

“Ne garip! İnsan doğruların ne kadar farkında olursa olsun, kendisini kandırabilme gücünü asla yitiremiyor…”*
✦
İnsan bilmediği ve tanımadığı şeyden korkar. Kâh bir duygu, kâh bir hâl, kâh bir mekân… Ben de bilmediğim duygulardan ve hallerden korkuyorum. Alıştığım hayat, aşinası olduğum duygular ve yolunda giden ilişkiler ile güvende hissediyorum. Mutluyum.
Ama kader çanlarını çalarak yaklaşıyor. Beni bekleyen bilinmezlikler var. Ne kadar kaçarsam kaçayım yolumun sonunda kesişeceği gerçekler bunlar. Şimdilik kendimden uzak tutmaya çalıştığım ve kabullenmek istemediğim ama içten içe sezdiğim…
Son dersimiz boştu. Kızlarla bir kaç gündür planını yaptığımız bazı projele ve fikirlerimiz vardı. Ramazanda vakıfla yapılan yetim çocuk şenliğinden ilham almıştık. Okuldaki arkadaşlarımızın da desteğiyle küçük bir topluluk oluşturup bu etkinlikleri ve projeleri hayata geçirmek istiyorduk. Evet, belki on birinci sınıfın sonuna gelmiştik. Ama önümüzde daha zaman vardı ve değerlendirebilirdik.
Ceyda ile birlikte kimleri bu ekibe davet edebileceğimizi, hangi arkadaşlarımızın ilgilenebileceğini düşünüp tartışmıştık. Hem alt dönemlerden hem de kendi dönemimizden aklımıza gelen isimleri not almıştık. Hazır ders boşken bizim sınıftaki Begüm’ü ve Semra’yı davet etmiş, fikirlerimizi açıklamıştık mesela. Diğerleriyle de yarın konuşmak için kararlaştırdık.
Ceyda’nın canı tatlı isteyince kantine geçtik. İçeri girdiğimizde bakışlarım pencere kenarındaki masaya takıldı. Ali ve Yusuf baş başa oturmuş sohbet ediyorlardı. İkisi de çay bardaklarını önlerine koymuş, kimi zaman konuşuyor kimi zaman çaylarını yudumluyorlardı. Onlar da listemizde isimleri olan arkadaşlarımızdandı. Hazır buradalarken konuşabilirdik aslında. Bunu Ceyda’ya söylediğimde “Olur, aradan çıksın hem,” deyip hangi çikolatayı alacağına karar vermeye çalıştı.
“Kanka benim karar vermem uzun sürüyor malum. Sen git yanlarına, gelirim ben de.”
Ceyda’nın kendini böyle iyi tanımasına gülmeden edemedim. Onu tercihleriyle baş başa bırakıp adımlarımı beylere doğru yönelttim.
Masanın yanına vardım. “Selamün aleyküm.”
Yusuf başını kaldırıp karşılık verdi. “Aleykümselam Berra. Buyur, otur.”
Ali de başıyla selamımı aldı. Küçük ve yuvarlak masanın etrafındaki boş sandalyelerin birine oturdum.
“Bir şey içer misin?” diye sordu Yusuf.
Nazikçe gülümsedim. “Hayır, teşekkür ederim. Aslında sizle bir şey konuşacaktım. Konuşacağız daha doğrusu. Ceyda da gelir şimdi.”
İkisinin de bakışlarında küçük bir merak emaresi gördüm. Ali’nin parmakları bardağın sarılmıştı. Elindeki bardakla oynuyor, döndürüp duruyordu. Bazen bardağın altını masaya vuruyor, bazen de parmak uçlarıyla bardağa vurup içindeki sıcaklığı ölçermiş gibi davranıyordu. İçimden bir ses “Üstünden duman tüten sıcak bardakla nasıl böyle rahatça uğraşıyor?” diye sorgulamadan edemedim. Dökülme ihtimaline karşın içim bir tuhaf oldu ama ses çıkarmadım.
“Kızlarla bir topluluk oluşturmaya karar verdik. Etkinlikler düzenlemek, okul içi ve dışında programlar yapmak istiyoruz. Toplumsal sorumluluk projeleri gibi. Aktif olmak, faydalı işler istiyoruz. Sizi de ekibimize davet etmeyi düşündük açıkçası…”
Ali “Oo çok iyi, ne gibi şeyler peki?” diye atıldı hemen.
“Bir kaç örnek vereyim. Mesela…”
Cümlemin devamını getiremedim. Masada bir anda yükselen ince bir şangırtıyla sözüm kesildi. Ali’nin elinden kayan bardak devrilmişti. Çayın tamamını masaya boşaldı. Her şey bir saniyeden daha kısa sürede gerçekleşti. Sesin duyulmasıyla Yusuf’un masada duran elimi refleksle tutup çekmesi aynı ana denk geldi.
Eli benimkini tuttuğu anda, çayın sıcaklığı değil, avucuma yerleşen parmaklarının ısısı yayıldı tenime. Kalbim, o ani temasla bir anlığına sıkıştı. Elim, onunkiyle birlikte havalanmış, masadan uzaklaşmıştı. Avuç içim onun avucundaydı.
Elimi çekip Yusuf’un parmaklarının arasından alırken gözlerimi kaçırmıştım. “Sağ ol,” dedim. Sesim belli belirsizdi. İçimde hissettiklerim ise çok daha gürültülüydü.
Yusuf, Ali’ye döndü, sesi alışılmadık şekilde sertti. “Kanka, sana on kere dedim şu bardakla oynama diye. Kızı yakacaktın neredeyse!”
Ali, suçlulukla dolmuştu, yüz ifadesinden belliydi. Önce Yusuf’a sonra da bana baktı. “Abi istemeden oldu ya... Özür dilerim Berra, vallahi elimden kaydı.”
Islanmış masaya, sonra Yusuf’a göz ucuyla baktım. Gözlerinde kızgınlık, endişe ve başka bir şey daha vardı. Adını koyamadığım bir şey.
Ali, hemen ayaklandı. “Dur, dur, peçete alayım.” Kantin tezgâhına doğru hızlı adımlarla yürüdü. Üç beş kâğıt peçete kapıp geri geldi. Masaya eğildi, dökülen çayı hızla silmeye başladı.
“Berra, vallahi çok özür dilerim,” dedi tekrar. Sesi mahcuptu. “Yanmadın ama dimi? Yusuf, senin eline falan bi’ şey oldu mu kanka?”
“Yok, iyiyim. Yanmadım. Önemli değil.”
Bu sırada Ceyda da yanımıza gelmişti.
Yusuf başını iki yana salladı. Sessizdi. Gözleri bir anlığına bana takıldı. Elimi tuttuğu anda takılı kalmış gibi garip hissettim ve itinayla bakışlarımı ondan kaçırdım.
Masadaki sıcaklık ve karmaşa dağıldıktan sonra, ben de toparlandım. Yusuf’un iyi niyetinden, beni korumak istediğinden emindim. Ama yine de kalbim rahat değildi. Elimde hâlâ onun teninin izi vardı sanki. Elimi saklar gibi tutmaya başladım. Usulca kucağıma çektim. Baş parmağım, biraz önce onun avucunda kalan o iç kısmı sıvazlıyordu fark etmeden. Garip bir histi. Tam olarak mahcubiyet değil, ama ona yakın. Biraz utanç, biraz çekingenlik… Karışık.
Gözlerimi masaya dikerek konuşmama kaldığım yerden devam ettim. Ceyda da yanımda olduğu için şimdi daha rahattım.
“Aslında birkaç saha etkinliği planladık. Mülteci çocukların eğitim gördüğü okula çok yakın bir merkez var. Oraya ziyaret gerçekleştirip çocuklarla vakit geçirmek mesela. Sonra, bazı yazarları, aktivistleri, gönüllü olarak sahada çalışan kişileri okula davet edip konferans salonunda etkinlikler düzenlemeyi düşündük. Farklı konularda farklı çalışmalar…”
Kelimelerim dudaklarımdan biraz hızlı çıkıyordu. Çünkü hâlâ üstümde az önceki anın yankısı vardı. Yusuf sessizce dinliyordu, Ali ise hem dinliyor hem de başını sallıyordu.
“Bizi dahil etmek istediğin için teşekkürler,” dedi Yusuf sonunda. Sesi normal tonuna dönmüştü. “Bence güzel fikir. Ben varım.”
“Ben de varım Berra. Elimizden gelen bir şe varsa yaparız evelallah.”
Nazik ama ölçülü bir tebessüm ettim. “Harika. Ayrıntılar için zaten hep beraber toplantı yapacağız, haberleşiriz o zaman.”
“Olur,” dedi Ali.
“Tamamdır, bekliyoruz.”
Ceyda “Hoş geldiniz ekibimize o zaman,” dedikten sonra ayaklandık. “Biz artık çıkalım. Sonra görüşürüz.”
“Görüşürüz.”
“Allah’a emanet.”
Çıkış vakti yaklaşmıştı. Sınıfa girip çantalarımızı aldık. Bahçeye çıktığımızda derin bir nefes aldım. İçim biraz açıldı ama hâlâ bir sıkışıklık hissi vardı.
Taş yolda ağır ağır ilerlerken ellerimi cebime soktum. O garip his gitmiyordu. Avuç içimde hâlâ Yusuf’un parmaklarının sıcaklığı vardı sanki. Gerçekleşen ani temasın ürkekliğini taşıyordum. Çünkü daha önce elimi Emin’den başka kimse tutmamıştı. Yanlışlıkla da olsa. Refleksle, iyi niyetle bile olsa.
Ceyda okulun önündeki öğrenci servisine bindiğinde yalnız kaldım. Adımlarımı hızlandırdım. Rüzgâr saçımı yüzüme savururken, birden zihnimde Emin’in yüzü belirdi. Onun dokunuşları, sesi, bakışları…
Bu anı unutmam gerekirdi. Ya da en azından, büyütmemem. Ama insan bazen neyi unutması gerektiğini bile kestiremiyor.
Bahçenin köşesini döndüğümde duraksadım. Gözlerim otopark tarafına kaymıştı. Orada, arabasına yaslanmış biri beni izliyordu. Tanıdık biri. Onu görünce kalbimin iyice sızladı, asitle yanmış gibi.
Bu saatte burada olmasına şaşırmıştım. Bakışlarımız birbirini bulduğunda gülümsedi. Doğrulup bana doğru birkaç adım attı.
“Ne zaman geldin sen?” dedim, şaşkınlığımı gizlemeye çalışmadan.
“Az önce.”
“Hayırdır, hangi rüzgar attı peki?”
“İşim erken bitti. Berra’yı alayım, beraber biraz dolaşırız dedim. Şimdi derslerden kafan yanmıştır. Değişiklik olur.”
Sürpriz yapmanın verdiği o çocuksu memnuniyet yüzünden okunuyordu. Yüreğimde bir yumuşama hissetim. Gülümsedim.
“İyi düşünmüşsün.”
Arabaya geçtik. Yolda biraz sohbet ettik. Bu sırada kafam dağılmış, öncesinde beni içine hapseden hisler eriyip gitmişti.
Çarşıya uğradık. Önce yemek yedik. Sonra küçük bir pastaneye oturduk. Tatlı yerken sohbet ettik. Emin’in yüzündeki her şey tanıdıktı ama içinde yeni bir canlılık ve sıcaklık taşıyordu sanki. Son zamanlarda bana daha uzun bakıyor, zaman geçireceğimiz daha fazla fikirle karşıma dikiliyordu. Ya da bana öyle geliyordu. Bilmiyorum.
Caddeye çıktığımızda etraf iyice kalabalıklaşmıştı. İnsanlar sokaklara taşmıştı. Etrafta çocuk sesleri, satıcı bağırışları ve bir kargaşa vardı. Neden bu kadar kalabalıktı şimdi bu çarşı? Bi yerde açılış, indirim, kampanya falan mı vardı acaba?
Kalabalıklardan hoşlanmazdım. Bunalırdım. Neyse ki eve dönüyorduk. Otoparka ulaştık mı tamam, gerisi kolaydı.
Eminle yan yana yürüyorduk. Kalabalığı yararak ilerledik.
Aniden parmaklarımda bir dokunuş hissettim. Elimi tuttu. Üstelik sıkı ve kararlı bir şekilde. Adımım sekteye uğradı ama belli etmemeye çalıştım. Sadece yürümeye devam ettim. Kalbim hızla çarpmaya başladı.
Alışkın olmadığım bir şeydi bu. Emin durduk yere elimi tutmazdı. Düşünerek hareket ederdi. Bu yüzden ilkin anlam veremedim. Sonra "Herhalde... kalabalıkta birbirimizi kaybetmeyelim diye tuttu. Geride kalmayayım diye,” düşündüm. Çünkü kalabalık giderek artmış, yol daralmış, insanların sesleri birbirine karışmıştı.
İçimden bunu tekrarlayıp durdum. Sanki o düşünceye tutunursam, yaşadığım tuhaf hissin önü alınabilirmiş gibi. "Başka bir anlam yükleme Berra. Kendi kendine büyütme."
Başımı ona çevirmedim. Göz göze gelirsek, içimdeki çırpınışı fark eder diye korktum.
Sonra bir an, kısa bir görüntü gibi kantindeki o an geldi aklıma.Yusuf refleksle, aceleyle, ani bir hareketle tutmuştu elimi. Emin’in tutuşu ise başkaydı. Daha bilinçli, daha sakin.
İçim yeniden sıkıştı. Elim hâlâ Emin’in elindeydi. Yürürken başımı eğdim. Suçluluk duygusu usul usul içimi kapladı. Onu ne kadar bastırsam da, kalbimin ritmi bana bir şeyi hatırlatıyordu: Bazen bir dokunuş, kelimelerin anlatamayacağı kadar çok şey söyler.
Ve ben kelimelerle kendimi ikna etmeye çalışırken, hislerimin beni çoktan başka bir yere çekmeye başladığını fark ediyordum.
İçimden geçen kelimeleri susturmak zorlaştıkça, elimi tutan bu eli daha sıkı tuttum.
✦
Temmuz ayının sonlarındaydık. Okul çoktan bitmişti. Bir sene daha ardımızda kalmıştı. Artık on ikinci sınıfa geçmiştim ve üniversite sınavına hazırlık aşamasındaydık. Ağustosun on beşinden itibaren yaz kurslarımız başlayacaktı ve okula gidip gelmem gerekecekti. Bu kez tatilimiz yaklaşık bir buçuk ay sürecekti ama olsun.
Öte yandan, bu meseleyi henüz Eminle konuşmamıştık. Beni lise eğitimim konusunda desteklemişti. Ve üniversiteye de gitmek istiyordum. Yine destekleyeceğini düşünsem de içten içe bazı sorular oluşmuştu zihnimde. Mesela, üniversite sınavında başka bir şehri kazanırsam ne yapacaktık? Benimle birlikte uzaklara gelir miydi? Düzenini bozar mıydı? İşi vardı sonuçta. Çevresi vardı… Evimiz de buradaydı. Başka bir yerde kirada oturmak istemeyebilirdi. Yahut kendi düzenini bozmak istemese bile benim tek başıma gitmeme müsaade eder miydi? Peki ailem? Onlar buna izin verir miydi? İşler yine karışacak gibiydi. Son zamanlarda bu endişeleri taşımaya başlamıştım. Biraz gergindim. Ne hayallerimden vazgeçmek istiyordum ne de başkalarına yük olmak…
Bir kaç kez onunla konuşmak istesem de vazgeçmiştim bugüne dek. Ama artık zamanı gelmişti. Çünkü yaz kurslarım başlayacaktı ve hazırlık dönemine resmen girecektim. Belirsiz bir gelecek için çabalamak istemiyordum.
Bütün bu düşünceler içerisinde bahçede oturuyordum. Kitaplarım önümdeydi ama aklım dağınıktı. Artık açıkça konuşsak iyi olacaktı.
Emin işteydi. Kurban Bayramı yaklaştığı için vakıftaki işler her zamankinden daha yoğundu. Bağışların takibi, muhasebe kayıtları, Excel tabloları ile Emin’in başı dertteydi. Son günleri neredeyse tamamen işlerle geçiyordu. Dün gece bile vakıfta kalmış, eve gelememişti. Mesajlaştığımızda bu akşam da geç geleceğini söylemişti.
Bu sebeple arkamdan gelen sesi duyunca irkildim. Geceye doğru dönmesini bekliyordum.
“Berra…”
Düşüncelere dalıp gittiğim için geldiğini fark etmemiştim. Elimi kalbime götürdüm ve hızla atan nabzımı sakinleştirmeye çalıştım. Bir yandan da başımı ona doğru çevirdim.
“Selamün aleyküm.”
“Aleyküm selam. Hoş geldin.”
Yorgun görünüyordu ama yüzünde küçük bir bir tebessüm vardı. Bir kaç adımda yanıma varmıştı. “Korkuttum mu?”
Az önceki irkilişimi fark etmişti demek ki. Yavaşça başımı salladım ve başımda dikilen genç adamın ela gözlerine baktım.
“Kusura bakma o zaman.”
“Sorun değil,” dedim küçük bir tebessümle.
“Valla iki gün bir gece ayrı kaldım ama evimi ve seni özledim. İnsanın evi gibisi yok,” derken yanıma oturdu. Sesinden de eve kavuştuğu için duyduğu mutluluk anlaşılıyordu.
“Doğru, insanın evi gibisi yok,” diye tasdikledim. Ben de annemlerde veya ablamlarda kalmam gerektiğinde evi özlüyordum açıkçası. Burada daha rahat, daha özgürdüm. Tamamen bana aitti çünkü. Yani, bize…
Aniden bambaşka bir konuya geçip “Sen zayıfladın mı sanki,” derken uzandı ve yanağıma dokundu. Dokunuşu nazikti.
Bir an duraksadım. Şaşırdım. “Kirpik vardı, onu aldı herhalde,” dedim kendi kendime.
O dokunuşun ardındaki duyguyu bilmiyor gibiydim, ya da bilmiyormuş gibi davranıyordum. Belki de kendimi koruyordum. Ama Emin’in gözlerindeki sıcaklık yüreğimde iz bırakıyordu.
Son zamanlarda temas konusunda daha rahattı. Ama gariptir ki, ben her birine sebep buluyordum. O davranışlarına bin bir kılıf uyduruyor, inanıyordum.
Ama yine de, zihnimin en kuytu köşesinde küçük bir şüphe büyüyordu usul usul. Kendisinden itinayla kaçtığım bir şüphe. Zihnimin derinlerine gömülmüştü.
“Yok ya, zayıflamadım. Tersine, iki kilo aldım maalesef.”
“Hadi ya?”
“Aynen.”
Aramıza kısa bir sessizlik girdi. Tam üniversite konusunu açacaktım ki, Emin’in gözlerindeki yorgunluk susturdu beni. Belki de yanlış zamandı. Söyleyeceklerim birikse de içime çekildim. Ama sanırım hâlim yüzüme yansımıştı. Emin dikkatli bir ifadeyle baktı.
“Ne düşünüp duruyorsun yine?”
“Bir şey yok,” dedim, gözlerimi önümdeki kitaba kaçırarak. Oysa vardı. Hem de çok şey. Ama nereden başlayacaktım ki?
Emin yerinde azıcık doğruldu ve bana biraz daha yaklaştı. “Berra,” dedi. Bakmadım. “Çıkar ağzındaki baklayı. Belliydi zaten bir şey düşündüğün. Suratından okunuyor.”
İç geçirdim. Kafamı çevirip ela harelerine baktım. Göz göze geldiğimizde, içimdeki kararsızlık da çıplak hâliyle görünür olmuştu sanki.
“Hani dedim ya, yaz kursları başlayacak. Malum, üniversite hazırlık senem. Çalışmam lazım artık. Gerçekten çok çalışmam lazım…”
Başıyla onayladı. “Biliyorum. Sen de biliyorsun ki lise gibi üniversite okuman konusunda da destekçinim. İçin rahat olsun. Yani eğer dert ettiğin buysa…”
“Ama diyelim ki tercihlerimden sonra başka bir şehir kazandım. Yani, uzak bir şehir. Ne yapacağız o zaman?”
Cümleyi bitirdiğimde kalbim hızla atıyordu. Emin’in bakışları bana kilitlenmişti. Gözlerinde belirgin bir dalgalanma oluştu.
“Yani senin burada bir işin var, düzenin var. Evimiz de burada. Ben tek başıma gitsem, ailem ne der, sen ne dersin…? Bilmiyorum işte. Bu belirsizlikle de ders çalışmak istemiyorum.”
Emin bir anda suskunlaştı. Gözlerini kaçırmadı ama hemen de konuşmadı. Yüzünü inceledim. Kaşlarının arasındaki çizgiyi, bakışlarının ağırlığını… Bir karar vermeye zorlanmak istemediğini, aynı zamanda bu konunun ciddiyetinden kaçamayacağını biliyorduk ikimiz de. Sonunda derin bir nefes aldı.
“Berra… Seni hiçbir zaman yarı yolda bırakmak istemem. Ama öyle her şey kolayca hallolacakmış gibi konuşamam. Gerçekçi olmam gerek. Evet, işim burada. Tanıdıklarım, sorumluluklarım… Her şey burada. Seni yalnız bırakmak istemem. Tek başına bir şehre gitmeni de tercih etmem. Gözüm arkada kalır.”
Söyledikleri biraz içimi acıttı ama dürüstlüğü takdir ettim. Ben sonucu beklerken, o konuşmaya devam etti. Sesi biraz yumuşadı. Gözlerinde yine o bildiğim parıltı belirdi.
“Henüz ortada kesin bir şey yokken, olmayan ihtimallerin gölgesinde yürümeye gerek yok. Sen kazan da… Hangi şehir çıkarsa çıksın, o zaman oturur, düşünür, çaresine bakarız. Düzen dediğin şey, insan isterse her yerde kurulur. Belki ben de gelirim seninle. Belki başka bir yol buluruz. Ama şimdiden hepsini hesaplamaya çalışırsan, bu sefer asıl olanı, yani ders çalışmayı, üniversiteyi kaçırırsın.”
Sözleri yüreğime serin bir su gibi aktı. Biraz olsun rahatlamıştım. Düğüm düğüm olan gerginliklerim bi nebze gevşedi.
“Sen yeter ki çalış. Kazan. Gönlünden geçen yere gir. Gerisini sonra birlikte düşünürüz. Ben senin yanındayım. Olmayan bir şeyin ağırlığını omzuna yükleme. Tamam mı?”
Bir tebessüm yayıldı yüzüme. Gözlerim dolu doluydu. Çünkü yalnız olmadığımı, bu yolda gerçekten biriyle yürüdüğümü hissediyordum.
“Tamam,” dedim kısık bir sesle. Emin de gülümsedi. Bu sırada yüzümdeki gölgeler dağılmaya başladı.
“Bence düşüncelere ara verip soğuk bir şeyler içelim. Ne dersin?”
“Olur.”
Her şey tam olarak çözüme kavuşmamıştı belki. Hâlâ sorular ve belirsizlikler vardı. Ama artık o soruların ağırlığını tek başına taşımadığımı biliyordum.
Hayatın karmaşasında en kıymetli şey, net cevaplar değil; cevap ararken elini tutan birinin olmasıymış.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 39.81k Okunma |
3.85k Oy |
0 Takip |
63 Bölümlü Kitap |