38. Bölüm
Şeymanur / Zecir / 38 – kaçınılmaz olan

38 – kaçınılmaz olan

Şeymanur
sukunettekelimeler

 

 

 

“Yavaşça dokun yaralarıma. Yavaşça. Annesi dün ölmüş çocuklara dokunurcasına şefkatle. Bin yıllık mushafın sayfasına nasıl dokunursa insan, öyle dokun.”*

 

 

İzlediğimiz filmde (A Monster Calls) küçük çocuğun annesi uzun zamandır kanserle savaşıyordu. Fakat hastalığı giderek ilerlemişti. Çocuk bunu kabullenmekte zorlanıyordu. İç dünyasında büyük bir korku ve öfke birikmişti. Bir canavarın ona anlattığı hikayeleri dinliyordu. Bu hikayeler, çocuğun bastırdığı duyguların ortaya çıkmasını sağlıyor, ayrıca ters köşe yapıp izleyenleri şaşırtıyordu. Etkileyiciydi.

Film boyunca gözlerim ekrana mıhlanmıştı. Sahnelerin içinde kaybolmuştum. Küçük çocuğun acısını iliklerime kadar hissetmiştim; öfkesi, çaresizliği, kabullenemeyişi... Hepsi tanıdıktı. Annesinin hastalığına karşı verdiği sessiz savaşı izlerken içimde bir şeylerin sıkıştığını hissediyordum. Sanki ben de onunla birlikte bu yükü taşıyor, onunla birlikte canavarın anlattığı hikayeleri dinliyor, onunla birlikte şaşırıyor, onunla birlikte ağlıyordum.

En sonunda kaçınılmaz olan gerçekleşti. Çocuğun annesi öldü. Her şey bir anlığına durdu sanki. Salondaki sessizlik, ekrandaki karanlığa karıştı. Bir ölümde iyi bir yan aranabilir miydi? Eğer aranabilirse, çocuğun annesine veda edebilmiş olması benim için bir teselliydi. Fakat vedalar hiçbir zaman kolay değildi. Ölüm, geride kalan için her zaman fazla gerçek, fazla ağırdı.

Film, çocuğun yas sürecini ve bu acıyı -gerçeği- kabul etme yolculuğunu farklı bir şekilde işlemişti. Böyle bir yapıt beklemiyordum. Gözlerimde biriken yaşları durdurmaya çalıştım. Bakışlarımı ekrandan ayırıp yanımdaki genç adama çevirdim. İşte o anda, filmde anlatılan hikâyeye fazlaca kapılıp en önemli şeyi unuttuğumu fark ettim: Emin'in yarasını. Onun da bir zamanlar annesine veda etmek zorunda kaldığını... Onun da bu kayıpla, bu kaçınılmaz gerçekle yüzleşmek zorunda kaldığını... Boğazıma bir yumru oturdu.

Yanımda, bir taş gibi ağır ve sessiz hâlde oturuyordu. Omuzları kasılmış, gözleri bir noktaya sabitlenmişti. Kirpikleri nemliydi ama gözyaşları akmıyordu. Yüzü, hissettiklerini belli etmeyecek kadar donuktu. Ama ben biliyordum. Bu sessizliğin içinde kopan fırtınayı görebiliyordum. O, yıllar önce kaybettiği annesini tekrar kaybediyordu. Küçük bir çocukken, yapayalnız kaldığı o ilk anı tekrar yaşıyordu.

Şimdi biraz ötemde oturan kişi aslında annesini kaybeden küçük Emin'di. İçimdeki hüzün derinleşirken bir telaşa kapıldım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Çaresizdim. Onun acısını nasıl dindireceğimi bilmiyordum. Zaten dindiremezdim de. O yara oradaydı. Hep orada olacaktı. Ama en azından yalnız olmadığını bilmesini sağlayabilirdim, değil mi?

TV'nin kumandasına uzanıp ekranı tamamen kapattım. Odanın içine loş bir sessizlik çöktü. Hüzün duvardan duvara çarpıyordu sanki. Emin'e doğru iyice yaklaştım. Dostane bir şekilde koluna dokundum. Teninin altındaki kaslar gergin ve taş gibi sertti. Bütün bedeni, içine akıttığı duyguların ağırlığını taşıyordu.

İçimde yavaşça yayılan bir şefkat vardı. Buz tutmuş bir suyun üzerine güneş doğmuş gibi... Onun bu hâlini görmek yüreğimi burkuyordu. Ne kadar güçlü görünse de, şu an içinde fırtınalar koptuğunu biliyordum. Bir çocuğun annesine duyduğu hasretin, üzerinden yıllar geçse de eksilmeyeceğini biliyordum.

"Emin, iyi misin?"

Cevabı hemen geldi. "İyiyim."

O kadar düzdü ki sesi, sanki içinde hiçbir duygu yoktu. İnsan, kalbine üşüşen duyguları bastırıp onlardan kaçınırken kelimelerinde bir boşluk, sesinde bir eksiklik sezilir ya, öyle. Hissettiklerini kelimelere sığdıramayacağını bildiği için. İnandırıcılığı olmayan, havada asılı kalan bir 'iyiyim'di bu.

Parmaklarımı kolunun üzerinden çektim. Filmi seçmiş olmanın pişmanlığını yaşıyordum. Bilseydim, asla bunu yapmazdım. Fragmanda beli olmuyordu. Film gecesini, onun yaşadığı kaybı tekrar tekrar hatırlatacak bir akşama çevirdiğimi fark ettim. Göğsümde bir suçluluk duygusu filizlendi.

"Özür dilerim, bilseydim başka bir film seçerdim."

Gözlerini odakladığı yerden ayırıp başını hafifçe iki yana salladı, kendine gelmek ister gibi.

"Özür dilenecek bir şey yok. Yaralarımızdan kaçamayız. Gerçeklerden de öyle." Derin bir nefes aldı. Bakışlarını kaçırmadan ekledi. "Duygulandım sadece."

Araya sessizlik girdi. Ama huzurlu bir sessizlik değildi. Zihnimde uçuşan cümleler vardı. Emin bana karşı hep böyleydi. Askere gitmeden bir süre önce, annemlerde balkonda konuştuğumuzda, hissettiklerini ve olanları daha sonra anlatacağına dair bana söz vermişti. Buna rağmen anlatmamıştı. Geçmişini paylaşmamıştı. Ara sıra lafı geçen küçük şeyler sayesinde onun hakkında bilgi sahibi oluyordum. Bunu bir kez daha fark etmek rahatsız ediciydi.

İçindekileri paylaşamayacağı kadar yabancı mıydım ona? Yahut anlayışsız, dinlemeyi bilmeyen, önemsemeyen biri miydim? Emin için değerli olsaydım, anlatmaz mıydı? Güvenilir biri olsaydım, paylaşmaz mıydı? Bu sorular göğsüme kaya gibi oturdu. Gözlerimi kaçırıp ellerime baktım. İçimde karanlık bir kuytu vardı ve Emin'in sessizliğiyle büyüyordu.

Düşünmeden konuştum. Biriken her şeyi, kalbimi avuçlarının arasına bırakıyormuş gibi sundum ona.

"Ama onlarla tek başına yüzleşmek zorunda da değilsin. Ben gerçeklerle, yaralarımla, dertlerimle savaşırken hep yanımda oldun. Fakat sen aynı durumlardayken yanında olmama çok az müsaade ettin. Hani yüklerimizi ortak paylaşıp taşıyorduk? Dışarıdan bakınca daha çok sen benimkilere ortak oluyorsun gibi görünüyor. Yaşadıklarını veya hislerini paylaşmaktan geri duracağın bir şey mi yaptım? Eğer öyleyse söyle."

Kalbim, onun cevabını beklerken hızla çarpıyordu. İçimde bir korku vardı. Ya gerçekten bir hata yapmışsam? Yahut o hatayı tam şu an yapıyorsam?

Emin'in yüzüne bir şaşkınlık ifadesi yerleşti. Kaşları çatıldı, sonra hızla açıldı. "Hayır, tabiki öyle bir şey yok. Seninle alakalı değil bu."

Derin bir nefes aldı, göğsü inip kalktı. Ellerini kucağında kenetledi. Bakışları kenetlenen ellerindeyken, ilk kez idrak ettiği bir şeyi itiraf eder gibi devam etti.

"Onlarla tek başında yüzleşmek zorunda kaldım hep. O acıları ve yükleri hep tek başıma taşıdım. Başka türlüsünün nasıl olduğunu bilmediğim için sadece..."

Cümlesi havada asılı kaldı. Yalın, çıplak ve gerçekti.

O gerçek, bıçak gibi saplandı içime. Cevabı az evvelkinden daha çok kalbimi acıttı. Gözlerim hemen doldu. Boğazıma bir düğüm oturdu. Sanki nefes almak zorlaşmıştı. Emin'in bu yaşına dek her şeyle kendi başına yüzleştiği gerçeği beni sarstı. Yıllarca... Yıllarca her şeyi tek başına taşımıştı. Küçücük bir çocukken bile. Annesinin yokluğunda kim bilir kaç kez içindeki boşluğu kendisi doldurmaya çalışmıştı? Kaç kere yanında birinin elini tutmasını beklemiş, ama kimse gelmemişti? Kaç kere ne yapacağını bilememiş, ama kimse yol göstermemişti?

Oysa bunca ağırlığı hak etmemişti. Bir anda bütün hüzünler Emin için yüreğime üşüştü. Bir damla yaş yanağıma doğru süzüldü. İçimden geçtiği gibi davrandım. Uzandım, annesini kaybeden küçük bir çocuğa sarılırcasına sarıldım ona. Yirmi ikisine adım atmış, onca yıl koca dünyada bir başına savaş vermiş birine sarılırcasına. Kırılgan, korunmaya muhtaç, yorgun bir kalbi avuçlarımın arasında hisseder gibi, parmaklarımın altındaki yumuşak saç tutamlarını okşadım. Bir annenin yavrusunu yatıştırdığı gibi...

İçimdeki tüm hislerin tek bir yöne aktığını fark ettim: Ona. İlk başta irkildi. Ama sonra gevşedi.

Boğazıma dek gelen hıçkırıkları bastırdım. Güçlü kalmaya çalıştım. "Özür dilerim," diye fısıldadım. Bu özür, bambaşka şeyler düşünüp Emin'in gerçeğini göremediğim içindi. Başka türlüsünün nasıl olduğunu öğrenebilmesi adına yeterince çabalamadığım içindi. Bu özür, onun yalnızlığının bunca yıl fark edilmemiş olmasının ağırlığı içindi. Elimde olan ve olmayan her şey içindi.

Emin kollarımın arasına iyice yerleşti. İlk defa kendini tamamen birine bırakıyordu sanki. "Ben de," dedi. Ses tonu zayıf olsa dahi kararlıydı. "Sözümü tutamadım. Anlatamadım o zaman. Bir bahaneyle kaçtım hep."

Göğsümde biriken kasveti bastırarak onu daha iyi anlamaya çalıştım. Kim bilir kaç kez anlatmaya niyetlenmiş, ama sonra geri çekilmişti? Kim bilir kaç kere kelimeler boğazında düğümlenmişti?

"Alıştığının dışına çıkmak zor, evet. Ama bil ki ben ne zaman istersen buradayım."

Emin yavaşça kollarımın arasından sıyrıldı. Ama bu bir kaçış değildi. Geri çekilişti. Bedeninin sıcaklığı hâlâ kollarımdaydı. Aramızda biraz mesafe bırakarak yüzüme baktı. Benim ağlak halime karşın o dirayetli, güçlü sakin ve iyi görünüyordu. Fakat gözlerinde başka bir şey daha vardı: alışkanlıklarının sert kabuğunu çatlatmaya çalışan bir şey.

Usulca "Eğer istersen," demişti ki cümlesinin sonunu getirmeden, lafı götüreceği yeri anlayarak atıldım. Çünkü ilk defa kendini açmaya niyetleniyordu. İlk defa, kaçıp gitmeden anlatmaya karar veriyordu. Bu fırsatı kaçırmak istemedim.

"Evet, dinlerim. İsterim yani." Bunu söylerken sesim hâlâ biraz buruktu.

Ortamı biraz yumuşatmak ve ağır havayı dağıtmak için son zamanlarda Emin'in sıkça yaptığı karı-koca esprilerinden birini yapayım dedim. İyi mi ettim kötü mü, orasını bilemiyordum tabi. "Kaç yıldır evliyiz, eşimi artık daha iyi tanımayayım mı yani?"

Dudakları, önce belli belirsiz, sonra fark edilebilir bir gülüşle kıvrıldı. Bu gülüş, anlık ama gerçekti. Onca ağır duygunun ortasında, küçücük bir tebessüm bile bir zafer havası katmıştı bana. O gülüşü görmek, benim içimi de ısıttı. Birkaç saniye öncesine kadar göğsümde kocaman bir düğüm vardı. Ama şimdi bir nebze hafiflemiştim.

Emin başını yana eğerek bana bakarken, gözlerinde hem şefkat hem minnet vardı. Omzunu koltuğa yasladı. Gözlerini kaçırdı. Bu kaçış az sonra duyacaklarımın ilk habercisiydi.

"Annem vefat ettiğinde on beş yaşındaydım aslında. Ama annenin ölümünün yaşı olmuyor. Her defasında küçük bir çocuk olarak ardında kalıyorsun, çaresizce..."

Bir an duraksadı. Kelimeleri dikkatle seçmeye çalışıyordu sanki. Ama bazı acıların anlatılması, ne kadar düşünülse de kolay olmuyordu. Gözlerinin içinde bir fırtına vardı. Yüzüne bir gölge düşmüştü. Bunlar geçmişin hâlâ onu ne kadar sıkıştırdığının işaretiydi bana kalırsa.

"Biliyor musun, bazı acılar zamanla unutuluyor. Yaralar siliniyor, anılar bulanık hale geliyor. Ama sevdiklerini kaybetmenin acısı öyle değil."

"Annem gerek yaşayışıyla gerek sözleriyle bana hep güçlü ve sabırlı olmayı öğretti. Ama ben ne zaman güçlü olmak zorunda kalsam, onun eksikliği daha çok hissettirdi kendini."

O ana kadar içimde büyüyen düğüm daha da sıkılaştı. Yüzünde, kaybolan bir çocuğun hüznü vardı. Bakışlarını gözlerime çevirdi ve daha güçlü bir hâlde devam etti. "Annem on dört yaşındayken, hayız olur olmaz evlendirmişler."

Bu birkaç kelimenin ağırlığı, tüm havayı değiştirdi. Kalbim aniden sıkıştı. Emin'in sesi kontrol altında gibiydi ama gözlerinin içinde yanan öfke ateşini saklayamıyordu.

"Otuzlarında olan bir adamla; babamla. Üstelik babamı da anneme halası bulmuş. Kocasının askerlik arkadaşıymış. Eniştemin askerlik arkadaşı yani. Hangi hala küçücük yeğenine babası yaşında bir adamı eş diye yakıştırır? İnsanın aklı almıyor."

Yüzündeki ifade canımı yaktı. Belli ki bu durumu yıllar geçse de kabullenememişti. Haklıydı da.

"O kişi babam dahi olsa, benim var oluşuma sebebiyet veren biri dahi olsa..."

Emin'in o haksızlığa karşı duyduğu öfkeyi gözlerinde bu denli net görmek içimi ürpertti. Ben de anlattıkları karşısında tıpkı onun gibi şaşkın, hüzünlü ve öfkeliydim. Emin'in annesinin, yani Ferhunde teyzenin durumunu az çok anlıyordum. Beni de o yaşlarda evlendirmeye kalkmamışlar mıydı? O korkuyu, o çaresizliği, o haksızlığı ben de tatmamış mıydım?

Emin, içindeki yükü kelimelere dökerken gözleri bir an uzaklara daldı. Annesinin hayatından taşan acılar, onun bakışlarına yansıyordu.

"Annem çocuk yaşta ev çekip çevirmeye başlamış. Kocasına eş olmuş, dedem ve babaneme de gelin. Hep birilerinin hizmetinde, hep birilerinin gölgesinde."

Bunu söylerken yüzüne acı bir gülümseme yerleşti. Bir insanın, kendi hayatına sahip olamadan sadece başkalarının beklentilerini karşılamak için var olması gerçekten de acıydı.

"Çok verici bir insanmış. Sakinmiş. Vicdanlı, yardımsever ve Allah korkusu olan bir kadındı zaten annem. Sabırlıydı."

"Aslında küçüklüğünden beri hayali doktor olmakmış," dedi. Sanki, o hayalin hiçbir zaman gerçeğe dönüşmemesi, Emin'in içindeki kapanmayan yaralardan biriydi.

"Ama ailesi onu okutacak bir aile olmayınca işte... Evlendikten sonra babam da onu insan yerine koymamış zaten. Annem çok hizmet etmiş babama da ailesine de. Hastayken bakmış, yemeklerini pişirmiş, temizliğini yapmış. Saygıda kusur etmemiş. Kendi kendine 'Belki bir gün değerimi anlarlar' demiş midir bilmiyorum ama..."

İç çekti, sonra başını iki yana salladı. "Anlamamışlar."

Bu tek kelime, bir hayatın özetiydi. Annesinin emeğinin, sevgisinin, sabrının karşılıksız kalışı; onun varlığının hep arka planda bırakılışı...

"İki buçuk yıl sonra falan babaannem vefat etmiş. Annem, dedem evde yalnız olduğu için, hasta haliyle bile gidip yemek götürür, çamaşırını yıkar, evinin işlerini yaparmış. Yakut dedem kıymetini bilseme de..."

Bir an için Emin'in yüzü iyice gerildi. İçindeki duygular saklanamayacak kadar belirginleşmişti.

Ferhunde teyze, bir çocuğun yer almaması gereken bir hikâyeye hapsedilmişti. Bu benim dahi canımı yakıyordu. Aklım almıyordu. Ne diyeceğimi, ne hissedeceğimi şaşırmıştım.

Emin devam etti. "Annem daha on yedi yaşındayken bana hamile kalmış. On sekizine girdikten hemen sonra doğmuşum."

Gözlerini bana çevirdi. Ve o an ela harelerinde bir ışık belirdi. "Sen bana can oldun, nefes oldun, derdi hep."

Bu sözleri söylerken sesi titredi. Annesinin sevgisinin bıraktığı sıcaklık vardı içinde.

Parmaklarını koltuğun kenarında gezdirdi. Sanki söylemek üzere olduğu şeyleri kelimelere dökmeden önce bir yerlere tutunmaya çalışıyordu.

"Babam...Onu nasıl anlatırım bilmiyorum. Öfkeli biriydi. Ama öyle bağırıp çağıran, öfkesiyle ortalığı yıkan biri değildi. Daha sessiz, daha soğuk bir öfke... Memnuniyetsiz bir adamdı. Her şeyden şikayet ederdi. Annem ne yaparsa yapsın gözüne batardı. Yemeği mi geç geldi, suratı asılırdı. Evi mi toplu değil, bir laf ederdi. Annem bir şey mi anlatıyor, yüzüne bile bakmazdı. İnsanın ruhunu ezerdi babam."

Yüzü kasılmıştı, dudakları ince bir çizgiye dönüşmüştü. "Ama asıl huzursuzluk, eve geldiği an başlardı. O evdeyken hep gergindim. Annem de öyleydi. Onun kapıyı açış sesini duyduğumuz an içimize bir huzursuzluk çöküyordu. Ben küçüktüm ama anlardım. Annem ellerini kurularken bile acele ederdi. Onun eve dönüşü, seslerin yükseleceği, kapıların sertçe kapanacağı, annemin susturulacağı, bir şeylerin yerle bir olacağı anlamına gelirdi. Babam ona kötü davranırdı. Küçümserdi. Laf sokardı. Bazen de..."

Bir an sustu, elini ensesine götürdü. "Bazen de anneme vururdu."

"Bana hiç vurmadı. Ama bu onun iyi biri olduğunu göstermez. Çünkü beni de sevmedi. Hiçbir zaman sevgiyle kucaklamadı. Bir kere bile 'aferin' dediğini hatırlamıyorum. Başımı okşadığını hatırlamıyorum. İçtenlikle gülümsediğini, ufak da olsa bir hediye aldığını... Tamam, insanın beş yaşına kadar hatırladığı çok az şey vardır ama bende hiç yok. Hiç hem de. Sonrası da yok."

Elini saçlarına götürüp kahverengi tutamlarının arasına daldırdı ve geri doğru taradı.

"Annem daha gencecikti. Babamla boşandığında bile daha 22 yaşındaydı. Ama babam onu hiçbir zaman bir insan olarak görmedi. Onun için sadece ev işlerini yapacak, hizmet edecek biriydi. Bir karıydı, o kadar. Sevgi, ilgi, şefkat... bunların hiçbiri yoktu aralarında. Babam onu sever gibi bile yapmazdı. Sadece gerektiğinde yanında tutar, gerektiğinde yok sayardı. Ne düşündüğünü, ne hissettiğini merak etmezdi. Hayallerini, geçmişini, üzüntülerini, hiçbirini umursamazdı. Annemin gözlerinin içine baktığını bile hatırlamıyorum. Veya onunla gerçekten konuştuğunu, onu dinlediğini... Annem sadece onun için bir ihtiyaçtı. Kullanılacak bir şeydi. Karısıydı işte, onun gözünde bundan ibaretti."

"Ama annem öyle değildi. Bir kalbi vardı, ruhu vardı. Babam her gün, her davranışıyla o ruhu ezdi. Babam ne zaman dışarıda olursa, ev daha sıcak olurdu. Annem daha rahat olurdu. Mutfağa girip bana sevdiğim yemekleri yapardı. Sesi daha yumuşak çıkardı. Radyo açardı bazen. O zamanlar en sevdiğim şeydi bu. Türküler mırıldanırdı."

Emin, masanın üzerindeki su bardağına uzanıp bir kaç yudum içti ve devam etti.

"Dört buçuk yaşındaydım. Annem bir gün çok hasta olmuştu. Ciğerlerini üşütmüş. Yatağa düşmüştü, yatıyordu. Kımıldamaya hali yoktu. İyi kötü hatırlıyorum, o gün Reyhan teyzeyi çağırtmıştı benimle. 'Kaldırımdan kenarıdan git, Reyhan teyzeni çağır,' demişti. Gitmiştim. 'Annem hasta, gelir misin?' demiştim. Sağ olsun Reyhan teyze çorba kaynatmış, beni de annemi de yedirmiş, evi havalandırmıştı. Sonra gitmişti. O gün babam, annemin yataklara düşmüş halini dahi umursamamıştı. İlgilenmemiş, hizmet etmemişti. Karım hasta, iki yudum su vereyim, ilaç içireyim, gerekirse hastaneye götüreyim bile dememişti. Annem, 'O akşam dank etti bana," derdi. Ne babamın ne de dedemin gözünde kıymetinin olmadığının, değersiz olduğunun, bunca yıl değişmeyen şeylerin bundan sonra da değişmeyeceğinin idrakını yaşamış. Zaten severek evlenmemiş. Kendinden kaç yaş büyük adamla küçücük yaşında zorla evlendirilmiş. Boşanmaya karar vermiş babamdan. Gerçek manada güçlü ve cesur olmak istemiş."

"Boşandıklarında ben dört buçuk yaşındaydım işte. Annemle kaldım. Ne annem beni bırakırdı, ne de babam çocuk bakmaktan anlardı. Anaannemlerin evine taşındık. Ama annem, baba evinden bir kere çıkınca geri dönmek zor, derdi. Zorlanmış sahiden. Psikolojik olarak baskıda hissetmiş kendini. Yük gibi, fazlalık gibi... Konu komşunun lafı sözü ayrı dert zaten o zamanlar."

"Çok geçmeden annem başkasıyla evlendi. Yahya babamla. Reyhan teyze ve eşi tanıştırmıştı onları. O zamana kadar annem, kimseye kolayca güvenmemişti. Ama Yahya amca öyle farklıydı ki... İyi bir adamdı, gerçekten. Bizim için bir nimetti. O zamanlar annem, en nihayetinde hak ettiği sevgiye kavuştu."

Emin'in gözleri, yıllar önceki o huzurlu zamanları düşünerek bir anda yumuşadı.

"Yahya babam, bana öz evladı gibi davrandı. Annemi çok sevdi, kıymet verdi. Bizi hep önemseyip ilgilendi. Bazen akşamları birlikte yürüyüşe çıkardık. Parka giderdik. Trene biner, onun akrabalarını ziyaret ederdik. Elimden tutup okula ilk kez beni götüren Yahya babamdı. Kırtasiyede istediğim kalemleri, defterleri, çantayı, kalem kutusunu keyif ve mutlulukla bana alan oydu. Yüzüme gülen, benimle oyunlar oynayan, benimle çocuklaşan... Nazik ve sabırlı bir adamdı. Onun sayesinde gerçek babalık nedir öğrendim. Ben ona, 'baba' dedim, o da bana 'oğlum' dedi. Sevgisiz geçen yıllardan sonra bir erkeğin bana nasıl yaklaşması gerektiğini, nasıl sevgi gösterilmesi gerektiğini Yahya babamdan öğrendim. O, beni sadece bir çocuk gibi değil, bir birey olarak da sevdi."

Emin bir an için yüzünü buruşturdu. "Öz babamsa arada sırada gelip beni görür, bazen alır, dedeme götürürdü. 'Erkek çocuğunun kıymeti bir başka olur,' derdi. Benimle sırf oğlu olduğum için, soyadını devam ettireceğim için ilgilenirdi. Eskiden ona çok öfkeliydim, biliyor musun? Ama sonra kızgınlığın ve bütün o olumsuz duyguların sadece bana zarar verdiğini, kalbimi katılaştırdığını anladım. Onu kendi adıma bağışladım. Allah'a bıraktım. O kimsenin hakkını kimsede bırakmaz."

Emin, bir süre suskun kaldıktan sonra devam etti. "11 yaşındaydım. Babam hasta oldu. Onca yıl sigara içince organları zayıf düşmüş, ciğerleri bitmiş. İçki de içerdi ara sıra. Sağlıksız bir yaşam tarzı vardı. Zaten iyi olan her şeyle arasına mesafe koyan bir insan olmasına bakılırsa iyi bile dayanmış. Her neyse... Kanser olduğunu öğrendik. O kadar bencil, o kadar ketum bir adamdı ki, ölümle yüzleşmek bile ona yumuşaklık katmadı. Üstelik bütün o süreçte yalnızdı. Ölümü de yalnız oldu."

Emin gözlerini sımsıkı kapatıp bir an için düşüncelere daldı. "Babamın vefatında bir kayıp yaşamış gibi hissetmedim. Çok üzülmedim. Pek ağlamadım. Onun bana kattığı, bana bıraktığı hiçbir şey yoktu sanki. Ne kadar acı."

Bir an sessiz kaldı. Sonra, anlattığı anları tekrar yaşar gibi konuşmaya başladı. "Gerçek kayıp duygusunu on beş yaşımdayken yaşadım. Liseye gidiyordum. Bir proje yarışmasında birinci olmuştuk. Çok mutluydum. Bu haberi vermek için heyecanla dönmüştüm o gün eve. Ama bana huzurlu bir yuva olan o dört duvarın içinde kasvet vardı. Acı, hüzün, ölüm vardı. Annem ve Yahya babam trafik kazası sonucu vefat etmişti. Yahya babamın akrabaları ve komşular bizdeydi. O kadar ani, o kadar sarsıcı bir haberdi ki... Annem, ve baba diye bildiğim Yahya amca... İkisi de yoktu artık. Yalnızdım. Her şey bitmiş gibi hissediyordum. Yalnızca hayatta kalmak değil, yaşamı yeniden anlamaya çalışmak zorunda kaldım."

Yanaklarım ıslanmıştı. Uzanıp silsem de gözyaşlarım aktıkça yeniden ıslanıyordu. Kalbimin orta yerinde bir sızı vardı.Emin'in sesindeki titremede ve kelimelerinin arasındaki boşluklarda yankılanan derin acıyı hissettim. Yüzüne baktım. Eve heyecanla dönen on beş yaşında bir gencin coşkuyla atan kalbinin, bir anda uçurumdan aşağı düşmüş gibi sarsılışını düşündüm. Tahayyül etmesi bile can yakıyordu.

Kendi içimde bir şeyleri sorgulamaya başladım. Hayatta kaybetmenin kaç türü vardı? Birini ölümle kaybetmek mi daha ağırdı? Yoksa canlı canlı, göz göre göre uzaklaşmasını izlemek mi? Onun yaşadığı, birdenbire, hazırlıksız, zamansız gelen bir kayıptı. Geçmişin bütün güzel anılarının, bir gün ansızın bir mezar taşı arkasına hapsolmasıydı.

Sadece hayatta kalmak değil, yaşamı yeniden anlamlandırmak... Bu cümlesi zihnimde yankılanıp durdu. Kaybedilen bir şeyin ardından insan nasıl devam eder? Bir şekilde devam eder belki, ama gerçekten yaşayarak mı? Yoksa sadece var olarak mı? O, on beş yaşında, bu sorunun cevabını aramak zorunda kalmıştı.

Şimdi burada yıllar sonra, tüm bu acıyı kalbinin en derininden çıkarıp benimle paylaşıyordu. Bir yanım onun için üzülüyor bir yanım da hayranlık duyuyordu. Çünkü Emin, o gün hayatın karşısında devrildiği halde, sonrasında kalkmayı başarmıştı. Belki de bu yüzden, bunca hüzne rağmen gözlerinde hâlâ bir ışık vardı.

"Sonra Yakut dedem beni aldı yanına. Mecburiyetten. Başka kimsem olmadığı için. Ama o da babam gibi bencil, samimiyetsizdi. Soğuk davranırdı bana. Aramızda hep bir duvar var gibi hissettirirdi. Sadece iş yaptırırdı. Sürekli beni oradan oraya koştururdu. Beni sever miydi, bilmiyorum. Hâlâ da sevip sevmediğine emin değilim."

Bir an duraksadı. Kucağındaki elini kaldırıp yüzüme yanaştırdı. Dokunuşu nazikti. Islanan yanaklarımı yavaşça sildi. Gözyaşlarıma ürkekçe dokundu. Kalbim sanki yerinden oynadı. Yanağıma değen her parmağı, içime başka bir sıcaklık taşıdı. Şaşırmıştım. Ama geri çekilmedim. Aksine, gözlerimi ondan ayırmadan, o anın içine iyice gömüldüm. Çünkü samimiydi.

Gözlerime baktı ve gülümsedi. Belli ki bu ağır atmosferi bir nebze de olsa dağıtmak istiyordu. Konuşmasına bambaşka bir yön verdi. "Ama seni seviyor galiba. Ne zaman ziyaretine gitsem Yakut dedem hep seni soruyor. Gelinim nasıl, bir şeye ihtiyacı var mı diyor. Kazanmışsın kralın kalbini."

Yüzümde belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Kalbim yine de sızlıyordu. Emin'in bu anı hafifletmeye çalıştığını görebiliyordum. Yine de içinde bir şeylerin kırık kaldığını hissediyordum.

"Seni de seviyordur bence," dedim bir umutla. İnanarak. Çünkü Emin sevilmeyecek biri değildi.

Omuzlarını silkti. "Bilemem. Benden kurtulmak için bir an evvel evlendirmeye çalıştı adam. Neyse, hüsnü zan yapalım. Dedem sonuçta, seviyordur illa. Sevmek kavramının altını aynı manalarla dolduramasak da..."

Burukça gülümsedim. Şu halde bile hüsnü zan nereden aklına gelmişti bilmiyorum ama hoşuma gitmişti. Belki de en büyük zafer buydu. Her şeye rağmen iyi kalabilmek ve iyiye tutunmak.

Sessizce ona baktım. Çünkü bazı hikâyelerin tamamlanması için yalnızca dinlemek gerekiyordu.

"Öyle işte," dedi kasveti biraz olsun üstünden dağıtmak istercesine. Omuzlarını kıpırdattı, sanki tüm bu anlattıklarını sırtından silkeleyip atmaya çalışıyordu. Ama gözleri, gizlediği kederi aşikar kılıyordu. "Anneme yapılanları hazmedemedim hiç. Babama benzemeyeceğim diye söz verdim kendime. Annemi ve Yahya babamı örnek aldım."

"Anneni tanımak isterdim," dedim içimden geçenleri ifade etme ihtiyacı hissederek. Onun hakkında anlatılan her şey, annesinin merhamet dolu, iyi biri olduğunu gösteriyordu.

Bir an için yüzündeki çizgiler yumuşadı. Sesi, özlemle ve kesinlikle doluydu. "Seni çok severdi. Sen de onu."

Sonra, birden gözlerini bana çevirdi. Yüzünde, anlatmakla anlatmamak arasında sıkışıp kalmış bir ifade vardı. Dudakları aralandı, tekrar kapandı. Ne diyeceğine karar veremiyormuş gibiydi. Sonunda, zihninde uzun zamandır döndürüp durduğu bir soruyu dışarı çıkarır gibi konuştu.

"Biliyor musun, bazen düşünüyorum... Eğer annem daha uzun yaşasaydı, eğer yanımda olsaydı, ben farklı biri olur muydum?"

Gözleri, bir anlığına, çocukluğuna açılan bir pencere gibi göründü bana. Annesinin varlığı hayatını nasıl şekillendirirdi? Daha az mükemmeliyetçi, daha rahat biri mi olurdu? Daha mutlu biri mi? Daha huzurlu yahut?

Boğazını temizledi. Kendi düşüncelerinin içinde kaybolmaktan korkuyormuş gibiydi. "Onunla ilgili en çok neyi hatırlıyorum biliyor musun?" dedi yavaşça. "Ellerini. Sıcacıktı. Kucağına yatardım, saçlarımı usulca okşardı. Öyle vakitler en huzurlu uykumu uyurdum."

İçim titredi. Boğazımda düğümlenen sözcükleri yutkunarak bastırmaya çalıştım. Kendi annemin elleri geldi aklıma.

Derin bir nefes aldı. "İlk kez bu kadar çok konuştum. Ve ilk kez kendi hayatıma dair bir şeyleri bu kadar uzun anlattım." Gözlerinde şaşkın bir ifade belirdi. "Farklı bir duyguymuş. Hem hafifledim, hem garipsedim."

Onun için sıradan bir akşamdı belki, ama benim için öyle değildi. Emin'in geçmişini, kalbinde sakladığı en derin yaraları bu kadar açıkça anlatması derin bir anlam taşıyordu. Güvenin ve yakınlığın en saf hâliydi.

Bu konuşmanın sonunda kesin olarak anladım: Acılar en çok da iyi insanların hayatında pusuda bekliyordu.

Bütün dinlediklerimin ağırlığı üstümdeydi. Söyleyecek kelime bulamıyordum. Sadece o ânı paylaşmak, Emin'in yanında olduğumu göstermek istedim. Tıpkı az evvelki gibi ona yaklaştım ve sarıldım. İlkin omuzlarının hafifçe kasıldığını hissettim. Ama sonra, ağır ağır, sanki içindeki bütün o duvarlar yıkılıyormuş gibi, kollarını bana sardı. Derin bir nefes aldı, başını omzuma yasladı.

Yavaşça elini tuttum. O anda başka hiçbir şey yapamazdım çünkü. Teselli etmek için büyük cümleler gerekmezdi. Onun yorgun parmaklarına usulca dokundum. Belki de annesine ait o sıcak ellerin eksikliğini, kendi elimle bir nebze olsun tamamlayabilirdim.

Sessizdik. Ama bazı sessizlikler kelimelerden daha çok şey anlatırdı. Ben, onu anladığımı söylemesem de anladım. O, yalnız olmadığını söylemesem de hissetti.

 

 

Bölüm : 04.02.2025 22:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...