52. Bölüm
Şeymanur / Zecir / 50 – beni hiç unutma

50 – beni hiç unutma

Şeymanur
sukunettekelimeler

 

 

“İnsan, her şeye geç kalandır.”*

 

Hayat beklenmedik şeylerin toplamıdır biraz da. Beklenmedik haberler, beklenmedik acılar, beklenmedik kaygılar, korkular, şüpheler… Beklenmedik aşklar.

Her şeyin yerli yerinde olduğunu sanırsın; düzenin oturmuştur, rayında ilerliyordur. Ama bir sabah hiç beklemediğin bir telefonla, bir cümleyle, bir suskunlukla sarsılırsın. Beklenmedik bir anda.

En büyük korkularla, en gerçek sevgiler yan yana oturur insanın yüreğinde.

Tam da öyle bir andaydım.

Telefon çaldığında içime nedensiz bir ürperti çökmüştü. Arayan Oğuz abimdi. Cümleleri kısa, sesi aceleydi: “Annem fenalaştı. Kalbi durmuş... Şimdi hastanedeyiz. Durum ciddi Berra. Gelin.”

Gerisi bulanık. Emin yanıma gelmişti. Üstüme bir hırka almıştı. Kolumdan tutup arabaya bindirmişti. Emin sessizdi, ben de öyle. Ama kafamın içi uğultuluydu.

İçimde büyüyen korku vardı. Her şeyin üstüne bir sis çekilmiş gibiydi. Düşünceler peş peşe dizilmiş, birbirini ittiriyordu.

“Ya anneme bir şey olursa?”

Bu cümle beynimin orta yerine kazınmış gibiydi. Her şeyin önüne geçiyor, her düşünceyi bastırıyordu. Boğazım düğümlendi. Elimi farkında olmadan yumruk yapmışım, kucağımda sıkılı duruyordu. Fark ettiğimde açmaya çalıştım ama parmaklarım birbirine yapışmış gibiydi.

Ya bir önceki akşam onlara çaya gittiğimiz gün, onu son görüşümse? Bu muydu yani? Bu kadar mıydı son konuşmamız? Ya bir daha sesini duyamazsam? Ya gözlerini göremeden, elini tutamadan, ona ‘seni çok seviyorum anne’ demeden giderse?

Sanki göğsümde bir boşluk vardı ve içine rüzgâr dolmuş gibi titriyordum. Gözyaşlarım sessizce akıyordu, fark etmiyordum bile.

Annem… Onsuz ne yaparım? Ben annemsiz ne yaparım?

Gözüm Emin’in ellerine takıldı. Direksiyonu sımsıkı tutuyordu. Ne düşü­nüyordu bilmiyorum ama bana bir şey söylememek için kendini tuttuğunu hissedebiliyordum. Onun da canı yanıyordu, biliyordum. Çünkü annemi annesi gibi görüyordu. Bir annesini kaybetmişken diğerini de yitirmekten korkuyordu.

Ne olur bir şey olmasın Allah’ım… Ne olur annemizi bize bağışla…

Titreyen ellerimi kucağımda birleştirip dua etmeye başladım sessizce. Annemin ilk defa bu kadar uzakta olduğunu hissediyordum. Sanki bir uçurumdaydım ve karşı kıyıda annem vardı. Ona ulaşamıyordum.

Hastaneye vardığımızda telaşlı bir sessizlik herkesi sarmıştı. İnsanların konuşmaya korktuğu, birbirinin gözlerine fazla uzun bakmadığı anlardandı. Kalbim karnımda atıyor gibiydi. Ayakta durmakta zorlanıyordum.

Fatma ablam ve Ali eniştemin yanına koştum. En yakınımda onlar vardı. Biraz ötede ise babamlar duruyordu.

“Ne oldu anneme?”

Ablamın gözleri dolu doluydu. Dudaklarını araladı ama ilk anda konuşamadı.

“Kalp krizi geçirmiş. Sabah mutfakta birden fenalaşmış. Babam ilk başta duymamış sesini. Sonra seslenince, annem yanıt vermeyince yanına gitmiş. Bilinci kapalıymış. Kalbi durmuş…”

Gözleri doldu. Cümleleri yutkuna yutkuna tamamladı. “Hemen ambulansı aramışlar. Oğuz abim kalp masajı yapmış ambulans gelene dek. Hastanede de müdahale etmişler. Elektroşokla kalbi yeniden çalıştırmışlar.”

Ali eniştem araya girdi. Güçlü durmaya çalıştığı belliydi ama gözleri kızarık, ten rengi soluktu.

“Demin doktor açıklama yaptı. Kalbi besleyen damarlardan biri tamamen tıkanmış. Oksijen gitmeyince kalp kası durmuş. Acil olarak anjiyo aldılar. Tıkalı damara stent takılacak. Sonra yoğun bakıma alınacak, uyutulacak.”

Kulaklarım uğuldadı. Bir şeyler söylüyorlardı ama kelimeler yarıda kesilmiş gibiydi. Hepsi bir kabusun içinden fısıldanmış gibi zihnimde yankılanıyordu. Dizlerim titredi. Ayakta duramayıp duvar kenarına çömeldim. Kalbim deli gibi atıyordu.

Fatma abla yanıma diz çöktü ve kollarını omzuma doladı.

“Berra, dua et ablacım. Şu an yapılabilecek en kıymetli şey bu.”

Yavaşça başımı salladım.

Emin bir süre babam ve Oğuz abimle konuşmuş, sonra yanıma gelip başımda tek kelime etmeden beklemişti. Fatma ablam kalkıp namaz kılmak için gittiğinde, Emin sessizce eğildi.
“Gel,” deyip elini uzattı. Kollarımdan nazikçe tutarak beni ayağa kaldırdı. Gözlerim hâlâ doluydu ve dünya bulanıktı. Emin’in kolumu tuttuğu yerden içimdeki sarsıntıyı hissedebileceğini düşündüm bir an.

Biraz ötedeki metal koltuklardan birine oturduk. Az sonra yine kafamın içindeki sesler çoğaldı. “Ya annemi kaybedersem?” diye fısıldadım kendi kendine. Korku, çaresizlik ve belirsizlik ruhumu sararken, bu düşünceyle nefes almak bile zorlaşmıştı. Ağlıyordum. Omuzlarım sarsılıyordu.

Emin ne beni susturacak bir teselli cümlesi kurdu, ne de gözyaşımı durdurmaya çalıştı. Sadece yanımda oturmaya devam etti. Oradaydı ve benimleydi. Bizimkilerden çekinmese elimi de tutardı, biliyorum.

Kalbimde annemi kaybetme ihtimalinin verdiği kesif acıyı hissederken, Emin’in yıllar önce, daha da fazlasını hissettiğini hatırlattı zihnim bana. Ferhunde teyze vefat ettiğinde ne hâldeydi kim bilir.

Bakışlarımı bir anlığına ona çevirdim. Eminin yüzünü görmek acımı hafifletiyordu. Varlığı yüreğime güç veriyordu. Sanki ne olursa olsun sonrasında bu gözlere rastladığımda kalbim sükut bulacaktı. Ne kadar yalnız hissedersem hissedeyim, onun varlığını anımsadığımda yarım kalmışlıklarım tamamlanacaktı.

Tam o an fark ettim; Emin'in bakışları bana dokununca dünyanın bütün sızıları gövdemden siliniyordu. Göğsüme baskı yapan ne kadar yük varsa beni terk ediyor, yerini bir dinginliğe bırakıyordu. Acziyetim çekip gidiyor, umutlu hissediyordum. Zayıflıklarım güce evriliyordu.

Emin, Allah'ın bana yegâne armağanıydı. Kaderime biçilen en güzel libastı. Yalnızca bir bakışıyla yaralarıma merhem olan genç bir adamdı.

Ona olan derin hislerimi fark edişimle başımı öne eğdim. Ruhumda minik bir umut peyda olmuştu. Yaralı bir serçeydi kalbim.

Aramızdaki koltuğun üzerinde yan yana duran ellerimize baktım. Sonra bir şey yaptım. Göğüs kafesimdeki minik serçe güçsüzce çırpınırken, Emin'in eline uzandım. Parmaklarım usulca tenine değdiğinde avucunu açtı ve tuttu elimi. Onun parmakları arasındaki elim adeta yerini bulmuş gibi rahattı. Bir eli tutmamış da bir güce bağlanmıştım sanki: Dünyanın bütün dertleri gelse dahi beni yenemezdi şimdi.

Elini tutmuştum tutmasına, o da karşılık vermişti, ama utangaç bakışlarımı yerden kaldıramamıştım. Oysaki yüzüme baktığını hissedebiliyordum. Yüzünün ifadesini de merak ediyordum. Cesaretimi toplayabildiğim kısa bir an bakışlarımı kaldırıp ona çevirdim. Gülümsüyordu. Dünyanın en sade, içten ve sıcak gülümsemesi olabilirdi yüzündeki. Bizimkilerin varlığına rağmen elini tutmam ve en çok da utanmam hoşuna gitmiş gibiydi. Gülüşünün altındaki manalardan biriydi bu. Çünkü benimle şakalaşıp eğlenirken de böyle bakardı bazen. Ama bakışlarında en çok şefkat vardı. İçimi yakıp kavuracak kadar güçlü bir şefkat duygusu. Tutundum o bakışlara. Hayat buldum orada.

Eniştem ve ablam geri geldiğinde ben hâlâ az önceki halimin tesiri altındaydım. Ayağa kalkan Emin'in elimi bıraktığını hissedince bir boşluğa düştüm. Yarım kaldım. Beni tamamlayan şeyin Emin olduğunu daha yeni fark etmişken, şimdiye dek bundan bihaberken, nasıl birden bu kadar alışmıştım bu elin onun avuçları arasında olmasına, anlayamadım. Aklım ermedi.

Eniştem ve ablam bir seyler tembihleyip bir kaç dakika içinde geri gittiğinde Emin yeniden gelip yanıma oturdu. Kucağımda duran ellerime uzandı, merhametli bir el. Parmaklarını usulca parmaklarımın arasına geçirirken ona yardımcı oldum ve ürkekçe tuttum elini. Yeniden birleşen ellerimize baktım. Benim narin ve küçük ellerim, onun merhametli ve güzel elleri. Kaygılarımın ortasında bana Rabbimi hatırlatan bir eli tutuyordum. Şimdiye dek ihtiyacım olan bu fark edişti belki de. Geç gelen bir fark ediş…

Emin duyacağım bir mırıltıyla bazı sureleri ezbere okurken yüreğim bir nebze ferahladı. Duaya sarılmayı sürdürdüm. Sessizce oturduk orada. Bekledik öylece. İnanarak ve umut ederek.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Uzakta oturan diğer abi ve ablalarım sık sık arayıp annemi soruyordu. Bir kaçı buraya gelmek için hazırlık yapmış, kimisi yola çıkmıştı.

Aniden kapı açıldı. Gözlerimiz hemen o yöne çevrildi. Beyaz önlüğüyle bir doktor ve yanında hemşire göründü. Hızla ayağa kalktık. Doktor, bize doğru birkaç adım attı. Yüzünde nötr bir ifade vardı.

“Geçmiş olsun,” dedi. “Operasyon başarılı geçti.”

Yüreğim hızla çarpmaya başladı. Filizlenen umutlarım boy aldı.

“Annenizin kalp damarlarından biri, yani sol anterior inen arter, tamamen tıkalıydı. Tıkanıklık nedeniyle kalp kasına yeterince kan gitmemiş ve bu durum ciddi bir risk oluşturuyordu. Ama Allah’tan zamanında müdahale edilmiş. Anjiyoyla damarı açtık, bir stent yerleştirildi.”

“Şimdilik kalp atımları normale döndü. Ameliyat sırasında herhangi bir komplikasyon yaşanmadı. Ancak…” dediğinde içimde yine bir sıkışma oldu. “Ancak bilinci henüz yerine gelmedi. Bu tür durumlarda ilk 24 saat bizim için çok önemli. Gözlem altında olacak. Herhangi bir yeniden ritim bozukluğu ya da kalp durması riski açısından takip ediyoruz. Yoğun bakımda kalacak.”

Fatma ablamın dudakları titredi. Ben derin bir nefes aldım, ya da almaya çalıştım. Hâlâ içimde bir düğüm vardı.

“Ziyaret etmemiz mümkün mü?” diye sordu babam.

“Şu an için değil,” dedi doktor. “Ama sabah saatlerinde, durum stabil kalırsa kısa bir görüşmeye izin verilebilir. Bilinci yerine geldiğinde sizi tanıyabilir, konuşabilir. Ya da bir süre daha bilinç kapalı kalabilir. Bunu zaman gösterecek.”

Oğuz abim “Teşekkür ederiz doktor bey…” dedi. Adam başıyla selam verip uzaklaştı. Hemşire de birkaç not alarak onun arkasından gitti.

Bir şükür duygusu oturdu göğsüme. En azından annem yaşıyordu. Evet, hâlâ kritik bir süreç vardı ama yaşıyordu.

Eminle göz göze geldik. Bana her şeyin iyi olacağını söylemeye çalışan bir bakıştı ela harelerindeki.

Dolan gözlerimden bir kaç damla yaş yanaklarıma süzüldü.
"Ağlamak yok artık," derken boştaki eli temkinlice yüzüme uzandı ve gözyaşlarını çabucak sildi. Dokunduğu yerlerde çiçek açtığından habersizdi.

Başını sonunu düşünmeden, içimden gelerek, aramızdaki mesafeyi kapattım ve sarıldım ona. Bu göğse daha önce de sığınmıştım, bu omza daha önce de yaslanmıştım ama bu kez farklıydı benim için. Bu kez bana dost olan, ev arkadaşı olan, destekçi olan, veya alışmak için zaman istediğim ve sevgilim dediğim Emin'e sarılmıyordum yalnızca.

Bu kez sevdiğim adama sarılıyordum. Eşim olan Emin’e sarılıyordum. "Teşekkür ederim," diye mırıldandım. Bu teşekkürün ardında bugün yanımda bana destek olmasından çok daha fazla anlamlar yattığından habersizdi. Bu teşekkür şimdiye dek hayatımda var olduğu her an içindi.

 

 

Hastanede babam, eniştem ve Fatma ablam kalacaktı. Öyle karar vermişlerdi. Emin, Oğuz abim ve ben ise eve dönüp çocuklarla ilgilenme görevini üstlenmiştik doğal olarak.

Emin ve Oğuz abim çocukları oynatırken ben yemek hazırlamıştım. Herkes karnını doyurduktan sonra mutfağı toparladım. Zaten saat geç olmuştu. Yatakları serdim. Binbir zorlukla çocukları uyuttuğumuzda rahat bir nefes aldık.

“Ben de yatıyorum. Sabah erken kalkıp hastaneye giderim. Hayırlı geceler,” diyen abim de odasına çekildi.

Annemlerde, yani burada kaldığımız nadir zamanlarda benim eski odamı kullanırdık. Buğlem de yanımızda yatardı. Çünkü iki tane tek kişilik bazayı birleştirmiştik ve yatak oldukça genişti. Büyük bir evimiz olmadığı için başka alternatifimiz yoktu. Biz de aramamıştık. Çünkü o zamanlar zaten baş başa kalmak ve aynı yatağı paylaşmaktan çekiniyorduk ve Buğlem’in “Ben ablamla yatıcam” diye tutturması bizim için nimetti.

Az evvel babamlarla telefonda konuşan Emin, elindeki cihazı kenarı koyup bana döndü. “Yatsıyı daha kılmadım. Sen yat.”

Yavaşça başımı salladım ve odaya geçtim. Yorgun hissediyordum. Fiziksel değil manevi bir yorgunluktu bu.

Buğlem’in üzerini ince pikeyle örttüm. Gece biraz serin oluyordu. Yatağın diğer ucuna oturdum. Ayaklarımı toplamış ve ellerimi dizlerimde birleştirmiştim. Odanın loş ışığında her şey sanki daha sessizdi. Buğlem derin bi uykudaydı; nefes alışverişi düzenliydi. Ona baktım. İçim titredi. Daha çok küçüktü ve annem için dualar etmişti bütün akşam. Canım benim…

Annemi düşündüm. Hastane odasında, makinelerle çevrili hâlini... Bilinci yerinde değildi. Gözlerini kapatmış, kımıldamadan yatıyordu. O hâli gözümün önünden gitmiyordu. Onu kaybetme korkusunu çok net hissetmiştim.

Hayat, sahiden bu kadar kısa mıydı? Bir sabah kahvaltı masasını kurarken, akşamına acil ameliyata alınabilir miydi insan? Meğer ne kadar pamuk ipliğine bağlıymış her şey… Bir an buradayız, sonra birden yokuz.

Annem... Kaç kere söyledim onu sevdiğimi? Kaç kere gerçekten “Anne, seni seviyorum,” dedim? Parmaklarımla saymaya çalıştım. Bir. İki. Belki üç… Üç müydü yani? Bu kadar mı? Bu kadar az mı?

Gözlerim yandı. Kırpmadım. Gözyaşı akmasın istedim, ama olmadı. Sessizce süzüldü yanaklarımdan. “Keşke daha çok söyleseydim,” diye fısıldadım kendi kendime. “Keşke her gün söyleseydim…”

O kadar çok şey yapıyoruz sevdiğimiz insanlarla. Sohbet ediyoruz, tartışıyoruz, birlikte gülüyoruz, zaman geçiriyoruz... Ama önemli bir şeyi unutuyoruz. Yahut ben unutuyorum, bilmiyorum. Onları ne kadar sevdiğimi, hayatımda nasıl bir yer tuttuklarını söylemeyi ihmal ediyorum. Yetişme tarzımdan ötürü olabilir bu. Ama insan değişebilir. Bahanelere sığınmak zorunda değilim. Ben de değişebilirim. Hayat bu kadar kırılganken, sevgiyi içinde tutmak çok büyük eksiklikmiş çünkü.

Kendime tam şu an söz veriyorum. Bundan sonra geç olmadan, annem uyanırsa, ilk işim ona onu ne kadar çok sevdiğimi söylemek olacak. Ve sonra babama, ablamlara, abilerime, kardeşlerime, Emin’e…

Sahi, Emin! Kalbim sıkıştı. Çünkü ben ona hiç söylemedim. Hiç “Seni seviyorum,” demedim. Bir kere bile. Yutkundum. Boğazıma bir şey düğümlendi.

Oysa o söyledi. Birkaç defa hem de. Çekinmeden, utanmadan, tertemiz ifadelerle söyledi.

Bense belki davranışlarımla belli ettim, ilgimle, bakışlarımla… Ama kelimelere dökmedim. “Ben de seni seviyorum,” demedim. Utanan, sıkılan, çekinen, ilk adımı pek atmayan, bendim. Neden ki? Utançtan, çekingenlikten daha mı güçsüzdü sevgim? Hayır.

İçime bir pişmanlık hissi çöreklendi. Onun sevgisine karşılık vermekte geç kalmışım gibi. Sessizliğimle ona haksızlık etmişim gibi.

Belki içinde bir yerlerde “Berra beni gerçekten seviyor mu?” diye sormuştur kendi kendine. Belki bazen şüphe duymuştur…

Kalbimi hüzün, pişmanlık, acı ve şefkat kuşattı. Sevgi kuşattı.

Geç olmadan ona da söyleyeceğim onu sevdiğimi. Hem de korkmadan, saklamadan.

Gözlerim doldu. Kirpiklerim ucunda titreyen yaşlarla bulanıklaştı dünya. İçimdeki pişmanlık, ansızın bastıran bir fırtına gibi savurdu beni. Ya onu da bir gün böyle hastane koridorlarında beklemek zorunda kalsaydım? Ya o gün geldiğinde bu sevdayı hiç dile dökmediğimi fark etseydim? Bir ömür boyu taşırdım bu pişmanlığı. Omzuma değil, yüreğime çökerdi ağırlığı. Geceleri uykumu, gündüzleri huzurumu kaçırırdı. “Söyleseydim keşke," derdim kendime. “Söyleseydim ya... neyi bekliyordum?”

Ben bu düşüncelerle boğuşurken kapı usulca aralandı. Başımı kaldırdım. Kimin geldiğini biliyordum. Yavaşça içeri girdi. Üzerinde tişörtü, altında eşofmanı vardı. Saçları biraz dağınıktı, gözleri yorgun ama dikkatliydi. Beni buldu bakışları. Durdu bir an. Sonra sessizce yaklaştı.

Yüzüne baktım. Sevdiğim insan hâlâ yanımdaydı. Ve söylemek için hâlâ geç değildi. Öyle olmasını umdum.

Yoksa insan her şeye geç kalan mıydı?

Emin hiçbir şey demeden yanıma geldi. Oturdu. Yüzüme dikkatle baktı. Gözlerimin doluluğunu gördü. Ne olduğunu anlamaya çalışır gibiydi.

İçgüdüsel bir şekilde “Özür dilerim,” dedim ve aramızdaki mesafeyi kapatıp boynuna sıkıca sarıldım. Yüzümü omzuna gömdüm. Şaşırmıştı. İlk anda gerilen vücudu kısa sürede gevşedi. Ensesindeki parmaklarımı saçlarına uzatıp usulca dokundum. “Sen söylediğinde hiç karşılık vermediğim için özür dilerim,” dedim yine fısıltı gibi. Utansam da bu kez ben adım atacaktım ona.

Emin neyi kast ettiğimi anlamaya çalışır gibiydi. Bakışlarımı gözlerine çevirdim. Ela harelerinde küçük bir merak ve endişe filizlenmişti.

Biraz geri çekildiğimde sağ elimi yanağına yasladım. Şimdiye dek o yapardı, bu kez ben onun yanağını, çenesini, sakallarını okşadım nazikçe. Kalbim küt küt atsa da halimden memnundum.

Gözlerim dolu doluydu. “Emin, seni çok seviyorum,” dedim gözyaşları yanaklarımdan süzülürken. Kalbimde bir sıkışma hissettim. “Allah’a sürekli şükretmem gerekecek kadar çok seviyorum. Ama bu duygular beni fazla utangaç hale getirdi. Şimdiye kadar söylemem gerekirdi, biliyorum. Fark etmeden seni eksik bıraktım. Özür dilerim.”

Burnumu çektim, omuzlarım sarsıldı. Ağlıyordum. Suçlu ve pişman bir çocuk gibi.

Emin’in merhametli parmakları yanaklarımdaki yaşları sildi. Ona karşı mahçuptum ama yine onun göğsüne sığındım. Yüzümü tişörtüne gömdüm. Sakinleşmeye çalıştım. Sırtımı sıvazladı.

“Açıkçası… bunu duymaya ihtiyacım vardı. İnsanı kendi babası, kendi dedesi, kendi yakınları sevmeyince bir başkasının sevgisine inanması zor oluyor galiba.”

Duyduğum şey beni incitmişti. “Bak işte Berra,” dedim kendi kendime. “Ya söylemeseydin? Ya fark etmeseydin? Ya daha da geç olsaydı? Buna ihtiyacı varmış!”

“Sen sevilmeyecek biri değilsin ki Emin. Sevilmeyi en çok hak eden insanlardansın,” dedim samimiyetle.

Aferin Berra. Böyle cesur ve açık ol. Çünkü Emin bunu hak ediyor. O, hayatını paylaştığın insan. Bu kadar çekinecek bir şey yok.

Biraz sonra Emin “Tamam, inanıyorum sana. Ağlama,” diye teselli etmeye çalıştığında biraz daha sokuldum ona.

“Ama durduramıyorum ki,” diye mızmızlandım.

Azcık geri çekildi ve yüzümü iki avucunun arasına aldı. Bakışları gözlerime kilitlendi.

“Anladım, sabaha kadar ağlayacak kadar çok seviyorsun beni. An itibariyle içim rahat. Dur artık…”

“Evet, çok seviyorum,” dedim başımı sallarken. Zorlukla yutkundum.

Gülümsedi. “O zaman sevdiğini üzme, sakinleş hadi. Hem bak, Buğlem’i uyandıracaksın bu gidişle.”

Yeniden yavaşça başımı sallayıp ellerimi onun göğsünden çektim ve yanaklarımı kendim sildim bu kez. Sonra yine onun göğsüne sığındım. Başımı oraya yasladığımda bütün kötülüklerden uzaklaşmış gibi hissediyordum kendimi. Evimde gibi.

Parmakları usulca saçlarımda dolandı. Bazen yanaklarıma uzandı, tenimi okşadı. Sonra yeniden saçlarıma döndü. Bense avucumu onun kalbinin üzerine dayamış, ritmik atışını hissediyordum.

“Emin ben daha büyüyemedim galiba, hâlâ yeni yetmeyim,” diye kendimi ona şikayet edercesine söylendim bir süre sonra.

Güldüğünü işittim. Başımın altındaki göğsü inip kalktı.

“Biraz öylesin galiba.”

“Hiç de hayır demiyorsun!”

“Dürüst bir adamın ben. Napayım?”

“Beni çok sev.”

“Seviyorum zaten…” diye mırıldandı iç çekerek.

“İyi ki seviyorsun. İyi ki de varsın.”

Öylece durduk.

Aklıma birden karşıki odada onu ilk gördüğüm gün geldi. İstemsizce gülümsedim.

“İyi ki o gün beni dinlemedin Emin.”

“Hangi gün?” dedi anlamayarak.

“İlk karşılaştığımız gün. Tanışmaya gelmiştiniz ailecek. Hani, abimlerin yanında sana "Keşke siz de, herkes de bu dünyada Berra diye birinin var olduğunu unutsanız ve istemediğim bir hayatı yaşamak zorunda kalmasam” demiştim. O zaman kendimce çok haklıydım ama şimdi düşününce… Her şey çok başka oldu. İstediğim bir hayatı verdin sen bana. Ama hepsini geç, okulmuş, eğitimmiş… Sen beni gerçekten dinledin. Anladın. Yanımda oldun. Elimi tuttun. İnandın bana. Güvendin. Değer verdin. Sevdin. Sen beni hiç unutma Emin. Var olduğumu da, seni çok sevdiğimi de, hiç unutma.”

Emin sustu önce. Gözlerime baktı bir şey söylemeden. Sanki içinden binlerce duygu geçiyordu da hangisinden başlayacağını bilemiyordu. Sonra elini yüzüme uzattı ve başparmağıyla yanağımdaki son gözyaşı damlasını sildi.

"Unutur muyum hiç," dedi, sesi kısıktı. “Berra, sen benim her şeyimsin. Seninle birlikte büyüdüm ben de. Seninle öğrendim biri için dua etmek, biri için endişelenmek, biri için sevinmek ne demek.”

Bir an nefes aldı. Sonra gözlerini kaçırmadan devam etti. "Sen benim unutulacak değil, her gün yeniden hatırlanacak bir gerçeğimsin. Sen benim kalbimsin.”

Gönül telim titredi. Güvendim ve inandım ona. Daha önce hiç kimseye güvenmediğim kadar. Emin’in bu sözleri, en derinime işledi.

Bir süre sustu. Sonra başını hafifçe eğdi ve yanağıma bir öpücük kondurdu. Dudakları usulca tenime değdiğinde içimde tarifsiz bir sıcaklık yayıldı. Elini çeneme götürdü, başparmağıyla nazikçe orayı okşadı. Parmak uçları yüzümde ve boynumda yavaşça gezinirken nefesim hızlandı. O kadar nazik, o kadar dikkatliydi ki; hassas bir çiçeğe dokunur gibiydi.

Dudakları bu kez alnıma dokunduğunda gözlerimi kapattım. Kalbim küt küt atıyordu. Ama sonra… sonra bir an duraksadım. Göz kapaklarım aralandı ve ürkekçe ona baktım.

“Emin, ya çocuk uyanırsa?” dedim fısıltıyla. “Bizi böyle görürse ne deriz?”

Emin gözlerini kıstı. Yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yayıldı. Bakışlarına bir muziplik oturdu.

“Kıskanır belki…” dedi alçak sesle, imalı bir şekilde.

Dudaklarımı ısırdım. Utanmıştım ama içimden bir gülme isteği de geçmişti. Buğlem’in onu ne kadar çok sevdiğini, bana nasıl kıskanç bakışlar attığını anımsadım. Onun “Emin abi benim!” diyen hâli gözümün önüne geldi. İçimdeki ürkeklik, yerini yumuşak bir tebessüme bıraktı.

Emin, saçlarımı yüzümden usulca çekti. “Hem beni böyle mutlu görürse, belki sevinir bile.”

Ben gözlerimi onun gözlerinden ayıramazken, Emin saçlarımın arasına usulca bir öpücük bıraktı. Nefesim bir an kesildi, sonra salındı.

“Sana bir sır vereyim mi?” dedi yine fısıltıyla.

Merakla başımı salladım. “Hıhı.”

Emin’in parmakları nazikçe saç tellerimin arasında geziniyordu. O dokunuşları öyle sıcak, öyle yumuşaktı ki, içimde hem huzur hem de heyecan dalgaları yükseliyordu.

Başını eğdi ve dudaklarını bu kez burnuma dokundurdu.

“Ben de seni kıskanıyorum. Buğlem haklı yani.”

Sesi hem muzip hem samimiydi. Küçük bir kıkırtı kaçtı dudaklarımdan. Buğlem’i uyandırmayacak olsam kahkaha atardım aslında.

Alaylı bir tonda sordum: “Demek öyle! Kardeşlerimle bile paylaşamıyor musun beni?”

Emin gözlerini kısarak, ciddiymiş gibi başını salladı. “Kesinlikle. Sadece kardeşlerin ve yeğenlerin de değil. Sana benden daha yakın her şeyle kavgalıydım.”

Yeniden gülümseyip elimi uzattım, saçlarını düzeltir gibi yaptım. Ama aslında karıştırdım. Parmaklarımın her hareketi ona dokunmanın verdiği huzuru taşıyordu. “Seninle yaşamak akıl işi değil,” dedim şakayla karışık.

Yüzünde tatlı bir gülümsemeyle gözlerime baktı. “Aklı boş ver, kalbin bana yeter.”

Emin’in parmakları saçlarımı son bir kez daha okşadı, sonra yavaşça elini çekti. “Şimdi uyku vakti.”

Başımı salladım. Zaten gözlerim ağırlaşmaya başlamıştı.

Emin kalktı ve yatağın diğer köşesinde uyuyan Buğlem’in yanına sessizce yaklaştı. Alnına sevgi dolu bir öpücük kondurdu. Buğlem kıpırdadı ama uyumaya devam etti.

Bu sırada ben de ince örtünün altına girip uzandım. Bu gece ikisinin ortasında yatacaktım anlaşılan.

Az sonra Emin tekrar yanıma döndü. Besmeleyle yatağa uzandı. Başımı kaldırdım ve alnımı ona doğru uzattım. Şeker dağıtılırken “Hani bana?” diyen çocuklar gibiydim.

Emin gülerek yaklaştı. Alnımı nazikçe öptü. “Hayırlı geceler,” diye fısıldadı.

“Hayırlı geceler,” dedim. Uzanıp elini tuttum ve gözlerimi yumdum.

 

Bölüm : 26.07.2025 01:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...