50. Bölüm
Şeymanur / Zecir / 48 –  tuz ve taarruz

48 – tuz ve taarruz

Şeymanur
sukunettekelimeler

 

 

"Kimseler bilmese de çaresizliğim geçmiyor bir türlü. Kuyular var, derin ve fakat ben Yusuf değilim. Yusuf olmayınca her kuyu derin insan için..."*

 

İnsan, korkularını sırtında taşır. Ne kadar uzağa gidersen git, o yük omuzlarındadır hâlâ. Sadece yol uzar.

İşte ben de şimdi içimde biriken her şeyle, söyleyemediklerimle, sakladıklarımla ve kaçtıklarımla yüz yüzeyim. Kaçmaya daha ne kadar devam edebilirim? Korkularımızdan ne kadar kaçabiliriz ki?

İç geçirdim. Artık kaçmak istemiyorum. Ve o patlak vereceğim anı bekliyorum.

Öğle arasında teneffüs zili çalınca kalabalık koridorda Ceyda koluma girdi, Hazal da diğer yanımda belirdi hemen. "Bahçeye çıkalım mı?"

Hiç bana sormadan karar alınmış gibiydi zaten. Başımı salladım, olur dedim. Bahçeye çıktık. Okulun yan tarafındaki çam ağacının gölgesine konulmuş tahta masalardan birine oturduk. Burada vakit geçirmeyi severdik.

Ceyda hemen konuya daldı. "Ee, anlat artık. Ne yazmış Yusuf?"

Hazal da dayanamayıp güldü. "Sabah bizim sınıfa gitmişsin, onu sormuşsun. Kesin bir şeyler oldu, anlatmıyorsun."

İçimden "İnsanların ağzında gerçekten bakla ıslanmıyor," diye geçirdim ama sorgulamadım. Bunları düşünmenin sırası değildi. Zaten konu çok daha derin ve hassastı. Onlar sadece tatlı bir heyecanın peşindeydi belki ama benim içimdeki hesaplaşma bundan çok daha karmaşıktı.

Asıl meseleye girmem gerekiyordu artık. Hazal'la Ceyda'nın gözlerinde sabırsız bir merak vardı. Bakışlarını üzerime dikmiş, konuşmamı bekliyorlardı.

"Çok dürüst ve açık şeyler yazmış. Duygularından bahsetmiş."

Hazal ellerini yüzüne kapattı. "Ayy harika!"

"Peki sen ne cevap vereceksin?" diye sordu Ceyda, heyecanla masaya doğru eğilerek. "Yani hoşlanıyor musun ondan? Bize dürüst ol bak!"

İçimde kıpırdayan suçluluk yine omuzlarıma oturdu.

"Hayır... Ben ona o gözle bakmıyorum."

Sözlerim dudaklarımdan çıkarken, içimde bir taş daha yerine oturdu sanki. Bir gerçeği dillendirmek her zaman rahatlatıcı olmazdı, ama insanı netleştirirdi. Yusuf'u seviyordum, evet, ama bir arkadaş, kardeş, sessizce güven duyduğum biri olarak. O kadar.

Kızlar şaşkınlıkla birbirlerine baktı.

"Gerçekten mi?" dedi Hazal, gözlerini kocaman açarak. Bu cevabımı beklemiyor gibiydi.

"Yani hemen kestirip atma bence," diye atıldı Ceyda. "Ne bileyim, biraz düşün, bir hislerine bak, belki zamanla bir şeyler olur? Çok tatlısınız çünkü."

Gülmeye çalıştım ama yüzümdeki ifade daha çok hüzünle karışık bir tebessüme benziyordu.

"Bazı şeyler hissederek başlar ya... Ben öyle bir şey hissetmiyorum."

İçimden, "Çünkü ben evliyim, hislerim de Emin'e akıp gidiyor," cümlesi usulca geçti ama söyleyemedim.

Hazal dirseğiyle bana dokundu. "Belli ki biraz kafan karışık. Acele karar verme, düşün biraz."

"Düşünecek bir şey yok gerçekten, kızlar," dedim net bir tonla. "Kararım kesin."

Hazal kaşlarını çattı. "Ama neden peki?"

Ceyda da dikkatle yüzüme baktı. "Bu kadar kesin konuşunca sanki farklı bir sebebi varmış gibi geliyor insana."

Boğazımda bir şey düğümlendi. Yine sustum. Az önceki netliğimin altındaki sırrı açıklamakla, susup geçiştirmek arasında kaldım.

Bir sebebi var evet... Hem de en büyüğünden. Keşke size şimdi hemen burada söyleyecek kadar cesur olabilsem.

Hazal gözlerini kısıp beni dikkatle süzdü. Sonra sesi biraz daha yükseldi. İçinde bastırılmamış bir heyecanla,"Yoksa başka birini mi seviyorsun?" diye sordu.

Ceyda da yarı tehdit, yarı şaka araya girdi. "Berra! Eğer birinden hoşlanıyorsan ve bize söylemediysen var ya... dayak yersin! Anlat bakayım hemen."

Keşke sadece dayak yiyecek olsam. Dayakla yetineceklerini bilsem razı olurdum. Ama hakikati söylediğim an büyük tepkiler alacak, belki güvenlerini kaybedecek, dostluklarını yitirecektim. Bunu göze alamıyordum.

İkisi de kahkahaya boğuldu, ama ben sadece başımı öne eğip gülümsüyormuş gibi yaptım. Gerçekte o gülüş, içimdeki telaşı gizlemek için seçtiğim en güvenli maskeydi. Kalbim, bir anda içine doğrudan basılmış bir sırrın sancısıyla çırpınmaya başladı.

Seviyorum evet... ama söyleyemem. Sizi üzeceğim, sizi kıracağım bir gerçekle karşı karşıya kalacaksınız.

Bu düşünce bile boğazımı düğüm düğüm etti.

"Yok canım, ne hoşlanması..."

Sadece evliyim ve eşime aşığım, o kadar!

Ah, kendimi ben bile pataklamak istiyordum. Ama başka çıkar yolum da yoktu. Bu meseleyi acilen kapatmamız lazımdı.

Kızlar cevabımı pek ciddiye almamışlardı. Sanki yakaladıkları ipi bırakmak istemiyorlardı.

Hazal'ın gözleri hâlâ üzerimdeydi.

"Eee o zaman?"

"Daha küçüğüz ya," dedim ilk aklıma gelen bahaneye sarılarak. "Bu yaşta hiç gerek yok öyle şeylere."

"Dedi, on beş yaşında evlenen Berra Yılmaz..." "Kendinden utanabilirsin Berra."

İç sesim bile bana düşman. Nasıl bir savaşta olduğuma şahitsiniz.

"O kadar da küçük değiliz. Sen on sekiz yaşındasın. Bir şeylere başlanabilir bence. Özellikle de karşına gerçekten iyi biri çıktıysa."

Ceyda "Bence de," diye Hazal'ı onayladı. "Berra, bak biz seni anlıyoruz. Kafa karışıklığı olabilir, duyguların tam oturmamış olabilir... Ama böyle birini tek kalemde silmek kolay değil. Biraz daha düşünsen?"

"Yok. Gerçekten düşünmem gereken bir şey yok. Kararım kesin. Olmaz."

Ceyda kaşlarını kaldırıp başını yana eğdi. "Bu kadar net misin yani?"

"Evet."

"İyi... Sen böyle kararlıysan, biz daha fazla bir şey demeyiz. Hayırlısı olsun."

Kafamı salladım. Bir şey demedim. İçimde biriken kelimeler boğazıma düğüm olurken, tek diyebildiğim "Sağ olun..." oldu.

O an, doğruyu söylemenin nasıl bir huzur vereceğini düşledim. İç çektim. Biliyordum ki, gerçeği tam anlamıyla söylemeden bu iç sıkıntım dinmeyecekti.

 

 

Okuldan eve döndüğümde biraz yorgun hissediyordum. Duş almıştım. Ilık su omuzlarımdan aşağı süzülürken içimdeki karmaşayı biraz olsun dindirmişti. Saçlarımı kendiliğinden kuruması için salık bırakmıştım. Yaz günlerinin avantajı; en geç bir saate kuruyordu. Üstüme rahat bir tulum giymiştim. Sonra dinlenmiştim.

Yeterince dinlendikten sonra masanın başına oturmuştum. Ders çalışıyordum. Önümde defterler, kitaplar, kalemler... Bir paragraf okudum. Ama tam odaklanmıyordum. Aklım bir yandan Yusuf'ta, diğer yandan Hazal ve Ceyda'nın bilmediği sırrımdaydı. Aslında en çok da Emin'deydi. Dün akşam yaşananları hatırladıkça yüzümde bir sıcaklık hissediyordum.

Kapı sesini duyunca irkildim. Dalmışım. Ne ara Emin'in işten dönüş saati geldi, anlayamadım. Kalbim birden hızlandı. Hemen yerimden kalktım. Hangi dürtüyle bilmiyorum ama salondan çıkıp koridora yöneldim. Karşılaştık. O an sanki nefesim düğümlendi.

"Hoş geldin," dedim biraz aceleyle. Sesim beklediğimden daha ince çıktı. Gözlerine bakmakla kaçırmak arasında kalmıştım. Gözlerim bir an onun gözlerine takıldı ama hemen ardından kaçtı, yere ilişti. Ela harelerine uzun süre bakmak, içimde yeni yeni filizlenen o hassas duygulara yakalanmak gibiydi.

Emin kapıyı kapatırken başını bana çevirdi ve gülümsedi. "Hoş buldum."

Bilgisayar çantasını yere, duvar kenarına bıraktı. Omuzlarını rahatlattı. Sonra bir iki adım attı. Aramızdaki mesafeyi çabucak kapattı. Bir şey diyeceğini sandım. Belki gününün nasıl geçtiğini anlatacaktı, belki benimkiyle ilgili bir şey soracaktı. Ama hiçbir şey demedi. Gözlerime bile tam bakmadan, doğrudan ve kararlı bir şekilde yanağıma eğildi. Ve öptü.

Yanağımda bıraktığı sıcaklık, vücudumun diğer tüm noktalarına yayıldı. Öylece kaldım. İçimden bir yerden utangaç bir kıvılcım yükseldi. Küçük bir kız gibi hissettim kendimi. Oysa yıllardır aynı çatı altındaydık. Aynı sofraya oturmuştuk, aynı sabahlara uyanmıştık. Ama onun böylesine yakınlaşması hâlâ içimi titretmeye yetiyordu.

Gözlerimi yere indirdim. Göz kapaklarımda sıcaklık, yanaklarımda yanma vardı. Ne diyeceğimi bilemedim. Sanki konuşursam büyü bozulacaktı.

Emin bir adım geri çekilip bana baktı. Halinden memnun bir gülüş yerleştirmişti dudaklarına. Bu gülüş, utanmamı daha da artırdı. Yüzümdeki utancı, ellerimi birbirine kenetleyişimi, gözlerimi kaçırışımı izledi. Ama hiçbir şey söylemedi.

Sonra hep yaptığı gibi elini yüzünü yıkamak için banyoya doğru yürüdü. Sırtını döndüğünde bile onun huzurlu enerjisi hâlâ etrafımdaydı.

Ben ise yavaş adımlarla salona girdim. Oturduğum sandalyeye yeniden geçtim.

Kalbim yine hızla çarpıyordu. Bu kadar küçük bir yakınlık, nasıl olur da bütün iç dengemi alt üst edebilirdi? Ama ediyordu. Emin, gülüşüyle bile kalbimi alt üst ediyordu. Ve anlaşılan ben, her seferinde onun üzerimdeki bu etkisine şaşıracaktım. Ama bu şaşkınlık bile hoşuma gidiyor.

Emin banyodan çıkıp üstünü değiştirmişti. Elinde bir bardak suyla salona geldi. Doğrudan koltuğa geçmek yerine benim oturduğum sandalyeye doğru yöneldi. Masada kitaplarım, defterlerim, notlarım dağınık haldeydi ama zihnim onların hiçbirine odaklı değildi zaten.

Yanımda durdu. Kafamı kaldırmadan onun varlığını hissetmek bile yetiyordu aslında. Ama yine de başımı yavaşça kaldırıp baktım.

"Ne yaptın bugün, nasıl geçti?"

Kalemimi elimde döndürüyordum. "Mektubu veremedim," dedim iç çekerek. "Yusuf bugün okula gelmemişti."

Bir an sustu. Sonra gözlerini üzerimden ayırmadan "Hayırlısı," dedi. Parmaklarını saçlarıma uzattı. İlk başta sadece bir tutamı eline aldı. Ardından nazikçe parmaklarını saçlarımın arasından geçirdi.

Bir sıcaklık yayıldı içime. Gözlerimi kapatmak istedim bir an. Ama sadece derin bir nefes aldım. Onun varlığına, parmaklarının hareketine, sesinin içimde bıraktığı yankıya tutundum.

Emin parmaklarını saçlarımın arasında gezdirirken zihnim çoktan ondan gelen sıcaklığa teslim olmuştu.

Saçlarımı okşamayı bırakmadan sordu. "Daha daha nasıldı bugün?"

Ses tonu biraz alaycı, biraz meraklıydı. Ama en çok da içten. Yanımda durmak için bahane arıyor ve sorular üretiyor gibiydi.
Kafamı kaldırıp ona baktım. Kalemi elimde tutmayı bıraktım. Artık ne ödev ne ders umurumdaydı.
Ona döndüm tamamen. Bakışlarım gözlerine yerleşti. "Otursana," dedim boş sandalyeyi işaret edip.

Bu ses tonu, onun da fark edeceği türdendi: uzunca bir şey anlatacaktım, belliydi.
Dudaklarının kenarında küçük bir gülümseme belirdi. "Niye sandalye tepesinde oturalım ya," dedi bana takılır gibi. "Gel koltuğa oturalım rahat rahat. Orada anlat."

Emin birkaç adım attı ve yanımdan geçerken elini omzuma dokundurdu. O küçük dokunuşla bile kalbim yine garip bir şekilde tekledi. Peşinden ben de kalktım. Biraz ötesine oturdum.

Bir an duraksadım. Gözlerimi yere indirdim, sonra tekrar ona baktım. İçimde uzun zamandır büyüyen o sıkıntıyı, vicdan azabını kelimelere dökmek zor geliyordu ama Emin'in bakışları beni cesaretlendirdi.

"Emin," dedim derin bir nefes alarak, "ben kızlara karşı hep rahatsız hissediyordum, biliyorsun. Bugün o his daha da arttı. Vicdanım hiç rahat değil. Evli olmadığımı bilmedikleri için bugün Yusuf konusunda beni çok sıkıştırdılar. 'Sizi yakıştırıyoruz' falan dediler."

Emin kaşlarını çatıp bana doğru yaklaştı. Yüz hatları biraz sertleşti.

"Karımı benden başkasına yakıştırmalarına bozuldum," dedi. Sahiplenir gibi elimi tuttu. Parmağını avucumun içinde dolaştırdı. Kıskanmıştı. Bu hâli hoşuma gitmedi desem yalan olur.

Elini elimde hissedince biraz rahatladım. Tüm o karışıklık, korku ve suçluluk aniden biraz olsun hafifledi. Gözlerimi ona çevirdim; bakışlarımız kilitlendi.

"İşte, bilmiyorlar çünkü," diye devam ettim, "Ben kızlara gerçekleri söylemek istiyorum. Yalanlardan, sırlarından, vicdan azabından yoruldum artık."

Emin'in yüzündeki sertlik yumuşadı. "İstediğini yap. Kızlara güvendiğini biliyorum. Söylemek istiyorsan söyle."

"Ama korkuyorum. Bu zamana dek onlara söylemedim ya, şimdi söylesem bana küsebilirler. O samimiyet, o yakınlık kaybolabilir."

Bir an durakladım, kelimeler boğazımda düğümlendi. İçimde korku ve endişe bir arada dolaşıyordu. Sanki üzerime bir gölge çökmüştü. "Onlar benim en yakın arkadaşlarım... Hayatımın en değerli parçalarından. Her gün birlikteyiz, sırlarımızı, sevinçlerimizi, acılarımızı paylaştık. Böyle bir gerçeği saklamak, aramızda görünmez bir duvar örmek gibi."

Emin, yüzüme dikkatle baktı, parmakları hala ellerimde nazikçe dolaşıyordu.

"Sence bu sır yüzünden aramızda bir mesafe oluşursa nasıl toparlarım ben bunu?" dedim çaresizce.

"Belki de onları kaybederim," diye fısıldadım, gözlerim doldu.

Emin, yüzümdeki ifadeyi okurcasına başını salladı ve elimi daha sıkı tuttu.

"Korkman çok doğal, Berra. Ama unutma, gerçekler eninde sonunda ortaya çıkar. Bunu onlara kendin söylemelisin. İleride başka şekilde öğrenmesinler. Hem önce kızsalar, küsseler de zamanla her şey yoluna girer. Gerçek dostluklar kolay kolay sarılmaz."

O an içimde biraz olsun rahatlama hissettim. Emin'in yanımda olması ve korkularımı paylaşabileceğim biri olması, bana güç veriyordu. Ama içimdeki o bilinmezlik ve kaygılar yakamı bırakmak için hiç de kolay pes edecek gibi değildi.

 

Biraz daha konuştuktan sonra Emin'le birlikte sofrayı hazırlamıştık. Yemek yiyorduk.

Emin ilk kaşığı ağzına götürdü, ben de çatalımla yemeği karıştırırken göz ucuyla onu izledim. Kaşları çatıldı. Gözleri kısıldı. Dudaklarını büzüp çaktırmamaya çalışsa da ifadesi fazlasıyla komikti. Kaşığı usulca ağzından çıkardı. Ne olduğuna anlam veremedim.

"Berra..." dedi çekinerek ama mızmızlanan bir ses tonuyla. "Bu biraz fazla mı tuzlu sence de?"

O an bir anlığına kalakaldım. Yemeği yaparken tuzunu bir kere koyduğumu unutup bir kez daha dökmüş olmalıydım. Farkında değildim. Önce biraz tedirgin ve suçlu hissettim.

Sonra 'Olur arada öyle şeyler' diyerek kendimi rahatlattım. Dudaklarımı ısırarak gülmemeye çalıştım. Hem hafiften bozuldum, hem de şakaya vurarak geçiştirmek istedim. Savunma mekanizması olarak bir şeyleri ciddiye almama hamlemi kullandım.

"Tuz koydum, taş koymadım. Ağlama bu kadar."

Emin, dramatik bir şekilde elini göğsüne götürdü. "Senin elinden taş olsa da yerim... Ama su da kenarda hazır dursun."

Bunu derken kalkıp kendine koca bir bardak su doldurdu. Bana da bir bardak uzattı. Karşıma oturdu. Bardağından ilk yudumu alırken gözlerini kısmış, gülümsemesini zorla bastırıyor gibiydi. Suyu kenarı bıraktıktan sonra aklından geçenleri paylaştı sonunda. Ben de o haylaz gülüşün sebebini öğrendim.

"Hayırdır...Yoksa zamanında kahveme tuz atmadığın için şimdi intikam mı alıyorsun? İlk günden?"

O an kaşığımı bıraktım, gözlerimi kaçırdım. Utancımı bastırmak için onun oyunbazlığına ayak uydurdum.

"Evet canım ya... Şimdi o eksik tuzun telafisiyle sevgimi göstermeye çalışıyorum, olamaz mı?"

Emin kahkahayı koyuverdi. Başını iki yana salladı. "Canım demen hoşuma gitti. Ama senin sevginin dozu da pek yoğunmuş! Tansiyonum çıkacak!"

"Abartma," dedim gülerek. "Yemeğe biraz fazla sevgimi katmış olabilirim, o kadar."

Emin gözlerini kısarak bana baktı. Dudaklarındaki sırıtış biraz daha derinleşti. Belli ki yeni bir hamle hazırlığındaydı...

"Hımm..." dedi uzata uzata. "Demek beni bu kadar çok seviyorsun ha?"

İçimden yükselen sıcaklık yanaklarıma kadar çıkmıştı. Emin bunu fark etti tabii. Yüzümdeki kızarıklığı görünce keyfi daha da yerine geldi.

"Bak bak..." dedi, işaret parmağıyla beni göstererek. "İtiraf ettirdim işte. Hâlinden belli. Şimdi sıkıysa inkâr et bakalım! Sen de bana ölüp bitiyorsun, dimi?"

İnkar etmedim. Bir yandan gülüyor bir yandan da utancımı bastırmaya çalışıyordum. Kaşığımı yeniden elime aldım, tabağıma baktım ama tek lokma alacak hâlim kalmamış gibiydi.

"Sana yemek yapmak hataymış," dedim başımı kaldırmadan.

"Ama utanınca çok tatlı oluyorsun. Napayım?"

Bu cümleyle kalbim yine hızlandı. Göz göze gelmemek için bardaktaki suya sarıldım.

Emin kaşığını tabağa bıraktı, dirseklerini masaya yasladı ve gözlerini kısarak yüzüme baktı.

"Ee... nasıl gidiyor peki?"

Sonunda başımı kaldırdım. Konu değişti sandım. İçime bir rahatlama hissi yayıldı hemen. "Ney nasıl gidiyor?"

O anki saf sevinçli hâlimi görseydiniz! Kaçtığımı sanmıştım çünkü.

Emin göz kırptı, dudaklarında bir sırıtış belirdi.

"Şu 'sevdiğim ve sevgilim olmaya alışma' konusunu diyorum?"

Yüzümdeki gülümseme anında dondu. Boğazıma bir şey düğümlendi. Su bardağını masaya bıraktım. Damarlarıma dek yayılan utangaçlık yeniden baş gösterdi. Ne diyeceğimi bilemedim.

Emin, karşımdaki sandalyeye yaslanmış, beni izliyordu. Bu kez sessizdi. Sanki sadece ne tepki vereceğimi görmek için sormuştu. Kalp ritimciklerim yine hızlandı.

"Zor ama güzel..." dedim kararlılıkla.

Emin kaşlarını kaldırıp dudaklarını büzüştürdü. Alaycı bir meraka bürünmüştü: "Aa... neyi zor acaba?"

Tabağımdaki son lokmayı kaşığın ucuyla ittirirken, sesimi ciddiymişim gibi çıkararak yanıt verdim. Hep o mu benle uğraşacak? Taarruz vakti!

"Sevgilim çok gıcık biri olabiliyor. O zor."

Emin'in gözleri bir anda irileşti. "Sen bunu dedin ya, şimdi yandın" bakışı belirdi.

"Çok ayıp çok! Alındım vallahi. Nasıl bi sevgili seçmişim ben böyle ya..."

Gülmeye başladım, o da bana katıldı. Sonra sandalyesini biraz yanıma doğru yaklaştırdı.

"Yani gıcığım, ama yakışıklı biri olduğum için idare ediyorsun herhalde?"

Emin'in o rahat, kendine güvenen hali karşısında her defasında ne yapacağımı şaşırıyordum.

İçimden geçirdim: "Evet. Benim için en yakışıklı adam sensin. Ama bunu şu an sana söylemek zor. Yüzüne bakarak söyleyemem ki. Kalbim yerinden çıkar..."

Yana eğilip gözlerime baktı. Bakışlarımı kaçırdım. O ise keyifle gülümsedi. Sanki ne düşündüğümü okumuş gibiydi. Her şey ortadaymış gibi.

Dışımdan ise taarruza devam ettim. "Kendini övmeyi de ihmal etmedi..." diye imayla mırıldandım.

Emin kaşlarını kaldırdı, omzunu silkti. "Gerçeklerin dile gelmesi bazen kaçınılmazdır, ne yapayım..."

Tek yapabildiğim, çatalı tabağa bırakıp bardağıma uzanmak oldu. Su içmek bahanesiyle dudaklarımın titremesini gizlemek istedim. Emin'in bu kadar rahat, benimse bu kadar çekingen olmam sinir bozucuydu. Güzeldi de. Belki zamanla dengelenirdi. Ama o an, sadece utanmakla yetindim. Emin sayesinde daha çoook kez utanacağımdan habersiz...

Bölüm : 24.07.2025 17:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...