

"Cesaretinize eşlik edecek en güçlü şey vicdanınızdır."*
✦
Bazen susmak kolaydır, kaçmak kolaydır, görmezden gelmek kolaydır. Ama insan vicdanıyla da yaşar. Ve o, sustuklarımızın sesini bize hatırlatmakta oldukça maharetlidir.
Yatsı ezanını duyunca Emin aniden ellerimi bıraktı ve yerinden kalktı. Üzerindeki tatlı mahmurluk yerini bir ciddiyete bıraktı. "Camiye geç kaldım," dedi telaşla. Odadan çıkmadan önce dönüp bir kez daha bana baktı. "Sakın ben dönene kadar uyuma, konuşacaklarımız bitmedi," dedi ve çıktı. Ev sessizleşti. Sanki bir anlığına her şey durdu.
Oturduğum yerde hareketsizce kalakaldım. Ellerim Emin'in avuçlarındaki sıcaklığı korurken, başım sanki hâlâ onun göğsüne yaslıydı. Kalbim maraton koşmuşum gibi atmaya devam ediyordu. Sakinleşemiyordum.
Az önce yaşananlar, o sözler...Ve bakışlarındaki o açıklık! "Ben seni seviyorum." "Seninle gerçekten evli olmak istiyorum." "Yanımda ol istiyorum."
Yanaklarım yeniden yanmaya başladı. O öpücüğü düşündüm. Bir anda olmuştu. Telaşsız, nazik, ürkek, kısa ve içten. Ne acele vardı ne de iddia... sadece o saf duygu. Utanmıştım ama kalbim hiç olmadığı kadar tamam hissetmişti.
Sonra o dokunuşları, yanağıma uzanan parmakları, saçlarıma karışan elleri anımsadım... Hele ardından söyledikleri!
"Sana dokunmak istiyor, incinmenden korkuyordum..." Bu cümle, zihnime kazınmış gibiydi. O anda sadece bana âşık biriyle yan yana olduğumu değil, âşık olunan biri olduğumu fark etmiştim. Bu duygu tarifsizdi. Ürkütücüydü de. Ama artık kaçamayacak kadar hayatımın gerçeğiydi. Bir yandan içim kıpır kıpırdı, bir yandan da kocaman bir bilinmezliğe adım atmış gibiydim.
Kalbimin sesini, Emin'in sesini ve içimdeki değişimi düşündüm. Her şeyin farkına varmaya çalıştım. Ben değişiyordum. Kendime bile söyleyemediğim duyguları, artık yavaşça kabullenmeye başlıyordum. Hayatım da değişiyordu.
Ellerimi dizlerimin üzerine koyup derin bir nefes aldım. Evdeki sessizliği dinledim bir süre. O sırada gözüm yerdeki kağıda takıldı. İçimde bir huzursuzluk kıpırdadı. O satırları okuduktan sonra unutmak istemiştim. Ama unutmam ve yok saymam mümkün değildi. Çünkü vicdanımın sesi yakamı bırakmıyordu.
Yavaşça yerimden kalktım. Dizlerim hâlâ Emin'le yakınlığımız sebebiyle uyuşuktu. Kağıda doğru eğildim. Parmak uçlarımla dikkatlice aldım yerden. Yeniden koltuğa oturdum. Kağıdı iki elimle dizlerimin üstüne yerleştirdim. Bir süre sadece baktım. Sonra derin bir nefes alıp açtım ve okumaya başladım.
Mektubu okurken içimde bir sızı yayılmaya başladı. O kadar içten, o kadar dürüst bir dille yazılmıştı ki... Her cümlesi ağır ve yakıcıydı vicdanım için.
Bir anda mektubu dizlerimin üstüne bıraktım. Yusuf bir şeyleri bilmiyordu. Emin'i bilmiyordu. Evli olduğumu bilmiyordu. Bana kalbini açmıştı. Bilse ne o böyle bir duruma düşerdi, ne de ben.
Elimle alnımı sıvazladım. Gözlerimi kağıttan kaçırdım, Yusuf'tan kaçırır gibi. Utançla. Suçlulukla.
"Ben... istemeden umut mu verdim?" diye geçti içimden. Aslında pek sayılmazdı. Bilakis, sınırlarımı korumuştum. Ama onun tavırlarında bir şeyler sezmeme rağmen her şey normal gibi de davranmıştım. Gözlerim dolmaya başladı. Göz kapaklarımı kırpmadan satırlara bakmaya devam ettim ama artık harfler bulanıktı.
Yusuf iyi biriydi. Ahlaklı, çalışkan, düşünceli, ölçülü... Bana her zaman saygılı davranmıştı. Hiçbir zaman haddini aşmamıştı. Tamam, şüphelendiğim zamanlar olmuştu. Ama böyle duygular hissettiğini, yani bu kadarını düşünmemiştim. Düşünmemek kolaydı çünkü. Yüzleşmekten daha kolay.
Her defasında kendimi susturmuştum. "Kuruntu yapıyorsun Berra," demiştim. "Yanlış anlıyorsundur."
Görmezden gelmek istemiştim. Hep kaçmıştım. Belki de onun umutlarını, kendi suskunluğumla büyütmesine izin vermiştim. Şimdi de o umutları, bir tek kelimeyle yıkmak zorundaydım. Kendimden utandım.
Birinin kalbini kıracak olmanın yükü omuzlarıma çöktü. Kırmayı hiç istemediğim birinin hem de.
İşte, şimdi benim de vicdanım işkence görür gibi kıvranıyor. Sustuğum her anın bedelini bana ödetir gibi... Yine de cesur olmam gerek. Vicdanıma cesaretim eşlik etmeli bu kez. Zor belki belki ama doğru olan her zaman kolay olan olmuyormuş.
Yusuf'un gözlerinin içine bakarak "hayır" demeliyim. Ne kibar, ne de güzel bir yolu var bunun. Dürüst ve net olmalıyım.
"Nasıl yapacağım şimdi?" diye düşündüm bir an. Bir cevap vermem ve bir şey söylemem gerekiyordu. Yoksa Yusuf orada öylece kalacaktı. Bekleyecekti. Cevapsız, belirsiz, eksik... Ve bu beni daha çok mahvederdi. Bekletmek istemiyordum.
Ayağa kalktım. Yavaş adımlarla odama geçtim. Masama doğru yürüdüm. Çekmeceyi açtım. İçinden düz, çizgisiz bir kâğıt aldım. Sonra kalem kutuma uzandım. Hangi kalemi seçeceğimi bile düşünmeden elim en sade olana gitti. Mavi mürekkepli, ince uçlu bir kalem... Ne fazla iddialı, ne de fazla özensizdi. Söylemek istediklerim gibi.
Masaya oturdum. Kalemi tutan elim, kâğıdın üzerinde bekliyordu. Yazmaya başlamakla başlamamak arasındaki o ilk tereddütte donakalmıştım. Yusuf'un yüzü gözümün önüne geldi. Derin bir nefes aldım. Başımı hafifçe eğdim. Kalem ucunu kâğıda dokundurdum.
"Değerli Yusuf,
Öncelikle dürüstlüğün için teşekkür ederim.
Yazdıklarını okumak benim için kolay olmadı. Çünkü taşıdığın duyguların samimiyetini açıkça gösteriyordu.
Sana karşı her zaman saygı ve içtenlikle yaklaştım. Senin gibi değerli ve düzgün bir insanı tanımış olmak benim için kıymetli. Ama tüm bu süreçte ben, sen dahil olmak üzere arkadaşlarımdan kimseye yeterince açık olamadım. İfade etmekten kaçındığım, gizlemek zorunda kaldığım şeyler oldu. Sana ve bu okuduklarını sır olarak saklayacağına inandığım için bu kez ben de dürüst olacağım. Çünkü bunu hak ediyorsun.
Hayatım çok uzun zamandır kendi içinde karmaşık bir çizgide ilerliyordu. Bazen ben bile nereye ait olduğumu, ne hissettiğimi ayırt etmekte zorlandım. Ama şu an biliyorum ki, sana karşı böyle duygularla yaklaşmam mümkün değil. Çünkü ben evliyim. Eşimi seviyorum.
Bunu söylüyorum çünkü seni kırmak, hayal kırıklığına uğratmak veya ihtimal de olsa geleceğe dair bir umuda sarılmanı istemem. Bazı gerçekleri zamanında dile getirememek, daha büyük kırıklıklara yol açabiliyormuş. Bunu şimdi, geç de olsa yapmamaya çalışıyorum.
Bunu gizlediğim ve ikimizi bu duruma düşürdüğüm için ise çok üzgünüm. Özür dilerim. Ama kötü bir niyetim yoktu. Umarım beni affedebilirsin.
Böylesi güzel bir sevginin, karşılık görebileceği bir kalpte yer bulmasını içtenlikle isterim. Lütfen bu mektubumu bir reddediliş olarak değil, bir açıklık, bir saygı ve bir vefa çabası olarak kabul et. Ve bil ki, senin hislerini küçümsemeden, ciddiyetle karşılayarak yazıyorum bu satırları.
Her şey için teşekkür ederim. İçtenliğin, dostluğun, sessizce gösterdiğin nezaket ve anlayış için.
Berra"
Mektubu kaleme alırken içimde fırtınalar kopuyordu. Her kelimeyi seçerken hem Yusuf'u incitmekten çekiniyor, hem de kendi sınırlarımı ve gerçeklerimi açıkça ortaya koymanın ağırlığını hissediyordum. Parmaklarım titriyordu; bir yandan dürüst olmak, bir yandan da kırmamak... İkisi arasında ince bir çizgide yürüyordum.
Mektubu bitirdiğimde içimde garip bir boşluk oluştu. Hafiflemiş gibiydim çünkü artık içimde sakladığım yükü kelimelere dökmüştüm. Aynı zamanda bir burukluk da hissettim; çünkü hiçbir zaman, birini incitmeden reddetmek mümkün değildi. İllaki canı yanacaktı, biliyordum. Hatta belki sakladığım bu gerçek konusunda kızacaktı bana.
Bu mektubu yazmak, bana cesaretin yanında vicdanın ne denli önemli bir güç olduğunu göstermişti. Kendi doğrularımı söylerken, karşıdakini anlamaya çalışmıştım. Galiba asıl cesaret ve olgunluk buydu.
Derin bir nefes aldım. Artık olan olmuştu. Bundan sonra kendimi affetmek için zamana ihtiyacım vardı.
Sonra birden dua etmek istedim. Ellerimi açtım ve gözlerimi kapattım. Yüreğimden geçenleri sesli bir şekilde dillendirdim.
"Allah'ım, Yusuf'un kalbini sen koru. Benim yüzümden canı yanmasın, yaralanmasın. Duygularının yükü altında ezilmesin. Sen, onun kalbine sabır, huzur ver. Gönlüne teselli ver. Eğer varsa bana dair umutlarını, hayallerini yavaşça, nazikçe hafiflet, acısını dindir. Ben onun yoluna çıkmış bir imtihansam, sen de ona bu imtihanı geçeceği bir feraset ver. Yusuf'a güç ver, kalbini onar ve yolunu aydınlat. Onu güzel yarınlara taşı, umudunu kaybettirme. Kalbini sabırla doldur, onu acılardan koru. Ona güç ver ki, bu zor zamanı atlatabilsin. Ve ne olur Allah'ım... Yusuf'a onu gerçekten sevecek birini nasip et. Onun kıymetini bilecek, onun gözlerindeki güzelliği görecek, onun derinliğini anlayacak biri. Yusuf'un yanında olunca kendini eksik değil tamam hissedeceği, duası olacak birini. Kalbine iyi gelecek bir nasip çıkar karşısına. Gönlüne sevinç, yüzüne tebessüm, hayatına yoldaş olacak biri...Ben duadan başka bir şey yapamam. Bu duayla emanet ediyorum onu sana. Amin."
Başımı kaldırdığımda gözlerim dolmuştu ama içimde bir huzur vardı. Kalbimin bir köşesinde Yusuf için taşıdığım o yükü Rabbime bırakmıştım. Ve biliyordum ki O kendine emanet edilene en iyi sahip çıkandı.
✦
Masanın üzerinde duran zarfı unutmamak için hemen alıp çantama yerleştirdim. Dün gece mektubu Emin'e de okutmuştum. Okurken yüzü ciddiydi. Gözleri satırlar arasında geziniyor, ifadelerimi sindirmeye çalışıyordu. "Sence fazla açık ve samimi olmamış mı?" sorusu ilk tepkisiydi. Ama Yusuf'un dürüstlüğüne karşın bunu hak ettiğine ikna etmiştim onu. "Peki madem," demişti.
Evli olduğumuzu söylemem konusunda da içi rahattı. Hatta çok doğru bir karar olduğunu düşünüyordu. "Eşimi seviyorum" cümlesini okurken istemsizce gülümsemişti.
Emin'in bu tavrı bana hem güven vermişti hem de bir şeyleri fark ettirmişti: Artık evli olduğumu söylemekten çekinmiyordum. Bu bir utanç ya da sır değil, sahiplenilmesi gereken bir hakikatti. Ve sanırım bu hakikati taşıyabilecek kadar büyümüştüm.
"Allah'ım bugünü kolaylaştır," diye dua ettim.
Üstümü çoktan giymiştim. Saçlarımı ördüm. Aynaya baktığım sırada odamın kapısı tıklatıldı. Emin "Hadi Berra!" diye seslendiğinde oyalanmayı bırakıp çantamı omzuma aldım ve çıktım. Beni okula arabayla bırakacaktı.
Kapıyı açtığımda onu koridorda beklerken buldum. Anahtarları parmakları arasında çeviriyordu. Bakışları kapıya çevrilmişti, açılır açılmaz da bana döndü. Göz göze geldiğimizde gülümsedi. Göz kırptı. İstemsizce ben de gülümsedim.
Koridoru aştık. Kapıyı Emin açtı. Ayakkabılarımı giydim. Ardından çıktık. Sessizce yürüdük. Arabanın kapısını açtı ve usulca bindim. Kendisi de direksiyonun başına geçti. Kontağı çevirdi. Yola çıktık.
Camdan dışarı bakarken düşündüğüm tek şey o mektuptu. Yusuf'a uzatacağım o zarf, elimi yakan bir ateş gibiydi. Gözüm çantamdaydı sanki. Orada durduğunu bilmek bile kalbimi sıkıştırıyordu. Gergindim.
Emin sessizdi. Radyoyu açmadı. Hiçbir şey sormadı. Sadece sürdü. Ben de sessizdim. Gözlerim yol kenarındaki ağaçlara takılı kaldı bir süre. Sonra başımı yasladım cama. İçimden yine dua ettim.
Okul binası uzaktan görünmeye başladığında sıkıntım biraz daha yoğunlaştı. Ama kaçmamak, saklanmamak gerektiğini biliyordum. Bu duygularla baş etmek zorundaydım.
Emin arabayı okulun karşısındaki kaldırıma çekti. Yavaşça frene bastı. Motor sustu. Elim çantamın sapına gitti. İster istemez nefesim daraldı. Tam kapıyı açacakken, Emin'in eli usulca elime uzandı. Elimi tuttu. Sıcaklığı, içimdeki buzları biraz eritti.
Gözlerimi ona çevirdim. Bakışlarında anlayış vardı. "Doğru olanı yapıyorsun," dedi. Sesi alçak ama netti. "Ve bunu en uygun, en zarif haliyle yapıyorsun. İçin rahat olsun."
Gözlerim doldu. Bir şey söylemeden sadece ona baktım. Onun destek olması gerçekten de bana güç veriyordu.
"Sakin ol. Hepimizin imtihanları oluyor, onunki de şu an bu. Belki biraz sarsılacak, ama sen ona dürüst davrandın. Zamanla iyileşecek. Kalpler yalanla değil, hakikatle iyileşir. Sen hakikati söyledin. Bu da bir şifa olur ona, inan."
Başımı salladım. Gözlerimden bir damla yaş süzüldü ama gülümsemeye çalıştım. Emin elimi sıkıca tuttu bir an, sonra usulca bıraktı. Derin bir nefes aldım. "Teşekkür ederim," dedim fısıltıyla. "Allah'a emanet ol."
"Sen de."
Kapıyı açtım ve indim. Çantamı omzuma taktım. Ayaklarımı yere sabitleyip başımı dik tuttum. Okula doğru yürümeye başladım.
İlk ders boyunca zihnim sınıfta değil, çantamdaki zarftaydı. Öğretmenin sesi, tahtadaki yazılar, sınıfın içindeki uğultular... Hepsi uzaktan geliyordu sanki. Zar zor odaklandım.
Zil çaldığında Ceyda ile birlikte koridora çıktık. Hazal da sınıftan yeni ayrılıyordu. Üçümüz yan yana geldik. Neredeyse her sabah olduğu gibi kantine gitmekti niyetimiz. Kahvaltı yapmadan geldiğimiz için simit alıp hızlıca atıştırmak sabah rutinimiz olmuştu.
Bunu bildiğimden ötürü "Kızlar siz gidin, ben birazdan geleceğim," dedim. "Tamam canım," deyip kantine yöneldiler. Sorgulamamalarına sevindim.
Yusuf'un sınıfına girdim. İçeriye göz gezdirdim ama onu göremedim. Birkaç öğrenci kendi aralarında konuşuyordu. Bazıları kitaplarına gömülmüştü. Pencerenin yanında ayakta duran Ali'yi fark ettim. Beni görünce başını kaldırdı. Her zamanki rahat ve gülümseyen tavrıyla selam verdi."Günaydın Berra reis!"
İstemsizce gülümsedim. "Günaydın Ali," dedim. Hazır onu yakalamışken sormak istedim. En yakın arkadaşın bilirdi. "Yusuf yok mu?"
Ali başını iki yana salladı. "Bugün gelmedi. Biraz rahatsız sanırım. Sabah haber vermiş."
Bir an için ne diyeceğimi bilemedim. "Geçmiş olsun. Görüşürüz o zaman."
"Görüşürüz."
Oradan ayrılırken içimde hem bir rahatlama hem de bir ertelenmişlik hissi vardı. Bugün bu anı yaşamayacaktım demek ki. Belki de daha doğru bir zamana ertelenmişti her şey. Hem onun için, hem benim için.
Koridorun diğer ucuna yürüdüm. Kantine geçtim. Simit ve çay aldıktan sonra Hazal ve Ceyda'nın yanına oturdum.
Ceyda başını eğdi. Biraz dikkatlice yüzüme baktı. "İyi misin Berra? Bir tuhafsın sabahtan beri."
"Yok, iyiyim..." dedim ama sesim tam inandırıcı çıkmamış olacak ki, bu kez Hazal araya girdi.
"Hadi hadi kandırma bizi. Dökül. Uğraştırma," dedi alayla karışık bir ciddiyetle.
Gülümsemeye çalıştım ama yüzümdeki ifade zorlamaydı. "Yok bir şey ya," diye ısrar ettim. Ardından hemen simidimi ısırdım ki bir an önce konu kapansın. Ama nafile...
"Yusuf'la mı ilgili?"
Lokmam boğazımda kalacaktı neredeyse. Öksürdüm. Kalbim, cümleyi duyduğum an göğsümde sertçe çarptı. Gözlerimi hızla onlara çevirdim.
Bir iki saniye, sadece onları seyrettim. Kızlar bana bakıp anlamlı anlamlı gülüştüler. Sanki içlerinden "tam isabet" demişlerdi. Bu durum birden paniklememe sebep oldu. Onların bu meseleye dair neyi ve nasıl bildiğini merak ettim.
"Ne... ne alâkası var?" dedim, cümleyi toparlamakta zorlanarak. Boğazım kurumuş gibiydi.
Hazal kollarını masaya dayayıp eğildi. Etrafta kimse duymasın diye ses tonuna dikkat ederek konuştu. "Yusuf geçen gün bizimle konuştu."
Gözlerim irileşti. "Ne?"
Ceyda başını salladı. Gözleri parlıyordu, sanki bu anı bekliyormuş gibi. "Evet. Senin biriyle görüşüp görüşmediğini, sevdiğin biri olup olmadığını falan sordu. Biz de tabi anladık meseleyi. Sana duyguları olduğunu ve açmak istediğini yani."
Kızların yüzlerinde saklayamadıkları o şirin heyecan vardı; küçük kıkırdamalar, sessiz fısıltılar, bıyık altından verilen muzip bakışlar... Sanki bu mesele, onların günlük hayatındaki en büyük ve en tatlı heyecan haline gelmişti. O heyecan, benim üzerimde bir ağırlığa dönüştü.
"Biz zaten çok önce tahmin etmiştik senden hoşlandığını. Ama yine de sana söylemedik. Belki yanılıyoruzdur diye..."
"Aynen. Bize sorunca da emin olduk."
Hazal heyecanla ve muzip bir gülüşle araya girdi. "Mutlu da olduk. Yusuf iyi çocuk. Sizi yakıştırdık açıkçası."
Sırtımdan soğuk bir ürperti geçti. Elimdeki çay bardağını fark etmeden daha sıkı tuttum. İçimdeki rahatsızlık hissi büyüdü.
Onların bu kadar samimi, bu kadar doğal şekilde Yusuf'la beni yakıştırmaları canımı yaktı. Evli olduğum gerçeğini bilmemelerinin hayatımdaki yansımalarını bir kez daha idrak ettim.
Emin'in kocam olduğunu, bunun ne anlama geldiğini bilmeden, sanki başka bir hayat yaşıyormuşum gibi bir yerde duruyordum en yakınlarımın gözünde.
Hazal ve Ceyda'nın yüzündeki parlak heyecan, benim içimde tuhaf bir ağırlık oluşturdu. Onlar beni bir başkasıyla yakıştırmıştı. Ben ise yıllardır aynı evde, aynı adamın yanında olmama rağmen bu gerçeği saklamıştım. Onların dünyasına ait olmayan, gizli bir sırrım vardı.
Pişmanlık ve suçluluk hissi vicdanımı bir kez daha sardı. Onları bilerek ya da bilmeyerek bu durumun içine çekmek istemezdim.
Artık saklamak istemiyordum. Bu sırrı taşımaktan yorgundum. Yalan değil belki ama eksik yaşanmış bir hakikatti bu; ve o eksikliğin beni içten içe nasıl kemirdiğini kimse bilmiyordu. Emin'i sevdiğimi söyleyememiştim onlara. Hatta aslında kim olarak hayatımda var olduğunu bile anlatamamıştım. Oysa artık anlatmak istiyordum. Gerçekleri bilsinler istiyordum. Çünkü içimde ne taşıdığımı bilmeden bana bu kadar yakın olmaları vicdanımı kanatıyordu.
Ama ya sonra?
Ya söylediklerim, dostluğumuzun üzerine kara bir bulut gibi çökerse? Ya güvenleri sarsılırsa? Ya uzaklaşırlarsa? Beni yıllardır tanıyor sandıkları hâlde, aslında tanımamış olduklarını fark ederlerse? Kalbimin derinliklerinde taşıdığım bu sır, aramızdaki samimiyetin altını oyarsa?
Bu korku içime çöreklenmişti. Onları kaybetmek istemiyordum. Ne Ceyda'yı, ne Hazal'ı. Belki de onlara söylemek için bu kadar beklememin en büyük sebebi buydu: Korku.
Ama yine de bir yanım fısıldıyordu: "Artık yeter. Bu yük sana ait değil sadece. Kendini sevdiklerinden saklayarak yaşayamazsın."
İkilemin tam ortasındaydım. Kalbim "anlat" diyordu. Aklım "ya her şey değişirse" diye fısıldıyordu. Ama şunu çok net biliyordum: Değişse de, dönüşse de, artık bu sırrın ağırlığını daha fazla taşıyamazdım. Bir gün, belki bugün olmasa da, bu gerçeği Hazal'la ve Ceyda'yla paylaşacaktım.
Tam içimdeki ikilemin ağırlığıyla cebelleşiyordum ki, Hazal'ın sesi bir anda beni şimdiye çekti:
"Ee sen ne düşünüyorsun?" dedi kaşlarını anlamlı anlamlı kaldırarak. "Anlatsana, ne oldu? Söyledi mi bir şey? Açıldı mı?"
Ceyda da aynı merakla gözlerini bana dikti. "Evet ya, sen ne yaptın? Bir şey olduysa hemen anlat."
Bir an duraksadım. Yutkundum. Çayımdan bir yudum alıp boğazımı rahatlatmaya çalıştım. Sonra sessizce, sanki çok büyük bir şey açıklıyormuşum gibi, "Mektup yazmış," dedim.
İkisinin de kaşları havaya kalktı ve gözleri iri iri açıldı. Yüzlerindeki gülüş büyüdü.
"Ayyy! Mektup mu?"
Hazal heyecanla gülümsedi. "Bu kadar mı romantik olunur ya!" dedi kıkırdayarak. "Artık kimse mektup yazmıyor. Çok hoş! Vallahi kıymetini bil."
Gerçekten çok tatlı! Ne cevap vereceksin peki?"
Tam bir şey söylemeye hazırlanırken kantin kapısından içeri gelen öğretmenin tok ve tanıdık sesi duyuldu: "12-C sınıfı, derse başlıyoruz yavrum! Hadi hadi!"
İçimden hocaya teşekkür ettim. Herkes sandalyelerini ittirip kalkınca kantinde bir uğultu oluştu. Hazal parmağını havaya kaldırarak "Bu konuşma burada bitmedi. Öğle arasında kesin devam edeceğiz. Kaçmak yok!" diye tembihledi.
Gülümser gibi yapıp başımı salladım. Ama içimde gülmekle ağlamak arasında bir yerde kalmıştım. Mektubu konuşacaklardı. Ama mektubun konusu değil, benim cevabım asıl meseleydi. Ve ben daha fazla yalana bulaşmadan bu konuyla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 39.81k Okunma |
3.85k Oy |
0 Takip |
63 Bölümlü Kitap |