55. Bölüm
Şeymanur / Zecir / 53 – çile ve çiçek

53 – çile ve çiçek

Şeymanur
sukunettekelimeler

 

 

 

“İnsan değer verilmek ve sevilmek ister, bu arzu ve arayış bir ömür boyu sürer.”*

 

Bazı küçük anlar vardır ki, anlamı büyüktür. İnsanın her hücresine, ruhuna dokunur; derinlerine yerleşir. Hafızada iz bırakır; akıl zamanla unutsa da, kalp asla unutmaz. Bir koku, bir tat, bir bakış ya da bir dokunuş, yıllar sonra bile aynı duyguları çağırır yeniden. İşte en kıymetli olanlar, tam da bu anılardır.

Oturma odasında sessizlik hâkimdi. Kalemimin ucundan çıkan tıkırtılar ve sayfa hışırtıları dışında, bu sessizliği bozan başka hiçbir şey yoktu. Her şey olağan ve tanıdıktı. Son günlerdeki akşamlarımızın alışıldık ritmi buydu. O yüzden ara sıra kendimi aynı anı daha önce yaşamışım gibi hissediyor, zamanın iç içe geçmiş katmanlarında kayboluyordum.

Emin kanepeye uzanmıştı. Elinde ne kitap vardı, ne de bilgisayar. Bu sefer farklıydı. Sadece beni izliyordu. Başta fark etmemiş gibi yapmaya çalıştım ama bakışlarının ağırlığı üzerime ince bir örtü gibi seriliyordu. Gözlerimi tekrar defterime ve önümde açık duran kitaba dikmeyi denedim. Başaramadım. Kelimeler birbirine girmeye başladı. Satırlar anlamını kaybetti.

Başımı çevirip ona doğru baktım. Göz göze geldiğimizde içimden sıcak bir kıpırtı geçti. "Emin..." dedim, sesim yumuşak, biraz da nazlıydı. "Böyle bakıp durma. Odaklanamıyorum."

Gülümsedi. Fakat gözünü bile kırpmadı. Yüzünde sakin, derinden gelen bir güven ve hafif alaycı bir ifade vardı.
"Bakarım," dedi, meydan okur gibi. "Eşim değil misin?"

İçim bir anda ısındı ama bozuntuya vermedim. Kalbim o iki kelimenin ardından başka bir ritimle atmaya başladı. Gözlerimi hızla defterime geri çevirdim. Gelin görün ki artık kelimeler darmadağın olmuştu zihnimde. Sayfalara bakıyor, hiçbir şey okuyamıyordum.

Birkaç dakika daha direnmeye çalıştım. Sonunda pes ettim. Başımı tekrar kaldırdım. Bu kez kaşlarımı çatarak, sözde sert ama kendi içimde memnun bir hâlde döndüm ona: "Dedim ya bakma diye! Çalışamıyorum!"

Emin, yüzünde yaramaz bir çocuğun gülümsemesiyle kımıldamadan öylece bakmaya devam etti. Tam tersini yapıyordu işte!

Bu kez dudaklarımı büzdüm, sanki alınmış gibi. Fakat içimde kırılganlık değil, şımarık bir tını vardı. "Yapma ama..."

Bakışlarına oyunbazlık edası sinmişti. Bir şey istemekten değil, o anın kendisinden keyif alan bir hâl kuşanmıştı üstüne.

Birden yerinden kalktı ve yanıma geldi. Sandalyemin kenarına yaslandı. Onun yakınındayken etrafımdaki hava bile değişiyordu. Başımı ona çevirdim ve ne yapacağını bilemeden beklemeye başladım. Gözlerinde o muzip parıltı yoktu, ya da en azından öyleymiş gibi davranıyordu.

"Bugün ne öğrendim biliyor musun?" diye sorarken sesi ciddiydi. Ama onu tanıyordum; bu kadar aniden konu değiştirmesinden bir şeyler çevirdiği belliydi.

Kafam karıştı. Az önceki şikâyetimden sonra böyle bir geçişe hazırlıklı değildim. Kaşlarımı kaldırıp merakla baktım yüzüne.

"Ne?" dedim, yarı dikkatli, yarı temkinli.

"Bir hadis."

Dudaklarındaki sırıtışı bastırmaya çalışıyordu ama gözlerinin içindeki kıpırtı çoktan ele vermişti onu.

"Ne çıkaracak şimdi bundan acaba?" dedim içimden.

Duruşunu bozmadan devam etti: "Karı koca, yani eşler, birbirinin yüzüne bakınca sadaka sevabı alırmış."

Bir an duraksadım. Beynim cümleyi tamamlayıp anlamlandırana kadar birkaç saniye geçti. Sonra istemsizce gözlerimi devirdim ama bu hareketimin ardında gizlemeye çalıştığım bir gülümseme vardı.

"Sen..." dedim, yarı sitemkâr bir tonda. Ardından kendimi tutamayıp gülüverdim. "Sen kendi çıkarların için kullanıyorsun hadisleri. Özellikle gidip bu konularda hadis okumuyorsan ben de Berra değilim!"

Omzuna hafifçe vurdum. Sözde kızmış gibi. Emin çoktan kahkahayı basmıştı. İçimde sıcacık bir şey kıpırdadı. Onun bu hâli, beni güldürürken aynı zamanda kalbimin en derinine incecik bir sevgi yayıyordu.

Emin'in gözlerindeki muzır parıltı iyice belirginleşmişti. Dudaklarında yarı bastırılmış, tanıdık bir sırıtışla bana doğru eğilmeye başladı. Keyifi yerinde olmakla birlikte, bu tavırları derin bir sevgi taşıyordu.

"Daha yakından bakarsam daha çok sevap olur mu acaba?"

İçim bir anda karmakarışık oldu. Yüzümdeki kaslar kendi iradem dışında hareket ederek heyecanla karışık bir gülümsemeye büründü. Kalbim! Ah, kalbim! Emin'in bu haylaz hâline ne alışabiliyor, ne de karşı koyabiliyordum. Her defasında aynı tatlı şaşkınlıkla çarpıyordu göğsümde. Onu izlerken gülümsememek mümkün değildi; içimdeki tüm direnç bir anda eriyip gidiyordu.

"Hiç sanmam. Bence biraz geri çekil hatta."

Elimle omzuna dokunur gibi yapıp nazikçe ittim onu, bir mesafe koyma çabasıyla. Ama sadece sözde. Teninin sıcaklığını hissetmemle birlikte elim duraksadı. O ise yerinden bile kıpırdamadı. Aksine, yüzüme biraz daha yaklaştı. Parmakları, yanağıma usulca dokunduğunda zaman durdu. Parmak uçları sıcacıktı... Yüzümdeki o dokunuşun bıraktığı iz, hücrelerime dalga dalga elektrik olarak yayıldı. Kalbim bir ritim atladı, sonra bir tane daha... Her atışı, onun varlığıyla biraz daha güzelleşiyordu.

"Sen..." dedim, nefesim düzensizleşmişti. Cümlemi toparlayamadım bir an. "Sen, beni ders çalıştırmamaya kararlısın galiba?"

Bu kez gülmüyordu. Ciddiydi. Eğildi. Burnu neredeyse alnıma değiyordu. Nefesi yüzümdeydi; sıcak, yumuşak, tanıdık... İçimdeki bütün savunmaları birer birer eritiyordu.

Yumuşak bir sesle, sözlerinin ardında yatan duyguyu hiç gizlemeden konuştu: "Şu an kitaplar değil, kocan ilgi istiyor. Anlasana."

O kadar ciddi görünüyordu ki, bu hâli daha da gülümseticiydi. Bütün dikkatim dağıldı; ne çalışmak kaldı aklımda ne de defterin satır aralarına sıkışan bilgiler. Kalemi masaya bıraktım. Onun yüzüne baktım uzun uzun. Şu hâliyle beni böyle kolayca dağıtabiliyor, kalbimi de aklımı da bir güzel karıştırıyordu. İşin garibi, hiç şikâyetim yoktu.

Sonunda dayanamadım. Kalbimi böyle oyunlarla fethediyordu işte. Ve ben, her seferinde isteyerek teslim oluyordum.

Sandalyeden usulca kalktım. Gözleri hâlâ üzerimdeydi. Bu kez biraz şaşkınlık, biraz da hoş bir bekleyiş vardı bakışlarında. Bir şey demeden, sessizce, kollarımı boynuna doladım. Başımı usulca omzuna yasladım. Sarıldım. Nefes aldığım ilk anda kokusu geldi burnuma. Ev gibi, yuva gibi, güven gibi, çok sevdiğim bir anıya dokunur gibiydi...

Ellerini hiç acele etmeden kaldırdı ve belimden sardı. Dokunuşu sahipleniciydi. Ben de boynundaki elimi ensesine götürdüm ve saçlarını okşadım nazikçe.

Bir sağa, bir sola sallandım onun sıcak kollarındayken. Emin başını bana biraz daha yasladı. Kollarının sıkılığı artmıştı. Sarılışında artık oyunbazlığın değil, özlemin, sevdanın ve aitliğin kokusu vardı. Sessiz ve çok şey söyleyen bir anda kalmıştık.

Az sonra hafifçe geri çekildim. Bakışlarımız birbirine kilitlendi. Bir yanıyla ciddiydi, ama dudaklarının kenarında kıvrılan belli belirsiz o gülümseme, aklından geçen muzipliği ele veriyordu.

Yüzüme doğru yaklaştı usulca. "Cazibeme dayanamadın di mi?" dedi kaşlarını kaldırarak. Alaycı ama bir o kadar da kendine güvenliydi. Belli ki eğleniyordu hâlimle.

Gözlerimi kısıp dudaklarımı büzdüm. "Yoo," dedim başımı yana eğerek. "Vicdanım el vermedi seni ilgisiz bırakmaya."

Bu sözüm üzerine kahkahayı bastık birlikte. Seslerimiz birbirine karıştı, içten ve tasasız bir neşeyle güldük. O gülüş, aramızdaki duvarları eritip yüreklerimizi daha da yakınlaştırdı. Emin başını eğdi, alnıma bir öpücük kondurdu. Dudakları usulca değdi tenime; hem sıcak, hem özenliydi. İçimi tatlı bir ürperti kapladı.

"Vicdan sahibi sevgilim benim," dedi gülerken. Sesi yumuşaktı, içinde sadece neşe değil, şefkat de vardı.

Emin'in bakışları yumuşadı. Yeniden yüzüme eğildi. Bir kez, sonra bir kez daha... Yanaklarıma, burnuma, şakağıma arka arkaya minik öpücükler bıraktı. Her birinde başka bir sevgi, başka bir sevinç saklıydı.

Ben gülmeye başladım, ama o durmadı. Gülüşlerimiz, dokunuşlarıyla iç içe geçti.

"Çok kârlı iş bu. Bak, hem sevap, hem sevdiğim kadına yakınım... Daha ne olsun?"

"Çıkarcı!" Kahkahamı tutamadım. Parmaklarım göğsüne dokundu, sanki azıcık itekler gibi. Fakat öyle bir niyetim yoktu. İçten içe ona daha çok sokulmak istiyordum. Gözlerim ışıldıyordu. "Elini nereye atsan bir şey çıkarıyorsun. Dini menfaatin için kullanıyorsun sen!"

"Menfaatim sensen, yaptığım da sevapsa, kim zararda birtanem?"

Sözleri yumuşak ve samimi, sesi alçak ve etkileyici bir tondaydı. Gözleri, gözlerime değdiğinde ela harelerinde beni susturup kendisine hayran bırakan o derinlik gizliydi.

Gülümsedim. Sonra hiç düşünmeden kollarımı onun beline sardım, başımı boynunun yanına yasladım. O da beni hemen kavradı, kollarına aldı. Sanki onsuz geçen her anı telafi etmek istercesine, sımsıkı. Göğsünün sıcaklığına yüzümü yasladığımda, kalbinin sakin ve güven veren ritmini duydum.

"Bak hâlâ yanımdasın. Demek ki yöntem işe yarıyor."

"Yöntem değil, sen işe yarıyorsun," dedim bir sır fısıldar gibi. "Ben seni çok seviyorum, onu unutuyorsun galiba."

"Unutur muyum hiç? Her anımız aklımda. Hani utana sıkıla bana alışmaya çalıştığın ilk hallerin... Geçtiğimiz on gün falan yani. Ürkek bir serçe gibiydin."

Bir tebessüm dudaklarıma yerleşti. "Şimdi de hâlâ utanıyorum aslında. Ama galiba alıştım. Senin varlığına, yakınlığına, hatta muzipliklerine, şakalarına bile."

"Galiba mı?" dedi, abartılı bir şaşkınlıkla. "Berra, ben artık bu ilişkide netlik istiyorum!"

Göz kırpıp ekledi: "Şakalarım şahane, ayrıca. Bak mesela, birazdan diyeceğim ki: 'Kocana bir kahve yapsan da hem sevap hem sünnet olur.'"

Kıkırdadım. Gözlerim küçüldü, omuzlarım titredi gülmekten. "Hayır, onu hiç yemezler," dedim. Sırtımdaki ellerine dayanarak geriye doğru yaslandım. "Şimdilik sadece sevap öpücüklerle yetin canım. Ama dersimi bitirince kahveni yaparım. Azıcık bekle."

O an yüzünde beliren gülümseme sıcacıktı. Parmak uçlarıyla saçlarımı geriye itti, alnıma nazik bir öpücük kondurdu. Dudakları tenime değdiğinde içimden bir ürperti geçti; ne üşüten ne de ürküten. Bilakis kalbimi ısıtan, güven veren bir kıpırtıydı.

"Tamam birtanem. Öyle yaparız. Ama bilinçli sevap işlemesi de bir erdemdir, onu unutma."

Yeniden kıkırdadım. Göz göze geldik. Yüzümdeki her kıvrımı okşar gibi beni izliyordu. O an anladım. Ben öylece, her şeyimle Emin'i sevmenin ortasındaydım.

Başımı boynunun altına yasladım, gözlerimi kapattım. Bir süre öyle kaldık. Emin'in kolları hâlâ üzerimdeydi. Göğsü hafifçe inip kalkıyor, ben de o ritme uyan bir huzurla oracıkta duruyordum.

Az sonra dışarıdan gelen ani ve sert bir gürültü ile irkildim. Kıpırdandım ve gözlerimi araladım. Sıcak, sessiz, güvenli o atmosfer birden bozulmuştu. Gözbebeklerim odaya alışmaya çalışırken, bakışlarım defterime ve masaya kaydı. Maalesef ki ödevlerim bekliyordu beni.

Başımı biraz kaldırdım. Emin'in göğsüne yaslanmışken, birazcık geri çekilip yüzüne bakmaya çalıştım. Kalbimde tatlı bir sızı vardı; güzel bir şeyin bitmesinden doğan hüzün gibi.

"Şimdi ben..." dedim, nazlanarak. Sesime belli belirsiz bir alay kattım. Biraz cilve, biraz da kaçamak bir mahcubiyet. "Acaba artık dersime dönsem mi?"

Emin, hemen dudaklarını büktü, abartılı bir kırgınlık ifadesiyle kaşlarını çattı. Gözlerinde o tanıdık, oyunbaz kıvılcım belirdi.

"Bak şu işe! Azıcık sevap işledik diye hemen terk edildik."

Gülümsedim. Dudaklarımda tatlı bir kıvrım, gözlerimde mahcup bir parıltı vardı.

"O kadar öpücükten sonra hâlâ sevap derdindeysen, ohoo! Beni çoktan serbest bırakman lazımdı zaten."

Emin başını yana eğdi. Nazlanıyordu. Alnındaki birkaç saç teli düşüp göz kenarına dokundu. Uzanıp o saç tellerini geriye iteledim.

"Tamam, dön," dedi sonunda. "Ama vicdan azabından gece uyuyamazsın, şimdiden söyleyeyim. Kalbim burda kırık halde seni bekleyecek."

Kıkırdadım. Zor da olsa kollarından yavaşça çıktım. Her parçam onun sıcaklığından koparken küçük bir direnç gösteriyordu. Ayrılırken içimde garip bir boşluk oldu. O sıcaklıktan uzaklaşmak bir tür sürgün gibiydi. Fakat yapacak bir şey yoktu. Dersim vardı: bitmemiş cümleler, çözülmemiş sorular, yazılmamış satırlar...

Ben masaya geri dönüp sandalyeme otururken arkamdan seslendi: "Berraaa..."

Başımı çevirip ona baktım.

"Sevapsız kaldım."

Kahkaha attım yüksek sesle. Bu çıkışı, burukluğumu dağıtmama yardımcı oldu. "Dersim bitince sevap alman için sadaka kutusuna seni atıcam, sabret biraz."

Cümlemi duyduğunda yüzünde beliren memnuniyet, o anı daha da özel kıldı. Gözlerindeki ışık, her şeyin yolunda olduğunun bir işaretiydi. Rahatladım.

Kalemi elime alıp sayfaya baktım ama kafamda Emin'in o muzip bakışları, alnıma kondurduğu öpücük, "sevapsız kaldım" diyerek seslenişi yankılanıyordu. Kalbimle aklım arasında küçük bir savaş vardı; bir yanda dersin bitmesi gerektiği bilinci, diğer yanda ise o yakınlığın, sevginin bıraktığı izler.

Birkaç kez derin nefes aldım, gözlerimi kapatıp açtım. "Dikkat et, Berra," diye fısıldadım kendi kendime. "Şimdi odaklanman gerekiyor."

Sayfaya eğildim. İlk başta kelimeler birbirine karıştı. Sonra yavaş yavaş zihnimDe bir düzen oturmaya başladı. Dikkatim az da olsa toparlanmıştı artık. kafamdaki karışıklık, yerini sakin bir azme bırakıyordu.

O an fark ettim ki, bazen odaklanmak sadece zihinsel bir çabayla değil, aynı zamanda ruhun dengede olmasıyla mümkün oluyordu. Ve ben, Emin'in yanındaki huzurla, hem kalbimi hem de aklımı bir arada tutmayı öğreniyordum.

 

Dersin bitimine geldim nihayet. Son soruyu cevaplarken damarlarımda bir zafer duygusu aktı; sanki uzun süredir sürdürdüğüm bir yolculuğun son durağına ulaşmıştım. Kalemi sessizce kenara bıraktım ve sırtımı yaslayıp derin bir nefes aldım. İç çekişim, hem yorgunluğumun hem de başardığımın ifadesiydi. Kitapları üst üste koyarken parmaklarım biraz titriyordu. Zihnim yorgun ama huzurluydu.

O sırada Emin kanepeye yayılmıştı. Elinde bir kitap vardı ama dikkatinin yarısı hâlâ bendeydi. Sayfa çevirirken arada bir başını kaldırıp bana bakıyor, varlığını hissettiriyordu. Bu dikkatli ve sabırlı hali, içten içe beni mutlu ediyordu.

Ben kitapları toplamaya başlayınca bir anda, neredeyse sahneye çıkmış bir oyuncu edasıyla, abartılı bir şekilde ellerini göğe kaldırdı. Sesi salonun her köşesine neşeyle yayıldı.

"Şüküüüüür! Allah'ım sana hamdolsun, bu günleri de gördük!"

Kahkaha attım istemsizce. Başımı çevirip ona baktım. Hem sabırla beklemiş bir âşık hem de naz yapmayı seven bir çocuk gibiydi.

"Ne bu şimdi? O kadar mı sıkıldın yani beni beklemekten?"

Emin ellerini kalbine götürdü.
"Ben? Sıkıldım mı? Asla! Sadece, bu vuslat gecikti biraz. Gönül gözüyle sayfa sayfa seni okudum burada."

Bu lafları nerden buluyor acaba?

"Gönül gözüyleymiş..." dedim başımı iki yana sallayarak. Ona takılmak da en az onun takılması kadar keyifliydi. "Senin gönül gözün fırsat kolluyor yalnızca."

Dudaklarının kıyısında o tanıdık, yaramaz tebessüm belirdi. "Ne yapayım, sen kitabı kapatmadan ben seni açamıyorum ki."

Kalkıp yavaşça onun yanına, kanepeye geçtim. Aramızda sadece yastık vardı. Emin'e baktım. Yüzünde, az önceki şakacı ifadeden eser kalmamıştı.

"Sana bakınca gerçekten bir ara vicdan azabı hissettim."

"Vicdan azabı mı? Ne yaptım ki?"

"Sen değil..." dedim, içime dolan o tanıdık neşeyle. Normalde hemen anlardı ne kastettiğimi ama bu kez belli ki beyfendinin düşünceleri dağınıktı. "Ders çalışırken seni öyle yalnız bırakınca, kalbimde bir yer ezildi. Senin böyle mahsun mahsun bakman falan..."

Sözüm bitmeden Emin omuzlarını yukarı kaldırarak söze atladı: "Ben mahsun falan bakmadım, erkek adamız biz!"

Bu çıkışı o kadar komikti ki kahkahamı tutamadım. "Yani, erkek adam da sevgi bekleyebilir bence!"

Emin yana kaydı ve ortamızda duran yastığı eliyle kenara itti. Bu küçük hareket, aramızdaki hem fiziki hem manevi mesafeyi kaldırdı sanki. Biraz daha yaklaştı. Nefes alışverişi daha duyulur hâle gelmişti.

Yavaşça kolumun üzerine dokundu. Parmakları alıştığı bir güvenle orada durdu. Gözlerini gözlerime sabitledi. Sesi yumuşaktı ve içinde yine tatlı bir sitem vardı: "Beklemek başka, gözünün içine baka baka özletmek başka. Sen ikinciyi yaptın. Bilerek, isteyerek, kast ederek."

Bir yandan yaklaşırken bir yandan da siteminin içine şefkat katıyordu. Elini, kolumdan bileğime doğru yavaşça kaydırdı. Sanki 'buradayım, yakınım, yine de özlüyorum' diyordu dokunuşlarıyla. Bu yakınlık, içimde tanıdık bir ısı uyandırdı.

"İftira!" dedim, gülerek.
Duygular ağır ağır çörekleniyordu üzerime. Başımı usulca omzuna yasladım. Emin, hiç tereddüt etmeden kolunu omzuma doladı. Bir an sessizlik oldu. Burnumun ucuna usulca dokundu sonra. İçimde kıpırdayan şey utançla mutluluk arasında bir yerdeydi.

"Bak, şu an ders de yok, sevap bol, ortam da huzurlu. Daha ne isteriz?"

Kalbimde çırpınan kuşlar huzurun ortasında uçuşuyordu. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım. "Kahve isteriz," dedim gülerek. Az evvelki ricası aklımdaydı.

Emin de güldü. "Bekle bakalım, kahveyi ben yapayım," dedi neşeyle. "Hizmet etmek de sevap, onu da kaçırmayayım."

Kollarını üzerimden çekip doğruldu. Ardından ayağa kalktı. Üzerindeki rahat hâl, içinde bulunduğumuz dinginliğe karışıyordu. Mutfağa yönelince ben de onu yalnız bırakmak istemedim ve peşinden gittim. Birlikte yapılan küçük işler bile, onunla olunca anlam kazanıyordu.

Emin kahveyi dolaptan çıkarırken ben fincanları alıp tezgâha bıraktım. Cezveyi ararken gözleri mutfak dolaplarının arasında gezindi. "Köşedeki dolaba koydum," dedim. Aradığı cezveyi buldu. Birlikte, usulca kahve yapmaya koyulduk.

Ocağa cezveyi yerleştirip başında beklerken gözlerini bana çevirdi. Gülümseyerek baştan ayağa süzdü. Üzerimdeki kıyafeti işaret etti. Onun bol bir sweatshirtünü giymiştim. Çok rahattı.

Göz kırptı. "Bu arada, benim kıyafetlere de el koyduğuna göre gerçek bir çift olmuşuz birtanem."

Gülümsüyordu. Kahve kokusuna karışan o anlık cümle, kalbimde sıcak bir yankı bıraktı. Zihnime kazındı.

"Senin kocan olmak çok meşakkatli ama sevapla dolu," diye devam etti. "Hem çile hem çiçek gibisin."

Yüreğim eridi. Hafif bir utançla başımı eğdim. Dudaklarımda kendiliğinden beliren bir tebessüm vardı. Kalbim, onun kelimelerinin etrafında usul usul dolanıyordu. Emin'e baktım; ocağın başında duran bu genç adam, hem yuvam hem huzurumdu. Onunla hayatı paylaşmayı geçin, bu evi, hatta bu mutfağı paylaşmak bile içimde tarifsiz bir aitlik duygusu uyandırıyordu.

Öylece durmak istemedim. Uzanıp yanağına bir öpücük bıraktım, cevap olarak. O küçücük dokunuşta, içimdeki minnettarlığı, sevgiyi, teslimiyeti gizlemeden ona sundum. Gözlerinin içi parladı.

Göz göze geldik. Cezvedeki köpük kabarmaya başlamıştı ama Emin hâlâ bana bakıyordu. O anın derinliğinde boğulmamak için gözlerimi kaçırdım.

İçimde saklamaya çalıştığım o sürpriz, artık dilimin ucuna kadar gelmişti. Kendimi daha fazla tutamayacaktım. Bütün belgeler tamamdı. Bir kaç günkü koşuşturmalarım, günler süren bekleyişim... Hepsi tamamlanmıştı. Emin'e sürprizimi açıklamak için bundan daha güzel bir an olamazdı.

Ama önce kahveyi ocaktan almalıyız.

Ocağın altını kapattım. Cezveyi dikkatle elime alıp fincanlara kahveyi boşaltmaya başladım. Bir yandan da söze girdim.

"O zaman sana bir haberim var. Çileni artık resmi olarak belgelemeye karar verdim. Kurtulamayacaksın. Alışsan iyi olur."

Emin bir an durdu. "Nasıl yani?" Kaşlarını kaldırdı, yüzüme daha dikkatle bakmaya başladı. Artık tüm dikkati üzerimdeydi.

Kahveyi dökmeyi tamamladım ve fincanları tezgâha bıraktım. O ise hâlâ gözlerini üzerimden ayırmıyordu. Ardından yaklaştı, beni kollarının arasına aldı. Sanki duymak istediği cevabı tahmin etmişti. Yine de benim ağzımdan duymak istiyordu.

"Ne yaptın sen?" diye fısıldadı. Sesi buğulu, gözleri ışıl ışıldı. Sıcak nefesi saçlarıma değdiğinde içim titredi.

Gözlerimi onunkilere kilitledim ve kaçırmadan, çekinmeden söyledim.

"Soyadını da paylaşalım artık diyorum. İsmimin yanında Yiğitsoy olmasın mı?"

Emin'in kaşları havaya kalktı. Yüzünde kocaman bir tebessüm belirdi ve büyüdükçe büyüdü. Dişleri göründü gülerken. Ela hareleri ışıldadı. Zihninde hızla bir şeylerin oturduğunu, yüreğinde sevincin kabardığını görebiliyordum.

"Ben resmi nikâh tarihi almak için hazırlıklara başladım," diye devam ettim, onun mutlu ifadesini izleyerek. "Belgeleri toparladım. Bir tek senin sağlık raporun ve gidip beraber başvuru için imza vermemiz kaldı."

Bir anlık sessizlik oldu. Emin'in dudakları aralandı ama sanki kelimeler dilinin ucuna takılı kaldı. Bakışları gözlerimde dolaştı. Sonra bir kahkaha attı; içten, şaşkın, mutluluğa boğulmuş bir kahkaha. Mutfağın her köşesine yayıldı, kahve kokusuna karıştı, kalbimin içinde çiçek gibi açtı.

"Harika bu, birtanem," dedi. Ellerini yüzüme götürdü ve yanaklarımı avuçlarının arasına aldı. Sonra alnıma bir öpücük kondurdu. "Peki bana neden söylemedin?"

"Sürpriz yapmak istedim," dedim içimde kıpır kıpır kelebek gibi çırpınan o tatlı heyecanla.

Emin başını eğdi, alnını nazikçe alnıma yasladı. Gözlerini kapadığında nefesi yanağıma değdi. Sesi hem sakin hem coşkuluydu.

"Şu an benden mutlusu yok. Kendi isteğinle böyle bir işe giriştin ya... Bu, bana verilmiş en güzel hediye."

Gözlerim doldu. Onu böyle görmek bana da çok iyi gelmişti. İyi ki bu işe kalkışmışım. Dudaklarımda hafif bir titreme vardı. Gülümsedim. Net ve kararlı bir sesle konuştum.

"Çünkü seni seviyorum, Emin. Bu kez kendi isteğimle ve artık resmen de senin eşin olmak istiyorum."

Bu cümleyi bekliyormuş gibi, bir anda sarıldı. Kolları sırtımı kavrarken nefesini boynumda hissettim. Başını omzuma gömmüştü. Kalbim onun göğsüne değince bir an durdu, sonra hızla atmaya başladı. Sarılışında sadece sahiplenme değil, bir teşekkür, bir hayranlık, bir rahatlama da vardı. Sanki bütün dünyayı ardında bırakıp sadece bana yönelmişti.

"Hayatım boyunca duyduğum en güzel cümle bu olabilir," dedi. Sesi çatallıydı. Başını geri çekip gözlerime baktığında, gözlerinin kenarında biriken ışıltıyı fark ettim.

Ardından parmaklarını yanaklarıma götürdü, tıpkı biraz önceki gibi okşadı. Bu kez daha nazik, daha duyguluydu.

"Berra Yiğitsoy..." diye fısıldadı.

Adımı onun soyadıyla duymak, yüreğimde başka bir sevinç kapısı açtı.

"Çok iyi değil mi?" dedim. Gözlerimin içi gülüyordu. "Bence yakışıyor."

Emin'in gülüşü genişledi, gözleri daha da ışıldadı.

"Hem de nasıl!"

Ardından elleri belime kaydı, beni biraz daha kendine çekti. Aramızdaki mesafe yok olmuştu artık. Onun elleri belimdeyken, ben de kollarımı boynuna doladım. Başımı göğsüne yasladım. Kalbinin atışını, tenimin altında titreşen o ritmi net bir şekilde hissedebiliyordum. Emin çenesini başımın üzerine dayadı. Bir süre hiç konuşmadan durduk.

Bir süre sonra Emin başını eğdi ve saçlarıma dudaklarını dokundurdu. Bu öpücük, hem bir teşekkür hem bir yemin gibiydi.

"Berra," dedi alçak bir sesle, boğazındaki düğümü belli ederek, "Sen benim hayalimdin. Şimdi gerçeğimsin. Elhamdülillah."

Benim de içimden bir şükür akıp geçti. Başımı kaldırdım, gözlerime baktı. O an, her şey sustu. Sadece Emin vardı karşımda. Ve renkli bir çöle benzettiğim o ela harelerinin içinde, bana ayrılmış bir dünya.

Dudaklarımı araladım, ama içimden geçenleri dile dökecek kelimeler yoktu. O kadar yoğun, o kadar derin bir sevgiyle doluydum ki... Yalnızca hissedilebilir türdendi.

Emin yavaşça yüzüme eğildi. Gözlerini gözlerime sabitlemişti. Yutkundum. Nefesim hızlandı. Ama kaçmadım. Sadece orada kaldım. Onun bana yaklaşmasına izin vererek, hatta belki içten içe bekleyerek.

Sonra dudakları, yanaklarıma usulca dokundu. Narin, saygılı ve ürkekti. Çekingendi. Aramızda hâlâ o derin saygı, o özen vardı. Ama bu kez, aşk da vardı. Kalbimizin çekirdeğine kadar inmiş, kök salmıştı.

Parmak uçları yanaklarıma kaydı, sonra usulca çenemi kavradı. Baş parmağıyla yanağımı okşadı. Beni incitmeden, ama güçlü bir sahiplenmeyle kavradı. Ellerini sırtıma kaydırdı, sonra belime sarıldı. Yüzüme minik öpücükler bırakmaya devam etti.

Benim ellerimse Emin'in sırtında birleşti. Parmaklarımın arasındaki kumaşı hissettim önce. Gövdesinin sıcaklığına sığındım. Kalbim göğsümde hızla atarken, yine onu liman bildim.

Kenarda duran kahve çoktan soğumuştu belki. Ama biz içimizden taşan bir sıcaklığın tam ortasındaydık. Kalbimizden fışkıran sevgi, sabırla beklemiş arzular, şefkatle büyütülmüş bir aidiyet hissiyle birbirimize sarılıyorduk.

İçimde tatlı bir sükûnet vardı ve o anın büyüsünü kalbime kazımıştım. Sonra yavaşça gözlerimi açtım. Emin uzanıp alnımı öptü. Tenindeki sıcaklık, tüm yorgunluğumu aldı götürdü. Gözlerindeki sevgi ve mutluluk, kalbime dokundu.

Küçük tepsiyi usulca kaldırdı, kahve fincanları hafifçe sallanıyordu. "Çok soğumamış, ziyan olmasın."

Sesi sakin ve samimiydi. Bir eli tepsiyi tutarken, diğer eli nazikçe benim elimden tuttu; parmaklarımız birbirine dolandı. "Gel," dedi yumuşak bir davetle, nazikçe beni çekerek.

Yavaş adımlarla onun yanında yürüdüm. Hâlâ o küçük öpücüklerin etkisi altındaydım. Kahvenin kokusu etrafımızda dans ediyordu. Salona geçtik. Az evvel oturduğumuz kanepeye yeniden yerleştik. Fincanlarımız elimize aldık. Kahveleri yudumlarken sessizdim. Çünkü az evvelki o sıcaklık, o yakınlık, mutluluk ve biraz da utanç damarlarımda dolaşıyordu.

"Berra sana bir şey söylemem lazım."

Emin sessizliği usulca böldü. Meraklanarak ona baktım. Sesi ciddiydi. Alışık olduğum o şefkatli bakışlarında bu kez ağırlık ve kelimelere yüklenmiş bir tereddüt seziliyordu.

"Söyle?" dedim, içimde kıpırdanmaya başlayan bir huzursuzlukla.

Hemen ekledi: "Ama üzülmek yok, tamam mı?"

Sanki bir dalga gelip ayaklarımı yerden kesmişti. Kalbimin ritmi hafifçe değişti. Yüz ifadesinden bir şey sakladığını daha da net anlamıştım. Bu yaklaşımı beni endişelendirmişti. Tedirgindim. Az önceki o yumuşak, dingin atmosferin üzerine bir gölge gibi düşmüştü bu cümle.

"Ne oldu Emin?"

Söze nasıl başlayacağını düşünür gibiydi. Sonra fincanı kenarı koydu. Elini bana uzattı, usulca elimi avucunun içine aldı.

"Nikah mevzusuna çok mutlu oldum. Düşünmen, istemen, çabalaman... Ama bi sıkıntı var sevgilim."

Kalbime bir yumru oturdu. Ne sıkıntısı olabilirdi ki? İçimdeki huzur bir anda paramparça olmuştu. O kısacık cümle, içimdeki sevinci alıp kenara fırlattı. Yüzümdeki ifade donuklaştı. Düşünceler zihnime hızla üşüşmeye başladı; kaygılar, ihtimaller, korkular... Şaşırmıştım. Bunu hiç beklemiyordum. İçten içe, bir şeylerin engel olmasını istemiyordum çünkü. Birlikte çizdiğimiz o sade ama sıcak geleceğe bir adım kalmıştı sanki.

"Ne sıkıntısı?" diye sordum. Çözebileceğimiz bir pürüz olmasını umut ediyordum.

Emin derin bir nefes aldı, gözlerini yere indirdi bir an. Sonra tekrar bana döndü.

"Hevesini kırmak istemiyorum ama... Eğer resmi nikâh yaparsak okula gidemezsin. Evli olan kişilerin liseye örgün öğretimle gitmesi hukuken engellenmiş. Yasal değil. Açık öğretimden devam etmek zorunda kalırsın."

Duyduklarım karşısında donup kaldım. Gözlerimi kırpmadan ona baktım. Bir şey demedim. Sadece içimde, sessizce devrilen hayallerin gürültüsünü duydum. Az önceki yumuşak, sevgi dolu halim bir anda soldu. Tatlı duygularımın yerini sitem kapladı, tıpkı aniden bastıran gri yağmur bulutları gibi. Umutlar yerini hayal kırıklığına bırakmıştı.

Ne yani? Resmi nikâh kıyarsak, okula gidemez miydim? İkisinden birini seçmem mi gerekiyordu illa? Neden ki? Neden ikisi bir arada olamıyordu? Hem eş, hem öğrenci olamaz mıydım?

Kanepeye yaslandım. Avuçlarımın terlediğini fark ettim. Sözler boğazımda düğümlendi. Bir süre Emin'e bile bakamadım. İçimde incinmiş bir sessizlik büyüyordu. O an tüm yasalar, kurallar ve çizgiler bana fazlasıyla acımasız gelmişti.

Emin, ellerimi bırakmadı. Avuçlarımın titrediğini fark etmiş olmalıydı ki, başparmağıyla yavaşça sıvazladı. O hareket bir yandan teselli eder gibiydi, bir yandan da sessizce "buradayım" der gibi.

İçimden bir cümle geçip duruyordu: "Bu kadar yaklaşmışken..."

Boğazım kurumuştu. Duygularım bir düğüm olmuştu. Kırılmıştım. Emin'e değil; duruma, düzene, bu anlamsız engellere... Bu kadar isteyip beklediğimiz bir şey, neden başka bir güzel şeyin önüne duvar oluyordu?

Başımı eğdim. "Yani ya okul, ya nikâh," dedim usulca.

Emin sessiz kaldı çünkü zaten cevabı söylemişti. Onun için de durumun kolay olmadığını anlıyordum. Yüzüme bakıyordu fakat kelimeler dilinin ucunda donmuştu. Gözleri, sanki içimde olup biteni görüyormuş gibi doluydu. O da bu sistemle, bu sınırlarla, hayal ettiklerimizle gerçekler arasında kalan o boşlukla savaşıyordu.

Birden sesim yükseldi. "Çok saçma!" dedim kızgınlıkla. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Ağlıyordum.

Böyle bir akşamın sonunu bu şekilde hayal etmemiştim. Birlikte içilen kahveler, şakalar, dokunuşlar, o minik öpücükler, el ele verilen sözler... Bunların hepsi böyle bitmemeliydi.

Emin hiçbir şey söylemeden sarıldı. Sıcak göğsüne yaslandım. Sakinleşmem için zaman tanıdı.

Bir süre sonra saçlarımı okşarken, "Aslında ben bu durumu bildiğim için daha önce resmi nikah konusunu hiç açmamıştım," diye söze girdi.

Yüreğim yeniden burkuldu. İçimde kopan bu sessiz isyanı bastıramadım. "Of, niye ikisi bir olamıyor!" dedim ağlamaklı bir sesle, omzuna yaslanmış hâlde. Cümlemdeki öfke ve kırgınlık hâlâ dinmemişti. O öfkenin altında yatan şey, yalnızca bir arzuydu: Hem resmi mercilerde eş olabilmek, hem öğrenci kalabilmek ve hayatın iki güzel tarafını aynı anda yaşayabilmek arzusu.

Emin başımı ellerinin arasına aldı; avuçlarının sıcaklığı yanaklarımda gezindi. Parmak uçlarıyla saçlarımı usulca geriye itti. Gözlerinin içine baktım; bakışlarında biraz keder vardı ama ondan da büyük olan bir şey daha: kararlılık.

"Tamam, haklısın. Ama gerçek bu. Eğer resmi nikâhı hemen yaparsak, sabah kalkıp sırt çantanla okula gitmen, sınıfta ders dinlemen, teneffüslerde arkadaşlarınla gülüşmen, hepsi son bulmak zorunda."

Sustu. Sonra ekledi: "Berra... Ben senin hayaline engel olmak istemem. Senin sabah çantanı takıp okula giderkenki hâlini izlemek bile bana yeter. Orada mutlu olduğunu biliyorum. Üstelik yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin. Son senen. İstersen, nikâh tarihini biraz erteleriz. Ben her seçiminde yanında dururum. Karar senin. Sen ne dersen, o. Ben razıyım."

Yutkundum ve boğazıma oturan yumruyu bastırmaya çalışırken, damarlarımda bazı duyguların dolup taştığını hissettim. Gözlerim nemlendi ama bu sefer hüzünden değil, biriken minnetin ve sevginin etkisinden. Kahverengi harelerimin ta içine bakan bu genç adam, kendi arzularını ikinci plana atıp beni merkeze koyuyordu. Hayallerimi, kimliğimi, geleceğimi önemsiyordu. Bu dünyada hâlâ böyle bir sevginin mümkün olduğuna inanmak istedim o an.

Bu fedakârlığın ağırlığına karşı koyamadım. Sesim titrek, gözlerim dolu doluydu "Emin, sen nasıl bu kadar... güzel olabiliyorsun?"

Gülümsedi. Gözlerinde bir yerlerde kendi sabrının da sınırlarına dayandığını gördüm ama yine de oradaydı. Dimdik. Kararlı. Sevecen.

"Ağlama bunun için. Biraz daha bekleriz. Kaç ay kaldı ki?" derken önümüzdeki süreci azımsatmak ister gibiydi.

Ama ben gerçekçiydim. Zihnimden geçenleri susturamadım. "Dokuz ay!" Hiç de az değildi.

Söylediklerimi duyunca Emin'in gözleri bir an uzaklaştı, dudakları gerildi, çenesi belli belirsiz kasıldı. Duraksadı. Gözlerinde ne bir sitem vardı, ne de acelecilik. Yalnızca kabul. Ve bu kabul hali, beni sarsan bir huzura dönüştü. Başını sallayıp iç çekti.

"Böyle duyunca bana da çok geldi. Ama sayılı gün çabuk geçermiş."

O an garip bir şey oldu. Gözüm onun boynundaki damarların ince ince belirişine, kaşlarının arasındaki kırışıklığa takıldı. Bu anı bir yere yazmak istedim; kalbimin içine, hiç silinmeyecek bir yere. Çünkü beklemek zordu, evet. Ama böyle bir adamla beklemek, bir sınav değil, bir şükür sebebiydi.

Elini usulca dizimin üzerine koydu. Avuç içi sıcacıktı. Parmak uçlarımda hissettiğim o sıcaklık, bir söz kadar etkiliydi. Emin konuşmasa bile kalbim onun bana ne demek istediğini anlayabiliyordu. "Sen değerlisin, sabredilmeye değersin," diyordu sanki o sessizlikle.

Başımı eğip eline baktım. Ne çok şeyi taşıyordu o eller... Geleceğimizi, sabrını, sevgisini, benim hayallerime gösterdiği özeni, şefkati, merhameti, ilgiyi...

Yavaşça elime uzandım. Onun sıcak avcuna dokundum; parmaklarım onun parmaklarının arasına karıştı. O da hemen kavradı elimden, sıkmadan, ürkütmeden. Sanki elim, asıl olması gereken yerini bulmuştu.

Kalbim yavaşça, ama derin çarpmaya başladı. Başımı omzuna yasladım. Omzundaki kemik çıkıntısına yanağım denk geldi; sıcacıktı. Sanki başımı değil, kalbimi koymuştum oraya.

"Bazı küçük anlar vardır ki, anlamı büyüktür. İnsanın ruhuna dokunur, derinlere işler. Akıl zamanla unutur belki ama kalp... Kalp asla silmez böylesi anları," demiştik ya. İşte bu akşam, ben de onlardan biriktirmiştim. Farkında bile olmadan...

 

Bölüm : 31.07.2025 00:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...