

“Bir şeyi çok derinden hissedip de anlatamamak diye bir dert vardı.”*
✦
"(Allah): 'Yeryüzünde yıl olarak ne kadar kaldınız?' der. Onlar, azabın verdiği dehşetin sersemliğinden ötürü; 'Bir gün veya daha da az. Sayanlara sor,' derler..." (Mü'minun 112-116)
Ramazan'ın son on günüdeydik. O son günlerin kendine has bir sessizliği, hüzünle karışık bir ağırlığı olur ya... İşte öyle hissediyorduk. Ne ara üçte ikisi geride kalmıştı? Ne ara bu kutlu misafir, elveda demeye hazırlanmıştı? "Ne çabuk geçti Ramazan..." diyorduk sık sık. Belki de bu 'ne çabuk geçiyor' cümleleri sadece bu aya değil, bütünüyle zamana söylenişimizdi. Hani deriz ya, "Bir bakmışsın, geçmiş..." O "bakma" anı bile olmadan akıp giden günlerin ardında duruyorduk.
Kur'an'da geçen o ayeti anımsadım, yüreğimde çınladı: "Bir gün... ya da daha az..."
Evet, bütün bir ömrün sonuna geldiğimizde "bir gün, hatta daha az kaldık yeryüzünde," diyeceğiz. Bütün bir ömür, sonsuzluk karşısında sadece bir günmüş meğer. Belki de bir ikindi vaktinin serinliği kadar. O halde, bu kadar az süreyi nasıl harcıyorduk? O en uzunmuş gibi gelen günlerde, o dar zamanlarda... Ne kadarını ahirete hazırlanarak geçiriyorduk? Ne kadarını geçici olanın içinde kaybolarak harcıyorduk? Bilmiyorum. Ama düşünmeden de edemiyorum.
Galiba insan olmanın bir parçası da bu; dalgalanmak. Bir deniz gibi... Bazen coşkulu dalgalarla kıyıya vurur insan, bazen durulur, çekilir, uzaklaşır. Hayatta dalgalanmalar oluyor ve olacak. Bazen dört elle sarıldığımız şeylere bazen iştahsızca yaklaşacağız. Heyecanla karşıladığımız günler bir süre sonra monotonlaşacak. Bir sabah hevesle ve tüm kalbimizle yaptığımız ibadeti gün gelecek kendimiz zorlayarak gerçekleştireceğiz. Ve bir başka gün o heves ve samimiyet yeniden tezahür edecek... Bazen inişler olacak duygularımızda, eylemlerimizde, bazen çıkışlar. Olsun. Bu da kulluğun bir hâli, belki en insani olanı.
Örneğin, Ramazan'ın ilk on günü kalbim bir seher vakti gibi tazeydi. Coşkuyla, epey düzenli şekilde hedeflerim üzere ilerlemiştim. Hem de günü gününe ve aksatmadan. Sonra, ikinci on gün geldi. Bazı hedeflerimde bazı günler aksamalar oldu. Ve şimdi son on gündeydik. Bir yanım "Son günler en değerlisi... Veda etmeden evvel sımsıkı sarıl bu aya," dese dahi; okulun yoğunluğu ve gündelik koşuşturmalar, hedeflediğim ibadetleri ve okumaları yapma oranımı gölgelemişti. Dalgalanmalar yaşamıştım.
Bu konuda sıkıntılı hissetmiş ve kendimi suçlamıştım. Hayal kırıklığı hissetmiştim. Sanki bu mübarek vakitleri hakkıyla değerlendirememişim gibi... Ramazan'ın kıymetini bilmiyor muydum? Neden kalbimle planladığım yolda ayağım tökezlemişti?
Dün akşam Emin'le konuşmuştuk ve ona içimi açmıştım. Beni sessizce dinlemiş, ardından sakince konuşmuştu. Her zamanki gibi söyledikleri gönlüme su serpmişti. Önemli olanın elimizden geleni yapmak olduğunu, kendimizi suçlamanın bir fayda sağlamayacağını açıklamıştı.
"Hayatta dalgalanmalar olması normaldir. İnişler sana çıkışların değerini gösterir. Şükrünü ettirir. O yüksekleri özlersin, kıymetini görürsün. Stabillik insana göre değil. Zıtlıklarla kâim olan varlıklarız."
Emin "Önemli olan sıfıra inmemek," diye devam etmişti. "Bir sıfırdan büyüktür mantığı ile ilerlersen alışkanlıklarını koruyabilirsin ve devamlı hâle getirebilirsin. Efendimiz (s.a.v) ne buyuruyor? Amellerin en hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır."
Hak vermiştim söylediklerine. Gerçekten de öyleydi. Meğer önemli olan hep zirvede kalmak değilmiş. Mühim olan, her düşüşte yeniden kalkıp yönünü kıbleye çevirebilmekmiş.
Mesela Emin'le her gün Kuran, hadis ve meal okumaya karar verdiğimizde önce yalnızca birer ayet, bir hadis, bir sayfa şeklinde başlamıştık. Böylece yorulmayacak ve bunalmayacaktık. Zamanla alışkanlık haline gelecekti. Hiç okumamaktansa bir ayet okumak evlâdır. Hiç hadis öğrenmemektense bir hadis öğrenmek, hiç namaz kılmamaktansa farzları kılarak başlamak...
Böylece yoğun bir günün ardından çok yorgun olduğumuzda bile "Bir tanecik, beş dakikamızı almaz," diyerek devamlılığını sağlayabilmiştik. Zamanla da o birler çoğalmıştı. Kendi isteğimizle çoğaltmıştık. Kalbimiz onlara alıştı, ruhumuz onları arar oldu.
Böylece yeniden bir karar vermiştim; kalan günlerimde hatimimi tamamlamak için canla başla Kur'an okuyordum. Şimdiden iki cüz okumuştum. Akşam eve döndüğümde devam edebilirsem, edecektim. Çünkü biliyordum artık: Yavaş da olsa yürümek, yerinde saymaktan iyiydi. Ve bir, gerçekten sıfırdan büyüktü.
Telefonumun zil sesi, dalıp gittiğim düşünceleri nazikçe bölerek beni bulunduğum ana çekti. Ekrana baktım: Emin'di. İyi insan lafın üzerine gelirmiş ya hani... Sanki içimdeki düşünceleri duymuş ve aramıştı.
Aramayı yanıtladım. Sesi her zamanki gibi sakindi ama bir o kadar da enerjik... "Geldim sayılır, hazır mısınız? Direkt okulun kapısından alayım sizi, oradan salona geçelim."
"Hazırız hazırız," dedim. "Kızlar namaz kılıyor ama biter şimdi. Kapıya çıkarız."
"Tamamdır, görüşürüz."
Telefonu kapattıktan sonra kızlara baktım; tam da selam veriyorlardı. "Duanızı edin, çıkalım. Emin geliyormuş," diyerek onları bilgilendirdim. Kısa sürede toparlandık. Tam bizim okul kapısından çıkışımıza denkti onun gelişi. Zaman bize hizmet eder gibiydi. Arabaya binerken ona selam verdik. Selamımızı aldı. Yüzünde her zamanki gibi içten bir tebessüm vardı. Yolculuğumuz başladı.
Bugün Emin'in çalıştığı vakfın düzenlediği bir iftar programına katılacaktık. Çocuklar içindi bu program; hepsi ya öksüzdü ya da yetim. Yahut ikisi birden... Onlar için oyunlar, etkinlikler, küçük hediyeler hazırlanacaktı. Çocuklar için neşeyle dolu bir akşam tasarlanmıştı. İlk kez böyle bir programa katılacaktım. İçimi kıpır kıpırdı. Heyecanlıydım. Kızlar da benimle aynı coşkuyu taşıyordu.
Emin'e kızları da davet edip edemeyeceğimizi sorduğumda aldığım olumlu yanıtı dostlarıma iletmiştim. O kadar mutlu olmuşlardı ki... Hem onların yüzünde parlayan neşeyi hem de kendi içimde beliren o sevinci unutamıyorum.
Yaklaşık kırk dakikalık bir yolculuğun ardından salona ulaştık. İlk gelenler bizdik. Açıkçası biraz şaşırmıştık. On dakika kadar beklememize rağmen ortalık hâlâ sessizdi. Emin hemen organizasyon ekibinden birini aradı. Geciktikleri haberini almıştık.
"Onları beklersek hazırlıklar yetişmez," dedi Emin. Bu yüzden kolları sıvadık ve işe koyulduk. Daha önceden bir başka ekip tarafından salona bırakılan süslemeleri elimize aldık. Rengârenk balonlar, ışıltılı flamalar, pastel tonda tüller... Hepsini uygun şekilde asmaya başladık. Yaklaşık on dakika sonra dört gönüllü daha geldi. Kalabalıklaşınca iş bölümü yaptık. Erkekler ve birkaç arkadaş süslemeleri asmaya devam etti; biz kızlar ise hediye paketleme işini üstlendik.
Çok hoş paketler almışlardı. Hasır iplerle ağızlarını bağladık. Paketin içine birer minik çikolatalar, renkli şekerlemeler, biraz harçlık ve sevimli çıkartmalar koyduk. Ardından en sevdiğim kısmına geçiyorduk: küçük notlar...Her paketin üzerine zımbalanan bu notlar, belki de paketin kalbiydi. Her birinde özene özene seçilmiş; kardeşlikten, birlikten, umut ve merhametten söz eden ayetler, hadisler ya da güzel sözler vardı. İçim titreyerek düşündüm: Bu paketleri açan minik eller, belki bir ayeti ilk kez okuyacak, belki bir söz onların kalbine dokunacaktı.
Dakikalar ilerledikçe masanın etrafı kalabalıklaştı. Ortama sohbetler eşlik etmeye başladı. Ambalaj kağıtlarının hışırtısı arasında bazen bir gülüş, bazen bir "Bu çok güzel oldu!" sesi yükseliyordu. İki yüz kadar paket hazırladık. Yorulmuştuk evet ama içimiz tuhaf bir huzurla doluydu.
Paketleme işi bitmeye yaklaşırken içimde bir kıpırtı belirdi. Etrafımda emekle çalışan arkadaşlarımı seyrettim bir an. Renkli kâğıtlar, hediyelikler, ipler... Her şey neredeyse tamamlanmıştı. "Kızlar ben Emin'in yanına geçiyorum, biraz da ona yardım edeceğim," dedim.
Hazal, elindeki paketi kapatırken başını bana çevirip gülümsedi. "Git sen kanka, abine yardım et. Zaten bunlar da az sonra tamamlanır."
Emin'in olduğu tarafa doğru yürüdüm. Ben de hemen işe dâhil oldum. Balonların iplerini bağlıyor, ona uzatıyordum. O ise sandalyenin üstüne çıkıp tül perdelerin arasına balonları birer birer asıyordu.
Emin tam balonların birini asmak için yukarı uzanırken, sandalye aniden sallandı. Dengesini kaybetti. O an zaman yavaşladı sanki. Kalbim korkuyla güm güm atarken ağzımdan istemsizce bir nida döküldü: "Emin dikkat et!" Refleksle bir elimle sandalyeyi, diğer elimle Emin'in belini tuttum. Dengesini toparladığında göz göze geldik. Saniyelikti ama sanki daha uzun sürdü.
Çok şükür ki bacağını hafifçe burksa da ciddi bir şey olmamıştı.
Yanımıza gelen bir kaç kişi tıpkı benim gibi endişelenmişti. "İyi misin?" sorusu havada uçuşuyordu. "İyiyim elhamdülillah, bir şey yok."
Vakıftan tanıdığım Nazlı abla —benden dört yaş büyük olduğu için öyle hitap ediyordum— diğerlerinden daha alakadar davranmıştı. Eğildi, yüzündeki endişeli ve ilgili ifadeyle dikkatlice sordu: "Ağrıyan bir yerin varsa buz falan getirelim mi? Emin misin iyi olduğuna?"
"Gerçekten gerek yok, iyiyim. Biraz sendeledim sadece."
Nazlı abla başını salladı ama yüzündeki tereddüt izi hâlâ silinmemişti. "İstersen sen başka bir şeylerle ilgilen, kalanını diğer beyler halleder."
"Gerek yok, Berrayla biz bitiririz. Az kaldı zaten."
Nazlı abla bir an bana baktı. Göz göze geldik. Manasını çözemediğim bir bakıştı bu. Ardından yumuşak bir sesle "Peki madem. Sen epey inatçı çıktın, kolay gelsin," dedi ve diğer hazırlıklarla ilgilenmek için uzaklaştı. Nedense onun tavırları içimde hafif limoni bir his bıraktı. Ama üzerinde fazla durmadım. Hüsnü zan etmeliydim.
Günün devamında benim "Yamuk oldu, biraz sağa kaydır," ve "Orantısız oldu, biraz aşağı as," gibi ayrıntılı komutlarım sebebiyle Emin bana laf yetiştirip durdu. "Böyle olsa ne olur sanki Berra?" "Zaten çocuklar o balonları çıkarıp alacaklar ellerine muhtemelen, niye beni uğraştırıyorsun..."
Sonunda itişe kakışa, gülüşler eşliğinde, Emin'le birlikte balonları ve rengârenk süslemeleri asmayı bitirdik. Tavanın her köşesinden sarkan balonlar etrafa neşe kattı. El birliğiyle emek verdiğimiz bu hazırlıklar, içimizde tarifsiz bir heyecan doğurdu. Göz göze geldiğimizde yüzümüzde tebessüm vardı.
Etkinlik masalarını hazırlarken yardıma ihtiyaç olup olmadığını kontrol etmek için salonun diğer kısmına yürüdük. Geniş ve aydınlık salon, resmen çocuk cennetine dönüşmüştü. Her masada farklı bir etkinlik olacaktı. Her birinde ayrı bir dünya kurulmuştu.
Bir masada rengârenk kutular içinde çeşit çeşit puzzle'lar vardı. Hemen yanındaki masada resim çizme alanı bulunacaktı. Rengarenk boya kalemleri, suluboyalar ve fırçalar... Boş A4 kağıtları hayallerle dolmayı ve renklenmeyi bekliyordu. Bir diğer masa origami içindi; incecik kâğıtların katlanarak kuşlara, çiçeklere dönüşeceği, minik ellerin kağıtlara sabırla şekil vereceği bir yer. Onun hemen ilerisinde mektup yazma masası kurulmuştu. Çeşit çeşit, desen desen zarflar ve renkli kâğıtlar vardı.
Bir köşede okçuluk için alan oluşturulmuştu. Nazlı Abla, gözlerinde kararlı bir parıltıyla yayı ve okları düzenliyordu. Okçuluk eğitimi aldığını duymuştum. Çocuklara ok atışı yaptıracaktı. Özellikle erkek çocuklarının buna bayılacağına emindim. Belki okla hedefi vurduklarında hissettikleri o özgüven, hayatlarına yön verecek bir ilham olurdu.
Diğer bir köşede ise ahşap boyama ve hat sanatı için ayrılmış alan vardı. Orta yaşlı, enerjik bir gönüllü abi, çocukların isimlerini süslü harflerle yazacak ve hat yapımını gösterecekti. Masanın üstü boya kutuları, mürekkep şişeleri ve süslemelik figürlerle doluydu.
Hazırlıklarımız tamamlandığında, salonun içi tam bir festival alanı gibi görünüyordu. Sıcacık, sevecen, renkli ve umut dolu... Çocukların gelişine dakikalar kalmıştı. Birkaç kişi salonun kapısına doğru geçtik. Onları karşılamak için hazırdık. Bazılarımız ise çoktan görev yerlerini almıştı. Hazal origami masasındaydı. Dikkatlice kâğıtları düzenliyordu. Ceyda puzzle masasının başında sabırsızlıkla çocukları bekliyordu. Ben ise karşılamadan sonra mektup yazma masasına geçecektim. Emin, kutu oyunları köşesindeydi. Özellikle de çocukların çok seveceği "Ahşap Bloklar" oyununu oynatacaktı.
Çocukları sevgiyle karşıladık. Kısa ve sıcak bir "Hoş geldiniz" konuşması yapıldı. Ardından çocuklara iftar vaktine kadar salon içerisinde serbest oldukları, diledikleri masada ve etkinlikte zaman geçirebilecekleri söylendi.
Önce biraz çekingen durdular. Salonun ortasında, rengârenk masaların arasında ne yapacaklarını tartar gibiydiler. Ama zaman geçtikçe ortama alıştılar. Gülüşmeler ve hareketlilik artmaya başladı. Salonun içi, bir anda çığırışlarla, bağırışlarla, kahkahalarla ve heyecanlı seslerle dolmaya başladı. Her köşe bir başka hikâyeye, bir başka sevince tanıklık ediyordu.
Benim görevli olduğum mektup yazma masasına çok az çocuk uğramıştı. Rengârenk zarflar, desenli kâğıtlar masada öylece duruyordu. Sanki hepsi, biri gelsin de bir duyguyu kucaklasın diye bekliyordu. Ama belli ki mektup yazmak pek cezbetmiyordu. Bu durumu yadırgamadım. Aksine, boş boş masada oturmaktansa çocuklarla birlikte salonun içinde dolaşmak, onlarla birebir vakit geçirmek istedim.
İlk olarak Hazal'ın yanına gittim. Origami masasındaki çocuklar ellerinde renkli kâğıtlarla uğraşırken gözlerinden sabırla karışık bir merak akıyordu. Hazal onlara öğretirken, arada bir kendi yaptığı şekilleri gösterip güldürüyordu. Küçük bir çocuk, katladığı kâğıtla "bak kuş yaptım!" deyince hepimiz gülümsedik. Gerçekten bir kuşa benzemiyordu belki ama onun mutluluğu yeterliydi. Bir kaç çocuksa bu konuda oldukça yetenekliydi. Harika şeyler yapmışlardı.
Sonra diğer masaları seyrede seyrede dolaştım; resim çizenler, kutu oyunları oynayanlar, çocukların yüzlerini boyayanlar... Ceyda'nın yanına da uğradım. Puzzle masasında birkaç ortaokullu çocuk, birlikte büyük bir resmi tamamlamaya çalışıyordu. Ceyda onlara rehberlik ederken ben de yanlarına oturdum ve onlarla sohbet etmeye başladım. Bazı parçaları birlikte yerleştirirken çocukların birbirleriyle kurduğu iş birliğine gülümseyerek şahit oldum.
Bir süre sonra Emin'in yanına geçtim. Çocuklar ahşap bloklarla büyük bir heyecan içinde kule yapmaya çalışırken, Emin bir spiker gibi durumu anlatıyor, esprili yorumlar yapıyordu. "Şimdi Ferit'den inanılmaz bir hamle geliyor! Aman dikkat!" gibi sözlerle çocukları hem güldürüyor hem de oyuna bağlıyordu.
Emin'in etrafındaki enerji bambaşkaydı. Zaten Buğlem ve Devran'la kurduğu ilişkiyi biliyordum. Ama burada tamamen yeni tanıştığı çocuklarla da dakikalar içinde sıcak ve güvenli bir bağ kurması gerçekten etkileyiciydi. Yıllardır tanışıyor gibilerdi. O anda onun çocuklarla iletişiminin ne kadar güçlü ve içten olduğunu bir kez daha fark ettim.
Etrafta dolaşmaya devam ederken kağıttan uçak yapan iki çocukla tanıştım. Nasıl oldu gerçekten bilmiyorum. Göz açıp kapayıncaya dek kendimi bu iki erkek çocuğuyla kovalamaca oynarken buldum. Biri sekiz, diğeri on yaşındaydı. İkisi de Uygur'du; yüzlerinde, yaşlarına göre biraz fazla şey yaşamış ama yine de gülümsemeyi başaran o yüreği yaralı ve güçlü çocukların ifadesi vardı. Ne zaman, nasıl ebe oldum, elimdeki yeşil balonu ne ara yakalama aracı yaptım, hatırlamıyorum. Bildiğim tek şey, o an kalbimin hafiflemiş olduğuydu.
Salonun içinde, masaların, süslemelerin, insanlar ve seslerin arasında koşuyorduk. Çocukların kahkahaları peşimde, ben onların ardında... İçimden bambaşka biri çıkmıştı sanki: Ne 18 yaşında bir genç kız, ne de etkinlik görevlisi... O an sadece oyunun içinde, sadece "orada"ydım. Annem beni görse muhtemelen başını iki yana sallayıp, "Koca kız oldun hâlâ çocuk gibi koşturuyorsun," derdi. Ama o anda, Muhammed ve İbrahim'le birlikte, üçümüzün de yüzünde gülücükler bir an olsun solmazken gönlümce zaman geçirip eğleniyordum.
Oruçlu oruçlu bu kadar koşmak, hele ki neredeyse otuz beş dakikadır durmaksızın oyun oynamak kolay değildi elbette. Boğazım kurumuştu ve susamıştım. Ama ne zaman kısa bir mola versem onların gülerek tekrar kaçmaya çalışması beni yeniden oyuna çekiyordu. Yoruldum demek içimden geçse de, çocukların yüzündeki o tarifsiz sevinç her şeyi unutturuyordu.
"Yakaladım!"
Emin, İbrahim'i aniden kollarına alıp havaya kaldırdığında küçük çocuk gibi ben de şaşkındım. Oyunumuza dışarıdan birinin dahil olması sürprizdi ama hiç yadırgamadık. Emin, İbrahim'i nazikçe yere indirip saçlarını okşadı. Sonra ikisine de gülümsedi. "Çok koştunuz. Bu abla da epey yorulmuş görünüyor. Hadi biraz dinlenin, o sırada şu köşede ok atmaya ne dersiniz?"
Çocuklar, ok atış sırasının azaldığını fark edince gözleri parladı. "Olur!" diye bağırarak atış için hazırlanan köşeye koştular. Onların ardından yavaşça yürümeye başladım. Ayaklarım acıyor ve kalbim hızlı hızlı atıyordu ama içim tarifsiz bir huzurla doluydu.
Yanı başımda yürüyen Emin "Sen iki dakika otur da soluklan," dedi. "Oruçlu oruçlu tansiyonun oynayacak bu gidişle."
Gerçekten de nefes nefeseydim. Derin bir soluk aldım. "Napayım, çok eğlendik. Nasıl mutluydular görmedin mi?"
"Gördüm," dedi Emin. Sözlerinde sıcak bir şefkat, gözlerinde derin bir memnuniyet vardı. Tebessüm etti.
İbrahim ve Muhammed, diğer çocuklar gibi sıraya girip ok atışı denemelerini yaptılar. Ellerindeki yayla hedefi tutturmak için ciddi bir çaba gösterdiler. Üç hakları vardı. Üçü de dolunca, biraz neşe, biraz da hayal kırıklığıyla koşarak yanıma geldiler. "Balonu yere düşürmeme oynayalım mı?" diye sordular. Gözleri heyecanla parlıyordu.
"Seve seve!" dedim, gülümseyerek.
Bu kez aramıza yeni biri katıldı: Tatlı mı tatlı, bal yanaklı, altı yaşlarında küçük bir Uygur kızı... Fazilet. Adı gibi yüzü de faziletliydi adeta; gözleri masumiyetle ışıldıyor, yanakları pembe pamuk şekerine benziyordu. Onu ilk gördüğümde yutkunmak zorunda kaldım. Güzelliği öyle nadir, öyle içe işleyen cinstendi ki insanın içini ısıtıyordu. Hani ayıp olmasa öpüp dururdum o yanakları.
İki balon aldık. Dördümüz, kahkahalarla süslenmiş bir oyun başlattık: Balonları yere düşürmemeliydik! Aramızda sessiz bir iş birliği vardı artık. Tabi bir de yavaşça büyüyen güven duygusu... Salondaki kalabalığa rağmen biz kendi dünyamızdaydık. Küçük avuçlarının balonlara vurması, "Aman düşmesin!" ve "Yakala!" çığlıkları...
Bu sırada Emin hâlâ okçuluk alanındaydı. Nazlı Abla, çocukları sıraya dizmekte zorlanınca ondan yardım istemişti. O da gayet organize bir şekilde işleri yoluna koymuştu.
Sonunda iftar vakti yaklaştı. Fazilet, İbrahim ve Muhammed yüz boyama masasına gitmek istediklerini söylediklerinde birlikte oraya yöneldik. Masada birkaç gönüllü kız, çocukların istedikleri desenleri özenle yüzlerine çiziyordu. Fazilet'in yüzünü öyle tatlı bir uğur böceğine çevirmişlerdi ki onu gören herkesin gözlerinin içi gülümsüyordu. Muhammed ve İbrahim de kendi isteklerini tarif edince kızlar çizmeye başladı.
Ezan vakti yaklaştığında vakıf yöneticisi mikrofonu eline alıp herkesi yavaş yavaş yemek masalarına oturmaya davet etti. Çocukları masalara oturttuk. Ama küçük grubum beni bırakmaya pek niyetli değildi.
"Berra abla, sen de bizimle otur!"
"Evet evet, bizim masamıza!"
O kadar masum ve içtendi ki bu davet. Nasıl hayır diyebilirdim?
Her masada yedi kişi oturabiliyordu. Biz çoktan dört kişiydik. Fazilet, İbrahim ve Muhammed... Onlara bakıp "Biz de sizle oturabilir miyiz?" diye soran iki çocuk daha geldi. Yakup, Muhammed'in arkadaşıydı; on iki yaşında ve oldukça neşeliydi. Yanında ise on yaşlarındaki Nur vardı. Tatlı bakışlarıyla masamıza adım attı. "Tabii ki!" dedim, içim sevinçle dolarak.
Yemekler dağıtılırken daha hızlı olması adına yardım etmeye koyulduk. Masalara tabakları dağıtmaya başladık. Sıra kendi çocuklarımın olduğu masaya geldi. Hepsinin önüne özenle birer tane tabak bıraktım. Pilav, çorba, kızarmış tavuk, patates kızartması, ayran, su, baklava, çilek... Menümüz oldukça bereketliydi. Masamızda hâlâ boş bir sandalye vardı. Belki biri daha gelir diye o sandalyenin önüne de bir tabak koydum. Sonra kendi yerime geçip tabağımı bıraktım.
O esnada küçük bir çocuk daha geldi. Nur'un kardeşiymiş; minicik, üç yaşında bir şeydi... Utangaç ama meraklı bakışlarla gözleri her şeyin üzerinde geziniyordu.
Tam oturup ezanı beklemeye başlamıştım ki, başka bir çocuk yaklaştı masamıza. Nazik ve çekingendi. "Ben de sizinle oturabilir miyim?"
"Tabii ki, gel!" diye cevapladım hemen. Bir sandalye daha çektik. "Senin başka bir masada yemeğin var mıydı?" diye sordum. Masada fazla tabağımız kalmamıştı çünkü.
"Yok, benim yerim yoktu. Buraya geldim," dedi. Ayağa kalktım, onun için bir tabak almak istedim. Görevlilere eksik bir tabak olduğunu söylediğimde üzgünce başlarını salladılar. Yemek bitmişti.
Bir an duraksadım ve düşündüm. Sonra tereddütsüz geri döndüm ve kendi tabağımı alıp çocuğun önüne koydum. "Al bakalım. Afiyet olsun."
Bugün onların günüydü. Onların doyması, mutlu olması, kalplerinin biraz olsun hafiflemesi gerekiyordu. Bir çocuğu aç bırakmaya kalbim asla razı gelmezdi.
Ezan okunduğu an, salona bir huzur dalgası yayıldı. Tüm uğultular sustu. Başlar eğildi, eller dua için kalktı. İçime bir sükûnet yayıldı. Ben de başımı hafifçe eğdim, derin bir nefes alıp içimden uzun uzun dualar ettim. Bu güzel çocuklar için, onları sevenler için, bu etkinliği hazırlayan tüm gönüllüler için, burada olanlar ve olmayanlar için, tüm ümmet için...Ardından su içtim ve orucumu açtım.
Çocuklar neşeyle yemeye koyuldular. Ben ise minik misafirimizle ilgilenmeye başladım. Üç yaşındaki çocuğun ağzına uzattığım bir kaşık pilav, bir parça tavuk, bir yudum su derken onu doyurmaya uğraşıyordum.
O sırada Nur başını çevirip bana baktı. "Ama senin tabağın yok?" dedi, şaşkın ve biraz endişeli bir sesle.
"Olsun, önemli değil," dedim tebessüm ederek. Gerçekten önemli değildi. Önceliğim onlardı bu akşam.
Boş olan mideme bir şeyler girmesi niyetiyle masamızın ortasındaki çilek kâsesinden iki tane çilek aldım. O sırada İbrahim, elindeki tavuk parçasını bana uzattı. "Berra abla, bunu sen ye," dedi masum bir cömertlikle. Kalbimde bir sıcaklık hissettim. Teşekkür ederek tavuk parçasını aldım ve yedim.
Nur, gözlerimin içine baktı. "Benim pilavımdan da yiyebilirsin."
Ama fazladan kaşık yoktu. Onun teklifine bir gülümsemeyle karşılık verdim. "Sen ye güzelim," dedim samimiyetle. O sofrada midem olmasa dahi kalbim doymuştu.
Yemek faslı son bulduğunda salon görevlileri boşalan tabakları ve çöpleri toplamaya başladılar. Ben de çocuklar yemeklerini usulca yerken, bir kaç dakikalığına gönüllülerin masasına geçmeye karar verdim. Yan yana duran iki uzun masada oturuyorlardı; Ceyda, Hazal, Emin ve diğer gönüllüler oradaydı. Herkes burada olduğuna göre çocuklarla birlikte masaya oturmuş olan bir tek bendim galiba.
Masaya yaklaşırken kızların kendi aralarında ciddi bir şeyler konuştuğunu fark ettim. Yüz ifadeleri, gerginlikten mi yoksa kırgınlıktan mı kaynaklandığını anlamadığım bir şekilde donuklaşmıştı. "Ne oldu?" dedim, sessizce yanlarına ilişerek.
Ceyda bir iç çekişle konuşmaya başladı. "Yemek sayısı eksikmiş. Gönüllülerden bir kız geldi ve biraz sert konuşarak şikâyet etti. Tavırları saygısızcaydı. Emin abi de doğal olarak tepki gösterdi. 'Böyle bir günde, böyle bir ortamda tatsızlık çıkartıp şikayet etmek yerine yapıcı çözüm bulmak gerek,' dedi. Kendi yemeğini verip konuyu kapattı."
Başımı hafifçe salladım. "Hiç hoş olmamış gerçekten... Emin de mi yemek yiyemedi yani?"
Hazal, gözlerini bana yönelterek başını salladı. "Yanındaki abiyle paylaştılar. Biz de Ceyda'yla ortak yedik. Bize de yetmedi ama abartılacak bir şey değildi. Günün anlamını unutmamak gerekiyordu."
"Bence de," dedim. Huzursuz olsam da durumu yatıştırmaya çalıştım. "Ben de su içebildim, 2 çilek yedim ve bir küçük parça tavuktan aldım. Yemek yetmeyince kendi tabağımı çocuklardan birine verdim çünkü. Açlıktan ölmüyorum şükür."
Hazal'ın gözleri hemen büyüdü. Sesi sıcak ve telaşlıydı: "Yaa Berra, sen hiçbir şey yememişsin! Gel bizim tavuklardan al, hâlâ duruyor. Ekmek var, arasına koyalım, patates de kaldı birkaç tane... Seversin sen!"
Gülümsedim. Hazal'ın bu içten ve samimi teklifi çok kıymetliydi. Canım dostum. Bir anda içimde, minik ama anlamlı bir mutluluk dalgası yayıldı. "Teşekkür ederim. Biraz patates alırım."
O sırada, Nazlı abla yanımıza geldi. "Arkadaşlar, birazdan gölge oyunu için sahne kurulacak. Şu masayı toparlayabilir miyiz?"
Hızla ayağa kalktık. Sandalyeleri çekip yerleştirdik. Boş bardakları topladık. Yavaşça masayı boşalttık. Tam o esnada çocuklardan biri seslendi: "Berra abla! Bi bakar mısın?"
Çocukların yanlarına geçtim. Üstlerine yemek dökülenler olmuştu. Islak mendille üzerlerini sildim ve kıyafetlerini temizlemeye çalıştım. "Bir şey olmaz, kirlenmek güzeldir!" diyerek şakalaştım onlarla. "Yıkanınca geçer lekeleri."
Az evvelki masaya döndüğümde kızlar yoktu ve masanın üstündeki her şey toplanmıştı. Oysa ki patateslerden birkaç tane daha almayı düşünmüştüm. Yazık olmuştu. "Nasip," diyerek, yüzümdeki gülümsemeyi kaybetmeden çocukları yanlarına geçtim.
Yemekten sonra, salonun atmosferi birden değişti. Çocuklardan birine mikrofon uzattılar. Küçük elleriyle mikrofonu kavradığında herkes derin bir sessizliğe büründü. Yemek duasını okuyacaktı. Sesindeki masumiyet, salondaki herkesin kalbine dokundu.
Duası bitip de mikrofonu bıraktığında, hemen arkasından başka bir çocuk heyecanla elini kaldırdı. "Ben Kunut dualarını okumak istiyorum!"
Salonda tatlı bir hareketlilik oluştu; sanki cesaret, cesareti doğurmuştu. Yavaşça bir zincir halkası gibi büyüyen cesaretin izini sürebiliyordum.
İbrahim yanıma sokuldu. Gözlerinde belli belirsiz bir çekingenlik ve derin bir istek vardı. "Ben de Ayet-el Kürsi'yi okumak istiyorum," dedi kısık bir sesle.
Gülümsedim ve cesaretini artırmak istedim. "Tabii ki, harika bir fikir! Bence çok güzel okuyacaksın. Gel, birlikte söyleyeli!,"
Mikrofonu tutan genç görevlinin yanına yürüdük. "İbrahim de Ayet-el Kürsi'yi okumak istiyor," dedim, gence bakarak. Başını salladı. "Tabii ki, hemen."
Genç gönüllü, mikrofonu dudaklarına yaklaştırdı. "Şimdi de İbrahim kardeşimiz bize Ayet-el Kürsi'yi okuyacak," dediği anda salonda bir sessizlik oldu. İbrahim besmeleyle başladı. O kadar düzgün, o kadar güzel bir kıraatle okudu ki, dinleyen herkes hayran kaldı. Bir çocuğun içindeki cesaretin nasıl filizlendiğini görmek de ayrıca beni derinden etkiledi.
İbrahim'in ardından, onun cesaretinden güç alan Nur da bir başka sure okumak istedi. Bu sefer sıra ona geçti. Sonra bir diğeri, sonra bir başkası... Her biri, duaları, ilahileri, bildiği ezgileri söylemek istiyordu. Görevliler, sabır ve şefkatle hepsine fırsat tanıdı. Bu belki de birçok çocuğun hayatında ilk defa kendilerini bu kadar özgür hissettikleri, seslerini ilk defa bu kadar güçlü duyurdukları bir andı. Aynı zamanda aidiyetin, görülmenin ve değer verilmenin ifadesiydi.
Yavaşça bu güzel fasıl tamamlandığında Hazal'ı buldum. "Namaz için yer ayarlandı," dedi. Salonun en arka köşesinde, perdeyle çevrili sakin bir alan hazırlanmıştı. "Gölge oyunu başlamadan kılalım," diye ekledi. Namazlarımızı eda ettik.
Namazın ardından, salonun bir köşesi gölge oyunu için hazırlanmaya başladı. Diğer yanda ise çocuklar için eğlenceli bir oyun alanı kuruluyordu. Sandalyeleri daire şeklinde, sırt sırta dizdik. Sandalye kapmaca oynayacaktık. Müzik çalmaya başlayınca çocuklar sandalyelerin etrafında neşeyle dönmeye başladılar. Müzik durduğunda, hepsi hızla bir sandalyeye oturmak için atıldı. Oturamayan eleniyor ve biraz üzülerek kenara çekiliyordu. Her turda bir sandalye eksiliyor, heyecan artıyordu.
Bu oyun herkesin gözdesiydi ve kesinlikle günün yıldızı olmuştu. Biz gönüllüler bile oyunun ikinci turunda çocukların arasına karıştık. Kimimiz el şaklatıyor, kimimiz dans ederek dönerken çocuklarla birlikte eğleniyorduk. Müzikler bazen neşeli, bazen komikti. Bildiğim müzikleri ben de mırıldanıyordum. Kendimi anın büyüsüne kaptırmıştım.
Sandalye kapmaca oyunu hızla finale yaklaşırken salondaki heyecan ve neşe adeta tavan yapmıştı. Herkes kenara çekilmiş, kalan son dört kişinin etrafını sarmış, kahkahalarla onları izliyordu. Bu dört kişiden biri de Emin'di. Finale kalan üç çocuk —Yakup, Muhammed ve 10 yaşındaki cingöz bir kız— sandalyelerin etrafında büyük bir ciddiyetle dönüyorlardı. Emin ise koca cüssesiyle miniklerin arasına karışmıştı.
Derken bir anda müzik kesildi. Herkes aniden bir sandalyeye atıldı. Emin, oturacak gibi yaptı ama sonra aniden sanki "ayağı kaymış" gibi gülerek yere çöktü. "Yaa, kaydı! Kaydı burası!" diye ellerini kaldırarak yenilgiyi kabul etti.
Çocuklar sevinç çığlıkları attı. "Emin abi elendi! Emin abi elendi!" diye bağırışlar başladı. Yakup'un kıkırdamasıyla Muhammed'in sevinç çığlıkları birbirine karıştı. Emin, "Siz çok fenasınız ama!" diyerek sahte bir sitemle ayağa kalktı. Fakat yüzündeki gülümseme her şeyi ele veriyordu; bilerek yenilmişti.
O sırada ben de kenarda telefonumla bu sahnenin her anını kaydediyordum. Bu küçük anlar, yıllar sonra hatırlandığında gözlerimizi buğulandıracak türdendi. O videolar birer anı değil, ruhumda iz bırakan sıcaklık parçalarıydı adeta.
Oyun sonunda, son iki çocuk karşı karşıya geldiğinde salon alkışlarla çınladı. Kazanan kimin olduğu önemsizdi; çünkü aslında herkes kazanmıştı o gün: bir parça eğlence, bir avuç sevgi, bir yürek dolusu gülümseme ile...
Çocuklar birer birer gölge oyunu için hazırlanan sandalyelere yerleşirken salonun ışıkları biraz kısıldı. Ortama merak ve heyecan hâkim olmuştu. Minikler sabırsızca gözlerini sahneye dikmişti. Fısıldaşıyorlardı. Bizse —ben, Hazal, Ceyda ve diğer arkadaşlar— o sırada sessizce salonda yürümeye başladık. Gözümüz resim masasına ilişti. Gidip çocukların gün boyu çizdiği resimlere yakından bakmak istedik.
Masaya yaklaştığımızda gözlerimiz bir anda büyüdü. Kelimeler boğazımıza dizildi. Rengârenk çizilmiş resimler vardı ama bazıları, yalnızca çocuk çizimi olamayacak kadar derin ve anlamlıydı. Biri Türk bayrağı ile Filistin bayrağını yan yana çizmiş, tam ortalarına kocaman bir kalp kondurmuştu. Bir diğeri Doğu Türkistan bayrağını çizmiş, yanına Filistin bayrağını eklemiş, altına ise minicik harflerle "kardeşiz" yazmıştı.
Kalemle çizdikleri her şey yüreklerinden kopup gelmişti, belliydi. Bu çocukların yaşadıkları dünyaya dair hissettikleri şeyler, bizim çoğu zaman kelimeye dökemediğimiz hakikati sadelikle ortaya koyuyordu. İçimdeki şefkat, merhamet ve sorumluluk hissi gittikçe büyüdü.
Hazal, "Bak şuna... bak ne yapmış..." diye fısıldadı. Ceyda'nın gözleri dolmuştu bile. Ben de telefonumu çıkarıp bu anlamlı çizimlerin fotoğrafını çektim. Hem kendime bir hatıra kalması, hem de kalbimi sıkıştıran bu güzelliği unutmamak için...
Tam o sırada bir ses duydum arkamdan: "Berra abla..."
Fazilet'ti bu. Sessiz adımlarla yanıma yaklaştı. Elinde sarı desenli küçük bir zarf vardı. Yüzünde utangaç ama içten bir tebessüm yer etmişti. Zarfı bana uzattı.
"Bu senin için. Ama eve gidince oku, olur mu?"
Bir anda içim titredi. Gözlerim doldu, kalbim sıkıştı. Eğildim ve Fazilet'e sımsıkı sarıldım. Duygulanmıştım. "Teşekkür ederim meleğim..."
Kızlar bu anı bir kaç adım öteden izliyordu. Onlar da en az benim kadar duygulanmıştı.
Fazilet'in utangaç gülümsemesi hâlâ yüzündeydi. Geri çekildiğimde göz göze geldik. "Berra abla, birlikte fotoğraf çekilelim mi?" dedi çekingen bir ifadeyle.
Gülümsedim. "Tabiki!"
Hazal'a telefonumu uzattım. Hemen poz verdik. Nur başını omzuma yasladı ve bir kaç kare çekildik. Biraz ötedeki İbrahim ve Muhammed'e de seslendim. Onlarla da hatıra fotoğraflar çekildik. Hatıralar kıymetliydi.
Fotoğraf çekildikten sonra Nur'un verdiği mektubu özenle çantama yerleştirdim. Bu sırada salonun ışıkları yavaşça kısıldı. Sahnenin ortasındaki beyaz perde aydınlandı. Anlaşılan sıradaki etkinlik hazırdı. Çocuklar çoktan heyecanla sandalyelerine yönelmişti. Kimi bacaklarını sallıyor, kimi fısıltılarla neyin başlayacağını tahmin etmeye çalışıyordu.
Gölge oyunu başladı. İçeriyi bir sessizlik sardı. Gölge karakterler perdeye yansıdıkça çocuklardan kıkırtılar ve uğultular yükseldi.
Biz kızlarla ayakta, kenarda sessizce bu ortamı izliyorduk. Bir yandan da az evvel dağıtılan tatlılarımızı yiyorduk.
Emin yanımıza yaklaştı. Kısık bir ses tonuyla konuşuyordu. "Saat geç oluyor, yavaştan çıkalım mı?"
Ceyda başını eğip saate baktı ve başını salladı. Hazal da onayladı. Ben de sessizce "Olur," dedim. Gözlerim bir kez daha çocuklara takıldı. Neşeleri, gülüşleri, tatlı yorgunlukları...
Vedalaşmadan gitmek istemiyordum. Yavaşça çocukların yanına yöneldim. Her birine tek tek sarıldım. "Kendine çok iyi bak, tamam mı?" dediğimde Nur başını salladı. Fazilet gülerek el salladı. Muhammed ve İbrahim "Berra abla, yine görüşelim!" diye fısıldadılar. Kalbimde çiçekler açtı. "İnşallah," dedim. Bunu ben de çok isterdim. Hatta mümkün olup olmadığını Emin'e soracaktım.
Salondan ayrıldık. Koridorda yürürken çocukların gülüşmeleri hâlâ kulağımıza dek geliyordu. Dışarıya çıkıp arabamıza bindik. Kemerlerimizi taktıktan sonra Emin kontağı çevirdi ve motorun uğultusu eşliğinde yola koyulduk. İçerisi sessizdi. Herkesin gözleri yoldaydı. Ama muhtemelen onların da aklı tıpkı ben gibi salonda bıraktığımız çocuklardaydı.
Az sonra Hazal konuştu. Başını cama yaslamıştı. Yüzünde küçük bir tebessüm vardı.
"Bu akşam çok güzeldi. Ben Fazilet'in o uğur böceği yüzüyle aynaya bakıp sevinçle kıkırdamasını unutamam. Yani, bir yüz boyamanın bu kadar mutlu edebileceğini hiç düşünmezdim."
Ceyda başını salladı. "Bana bir çocuk ailesinden bahsetti. Annemi çok özlüyorum, ona her gece dua ediyorum, dedi. Çok duygulandım yaa. Ne diyeceğimi bilemedim bir an. Baya anlattı sonra, annesi geçen sene hastalanmış, vefat etmiş..."
Hazal'ın gözleri doldu. Hemen Ceyda'nın koluna dokundu. "Ne zor... Küçücük yaşta, böyle bir acı..."
Emin gözlerini yoldan ayırmadan ve sesi biraz titreyerek söze girdi. "Bazen elimizden bir şey gelmiyor gibi hissediyoruz. Ama o birkaç saatlik oyun, sohbet, bir tebessüm bile bir günü daha kolay atlatmalarını sağlıyor. Belki dualarında biz de yer buluyoruzdur..."
Derin bir nefes aldım. Kalbim sızlamıştı. Ceyda'nın anlattığı çocuk ve diğer yetim çocuklar, hepsi bir bir gözlerimin önünden geçti. Eğlenmiş görünen o çocukların kim bilir kalplerinde ne fırtınalar kopuyordu? Aynı zamanda, o salonda yaşanan her şey, her küçük an, çocuklar için büyük bir anlam taşıyordu. Farkındaydım.
"İyi ki gitmişiz," dedim. Sadece bu üç kelimeyle, o gecenin tüm yükünü, güzelliğini ve hüznünü özetlemiş gibiydim. Hepsi aynı anda başını salladı.
Hazal, kısa bir sessizliğin ardından başını Emin'e doğru çevirdi. "Emin abi, bu etkinlikte yer almamıza vesile olduğun için gerçekten çok teşekkür ederiz."
Ceyda da bakışlarını kısa bir ona çevirdi. "Evet. Gerçekten çok anlamlıydı. Ne yaşandıysa, her anı yüreğimize işledi. Sağ olun."
Emin, gözlerini yoldan çekip dikiz aynasından onlara baktı. Yüzünde huzur ve memnuniyet ifadesi vardı."Siz sağ olun. Orada olmanız çok kıymetliydi. Çocukların gözündeki ışığı sizler yaktınız. Ben sadece bir kapı araladım, içeri siz girdiniz."
Gülümsedim. Arabanın içi minnettarlık, kardeşlik ve paylaşım duygusuyla doldu. Bunu iliklerime dek hissettim.
Emin hepimize göz ucuyla bir bakış attı. "Madem orada doğru düzgün bir şey yiyemedik, size yemek ısmarlayayım hanımlar. Bu güzel günü aç aç bitirmeyin."
Hazal ve Ceyda gerek olmadığını belirtti. Ama çekindikleri ve yük olmak istemedikleri için öyle davrandıklarını biliyordum. Bu yüzden "Çok güzel fikir! Zaten biraz acıktım açıkçası. Hem şöyle oturup bir çay içer, sohbet ederiz," diye Emin'i destekledim. Karar verilmiş oldu.
Bir lokantaya gittik ve karınlarımızı doyurduk. Yemek sırasında bugünkü hatıralarımız, düşüncelerimiz, hislerimiz ve yorumlarımızdan bahsetmiştik. Her şey çok güzeldi.
Lokantadan ayrıldıktan sonra kızları evlerine bıraktık. Sonra da kendi evimizin yolunu tuttuk. Mahalleye varıp sokağımıza girdiğimizde Emin arabayı evin önüne park etti. Motorun sesi sustuğunda sokakta derin bir sükûnet hâkim oldu. Peş peşe arabadan inip eve doğru yürümeye başladık.
Emin aniden, yumuşak bir ses tonuyla "Berra," dedi. Başımı çevirip ona baktım. Göz göze geldik. Gözlerinde bugünün izlerini taşıyordu. Coşku, sevinç, güzellik, mutmainlik... Tıpkı benim de taşıdığım gibi.
"Bir şey söyleyeceğim."
Sözlerinin devamını bekledim.
"Bugün gönlüm bayram yeri gibi."
Dudaklarımda tatlı bir tebessüm belirdi. Kalbim sevinçle doldu.
"Benim de," dedim coşkuyla. Emin'in cümlesi duygularımı çok iyi tarif eden bir tanım olmuştu.
Eve vardığımızda kapıya anahtarı takıp çevirdi. O an, içimde taşıdığım başka bir sevinci paylaşma isteğiyle dolup taştım. "Bugün mutlu olduğum bir şey daha var."
Anahtar dönerken Emin merakla başını çevirdi. "Neymiş?"
Kapıyı açtı ve birlikte içeriye adım attık. Ayakkabılarımızı çıkarıp antreye geçtik. Çantamı portmantonun kenarına bıraktım. Emin hâlâ ne olduğunu merak ediyor gibiydi.
"Hani sana geçen gün sınıfta Mustafa Anıl diye bir arkadaşımdan bahsetmiştim ya? Oruç hakkında sorular soran?"
Emin, salona geçerken başını sallayıp bana döndü. "Evet, hatırlıyorum. Ne oldu ki?"
"Bugün oruç tuttu, biliyor musun? Okuldayken oruçluydu," dedim, gözlerim parlayarak.
Emin'in kaşları sevinçle havaya kalktı. "Gerçekten mi? Ne güzel..."
"Evet... Geçen haftalarda 'Hasta olmasam da tutmazdım,' diyen, isteksiz ve soğuk yaklaşan çocuk bugün kendi isteğiyle oruç tutmuş. İlaçlarını da sahurda ve iftardan sonra alacak şekilde ayarlamış. Bir de o kadar heyecanlıydı ki! Gözleri parlıyordu anlatırken. Samimiydi. Sanki içinde bir şeyler değişmiş gibiydi."
Salona geçip kanepeye oturdum. Emin de yanımda yerini aldı.
"Elhamdülillah. Allah kalbine daha nice güzellikler versin."
"Amin!"
Biraz daha günün kritiğini yapıp sohbet ettik. İkimiz de konuşmaya dalmış, vaktin nasıl geçtiğini fark etmemiştik. Üstelik konuştuklarımız anlamlı ve kıymetli hatıralar olunca sohbetin tadına doyum olmadı.
Ne çok kıymetli an biriktirmiştik bugün! Ne çok tebessüm, ne çok bakış, sessizce paylaşılan hisler... İçimdeki duyguyu bastırmadan, saklamadan söyledim: "Emin iyi ki bu etkinliğe birlikte gitmeyi teklif ettin. Hayattımın en güzel günlerinden birini yaşadım sayende. Teşekkür ederim."
Bunun benim için önemini yansıtacak şekilde gözlerine minnetle ve sevgiyle bakıyor, tebessüm ediyordum.
Emin'in sağ eli yavaşça havaya kalktı. Parmak uçları yüzüme doğru ilerledi. Örgümden kurtulmuş bir tutam saçı nazikçe kavradı ve kulağımın arkasına yerleştirdi. Bu küçük hareket, kalbimde bir yankı uyandırdı.
"Asıl ben sana teşekkür ederim."
Sesinin tonu içimi titretti. Bakışları derindi. Ne için teşekkür ettiğini tam olarak anlayamadım. Ama sormaya cesaret edemeyecek kadar ehemmiyetli olduğunu seziyordum. Üstelik bu küçük dokunuşu kalbimin normalden farklı seyirde çarpmasına sebep olmuştu. Garip hislerle doldum.
Tam o sırada telefonumdan gelen mesaj bildirimi bizi saran sessizliği deldi. Bu bahaneye sığınarak bakışlarımı ondan ayırdım. Kalbimin çarpıntısını bastırmak, içimde kabaran duyguları dengelemek istedim. "Bakayım kimmiş..." diye mırıldandım ve kaçarcasına kanepeden kalktım. Bahanem hazırdı.
Sehpanın üstündeki telefonu alıp mesajlara girdim. Bizim kızlardı. Aslında önemli bir mesaj yoktu ama güm güm atan kalbimi sakinleştirmek için biraz yalnız kalmalı ve düşünmeliydim. "Ben kızlara cevap vereyim. Sonra üstümü değiştirir, yatsıyı kılar, yatarım. Hayırlı geceler Emin," dedim yumuşak ama titrek bir sesle.
Emin gözlerini kaçırmadı. İç çekerek karşılık verdi: "Hayırlı geceler Berra..."
Arkamı dönüp odama yöneldiğimde Emin'in bakışlarını sırtımda hissediyordum. Sanki ardımdan uzun uzun bakıyor, söyleyemediği nice şeyin yükünü bakışlarına yüklüyordu. Bense kalbimde tuhaf bir sıcaklık taşıyordum. Çünkü kalbim hâlâ onun az önce dokunduğu yerde çarpıyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 39.81k Okunma |
3.85k Oy |
0 Takip |
63 Bölümlü Kitap |