44. Bölüm
Şeymanur / Zecir / 43 – niyet

43 – niyet

Şeymanur
sukunettekelimeler

 

 

“Hayatın en acımasız taraflarından biri de en çok unutmak istediklerimizi bir gün mutlaka anlatmak zorunda kalmamız. Unutmak diye bir şey yok.”*

 ✦

 

Hayat bize ayna tutar. Bakarsak kendimizi görürüz. Yalnızca suretimizi değil, siretimizi de. En derinlerimizi, kalbimizi, hislerimizi, gizlerimizi…

O ayna bazen işaretler olarak karşımıza çıkar. Bazen davranışlar, bazen insanlar, olaylar, zorluklar, nimetler… Her şey bir aynadır aslında.

Ama bakmaya korktuğumuz, ısrarla görmekten kaçtığımız gerçekler de vardır. Aynanın karşısında dikilir, gözlerimizi sımsıkı yumarız. Bakmazsak yok olacağını sanırız. Yanılırız. Hiçbir varlığın izi silinmez çünkü.

Emin’in davranışları belki de birer işaretti. Ben kafamı çevirdim her seferinde. Her yakınlığına, her temasına, her bakışına ve sözüne bir açıklamam vardı. Kimi şakaydı, kimi dostluk, kimi alışkanlık, kimi rahatlık… Ne olursa olsun beni bunlarla yüzleşmekten koruyacak bir kılıf bulmuştum hep.

Ama bu akşamki yakınlığına, öpücüğüne ve o bakışlarına ne kadar arasam da bir bahane bulamayacağımı biliyordum. Ben başımı çevirsem dahi biri aynayı tutup gözümün önüne getirivermişti, anlayacağınız.

Parmak izlerinin tenimde bıraktığı o sıcaklığı silip atamıyordum. Kalbim deli gibi çarpıyordu ama hangi duygular sebebiye olduğunu ayırt edemiyordum. Kafam karma karışıktı. Boğazımda sıkışan tuhaf hisse isim veremiyordum. Hüzün müydü, kaygı mı, korku mu, suçluluk mu?

İçimde tuhaf bir çatışma büyüyordu. Ve bir sürü soru…

Emin’in yakınlığı ve bu davranışının ardında saklı anlamı merak ediyordum. Bir soru yumruk gibi oturdu zihnime: Ya hepsi bir anlık çekimden ibaretse? Yalnızca dürtüyle, bir anlık arzunun etkisiyle olduysa tüm o yakınlık? Sonuçta kadınla erkek birbirine çekilebilir. Kimya ve biyoloji, bazen aklın ve duygunun önüne geçer.

İçimde bir ürperti yayıldı. O ihtimalin soğukluğu içimi titretti. Ya sadece bir anın cazibesiyse o gerçekleşen? Bu düşünce, kalbimin orta yerine bir diken gibi battı. İçimi kemiren o his, yavaşça yerini bir tür güvensizliğe bıraktı.

Diğer ihtimal ise ayrı bir kaygı uyandırıyordu: Ya bana âşıksa? Yahut hoşlanıyorsa? Emin beni seviyor olabilir mi gerçekten?

İtiraf gibi bir fısıltı geçti içimden: “Korkuyorum…” Bu hislerin gerçek olması kadar, olmaması da korkutuyor. Ve ben şu an, bir adım bile atamıyorum. Çünkü ne ileri gidecek cesaretim var, ne de geri dönecek hâlim.

Düşünceler zihnimde çığ gibi büyüyordu. Her biri başka bir yöne çekiyor, başka bir senaryo fısıldıyordu kulağıma. İç sesim sussa bile, kalbimin sesi susmuyordu. Yoruldum. Gerçekten yoruldum. Ne bir sonuca ulaşabiliyordum ne de içimdeki fırtınayı dindirebiliyordum.

Ayağa kalktım. Yavaşça salondan çıktım. Odamın kapısını açarken içimi garip bir mahcubiyet sardı. Sanki birileri içimi okumuş, her düşüncemi duymuş da ben o mahcubiyetle başımı eğmişim gibi.

Odama girdiğimde ışığı yakmadan usulca yürüdüm. Pencerenin önünden geçerken perdeleri biraz araladım. Gökyüzü karanlıktı. Yıldızları görmek istedim. Ardından bakışlarım karanlıkta gizlenen o silüete takıldı. Emin. Bahçedeydi. Ay ışığı silikçe yüzünü vuruyordu. Bir eli cebinde, başı hafif eğik…

Kalbim öyle bir çarptı ki, göğsümün içinden dışarı fırlayacak sandım. Parmak uçlarım uyuştu ve garip bir sıcaklık yayıldı içime. Gözlerimi ondan ayıramadım. Yutkundum. İçimde bir karmaşa vardı.

Bir yanım pencereyi hemen kapatmak, kendimi saklamak istiyor. Diğer yanım, ona bakmayı sürdürüyor. Gözlerinin bu yöne çevrilmesinden korkuyorum ama aynı anda, onun da beni görmesini delice istiyorum. Şu an tam psikiyatri kliniğine yatmalık durumdayım.

Gözlerim doldu. Ona kızmadım. Sadece içimin bu kadar dolu olmasına şaşırdım. Bir bakışın, bir duruşun, bir ihtimalin bu kadar çok şey hissettirebileceğini bilmiyordum.

Derin bir nefes alıp perdeyi kapattım. Yatağıma girdim. Başımı yastığa koyar koymaz gözlerim kendiliğinden kapandı.

Bu geceden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Biliyorum.

 

 

Emin sabah sessizce işe gitmişti. Karşılaşmamıştık. Ben de kendimi temizliğe vurmuştum. Yaz temizliğinin ikincisini gerçekleştirdim diyebiliriz. Hafta içi olsa okula gider, kafamı derslerle dağıtırdım. Ama hafta sonuydu ve kursumuz yoktu. Bendeki şans…

Bir süredir mutfaktaydım. Dolapları siliyor, bardakları ve tabakları yeniden yerleştiriyordum. Tabaklar birbirine çarptıkça çıkardıkları sesin ritmine kendimi kaptırmıştım. Ama gerçekte, zihnim bambaşka bir yerdeydi.

Hâlâ oradaydım. O koltukta. Emin’in yanağımı öptüğü o anda. Ona bakamadığım, bakmaya cesaret edemediğim o saniyelerde.

“Ne yaptın Emin?”

“Neden yaptın? O neydi?”

Yani, öylesine bir yakınlık mıydı, yoksa bilinçli bir adım mı? Hâlâ “belki de anlıktı” diyordum. Belki de sadece bir duygusal taşkınlıktan ibaretti. Bu ihtimal canımı yakıyordu. Kaçıp gidesim geliyordu buradan.

Çünkü ben sadece arzulanan biri olmak istemiyorum. Sadece bedeni çekici geldiği için yaklaşılan, sonra akıldan çıkıvermiş biri… Beni ben yapan şey, yalnızca tenim değil. Biri beni sevecekse, kalbimi, benliğimi de sevsin. Sessizliğimi, çekincelerimi, kaygılarımı da sevsin.

Ama ya o öpücük sadece bir dürtüyse? Ya parmaklarının tenimde bıraktığı o sıcaklık, unutulup gidecek bir gaflet anıysa onun için? Bu düşünceler zihnimde dolanınca kendimi değersizleştirilmiş gibi hissediyordum. Benzer sorular içimdeki güveni kemiriyor ve kalbimi sessizce kanatıyordu.

Bir yanım “Hayır, Emin öyle biri değil,” diyordu. Ama bir diğer yanım, bu korkunun içinde debeleniyordu: o da insandı. Peki ben kimdim onun gözünde?

Bu soruları çok sormuştum kendime. Sırada bir yeni versiyonu vardı: “Ben ne hissettim?”

Kalbim o an deli gibi atmıştı, inkâr edemem. Öyle bir anda, o yakınlıkta olunca dünya durmuş gibiydi. Sanki her şey susmuş, sadece kalbimin sesi kalmıştı. Ama bu sesin bana ne söylediğini hâlâ tam anlayamıyordum. Mutlu mu olmuştum? Utanmış mıydım? Şaşırmış mıydım? Tedirgin mi hissetmiştim? Yoksa hepsini aynı anda mı yaşamıştım?

Bir yanım o anın sıcaklığını tekrar tekrar hatırlıyor, içten içe kabullenemediğim bir hoşnutluk hissediyor. Ama diğer yanım, bu hoşnutluğun altına korku serpiştiriyor. Savunmasızdım. Ve bu savunmasızlık bana iyi mi geldi, yoksa beni ürküttü mü, bilmiyorum.

Şunu net olarak hissediyorum: Karmaşayla baş başayım. Ne istediğimi tam bilmiyorum belki ama ne istemediğimi biliyorum: Sadece bir dürtünün ve çekimin hedefi olmak istemiyorum. Önce “orada” olup sonra “yokmuş” gibi davranılacak biri de olmak istemiyorum.

Belki de bu yüzden, kendi hislerimi bile netleştiremiyordum. Çünkü hissettiğim şey, onun ne hissettiğine bağlıymış gibi geliyordu. Ve bu, en çok da kendime olan güvenimi zedeliyordu. Bir başkasının niyeti, benim kalbimin terazisini etkiliyordu. Oysa bu benim duygumdu, benim yaşadığım şeydi. Ama ne hissettiğimi sorgularken bile, onun bakışlarını, niyetini, suskunluğunu tartıyordum.

Emin öyle biri mi? Yani düşünüyorum da, bana hiç kötü hissettiren bir bakışı oldu mu? Ya da sınırlarımı zorlayan bir davranışı? Hayır. Tam tersine, hep sakindi, hep dengeliydi.

“Beni sevmesi beni mutlu eder mi, yoksa korkutur mu?”

Bir yanım, o dokunuşta bir sevgi barındığını görmek istiyordu. Diğer yanım ise korkuyordu. Evet, korkuyordum. Tedirgindim. Bu hisleri kabul edince ne olacaktı? Ya her şey değişirse? Ya biz, artık biz olamazsak? Hem, eğer Emin’in hisleri gerçekse benim de artık bir cevap vermem gerekecekti. Ben buna hazır mıyım? Bilmiyorum. Bu çok yeni bir şey.

Peki hazır olmak ne demekti ki? Sevilmeye hazır olmak, hayatın değişmesine hazır olmak, sevmeye hazır olmak…

Belirsizlik beni yiyip bitiriyordu. Hem hissettiğim o sıcaklıkta boğuluyor, hem de sahiciliğini sorgulamaktan kendimi alamıyordum. Kalbim, güvenmekle korkmak arasında kalmıştı. Ve galiba en çok da, bütün bunların onun için ne anlam taşıdığını bilmemek yoruyordu beni.

Düşünceler içinde kaybolmuştum. Telefonumun ekranı titredi. Hemen yakınımdaydı, arka planda türkü çalıyordu. Elimdeki toz bezini tezgâha bırakıp uzandım. Emin’di.

“Bu gece geç geleceğim. Vakıftayım.”

Hepsi bu kadardı. Kısa. Net. Mesafeli. İçim tuhaf bir şekilde burkuldu. "Vakıftayım" demesi yeterince açıklayıcıydı ama "Neden?" sorusuna cevap vermiyordu. İşleri artı yoğun değildi, kurban bayramını atlatmıştık. Kendi kendini meşgul ediyordu bana kalırsa. Belki de benimle yüzleşmek istemiyordu. Belki de pişmandı ve “keşke yapmasaydım” diyordu. Keşke dokunmasaydım, keşke yaklaşmasaydım… Belki de onun için gerçekten sadece bir andı. Ve o bir anın ağırlığı, şimdi aramıza mesafe olarak yerleşmişti. En acısı da buydu.

“Yeter, düşünmekten kafayı yiyeceğim!” diye kendimi azarladım ve mutfaktan çıktım. Yemek de yapmayacaktım. Canım istemiyordu. Emin de zaten gelmeyecekti.

Bu kadar çok düşündüğüm için kendime kızarak odama geçtim. Yorulmuştum. Karnım da ağrımaya başlamıştı ayrıca. Üşütmüş müydüm acaba?

Yatağıma uzanıp gözlerimi kapattım. Pencereden içeriye ılık yaz rüzgarı giriyordu. Kuş cıvıltısı, sokakta oynayan çocukların bağırışları… Uyuyakaldım.

 

 

Bugün okuldan sonra dersler bitince annemlerin oraya geçmiştim. Çünkü Emin yine geç geleceğini söylemişti. Onun uzak duruşu bir yandan beni rahatlatırken, bir yandan moralimi bozuyordu. Yüzleşsek daha iyi olacaktı sanki. Belki sorularıma cevap bulurdum gözlerine bakınca. Ama gözlerini dahi sakınıyordu. Duvarlar örüyordu aramıza.

İclallere gelmiştik. Komşular da vardı. Ev mis gibi kek kokuyordu. Hanife Teyze’nin keki bir başkadır. Tam gününde gelmişim. Kaynanam seviyor.

İclal çay dolduruyordu. Ben de sessizce kadınların sohbetini dinliyordum. Ayıp olmasın diye on beş dakika onlarla oturup sonra kendi köşemize çekilecektik.

Tabağından kurabiye alan Aynur Teyze lafa girdi.

“Vallahi kızlar, bu devirde kadınla erkek fazla içli dışlı olmamalı. Ne kadar iyi, dikkatli ve temkinli olursan ol, bir yerden sonra insanın aklı da duygusu karışır.”

Konuya bakın dostlar. Beni çıldırtmak için seçilmiş gibi. Ben kafam dağılsın diye buraya gelmiştim oysa!

Bir başka kadın başını salladı. “Tabii canım! Hele belli bir yaştan sonra o vakit geçirme meselesi fiziksel çekime dönüşüyor ister istemez. Kimin kalbi ne kadar dayanır? Nefs bu sonuçta.”

“Ben gençken çalıştığım yerde bir çocuk vardı. Vallahi başta kardeş gibiydi. Ama sonra baktım, ses tonu değişti. İnsan fark ediyor. Gözünden anlıyor. Bir sıcaklık ve yakınlık başlıyor. Allah muhafaza.”

Aynur Teyze bir kez daha başını salladı. Konuşmanın hakemi gibiydi kendisi.
“Erkek için hele çok daha zor. Biz kadınlar duygusalız ama erkekler o anlık çekime düşer hemen. Ateşle barut misali. Kendini ne kadar tutarsa tutsun, bir yerde patlak verir. Hele her gün görüyorsan, yan yanaysan… Of of...”

Sohbetin içindeki baş sallamalar, yorumlar ve tasdikler arasında ben olduğum yerde küçülmeye başladım sanki. Her cümle, zihnimde bir başka kapıyı aralar oldu.

“Eğer Emin gerçekten bana çekiliyorsa… bu sadece bir ‘erkeklik-kadınlık’ meselesi mi? Beni sevdiğini düşündüğüm o bakışlar sadece fiziksel bir yakınlık arzusunun sonucu mu? Yoksa ben de kendi hislerimi yanlış mı yorumluyorum?”

Her kelimeyle daha da geriliyordum. Kendimi savunmak istedim ama ortada bir suçlama bile yoktu. Sadece söylenenler beni en hassas yerimden yakalıyordu.

İçimde tuhaf, utanç ve hayal kırıklığı karışımı bir duygu büyümeye başladı. Karnımda bir boşluk hissi oluştu. Derin bir çukur gibi. İçine düşmek istemedim ama oraya doğru kayıyordum sanki.

İclal gözümün içine baktı. Anlamıştı bir terslik olduğunu. “Berra, odama çıkalım mı?”

Başımı salladım. Onun odasına geçtik. Kapıyı kapattığında içeride sessizlik oldu. İclal yatağın kenarına oturdu. Ben pencerenin önündeki mindere geçtim. Dizlerimi karnıma çekip başımı yasladım duvara. Birkaç saniye konuşmadık.

“Ne oldu?”

Yutkundum. Nerden başlayacağımı bilmiyordum. Sanki bir düğüm vardı boğazımda.

İclal sessizdi. Acele ettirmiyordu. Beni tanıyordu çünkü. Konuşmak için önce içimdeki fırtınanın biraz dinmesini beklemem gerektiğini biliyordu. Sonunda gücümü toplayıp söze girdim.

“Birkaç gün önce… Emin beni öptü. Yanağımdan yani.”

Söylediğim anda utanç gibi bir şey kabardı içimde.

İclal sessizdi. Ne bir şaşırma tepkisi, ne de araya girme. Dikkatli dinliyordu sadece. Bu, bana cesaret verdi. Derin bir nefes alıp devam ettim.

“Hiç beklemiyordum. Yani, her zamanki gibi bir yakınlaşma değildi. Hissettim. Gördüm gözlerinde. Birden oldu.”

“Sonra hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde geliyor. Göz göze bile gelmedik. Bugün yine ‘Vakıftayım, geç geleceğim’ diye mesaj attı.”

İclal dikkatle dinliyordu. Bakışları yumuşadı. “Ne hissettin peki?” dedi fısıltıyla.

Dizlerimi biraz daha kendime çektim.
“İclal, ben ne hissettiğimi bilmiyorum. Karışık. Kalbim o an deli gibi atmıştı. Heyecan mıydı, mutluluk mu, korku mu, şaşkınlık mı, çözemedim. Ama şimdi… kendimi yalnız hissediyorum. Sanki bir adım attı, sonra pişman oldu. Belki de sadece bir anlık çekimdi, bilmiyorum. Yalnızca fiziksel bir çekim hissetti belki. Sonra pişman oldu.”

Zihnimdeki karmaşalar ve ikilem sesime yansıdı.

“Emin gerçekten beni mi seviyor, yoksa o anlık bir şey miydi? Bunu düşünüp duruyorum. Belki bir çekim, sadece bir yakınlık ihtiyacı. Hani kadınla erkek… işte bazen öyle şeyler olurmuş ya…”
Bunu söylerken gözlerim doldu ama ağlamadım. İçim acıdı sadece.

İclal usulca konuştu.

“Bence Emin seni seviyor. O şüpheleri at kafandan. O sana uzun zamandır farklı bakıyor. Bayramda görüştüğümüzde hissettim ama sana bir şey demek istemedim.”

“Ben hep onun yakınlığına bahaneler buldum İclal. Şefkat, alışkanlık, dostluk, koruma içgüdüsü falan. Ama bu kez bahanem kalmadı.”

“Sen ne düşünüyorsun peki? O an değil sadece. Şimdi? Ne hissediyorsun? Seni sevmesini ister miydin?”

“Bilmiyorum. Galiba... isterdim.”

Gözyaşım yanağıma süzüldü. İclal kalkıp geldi ve yanıma oturdu. Elini uzatıp dizime koydu. “Korkuyorsun.”

“Evet,” dedim hemen, içtenlikle. “Hem de çok.”

“Neyden? Onu kaybetmekten mi, yoksa kendini kaybetmekten mi?”

Bu soru öylece içime düştü. Cevabı yoktu. Ya da belki, henüz cesaret edemediğim bir cevabı vardı. “Galiba ikisinden de. Hatta daha fazlasından. Hayatımın değişmesinden. Her şeyin başka bir yöne evrilmesinden…”

İclal elimi tuttu. “Sen güçlü olmayı alışkanlık haline getirmişsin. Her şeyi kontrol etmeye, dengede tutmaya… ama aşk öyle değil. O geldiğinde, dengeni bozar, hesaplarını alt üst eder. Bir şeyler illaki değişecek. Ama bu değişimin kötü manada olması şart değil. Hem, o bildiğin, güvenli sandığın zemin sarsılmadan, başka bir gerçeklikle karşılaşamazsın. Büyümek de biraz böyle bir şey değil mi? Hep güvende kalmakla olmuyor. Kalbinin attığı yere doğru bir adım atman gerek bazen, korksan da…”

Bir süre hiç konuşmadık. Kendi kalbimi dinlemek zorunda kalıyordum.

“Emin’e güvendiğim kadar kimseye güvenmedim,” dedim sonra, kısık bir sesle. “Ama tam da bu yüzden, bu olanlar beni ürkütüyor. Şimdiye kadar hep bir sınır vardı. Ama aşıldı.”
İclal hafifçe yana eğildi, göz hizama geldi. “Peki o sınır aşılırsa ne olur, Berra?”

Nefesimi tuttum. İşte beni en çok korkutan soruydu bu. “Bilmiyorum. Belki çok güzel olur… belki de her şey mahvolur.”

“Neden mahvolsun? Emin seni hiç incitti mi?”

Hemen, içgüdüsel bir hızla “Hayır!” dedim. “Hiç incitmedi beni. Hep yanımda oldu. Ama işte... Belki de bu kadar uzun zamandır alıştığım güven alanını başka bir şeye dönüştürmekten korkuyorum. Sevgiye mi, aşka mı… tam adını bile koyamıyorum.”

“Bak Berra, ben seni çok iyi tanıyorum. Böyle durumlarda hep çok düşünürsün. İçine dönersin. Tonlarca şey biriktirirsin. Ağırlaştıkça ağırlaşır yükün. Ama bu sefer sadece kalbini dinlesen, yeter. Bazen düşünmek değil, hissetmek gerek.”

Sırtımı duvara yasladım. İclal sözlerine devam etti: “Berra, biliyorum, birine güvenmek, ona kalbini açmak, senin için sıradan bir şey değil. O yüzden yaşadığın bu korku, aslında hissinin ne kadar gerçek ve derin olduğunu da gösteriyor bence. Sevgi dediğin, sınanır. Ve bana sorarsan siz zaten birbirinizi çoktan birçok sınavdan geçirdiniz. Birlikte büyüdünüz. Birbirinizin en kırılgan hâllerini gördünüz. Bu, öyle kolay harcanacak bir bağ değil.”

Yutkundum. Boğazım düğümlenmişti. Sözler içime işliyordu, her biri bir taş gibi ama aynı zamanda da bir merhem gibi.

"Emin'in seni sevme ihtimali de sevmeme ihtimali de seni korkutuyor, biliyorum. Çünkü bu senin de hislerini yüzeye çıkarır. Ama neyi bekliyorsun? Onun senden emin olmasını mı? Sen kendinden bu kadar emin değilken? Önce kendi kalbine güvenmelisin. Ne hissediyorsan onu küçümsemeden, bastırmadan, utanmadan görmelisin. Sonrası daha kolay gelir.”

İclal’in son söyledikleri tokat gibi yüzüme çarptı. Haklıydı. Ben kendi aynamda bu gerçekle yüzleşemezken, ondan nasıl beni anlamasını bekleyebilirdim? Önce kendi hislerimden emin olmalıydım.

Yanağıma süzülen gözyaşlarını koluma sildim.

“Ben galiba bu hislerden değil, onların getireceği değişikliklerden korkuyorum.”

İclal gülümsedi.
“Belki de artık korkmamayı öğrenmenin zamanı gelmiştir. Bazen o büyük değişimlerin mucizelere ve huzura kapı aralayacağını sen bizzat deneyimledin.”

Hep aynı dengede kalmaya çalışmıştım; duygularımı tanımlamadan, ad koymadan sadece hissetmekle yetinmiştim. Ama artık yetmiyordu. Emin'in gözlerinin içine baktığımda, kalbimin daha yüksek atmasını sadece bir tesadüf, yakınlık ya da dostlukla açıklayamıyordum. Gerçekle yüzleşmem gerekiyordu. Kendimden kaçmadan, hislerimi küçümsemeden, onlara mahcubiyetle veya korkuyla değil, şefkatle yaklaşarak…

Belki de bu, büyümekti. Belki de aşk, tam da böyle geliyordu: önce seni sarsıyor, sonra seni olduğun yerden alıp, başka bir yere taşıyordu.

Bütün konuştuklarımızı heybeme kattım. Deneyecektim. Kabul etmenin, yüzleşmenin, kendinden kaçmamanın, korkmamanın nasıl olduğunu öğrenmeye çalışacaktım.

Kısacası: Hazırım demesem de, hazır olmaya niyetliyim artık.

Bölüm : 11.07.2025 17:24 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...