

“Onu ölesiye sevdiğimi bilmesi hoşuma gidiyor. Bununla yetinebiliyorum.”*
✦
- Emin Yiğitsoy
Sabır, mükafatlı olduğu kadar zor da bir eylemdir. İçinde kabullenişler, dayanma gücü, bazen ıstırap, çokça umut ve bekleyişler taşır.
İnsan bazen neyi beklediğini bile tam bilmeden sabreder; sadece kalbinin bir yerinde bir şeyin değişeceğine, düzeleceğine, geleceğine inanır. Zaman geçtikçe o bekleyiş bir yük gibi omuzlara binse de yılmaz. Çünkü bazı güzellikler, ancak sabrın imtihanından geçtikten sonra bizi bulur.
Ben de o sabır ve bekleyiş halindeydim.
Belki Berra bilmiyordu, belki farkında bile değildi ama ben onun sessizliğini de, gözlerini kaçırışını da, cümlelerini yarım bırakışını da ezberlemiştim. Onun içinden geçenleri anlamaya, acele etmeden yanında kalmaya söz vermiştim kendime. Berra'nın kalbine giden yol sessizlikten, güvenden ve zamandan geçiyordu. Ben de bunu göze almıştım.
İçimde sakince büyüyen bir inanç vardı: Bir gün, o da bana baktığında aynı sıcaklığı hissedecekti. O gün gelene kadar, ben sadece onun yanındaydım. Sessizce. Zorlamadan. Belki küçücük adımlarla ilerleyerek. En çok da bekleyerek.
Yaklaşık bir buçuk saat önce işten eve gelmiştim. Yemeği birlikte yemiştik. Sonra Berra, Sıdıka teyzelere sohbete gitmek üzere hazırlanıp çıkmıştı. Ben de üstümü değiştirdikten sonra oturma odasına geçtim. O sırada gözüm, masanın üzerindeki dağınık kitaplara takıldı.
Zaten eve geldiğimde de bizimki masada başındaydı. Okuldan sonra doğrudan çalışmaya oturmuş olmalıydı. Kitapların çoğu sözel derslere aitti. Testler, konu anlatımları… Ama arada bir tane de matematik kitabı vardı. Biraz dışlanmış şekilde kenarda duruyordu.
Gülümseyerek yaklaştım. Matematiği severdim. Formüllerle, bilinmeyenlerle ve denklemlerle uğraşmak hoşuma giderdi. Özellikle geometriye bayılırdım. Bulmaca çözmek gibiydi; parçaları yerine oturtunca bir bütün çıkıyordu ortaya. Berra is sözelciydi. Paragraflar, yorumlar, ezberler…
Kendi lise yıllarım gözümün önüne geldi. Görüşmeyeli ne kadar zaman olmuştu? “Bir ara arayayım,” diye geçirdim içimden. Sonra boş sandalyeye oturup masanın kenarındaki matematik kitabına uzandım. Sayfalarını karıştırdım. Hangi konulara gelmiş, neler işlemişler diye şöyle bir göz gezdirdim. Okulların açılmasına ve dönemin resmiyette başlamasına az kalmıştı, ama belli ki yaz kursunda bile epey yol almışlardı.
Biraz daha çevirdim sayfaları. Sonra, bir şey dikkatimi çekti. Kitabın ortalarında bir yerlerde, araya sıkıştırılmış bir şey vardı. Refleksle orayı açtım. Bir zarftı. Üzerinde hiçbir şey yazmıyordu. İlk anda önemli bir şey olabileceğini düşünmedim açıkçası. Neticede test kitabının arasındaydı; kişisel ve özel olacağını sanmıyordum. Muhtemelen bir nottur, hatırlatmadır, belki Berra'nın kendi yazdığı bir şeydir diye geçirdim içimden. O rahatlıkla aldım elime. Zarfı evirip çevirdim. Merak ağır basmıştı. Sonunda açtım. İçinden bir kâğıt çıktı, ikiye katlanmıştı.
Mektuba benziyordu. Bu noktada bir an tereddüt ettim. Galiba yanışmıştım. Elimde tuttuğum şey, belki de sandığım kadar sıradan değildi. Kişisel ve özel olabilirdi. Ama çok geçti artık. Merak beni ele geçirmiş, bu bilinmezlik cezbetmişti. Yine de dikkatliydim. Direkt okumayacaktım. Amacım sadece, kimin yazdığını anlamak ve hiç dokunmamış gibi katlayıp geri koymaktı.
Kâğıdı usulca açtım. Gözüm, refleksle en alt köşeye gitti. “Ceyda” yazmasını bekledim. Belki “Hazal”, belki “İclal” veya ismini duyduğum/duymadığım bir başka kız arkadaşı. Ama yazan isim bunların hiçbiri değildi. “Yusuf” yazıyordu en altta. Gözlerim o ismin üzerinde donup kaldı. Kaşlarım kendiliğinden çatıldı. Tanıyordum bu ismi. Daha önce geçmişti laf arasında. Berra'nın eski sınıf arkadaşlarından biriydi. Sınıf fotoğraflarında falan da görmüştüm. Berra severdi ara sıra okuldaki olanlardan bahsetmeyi. Yusuf da ismi anılan kişilerdendi. Aşinaydım.
Sakin olmam gerekiyordu belki ama içimde bir sızı kıpırdamaya başlamıştı bile. Mantıklı düşünmeye çalışsam da kendimi telkin etmem mümkün değildi.
Elimdeki kağıdı hala tam açmamıştım. Sanki açarsam, içinden beni yakıp geçecek bir sır dökülecekmiş gibi hissettim. Ama dayanamadım. Berra’ya duyduğum güvenle içimde yükselen kıskançlık birbirine karışmıştı. Bu bir çatışmaydı. Kendi içimde Berra’yı savunmaya çalışırken, öte yandan kiminle ne konuştuğunu, neler hissettiğini, bu mektubun ne manaya geldiğini düşünüyordum.
Kağıdı tamamen açarken içimi suçluluk hissi sardı. Mahrem bir şeye dokunuyor gibi… İçim daraldı. Yutkundum. Tam o sırada ironiyle karışık öfkeyle: "Nikahlı eşim lan bu… Başlarım mahremiyetine,” diye söylendim. Başımı hafifçe iki yana salladım. Artık geri dönüş yoktu. Okuyacaktım. Her ne varsa, bilmeye hakkım vardı. Okumadan önce bir an durdum. Sonra gözlerim satırlara kaydı. Ve okumaya başladım.
“Berra,
Bunları sana söylemenin doğru bir zamanı olmadı hiçbir zaman. Belki de olmayacak. Ama yine de yazıyorum, çünkü bazı şeyler içimde kaldıkça büyüyor, ağırlaşıyor.
Seni ilk ne zaman bir arkadaştan daha farklı şekilde gördüm, gerçekten bilmiyorum. Belki samimiyetle gülümsediğin bir anda. Belki bir etkinlik sırasında şefkatini kuşanıp bir çocuğun saçlarını okşadığında. Belki bir soruya verdiğin cevabı duyduğumda. Belki de sadece kimseye benzemeyişini fark ettiğimde. Ama bugüne dek seni olduğun gibi sevdim. Sessizce. Kimseye söylemeden. Bir şey beklemeden.
Kalbimde temiz bir yer açıldı ve oraya sevgin yerleşti. Seninle konuşmalarımız azdı belki ama içimde çok şey birikti. Bazen sadece bir selamın günümü güzelleştirdi. Bazen ismimi söylediğin anda, içim ısındı. Bazen sorularını çözdüğümde yüzündeki teşekkür ifadesini görmek bile beni mutlu etmeye yetti.
Bunların fazlasını hiç istemedim. Kırılma, rahatsız olma diye sustum. Ama bazen susmak da insanın kendine yaptığı bir haksızlık oluyor. Duygularımın karşılığını da bu zamana dek açıkça aramadım. Ama söylemeden duramam artık. Bu duygu içimde bir sır olarak kalmasın istedim. Gizli gizli büyümesin. Bilmeni istedim. Seni seviyorum ve değer veriyorum.
Bunu sana yük olsun diye değil, hafifleyeyim diye yazdım. İtirafım, senden hemen bir cevap beklediğim anlamına gelmesin. İçimdeki bu hissi daha fazla saklamanın hem sana hem kendime karşı dürüst olmadığını düşündüm. Kalbinde küçük bir karşılığı olur mu, bir ihtimal bile var mıdır, bunu bilmiyorum. Ama o ihtimalin peşinden gitmek istedim.
Sakın seni bir şeye zorladığımı düşünme. Durum tersi dahi olsa, duygularım karşılıksızsa, sen mutlu ol yeter. Senin kendini rahat hissetmen benim için her şeyden önemli.
Gerisini ben taşırım.
Yusuf”
Mektubun ağırlığı omuzlarıma yüklenmişti. Derin bir nefes aldım ama yetmedi. Parmaklarım titriyordu. Ne hissettiğimi tam olarak adlandıramadım. Kıskandım, evet. Ama kıskançlığın altında bir şey daha vardı; garip bir sızı.
Yusuf’un duyguları masumdu. Saygılıydı. Ve en kötüsü de samimiydi.
Öte yandan, Allah kahretmesin ki, onu anlıyordum. “Sende gördüğümü görecekler diye ödüm kopuyor,” demiş ya şair. Resmen o duyguyu yaşıyorum. Ve biri Berra’da gördüğümü çoktan görmüş.
Aklım bunları söylüyor. Ama yine de insanın kalbi, mantığa kulak asmaz bazen. Bu yüzden sızım sızım sızlıyor. Midemde bir ağırlık var. Boğazıma bir düğüm oturmuş. Aklımda onlarca soru dolanıyor.
Berra’nın haberi var mı bundan? O da hissetmiş miydi o bakışları? O da fark etmiş miydi Yusuf’un içinde taşıdığı şeyi? O da benzer duygular taşıyor olabilir miydi içinde?
“Bana anlatmadığın bir şey var mı, Berra?”
Kafamda sorular dönüp durdu, yanıtları yoktu çoğunun. Başımı iki elimin arasına aldım. Sessizce öylece oturdum bir süre. İçimde Yusuf’un sözlerinin bıraktığı yankılarla. Kıskançlıkla, sitemle, kızgınlıkla, kaygıyla ve korkuyla…
Ben bu duygularla boğuşurken dış kapıdan anahtarın çevrilme sesi geldi. Berra dönmüştü. Ayak sesleri usulca koridora yayılırken, kalbim birden hızlandı. Ayağa kalktım, nefesimi tutarak bir kaç adım attım odanın ortasına doğru. Bir an durdum, kapının eşiğinde beliren siluetini izledim. Bakışları bana saniyelik bir süre değdi ve uzaklaştı. Sanki göz göze gelmekten kaçınır gibi.
Henüz selam bile vermesine fırsat vermeden “Berra,” diye seslendim, sesim beklediğimden daha sert ve tedirgin çıktı. Hemen tonumu yumuşatmayı kendime tembihleyip elimi kaldırdım. Parmaklarımda kor misali tuttuğum kağıt parçasını kast edercesine konuştum. Kalbim deli gibi atıyordu.
“Burada yazanların… bir karşılığı var mı?”
Gözlerine baktım. Cevap bekleyerek, kırılganlığıma rağmen güçlü kalmaya çalışarak durdum karşısında. Adeta ela hârelerimle onun yüzüne sığındım, bakışlarımda bir parça umut, bir parça korku vardı.
Berra kapının eşiğinde kalakalmıştı. Elimdeki kağıda tanımaya çalışır gibi baktı.
"O ne ki?"
Sesi sakindi ama sözcüklerinin arasına ince bir şaşkınlık sinmişti. Yavaşça bana doğru yürüdü. Ayakları yere çekinerek basıyor gibiydi. Bir iki adım ötemde durdu. Neyi kast ettiğimi anlamak için uzanıp elimdeki kağıdı aldı. Ellerimiz hafifçe birbirine değdi. İçimde bir kıpırtı oldu ama bastırdım.
Bakışları satırlarda dolaştı. Yüz ifadesindeki donukluğa, değişikliklere an ve an tanık oldum. Her mimiğini dikkatle izledim. Kaşlarının arasındaki çizginin derinleşmesini, gözbebeklerinin büyüyüp sonra sönmesini… Bir cümleyle birlikte dudağının kenarındaki titreşimi.
Okumayı bitirdiğinde yutkundu. “Ben bunu bilmiyordum,” diye mırıldandı. Ama gözlerinden, içinde bir yerlerde bunu beklediği, sezdiği veya tahmin ettiği anlaşılıyordu. Öngördüğü bir şeyi karşısında bulmanın tedirginliğini ve şaşkınlığını yaşıyor gibiydi. Kafası karışmış gibi.
“Ben bir şey yapmadım… ama bu mektubu almış olmak bile…” Cümlesi yarım yarımdı. Cılız bir sesle konuşmuştu. Devamı gelmedi.
O an içimden geçenleri susturamadım. Dilimin ucuna gelenleri özgür bıraktım.
“Bazen hiçbir şey yapmamak da birilerinde fazlasıyla yer etmek için yetiyor.”
Kendi deneyimimden yola çıkarak söylüyordum bunu. Berra bana da umut verecek bir şey yapmamıştı ama kalbimde yer etmesinin önüne geçebilmiş miydim? Hayır. Yüreğimde de ruhumda da iz bırakmıştı. Ve ben bu izden hiçbir yere kaçamamıştım.
Başını öne eğdi. Mahçup gibiydi. Çok hafif, neredeyse fark edilmeyecek bir şekilde iç çekti. Bir süre sessizlik oldu.
Köpek gibi canım yansa da “Onu seviyor musun?” dedim bir çırpıda. Yüreğimin bam teli titriyordu. Yine de gözlerimi ondan çekemiyordum. Beni öldürecek bir cümleyi bekler gibi dikiliyordum karşısında. Duyacaklarımdan korkuyordum. Belki de hayatımda hiç bu kadar çok korkmamıştım. Pamuk ipliğinden örülmüş bir köprünün üzerinde gibiydim. Berra’nın sözleri oradan düşüp düşmememi belirleyecek olan yegane şeydi.
“Ne?” dedi. Anlamadığı için değil, böyle bir soruyu sormam dahi onu rahatsız etmiş gibi. Yüzüne bir gölge düştü. Bir yabancılık çöktü aramıza.
O an, bir bıçak kalbimi acıta acıta deşer gibiydi. Tenimi lime lime eder gibi… Yine de devam ettim.
Yarayı açtıysam, sonuna kadar bakmalıydım. Duyacaklarımdan korksam da sordum.
“Evli olmasaydın, her şey normal olsaydı... Kendi kararını verebildiğin, seni kimsenin zorlamadığı bir hayatın olsaydı…Bu mektuba ne cevap verirdin?”
Berra’nın duruşu değişti. Gözlerini hızla kaçırdı. Başını eğdi. Elleri birbirine kenetlendi. Sanki bu sorunun cevabını aslında kendisi de bilmiyordu. Ya da bilmeyi reddediyordu. Cesareti yoktu.
Sonunda sesi hafif kısık bir şekilde cevapladı.
“Emin… Bu soruyu sorma.”
Ama çok geçti. Ben o soruyu çoktan sormuştum. Ve cevabını bilmeden bir gün daha geçiremezdim.
Sesim çatallandı. Bir adım daha attım ona doğru. Artık tam karşısındaydım.
“Sormak zorundayım. Hayatına hiç girmeseydim, Yusuf sana bu mektubu verseydi, benimle evli olmasaydın bu duyguların karşılığı olur muydu?”
Berra ne diyeceğini toparlamaya çalışır gibiydi. Elindeki kağıdı evirip çevirirken sıkıntılı hissettiği de ortadaydı. Bu hâli beni daha da ürküttü. İçimdeki umut ışıkları bulutların ardına çekilmeye başladı. Hücrelerim büyük bir kaygıyla dolup taştı. Kıskançlıkla bezendi korkularım. Ürperdim.
Ardından kararlı bir şekilde başını kaldırdı. Ne diyeceğini belirlemişti belli ki.
“Sen olmasaydın ben o okula gidemezdim. Kimseyi tanımazdım. Yusuf’u da.”
Cümle netti. Ama içinde çok şey saklıydı. Bazı şeyleri savunuyor, bazı şeyleri ise bilinçli bir şekilde saklıyordu.
Doğruydu. Evli olmasaydık, hayatı başka yöne akıp gidecekti. Ama bu cevap biraz kaçış gibiydi. Ve ben hakikati istiyordum. Kaçamak yanıtları değil.
"Belli olmaz. Kader insanın yolunu bi şekilde kesiştirir,” diye direttim.
Berra bu kez doğrudan gözlerimin içine baktı. Yüzüne daha önce görmediğim bir ifade ve ciddiyet yerleşti. Bu tuhaf ve yabancı hâli tedirginliğimi artırdı. Dudaklarını araladığında duyacağım şeyi bekledim. Karanlıktan korkan ama karanlığın tam ortasında kalmış bir çocuk gibi bekledim. Bir eşikteydik. O eşiğin ardında hangi kapının aralanacağını merak ediyordum.
“O zaman ben yine seninle yolum kesişsin isterdim. Başkasıyla değil.”
Şaşırdım. Karanlık mı demiştim ben? Öyleyse kalbimin bir umuda sarılıp kuş gibi çırpınmasını nasıl açıklayacaktım? Gözlerimde aniden yanıveren kandilleri ve aydınlığı kendim bile hissettim. Yaz sıcağında kavrulurken biri başımdan aşağı serin su dökmüş gibi ferahladım.
Kapının eşiğinden adım atmıştık ve bulunduğumuz odaya güneş ışıkları sızıyordu. Bunu sadece ben hissediyor olamam değil mi?
“Benimle yolun kesişmesini yine de isterdi.”
Bu, her şeyin cevabıydı benim için. Kısa ama içi dolu bir cümle. Berra’nın hayatındaki bütün ihtimallerin, olasılıkların ve eğer’lerin arasından geçip gelmiş bir cevap…
Boğazımdaki düğüm tamamen çözülmedi ama biraz gevşedi. İçimde hâlâ ürkek bir şey vardı. Bu sevginin ne kadar kıymetli olduğunu daha derinden anladığım içindi o ürkeklik.
Cevabı zihnimde yeniden yankılandı. “O zaman ben yine seninle yolum kesişsin isterdim. Başkasıyla değil.”
Sevilmekten daha büyük bir şey vardı bu cümlede: Bilerek, isteyerek, her şeyin farkında olarak tercih edilmek.
Sanki zaman durdu. Zihnimdeki tüm sorular, tüm korkular sanki geriye doğru çekildi. Yusuf’un mektubu, onun kelimeleri, korkularım, hepsi geçmişin flu bir noktasında kalıp silikleşti. Geriye yalnızca Berra kaldı.
Önümde duruyordu. Bakışlarını gözlerimden kaçırmıyordu bu kez. Sanki kendisi de bazı şeyleri ilk kez bu kadar açığa kavuşturmuştu.
Yutkundum. Onun kahverengi hârelerine bakarken içime sığmaz olan sevgi, bağlılık, umut ve özlem, cesaretimi artırdı. Başka her şey susmuş gibiydi.
Bir adım attım. Parmaklarım bu kez tereddüte gebe kalmadan uzandı yüzüne. Yanağına dokundum. Duygularımı saklamadan, bastırmadan, açık açık, kalbini okumak istiyordum. İçini görmek ve söylemediklerini duymak istiyordum. Bakışlarımla da bunu aşikar kılıyordum.
Ona ilk kez dokunuyor gibi hissetmem normal miydi? Nefesim göğsümde sıkıştı. Parmak uçlarıma teninin ısısı yayıldı. Bu kez sadece bir çekim değil, bir karar vardı bu yakınlığımızda.
O akşamdan sonra aramıza giren o sessizlik, mesafe, tereddüt…Hepsi şimdi, bu tek dokunuşta siliniyor gibiydi. Ve Berra bu kez beni yaptığıma pişman edecek şekilde bakmıyordu. Koyu kahverengi hârelerin içinde bir kıpırtı vardı. Belli belirsiz bir titreyiş.
Sadece orada duruyordu. Kaçmıyordu. Ama yaklaşmıyordu da. İdrak etmeye çalışır gibiydi. Fakat yüzünde ürkeklik yoktu.
Ona ilk kez bu kadar açık dokunuyordum ama bu yakınlığın rahatsız edici hiçbir yanı yoktu. Aksine, bir şey yerli yerine oturmuş gibiydi. Parmak uçlarım yanağında bir an dinlendi, sonra usulca çenesine doğru kaydı. Avuç içimle yüzünü hafifçe çevirdim. Bana bakmasını istedim.
O an gözleri, kelimelerden çok daha fazlasını söyledi. Yorgunluğu, tereddüdü, sevgisi, belki utancı, belki minneti… Hepsi aynı anda parladı gözlerinde.
“Berra…” dedim uykudan yeni uyanmış gibi bir mahmurlukla. Sanki bu anı beklemiş, hayalini kurmuş, ama hiç bu kadar gerçek olabileceğine inanmamıştım. “Ben de yine seni seçerdim. Çünkü sensiz bir hayatı tam sayamam.”
Cümlem biter bitmez gözlerinde parıltılı bir titreyiş oldu. Omuzları çok hafif kımıldadı; neredeyse fark edilmeyecek bir gevşeme oldu bedeninde. O minicik çözülme, benim için koca bir duvarın devrilişiydi. Kalbi hızla çarpıyordu. Ben de pek farklı değildim. Ama durmaya niyetim yoktu. Onca zamandır aramızda duran duvarlar çatırdamıştı. Hep mesafeli duran, hep onun sınırlarına saygı gösteren ben, Emin Yiğitsoy, şimdi ilk kez kalbimi açıyordum. Ve tam zamanı olduğunu hissediyordum.
“Belki daha önce söylemeliydim. Ama şimdi söylüyorum çünkü... artık senin gözlerinin içinde de bir şey var.”
Gözlerimi ondan ayıramıyordum. Orada, o gözlerin içinde bir şeyin doğduğunu, büyüdüğünü ve artık saklanamayacak hâle geldiğini hissediyordum. Onca zamanın birikmişliğiyle doluyduk. Ve ben, bir an bile susmamaya kararlıydım.
“Ben seni kaybetmek istemiyorum, Berra. Yollarımız ayrılsın istemiyorum. Bir ömür boyu hayatımızı paylaşalım istiyorum.”
Sözler yüreğimin orta yerinden geliyordu.
Yavaşça yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Parmaklarım yanağında, o narin teninde gezindi. Zaman sanki o an durmuştu. Saçlarının yanına süzüldü ellerim, sonra başının arkasına kaydı. Örgüsüne ilişti parmak uçlarım.
Sonra, duygularıma tamamen teslim olmuş bir şekilde yaklaştım. İçgüdüsel bir şekilde eğildim. Dudaklarımı alnına bastırdım. O an içimde bir düğüm çözüldü, gevşedi. Şefkat, minnettarlık, teslimiyet ve sevgi damarlarımda aktı. Alnındaki sıcaklık dudaklarıma değil, kalbime işlemişti.
Hemen ardından, biraz daha eğildim. Her hücreme yayılan o isteğe karşı koyamadım. Bastırmadım. Bu kez dudaklarına çekinmeden ama aceleye de getirmeden nazik, acemi bir buse bıraktım.
Sanki bir şeyin onayını ve cevabını alırcasına… Sanki duygularımın derinliğini o küçük dokunuşla açıklarcasına.
Ne geçmiş kaldı o anın içinde, ne gelecek. Sadece onun nefesini dudaklarımda hissettiğim, onun varlığının içime aktığı bir sonsuzluk anı…
Berra ilkin kıpırtısızdı. Vücudu, buna hazırlıksız yakalanmış bir şaşkınlıkla hafifçe gerildi. Sonra gözkapakları usulca kapandı. Bir karşılık değilse bile, bir sığınma vardı hâlinde. Ve o sığınma, bana dünyayı vermeye yeterdi. Yeterki limanı ben olayım.
Benim içinse o kısacık an, kalbimin tüm boşluklarını doldurdu. İçimde kurak kalmış bir vadi vardı ve artık topraklarına ilk damla düşmüştü. Bitkiler yeşerebilir, çiçekler açabilir, hayat bulabilirdi.
Berra’nın nefesi hızlandı. Yanaklarına ve burnunun ucuna yayılan sıcaklık tenimde de yankı buldu. O an onunla aynı ritimde nefes aldığımı fark ettim.
Tam o sırada, Berra'nın titrek parmakları arasındaki kağıt kaydı. Mektup halının üzerine düştü. Ve sonra elleri yavaşça hareket etti. İçinde bulunduğu hâl, hâlâ ürkek ama kesinlikle kaçmak isteyen bir hâl değildi. Elleri aramızdaki ufak boşluğu buldu ve avuç içleri, usulca göğsüme kondu. Dokunuşu neredeyse temkinli ama kesinlikle bilinçliydi. Sadece oraya yerleşti. Bana tutunmak ister gibi. Sanki varlığımı hissetmek, kalbimin atışını duymak, o yakınlığı avuçlarında taşımak ister gibi.
Nefesim bir anlığına kesildi. Berra'nın bana, bu kadar zaman sonra ilk kez gerçekten temas ettiğini hissetmek… İçimde, hem sonsuz bir huzur vardı hem de tarif edilemez bir heyecan.
Bu yalnızca bir dokunuş değil, bir cevaptı. Henüz kelimelere dökülmemiş bir onay. Hâlâ ürkek, hâlâ kendi içinde bir sessizliğe gömülü ama net bir şekilde hissedilen bir karşılık. Ve ben, onun ellerini göğsümde hissederken, kendime söz verdim: Bu elleri hiç bırakmayacağım.
Ne çok şey anlatabiliyormuş insan bir dokunuşla. Ve ne çok şey duyabiliyormuş sessizce…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 39.81k Okunma |
3.85k Oy |
0 Takip |
63 Bölümlü Kitap |