“Var ama yok, orada ama değil, yakın gibi ama uzak.”*
✦
- Emin Yiğitsoy
“İnsan, bastırdığı duygunun esiridir,” diyor şair. Uzun zamandır elim kelepçeli, ayaklarım zincirli, gözlerim kapalı, esirdim. Gelin görün ki o bastırdığım duygular artık kabına sığmıyor, son zamanlarda sık sık hareketlerime yansıyor ve taşıyordu.
Vakit gece yarısını geçmişti. Sessizlik tıpkı sokaklar gibi evimizi de kuşatmıştı. Hiçbir yerin ışığı yanmıyordu. Belli ki Berra uyumuştu. Zaten bu vakte dek uyanık kalacağını sanmıyordum.
Kurban bayramının ilk günündeydik. Kurban bağışları, bayramlık hediyesi bağışları, genel bağışlar, sadakalar falan derken dernekte işler fazlasıyla yoğundu. Son bir kaç haftadır gece yarılarına dek çalışıyorduk. Geç vakte dek çalışınca da eve gelmeye üşeniyor, sabah zaten erkenden yine işe koyulacağım için orada kalmayı daha mantıklı buluyordum.
Dün de vakıfta kalmıştım. Aslına bakarsanız planım bugün de kalmaktı ama dayanamamıştım. Saat gece yarısını geçse de kalkıp gelmiştim. Çünkü bayramın ilk günü dahi yüzünü göremediğim ve telefonda bayramlaşmak zorunda kaldığım bi sevdiğim vardı. En azından sabah birlikte kahvaltı yapmak istiyordum.
Usulca içeriye girdim. Bilgisayar çantamı kenarı koyup mutfağa geçtim. Bir bardak soğuk su içtim. Ardından odama yöneldim. Temiz kıyafet alıp banyoya geçtim. Ilık bir duş alıp ferahladım. Saçlarımı havluyla kuruladıktan sonra odama geri döndüm. Telefonumun şarjı bitmek üzereydi. Namaz için alarmımı kontrol ettim. Çekmeceyi açıp şarj aletime bakındım ama yoktu. Odamı talan ettim, bulamadım. İçeriye göz attım. Ardından mutfağa ve hole. Hiçbirinde yok.
Berra ile aynı tür şarj aleti kullanıyorduk. Acaba onunkine bir şey olmuştu da benimkini mi almıştı? Geriye başka seçenecek kalmamıştı zaten. Bütün evi arasam da bulamamıştım. Onun odası kalmıştı geriye.
Sessiz olmaya özen gösterip kapının eşliğine vardım. Fakat içim gürültülüydü. Küçük bir fırtına vardı diyebiliriz. Hasret fırtınası.
Aralık duran kapıyı açtım ve içeriye girdim. Koridordan vuran loş ışık odayı biraz aydınlatıyordu. Net şekilde etrafı görebiliyordum. Çalışma masasının üzerindeki kitaplar, notlar, kalemler… Yatağın yanındaki komodinin üzerinde duran şarj aleti. Ve uykunun kollarına teslim olmuş Berra…
Şarj aletini elime aldım. Arkamı dönüp gidecekken, bakışlarım ona takıldı. Sanki görünmez bir güç bacaklarımdan yukarıya doğru yayıldı ve bedenimi oraya mıhladı.
Üstündeki örtü kaymıştı. Sıcak havadan dolayı sıfır kollu, açık renkli bir penye giymişti. Kolları ince örtünün dışındaydı. Altında şort vardı. Saçları yastığın üstüne dağılmıştı. Bir yanağı yastığa gömülmüştü. Dudaklarında belli belirsiz bir açıklık vardı. Rahattı.
Ama ben değildim. Ona bakarken içimden geçenleri tarif etmek zor. Sadece özlem değil. Sadece hayranlık da değil. Sanki uzun zamandır bastırdığım, kendimden sakladığım her şey tek tek yüzeye çıkıyor. Bir adamın en zayıf ânı, en insani ânı bu belki de.
Öylece durdum. Birkaç saniye, belki birkaç dakika. Zaman kavramı silinmişti. Sadece onu izliyordum. Kirpikleri, yüzü, omzunun eğimi, boynunun kavisi, kollarının zarif duruşu, göğsünün ritmik iniş çıkışı…
Ona bakmak bile kalbimin kıpır kıpır olmasına yetiyordu. Elim titreyerek, nazikçe örtüyü düzelttim. Sonra yavaşça çömeldim yanında. Nefesimi tuttum farkında olmadan. Yüreğimde hem özlem vardı, hem aitlik. Hem sevgi, hem utanç. Yutkundum.
Evet, ben esirdim. İçimde kıpırdayan her şeye set çekmeye çalışan, ama bir türlü durduramayan bir esirdim. Ve artık zincirlerim gevşiyordu.
Elimi uzattım. Parmak uçlarımla saçlarını usulca okşadım. O ince, yumuşak telleri… Saçlarının arasından parmaklarım geçerken kalbim hızlıca çarptı. “Bir gün eve gelemedim,” diye konuştum kendi kendime, onunla konuşur gibi. “Ve seni özlemekten geberdim…”
Bir an için durdum. Derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapattım, kokusunu içime çekmek istedim.“Senin yanında olmak bana huzur veriyor. Varlığın bile bütün yorgunluğumu alıp götürmeye yetiyor.”
Saçlarını nazikçe yana çekip alnına belli belirsiz dokundum. İçimden sevgi, şefkat ve koruma arzusu yükseldi. O an sanki dünya durmuş, sadece biz kalmıştık. Alnına doğru eğildim. Ve ilk kez, yavaşça, dikkatlice, dudaklarımı onun alnına değdirdim. Zihnimdeki gürültü sustu. Kalbimdeki bütün karmaşalar, omzumdaki yorgunluklar, sırtımdaki yükler, hepsi o tek öpücükte eridi gitti.
Kalbim öylesine hızlı atıyordu ki, neredeyse kulaklarımda hissediyordum.
Dudaklarımı alnından çekip gözlerine baktım. Gözleri hâlâ kapalıydı. Yüzündeki huzur ve masumiyet vardı. Gerçeği söylemek gerekirse her geçen gün daha da ona çekiliyordum. İster istemez. Çünkü o benim hayatımdaki en güzel, en eşsiz şey.
Yavaşça doğruldum. Son kez yüzüne baktım. Şarj aletini avucumda sıkıca tutup odadan dışarıya attım kendimi. Oradan uzaklaşırken kalbim bir tek şey söylüyordu: "Seni çok seviyorum."
Son zamanlarda bir şeyler değişmişti. Küçük adımlarla, sessiz sessiz ona yaklaşıyordum. Ellerim istemsizce, bilinçsizce, bazen benden bile habersiz onun eline, omzuna, yanağına, saçlarına uzanıyordu. Göz göze geldiğimizde kalbim hızla çarpıyordu. Sanki dünya dönmeyi bırakıyordu. İçimde taşıdığım duygu her geçen gün daha da güçleniyordu.
Bir noktada artık ona hislerimi söylemem gerektiğini biliyordum. “Artık saklayamam,” dedim kendi kendime. “Daha fazla saklamam çok zor. Şu hâlime bak, ne kadar daha dayanacağım sanki?”
Ama nasıl? Ne zaman? Bunlar kafamda sürekli dönüp duruyordu. Korkuyordum. Çünkü Berra’nın tepkisini kestiremiyordum. Onu kaybetmek istemiyordum. Her hareketimle onun tepkisini ölçüyor, kalbini okumaya çalışıyordum. Onun gözlerinde bir gün kendime yer bulamama ihtimali ürkütüyordu beni.
Odama döndüğümde ışığı açmadım. Karanlıkta yatağın kenarına oturdum. Derin bir nefes aldım. Göğsüm sıkışıktı. Başımı ellerimin arasına aldım ve gözlerimi kapattım. Alnının sıcaklığı hâlâ dudaklarımdaydı. İçimden geçenlerin büyüklüğüyle sarsılıyordum.
Sabırla, saygıyla ve sevgiyle doğru olduğunu hissettiğim ânı bekleyecektim. Çünkü aşk, biraz da sabretmektir. Ve ben ona öyle aşığım ki sabretmek bile kıymetli geliyor.
✦
Bir erkekle bu kadar iddialaşmamalısınız. Berra Yılmaz bunu hâlâ öğrenememiş. Oysa yıllardır benimle yaşıyor. Çok yazık.
Az önce aramızda küçücük bi laf atışmasıyla başlayan şey, önce ufak sataşmalara, sonra da tam anlamıyla çekişmeli bir oyuna dönüştü. Didişmemiz, yerini onun kıkırtılarına bırakmıştı. Kitaplığı düzenliyordu. Hem önündeki işle uğraşıyor, hem gülüyor hem de benimle alay etmeyi ve bana takılmayı sürdürüyordu. Merdivenin iki basamak yukarısına çıkmış, raflara kitap yerleştiriyordu. Saçlarını gevşek bir şekilde toplamıştı. Sırtı bana dönüktü. Laf yetiştireceği anlarda başını çevirip yüzüme bakıyordu. Bu kızın beni gıcık etme potansiyeli sınırsız.
Sabrediyordum dostlar. O gülüşe, o bakışa, o samimiyete, o yakınlığa sabrediyordum. Gelin görün ki Berra meseleyi uzattıkça uzatıyor. Benim de sabrımın sınırları var, değil mi?
Sonunda dayanamadım. “Demek öyle ha?” diye meydan okurcasına atıldım. Az önceki tartışmayı ciddiye almış gibi… Oysa niyetim çok başka: Onunla uğraşmak, intikam almak, kendimi savunmak.
Yanına vardım. Ve birden, hazırlıksız yakalayıp onu omzuma attım. En sevdiği şeyi yaptım yani. Çuval taşır gibi. Benzetmemi mazur görün. Kaba gelmesin. Kendisi öyle söylüyor çünkü. “Sen beni hep çuval gibi taşıyorsun!” diye.
“Emin!” diye gülerek bağırdı. “Ne yapıyorsun yaaa!” Sesinde öfke yoktu. Sadece şaşkınlık ve kahkaha.
Bununla yetinmeyip onu döndürdüm. “Görürsün sen! Bak bakayım benimle alay etmenin sonu nasıl oluyormuş?!”
“Emin, indir beni!” diye itiraz etti. Ama otuz iki diş gülüyordu ne hikmetse.
Omzumda kıvrılmıştı. Ayakları havadaydı. Kollarıyla boynuma ve sırtıma sarılmıştı. Bana vuruyor gibi yaptı ama gücünü zerre kullanmadı. Bence halinden gayet memnun. Yoksa sesi de bu kadar yumuşak çıkmaz. Söylenip dursa da içten içe onu omzuma atıp taşımamı sevdiğini biliyorum. Eğleniyor çünkü.
Bense bu ânın içinde, Berra’nın gülüşüyle sarhoş olmuş gibiyim. “Sen gülerken zaman duruyor Berra. Sen gülerken ben kendimi kaybediyorum.”
Dönerken gülüşü iyice yükseldi. “Eeemin! İndiir! Düşücem bak!”
“O kadar hafifsin ki, düşsen de tüy gibi süzülürsün,” dedim sırıtarak.
Haklıydı. Berra’ya âşık bir adam, elbette biraz delidir.
Teninin kokusu, sabunla karışmış o temiz koku burnuma geldiğinde içime istemsizce bir huzur doldu. Hemen ardından omzumda biraz kaymaya başladı. Zaten uzun süre taşıyamazdım onu, belim iflas etmeden. Ama asıl mesele o değil. Abartmaya ve uzatmaya hacet yok. İkimiz de yeterince dopamin aldık. Düşmeden indirsem güzel olacaktı.
Koltuğa yaklaştım ve eğildim. Onu belinden tutup sırt üstü olacak şekilde yavaşça kanepeye bıraktım. Saçları koltuğun yüzeyine dağıldı. Boynu ve omzu açıkta kalmıştı.
Az evvel boynuma tutunduğu için, onu bırakırken benim de iyice eğilmeme sebep oldu. Dengemi sağlamak adına bir dizimi koltuğun kenarına dayadım. Yüz yüze geldik. O kadar yakındı ki, nefesini hissediyordum. Kalbim aniden hızlı hızlı atmaya başladı.
Berra gözlerime baktı. Yanakları kızarmıştı. Dudaklarının kenarında az önceki gülümsemenin izi vardı ama gözlerinde usulca başka duygular yer etti. Utanç belki, çekingenlik, şaşkınlık; bilmiyorum…
Nefesim kesildi. Göğsüm sıkıştı. İçimde heyecan ve biraz da korku vardı. Bu ani yakınlık beni gafil avlamıştı. Aynı zamanda büyülemişti. “Ne olur biraz daha dur,” diye düşündüm. Ne olur gözlerini kaçırma. Ne olur bu anı bozma.
Nabzım ritmini yitirmiş gibiydi. Kalbimin her vuruşu, Berra’nın varlığını daha da derinden hissettiriyordu.
Dedim ya, gafil avlanmıştım. Geri çekilemedim. Gücüm yetmedi bu kez. İradeymiş, sabırmış… Unutturdu hepsini şu bakışlar. Sanki bakışlarıyla beni dizlerimin üzerine çöktürüyordu. O güce sahipti.
Parmaklarım kontrolsüzce, kendiliğinden havalandı ve ona uzandı. Onlara söz geçiremiyordum. Yanağını nazikçe okşadım. Ürkekçe. Elmacık kemiklerine dokundum. İlk kez dokunuyormuş gibi. Yumuşak tenine değdi parmaklarım. Oradaki ısıya, canlılığa, hayata. İçimde bir heyecan ve gerilim dalgası yükseldi.
Sonra belki de şu an hiç yapmamam gereken bir şey yaptım. Yüzüne biraz daha yaklaştım. Yanağından usulca öptüm. İçimden bir ürperti geçti. Öylece kaldım. Zaman durdu. Ona dokunduğum anda içimde öyle büyük bir şefkat, öyle tarifsiz bir aidiyet duygusu belirdi ki, korktum. Ama geri çekilemedim. Çünkü yalnızca korku yoktu içimde. Aynı zamanda, “Artık yeter,” diyen bir his vardı.
Kalbim hâlâ hızla atıyordu. Her nefes alışımda Berra’nın sıcaklığını, soluğunu, varlığını tekrar tekrar hissediyordum. O an, artık kendimi tutmak istemediğimi, bu hislere teslim olmak istediğimi fark ettim. Gözlerimi yavaşça kapattım. Bir kez daha dudaklarımı tenine kondurdum. Bu kez daha uzun sürdü. Daha farkında.
İçimdeki tüm duvarlar çatırdadı. Direnç çözüldü. Sanki uzun zamandır sımsıkı tuttuğum bir şey bırakıverdi kendini. Ellerim titredi. Bedenim hafifçe eğildi, burnum saçlarına değdi. Kokusunu içime çektim.
Ve o sırada Berra kıpırdadı. Gözlerini açmadı ama kaşları hafifçe çatıldı. Yanağını öptüğüm yeri parmak uçlarıyla usulca yokladı. Sanki yaşadığı şeyin gerçek olup olmadığına emin olmak istiyordu. Bilmiyorum. Bir eli göğsüne kaydı. Kalbinin üzerinde durdu. Sanki kalbini tutuyordu, tutmak zorundaydı.
Benim kalbimse darmadağındı. Oracıkta, o koltuğun kenarında, onun birkaç karış ötesinde, bütün kimliğimi, sabrımı, rolümü unutmuştum. O an yalnızca bir adamdım. Onu seven, özleyen bir adam. Ve ilk kez bu kadar yakın, bu kadar yalın ve bu kadar savunmasızdım.
Sonra, vücudunun gerildiğini hissettim. Nefesi değişti. Göz göze geldik. Bir anlığına yalnızca bakıştık. Şaşkındı. Ama yalnızca bu değil. Kalp atışlarının hızlandığını anlayabiliyordum. Teninin ürperdiğini, gözbebeklerinin büyüdüğünü, yanağına yayılan sıcaklığı, utançla karışık bir heyecanın izlerini… Yüzünde “bu ne demek, ne yapacağız şimdi?” ifadesi yer etmişti.
Yavaşça geri çekildim. Çünkü Berra’nın gözlerinde beni sarsan ve kendime getiren bir şey vardı: anlamlandırmaya çalıştığı bir karmaşa. Belki bir telaş, irkilmişlik, tedirginlik, belki de korku.
Beni geri itmedi, bağırmadı, kalkmadı ama adeta bakışıyla konuştu. Gözlerinin içindeki bulanıklık beni kalbimden vurdu.
Yutkundum. Boğazıma bir yumru oturdu. “Berra…”
Sadece adını söyleyebildim. Sesim kısık, çatlak, güçsüzdü. Ne yapacağımı bilemiyordum. Geri çekilmem gerekiyordu, tek bildiğim buydu. Hızla doğruldum. Dizimi koltuktan çekip ayağa kalktım. Kalbim hâlâ delicesine atıyordu. Ama artık heyecan değil, pişmanlıkla. Çünkü onun hâlâ bana bakan, ama ne diyeceğini bilemeyen bakışlarıyla karşı karşıyaydım. Sanki sınırlarını geçmiş, bir duvarı habersizce aşmıştım. Bütün samimiyetime rağmen, onu zor durumda bıraktığımı hissediyordum.
Gözlerini kaçırdı ve yutkundu. Doğruldu. Hiçbir şey demedi. Ben de demedim. Ne diyebilirdim ki? “Özür dilerim” desem yersiz. “Yanlışlıkla oldu” desem yalan olurdu.
Kalbim, kaburgalarımın arasında çırpınıyordu. Bir şey söylemek istiyordum ama açık konuşmak için doğru bir zaman olmadığı onun gözlerinden anlaşılıyordu.
Dizlerini kendine çekip ellerini bacaklarının üzerinde kenetledi. Gözleri duvara sabitlenmişti ama zihni çok uzakta bir yerdeydi sanki.
O halini görünce dayanamadım. Sessizce arkamı döndüm. Ayaklarımın halıya değdiğinde çıkardığı hışırtı bile fazla geldi kulağıma. Kapıya ulaştığımda bir an durdum. Belki de Berra’nın “Dur, konuşalım,” demesini bekledim. Saçma ama bekledim. Hiçbir ses gelmedi. Odadan çıktım.
Hol karanlıktı. Bahçeye yöneldim. Rüzgâr yüzüme çarptı. Gece serindi. Ama içimdeki ateşi söndürmeye yetmedi. Derin bir nefes aldım.
Nereye gittiğimi bilmiyordum. Sadece uzaklaşmak istiyordum. Onun bakışlarından, suskunluğundan, kendimden…
Yüreğim acıyordu. Kendi ellerimle ördüğüm güven duvarını, bir anlık zaafla çatlatmıştım sanki.
“Nasıl bu kadar düşüncesiz davrandım?”
O bana güveniyordu. Yanımdayken huzurluydu. Ama bu gece, belki de ilk kez, o huzuru bozmuştum. Belki çok ince bir çizgiydi geçtiğim. Ama onun gözlerinde, o belirsizliğin, korkunun izini görünce anlamıştım: Yanlış yapmıştım.
Yemin gibi geçti içimden. “Bir daha asla, onun kendini güvende hissetmediği bir ânın sebebi olmayacağım.”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
31.2k Okunma |
3.02k Oy |
0 Takip |
63 Bölümlü Kitap |