeki dokunabildiğim bir kaç kişinin de olsa dünyasını değiştirip kurtarabilirim belki. Bu bile önemli. Bu da bir kârdır," diyebilen diğer evreye geçiyormuşuz. Elimizden geleni yapıyormuşuz artık. Eskisi kadar coşkulu duygularla değil belki, daha sakin ve durgun, daha olgun duygularla...
Her evrenin de kıymeti başkaymış.
Hoca sesini yükseltip "Evet, yazdıklarını paylaşmaya kimler gönüllü?" dediğinde düşüncelerimin sesi aniden kesildi. İçimden geçenlerin yoğunluğuyla sınıfın gerçekliği arasında bir süre kalakaldım. Parmaklarım hâlâ defterime dokunuyordu; oysa benim için dünya bambaşka bir hızda dönüyordu.
Yazdığım satırları bir anne şefkatiyle okşadım. "Kimse sesimizi işitmedi," diye düşündüm. "Ama elbet bir gün işitecekler."
✦
"Gözlerinde hasret var kızım," dedi annem. Yanılmıyor. Ama ben onu cevapsız bırakacağım. Sahi, anneler okuyabilir mi gözlerimizi ve yüreklerimizi?
Özür dilerim. Sana bunu sormam düşüncesizce. Dalgınlığıma ver.
Özlemek ne menem duyguymuş. Bir yanı hep eksik insanın. Bakışlarının tutunmak istediği bir yer, bir kişi, bir şey var ama etrafta ne kadar dolandırırsan dolandır bulamıyorsun. Aradığın kişi yok. Solup gidiyor çabaların. Ellerin boş.
Neden hayata devam edebilmem için senin de yanımda olmana ihtiyacım varmış gibi hissediyorum? Anlamsız, değil mi? İnsanoğlunun hayatından kimler kimler çıkıyor ama yaşam devam ediyor.
Güçsüzüm galiba. Acemi. Tecrübesiz. Ürkek. Korkak. Belki de gün gelir, geçer bu hisler. Belki de saf bir çocuğumdur yalnızca. Kalbi, güzel bir kalbin etkisi altına girmiş bir çocuk. Sis bulutları gibi dağılıp gider bu tesir. Özgürleşirim.
Ama bunu istediğime emin değilim.
Şu an iç sesim neden seninle konuşur gibi, onu dahi bilmiyorum. Harikayım! Kendime gelmeliyim.
Hırkamı giyip küçük kol çantamı omzuma astım. Arabanın anahtarını alıp almadığımı kontrol ettim. Çantamdaydı. Aynada son kez kendime baktım. Galiba hazırdım. Baharın gelişini selamlar gibi, turuncu çiçek desenli elbisemi giymiştim. Serin havayı düşünerek üzerine sade ve şık bir hırka almıştım. Saçlarımı salık bırakmıştım; omuzlarıma dökülüyordu. Normalde pek aksesuar kullanmazdım ama bugün içimden gelmişti. Kolyem, bilekliğim ve saatimle abartısız ama zarif bir görünüm yakalamıştım. Aynadaki görüntüme bakıp gülümsedim. Bence hoş görünüyordum. Hangi kız güzel görünmek istemez ki zaten?
Hoş görünmek deyince bakışlarım yatağın üzerindeki başörtüye kaydı. Bir süredir tesettüre girme fikri aklımdaydı. Ama bu düşünce henüz gerçekleştirmeye cesaret edemediğim bir dilek gibiydi. Dua ediyordum. "Belki bir gün," dedim kendi kendime.
"Hadi Berra!"
Abimin seslenişiyle irkilip düşüncelerimden sıyrıldım. Odadan çıktım. Koridorda beni beklerken gördüm onu. Annem de telaşlı bir şekilde yanımıza vardı. Telaşı genel olarak bugün içindi. Büyük gündü bugün.
"Berra, arabayı abin kullansın kızım. Ne olur ne olmaz," dedi endişeli bir şekilde.
Bu tavrı üzere itiraz ettim. Çoğu anne gibi o da fazla kaygılı.
"Hayır ya, ben süreceğim. Ona söz verdim anne, otogara ben almaya gideceğim. Bizim arabayla. Ehliyetim var, hatırlatırım?"
"Var ama acemi sayılırsın kızım. Yeni aldın."
"Sürmeden kıdemli olamam zaten anne."
Tam o itiraz etmeye hazırlanırken Oğuz abim araya girdi. "Tamam, didişmeyin. Ben zaten yanındayım anne. Dert etme. Geç kalacağız. Bekletmeyelim çocuğu, uzun yoldan geldi. İner şimdi. Hadi."
Canım abim araya girince küçük çaplı anne-kız gerginliğimiz sona erdi ve evden çıkabildik. Arka bahçenin oradaki arabaya doğru yürüdük. Kapı kilidini açıp şoför koltuğuna geçtim. Besmele çekip emniyet kemerimi taktım. Abim yanımdaki yolcu koltuğunda yerini aldıktan sonra arabayı çalıştırdım ve hareket ettik.
Heyecanlı ve biraz da stresliydim. Sebebinin bu kez araba kullanmak olmadığını biliyordum. Direksiyonu sıkıca kavrayan ellerim terliyordu. Çünkü uzun zaman sonra onu görecektim. Ve aylardır hiç görüşememiş olmanın verdiği tedirginliği taşıyordum. Otogara yaklaştıkça bu duygularım artıyor, arabanın içi iyice sıcaklamış gibi hissediyordum.
Az sonra terminalin tabelası görüş alanıma girdiğinde, kalbim normalden biraz daha hızlı atmaya başladı. Yutkundum.
Yanımdan abimin alaycı sesi duyuldu. "Direksiyonu kopartacaksın be! Sıkma, yazık. Kocanı bu kadar özlediğini belli etme bari, ayıp, yanında abin var. Cık cık cık!"
Bir anda yüzüm kızardı. Gözlerimi yoldan ayırmadan itiraz ettim. "Yaa abi! Ne diyorsun? Ne alaka! Abartma istersen. Asıl senin yaptığın ayıp. Durduk yere beni utandırıp stres ediyorsun. Yanlışlıkla kaza yaparsak görürsün bak!"
"Allah korusun! Deli, doğru konuş! Ben sustum, can sağlığım daha önemli. Önüne bak sen."
Abime nazlı ve biraz da sitem dolu bir bakış atmakla yetindim. Ama aslında haklıydı. Emin'i özlemiştim. Ve az sonra, onu kanlı canlı karşımda görecektim. Bu düşünce içimdeki heyecanı daha da büyüttü.
İnsan, birini görebilecek olmanın düşüncesiyle bile heyecanlanabilirmiş. Ne tuhaf.
Dışarıda hızla geçen manzara bulanıklaşmaya başladı. Benim için zaman Emin'e kavuşacağım o ana doğru akıyordu. Otogara vardığımızda uygun bir park yeri buldum. Arabayı park ettim. Abim yanımda sakince emniyet kemerini çıkarırken, ben hâlâ direksiyona tutunuyordum.
Arabadan inip terminalin diğer kısmına geçtik. Gözlerim hemen otobüs peronlarına kaydı. Bakışlarım çevreyi tarıyordu. Sonunda onun ineceği peronun numarasını görünce kalbim adeta göğsümden dışarı fırlayacak gibi çarpmaya başladı. Otobüsün bagaj kısmında valizlerini indiren yolcular ve onları karşılamaya gelen insanlar vardı. Etrafta bir sürü yüz görüyordum ama hiçbiri umurumda değildi. Çünkü yalnızca birini arıyordum. Beni ilgilendiren birini...
Derken, onu gördüm. Arkası dönüktü. Ayağının hemen yanında küçük siyah bir valiz vardı. Lacivert spor ceketini giyiyordu. Hemen tanıdım. Duruşundan, havasından, varlığından tanıdım. Başka hiçbir şey söylemeden bile "işte buradayım" diyebilecek kadar kendine özgüydü.
Gözlerim istemsizce doldu. Nefesim kesilmişti. Yüreğim, uzun süredir hasrete gebe kalmış bir kuş misali kaburgalarımın içinde kanat çırpıyordu. İlerlemek istedim ama ayaklarım yere çivilenmiş gibiydi. Derin bir nefes aldım. Birkaç adım attım.
Tam o sırada Emin yavaşça arkasına döndü. Göz göze geldik. Bütün dünya bir anlığına durdu. Otogarın uğultusu, insanların konuşmaları, koşuşmaları... Her şey sessizliğe gömüldü. Gözlerim, onun ela gözlerine kenetlendi.
Dudaklarında bir gülümseme belirdi ve yüzü anında yumuşadı. O gülümseme, en soğuk günleri bile bahara çevirebilecek kadar etkiliydi. Gülümsemesi çabucak bana da bulaştı. Bir duygu fırtınası içerisindeyken nasıl gülümseyebildiğime hayret etsem de yaptım işte. Onun ela gözlerine bakarken buna kayıtsız kalmak imkansızdı.
Bir adım attı Emin, sonra bir adım daha. Burada olması kalbimi huzurla kuşatmıştı. Sadece onunla aynı havayı soluyabilmek, aynı yerde olabilmek bile tarifsiz bir nimetmiş meğer.
Bir adım da ben attım. Karşı karşıya geldiğimizde çok önceden anlaşmış gibi sarıldık. Onun sıcacık kollarının arasındaydım. Güven veren gövdesine yaslanmış hâlde duruyordum ve saniyeler birbirini kovalıyordu. Kendine has kokusu ciğerlerime doldu. İçim bi hoş oldu. Uzun zaman ayrı kaldıktan sonra yeniden evime kavuşmuş gibiydim. Gözlerimi yumdum ve o anın tadını çıkardım. Eksik bir parçam tamamlandı. Boşluklarım doldu.
Akıl edebildiğim bir vakit, içimde biriken tüm hasreti basit bir cümleyle ifade ettim: "Hoş geldin."
Emin "Hoş buldum," deyip yavaşça geri çekildi. Aramıza, utanarak geri doğru attığım bir adım girdi. Bakışlarımız birbirimizin yüzüne dokunsa da susuyorduk. Oysa bir çok şey söyleyebilirdim. Hatta söyleme ihtiyacı duyuyordum. Gel gör ki kelimeler dilimden dökülemiyordu.
Öylece yüzüne bakıyordum; değişen yüzüne. Zayıflamıştı sanki. Elmacık kemikleri daha belirgindi, boynu daha inceydi. İyi bakmamışlardı hayat arkadaşıma. Ama gözlerinde bir canlılık vardı, parlıyordu. İyiydi demekki. Belki de eve dönmenin rahatlığı ve sevinciydi.
Bilerek bir yerlerde oyalanan abim yanımıza ancak gelmişti. Biz tam sükut içerisinde ve küçük bir afallamışlıkla birbirimize bakarken araya girerek kurtarıcımız oldu. "Damat! Hoş geldin!"
Emin, gülümseyerek "Hoş bulduk!" dedi ve abimle kucaklaştılar.
"Nasıl geçti yolculuk?" diyerek mantıklı bir soru sordu canım abim. Mesela böyle basit bir soru sorup da o sessiz bakışmayı sonlandırmak az önce benim aklıma gelmemişti.
"İyi geçti çok şükür. Rahattı."
"İyi iyi. Valizini ben alayım, sen yorulmuşsundur. Hadi, arabaya gidelim. Annem ve ablamlar senin için dünden beri mutfaktalar. Döktürdüler valla. Yer içersiniz, sonra bizim kıza da veda ederiz. Evinize geçersiniz. Dinlenirsin."
Emin, biraz şaşkındı. Ama mutluydu da. "Sonunda ziyafet çekeceğiz, kursağımızdan anne yemeği geçecek desene. Çok şükür. Eve ışınlanabiliyor muyduk?"
"Haha, henüz ışınlanma icat edilmedi ama bizim şoför de hızlı sürüyor. Çabuk varırız, merak etme."
Abimin bana atıf yapması üzerine Emin'in bakışları yeniden üzerime çevrildi. Onun bakışlarının muhatabı olmak garip bir histi. Garip ve mutluluk verici. Garip ve güzel. Garip ve fevkalade.
Abim valizi alıp önden giderken Emin yanımda yürümeye başladı. "Demek hızlı sürüyorsun arabayı?"
Kendimi savunur gibi "Bence normal. Onlar abartıyor," dedim. Neyse ki gülümsüyordu. Sorgular gibi bir hâli yoktu.
Kaşlarını hafifçe kaldırdı. "Sen yine de şimdilik bizim bu yollarda sekseni geçme."
"Emredersiniz komutanım," dedim, şakayla karışık.
Emin cevabıma güldü. "Şu lafı altı ay ben başkalarına söylerken şimdi bana söylenmesi garip geldi."
Yüzümdeki muzip ifadeyi saklamadan ona baktım. "Çok özlersen, ben her zaman hazırım, emir erim olabilirsin."
Küçük bir kahkaha attı. "Muzipliklerini de özlemişim!" derken beklemediğim şekilde kolunu omzuma attı. Kırk yıllık arkadaşmışız gibi. Daha önce onlarca kez kolunu omzuma atmış da beni kendine yaslamış gibi.
Ama ikimiz de yabancılamadık bu konumu. Doğal bir rahatlıkla yan yana yürümeye devam ettik. Memnundum. Sevinçliydim. Gülümsedim ve bu anı hiç bitmesini istemediğim bir hatıra olarak aklıma kazıdım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 39.81k Okunma |
3.85k Oy |
0 Takip |
63 Bölümlü Kitap |