

"Sırrını en ücramıza gömeriz."*
✦
İnsan kararlarının sonuçlarıyla yüzleşmesi gereken bir varlıktır.
Her seçim, bir kapıyı aralarken başka bir kapıyı kapatır; her "evet", bir "hayır"ın bedelini taşır içinde. Bazen en doğru bildiklerimiz bile zamanla pişmanlığa dönüşebilir çünkü hayat yalnızca doğrular ve yanlışlarla değil, sonuçlarla şekillenir. Kendi kararlarının yükünü sırtlanmadan yürümek, bir yere varmak değil, sadece kaçmaktır.
Yine gerçeklerden kaçıyordum. Rüyamda dahi! Gecenin bi yarısı irkilerek uyandım. Nefesim düzensizdi ve göğsüm hızlı hızlı inip kalkıyordu. Yatağın içinde doğruldum. Odamı saran karanlık, üstüme kapanmış gibiydi. Bir an nerede olduğumu bile anlayamadım. Gözlerim odayı tararken hâlâ rüyanın etkisindeydim. Soğuk terler içinde kalmıştım. Avuç içlerim nemliydi. Dudaklarım titriyordu.
Rüya değil de kabustu. Emin'i kaybettiğim bir kabustu bu. Yine.
İçimde, tarif etmesi güç bir korku vardı. Gerçek olmadığını biliyordum ama kalbim bu 'bilmek' eylemiyle yetinmiyordu. Emin'i görmek istiyordum. Sadece sesini duymak, var olduğunu hissetmek, bir nefeslik de olsa yakınında durmak istiyordum.
Yavaşça kalktım. Kapımı araladım. Evin içi karanlık ve sessizdi. Koridorda ilerledim. Onun odasının kapısına vardım. Bir an durdum. Kapıyı çalmadan önce elim havada asılı kaldı.
Belki de en derin uykusundadır şimdi. Ya uyandırırsam? Gecenin bu saatinde kapısına dikilmiş olmam ona tuhaf gelmez mi? Belki de korkar birden. Ya da endişelenir. "Gece gece ne oldu?" diye düşünür.
Kalbim onu görmeyi isterken, zihnim bin türlü ihtimali önüme serip duruyordu. Ama usulca tıkladım kapıyı. Bir kez. Sonra bir daha. Onu ürkütmemek için küçük bir kaç vuruşla yetindim.
Az sonra kapı aralandı. Karşımda beliren Emin'in gözleri mahmur, saçları dağınıktı. Onu gördüğümde kalbimdeki yangın bir nebze ferahladı.
"Berra?" dedi, sesi kısık ve tedirgindi. "Bir şey mi oldu?"
Yutkundum. Gözlerim doldu. Ama ağlamadım. Sadece başımı iki yana salladım. "Kabus gördüm... çok kötüydü," dedim fısıltıyla.
O an sadece birkaç saniyeliğine bile olsa boynuna sarılmak istedim. Başımı göğsüne yaslayıp, kalp atışını duymak. Onun orada, dipdiri, güvende olduğunu hissetmek istedim. Korkunun içime işlediği o boşluktan ancak öyle çıkabilirmişim gibi. Ama yapmadım. Ayaklarım yerinden kıpırdamadı. Kendimi tuttum. O kadar yakındım ki ona, bir adım atsam sıcağına varacaktım. Fakat içimde bir çekince vardı.
Beni birkaç saniye süzdü. Sonra kapıyı biraz daha açtı ve kenara çekildi. "İstersen gel biraz, otur," dedi.
Bu teklif tam da ihtiyacım olan şeydi. Memnun oldum. Hem de fazlasıyla. Başımı eğerek ona teşekkür eder gibi baktım. Bir kaç adım attım içeri. Odasına girdim.
Kalbim hâlâ çarpıyordu. İçimdeki fırtına henüz dağılmamıştı. Emin'in birkaç adım ötemde durduğunu bilmek yetmiyordu. Ela hârelerine baktım. Uykuluydu ama dikkatliydi.
Yüreğimde bir şey kıpırdadı. Dayanamayıp sarıldım. Başımı göğsüne yasladım. Kollarımı beline doladım. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Ama bu kez korkudan değil. Onun varlığını hissetmenin verdiği şükür ve sevinçten...
Emin önce nefes bile almadı. Sanki ne olduğunu, ne hissettiğimi anlamaya çalıştı. Sonra kollarını yavaşça kaldırdı ve o da sarıldı bana. Ne sıkı, ne ürkek. Sadece orada oluşumu onaylayan bir sarılıştı bu.
Gözlerimi kapadım. Kalbinin atışını dinledim. Bir şey söylemedim. O da bir şey sormadı.
Birkaç dakika sonra yüreğimdeki yangın tamamen söndü ve rahatladım. Emin iyiydi ve benimleydi. Onun sıcaklığını hissetmiş, onun kokusunu duymuştum.
Yavaşça kollarımı çözdüm. Emin de geri çekildi ama bakışları hâlâ üzerimdeydi. "Biraz su getireyim mi?"
Başımı salladım. Odadan çıktı. Yatağın ucuna ilişip oturdum. Bir süre sonra elinde bir bardak suyla döndü. Suyu uzatırken gözlerimin içine baktı. "Yanındayım," demiş kadar oldu o bakışlarla.
Suyu iki elimle aldım. Bir kaç yudum içtim. Boğazımdan geçen her yudumla birlikte içimdeki düğümler biraz daha gevşedi.
Gözlerimi Emin'e çevirdim. "Teşekkür ederim."
Önemli olmadığını belirtircesine başını salladı. Bardağı alırken parmakları benimkine değince üzerime bir utangaçlık ve mahcubiyet çöktü. Biraz önceki o sarılış, korkuyla doğan o yakınlık fark ettirdi kendirdi. Gece gece odasında oluşum hele... Kendimi çıplak yakalanmış gibi hissettim. Sanki duygularımın üzerindeki örtü aralanmıştı.
"Ben artık odama geçeyim," dedim bakışlarımı kaçırarak. Aceleyle ayağa kalktım. Kapıdan çıkarken başımı ona doğru çevirdim. "Hayırlı geceler."
"Hayırlı geceler," diye karşılık verdi.
Odama döner dönmez kapıyı sessizce örttüm. Ardından duvara yaslandım. Derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapadım. İçimdeki o küçük, alaycı ses bana bulaşmaktan geri durmadı.
"Dakka bir, gol bir... Hemen sarıldın çocuğa."
İtiraf etmek gerekirse, ben de şaşırmıştım. Kendime, ellerimin onun beline nasıl uzandığına, başımın nasıl o kadar doğal bir şekilde göğsüne yaslandığına hayret ediyordum.
"Berra, ne yapıyorsun?"
Kendi kendime fısıldadım. Ama bir cevap alamadım. Yatağıma geçtim. Yastığıma başımı koydum. Emin'in kalbinin sesi hâlâ kulağımdaydı.
"Peki ya o ne düşünecek şimdi?"
İşte en tehlikeli sorulardan biri...
Kendi zihnimi didikleyip durmanın eşiğindeydim. Ama sonra içimde başka bir ses belirdi. Daha yumuşak, daha savunucu.
"Ama korkmuştun. O da anlayışlı davrandı. Hem sarılmak kötü bir şey değil ki."
"Emin'in de bu durumdan gayet memnun olduğuna şüphen olmasın ayrıca. Elinde olsa her fırsatta o gelip sarılır sana. Tama kafaya."
O sese hak verip tutundum. Uyuyakaldım.
Sabah gözlerimi açtığımda bir süre kıpırdamadan yattım. Aklım dün geceye gitti. Birden doğruldum. Yatakta oturur pozisyondaydım şimdi. Kalbim hızlandı.
"Ben dün gece o saatte odasına gidip gerçekten Emin'e mi sarıldım?"
Elimle alnımı kapattım. Gözlerimi yumdum. Fazlasını düşünmeye cesaretim yoktu. Kalktım. Elimi yüzümü yıkadım. Soğuk su biraz kendime getirdi. Ama yüzümdeki sıcaklık geçmiyordu. Aynada kendime baktım.
"Gayet sakinmişsin gibi davran Berra. Dün gece hiçbir şey olmamış gibi."
İçimdeki ses, bir komutanın askerine talimat vermesi gibiydi. Ona uymak isterdim. Ama gözlerim beni ele verecek gibiydi.
Mutfağa geçerken adımlarım yavaşladı. Emin, tezgâhın önündeydi ve çay demliyordu. Sırtı bana dönüktü ama varlığı bile havada bir ağırlık hissetmeme sebep oluyordu. Derin bir nefes alıp içeri girdim. Adım sesimi duyunca döndü. Göz göze geldik.
Gülümsedi. "Hayırlı sabahlar, uyuyan güzel!"
Bakışlarım masaya kaydı. Yanaklarım, sanki çayın buharı değmiş gibi ısındı.
"Allah'ım... Ben dün gece bu adamın kapısına dayandım. Göğsüne başımı yasladım."
"Bir de bana uyuyan güzel mi dedi o?"
"Hayırlı sabahlar," dedim doğal ve sakin davranmaya çalışarak. Heyecanlandığımı gizleme çabam umarım belli olmuyordur.
Dolaptan bir bardağa uzanırken elim titrer gibi oldu. Onunla göz göze gelmemeye çalıştım. Masadaki eksikleri koymaya başladım. Ama Emin'in bakışları üzerimdeydi. Utancımı içime gömdüm.
Kahvaltıya başladığımızda hâlâ uzun süreli göz teması kurmamaya çalışıyordum. Sanki bir anlık bakış, içimde saklamaya çalıştığım her şeyi açığa çıkaracaktı.
"Gece sen birden kapıyı çalınca biraz korktum."
İşte geldi gelmekte olan!
Sesi yumuşaktı, içinde hiç alay yoktu. Sadece ilgili ve merak eden bir ton vardı. Sanki "iyi misin?" demenin başka bir yolunu arıyordu.
Başımı kaldırdım. Bakışlarımız kısa süreliğine birbirine tutundu. Yüzünde anlayış vardı. Parmaklarım çay bardağını biraz daha sıktı.
"Kusura bakma, seni de uyandırdım. Kabus görmüştüm, etkilendim. İyiyim şimdi."
"Sorun değil," dedi gözlerini kaçırmadan. "İyi olduğuna sevindim."
Emin'in bana bu kadar anlayışla yaklaşması, mahcubiyetimi daha da derinleştiriyordu. Çayımdan bir yudum aldım. Kahvaltıya gündelik bir kaç sohbetle devam ettik.
Çaylar bitince Emin yavaşça yerinden kalktı. Ben de onunla birlikte ayağa kalktım.
Okula doğru yol aldık.
✦
Yusuf'a mektubu vermiştim. Nasıl oldu da elim titremedi bilmiyorum. İçimden bin ses konuşuyordu oysa. Kimi susmamı, kimi kaçmamı, kimi de her şeyi olduğu gibi anlatmamı fısıldıyordu. Ama sonunda durmuştu hepsi. Ve ben zarfı uzatmıştım.
Gözlerine bakamamıştım. O anı uzatmakla hemen bitirmek arasında sıkışmıştım. Kalmakla gitmek arasında, söylemekle susmak arasında...
Bir şey demeden almıştı elimden. Sadece başıyla onaylar gibi bir hareket yapmıştı. Ne sorular sormuş, ne de yüzüme dikkatlice bakmıştı. Ama hissedilir bir şey vardı havada; insanın içine sinen ama dile dökülmeyen o sessizlik ağır bir gerçek gibi çökmüştü aramıza.
O anda duraksamıştım. Elimi yavaşça çekmiştim zarfın kenarından. Son bir cesaret kırıntısıyla başımı kaldırıp gözlerine bakmıştım. Yusuf sessizdi ama bir şey söylememi bekliyordu.
"Yusuf..." demiştim kısık ve mahçup bir sesle. "Senden sadece bir şey istiyorum. Hakkını helal et."
Elinde tuttuğu zarfta onu üzecek bir şeyler yazdığını anlamıştı. Yine de "Helal olsun," demişti duraksamadan.
Acaba şimdi mektubu açmış mıydı? İlk cümlede ne hissetmişti? "Eşim var," cümlesinde zihninde ne canlanmıştı? Sona geldiğinde hâlâ bana kırgın mıydı, yoksa sadece yorgun mu? Bilmiyorum. Belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğim.
Ama bildiğim bir şey var: Hak etmediği bir belirsizlikte Yusuf'u daha fazla tutmak istemedim. Birinin hakkını daha fazla çiğnememek için, kendi utancımı ellerimle uzattım ona. Ve belki de bu yüzden her ne kadar içim sızlasa da, başımı yastığa koyduğumda biraz olsun rahat nefes alabileceğim.
Bahçeye çıkmıştım. Gözlerimi refleksle kıstım. Güneş dalların arasından ince ince süzülüyor, yüzüme vuruyordu. Gölge olan bir banka oturdum. Elimi dizlerimin üstünde birleştirdim. Rüzgâr, saçlarımı yüzüme savuruyordu.
Bir süre sonra ayak sesleri duydum. Başımı kaldırdığımda, Hazal'la Ceyda'yı gördüm. İkisi de bana yaklaşırken göz göze geldik.
"Berra..." dedi Hazal yanıma otururken. Ceyda da diğer yanımı doldurdu. "Seni gördük. Yusuf'la konuştun."
Seslerinde merakla karışık bir hüzün vardı. Olup biteni zaten biliyorlardı ama yine de duymak istiyorlardı. "Ne dedin?" diye sordu Ceyda. "Reddettin, değil mi?"
Başımı çevirdim vr ikisinin de yüzüne baktım. İçlerinde bir burukluk vardı. Yüzlerinde ise mahcubiyet. Bu meseleden dolayı onlar da utanmış ve üzülmüştü. "Keşke böyle olmasaydı" diye düşündüklerini biliyordum.
Başımı salladım. "Evet."
"Keşke hemen reddetmeseydin."
Hazal da başını salladı. "Evet, biraz daha düşünseydin."
Toprağın üzerinde kıpırtısız yatan bir yaprağa takıldı bakışlarım. İçimde tuhaf bir sıkışma oldu. Bu konuşmayı istemiyordum ama kaçamıyordum da.
"Ben de Yusuf'un kalbini kırmak istemedim. Tam da bu yüzden daha fazla bekletmeden hayır dedim."
Ceyda, dizine dirseğini yaslayıp elini çenesine dayadı. Ofladı.
O anda içimde bir şey kıpırdadı. Deli bir cesaret ve gözü karalık yüklendim omuzlarıma. Saniyeler içinde bu anın doğru an olduğuna karar verdim.
"Kızlar..." dedim, sesim biraz titrek olsa da kararlıydı. "Size bir şey söylemem lazım."
Hazal ve Ceyda birbirlerine baktılar. Kahverengi harelerinde merak filizlendi. Ceyda, ağzının kenarında beliren yaramaz bir gülümsemeyle "Aha, geliyor bir şey," dedi mırıldanarak.
Fakat ben, onların beklediğinden çok farklı bir şeyi getiriyordum.
"Lütfen kızmadan ve beni yargılamadan önce dinleyin. Tamam mı?"
"Berra, kanka, kızmak konusunda söz veremem. Ne diyeceğine bağlı. Ama her halinle senin yanında oluruz. Yargılamak bizim işimiz değil."
Ceyda da aynı şekilde başını salladı. "Aynen. Merak ettim, e hadi söyle!"
Derin bir nefes aldım. Kalbim göğsümde öyle kuvvetli atıyordu ki yerinden çıkacak sandım. Korkup vazgeçmemek için bir çırpıda o gizi ortaya serdim.
"Ben evliyim."
Aramıza bir anlık sessizlik çöktü. Zaman, etrafımızda durmuş gibiydi. Kızlar bana garip şekilde baktı. Sanki söylediklerim zihinlerine ulaşmamıştı.
Ceyda "Dalga geçme!" diye terslerken Hazal göz devirdi. "Aynen, hiç komik değil kanka. İnanmadık. Asıl meseleye gel."
Al işte! Benim binbir zorlukla söylediğim gerçek onlar için o kadar uzak bir ihtimaldi ki inanmıyorlardı bile. Haksız da sayılmazlardı tabi. İlk tepkilerinin bu olacağını tahmin etmiştim.
"Şaka yapmıyorum. Dalga geçmiyorum. Ciddiyim," dedim hâl ve hareketlerimle de bunu tasdik ederek.
Kaşları, duyduklarına anlam veremiyorlarmış gibi çatıldı. Yüzleri ekşi bir meyce yemiş gibi hâl aldı. İnanıp inanmamak arasında gidip geldikleri aşikardı. Kafaları karışmıştı. Söylediklerimle ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
"Evet, doğru duydunuz. Evliyim."
Üçüncü kez büyük bir ciddiyetle söylediğimi teyit ettiğimde Hazal'ın gözleri iri iri açıldı ve şaşkınlıkla büyüdü. Dudakları aralandı. Sanki bir taş, göğsüne ansızın çarpmış gibi irkildi. Bu yüz ifadesine gerçekten şok olduğu zamanlardan aşinaydım ama daha önce hiç bu kadar abartılı hâline rastlamamıştım. Şu anki daha sert ve sarsıcıydı.
Ceyda ise ellerini yavaşça dizlerine koydu. Ağzı hafifçe aralıktı ama konuşmuyordu. Ne düşüneceğini kestiremiyor gibiydi. Sonra bir kahkaha atacak gibi oldu. Ama yapmadı. Yüzüne bir karmaşa yayıldı.
“Şaka… şaka değil mi?” dedi Hazal, gözlerini kısarak. Cevabımı beklemeden ayağa fırladı. “Berra! Şaka yapıyorsun?!”
“Yok artık!” diye bağırdı Ceyda, başını geri atarak. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Sonra elini alnına koydu. “Oha! Şu an büyük şaşırdım. Beynim durdu!”
Hazal ellerini havaya kaldırdı, sonra başını iki yana salladı. “Bir dakika, bir dakika. Ne diyorsun sen ya? Kanka… sen evli misin? Gerçekten evli misin? Hani şey değil, sözlü falan da değil, düpedüz nikâhlı?”
Ceyda hızla yanıma yanaştı. Koluma tuttu. “Berra! Şaka de ne olur. Büyük saçmalıyorsun şu an. Gerçekten bak, beynim kaldırmıyor bu bilgiyi.”
Hazal kalkıp yürümeye başladı, bankın önünde bir sağa bir sola gitti. “İnanmıyorum. Kaç yıllık arkadaşım evli çıkıyor! Bu ne ya?!”
Ceyda hâlâ yüzüme dikkatle bakıyordu. “Bir şey diyeceğim, cidden doğru diyorsun? Zaten yalan söylemezsin ki normalde de! Ayy Allah’ım! Gerçekten mi? Berra, senin göz bebeklerin ciddi bakıyor şu an!”
Ben hâlâ oturuyordum. Onların her biri başka bir yöne savrulurken ben taş gibi yerimdeydim. Ama içim öyle hareketliydi ki! Korkum, utancım ve diğer duygular, bugüne dek ne kadar beklemişsem o kadar sıkışmıştı içimde
Hazal sonunda yeniden yanıma oturdu. Elini havada tutuyordu hâlâ, boğuk bir sesle mırıldandı:
“Berra, bunu bize nasıl söylemezsin? Ne zaman? Nasıl? Neden? Kim?!”
Ceyda da yanıma yerleşti yine. “Ben hâlâ inanamıyorum. Vallahi rüyadaysam biri çimdiklesin.”
Hazal hızla uzanıp Ceyda’yı çimdikledi.
“Ayy!”
“Kusura bakma, ama rüyada değilsin.”
İdrak etmeleri için onlara zaman veriyordum. Zaten araya girip bir şeyler anlatmaya çalışsam bile başaracağımı sanmıyordum. Tepkileri öyle büyüktü ki, birbirini ardına konuşuyorlardı.
Ceyda başını iki yana salladı, dudaklarını ısırdı bir süre. Sonra, yavaş ama derin bir nefes alarak konuştu. Sesi kırgındı. İdrak sürecini atlatıp, gerçekle yüzleşme faslına geçiş yapmışlardı.
“Berra biz yıllardır arkadaşız. Kardeş gibiyiz. Her şeyimizi paylaştığımızı sanıyordum. Ufacık şeyleri bile konuşuyorduk. Rüyanda ne gördün, saçını nasıl topladın… Hepsini. Ama sen bunu sakladın mı?”
Gözleri parladı bir an, yaş mı birikti, yoksa öfkenin buğusu muydu, ayırt etmek zordu. “Biz senin hayatında yok muyduk? Biz yabancı mıydık sana ki? Hiç mi güvenmedin bize?”
Vardınız. Hem de ne çok vardınız. Ama ben korktum. Ne zaman anlatmaya kalksam, boğazıma düğümler oturdu. Söylersem her şeyin değişeceğinden korktum. Bana bakışlarınız değişir diye.
Sesi giderek daha keskin hale geldi. “Bunu bana biri söylese, asla inanmazdım. Ama şimdi, senin ağzından duyuyorum. Resmen evlisin ve biz hiçbir şey bilmiyoruz.”
Ceyda, ellerini dizlerinin üzerine koydu, sırtını dikleştirdi. “Kendimi aptal gibi hissediyorum."
Hayır hayır Ceyda. Aptal olan ben olmalıydım.
Sanki biri kaburgalarımın arasına ince, paslı bir bıçak sokmuş ve hiç kıpırdatmadan orada bırakmıştı. Nefes alırken o pas tadı genzime yürüyordu. Arkadaşlarımın yüzünde gördüğüm kırgınlık beni darmadağın ediyordu.
İçimden, Ceyda’nın elini tutup “Lütfen bana kızma,” demek geçti. Ama biliyordum, sadece bir kaç kelime yetmeyecekti artık. Bütün hikâyeyi anlatmam gerekiyordu. Sakladığım ne varsa, hepsini. Fakat Hazal’ın araya girmesi buna engel oldu.
Yerinde duramıyordu. Yine ayağa fırlamıştı. Elleriyle adeta havayı yumrukladı. Yüzü kıpkırmızı kesilmişti.
“Sen nasıl sakladın bunu ya? Bunu saklamak ne demek, Berra? Bu hayatının çok büyük bi gerçeği! Niye söylemedin? Bu sır mı? Ayıp mı? Günah mı? Biz kimdik senin için? Oturup Yusuf’u konuştuk, Yusuf’un sana açılmasını konuştuk! Çocuğa senin görüştüğün biri olmadığını falan söyledik. Meğer her şey çok farklıymış!
Bahçede kuşlar aniden sustu, sanki Hazal’ın yükselen sesinden irkilmişlerdi. Tıpkı benim irkilmem gibi.
Söylediği her kelime, her suçlama, her hayal kırıklığı, içimde zaten var olan o suçluluğu alıp büyütüyordu.
Hazal arkasını dönüp birkaç adım attı. Sonra gözlerime öfkeyle baktı. “Ben seni gerçekten arkadaşım sanıyordum. Kardeşim yerine koyuyordum. Ne oldu da anlatamadın? Kaç yıllık bu sır?”
Gözlerimi yere indirdim. Hazal’ın öfkesi ve Ceyda’nın sessiz kırgınlığı arasında kalmıştım. Onlara cevap vermek istiyordum ama konuşmaya fırsat bulamadım. Çünkü ikisi de duygularını boşaltma faslındaydı. Biri bitiriyor diğeri konuşuyordu.
Hazal ellerini iki yana açtı, gözleriyle arayıp bulamadığı bir cevap arıyormuş gibi etrafa baktı.
“Biz saf gibi sana her şeyi anlattık. Aşklarımızı, acılarımızı, ailemizi… Sen saklandın. Sadece dinledin. Ve hiçbir şey söylemedin. Hiç!”
Sonra birden sesi titredi. “Sen gerçekten bize güvenmedin mi?”
Bu cümle, diğer her şeyden daha ağırdı benim için. Kafamı kaldıramıyordum. Gözlerim yere çakılıydı.Onlara güveniyordum. Hem de herkesten çok. Ama en başta teslim olduğum o küçük yalan büyüyüp beni bu raddeye dek getirmişti.
Artık susamazdım. Başımı kaldırdım. Gözlerim dolmuştu ama ağlamıyordum. Titrek bir sesle konuştum.
“Size güveniyorum. Gerçekten güveniyorum. Ama korktum.”
Derin bir nefes aldım. Ellerim titriyordu. Ceyda’yla Hazal’a bakarken, içimde yıllardır biriken kelimeler tek tek döküldü.
“Bu evlilik kolay bir şey değildi benim için. Çok küçükken evlendirildim. Benim seçtiğim bir hayat değildi. Ne zaman, nasıl anlatacağımı bilemedim. En başta ben bile anlayamadım olanları. Kendi içimde çözemediklerimi, size nasıl anlatacağımı bilemedim. En başlarda, sizi daha yeni tanıyorken, söylesem yargılanırım sandım. Beni anlamazsınız diye korktum. Sonra kardeş gibi olduk. Anlayacağınızı biliyordum ama benim için, beni korumak için fark etmeden bana ve ona zarar verme ihtimalinizden korktum. Bir kere yanlış anladınız, ben de o yanlış anlamayı bozmadım. Size evli olduğumu söylemedim. Sonrasında çok kez vicdan azabı duydum ve anlatmak istedim ama daha önce söylemediğim için kızarsınız, uzaklaşırsınız, aramız bozulur diye sustum. Sizden çok şey dinledim ama ben sustum. Evet, haklısınız. Ama bu suskunluk size olan sevgimsizliğimden değildi. Tam aksine sizi kaybetme korkumdan dolayıydı.”
Sözlerim aramıza yayıldıktan sonra birkaç saniyelik sessizlik oldu. Yalnızca rüzgârın yapraklarla fısıldaşması duyuluyordu. Biraz olsun durulmuş gibilerdi.
Ceyda başını eğdi, dudaklarını birbirine bastırdı. Sonra başını kaldırdı, gözleri gözlerime kilitlendi. Sesi hâlâ çok ciddiydi: “Peki, kimle evlisin Berra? Biz bunu nasıl hiç bilmedik?”
İçimi deşen o soruya gelmiştik! Çünkü evlenmem gerçeğinden daha vurucu bir gerçek varsa, o da evli olduğum kişinin Emin olmasıydı. Abim olarak bildikleri Emin… Bu yüzden en korktuğum kısım buydu. Kelimelerim boğazıma düğümlense de yutkundum ve cevap verdim: “Emin ile.”
Hazal’ın gözleri büyüdü, ağzı aralandı. Bir an donup kaldı. Ciddi manada dondu. Bu kadar ciddi ve gergin bir atmosferin içinde olmasak Hazal’ın mimiklerine kahkahalarla gülebilirdim
Sonra ani bir öfke patlamasıyla ayağa fırladı.
“Ne diyorsun sen ya?! Emin mi? Yani senin abin sandığımız çocukla mı evlisin? Nasıl?!”
Sesini yükseltti, elleri yumruk oldu, vücudu titriyordu. “Kandırıldık! Bizi kandırdın! Böyle bir şey saklanır mı? Her seferinde Emin’e biz abin derken hiç utanmadan mı?”
Hazal’ın sesi yükselince kendimi iyice kötü hissettim. Gerginliklerden nefret eden ben, şu an çok büyük bir tanesiyle karşı karşıyaydım. Stresten bayılabiliyor muyuz?
Gözlerim Hazal’a takılı kaldı. Ne yüzümdeki yanmayı gizleyebildim ne de içimdeki suçluluğun ağırlığını. Mideme kramplar giriyordu. Hazal'ın gözleri dolarken, ben kendi gözyaşlarımla baş etmeye çalışıyordum. Göz kapaklarım titredi, ama sesli ağlamamak için dişlerimi birbirine bastırdım. Sanki ağlamaya başlasam kendimi toplayamayacak, yere çöküp kalacaktım.
Beni tanıyan, beni en iyi bildiğini düşündüğüm iki insanın karşısında böyle çıplak, böyle savunmasız kalmak berbattı. Her zaman güvendiğim zemin bir anda ayaklarımın altımdan kaymış gibiydi. Her kelimemle onların gözünde biraz daha küçülüyordum sanki.
“Size ilk geldiğimiz gün Emin beni almaya geldiğinde abim sandınız. Ben de değil diyemedim. Çünkü abim değil dersem, kim olduğunu da söylemem gerekecekti. Bozmadım yanlış anlamanızı. Ama isteyerek yapmadım. Çaresizdim.”
Hazal sinirden sesli şekilde güldü. “Harika!”
Ceyda derin bir nefes aldı, yüzünde donuk ama keskin bir ifade yer etmişti. Sesinde soğuk bir ağırlık vardı.
“Hazal, biraz sakin ol. Bu kadar bağırıp çağırmak işe yaramaz,” dedikten sonra bana döndü. “Tebrik ederim. Bize ne kadar güvendiğini sorgulamamıza neden oldun. Berra, sadece basit bir sır değil. Belki dışarıdan sakin görünüyorum ama içimde fırtınalar kopuyor. Kızgın, kırgın ve en çok da hayal kırıklığıyla doluyum.”
Her kelimesiyle yavaşça ve acımasızca derimi yüzüyordu. Onun sakinliği, Hazal’ın öfkesinden daha çok yakıyordu canımı. Çünkü bağırmak, patlamak… Evet, o anlık bir taşkınlıktı. Ama Ceyda’nın kelimeleri buz gibiydi. Hesaplı, kontrollüydü ve içinde taşıdığı hayal kırıklığını saklamaya çalışsa da her harf o kırılganlığın derinliğini taşıyordu.
Onları kaybediyor olmanın eşiğindeydim. Bir tarafım, içimdeki her şeyi döküp kendimi affettirmeye çalışmak istiyordu. Diğer tarafım ise çoktan susturulmuştu.
Gözlerimin kenarında biriken yaşlar bulanıklaştırdı dünyayı. İçimde, çocukken düştüğüm ve dizim kanadığında "Acımadı ki!" diye ayağa kalkmaya çalıştığım bir refleks vardı. Ama artık o kadar küçük değildim. Ve bu sefer acımıştı. Çok.
Hazal öfkesine rağmen ağlıyordu. Ben de artık ağlıyordum. Ceyda’nın gözleri kızarmıştı ama daha soğukkanlı duruyordu.
Hazal birden hışımla yanımdan geçti. Titreyen elleri yumruk olmuştu. “İnanmıyorum ya!” diye bağırdı ve arkasını dönüp hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladı.
Dizlerimin bağı çözülür gibi oldu. Peşinden gitmek için birkaç adım attım ama onun sert çıkışıyla olduğum yere çakıldım. “Peşimden gelme! Daha kötü olur!”
Sırtı dimdikti ve adımları öfkeyle yoğrulmuştu. Ama ben onun öfkeden daha çok incindiğini biliyordum. Uzaklaşıp giden arkadaşımın arkasından çaresizce baktım. Yerime çivilenmiş gibiydim. Gidemiyordum. Gidecek olsam da ayaklarım kıpırdamıyordu.
Bakışlarımı Ceyda’ya çevirdim.
“Ceyda gibi hissediyorum ben de. İçimde çok garip bir öfke var. Hatta öfkeden de büyük bir kırgınlık. Kendimi kandırılmış gibi hissediyorum. Ama sen iyi birisin, Berra. Eğer seni tanımasaydım, tepkim çok daha farklı olurdu. Ama tanıyorum. Seni kardeşim gibi bildim bu zamana dek. O yüzden kendimi tutmaya çalışıyorum. Ama bu... bunu sindirmem biraz zaman alacak. Zamana ihtiyacım var."
İçimden “özür dilerim” demek geçti ama bu kelime o an o kadar küçük, o kadar yetersiz geldi ki… Dilimin ucunda kaldı, dudaklarım aralanmadı bile.
Ceyda da arkasını döndü. Ağır adımlarla, hiçbir şey demeden uzaklaştı.
Boğazımda düğümlenen his, yalnızca hüzün değildi; suçluluk, pişmanlık, korku, çaresizlik… Hepsi iç içe geçmiş, beni nefessiz bırakmıştı. İçimde tuhaf bir boşluk vardı. Midem eziliyordu. Dizlerim artık beni taşıyamayacak gibiydi. Her şey üstüme üstüme geliyordu. Beni en iyi tanıyan insanların, şu an bu kadar uzak olmaları her şeyin anlamını silip süpürüyordu sanki.
“Beni bırakmayın…” diye geçti kalbimden.
Parmaklarım buz gibiydi. Sanki tüm vücudumdan hayat çekiliyordu. Gözyaşlarım sessizce akarken, bankın üzerine bıraktığım çantamı aldım. Artık burada kalamazdım. Ne bir kelime daha söyleyecek hâlim vardı, ne de dayanacak gücüm. Sessizce okuldan çıktım.
Caddeden geçen arabaların sesleri bile zihnimdeki karmaşayı bastıramıyordu. Eve varana kadar ne yoldan geçene baktım, ne gökyüzünün maviliğine. Başım öne eğikti. Sanki dünyaya da içime de küsmüştüm.
“Yalnızım,” dedim içimden. “Bunu ilk kez bu kadar ağır hissediyorum. Sessiz bir savaşın ortasındayım. Ve hiçbir taraf kazanmıyor.”
✦
Arabanın motor sesi, ritmik ve tekdüzeydi. Uğultusu yolun kıvrımlarına karışıyordu. Yol boyunca ilerliyorduk. Ara sıra konuşsak da şimdi sessizdik.
Moralim bozuk diye Emin beni köye götürüyordu. Faruk abilerin köyüne yani. Kızlarla yaşadığımız gerilimden sonra haftasonu biraz kafam dağılsın istemişti. Canım düşünceli Emin'im benim.
Emin direksiyona odaklı görünüyordu ama göz ucuyla bana birkaç kez baktığını yakalamıştım. Sanki beni kolluyordu.
Az sonra teybe uzandı. Sessizlik bozuldu. Parmaklarıyla tuşlara birkaç kez bastı. Bir parça arıyordu belli ki. Gözlerini yoldan ayırmadan, neredeyse ezbere bir hareketle şarkıları geçip ilerliyordu.
Derken aradığını bulmuş olmalı ki durdu. Araçta yankılanan ilk gitar tınısı tanıdık geldi. Daha ilk saniyelerde tanıdım şarkıyı.
"Kimseyi görmedim ben senden daha güzel... Kimseyi tanımadım ben senden daha özel..."
Gözlerimi hemen ona çevirdim. Emin'in dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı. Gözleri yoldaydı ama az önce kesin bana baktı. Eminim. Hissettim!
Boğazım düğümlendi. Bir şey demek istedim ama kelimeler içimde sıkıştı. O anın güzelliğini bozmak istemedim belki de. Gülümsedim. Utanarak başımı cama çevirdim. Yol kenarındaki ağaçlara, uzaktaki tarlalara bakar gibi yaptım ama aklım ondaydı.
Göz ucumla yeniden Emin'e baktım. Elleri hâlâ direksiyonda, gözleri yoldaydı. Parmaklarıyla direksiyona vuruyordu. Bir ritim tutturmuştu. Ara sıra bakışları bana kayıyordu.
O anlarda sanki içimde bir deniz kabarıyor, taşıp dışarı çıkmak istiyordu. Kalbim minik bir kuş gibi çırpınıyordu göğsümde. Yanaklarım yanmaya başladı. Ona belli etmemeye çalışarak içimden geçirdim: "Şimdi bu şarkıyı bana mı armağan ettin, Emin?"
Küçük bir öksürükle kendime gelmeye çalıştım. İçimdeki heyecanı bastıramadıkça, dışarıdan belli olmasın diye tuhaf reflekslerle kendimi toparlamaya çalışıyordum. Ama nafile. Kalbim çoktan ele vermişti beni.
Tam o anda, Emin inat eder gibi şarkıya sesiyle eşlik etmeye başladı. Sanki beni daha da utandırmak istercesine ama bir o kadar da eğlenerek.
"Sana nerden rastladım? Oldum derbeder!" Sesi yumuşaktı ama alttan alta oyunbaz bir tını vardı. "Kendimi sana sakladım..."
Yüzüme bakmıyordu ama kesinlikle benim için söylüyordu bu sözleri. O an öyle bir his sardı ki yüreğimi... Karnımda kelebekler uçuşuyordu. Yanaklarımın ısısı arttı ve içim tatlı tatlı ürperdi.
"Senden daha güzel..."
Bu kısmı biraz daha yavaş, biraz daha vurgulu söyledi. Sanki bir şey anlatmak ister gibi. Yüzümdeki tebessümü saklayamadım.
Emin'in dudaklarındaki gülüş daha da büyüdü. Bir anda sesini yükseltti ve neredeyse şarkıya bağırarak eşlik etti: "Ölsem değişmem! Kimseyi tanımadım ben..." Bana yan gözle bir bakış fırlattı ve devam etti: "Senden daha güzel!"
Gülmeden duramadım. Kendimi biraz utanmış hissettim evet, ama o kadar da mutluydum ki... Sevincim ve heyecanımı bastıracak değildim ya! Sonuçta Emin bana, bu kadar net, bu kadar içten bir şekilde "senden daha güzelini tanımadım" diyordu.
"Ben de senden daha güzel kimseyi tanımadım Emin," diye düşündüm onun aydınlık yüzüne bakarken.
Sonra o mısra ilişti kulaklarıma: "Aklımdan geçen kimseyi tanımadım ben, Senden daha güzel!"
Bu cümle zihnimde yankılanırken ani bir refleksle ona döndüm. Gözlerim kısıldı.
"Aklından başka kimse geçmesin mümkünse!"
Sözlerim hızlı ve kendiliğinden çıkmıştı. Ne düşünüp tarttım, ne yumuşattım.
Emin duraksadı bir an. Sonra küçük bir kahkaha attı. Belli ki böyle bir tepki beklemiyordu.
"Oh ya, hanım efendiye bak! Öperiz utanır, elini tutarız utanır, iltifat ederiz utanır, şarkı armağan ederiz, utanır. Ama kıskandığı zaman? Hah! Utanç falan dinlemez, birden cesur olur! Bu haksızlık, vallahi bu haksızlık!!"
Yüzüm istemsizce kızarmıştı ama inatla geri adım atmadım.
"Konuyu saptırmayalım!" dedim kesin bir ses tonuyla. "Benden güzel olup olmaması önemli değil, aklından kimse geçmesin sakın."
Yeniden kahkaha attı. Bu kez daha içten, eğlenircesine. Kıskanılmak hoşuna gitmiş gibiydi ve bunu saklamıyordu.
"Evet, olmayan kişilerin aklımdaki olmayan varlığını da kıskandığımıza göre yeni bir şarkıya geçebiliriz."
Başını bana çevirip göz kırptı. "Bu da tıpkı az önceki gibi benden sevgilime gelsin."
"Sevgilime..." Bu kelime hâlâ içimi titretiyordu. Emin'in her sözü, her bakışı, bir adım daha yaklaştırıyordu beni o gerçeğe. Varlığıyla huzur bulduğum bir gerçekti bu.
Bu kez şarkıyı rastgele açmıştı. Ne çıkacağını merak ederek heyecanla bekledim. Çok sevdiğim bir şarkı çalmaya başladı: "Beni Sen İnandır - Pinhani"
Şarkıya birlikte eşlik ettik. Bakışlarım bazen dağlarda, ağaçlarda, gökte ve yolda, zaman zaman da Emin'deydi.
Özellikle de o mısraları söylerken ela gözlerine bakmaktan kendimi alamadım. "Küçükken çok inanmıştım. Eğer çok istersen her şey mümkün, İnanmak zor değil. Hikâyem senle başlardı. Senle devam etsin. Beni seni inandır..."
Göz göze geldiğimizde Emin gülümsedi. Ardından sağ elini vitesten çekip, tereddüt etmeden elime uzandı. Parmaklarını usulca kavradım. Sanki benimmiş gibi hissettiğim o sıcaklığa yüreğimle sarıldım.
Şarkı bittiğinde, Emin vitesi düşürmek için elini elimden çekti. Parmaklarım birden boşlukta kaldı. Sahipsiz, terk edilmiş gibi. Bir an için içimde tatlı bir sızı belirdi. Ama hemen toparlandım.
"Bir de Bana Sor'u açalım!" dedim heyecanla. Parmaklarım teybin düğmelerinde gezinmeye başladı. Şarkıyı bulmak için sabırsızlanıyordum. Sonunda istediğim parçayı bulunca sesi biraz yükselttim.
Yine enerjik bir şekilde eşlik ettim nakaratına.
"Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor! Sensiz yaşamak neymiş bir de bana sor! Ak düşen saçlarımı tel tel sayarken! Bunca yıl nasıl geçti gel de bana sor!"
Şarkıyı söylerken, içimde bir güç, bir cesaret büyüyordu. Belki de en çok ihtiyacım olan buydu; hissetmek, inanmak, onun yanında olmanın verdiği güvenle yeniden başlamaya cesaret etmek.
Müziğin en tatlı yerindeyken, Emin'in telefonu çaldı. Bir an irkildik ikimiz de. Emin hemen teybin sesini kıstı ve telefonuna uzandı. "Faruk," dedi kimin aradığını belirterek. Ardından aramayı yanıtladı. Selamlaştılar.
Telefonun sesi yüksek olduğundan, Faruk abinin söylediklerini ben de az çok duyabiliyordum.
"Kardeşim ya, annemlerle konuştum şimdi. Hiç haber vermeden köye gitmişler, ordalarmış yani." Sesinde biraz üzüntü, mahcubiyet, sitem, biraz da şaşkınlık vardı. "Sabah erken kalkıp gitmişler. Ben de yeni öğrendim."
Emin onu rahatlatmak için anlayışlı bir şekilde konuştu. "Olur öyle, kardeşim. Sorun yok, nasip."
Ama yüz ifadesinden anladım ki, biraz gönlü buruktu. Öyle olmasa daha iyi gibi...
Faruk abiyle vedalaşıp telefonu kapattılar. Emin'e döndüm. "Ne oldu ki?"
"Reyhan teyzeler de köydeymiş, onu haber verdi."
"Ben zaten oradalardır diye düşünmüştüm. Kendi evleri sonuçta," dedim, Faruk abinin mahçup olma sebebini tam anlamayarak.
Emin muzipçe bir gülümseme kondurdu yüzüne. "Hayır, güzelim. Orada değillerdi aslında. Ben de baş başa kalırız diye düşünmüştüm. Ama ihtiyarlar planlarımı bozdu."
İçimde bir kıpırtı belirdi. Baş başa kalmak... Emin'in bu lafları, kalbimi hem ısıttı hem de utandırdı beni. Gözlerimi kaçırdım.
Bir an duraksadım, sonra gülümsedim ve biraz da alaycı bir tonla lafa girdim.
"Demek bana sormadan böyle planlar yapıyorsun, ha?"
Emin'in gülümsemesi daha da büyüdü. "Senin fikrini almak mı? O da nereden çıktı?" diye espri yaptı.
Gözlerimiz birbirine takıldı, küçük bir meydan okuma başladı aramızda.
"Peki, o zaman planların içinde ben nerede oluyorum? Sadece bir figüran mıyım?" dedim alınmış gibi.
Emin kaşlarını kaldırdı. "Figüran mı? Asla! Başrolsün sen!"
Yüzünde beliren o samimi ifade içimi ısıttı. "İyi madem!" dedim nazlı nazlı tebessüm ederek.
Sonra çantama uzandım ve içinden tuzlu çubuk kraker çıkardım. Paketi açıp bir kaç tane aldım ve elimdeki krakerleri Emin'in dudaklarına doğru uzattım. Emin göz ucuyla bana baktı ve tebessüm etti. Krakerleri ısırdı.
Eline verebilirdim aslında. Tıpkı az önce araba sürerken elimi tuttuğu gibi krakerleri de yiyebilirdi. Ama ben kendim yedirmeyi tercih etmiştim. Sessiz bir sevgi gösterisiydi bu benim için.
✦
Köye vardığımızda Reyhan Teyze ve Oktay Amca'nın yüzlerindeki mutluluğu hemen fark etmiştim. Bizi görmek onları sevindirmişti. Uzun uzun sohbet etmiştik. İkindiden sonra mangal yapmıştık.
Yemeğin ardından Emin'le yürüyüşe çıkmıştık. Batan güneşin eşliğinde ağaçların arasında yürümek huzur vericiydi.
Döndüğümüzde, evin önündeki masada oturuyorlardı. Çay demlenmişti. Reyhan teyze, Oktay amca ve birkaç komşuları sohbet ediyorlardı. Biz de onlara katıldık. Çayımızı yudumlarken çekirdek çitledik ve muhabbetin tadını çıkardık.
Uykum gelmeye başlayınca Reyhan teyze ile içeri geçtik. Yatakları hazırladık. Fındık zamanı geldiğimizde kaldığımız odayı yine bize vermişti. Aynı yatak, aynı eski ahşap çerçeveli pencere, aynı dolap... Her şey tanıdıktı.
Dişlerimi fırçaladım ve odaya geçip pijamalarımı giydim. Saçlarımın örgüsünü çözmeye başladım. Salık yatmayı tercih ederdim çünkü rahatlık önemliydi.
Tam o sırada Emin geldi. Kalbim aniden hızla çarpmaya başladı. Bu evde, yan yana, aynı yatakta uyumuştuk daha önce, evet. Ama zorla evlendirilmiş iki kişi olarak, arkadaştık o zaman. Şimdi ise bambaşkaydı her şey. İkimiz de birbirimize karşı güçlü duygular besliyorduk. Aşık iki sevgili gibiydik. O fark, içimde derin bir sıcaklık, çekingenlik, heyecan ve mutluluk olarak yayıldı.
Emin sessizce gömleğini çıkarırken önce bakışlarımı kaçırdım. Arka planda gömleği askıya astığını fark edebiliyordum. Artık giyindiğini düşünüp gözlerimi istemsizce ona çevirdim ama yanılmıştım. Hemen utanarak bakışlarımı kaçırdım. Yüzüm kızardı, kalbim göğsümde daha hızlı atmaya başladı.
Emin ise gülümseyerek, hiç rahatsız olmuyormuş gibi davranıyordu. Hatta bu anı paylaştığımız için mutlu olduğuna kalıbımı basarım.
Tişörtünü bir çırpıda giyip yanıma doğru adımladı. Onun bu sakin duruşu ve kendinden emin tavrı, aramızdaki o ince çizgiyi bir kat daha görünür kılıyordu. Eskiden birbirimize karşı koyduğumuz mesafe, şimdi yavaş yavaş eriyordu.
Emin yanımdan geçip giderken "Uyumayı düşünmüyorsun herhalde?" dedi imayla. Yatağın başına gidip ince battaniyeyi kaldırdı ve altına girdi.
Tabiki düşünüyordum hatta o kadar uykum vardı ki! "Ama utanıyorum be adam! Sen aşk duygusuyla birlikte utanç duygusunu bana karşı kaybetmiş olabilirsin. Ben henüz o seviyeye varamadım."
İçimden ona laf yetiştirirken, dışımdan sessiz kaldım. Tokamı bileğime geçirip koridordan gelen loş ışığın aydınlattığı odada bir kaç adım atttım. Yatağın baş kısmına ulaştım. Emin duvar kenarına geçmişti. Battaniyenin altına çekinerek de olsa girip başımı yastığa koydum.
"Hayırlı geceler," dedim sessizce. Yüzüm ona dönüktü. Sağ omzumun üzerine yatmıştım. Her nefes alışımda içimde hem bir huzur hem de bir heyecan büyüyordu.
"Sana da hayırlı geceler," diye karşılık verdi Emin. Biraz bana doğru yaklaştığında kalbim adeta çırpındı. Her ne kadar sakin olmaya çalışsam da, bedenim onun yakınlığına tepki veriyor, alarma geçiyordu.
Emin'in parmakları nazikçe saçlarıma uzandığında, zamana hükmedebilseydim o an durdurmak isterdim vakti. Onun dokunuşu, en keskin hislerimi bile yumuşatan bir meltem gibiydi.
Boştaki eline uzanıp tuttum. O elleri tutarak bugünlere gelmiştim. Şimdi bambaşka hisler hediye ediyordu bu eller bana. Şefkatini, merhametini korurken; artık aşkı, bağlılığı da barındırıyordu.
Saçlarımı okşayarak geriye ittikten sonra parmakları yüzüme uzandı. Nazikçe dokundu yanaklarıma. Sıcaklık ve güven hissettim. Üstümdeki gerginlik, onun o sakinleştirici dokunuşuyla eridi gitti. Burnumda o tanıdık kokusunu hissettim; huzur veren, evimdeymişim gibi hissettiren kokusunu... Gözlerimi kapattım. Onun yanında, huzur ve heyecan arasında kaybolmayı seçtim. O anın büyüsüyle uykuya daldım.
✦
Sabah kuş cıvıltılarıyla uyandım. Gözlerimi açtığımda önce Emin'in yüzüyle karşılaştım. Çok yakınımdaydı. Öyle yakındı ki, nefesi boynuma değiyordu. Bir kolu omzumdaydı. Sıcacıktı. Henüz uyanmamıştı. Saçları dağınıktı, nefesi ritmik ve sakindi. Yüzü huzurluydu.
Kalbim birden hızlandı. Göz göze bile gelmeden, sadece varlığıyla ve bu kadar yakınımda oluşuyla içimde kıpırtılar uyandırıyordu. İçimde tatlı bir telaş belirdi. Hem huzurluydum hem de gergin. Bedenim onun sıcaklığına alışmıştı ama kalbim hâlâ her temasta şaşkınlığını gizleyemiyordu.
Bir süre onu izledim. Akşam saçlarım ve yüzümdeki dokunuşlarının bıraktığı sıcaklık sanki hâlâ canlılığını koruyordu. İçimde tarif edemediğim bir şükür duygusu dolup taştı. Birlikte geçirdiğimiz her an, artık daha başka bir anlam taşıyordu. Fakat, aynı zamanda çok utangaç hissediyordum. Bu kadar yakın olmak, onun kolunun sıcaklığını sırtımda hissetmek... Parmak uçlarıma kadar ürpermiştim. Yavaşça başımı yastıktan kaldırmak isterken, Emin huysuzca mırıldandı ve kolunu daha sıkı sardı.
Nefesim kesilir gibi oldu. Gözlerimi kapatıp hareketsiz kaldım. Kalbim göğsümde minik darbelerle çırpınıyordu. Emin'in uyanıp uyanmadığını anlayamıyordum ama teninin sıcaklığı, kolunun bana değen her noktası, içimde büyük bir yangın çıkarıyordu.
Yavaşça gözlerini açtı. Uyku mahmurluğuyla bana baktı. "Günaydın..."
"Günaydın," dedim telaşla.
Gözlerini biraz daha açtı, sonra yeni fark etmiş gibi gülümsedi. "Sabahları böyle uyanmak fena değilmiş."
Yüzüm kızardı. İçimden bir ses "Uzaklaş, toparlan!" derken, diğer ses "Kal, böyle kal," diyordu.
"Bu ilk sabahımız böyle. Ama şimdiden alışabilirim gibi duruyor."
Kaçmamak için kendimi zor tuttum. Aynı zamanda kalbim sevinçle genişledi. Yatağın içinde doğruldum. Saçlarım omuzlarıma döküldü. Damarlarımdaki kan daha hızlı akıyordu.
"Bir şey mi oldu?" dedi gülümseyerek. Hâlimi hissetmiş gibi.
"Yok," dedim.
Emin uzanıp parmaklarını yanağıma değdirdi. "İyi uyudun mu?"
Başımı yavaşça salladım. Sesim çıkmasa da gözlerim anlatıyordu her şeyi zaten. Ama sonra o cümle döküldü dudaklarımdan ve ben bile şaşırdım kendime. "Senin yanındaydım..."
Sesim fısıltı hâlinde çıkmıştı. Çünkü kendimle bile paylaşmaya çekindiğim bir konuda bu denli dürüsttüm. Cümle dudaklarımdan dökülürken fark ettim. Gözlerimi kaçırmak ister gibi camdan süzülen sabah ışığına takıldım.
Ne dedim ben şimdi? Emin duydu. Hem de çok net. Geri alamam artık.
Ama Emin'in yüzünde beliren gülümseme beni olduğum yere mıhladı. Bunu duyduğuna memnun görünüyordu. Yüzü aydınlandı. "Benim yanımdayken iyi uyumaman mümkün değil yani?" dedi bir gerçeği dillendirir gibi.
Şımarık bir çocuk edasıyla doğruldu ve yanaştı. Bir dirseğini destek almak için yatağa dayamıştı ama diğer eli hâlâ yanağımdaydı. Başparmağı tenimde gezinirken, gözleri gözlerimdeydi.
Biraz daha yaklaştı. Nefesim düzensizleşmişti. Sonra bir an duraksadı. Gözlerimin içine baktı, onayımı bekler gibi. Ama bu bekleyiş bile beni telaşlandırdı. Yanaklarım alev alevdi. Bedenim onun yakınlığını, teninin sıcaklığını istiyor ama kalbim utancın ve irkilmenin gölgesinden çıkamıyordu. Emin bu hâlimi fark etmiş gibiydi. Bu yüzden sadece dudaklarını alnıma yaklaştırdı ve oraya yumuşak, sıcak bir öpücük kondurdu. Nazikti. O öpücüğün içindeki saygı, sevgi ve güven yüreğimi kuşattı.
Ellerimi fark etmeden battaniyenin üstünde birleştirmişim. Emin, ellerime baktı. Sonra birini yavaşça tuttu. Bir şey söyleyecek gibiydi.
Tam o an evin ahşap duvarları arasında yankılanan ses odayı doldurdu. "Gençleeer! Kahvaltı hazır! Kalktınız mı?"
Emin'in gözleri kısıldı ve iç çekti. "Off... Bütün romantik planlarımın celladı oldu bu kadın," diye mırıldandı sahte bir hayıflanmayla.
Yanaklarıma dek inen gülümsemeyi saklayamadım. Göz göze geldik ve ikimiz de bir anda gülmeye başladık.
Emin kendini geri bırakıp başını yastığa koydu ve yüzünü koluyla kapattı. "Daha sana güzel bir şeyler söyleyecektim falan. Ama şimdi gideceğiz ve Reyhan teyzeciğim bize ekmek uzatırken pek de romantik olmayan bi kahvaltı yapacağız."
Ben hâlâ gülüyordum. Ama gülüşüm sadece onun komikliği ve şapşallığından değil, biraz da mutluluktandı; bu hâli, bu içtenliği... Tanıdığım Emin'e güncelleme gelmiş ve yeni versiyonuyla yaşamaya başlamış gibiydim. Aşk denen meret nelere kadirmiş böyle. İnsanı gerçekten değiştiriyormuş.
İkinci kez Reyhan teyzenin sesi gelince birbirimize bir bakış attık. Bu defa anlaşmış gibi aynı anda yataktan çıktık. Eh, Reyhan teyzenin çok tezcanlı olduğunu biliyorduk. Bekletmeye gelmez!
✦
Kahvaltı masası toplandıktan sonra evin içi sessizliğe gömüldü ama dışarısı bambaşka bir canlılıktaydı. Güneş, yavaş yavaş yükselmişti. Etrafı saran yeşillikler altın sarısı bir ışıkla parlıyordu. Biraz dolaşmaya karar verdik. Yaylanın temiz havasını içimize çekmek, doğayla iç içe olmak istiyorduk. Hep birlikte yola çıktık. Yaylaya geldiğimizde bir kaç ağacın gölgesini mesken edindik. Kilimimizi serdik ve eşyalarımızı yerleştirdik. Su almayı unuttuğumuz için çeşmenin oraya gidecek, arabamızın bagajındaki iki boş bidonu dolduracaktık.
Reyhan Teyze "Ben de yol üstündeki bir tanıdığa uğrayacağım, sizi bırakırım çeşmenin oralarda," deyip yanımızda gelmişti.
Patika yoldan yürürken çimenlerin arasından yükselen yabani otlar bacaklarımıza sürtüyordu. Etraf mis gibi dağ kokuyordu; çam, kekik ve toprağın karışımı bir kokuydu ve baş döndürücüydü. Arada bir rüzgar esiyor, saçlarımı nazikçe savuruyordu.
Emin'le yan yana yürüyorduk. Yol eğimliydi; bastığımız toprak, sabah serinliğini henüz kaybetmemişti. Güneş ağaçların arasından eğiliyor, dalların arasından süzülen ışık, bazen Emin'in yüzüne vuruyor, o da gözlerini kısıyordu.
Yokuş yukarı tırmanırken Emin dönüp bana baktı. "Dayanabilecek misin?" diye sordu yarı şakayla.
"Sen yorulunca dinleniriz!" dedim, meydan okurcasına.
Gülümsedi.
Reyhan teyze önden yürüyordu. Bize döndü. "Ben uğradığım evden sonra harman yerinde otururum. Siz çeşmenin oraya kadar çıkın, hem su alın hem gezin. Çok güzeldir oralar şimdi."
Emin'le "Olur," dedik aynı anda.
Yürümeye devam ederken parmak uçlarımız birkaç kez birbirine değdi usulca. Bir yaprak bir başka yaprağa nasıl çarparsa rüzgârda, öyle. Tesadüf müydü bilmiyorum. Belki de değildi. İçimde sebebini çözemediğim bir ürperti gezinip durdu.
Sonra Emin hiç düşünmeden usulca elimi tuttu. Kalbim bir anlığına yerinden fırlayacak gibi oldu. Bütün dünya oradaydı artık. Elimde. Onun avucunda.
Ama gözüm istemsizce hemen Reyhan Teyze'ye takıldı. Az ilerde, iki eliyle eşarbını düzelte düzelte yürüyordu. Kimseye karışmıyordu. Kendi halindeydi. Fakat ara sıra bize bir şeyler gösteriyor, anlatıyordu. Yine arkasını dönmesi ihtimaldi. Gergin hissettim. Çünkü benim yetiştiğim ortamda büyükler varken el ele tutmayı geçin, göz göze bakarken bile temkinli olmak gerekirdi. Alışkın değildim. Rahat hissetmiyordum.
Elimi çekmeliyim... Ayıp olur, kadın ne der?
Refleksle elimizi ayırmaya yeltendim. Emin, parmaklarımı bırakmamak için hafifçe sıktı. Sahip çıkar gibi, kal der gibi. "Çekme Berra ya," dedi yarı ciddi yarı huysuz bir sesle. Göz ucuyla baktı bana.
"Yalnızken tutarsın. Ayıp, Reyhan teyze var," diye fısıldadım kaşlarımla önümüzdeki kadını işaret ederek.
"Olsun. Ne var bunda?" diye cevapladı. Gamsız mıydı acaba, yoksa umursamaz mı?
Tam o anda Reyhan Teyze geriye döndü. Göz göze geldik. Fısıldaşmalarımızı duyduğunu fark ettim. Kaçacak delik aradım önce ama yüzündeki ifadeyi görünce kalakaldım. Gülüyordu.
Gözlerinde bir yumuşaklık, dudaklarında yarım bir kıvrım vardı. Bakışıyla bir şey diyor gibiydi fakat çözemedim. Sonra tebessümle konuştu.
"Aman kızım! Tutsun çocuk, nolcak? Benden utanma. Hem karı koca el ele tutuşunca, günahları parmaklarının arasından dökülür, diye hadis var. Ayıp değil ya bu! Güzel bir şey! Gençliğinizin tadını çıkarın vallahi!"
Emin'in yüzü bir anda aydınlandı. Gözleri ışıldadı. Kahkahayı bastı; içten, coşkulu, sanki biri ona dünyanın en güzel haberini vermiş gibi.
"Hay ağzınla altın tutasın Reyhan teyzem!" dedi coşkuyla. "Berra bak! Duy, duy! Duydun muuuu?"
Ben utanmaktan bakışlarımı yere indirmiştim. O ise oyunbaz bir sırıtışla devam etti: "Beni bu faydalı eylemden alıkoymaya çalışıyorsun bir de. Asıl ayıp bu."
Küçük bir tebessümle, çekincelerimi yutkunarak bastırdım. Elim hâlâ onun elindeydi. Geri çekmedim. Çünkü az önce, ilk kez el ele tutuşmanın bu kadar arınmış hissettirebileceğini öğrendim.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 39.81k Okunma |
3.85k Oy |
0 Takip |
63 Bölümlü Kitap |