45. Bölüm
Şeymanur / Zecir / 44 – ateş

44 – ateş

Şeymanur
sukunettekelimeler

 

 

“Karşı karşıya geldiğinizde bir anlığına sustun. Acemice bir suskunluktu, aradığın hiçbir kelimeyi bulamadın, dilin tutuldu ve o zaman anladın ki orada, uzakları yakın eden sultaniyegâh bir aşk derdi var; kelimeleri ötelere savuran, sessiz sedasız, aşk. Kelimeleri kifayetsiz, acz, dermansız bırakan kader. Alınyazısı.”*

 ✦

 

Bazen bir duyguyu adını koymadan içimizde taşırız. Öylece durur, ama usul usul büyür. Gün gelir, sızlar. İlk kez o duygunun şeklini, ağırlığını, hatta rengini bile fark ederiz. İşte o an her şeyin değişmeye başladığı andır.

Benim için de bir şeyler değişiyordu. İclal ile konuştuktan sonra edindiğim niyet içimde kor gibi yanıyordu.

Eve gidiyordum. Otobüsteydim. Biraz olsun bu düşüncelerden uzaklaşmak için telefonumu çıkarttım ve kulaklıklarımı taktım. Müzik listeme girip ‘karıştır’ seçeneğine bastım. Otobüs camının ardından dışarıyı izlemeye başladım. Akıp giden şehir… Binalar sırayla geçiyor, ağaçlar arada belirip kayboluyordu. Kaldırımlarda yürüyen insanlar, yüzlerinde binbir anlam. Hepsi birbirinden habersiz, hepsi kendi yolunda ve kendi telaşında.

Rastgele bir şarkı çalmaya başladı.

“Belki güneş bir gün ikimiz için doğar. Belki korkuları hayallerimiz boğar… O masal günü gelinceye kadar, susuyorum, susuyorum…”

Cidden mi? Şarkılar bile artık yakama mı yapışacak böyle? Hiç mi kaçış yok?

Sanki evren bile biliyordu ne hissettiğimi. Her şey dönüp dolaşıp beni, Emin’i ve içimde büyüyen o isimsiz duyguyu hatırlatıyordu.

“Gel bak bir elimde gökyüzü var hâlâ… Ötekinde kayıp giden yıldızlar lâ lâ… Korkular da benim, umutlar da… Beni bırakma…”

Şarkı devam ettikçe içimdeki duygular daha da kabardı. Sanki biri kalbimi açmış da orada ne varsa notalara dökmüştü. Ne garip… Gerçekten de ikisi bir aradaydı. Emin’e dair hissettiğim her şeyin içinde hem korku vardı, hem umut. Hem kaçma arzusu, hem kalma isteği.

Gözlerimi kapattım bir an. Müzik devam etti.

Dizlerimin üzerinde kenetlenmiş ellerime baktım. Parmaklarım, farkında bile olmadan birbirine dolanmıştı. Sanki kendime tutunuyordum. Dağılmamak için. İçimdeki o belirsizliği, o sızıyı, o sıcak ama acıtan duyguyu taşımak için güç alıyordum.

Müzik devam etti. Ama ben içimde çoktan başka bir yere gitmiştim. Bir yere değil aslında, birine. Emin'e.

Otobüs sağa kıvrıldı. Camdan süzülen gün ışığı koltuğuma vurdu. Şarkı bitmek üzereydi. Dışarıda hava açıktı. Ama içimde hâlâ bulutlar dolaşıyordu. Yine de, o bulutların arasından süzülen ince bir ışık vardı.

Durağa geldiğimde indim. Kulaklıklarımı çıkarıp çantama attım. Evin yolunu tuttum. Sokak sakindi, her zamanki gibi. Ama içimde öyle bir kalabalık vardı ki! Düşünceler, anılar, sesler… Hepsi birbirine karışmıştı. Adeta onlarla birlikte yürüyordum.

Eve vardığımda anahtarımı çıkartıp kapıyı açtım. İçeri adım attığımda sessizlik karşıladı beni. Odama geçip çantamı bir kenara bıraktım.

İçimde tuhaf bir yorgunluk yayılmıştı. Otobüste de mayışmıştım zaten. Sanki sadece bedenim değil, zihnim de gün boyu koşturmuş gibiydi. O kadar çok düşünmüştüm ki, normaldi. Sanki günlerce yürümüşüm gibi bir bitkinlik vardı üzerimde. Hiçbir şey yapmadan öylece yatağıma kıvrılmak istedim. Üstüme rahat bir şeyler giyip uzandım. Sadece dinlenmek ve durmak istedim.

Bir süre sonra başım yana kaydı. Göz kapaklarım ağırlaştı. Zihnimdeki gürültü sonunda sustu.


Açık bir alandayım. Parkı olan genişçe bir meydana benziyor. Biraz ötemde insanların oturması için konulmuş banklar ve yerlerde yemyeşil çimler var. Çimler parkın etrafındaki yokuşu kaplamış, yukarıya doğru uzanıyor. Yukarki tarafta da bir kaç tane ahşap bank bulunuyor.

Etrafa karmaşa hakim. İnsanlar ordan oraya koşturuyor, hızlı adımlarla yürüyor. Tedirgin olarak bu karmaşaya ben de kapılıyorum ve adımlarımı hızlandırıyorum. Ne kadar ilerlemeyi denesem de nereye varmaya çalıştığımı bilmediğim için bir faydası yok. Üstelik insanlara toslamamak için fazladan çaba sarf ediyorum. Bu anlamsızlık karşısında duruyorum. Koşturmam bir fayda sağlamıyor. Etrafa bakarak Emin'i bulmaya çalışıyorum. Görünürlerde yok.

İnsanlar daha büyük bir endişeyle dört bir yanımdam geçerken kimisi omzuma çarpıyor. Bu çarpışlar sebebiyle hafifçe sarsılıyorum. Onları umursamamaya çalışıyorum. Aklımda Emin var. Şu an tek hedefim onu bulmak. Buralarda bir yerde olmalı. Çok uzağa gitmiş olamaz.

Onun yanına gidecektim. Hiç çekinmeyecektim. Ona karşı bir şeyler hissettiğimi belli etsem dahi sorun değildi.

Korkmuyorum bu ihtimallerden. Çünkü gün gelir de böyle bir karmaşanın ortasında onu kaybedersem bir şeyler için çok geç olur. Ben ona geç kalmak istemiyorum.

Etrafımdaki insanlara "Emin'i gördünüz mü?" diye sormak saçma da olsa kendimi bunu yapmaktan alıkoyamıyorum. "Lacivert montlu, uzun boylu, ela gözlü..."

Ne kadar çabalasam da onu bulamıyorum. Meydandan uzaklaşıp ahşap bankların olduğu kısma gidiyorum. Burası daha tenha. Etrafta bir kaç insan var. Ama onu göremiyorum.

Hava epey kararmış. Yokuşun dibinde, çimlerin üzerine oturan Faruk'a rastlıyorum. Onu görmek beni rahatlatıyor. "Faruk Abi! Emin'i gördün mü?"

Eliyle yokuşun üstündeki tepeyi işaret ediyor. "Şurada."

Teşekkür edip aceleci adımlarla bayırı çıkmaya koyuluyorum. Uzaktan zar zor seçebilsem de oradaki bankta birinin uzandığını görebiliyorum. Fakat içimde bir heyecan dalgası var. Nefes nefeseyim. Bir şeylere yetişmeye veyahut geç kalmamaya çalışıyor gibi.

Aramızdaki mesafe azalınca beni duyabileceği düşüncesiyle ona sesleniyorum: "Emin!"

Sesimi duyunca uzandığı bankta oturur pozisyon alıyor ve bana doğru bakıyor. Her şey olacağına varsın, diye geçiriyorum içimden. Yanına gidiyorum. Ve Emin neden yanına gittiğimi sorgulamıyor, beni gördüğüne de şaşırmıyor. Hatta beni bekliyor gibi.

Emin'e doğru yaklaştığım sırada, aramızda az bir mesafe kalmışken, dudaklarımızı aralamış tam bir şey diyecekken, çimler birden kayboluyor, kuma dönüşüyor. Kumlar bankı yutuyor. Her yer çöle dönüyor. Kumlar gittikçe çoğalıyor, her yeri kaplıyor. Emin'i de içine alacak denli. Korku ve endişe içimde kol gezmeye başlıyor.

"Emin!" diye bağırıyorum. Sesimde acı var. Korku var. Çaresizlik var.

Emin kumların arasında kayboluyor. Çöl onu yutuyor. Ben ismini seslenip hıçkırıklarla ağlıyorum.

Ona doğru gitmeye çalışıyorum ama birileri kollarımdan tutup engel oluyor. Biri Ceyda biri de Hazal.

Faruk da yanımızda, onlara destek oluyor.
- Yapma Berra! Yoksa sen de kumların içinde boğulup gideceksin! Artık çok geç! Emin öldü.

Dünya artık dönmüyor benim için. Hayat duruyor. Donuyorum. O ânda takılıp kalıyorum. O düşüncede. Buna inanmak istemiyorum. Emin ölemez. Ölmüş olamaz. Daha onu sevdiğimi söyleyemedim ki. Ona sıkıca sarılmak istediğimi, elini tutmak istediğimi, ömür boyu onunla yaşamak istediğimi söyleyemedim.

Ben Emin'e geç kaldım. Yetişemedim.

Birden bire bir yıl sonrasında buluyorum kendimi. Bir arabadayım. Nereye gidiyoruz bilmiyorum. Ağlıyorum sessiz sessiz.

"Emin öldü Berra, yapma böyle. Yıpratma artık kendini. Ne kadar zaman oldu bak," diyor Hazal. Bu soğukkanlılığına öfkeleniyorum. Ne kadar da kolay söylüyorlar o cümleyi.

Susuyorum. Bir yıldır olduğu gibi. İçime gömülüyorum. Dudaklarım da hiç kıvrılmadı, tebessümler hicret etti yüzümden. Canım ölesiye yanıyor. Sanki Emin değil ben öldüm. Ben Emin'siz her an ölüyorum ve bu acı çok derin.

İnsan sevdiğini kaybedince hayatın manasını da yitiriyormuş.

Camdan dışarıyı seyrediyorum, yol akıp gidiyor. Işıklara takılıp yavaşlıyoruz. Yanından geçtiğimiz ara sokakta tanıdık bir sima bakışlarıma ilişiyor. Afallıyorum. Üzerinde bir üniforma var. Saçları uzamış, sakalları çoğalmış. Yüzü net seçilmiyor, başında kasketli bir şapka var. Kalbim bir yıldır attığından farklı atıyor. Hissediyorum. Benzerlik falan değil bu. Emin o, biliyorum. Yaşıyor. Öldüğünü hiç kabul etmemiştim zaten.

"Durdurun arabayı!" diye sesleniyorum telaşla. Beni böyle görünce onlar da şaşırıyor. Araba duruyor. İniyorum. Hızlı adımlarla geriye, o sokağa yürüyorum. "Emin!" diye sesleniyorum defalarca.

Arkadaşlarım arabadan inip ardımdan geliyor. Hazal, Ceyda ve Faruk var.

- O Emin değil, bir subay.

Faruk'a kaşlarımı çatarak bakıyorum. Ona inanmıyorum. Ne gördüğümü biliyorum.

"Subay," deyip gülüyorum ama histerik, acı bir gülüş bu.

- Doğru söylüyor. O artık Emin değil, sadece bir subay.

Hazal ve Ceyda'ya şaşkınlıkla bakıyorum. "Emin yaşıyor ve siz bunu biliyor muydunuz?"

İtiraz etmiyor hiçbiri. Büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorum.

- Ne yani benden bunu sakladınız mı? Nasıl acı çektiğimi her gün görmenize rağmen!

Susuyorlar. Hepsini arkamda bırakıp gidiyorum. Cadde boyunca ilerliyorum. Etrafta Emin'i arıyorum. Bulamayacağım diye korkuyorum. İnsanların içinde ya bulamazsam, ya kaybedersem yine?

Birden karşımda beliriyor. Adımlarım yere mıhlanıyor. "Emin?" diyorum ismini hasretle fısıldayarak. Gözlerim doluyor. Kalbim sıkışıyor sanki. Bir kavuşma ânında buluyorum kendimi. Masallardaki gibi.

Göz göze geliyoruz. Gülümsüyorum. Yıllanmış bir hasretin sona ermesi üzerine dudaklarıma gelip kelebek gibi konan küçük bir gülümseme bu.

Emin karşısında beni görünce bir an şaşırıyor. Hiçbir şey düşünmüyorum o an. Yalnızca karşımdaki genç adam var, dünya durmuş. Boynuna sarıyorum kollarımı. Göğsüne sığınıyorum. Emin de bana sarılıyor, kolları etrafımı sarıyor. Sanki hep bu kolların arasında yaşamışım gibi.

"Emin!" diyorum içimi yakıp kavuran bir duygu eşliğinde. "Emin!"

- Berra?

Emin ismimi söylüyor. Sıcak bir his kaplıyor içimi.

“Berra?”

Birden doğruldum. Etraf sessizdi. Yaz günü güneş geç battığından ötürü odam hâlâ aydınlıktı. Akşam güneşi içeriye vuruyordu.

Nefesim kesilmişti ve boğazım düğüm düğümdü. Ter içindeydim. Yanaklarım ıslaktı. Anlaşılan sadece rüyamda değil gerçekte de ağlamıştım. Hıçkırıklarımı bastırmaya çalıştım ama pek başaramadım. Kalbim hâlâ rüyada yaşadığım acının tam ortasındaydı.

Evet, sadece bir rüyaydı. Yine de içimde fırtınalar kopmuş gibi hissediyordum. Rüyamdaki o çöl kızgın kumlarıyla kalbimi kavurmuştu sanki. Yüzümü ellerimin arasına aldım. Aynı rüyayı ikinci kez görüyordum. İlki, Emin askere gitmeden hemen önceydi. O zaman da çok etkilenmiş ve içimde bir boşluk hissiyle uyanmıştım ama bu kadar yakıcı değildi. Şimdi ruhum cayır cayır yanıyordu.

Kumlar, o çöl, Emin’in yutuluşu, onu kaybetmem… Ve sonra o ara sokaktaki karşılaşma. Boynuna sarılışım. İsmimi söyleyişi. O kucaklaşma. O kavuşma… Her şey öyle gerçekti ki. Hâlâ tenimde onun kokusu, kollarının ağırlığı, kulağımda kalbinin atışı vardı sanki.

O an fark ettim: Rüya bana bir gerçeği de göstermişti. Yitirme korkusu, ancak gerçekten sevdiğimiz biri için bu kadar yakıcı olurdu. Ve ben Emin’i kaybetmenin dehşetiyle boğulmuş, kavuşmanın verdiği şükürle uyanmıştım.

Artık kaçmaya, saklamaya, gizlemeye gerek yok. Bu duygunun adını artık biliyordum.

Ben onu seviyorum.

Sadece birlikte büyüdüğüm yakın bir arkadaşımı, sırdaşımı, yoldaşımı sever gibi değil. Ellerini tutmak istediğim, yokluğuyla içimi dağlayan, bir başkasına ait olabileceği ihtimalinin bile içimi kararttığı adamı. Emin’i seviyorum.

Ve bu duygu, korkunun, tereddütün, alışkanlığın çok ötesindeydi. Onsuz bir hayat düşünemiyordum.

İçimde yankılananlar yavaşça dudaklarımdan taştı. “Ben Emin’i seviyorum.”

Bu hakikati itiraf etmemle birlikte yastığa kapanıp tekrar ağladım. Kalbim sonunda kabul etmişti.

“Eğer o da beni seviyorsa… bu kez kaçmayacağım.”

“Geç kalmak istemiyorum.”

Artık taşıyamaz olmuştum. Biraz olsun içimdeki ağırlığı dışarı vurmalıydım. Yavaşça doğruldum. İclal’in daha bugün bana hediye ettiği defteri çantamdan çıkardım. Parmaklarım titriyordu. Masama oturdum. Kalbimin derinliklerine kök salan o rüyayı kelimelere dökmek istiyordum. Kalemi elime aldım. Yazmaya başladım.

Kalemim sayfaya dokundukça, rüyam yeniden canlanıyordu gözlerimin önünde. Tabi duygularım da. Bitirdiğimde deftere baktım, başımı yavaşça masaya dayadım. Dünya sustu, zaman dondu bir an. Yorgun hissettim.

Emin’i düşündüm. İçimde buruk bir özlem vardı.

Kalbimin en sessiz köşesine sakladığım düşünceler bir bir yüzeye çıkmaya başladı. Emin… Her zaman yanımdaydı. Gözlerindeki o sıcaklık, sözlerindeki samimiyet, küçük jestleriyle hayatıma dokunuşu… Hiçbir şey tesadüf değildi.

Onun varlığı, en karanlık anlarımda bile içime huzur serpmişti. Beni ben olduğum için kabul etmiş, korkularımı, umutlarımı ve kırılganlıklarımı gördüğü halde bana inanmaktan vazgeçmemişti. Şimdi fark ediyordum ki, yıllar boyunca bana gösterdiği o sevgi, özen ve koruma içgüdüsü… Hepsi daha derin, daha gerçek bir şeyin habercisiydi. Onu ne kadar sevdiğimi, ne kadar ihtiyacım olduğunu anladığımda, kalbimde bir sıcaklık yükseldi. Bu sevgi, yani kendimden bile sakladığım en kıymetli sır, artık dışarı çıkmak istiyordu.

Başımı masadan kaldırdım. Derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapattım, bir an için Emin’in yüzünü, sesini, varlığını, şefkatli dokunuşunu hayal ettim. Kalemim yeniden sayfaya değdiğinde, içimdekiler bir bir akmaya başladı.

Bugün kendimle yüzleştim. Acımasızcaydı. Kalbimin etrafını çevreleyen kayalar bir bir kırıldı. Sevgin bir güneş gibi bütün ışığıyla aydınlattı içimi. Bunları yazarken korkuyorum. Duygularımı ifade ederken fazla açık seçik olmaktan çekiniyorum. Çünkü 'Ya yazdıklarım ileride yırtılıp atılmaya yahut yakılmaya mahkum olursa' endişesi taşıyorum.

İlk kez kendi kendime konuşur gibi değil, biriyle hislerimi paylaşır gibi yazasım geliyor. Seninle.

Aklımda sürekli şairin dizeleri dolanıyor: 'Nerden çıkageldin nerden, yıldızların doğduğu yerden.'*

O yıldızların izi gözlerinde parıldıyor. Usul usul hem de. Suyun üzerine yansıyan akşam güneş gibi. Ruhumu okşuyor sanki. Korkuyorum bir gün gökyüzünden kayacaklar ve başıma düşecekler diye. Altlarında ezileceğim. Yeniden ayağa kalkması zor olacak.

Sevdadan bu denli korkuşum neden, bilmiyorum. Kaygılarım damarlarımda akan kanla birlikte her zerreme yayılıyor. Bir titreme vuku buluyor bedenimde. Sallantılı ruh hâllerine bürünüyorum.

Ama şiir devam ediyor. Durgun gözlerinin içinden akan bulutlar görüyorum. O ânlarda tatlı bir utanç ve heyecan kalıyor sadece benimle. Bütün korkular, kaygılar, endişeler bavulunu toplayıp gidiyor.

Dışarıda bahar yağmuru var ve çise çise gönlümün ortasına düşüyor her bir tanesi. Bir şeyler son buluyor ve başka şeyler diriliyor sanki bu yürekte. Senin sâyende. Gözlerimi kapatıyorum. Yine şair tamamlıyor cümlelerimi.

İçin için yağan bu yağmur kalbime sızıyor. Damlalar içinde hayat ve ölüm. Sensin; işte sensin sırılsıklam, karşımda gördüğüm.*

Sevmek bedel istiyor. Ödüyorum. Savaş bitiyor. Kılıcım kalkanım düşüyor ellerimden. Savunmasız kalıyorum karşında. Teslim oldum, bak.

Yağmur yağıyor ve ben, yer altı nehirlerinden; Islana ıslana kalbinden, sessizce geçiyorum.*”

Bir an için duraksadım. Bir sonraki sayfanın beyazlığına baktığımda gözlerim doldu. Derin bir nefes daha aldım ve kalemi yeniden sayfaya yönlendirdim. İçimde biriken başka düşünceler, sözcükler vardı. Yazmak, onları anlamlandırmak, biraz daha hafiflemek istiyordum. Bu yüzden devam ettim.

Bu ateş kalbime ilk ne zaman düştü diye soruyorum kendime. Cevap hiç net değil. Belirsizlik dolu. Kesin olan tek şey, günden güne alevlerin harlanıp büyüdüğü ve gönlümü bir yangın yerine çevirdiği.

Böylesi bir sevgi için daha çok küçük değil miyim ben, Emin? Yaşım kaç ki? Boyum kaç? Henüz ne öğrenebildim şu hayattan? Sevmeyi öğrenmek için erken değil mi? Yoksa bu duyguyu karıştıran ben miyim? Fakat ne ile? Aklım almıyor.

Düştüğümde kolumdan tutup kalkmama yardım edişin geliyor hatrıma. Her zorlukta yanımda oluşun. Evimizde otururken, bir kış günü, sessiz ve huzurluyken benim ders çalışmalarım, senin kitap okumaların… Bir akşam sakarlık yapıp kalemimi yere düşürmüştüm hani. Sonra kalemi almak için eğilmiştim masanın altına doğru. Doğrulmak üzere hafifçe geri çekilirken görüş alanıma pantolonunun paçaları girmişti. Bakışlarımı kaldırdığımda gözümün önünde uzun ve zarif parmaklar belirmişti. Ne olduğunu kavrayamamıştım. Tamamen geri çekildiğimde masanın sivri ucuna örtülmüş bir elin varlığını fark etmiştim. Bakışlarımı kaldırıp baktım, sendin Emin. Başımı vurmayayım diye parmaklarını masanın sivri yerine siper etmiştin. Ben bu hareketi minik kardeşimin canı yanmasın diye yapardım. Ona olan derin sevgim, merhametim, şefkatim ölçülemezdi. Ve bir gün sen çıkıp geldin, böyle bir sevgiyi, merhamet ve şefkati sonunu düşünmeden önüme sundun.

Askerden dönüşünden hemen sonraydı. İlk akşamlarımızdı. O afallayışla ela gözlerine baktıkça senin varlığını yavaş yavaş daha iyi idrak etmiştim. Sen koltuğa yeniden oturup kitabına döndükten sonra fark etmiştim ki kalbim gereğinden hızlı çarpıyor. Hafiften terlemişim. Senin karşımda olmandan ötürüymüş, Emin. Şimdi anlıyorum.

Bana “Biraz gülsene,” deyişini hatırlıyorum Emin. Çünkü ben her seferinde gülümsüyorum o cümlen aklıma geldikçe. İçim sıcacık oluyor. Ilık bir meltem esiyor ruhumun sokaklarında.

Hani moralin bozuktu, sebebini bilmiyordum. Yalnız kalmak istediğini söylemiştin. Ben de sana biraz kırgındım. Kıskanmıştım. Haberin bile yoktu.

Dakikalar geçti. Oturduğum yerin hemen yanında dikildin ve ela harelerini bana dokundurdun. Belli ki bir şey söyleyecektin. Kaldırıp başımı sana baktım bir anlığına. Duymayı asla beklemediğim bir cümle ulaştı kulaklarıma. Yüreğime kazındı her harfi.

“Biraz gülsene Berra,” dedin Emin, usulca. Benim gülmem senin için vazgeçilmez bir ihtiyaçmış gibi...

Şaşkın ve afallamıştım. Doğru duyup duymadığıma emin olamamıştım. Bunun ne anlama geldiğinden haberin olup olmadığını düşündüm. İçimdeki ateşi körüklediğinden haberin yoktu…

Sen söyledin diye değil ama bu yaptığın şey yüzünden istemsizce gülümsemiştim. Şaşkınlık kısmını atlattıktan hemen sonra tabi. Benim o küçük tebessümüm seni de gülümsetti. Amacına ulaşmış gibi, rahatlayarak döndün ve gittin. Dudaklarından çıkan bir çift söz beni düştüğüm o kuyudan çıkartmıştı. Ne kızgınlığım kalmıştı ne moral bozukluğum.

Kelimeler öldürebilirmiş de diriltebilirmiş de.

Bu anılarla birlikte, kalbimde hem bir ağırlık hem de tarifsiz bir huzur vardı. Her ne kadar korkularım, şüphelerim hâlâ yanımda olsa da, bir şeyler değişmişti. Kaçmak yerine bakmaya, saklamak yerine adlandırmaya yöneliyordum.

Yazmayı bıraktığımda içimde hem bir rahatlama hem de ince bir sızı vardı. Kalem elimde öylece duruyordu. Gözüm saate kaydı. Ezana az kalmıştı. Masadan kalktım. Banyoya geçip abdest aldım. Suyun serinliği iyi geldi ve içim ferahladı. Avuç içlerimde sakladığım telaşlar suyla birlikte akıp gidiyor gibiydi.

Odaya döndüm. Seccademi serdim. Namazımı kıldım. Ardından ellerimi semaya kaldırdım.
“Allah’ım… Kalbime ferahlık ver. Hissettiklerimden korkmamayı öğret bana. Kalbimi temizle, karışıklığın içinden yolu göster. Beni güçlendir. Eğer bu sevgide hayır varsa, kalbimi onda sabit kıl. Yoksa da, olanı kabul etmeyi öğret. Ve ne olursa olsun, beni Senin sevginden mahrum bırakma…”

“Allah’ım… Ona da selamet ver. Nereye giderse gitsin, Senin rahmetin onu sarıp sarmalasın. Üşürse Sen ört, düşerse Sen kaldır. Onu yalnız bırakma. Yolunu aydınlat, kalbini genişlet. İçine ferahlık, bedenine afiyet ve kuvvet ver.”

“Eğer bu kalpte taşıdığım sevgi senin katında bir kıymet taşıyorsa, onu güzelleştir. Bizi birbirimize zarar değil, hayır getiren iki insan eyle. Kalplerimizi birbirine yaklaştır, yollarımızı birbirine aç. Ama eğer bu hisler bize yük olacaksa, bizi yavaş yavaş incitmeden çöz. Sevginin ardına gizlenmiş beklentileri sil, duygularımızı tertemiz eyle. Birbirimizi sahiplenmeye değil, emanet bilmeye alıştır. Birbirimize dua edecek kadar sevmeyi öğret. Ve ne olursa olsun, birbirimize kırgınlıkla değil, hayırla anılacak bir ilişkiye sahip olmayı nasip et…”

Dua etmek iyi gelmişti.

Seccadeyi katlayıp odadan çıktığım sırada kapıdan gelen anahtar sesiyle irkildim. Koridorda ilerledim. Kapı açıldı. Emin gelmişti. Onun geldiğini bilmek dahi kalbimin göğüs kafesimde çırpınmasına yol açtı.

Bir kaç adım daha attığımda karşılaştık. Emin bir an olduğu yerde kaldı. Ben de. Ne bir adım atabildik, ne bir kelime döküldü dudaklarımızdan. Sadece göz göze geldik.

Ama bu bakış alışılmış bir sıradanlıkta değildi artık benim için. Bir şey değişmişti. Ben değişmiştim. İlk defa bu kadar farkındaydım. Emin’in yüzü, varlığı, kokusu… O kadar tanıdıktı ki. Onu hayatımın son dört yılında her gün görmüştüm neredeyse, ama şimdi ilk kez görüyor gibiydim. Her şey aynıydı, ama ben artık başka bir yerden bakıyordum ona. Kalbim hem tarifsiz bir sükûnet içindeydi, hem de deli gibi, adını koyduğum o duyguyla çarpıyordu.

Sonunda ilk konuşan o oldu. “Selamün aleyküm,” dedi. Sesi her zamanki gibi sakindi.

Yutkundum. Gözlerim gözlerine değdi. Bakışlarında bir sıcaklık aradım.

“Ve aleyküm selam. Hoş geldin…”

Cümlem bittiğinde, içimde bir şey kıpırdadı. Sanki eve gelişine değil, kalbimi ev edinmesine hoş geldin demiş gibi hissettim.

Gözlerimi kaçırmadım ondan. İçimdeki bu duygu gözbebeklerime yansımış mıydı bilmiyordum. Emin’in bir an duraksadı. Belki o da bir şey hissetti. Belki bir şey sezdi. Bilmiyorum.

“Hoş bulduk. İşim bitince erken geldim,” diye açıklama yaptı. Sanki karşı karşıya böyle normal konuşmayalı iki gün değil iki yıl olmuş gibi hissettim.

Üzerinde o tanıdık ağırbaşlılık ve aramıza koyduğu dikkatli mesafe hâlâ vardı. Ama bu defa o mesafeye farklı baktım. Beni ürkütmemek, incitmemek ve korkutmamak için çizdiği görünmez sınırdı olduğuna inanmak istedim. Hüsnü zanda bulundum. Çünkü buna ihtiyacım vardı.

Kalbim hızla çarpsa da belli etmemeye çalıştım. “Yemek yer misin? Bir şey hazırlayayım mı sana?” dedim çok sıradan bir gündeymişiz gibi. Cesaretime şaşırmıştım. Ama kaçmamak için söz vermiştim kendime.

Emin bir kaç saniye sustu. Şaşırmış gibiydi. Sonra yüz hatları yumuşadı. Buz çözüldü, içinden su sızdı.

“Olur, zahmet olmazsa. Ben de yardım ederim.”

Başımı salladım. Mutfağa yöneldim, o da ardından geldi. Adımlarının varlığı yakınımdaydı ama rahatsız edici değildi. Aksine, içimde tanımlayamadığım bir sıcaklık yayılıyordu.

Sofra hazırlarken pek konuşmadık. Ama zihnim gürültülüydü. Sanki aynı evde ilk kez bulunuyorduk. Sanki ilk kez birlikte sofra hazırlıyorduk. Oysa kaç yıldır aynı sofrayı kuruyorduk. Kaç kez çatal uzatmıştım ona, kaç kez dolaptan bir şey çıkarmıştı benim yerime.

Ama bu akşam, kalbimin kıyısında oturup beni gözleyen bir duyguyla, adeta yeniden bakıyordum her şeye. Yeni bir renge bürünüyordu en basit şeyler bile.

Kısa süre sonra sofra hazırlamıştı. Çorba kaynamış, makarna haşlanmış ve salata masadaki yerini almıştı. Oturduk. Çorba tabağını ona uzattığım sırada göz göze geldik. Sadece bir an. Ama yüreğim titredi. Onun eline değen parmak uçlarımda bir sıcaklık dolandı. Sanki parmaklarına değil, kalbine dokunmuşum gibi hissettim. Ellerim kaşığıma uzanırken içimden geçenleri bastırmaya çalıştım ama beceremedim.

Ona duyduğum sevgi, en sıradan anları bile bambaşka bir hâle getiriyordu. Bir tabak, bir kaşık, bir masa… Hepsi, onunla yan yana olunca başka bir şeye dönüşüyordu.

Emin bir süre sonra aşığını tabağın kenarına bıraktı ve yavaşça başını kaldırdı.
“İclallerdeydiniz bugün, değil mi?”
“Evet.”
“Kalabalık mıydı?”
“Biraz…”
Sustum. Konuşmak istemiyor gibi görünüyordum belki ama… Aslında içimde taşıdığım cümleler boyumu aşmıştı. Ondandı. Konuşacak çok şeyim vardı. Ama bunların hiçbirini onun duymasını istemiyordum. Çekiniyordum. Ve biraz da utanıyordum. Henüz dile getirecek cesaretim yoktu.

Emin, gözlerini benden ayırmadan birkaç saniye sustu. Sonra temkinlice sordu: “İyi misin?”

Olağan bir merakla sormamıştı bunu. İçinde bir dikkat, ihtiyatlı bir yaklaşma çabası vardı. Bendeki sessizliği ve dalgınlığı fark etmişti.

Yalancı bir tebessüm yerleştirdim yüzüme. “İyiyim.”
Dünyanın en çok kullanılan yalanıydı belki bu. Ve en kolay anlaşılanı.

Öylece baktı yüzüme. Bir şeyler söylemek istedi sanki. Ama sonra kendini tuttu. Yeniden önündeki yemeğe döndü. Ben de yemeğe devam ettim. Kaşığımı tekrar elime aldım fakat ağzıma götürdüğüm her lokma sanki boğazıma oturuyordu.

Yemeğin sonunda “Eline sağlık,” dedi. Sesi yumuşaktı. Tabakları toplamaya başladı.

“Senin de eline sağlık.”

İkimiz de başka şeyler söylemek ister gibiydik. Ama hiçbirimiz dilimizin ucundaki düğümü çözemedik.

Çünkü bazen susmak, bir itirafı ertelemek gibidir. Bir duyguyu kenarda bekletmek… Ya da en derin korkuyu, ortaya dökülürse dönüşü olmayanı, ertelemek gibidir.

 

 

 



Not: 50 yıldız ve bir kaç yorum olmadan yeni bölüm gelmeyecektir :)

 

Bölüm : 12.07.2025 23:49 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...