56. Bölüm
Şeymanur / Zecir / 54 – elinden zehir olsa

54 – elinden zehir olsa

Şeymanur
sukunettekelimeler

“Onu sevmeye sürekli yeniden başlarcasına…”*

 

Hayat, gökyüzünde parıldayıveren havai fişekler gibidir. Karanlığı yırtan renkli ışıklar, görsel bir şölen sunar. Az sonra sessizlik dışında varlığından hiçbir iz kalmaz. İnsan ömrünün de tıpkı böyle kısa olduğunu neden unuturuz? Oysa hatırlasak, her anın kıymetini bilerek yaşarız. Çünkü hayat bugünden ve şimdiden ibarettir. Geçmiş kayıp gitmiş, yarın meçhul ve belirsizdir. Sevdiklerimize sarılırız sımsıkı. Çünkü belki de elimizde kalan tek gerçek budur: bir an, bir nefes, bir kalp atışı kadar kısa ama bir ömür kadar kıymetli olan şimdi.

Bugün Emin’in doğum günüydü. Okuldan sonra çarşıya gidip çok güzel bir pasta almıştım. Emin meyveli şeyleri sevdiği için pastacının “Tropikal meyveli mousse,” dediği renkli, meyveli, üstü sarı-mor parlak jöleyle kaplı olanı seçmiştim. İçinde mango, biraz da passion fruit varmış. İsmini çok duymadığım, yeni yeni yaygınlaşan meyveler. Umarım güzeldir ve beğeniriz.

Eve gelir gelmez çantayı bırakıp mutfağa geçtim. Pastayı hemen buzdolabına yerleştirdim. Sonra heyecanla hazırlıklara başladım. Sabah erken kalkıp yoğurtlu patates salatası yapmıştım zaten. Dün de börekleri sarıp dolaba atmıştım. Peynirli börekleri buz dolabından çıkartıp fırına attım. Taze nane ve limonla ev yapımı limonata hazırladım. Emin limonatamı çok severdi. Cam sürahiye doldurup buzdolabına koydum, bardaklara da önceden birkaç dilim limon hazırladım ki servis ederken içine atayım.

Namaz için ara verdikten sonra küçük bahçemizdeki masayı güzelce düzenledim. Masa örtüsünü serdim. Ortasına küçük bir cam kavanozun içine bahçeden kopardığım çiçekleri yerleştirdim. Mumları da dizdim kenarlara. Gün batımına doğru yakacağım.

Emin’in hediyesini bir kurdeleyle sarıp masanın uygun bir köşesine bıraktım. Küçük bir kart yazmıştım yanına. Bu arada, Emin’e hediye almak kolay değildi. Çünkü her şeyin kıymetini bilen biri. Bir yandan da hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi davranıyor. Neyse ki sonunda o işin de altından kalktım.

Şansımıza hava da çok güzel. Önceki birkaç gün boyunca yağmur hafif hafif yağmur yağıp durmuştu. Ama bugün güneş açmıştı. Hava ne bunaltıcıydı ne de serin; tam kararında, yumuşak bir esintiyle doluydu bahçe.

Her şeyi kontrol ettikten sonra içeri geçtim. Pencereden sızan ışık odamı aydınlatıyordu. Dolabın önünde bir süre kararsız şekilde kaldım ve elbiselerime bakıp durdum. Sonunda sade ve zarif, açık renk bir elbisemi seçtim. Dizlerimin hemen altında biten, ince dokulu bir elbiseydi bu. Saçlarımı da açık bırakmaya karar verdim. Aynaya baktım, yüzümde hafif bir tebessüm oluştu. Heyecanlıydım. Emin gelmeden her şeyin yerli yerinde olmasını istiyordum.

Bugün onun günüydü. Onu mutlu etmek ve mutlu görmek istiyordum. Özellikle de dün ettiğimiz o küçük kavgadan sonra. Aslında öyle büyütülecek bir şey değildi ama ikimiz de inatlaşmıştık biraz. Birbirimizi yanlış anlamıştık galiba. Seslerimiz yükselmişti. Sonra gece boyunca o cümleler kafamda dönüp durdu. Söylemesem daha iyiydi dediğim cümleler, Emin’in suratının aldığı o kırgın ifade… Pişmandım. O an sadece kendimi savunmaya çalışmıştım. Emin de sinirliydi, sesi yükselmişti. O haline alışkın olmayınca çok kırılmış, alınmıştım.

Neyse ki ikimiz de küslük sevmeyiz. O yüzden bugün tatlıya bağlanacağına eminim. Bir gülümsemeyle, bir teşekkürle, belki ufak bir özürle onarabileceğimizi düşünüyordum. Bu düşüncelerle elim kalbime gitti. Derin bir nefes aldım. Bugün güzel geçecekti inşallah.

Mutfağa girdim. Fırındaki börekleri kontrol edip çıkarttım. Her şeyi son kez inceledim ve tamam olduğuna kanaat getirdim. Saat’i kontrol ettim. Emin’in de gelişi yakındı. Eli kulağındadır.

Dış kapıda anahtarın çevrilme sesi duyuldu. Kalbim göğsümden fırlayacakmış gibi hızlandı. Nefesimi tutup koridora doğru yürüdüm heyecanla. Gelmişti! Kapı açıldı ve Emin içeri adım attı.

Adımlarının sakinliği ve kararlılığı içimi hem rahatlatıyor hem de heyecanlandırıyordu. O an, gözlerim ona kilitlendi; yüzünde hafif bir yorgunluk vardı ama o yorgunluğun ardında gizli bir sıcaklık ve güç seziliyordu. Saçları dağınıktı ama bu halinin ona ayrı bir çekicilik kattığını düşünüyordum. Üzerinde siyah pantolon ve rahat, açık renk bir gömlek vardı. Sade ama yakışıklı görünüyordu.

Onu görmek, tüm yorgunluğumu unutturuyor, içimi huzurla dolduruyordu. “Hoş geldin,” dedim gülümseyerek. Yüzümde mahcup bir ifade vardı, küçük bir özürün izleri gibi.

Emin ceketini askıya asarken “Hoş bulduk,” diye cevap verdi.

Üzerimdeki elbiseyi fark etmiş olmalıydı ki, kısa bir an duraksadı ve gözleri üstümde gezindi. “Bir yere mi gidiyorsun?”

Adımlarımı hızlandırdım, onun yanına yürüdüm. Her adımda kalbimde bir umut yeşeriyordu. Ela gözlerinin içine bakarak “Yok,” dedim. Sonra uzandım ve sımsıkı sarıldım ona. Dün yaşadığımız kavganın ağırlığını böylece biraz olsun silmek istedim.

Emin de kollarını usulca bana sardı. Bugün en güzel hediyesini almış gibiydi. Gözlerimi kapattım. Küçük bir tebessüm dudaklarıma yerleşti. Güvenle ve huzurla ona yaslandım. İkimiz de konuşmadık. Zaten bazı şeyler için sözcükler fazla gelir. Bu sarılma, her şeyin özeti gibiydi. Hem özür, hem affediş, hem de özlem. Dün akşamdan bu akşama bir insanı bu kadar özleyebileceğimi ben de tahmin etmezdim ama oluyormuş…

Kalbim onun göğsüne dayanmışken, hissettiğim her atışta içimdeki kırıklıklar daha da yumuşuyordu. Birlikte susuyorduk ama o sessizlik, dünkü o kırıcı cümlelerden çok daha etkiliydi.

O an fark ettim ki, kırılmak kolaydı. Ama böylesine sessizce onarılmak; işte o, oldukça kıymetli ve nadirdi.

Ne kadar öyle kaldık, bilmiyorum. Zamanın akışı durmuş gibiydi. Sonra yavaşça birbirimizden uzaklaştık. Ama birbirimizin gözlerine baktığımızda yüzümüzde aynı ifade vardı: huzur, pişmanlık ve minnet.

Emin, başını hafifçe eğdi. “Güzel görünüyorsun,” dedi usulca. Sesi yumuşak ve içtendi. Ardında hiçbir yük taşımıyordu. Sadece kalbinden ne geçiyorsa onu söylemek istemişti sanki.

Gülümsedim. O an içimde beliren o küçük cesaretle fısıldadım. “Teşekkür ederim, senin için.”

Kaşları şaşkınlıkla havaya kalktı. Gözlerinde ufak bir hayret ve hemen ardından beliren sıcacık bir parıltı vardı. “Benim için?”

“Hıhı,” dedim, gözlerimi kaçırıp biraz utanarak.

Emin gülümsedi. Aramızdaki bütün buzlar eridi. Sanki içimizdeki karanlık bir köşeye güneş değmişti.

Aklıma birden bahçedeki masa geldi. Yüzümde heyecanlı bir kıpırtıyla kolundan tuttum. “Gel, bahçeye geçelim.”

Beraber mutfağa doğru yürüdük. Bahçe kapısının yanında duran terliklerimizi giydik. Dışarıya adım attığımızda Emin masayı görür görmez duraksadı. Gözleri büyüdü.

Masa, gün batımının sıcak ışıkları altında başka bir renge bürünmüştü. Üzerindeki beyaz örtü, hafifçe esen rüzgârla dalgalanıyor, ortadaki cam kavanozun içindeki çiçekler ayrı güzel görünüyordu. Yanlara dizdiğim mumlar henüz yanmamıştı ama altın sarısı güneş onları kendi ışığıyla yakıyor gibiydi. Masanın üzerindeki iştah açıcı yiyecek ve içecekleri söylememe gerek bile yok…

“Burası çok güzel olmuş, Berra.”

Sesi hem şaşkın hem duyguluydu. O an sadece masayı değil, benim onun için gösterdiğim özeni, çabayı ve sevgiyi görmüştü. Biliyordum.

“Şimdi burada bekle,” dedim gülümseyerek. Emin masanın başında dikilirken, ben içeri doğru koşar adımlarla yöneldim. İçim içime sığmıyordu. Kalbim heyecandan titriyordu.

Pastayı dikkatlice dolaptan çıkardım. Üzerindeki jöle hâlâ parlak ve tazeydi; sarı ve mor renkler pastel gibi birbirine karışmış, göze hoş gelen bir canlılıkla duruyordu. Mumları aldım, tek tek pastanın üstüne yerleştirdim. Çakmağı titrek ellerimle yaktım, küçük mumlar birer birer alev aldı. Loş mutfakta küçücük alevler yanıp sönerken, pastayı bahçeye taşıdım iki elimle.

Bahçe kapısından dışarı adımımı attığımda, Emin başını kaldırdı ve gözleri pastaya, sonra bana döndü. Gözlerinin içi gülüyordu.

Şarkı söyler gibi mırıldandım. Sözcükler yalnızca bir kutlama için değil, içimden taşıp gelen bir duygunun karşılığıydı. “İyi ki doğdun, Emin…”

Mumların titrek ışığı yüzüme vuruyordu. Emin gözlerini bir an bile ayırmadan izliyordu beni. Bu ânı ezberine yazmak istermiş gibi. Ona yaklaştım. Pastasını usulca önüne doğru tuttum. Alevlerin titrek ışığı yansıyıp Emin’in gözlerinde kıvılcım gibi parıldıyordu.

“İyi ki varsın Emin,” dedim bir sır söyler gibi.

Emin, gözlerini pastadan ayırmadan gülümsedi. O gülümseyişin içinde çok şey vardı: şaşkınlık, minnet, huzur, aşk ve sevgi.

“Dilek tut!” dedim neşeyle. Sonra hemen düzelttim: “Yok yok, pardon, dua et! Yeni yaşın için dua!”

Emin kısa bir kahkaha attı ve başını salladı. Pastayı onun ellerine verip masanın üstündeki telefonuma uzandım. Onun bir kaç fotoğrafını çektim.

Gözlerini kapattı. Kaşlarının arasına küçük bir çizgi yerleşti, dudak kenarları hafifçe kıvrıldı. Ardından ellerini amin der gibi yüzüne sürdü. Gözlerini açtığında tatlı bir gülümseme vardı yüzünde. Eğildi, mumlara üfledi. Alevler titreyerek söndü.

Sandalyesine otururken gülerek, “Kendimi çok garip hissettim,” dedi. Gözlerinde hem mahcubiyet hem eğlenmiş bir ifade vardı. Pastayı masanın ortasına yerleştirdi. Rüzgâr yaprakları nazikçe sallıyor, bahçedeki çiçeklerin kokularını yayıyordu.

“Niye?” diye sorarken Emin’in yanına oturdum.

“Dua edip sonra mum üfledik resmen.”

Ben de güldüm. “Ay evet, biraz karışık oldu ama neyse… niyet önemli.”

Rüzgâr saçlarımı yana savururken, Emin gözlerini üzerimden çekmeden gülümsüyordu. Bu durumun ağırlığından sıyrılmak için elimi masaya uzattım, bıçağı alıp pastanın yanına koydum “Pastanı kes bakalım! Doğum günü olan sensin sonuçta.”

Emin, dudaklarının kenarına yayılan o tanıdık tebessümle başını eğdi. “Peki madem.”

Bıçağı eline aldı. Fakat bir an duraksadı. “Birlikte de fotoğraf çekilelim önce.”

“Aa evet!” dedim ve telefona uzandım yeniden. Bir kaç kara yakaladık.

Ardından tabakları almak için biraz doğruldum ve yan tarafa uzanıp ikisini birden tuttum. Emin, pastayı dikkatlice dilimlerken, ben masadaki mumları yaktım. Gökyüzü soluk turuncuyla lacivert arasında geçiş yapıyordu.

Mumlar ortama daha hoş bir hava katmıştı. O sarımsı ışık, masa örtüsüne, çiçeklerin yapraklarına, Emin’in yüz hatlarına yumuşak gölgeler düşürüyordu.

Boş tabağın birini Emin’e yardımcı olmak için önüne uzattım. Elim onun eline değdiğinde göz göze geldik bir an. Sessizce gülümsedi. İlk dilimi spatulayla kaldırdı, büyük bir dikkatle tabağa yerleştirdi.

“Hazırsan servisim başlıyor,” dedi, dudaklarının kıyısında haylaz bir gülümsemeyle. Göz kırptı.

Gülümsedim: “Hazırım şef!”

Emin ikinci dilimi de diğer tabağa yerleştirdi. Pastanın içi yumuşacıktı. Krema ve sarı ve mor meyve parçacıklarıysa neredeyse mozaik gibi dağılmıştı. Mango ve passion fruit’in canlı renkleri kesildiğinde daha da belirginleşmiş, içindeki parlaklık dışa taşmıştı. Meyve kokusu havaya karıştı, ferah ve çekiciydi.

Emin, tabakları önümüze yerleştirirken gözlerinde bir tatmin ifadesi vardı. Küçük şeylerle mutlu olabilen biriydi. Ve ben onun yanında, bu sade mutluluğun ortasında olmanın verdiği iç huzurla doluydum.

Limonatanın bulunduğu sürahiye uzanıp ikimizin bardaklarına da doldurdum. Tabaklarımıza hazırladığım peynirli börekleri ve yoğurtlu patates salatasını ekledim. Emin, çenesini eline yaslamış, bana bakıyordu.

“Buyurun sayın doğum günü çocuğu,” dedim önüne tabağını ittirirken.

Emin gülümsedi. “Teşekkür ederim. Bunların hepsini sen mi yaptın?”

“Bakkaldan almadım ya,” dedim göz kırparak.

“Yok, ne ara yaptın anlamında dedim. Okuldan sonra çok vakit kalmıyor ya.”

“Ben becerikli kızım, bilmiyor musun?” derken dirseğimle ona hafifçe vurdum.

İkimiz de güldük.

“Hadi, işten geldin, açsın,” dedim. Besmele çekip yemeye başladık.

Emin “Berra,” dedi bir kaç lokmanın ardından. “Börek gerçekten nefis. Ama ben hâlâ en çok limonatanı seviyorum.”

“Yani o kadar uğraştığım patates salatası yalan mı oldu şimdi? Adı bile geçmedi, yazık değil mi?” dedim alaylı bir bakış atarak.

“Hayır canım, o da güzel,” diye gülerek kendini savundu.

Emin’in tabağındaki, henüz dokunulmamış pastaya gözüm takıldı. “Pastadan da ye,” dedim tatlı bir sesle. “Bence en çok onu seveceksin.”

Emin başını salladı ama çatala uzanmadı. Börek yiyordu hâlâ. Ben de dayanamayıp dürtüsel bir hareketle çatalı pastaya daldırdım. Meyveli krema çataldan düşmesin diye özenle tuttum. Sonra çatalı ağzına doğru yaklaştırdım. Dudaklarına götürdüm. İçimden “ellerimle yediriyorum beyefendiyi” dedim, sevgiyle karışık küçük bir gülümsemeyle.

Emin önce bana baktı, sonra başını eğip çataldaki lokmayı aldı. Göz göze geldiğimiz anlarda zaman bir anlığına durdu sanki. Dudaklarının kenarında beliren o tebessüm her şeyiyle çok kıymetliydi.

Beğenip beğenmeyeceğini merak ediyordum. Dikkatim mimiklerinde, yüz kaslarında, göz bebeklerindeydi.

“Nasıl?” diye sordum.

Yüzü önce nötrdü. Sanki tanımaya çalışıyor gibiydi tadı. Lokmayı yavaşça çiğnerken bir anlık bir duraksama oldu, kaşlarının arasına çok ince, neredeyse fark edilmeyecek bir çizgi yerleşti. Ama o ifade hemen ardından çözüldü. Gözlerinin içi yumuşadı, dudak kenarlarına tebessüm yerleşti.

“Gerçekten çok lezzetli.”

Kalbim sevinçle doldu. “Afiyet olsun!”

Bu kez kendisi uzanıp ikinci lokmayı aldı. Daha hızlı çiğnedi. Kaşlarının arasına yeniden ince, neredeyse fark edilmez bir çizgi belirmişti. Gözlerinin içindeki o canlı parıltı, sanki bir an için uzaklaşmış, gölgelere teslim olmuştu.

“Bir şey mi oldu?” demek üzereydim ki yüz ifadesi yeniden toparlandı. Yutkundu, başını iki yana sallayıp “Bir şey yok” der gibi hareket yaptı. Gülümsedi.

Ardından yumuşak bir sesle adımı söyledi. “Berra…”

Adımı özenle ve yavaşça telaffuz edişi kalbimde bir kıpırtı yarattı. Parmakları, sıcacık bir dokunuşla elimi sardı.

“Efendim?” diye cevap verdim, yüzümdeki tebessümle. O an bütün dünyam, sadece onun etrafında dönüyordu.

“Bunu hiç beklemiyordum. Her şeyiyle çok güzel olmuş,” derken uzanıp saçlarımdan bir tutamı okşadı. Parmakları nazikçe yüzüme değdi.

“Sen de çok güzelsin.”

Kalbim, o cümlenin ardından hızlı hızlı atmaya başladı. Ela gözlerine baktım; içinde derin bir hayranlık gizliydi. Gözlerindeki parıltılar, ruhuma işliyordu.

İstemsizce ona doğru biraz daha yaklaştım. “Beğenmene sevindim. Bugün senin doğum günün. Senin mutlu olman benim için önemli. Çünkü sen benim için çok değerlisin…”

Yüzüme yaklaştı. Saçlarıma dokunan eli, yavaşça yanağıma uzandı ve avucunu nazikçe oraya yasladı. O dokunuş, içimde bir elektrik gibi yayıldı. Dudakları usulca alnıma dokunduğunda tenim ürperdi. Midemde kelebekler uçuştu.

Emin, biraz daha eğildi, bu kez dudakları hemen önümdeydi. Kalbim, göğsümde küt küt atıyordu. Bakışlarında bir ağırlık vardı, sanki o an dünyadaki tek gerçeklik bizdik.

Tam bir şey söyleyecekti ki, yüzündeki ifade birden değişti. Elini, yavaşça boğazına götürdü. O an içimde küçük bir endişe kıpırdadı. Başını kaldırdı, tuttuğu elimi usulca bıraktı ve parmaklarıyla boğazını kaşıdı.

Bakışlarımı ona dikmiştim. İfadesinde ani bir kırılma vardı; sevgi dolu o hâli gitmiş, yerine rahatsız olduğunu belli eden bi ifade gelmişti. Ama neyden?

“Emin?” derken sesim endişeyle doluydu. “İyi misin?”

Başını iki yana salladı. “Bir şey var sanırım. Biraz...”
Cümlesini tamamlamadan sustu. Eli yine fark etmeden boğazına gitmişti. Gözleri bir anlık boşluğa takıldı, sonra kırpıştırdı. Endişeli bakışlarımı bedeninde gezdirdim. Yüzünde kızarıklıklar fark ettim.

“Emin?” dedim sesimi yükselterek. O romantik anın sıcaklığı, yavaş yavaş gerilim ve telaşın gölgesine dönüştü.

Elimi hemen koluna uzattım, parmaklarımı sıkıca sardım. Yüzüne eğildim. Göz göze geldiğimizde bir şeylerin ters gittiğini anladım. İçimde sarsıcı bir korku yükseldi.

Yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Göz bebekleri büyümüştü. Adeta korku ve çaresizlikle açılmıştı. Alnında ince bir ter çizgisi oluşmuştu. Yüzündeki kızarıklık yayılıyor, dudaklarının kenarına doğru ilerliyordu. Göğsü daha sık inip kalkıyor, sesi daha kısılarak çıkıyordu.

“Berra, garip bir şey oluyor…”

“Boğazım yanıyor... sanki içi kaşınıyor gibi,” dedi fısıltıya yakın bir sesle. “Nefesim...”

Nefesi düzensizleşiyordu; kısa, hızlı çekişler ve ara ara derin nefes alma çabaları vardı. Korkum ve endişem aniden yükselmişti.

Oğuz abimin bazı yiyeceklere alerjisi vardı. Fark ettiğimiz ilk gün yaşadığı o korkunç anları anımsadım; yüzündeki kızarıklık, boğazının şişmesi, nefes alamama telaşı…

Emin’in de bir şeyden ötürü alerjik tepki gösteriyor olması ihtimali beni dehşete düşürdü.

“Emin! Kalk!” derken önce kendim ayaklandım.

“Gel, hemen hastaneye gidiyoruz! Hemen!”
Sandalyesinden kalkmasına yardım ederken tüm bedenim buz gibi olmuş, aynı anda ateşle yanıyordu. Korku damarlarıma yayılmıştı. Kalbim sanki duracaktı. Aklımın en karanlık köşelerinde “Ya… ya onu kaybedersem?” diye bir fısıltı yükseldi.

O güzel masa, mumlar, pastanın kokusu, romantik an, hepsi arka plana itildi. Şimdi tek düşündüğüm, Emin’in zor nefes alışları, acı dolu ifadesi ve o çaresiz haliydi.

Onu sıkıca tuttum, sarsmadan kaldırdım. Panik, bütün hücrelerimde dalga dalga büyüyordu. Ellerim terliyordu ama titrememeye, onu güvende tutmaya çalışıyordum. Evin içinde hızlı ama dikkatli adımlarla ilerledik.

Koridorda, ayağımızdaki terliklerin sesi, tıpkı kalbimin hızlı çarpışları gibi yankılandı. O an aklımda ne temizlik vardı, ne de terlikleri çıkarıp dış kapıda yeniden giyecek kadar zamanımız olduğunu düşünüyordum. Sadece onun sağlığı, hayatta kalması önemliydi.

“Arabanın anahtarı cebinde mi?” diye sordum telaşla.

Yavaşça başını salladı. Çabucak pantolonunun cebine uzandım ve anahtarı bulup aldım. Dış kapıyı hızla açtım, serin akşam havası ciğerlerime dolarken panikle arabanın yolunu tuttuk.

Emin’i dikkatle arabaya oturttum. Yüzü morarmaya başlamıştı.

Ardından kendim hızla şoför koltuğuna geçtim. Direksiyonu tutan ellerim titriyordu. Sakin kalmaya zorladım kendimi. Arabayı çalıştırdım. Kalp atışlarım motorun gürültüsüyle yarışıyordu.

Yolda giderken sürekli Emin’i kontrol etme ihtiyacı duyuyordum. Her nefes alışını, yüzündeki en küçük değişimi kontrol ettim. Onu kaybetmekten delicesine korkuyordum.

Zaman sanki ağır akıyordu, ama aynı zamanda öylesine hızlıydı ki…

Stresten bacaklarım ve tüm kaslarım gerilmişti, ellerimi sık sık direksiyonun üzerinde açıp kapadım, rahatlamaya çalıştım. Hastanenin sadece on dakika uzakta olması, içimde küçük bir umut ışığı yaktı. Olabildiğince hızlı ve dikkatli sürdüm. Bir yandan da dualar mırıldanıyor, Allah’a yalvarıyor, Emin’in iyileşmesi için yardım istiyordum.

“Allah’ım, sen merhametlisin, şefkatlisin. Ya Şafi, Emin’i sen iyileştir. Ya Rabbi, bu zor anında ona güç, bana sabır ver. Korkularımı dindir, kalbimi ferahlat. Emin’in nefesini aç, acısını hafiflet.”

Bazen kelimeler boğazımda düğümleniyordu, bazen de gözlerim yaşarıyordu.

“Allah’ım bizi ayırma. Onu alma lütfen… Lütfen. Sen büyüksün, her şey senin kudretindedir.”

“Amin, amin, amin…”

Sonunda hastanenin acil kapısına geldik. Ani bir frenle arabayı durdurdum. Motor hâlâ çalışırken kapıyı hızla açtım. Ayaklarım yere bastığında dizlerim titriyordu. İçimden kopup gelen boğuk bir sesle seslendim: “Yardım edin! Lütfen biri yardım etsin!”

Sesim öyle panikle, öyle yalvarırcasına çıkmıştı ki, çevredeki insanlar tereddütsüz harekete geçti. Birkaç kişi koşarak yanımıza geldi. Kırklı yaşlarda bir amca, hemen Emin’i arabadan indirmeme yardım etti.

“Dayan… ne olur dayan…” diye fısıldadım Emin’e, neredeyse kendim de nefes alamıyordum. Onu destekleye destekleye acil servisin ön kapısına koştuk. O an etrafın, insanların, seslerin farkında değildim. Sadece Emin’in yavaşlayan nefesini duyuyordum kulaklarımda, bir de kalbimin paramparça oluşunu.

Acilin kapısı açıldı. Sedye ve sağlık personeliyle birlikte birkaç kişi dışarı çıktı. Hemen harekete geçtiler. Emin’i sedyeye yatırdıklarında ellerim hâlâ onun üzerindeydi, bırakmak istemiyordum. Onu kaybedecekmişim gibi hissediyordum.

Boğazım kurumuş, kelimeler dilime düğümlenmişti ama konuşmak zorundaydım. Nefes nefese, sesi titreyen bir çocuk gibi anlatmaya çalıştım: “Galiba alerjisi olan bir şey yedi. Yemek yiyorduk, birden yüzü kızardı, nefesi kesildi, boğazı kaşınıyor, nefes alamıyor…”

Doktorlardan biri hemen öne geçti. Kısa bir muayene ve kontrol yaparken “Hastamızda anafilaktik reaksiyon belirtileri var,” dedi hızlı ve sakin bir tonla. “Hemen epinefrin uygulayacağız, oksijen veriyoruz.”

Bir hemşire yanıma yaklaştı, omzuma dokundu. “Lütfen, dışarıda bekleyin. Merak etmeyin, elimizden geleni yapacağız.”

Onu içerilere doğru götürdüler. Ben ise olduğum yerde kalakaldım. Bacaklarım beni taşımıyordu sanki. Kalbim öylesine hızlı ve sert atıyordu ki göğsümden çıkacak sandım. Emin’in solgun yüzü, titreyen dudakları ve gözlerindeki korku gözümün önünden gitmiyordu.

Kalbim söküyor gibi canım yanıyordu. Canımın içi, nefesim, her şeyim olan insan, elimden kayıp gidiyor gibiydi. Bu bir kabus olsun isterdim. Ama gerçekti.

O anda ağladığımı fark ettim. Sessiz, titrek gözyaşları süzülüyordu yanaklarımdan. Ne zamandır ağladığım hakkında ise en ufak bir fikrim dahi yoktu.

“Allah’ım, ne olur, ne olur onu bana bağışla!”

Sürekli dua ettim. Dudaklarım kıpır kıpırdı ama sesim çıkmıyordu.

Zaman geçmek bilmiyordu. Her saniye bir saat gibiydi. Beklemenin o ölümcül ağırlığı çökmüştü üzerime.

Başımı kaldırıp etrafa bakındım. Gözlerim bulanıktı ama hareket eden bir siluetin yaklaştığını fark ettim. Saçları kırlaşmış bir adamdı bu. Tanımıyordum. Fakat yeterince yaklaştığında, biraz önce Emin’i arabadan indirmeme yardım eden amca olduğunu hatırladım.

Önümde durdu.

“Pardon kızım,” dedi yumuşak bir sesle. Meraklanarak ona baktım. “Orası ambulans girişi önüydü. Güvenlik görevlileri ‘burada kalamaz’ dedi. Arabayı az öteye çektim. Panikle sen gidince yardımcı olmak istedim. Kapılarını da kilitledim. Al bakayım, anahtar burada.”

Elindeki anahtarı bana uzatıyordu. Bir an boş boş baktım. Ne dediğini tam anlayamadım önce. Sonra başımı sallayıp neredeyse kendime söyler gibi mırıldandım: “Araba… evet… unuttum ben onu.”

Aklım başımdan gitmişti. Emin’den başka hiçbir şey düşünememiştim. Arabayı, bu amca bana söyleyene dek hatırlamamıştım bile. Bir yanım bu sorumsuzluk sebebiyle kendime kızarken, öte yanım umursamaz tavrını sürdürdü. Emin’den önemli değildi.

Amcaya baktım. Anahtarı aldım. Gözlerimde hâlâ yaşlar vardı ama minnet duygusu da ağır basıyordu. “Teşekkür ederim,” dedim içtenlikle.

“Rica ederim, geçmiş olsun. Allah şifa versin.”

“Amin, Allah razı olsun amca.”

O uzaklaşırken, ben anahtarı avucumda sımsıkı tuttum. Sanki sadece metal bir anahtar değil, insanlık denen şeyin bir sembolü vardı elimde. Allah’a bir kez daha şükrettim. “Bizi iyi insanlara denk getirdiğin için şükürler olsun…”

Sonra yeniden Emin için dua etmeye koyuldum. Her nefeste içimdeki o boğucu korkuyla mücadele ettim. Dizlerimin bağı çözülmüştü ama düşemezdim. Emin içeride, hayati bir sınavdan geçiyordu. Onun için güçlü kalmalıydım.

“Allah’ım kalbim Emin’le dolu. Bu dünyada birlikte nefes almak yetiyor bana. O nefes şimdi kesilmesin Allah’ım. Ne olur, kesilmesin…”

Koridorun bir köşesinde, duvara yaslanmış bir sandalyeye çöktüm. Dizlerim artık beni taşıyamıyordu. Ellerim birbirini arıyor, durmadan birbirini ovuyordu; bu hareketle zamanı ileri sarabilecekmişim gibi. Her saniye, içime biraz daha ağırlık basıyordu. Sanki ciğerlerimin üzerine taşlar yığılmıştı.

Başımı avuçlarımın arasına aldım. Gözyaşım durmuş gibiydi ama yanaklarımda izi hâlâ vardı. İçimden geçen her düşünce Emin’le ilgiliydi. Gözümün önüne onun gülümsemesi, bana “Güzel olmuş her şey” deyişi, saçlarımı okşayışı, bir anda boğazına uzanışı, yüzündeki o ilk şaşkınlık, ardından gelen acı… Hepsi aynı anda dönüp duruyordu zihnimde.

Ya bir daha göremezsem… Ya Allah korusun… ya kaybedersem onu…

“Hayır!” dedim içimden, kararlı bir inatla. “Ona bir şey olmayacak. Allah’ım ne olur…”

Dudaklarım yeniden kıpırdamaya başladı. “Sen onu bana yazdınsa, almazsın benden, dimi Allah’ım? Onunla geçirecek nice yıllarımız var, nice hayalimiz… Ne olur, onu bağışla bana. O daha genç, daha söyleyeceği çok söz, yapacağı çok şey var. Benimle kavga edecek, barışacak, gülecek, kırılacak, sarılacak… Ne olur Allah’ım… ne olur ona bir şey olmasın...”

Ellerim artık titremiyordu ama içimde bir titreme devam ediyordu. Sanki soğuk değildi ama üşüyordum. Sanki gürültü yoktu ama bir uğultu vardı kulaklarımda.

Kaç dakika geçtiğini bilmiyordum. Koridorda yürüyen hemşireler, açılıp kapanan cam kapılar... Bütün bunlar dünyayla benim arama bir mesafe koyuyordu. Sanki bir camın arkasından izliyordum her şeyi.

Ve sonra, acil servisin beyaz kapısı yeniden açıldı. Az önceki doktor dışarı çıktı. Gözleri beni aradı. Ayağa kalkmaya çalışırken bir an sendeledim ama hemen kendimi toparladım. Yanına vardım.

“Hastanın durumu stabil hale getirildi.“Epinefrin etkisini gösterdi, nefes alması normale dönmeye başladı. Ancak birkaç saat boyunca gözlem altında tutmamız gerekecek.”

Derin bir nefes verdim. Sanki ilk kez nefes alıyordum. İçimdeki düğüm biraz çözülmüş gibi oldu ama o tedirginlik tam olarak geçmemişti.

Yavaşça başımı salladım. Bir an önce içeri girmeyi, onu görmeyi istiyordum.

“Onu görebilir miyim?”

“Tabii. Ama şu anda müşahede altında. Bir iki saate servise alacağız. Odaya geçtiğinde yanında durabilirsiniz.”

Sanki yeniden nefes almaya başlamıştım. Gözlerim yaşlarla doluydu ama bu sefer umut vardı içinde.

“Bu arada, hastanın kayıt işlemlerini yaptırmadıysanız, danışmaya uğrayın.”

Başımı hızlıca salladım. “Tamam, yapmadım henüz. Hemen hallederim.”

“Tamamdır,” dedi nazikçe. “Görevli hemşire sizi yönlendirir. Kısa sürede odaya alınacak zaten.”

“Sağ olun, çok teşekkürler hocam.”

Doktor başını hafifçe eğerek selam verdi ve yeniden acil servisin içine döndü. Ben ise koridorun öbür ucundaki danışma bankosuna doğru yürümeye başladım.

Ayağım hâlâ yere tam basmıyordu. Adımlarım titrek, zihnim bulanıktı. Ama artık içimde umut vardı. Emin nefes alıyordu. Yaşıyordu. Ve ben, onun ellerini tekrar tutacaktım. “Elhamdülillah, Allah’ım sana çok şükür. Seni çok seviyorum Allah’ım!” dedim minnetle.

Danışma masasının önüne geldiğimde oturan kadın görevli, başını kaldırıp bana baktı. “Geçmiş olsun. Acilden gelen hastanız için kayıt yaptırmanız gerekiyor. Hasta yakını mısınız?”

Başımı hızla salladım. “Evet, eşim,” dedim istemsizce. O kelime garip geldi, sanki yetersizdi.

“Az önce sedyeyle içeri alındı. Alerji geçirdi, boğazı şişmişti. Müdahale edildi... Sonra servise alınacakmış.”

Görevli kadın başını salladı, bilgisayara bir şeyler yazdı. “Kimlik bilgileri lazım. Nüfus cüzdanınız var mı?”

O an donakaldım. Bir an düşündüm. Çantam, cüzdanım, telefonum, hiçbir şeyim yoktu. Sadece üzerimdeki elbisem ve terliklerim vardı.

“Yanımda hiçbir şey yok,” dedim telaşla. “Evden çok ani çıktık. Nefesi kesilince… Ama kimlik numarasını ezbere biliyorum! TC’sini söyleyebilirim!”

Kadın şaşırmadan, alışkın bir ifadeyle başını salladı. “Tamam, önemli değil. İsmini ve TC’sini alayım o zaman.”

Kadına gerken bilgileri verdim. Sorular birbiri ardına geliyordu. Klavyede hızla yazdı.

Kadın son olarak başını kaldırıp nazikçe sordu: “Sizden de bir iletişim numarası alabilir miyim?”

Kendi telefon numaramı da söylediğimde kadın, son bilgileri sisteme girdi. “Tamam, kayıt alındı.”

“Çok teşekkür ederim,” dedim.

Gözlerim yeniden dolmuştu. . Gözlerim yeniden dolmuştu ama bu sefer ağlamamaya çalışıyordum. İçimde Emin’e yeniden kavuşmanın telaşı vardı. Sadece onu görmek, hiçbir şey olmamış gibi yanında oturmak, elini tutmak, nefesini dinlemek… Hepsi birer hayal gibi dönüp duruyordu zihnimde.

Kayıt işlemi tamamlanınca acil servisin önüne geri döndüm. Kapının hemen yanındaki sıra boyunca dizilmiş plastik sandalyelerden birine usulca oturdum. Sırtımı tam dayayamadım. Vücudum hâlâ diken üstündeydi. Dizlerimi birleştirip ellerimi avuç içlerimde kenetledim. Zihnimde binbir düşünce, kalbimde dualar dolanıyordu.

“Ya Şâfî, Ya Hafîz, Ya Rahîm…” diye mırıldanıyordum. Gözüm, kırmızı ışıkla kapatılmış o otomatik kapıya takılmıştı. Dışarıya bir hemşirenin çıkmasını bekliyordum. Belki haber getirir, belki “şimdi yanına geçebilirsiniz” der. Umut, yorgun göz kapaklarımın altına sinmişti ama hiçbir şey net değildi.

Hastanenin koridorları kendine has bir sessizlikle çevremi sarıyordu. Ayak sesleri, koridorda yankılanan kısa konuşmalar, uzaklardan gelen bir anons sesi... ama her şey bana bulanık, flu geliyordu. Dış dünya netliğini yitirmişti.

Bir ara ellerimi açtım, avuç içlerime baktım. Terle kaplıydılar. Emin’in elini son tuttuğum ânı düşündüm. Sıcaktı, canlıydı… Şimdi onu yeniden tutabilecek miydim?

Hemen kendimi toparladım. Aklıma gelen kötü her düşünceyi zihnimden kovmaya çalıştım. Beni bekleyen, onun yanında güçlü durmamı bekleyen biri vardı içeride. Şimdi yıkılamazdım.

Dakikalar geçti. Sonra yarım saat. Sonra bir ve bir buçuk saat… Zaman, başka bir fizik yasasına göre akıyor gibiydi. Telefonum yanımda değildi ama kolumda saatim takılıydı.

Başka insanlar da vardı. Her sandalyede başka bir hikâye saklıydı. Birkaç sıra ileride yaşlı bir teyze sessizce oturuyordu. Ellerini dizlerinin üzerinde kenetlemiş, başı önüne düşmüştü. Düşüncelere gömülmüştü belki, belki de sadece yorulmuştu. Yanında kimse yoktu. Yalnızdı.

Biraz ötede, ayakta duran bir adam telefonda fısıltıyla konuşuyordu. Yüzünde panik vardı. Gözleri sürekli kapıya, sonra boşluğa kayıyordu. Bir ara sesini duyabildim: “Ne dedi doktor? Ne kadar kötüymüş?” Cümlesi yarım kaldı, sesi çatallanarak sustu. Gözlerindeki endişe bana çok tanıdık geldi.

Daha genç biri, kucağında çocuğuyla oturuyordu. Çocuk uykusuzluktan gözlerini ovuşturuyordu ama belli ki huysuzdu, rahatsızdı. Annesi, üzerine titreyerek onu kucağında tutuyor, arada alnını kontrol eder gibi elini yüzüne götürüyordu.

Ben sadece beklemiyordum. Şahit oluyordum. Acıya. Endişeye. Kaygıya. Sevgiyi, korkuyla sarmalayan bekleyişlere…

O an içimde, sadece Emin için değil, buradaki herkes için çeşitli duygular hissettim. Sanki ilk kez gözüm açılmıştı bu gerçeğe.

"Ne çok acı varmış..."

Başımıza gelene dek hatırlamıyoruz insanların acılarını. Benzerini yaşamadan görmüyor, unutuyoruz. Her an hastane koridorlarında gözyaşı döken, dua eden, umutla bekleyen veya acı çeken birileri var oysa.

İçimden sadece Emin için değil, o teyze için de dua ettim. “Allah’ım, ne olur yalnız bırakma onu.”

Telefondaki baba için ettim sonra. “Çocuğunu ona bağışla, Rabbim.”

Kadının kucağındaki çocuk için de: “Minik yavruya şifa ver Allah’ım, annesinin duasını kabul et.”

“Allah’ım! Hastane koridorlarındaki her kalbi, her gözyaşını sen duy, sen bil. İnsanlar ancak başlarına gelince fark ediyorlar... Ama sen her daim gözeten, haberdar olansın. Bizi gafletten uyandır. Duyarlı, anlayışlı ve dua eden kullar eyle. Senden yardım isteyenlere yardım et. Şifa isteyenlere şifa ver. Hastalara ve yakınlarına rahmet et, merhamet et. Selamet ver.”

Birden kendimi daha küçük, daha çaresiz ama daha insan gibi hissettim. Sadece kendi canım ve kendi sevdiğim değil, tüm bu canlar kıymetliydi. Ve Allah hepsine şahitti.

Kollarımı göğsümde kavuşturup başımı duvara yasladım. Gözlerimi kapadım. Zamanın akışını hissetmeye çalıştım.

Bir süre sonra, beyaz önlüğüyle genç bir hemşire yanıma yaklaştı. “Merhaba. Hastanızın durumu artık stabil. Şimdi onu servis katına alıyorlar.”

Hemen ayaklandım. “Ben de gelebilirim, değil mi?”

“Tabi. Ancak, eğer henüz yapmadıysanız, önce hasta kayıt işleminizi tamamlamamız gerekiyor.”

“Kaydı yaptırdım,” dedim biraz daha sakinleşerek.

“Tamam, o zaman sizi odaya götürelim,” dedi hemşire.

Beni servise yönlendirdi. Bir asansör kapısına geldik. “Servis katı üç,” dedi hemşire. Düğmeye bastı, asansörün kapıları açıldı. İçeri girdik ve birkaç kat çıkarken kalbimin atışı biraz daha yavaşladı.

Birden cesaretimi topladım ve “Hemşire hanım, acaba Emin’in neye alerjisi varmış?” diye sordum.

Sakin ve nazik bir sesle yanıt verdi. “Ani alerjik reaksiyonlar, özellikle anafilaksi, genellikle bazı gıdalardan kaynaklanıyor. En sık badem, ceviz, fındık gibi kuruyemişler, kabuklu deniz ürünleri ve bazen egzotik meyveler olabilir. Ama kesin tanıyı koymak için testlerin sonuçlarına bakmak gerekiyor tabii.”

“Anladım,” diye cevap verdim, boğazımda bir yumruyla devam ettim, “Emin daha önce fındık, ceviz gibi şeyler yemişti, herhangi bir alerjisi yoktu. Aslında bu sefer pastadan başka farklı bir şey yemedi.”

Hemşire biraz düşündü, sonra sordu: “Pastada daha önce hiç yemediği ne vardı?”

“Mango, passion fruit gibi egzotik meyveler vardı.”

“Evet, bunlar bazen alerjik reaksiyonlara neden olabiliyor,” dedi başını sallayarak.

Üçüncü katta asansörden çıkınca, beyaz kapılarla çevrili uzun koridorda yürümeye başladık. Adımlarımız koridor boyunca sessizce yankılanırken, içimde büyüyen o endişe bir yandan da suçluluk duygusuyla karışıyordu.

“Ben aldım o pastayı. Ben seçtim. Hem de kendi ellerimle yedirdim ona...” diye geçirdim içimden, kalbim sıkıştı. Emin’in yaşadığı bu korkunç anın sebebi bendim. Bu güzel günü ben gölgelemiştim.

Kendi kendime söyleniyordum, “Keşke seçmeseydim o meyveli pastayı. Farklı bir şey denemesek de olurdu!” Gözlerim doldu, ellerim istemsizce birbirine kenetlendi. İçimdeki pişmanlık, çaresizlik hisleri bir anda boğazımı düğümledi.

İçim daraldı. “Durumu hemen düzelir mi?” diye sordum hemşireye.

Hemşire gülümsedi. “Endişelenmeyin, şimdi gayet iyi. En iyi şekilde ilgileniyoruz.”

Hemşire beni bir kapıya kadar götürdü. “Buyrun. Herhangi bir sıkıntı olursa haber verirsiniz. Zaten biz gereken takipleri yapacağız.”

“Teşekkür ederim.”

Hemşire uzaklaşmaya başladı. Kapıya döndüm. Kalbim yeniden hızlanmıştı. Kapının gümüş rengi kulbuna uzanırken derin bir nefes aldım. Sonra yavaşça araladım.

Odanın içi loş ve sessizdi. Kapı tarafında diğer hasta yatıyordu; yaşlı bir teyzeydi. Yanında ise yaşlıca bir adam oturuyordu. Eşi olduğunu tahmin ettim. Onlara nazikçe “Geçmiş olsun,” dediğimde ikisi de bana kısa bir bakış attı. “Sağ ol evladım. Size de geçmiş olsun.”

Ortadaki perde kapalı olduğundan Emin görünmüyordu. Oyalanmadan pencere kenarına yürüdüm. Emin’in olduğunu tahmin ettiğim tarafa. Yatağın ayak ucuna geldiğimde bakışlarım hemen onun güzel yüzünü buldu. Teni solgundu. Alnındaki ter damlaları, yaşadığı mücadeleyi gösteriyordu. Yanakları, solgunluğun içinde bir parça renk taşısa da, dudakları hafif aralıktı. Onun o kırılgan hali içimi acıttı; kalbim sıkıştı.

Monitörlerden gelen bip sesi ve Emin’in yavaş nefes alışları dışında odada hiçbir ses yoktu. Gözleri kapalıydı, başı yana düşmüştü. Sol kolunda serum takılıydı. Oksijen maskesi çıkarılmıştı ama monitöre bağlıydı hâlâ.

Gözlerim doldu. Yanına yaklaştım. Yatağın boş kalan köşesine oturdum. Elini nazikçe tuttum. Sıcacıktı. Buradaydı. Nefes alıyordu. Hayattaydı. Yanımdaydı.

“Elhamdülillah,” dedim bir kez daha. Avuçlarımı onun ince parmaklarına sardım. “Çok korktum, Emin. Öyle çok korktum ki, seni kaybedeceğim diye.”

Onu kaybetme ihtimaliyle yüzleşmek, hayatımda yaşadığım en büyük korkuydu. Çünkü Emin kalbimin en kıymetli parçasıydı. Onu kaybetmek, içimde girdap gibi bir boşluğun sonsuza dek açılması demekti.

Parmaklarımı Emin’in alnına doğru götürdüm. İnce telli saçlarını nazikçe geriye doğru taradım. Şefkatle dolup taşıyordu içim. Parmaklarımın onun saçları arasında kayarken hissettiği sıcaklık, içimdeki fırtınayı biraz olsun dindirdi.

Sonra avucumu yanağına yasladım. Cildinin ılık ve biraz nemli olduğunu fark ettim. Baş parmağımla sakallarını usulca okşadım. Yüreğim sevgisiyle doluydu. “Çok seviyorum seni,” diye içimden konuştum onunla. Bir an duraksadım, sonra alnına doğru eğildim. Dudaklarımla usulca dokundum. Küçük bir buse bıraktım. Sonra bir tane daha. İçimdeki korkular biraz daha geriledi, yerini güç ve kararlılık aldı. Onun yanındaydım. Ve bu yetiyordu bana.

 

Hâlâ Emin’in yanında oturuyordum. Saçlarını usul usul okşuyordum. Parmaklarımın arasından geçen ince telli saçlarına dokunurken şefkat ve dualar bırakıyordum. Yarım saattir rutinim buydu.

Yan taraftaki yaşlı teyze ve amca koridorda küçük bir yürüyüş yapıyordu. Hemşire az önce yürüyüşün onun için iyi geleceğini söylemişti. Yani şu an odada yalnızdık. Zaten aradaki perde kapalıydı.

Odanın sessizliği, yalnızca monitörün düzenli bip sesleriyle bölünüyordu. Bu ritim, içime bir güven duygusu serpiyordu; hayatın devam ettiğinin en somut kanıtıydı adeta. Yine de korkularım tam olarak yatışmamıştı. Emin’in birdenbire nefessiz kalışı, gözlerimin önünden gitmiyordu.

Bakışlarım Emin’in yüzüne odaklanmıştı. Düşüncelerimse geçmiş ve şimdi arasında salınıp duruyordu.

Solgun yüzü artık biraz daha rahat görünüyordu. Göz kapakları arada bir titriyordu. Uyanıyor olabilir miydi acaba?

Ben tam bunu düşünürken göz kapakları yavaşça aralandı. İçimde kelebekler uçuştu. Ela gözleri, benim gözlerime değdiğinde kalbimi tarifsiz bir sevinç ve şükür sardı.

Parmaklarım yarım saatin alışkanlığıyla saçları arasında gezmeye devam ediyordu.

“Emin?”

İsmini söyleyebildim sadece. Arkasında onlarca cümle, anlam ve duygu gizliydi.

Dudaklarında beliren o zayıf, ama hayat dolu gülümseme, dünyamı aydınlattı. “Berra…”

Sesi kısık, yorgun ama ona aitti. Tanıdıktı. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzüldü.
“Emin, burdayım.”

Sanki bu cümle yeterliydi ona. Geri kalan her şeyi daha sonra konuşacaktık. Şimdi yalnızca bu anı yaşamamız gerekiyordu.

Başımı onun omzuna koydum. Elini usulca tuttum. O da yorgun bir şekilde parmaklarımı sardı. İçimdeki bütün korku ve çaresizlik, onun varlığıyla yavaş yavaş eriyip gidiyordu. Gönlüme su serpildi. Ferahladım. Umutlarım tazelendi. Her şey yeniden yoluna girecekti.

 

Gece, Emin hasta yatağında, ben de refakatçi koltuğunda uyumuştuk. Solgun yüzü yastığa yaslanmış, nefes alışları yavaş ve düzenliydi. Sabah, yan taraftaki amcanın telefonundan yükselen ezan sesiyle gözlerim ağır ağır aralandı. Yankılanan ezanın huzur veren tınısı, kalbimde bir umut çiçeği gibi açtı. Ezan sesi Emin’in de uyanmasına neden oldu; gözlerini yavaşça araladı. Bir yandan da iyi olmuştu. Çünkü bizim telefonumuz da alarmımız da yoktu. Namaza kalkmak konusunda Allah’a emanettik.

Emin’in yanına yürüdüm. Nazikçe destek oldum, elini tuttum ve lavaboya gitmesi için ona eşlik ettim. Abdestini aldı. Yatakta oturup namazını kılmasını bekledim. Gözlerindeki yorgunluk, huzurla yer değiştirmişti.

Ardından mescide indim. Sabah saat erken olduğu için mescidin olduğu alt kat biraz tenhaydı. Tedirgindim. Felak - Nas okuyup mescide girdim. Namazımı kılıp uzunca dua ve şükür ettim. Sonra yukarıya çıktım ve odaya döndüm. Emin çoktan tekrar uykuya dalmıştı. Refakatçi koltuğuna oturup kıvrıldım, sessizliğin ve sabahın sakinliğiyle dolup taştım. Ben de yeniden uyumuşum.

Hemşirenin sesiyle gözlerimi açtım. Yandaki teyzeyle konuşuyordu. Maşallah, oldukça enerjikti.

“Bak teyzecim, artık o hamurlar, tatlılar yok, tamam mı? Yoksa daha çok görüşürüz burada!” diye uyardı hemşire şakayla karışık.

“Ama yavrum, tatlı benim kırmızı çizgimdir. Tatlı yesem, başka şeyler yemesem olmaz mı?”

Hemşire güldü. “Olmaz teyzem! Sağlığın için vazgeçmen lazım.”

“Aman, bi lokma tatlıyı benden sakının!”

“Senden niye sakınalım teyzecim? Sağlığın için diyorum. Yoksa bütün tatlılar sana feda olsun.”

Onları dinlerken gülümsedim. Az sonra Emin de gözlerini açtı. Bakışlarımız birbirini bulduğunda “Hayırlı sabahlar,” dedim ve terliklerimi giyip hemen onun yatağına, yanına iliştim. Yanağına bir öpücük bıraktım.

Halinden memnun bir şekilde “Hayırlı sabahlar,” diye cevapladı. O sırada hemşire bizim olduğumuz tarafa geçti. Üzerindeki beyaz önlüğün kollarını biraz kıvırmıştı.

“Geçmiş olsun! Günaydın,” dedi sıcacık bir ses tonuyla.

“Günaydın,” diye cevapladık ikimiz de aynı anda. Emin’in sesi hâlâ biraz kısıktı ama dün geceye göre çok daha canlıydı.

Hemşire Emin’in yanına yaklaştı. “Kendinizi nasıl hissediyorsunuz bu sabah?” diye sordu, monitöre göz atarken.

“Daha iyiyim. Boğazımda hâlâ hafif bir yanma var ama nefesim rahat.”

Hemşire başını salladı. “Bu normal, gece boyunca gözlemdeydiniz. Şimdi tansiyonunuzu, ateşinizi ve solunumunuzu kontrol edeceğim.”

Seri ama özenli hareketlerle önce Emin’in ateşini ölçtü. Sonra bileğinden tansiyonunu aldı, manşonu sıkarken bir yandan da konuşmaya devam etti: “Nabzınız fena değil, tansiyon da güzel... Gece epey düzeldi değerleriniz. Vücudunuz şoku atlatmaya başladı.”

Stetoskopu göğsüne yerleştirip dinlerken Emin biraz dikleşmeye çalıştı, hemşire nazikçe omzuna dokundu: “Kıpırdamayın lütfen, şöyle birkaç saniye. Evet, gayet güzel. Nefes sesleri temiz.”

Son olarak monitöre bağlı değerlere baktı ve küçük bir onay mırıltısı çıkardı. “Bugün birkaç test daha yapılacak. Alerjenin ne olduğu netleştikçe, bir daha böyle bir durum yaşamamanız için gerekli tedbirler planlanacak.”

Emin başını salladı. “Teşekkür ederim,” dedi kısık ama minnet dolu bir sesle.

Hemşire gülümsedi. “Bana değil, yanınızda elinizi tutan bu hanımefendiyi teşekkür edin,” deyip bana göz kırptı.

Bir anlığına mahcup oldum. Yanaklarıma bir sıcaklık yayıldı. Ama dudaklarımdaki gülümsemeyi engelleyemedim.

Emin, başını bana doğru çevirerek içten bir sesle, “Ederim, etmem mi,” dedi.

Hemşire konuya döndü. “Yarım saate bir arkadaşım gelip kan alacak. Kahvaltınızı ettikten sonra da alerji testlerine başlanacak. Bir şeye ihtiyacınız olursa hemen haber verin.”

“Tamam,” dedim ikimiz adına.

Hemşire başıyla selam verip perdeyi araladı, ardından diğer tarafa geçip kapıdan çıktı.

Emin’in bakışları yüzüme çevrildi. Odaklanmıştı. Bi değişik bakıyordu. Sanki beni ilk kez bu kadar dikkatle inceliyordu. Bakışlarındaki yoğunluğu hissettim ama anlamlandıramadım.

“Ne oldu?” dedim gülerek.

“Yaklaşsana biraz.”

Şaşırdım. “Niye?”

“Teşekkür edicem. Hemşirenin sözünü dinlemek lazım, değil mi?”

Galiba gerçekten iyileşti. Fırsatçılık yapmaya başladığına göre, evet, kesin iyileşti!

Güldüm. İtiraz etmeyip ona doğru biraz daha eğildim. Emin, serum takılı olmayan elini nazikçe kaldırdı. Parmak uçları çeneme dokundu, ardından avucuyla yanağımı kavradı. Yüzümü kendisine biraz daha yaklaştırmak istedi. Direnmedim. Gözlerimiz birbirine kenetlenmişti artık. Usulca yanağıma bir öpücük bıraktı. Sıcacık bir duygu hücrelerime dek yayıldı. Kapanan gözlerimin ardında, sadece onun güven veren dokunuşu ve bu anın sessizliği vardı.

Elini hâlâ çenemde tutuyordu. Saçlarım alnımın bir yanından süzülüp omzuma dökülmüştü. Başını usulca çevirdi ve burnunu saçlarımın arasına gömdü. Derin bir nefes aldı. O nefesin sıcaklığı saç diplerimde, ensemde gezindi. Sanki orada yalnızca saçlarım değil, içimde sakladığım bütün duygular da vardı ve hepsini içine çekiyordu.

“Nefesin gibisin,” diye fısıldadı, saçlarımın arasına.

O cümle, içime nakış gibi işlendi. Hiç bu kadar sade, bu kadar az kelimeyle anlatılmamıştım. Tüylerim diken diken oldu. Gözlerim doldu, ama bu kez korkudan değil. Şefkatten, sevgiden, aitlikten…

Emin’in eli hâlâ saçlarımdayken, gözlerini aralayıp gülümsedi. Başını biraz yana çevirdi, yattığı hastane yatağında kendine göre yana kaydı. Hareketi kısıtlıydı ama niyeti çok netti: Bana yer açıyordu.

Tereddüt etmedim. Hiçbir şey demeden yanına iliştim. Kollarımı doladım ona. Başımı boynuna yasladım. Ellerim göğsünde buluştu. Varlığına sığındım.

Bir şey demedim önce. O da sormadı. Sadece kolunu doladı omzuma.

Sonunda dayanamayıp fısıltıyla konuştum: “Çok korktum Emin…”

Cevap vermedi. Sadece başını eğdi, alnıma bir buse bıraktı.
Bense içimde tutmaya çalıştığım her şeyi salıverdim. “Gerçekten, bir şey olacak sandım. Bir daha seni o şekilde görürsem ne yaparım bilmiyorum. O yüzden, lütfen hep böyle kal, tamam mı? Gül. Şaka yap. Gıcık et. Utandır. Ama sakın beni bırakma.”

Emin iç çekti. Kolunu daha da sıkı sardı etrafıma. Burnunu saçlarımın arasına gömdü.

"Özellikle sen böyle gelmişken, bana sırnaşmışken, bırakır mıyım seni? Aşırı nadir bir olay bu. Tadını çıkarıyorum şu an.”

Küçük bir gülüş kaçtı dudaklarımdan, istemeden. Kafamı kaldırdım ve kaşlarımı çattım. “Dalga geçiyorsun ama ben ciddiyim.”

“Ben de ciddiyim!”

Gülümseyerek yanağıma minik bir öpücük kondurdu. “Sen böyle içime sokulası olduğun sürece, hiçbir alerji beni yıkamaz.”

Bir şey demedim. Sadece bir an durup, ellerimi onun yüzüne götürdüm. Parmaklarımı yanağında gezdirdim, burnunun kenarında. O an sadece onu sevdim. İyiliğini. Varlığını. Nefes alışını. Bana böyle usulca sokulmasını. Ve beni hiçbir zaman itmemesini.

“Ben seni çok seviyorum.”

Sadece başını salladı. “Ben de” demesine gerek yokmuş gibi. Sanki gözleri zaten her şeyi söylüyormuş gibi.

Parmak uçları saçlarımda gezindi. İçime garip bir sakinlik akıyordu. Yavaş yavaş kalbimin sıkışıklığı çözülüyordu.

“Berra? Sence bu alerji bir nimet olabilir mi?”

Kaşlarımı çattım. “Nasıl yani?”

Hafifçe başını geri çekti. Yüzüme baktı.

“Yani diyorum ki, bak, o pasta olmasaydı belki sen bu kadar korkmazdın, bu kadar üstüme titremezdin, böyle gelip yanıma uzanıp kollarıma girip sarılmazdın...”
Gözlerini kısıp güldü. “İyiki alerjik olmuşum. Bu sayede kollarımda Berra var şu an.”

Gören duyan da hiç sarılmıyoruz sanacak, hıh!

Bir an durdum. Baktım suratına. Şapşal bir ifadeyle sırıtıyordu. Resmen memnun!

“Emin. Sen gerçekten iyileşmişsin.” Gözlerimi kıstım. “Baya iyileşmişsin ki saçmalamaya başlamışsın.”

“Yani şöyle diyebiliriz,” dedi, yan dönüp. Serum olan elini, kablosuna dikkat ederek yüzüme uzattı. Çenemi okşadı. “Berra tedavim oldu. Sadece fiziksel değil, ruhsal da. Sen yanımdayken her şey geçiyor gibi. Bence bana reçeteye günde üç doz Berra yazsınlar. Dünyanın en sağlıklı insanı olurum.”

Gözlerimi devirdim. Ama itiraf ediyorum, kafiflemiş, ısınmış, yumuşamıştı.

“Sen var ya!” dedim tatlı bir sitemle. Sonra yanağını öptüm. Uzun, sıcak bir öpücükle. “... tam bir çıkarcısın.”

Gülümsedi, sesi biraz kısık ama keyifliydi: “Çıkarcılık mı? Kabul. Varsa başka alerjenler, sırf böyle bir an için onları da denerim.”

“Emin!” dedim uyarıcı bir ses tonuyla. Basite alıyor beyefendi ama ona bir şey olacak korkusunun izlerini hâlâ yüreğimde hissediyordum.

“Ne? Romantik bir şey söyledim.”

Omzuna hafifçe vurdum. “Çok romantik! Bahçedeki mumlu kutlamamızın böyle bir şeyle bölünmesi kadar romantik!”

“Ama doğum günümde en azından dikkat çekici bir anım oldu. Hiç unutmayız, torunlarımıza anlatırız.”

Yorgunluğuna rağmen bu enerjiyi nerden buluyordu acaba?

“Torunlarımıza böyle şeyler anlatmamız için hayatta kalmamız gerekiyor. Alerjenleri sırf böyle anlar için istememek gerekiyor Emin beyciğim,” dedim imalı imalı.

Sesini alçalttı, yumuşattı. “Tamam tamam, kızma. Şaka yapıyorum. Bak gerçekten iyiyim. Bi’ şey olmadı. Nasipliyim.”

“Çok şükür. Zaten kendimi suçlu hissediyorum,” dedim mahçup, hatalı bir çocuk gibi.

Boynuma doğru sırnaştı. “Berraaa,” diye uzattı sesi, “Üzülme. Suçlu da hissetme. Şimdiye bak. İyiyim. Seni çok seviyorum. Sen de bana sarıl.”

İstemeden güldüm. Yani istemiyorum ama gülüyorum, evet. Çünkü bu hâli gerçekten içimi eritiyor. “Sarılıyorum zaten!”

“Doğru,” dedi saçımla oynarken. Serumun takılı olduğu elini kullandığını fark edince “Saçımı bırak,” dedim sözde sertçe.

“Niye ya?”

“Kan gelicek, elini düzgün tut.”

Güldü. Ama gidip elini benim omzuma koydu. İç çektim. Neyse ki serum akışı normaldi.

“Berra?”

“Hıım?”

“O egzantirik meyveler beni çarpamadı ama sen çarpıyorsun galiba. Hem de her gün.”

Ölümden dönüp hâlâ şaka yapabilen birine âşık olmamak mümkün müydü? Galiba mümkünmüş.

Ayrıca 'egzantirik' diye yeni bir kelime de ekledi lügatımıza. Tebrik etmek lazım. Bu yüzden onu daha da sıkı sardım. İçimden “Allah’ım, onu bana bağışladığın için teşekkür ederim” dedim. Ama bu sefer gülmekle ağlamak arasında bir yerde durdum. Emin Yiğitsoy, iflah olmaz bi fırsatçıydı.

“Neyse. Artık yeni yeni şeyler denemeyelim birtanem. Eskiden mango mu vardı? Passion fruit nedir, bilmem ben. Bünyem modernizme alerjik."

Bu kez samimi şekilde güldüm. Başımı salladım.
“Katılıyorum. Bir dahaki yıl pastayı ben yapacağım. İçinde alerjen yok. Ama aşk çok olacak. Anlaştık mı?”
“Anlaştık. Aşka alerjim yok çok şükür,” derken saçlarımın üzerine bir buse bıraktı. “Bu arada, elinden zehir olsa yerim cümlesini uygulamalı gösterdim. Artık sakın sevgimden şüphe etme.”

 

 

Hastane çıkışı eve dönüş, sandığım kadar sevinç dolu değildi. Elbette içimde tarifsiz bir şükür vardı; Emin iyiydi, nefes alıyordu, yanımdaydı. Ama onu o hâlde görmenin izleri henüz silinmemişti. Kalbimde hâlâ ince bir sızı, zihnimde bir tedirginlik vardı. Belki de bu, onu kaybetmeye bu kadar yaklaşmış olmanın bıraktığı tortuydu.

Arabada pek konuşmadık. Emin yorgundu. Ben de onun yorgunluğunu bölmek istemedim. Sadece onun yüzüne ara ara göz ucuyla baktım. Camdan yansıyan silik ışıklar tenine vurdukça, kalbim yeniden şükürle doldu.

Eve geldiğimizde hava yavaş yavaş kararıyordu. Anahtarı kapının kilidine yerleştirirken avuçlarım terliydi. Aynı evdi ama sanki bambaşka bir zamandaymış gibi hissettiriyordu. Kapıyı açtım, Emin önce içeri girdi. Ardından ben.

Salona geçtik. Emin koltuğa oturdu, ben de hemen yanına. Üzerindeki ceketi çıkarmasına yardım ettim. Hâlâ biraz solgundu ama gözleri artık daha canlıydı.

“Ev gibisi yokmuş.”

Gülümsedim. “Gerçekten de öyle.”

Ceketi askıya astıktan sonra odadan bir battaniye aldım ve getirip Emin’in üzerine örttüm. “Biraz böyle dinlen, ben de bir çorba yapayım sana.”

“Gerek yok. Hastanedeki akşam yemeği yetti. Aç değilim. Yanımda dur.”

Başımı salladım. Sessizce yanına oturdum. Başını omzuma yasladı. Bir süre öylece kaldık. Evin sessizliği içimizi sardı.

Ben elimle saçlarını okşadım. O gözlerini kapattı. “Berra,” dedi sonra, gözlerini aralamadan, “Bu evi, bu koltuğu, hatta bu battaniyeyi bile daha çok seviyorum artık.”

Gülümsedim. “Ben de. Çünkü değerini daha iyi biliyoruz artık.”

Öylece dururken, içim huzur doluydu. Yorgun olduğumu hissetmenin yanı sıra, mutmaindim de.

Gözlerim kapanmaya yüz tutmuşken “Allah razı olsun, Fatma ablam iyi ki gelip bahçedeki öylece bıraktığımız masayı topladı. Yoksa bu yorgunlukla ben biraz zor çıkardım işin içinden,” diye düşünmeden edemedim. Boş kalmış sandalyeler, mumların sönmüş fitili, yiyecekler, yarısı kesilmiş pasta… Hepsi gözümün önünden film gibi geçti. O gece masa öylece kalmıştı, hayat bir anda yön değiştirmişti.

Aynı odada kaldığımız teyze ve amcanın telefonuyla bizimkilere haber vermiştim o gece. “Şimdilik gelmenize gerek yok, sabah gelirsiniz. Ama bizim eve gitseniz iyi olur,” demiştim. Ablam eve gidip ortalığı toplamıştı. Ertesi sabah da hem cüzdanlarımızı, telefonlarımızı, hem ihtiyacımız olan diğer şeyleri getirmişlerdi. Sonrasında da her konuda ilgilenip destek olmuşlardı. Allah’ın lütuflarıydı hepsi.

Hastanede geçen iki günün ardından alerji testlerinin sonuçları da çıkmıştı. Doktor, özellikle mango ve passion fruit meyvelerine karşı yüksek tepki verdiğini söylemişti. Bundan sonra dikkatli olmamız gerekiyordu. Yanımızda bulundurmamız için acil durumlarda kullanılacak ilaçlar da reçete edilmişti. Küçük bir çanta içinde, gözümün görebileceği bir köşede duruyorlardı şimdi.

Bu düşünceleri arkamda bırakmaya çalışıp şimdiye döndüm. Emin’in omzuna yaslanmış oturuyordum. Evin loş ışığında, koltuğun yumuşak dokusu, üzerimizdeki battaniyenin sıcaklığı ve yanımda derin nefesler alan genç adam… Elhamdulillah. Daha ne isterim.

Ona doğru sokuldum biraz daha. Göğsünün yükselip alçaldığını hissettikçe derin bir huzura gömüldüm.

Bir süre sonra Emin başını kaldırdı, gözlerimin içine baktı. Aklına aniden gelen ve söylemesi gereken bir şeyi hatırlamış gibiydi.

“Berra, o pastayı senin ellerinle yedim diye hiç pişman değilim. Çünkü o an sevildiğimi hissettim.”

Sarsıldım. Gözlerim doldu. Ela harelerine baktım. Bir çocuk gibi dürüst, bir sevgili gibi şefkatliydi.

Sessizliğim karşısında, içimden geçenleri hissetmiş gibi, elimi tuttu. “Berra, yaşadıklarımızdan korkma. Bazen hayat bizi sarsar ki sahip olduklarımızın ne kadar kıymetli olduğunu unutmayalım.”

Emin’in elinin sıcaklığı, parmak uçlarımdan süzülerek kalbime aktı. Bunu yapmaya büyük bir ihtiyaç duyarcasına göğsüne sokuldum. Bir sığınak bulmuş gibi. O da sımsıkı sarıldı bana. Sanki sadece kolları değil, ruhuyla da. Başımı göğsüne yasladım. Kalbinin ritmini dinledim. Emin’in nefesi başımın üstündeydi. Derin ama yavaş… Sağlam bir dağ gibi. Göğsü her inip kalktığında, ben de onunla birlikte bir yerlere yükselip alçalıyordum sanki.

Bir noktadan sonra artık konuşmadık. Sadece oturduk. Yan yana, sarılmış, sıcak ve sakin bir şekilde.

Ben ona; Emin ise başını koltuğun arkalığına yasladı. Nefesi yavaş, düzenliydi. Göz kapakları yarı kapalıydı, yüzü gevşemişti. Yanaklarının çizgileri bile daha huzurlu görünüyordu.

Gözlerimi kapattım. Hiçbir şey düşünmeden. Yalnızca orada, onunla, o anla kalmak istedim. Sadece Emin’in kokusu burnumdaydı. Kalbinin ritmi kulaklarımda…

O sırada bir eli saçlarıma uzandı. Parmakları yavaşça aralarına karıştı. Yavaş yavaş gevşedim. Omuzlarım o iki günün bütün yükünü bırakıyordu. Emin’in kollarında, o saçlarımı şefkatle okşarken, uyuyakaldım. Kendiliğinden.

Sabah gözlerimi açtığımda perdeden sızan güneş ışığı, odanın duvarlarında altın renkli dokunuşlar bırakıyordu. Uykuyla uyanıklık arasındaki o bulanık yerde bir süre durdum. Bedensel yorgunluğum hâlâ biraz üzerimdeydi ama içimde tarifsiz bir huzur vardı.

İlk fark ettiğim şey, Emin’in kalbinin ritim sesleriydi. Düzgün, sakin, güven verici. Hâlâ kollarındaydım. Başım göğsüne yaslı, kolları usulca omuzlarımda…

Bir anlığına nefesimi tuttum. Gözlerimi yavaşça araladım. Koltuktaydık, doğru ya. Dün gece, uyuyakalmıştık burada.
Bir tarafım azıcık utanıyordu bu hâlimizden. Ama öte tarafım, itiraf etmeliyim ki, hiç kıpırdamak dahi istemiyor.

Yüzünü görebilmek için biraz kıpırdandım. Fakat rahatını bozmuştum galiba. Emin mızıldanan bir çocuk gibi inledi. Yine de şikâyet etmek yerine şefkatli bir tembellikle başını daha da yaklaştırdı. Göz kapakları ağır ağır aralandı. Uykulu, dağınık saçlı, kısık gözlü hâliyle bana baktı. Ardından dudaklarının kenarında bir gülümseme belirdi. Başını yeniden bana yasladı, bu kez daha sıkı sarıldı. “Hiç kıpırdama. On numara yastıksın.”

Bir anlığına ne diyeceğimi bilemedim. Sonra dayanamayıp kıkırdadım. Adam resmen bana yastık diyor ya!

“Emin!”

Sözde kızgındım ama sesimdeki gülümseme her şeyi ele veriyordu.

“Ciddiyim. Boyun tam ayarında. Rahat uyumuşum sayende.”

Başımı kaldırıp kaşlarımı çattım. “Sen! Sen resmen beni yastık olarak mı kullandın?”

Omzunu silkti. “Sen de beni battaniye yaptın. Beraberliğin böyle bir şey olduğunu bilmiyor muydun?”

O kadar sakince, o kadar içten söyledi ki. Gülmemek elde değildi. “Bir de sabah sabah espri yapıyor ya…” diye mırıldandım.

Tam o anda, parmakları usulca yanağımı buldu. Ardından, başını biraz eğdi ve alnıma küçücük bir öpücük bıraktı.

Kalbim bir an sıkıştı. İçimdeki utanma duygusu, yerini sessiz bir minnettarlığa bıraktı. Utanma, çekinme, ne varsa eriyip gitti. Ben de başımı kaldırdım, biraz yana eğilip yanağına usulca bir öpücük bıraktım. Dudaklarım sakallarına değdiğinde içim ısındı.

Bu sabah hayat, bize çok güzel bir başlangıç vermişti. Birlikte olmanın ne kadar büyük bir hediye olduğunu hatırlatmıştı.

Emin gözlerini kısarak midesine elini götürdü. “Acıktım galiba. Bir kahvaltı mı hazırlasak?”

“Sen dinlen. Ben hazırlayayım,” dedim hemen.

“Cık cık,” yaptı yanlış bir şey söylemişim gibi. “Berra Hanım,” dedi biraz abartılı bir tonla, “Kahvaltıyı birlikte hazırlarken yanında olma fırsatını asla kaçırmam.”

Güldüm. “Lakabın zaten artık ‘fırsatçı’ oldu, haberin olsun.”

Omzunu silkip ciddi bir ifadeyle iç çekti. “Olursa olsun! Şimdi kahvaltıyı hazırlarken ellerimiz birbirine değer falan… Kaçırılmaz anlar, Berra Hanım. Romantizmin gözünü seveyim.”

“Ne?! Elimi hiç tutmuyorsun sanki!” diye atıldım. Ama onun bu oyunlarına içten içe bayılıyordum.

“O başka bu başka,” derken battaniyeyi üstünden itekledi, ağır ağır doğrulmaya başladı. Ayağa kalkarken bir an sendeledi.

Refleksle kolunu tutup hemen yanında bitiverdim. Endişemi gizleyemedim. “Yavaş. Testleri yeni atlattın. Henüz maraton koşacak değilsin.”

“Biliyorum ama mutfağa kadar yürümek serbesttir diye düşündüm.”

Elini tuttum. O tanıdık sıcaklık parmak uçlarımdan yüreğime doğru süzüldü. Ne zaman ellerimizi böyle birleştirsek, içimde bir yerde ‘her şey yolunda’ hissi beliriyordu.

Odadan çıktığımız sırada hüzünlü bir fark edişle “Emin, sabah namaza kalkmadık!” diye çığırdım.

Emin bir an duraksadı ve kaşlarını çattı. “Cidden…” diye mırıldandı, o da yeni idrak ediyor gibi. İkimiz de rahatsızdık bu durumdan. Uyanmayı istemiştik. Planımız da niyetimiz de buydu. Ama yapacak bir şey yoktu. Namazımızı kılmak dışında.

Sessizlik birkaç saniye sürdü, sonra Emin başını kaldırdı. Gözlerinde kararlı, nazik bir ifade belirdi. “O zaman önce namaz, sonra kahvaltı,” dedi ve yavaş adımlarla banyoya yürüdü.

Namazı kaçırmak içimi sızlatsa da, telafisi için hâlâ nefes alıyor olmamız başlı başına bir rahmetti.

Sırasıyla abdest aldık. Serin su yüzümde dolaşırken zihnim yavaş yavaş berraklaştı.

Seccadelerimizi serdim. Namaz kıldık. Son selamdan sonra bir süre öylece kaldım. Ellerim dua için açıkken gözlerim doldu. Elhamdülillah… Elhamdülillah...

Namazın ardından mutfağa geçtik. Gün ışığı artık iyice evi doldurmuştu; perdelerin arasından sızan altın rengi huzmeler mutfağın tezgâhında, sandalyelerin kenarlarında parıldıyordu. Ben çay suyunu koymak için çaydanlığa su doldurmaya koyuldum. Emin, dolabın kapağını açmıştı. İçerideki kavanozlara, kutulara göz gezdiriyordu.

Göz ucuyla dönüp “Menemen yapalım mı, canım istedi,” dediğinde “Olur,” diye cevapladım. Domates ve biberleri tezgahın üzerine bıraktı. Bu sırada ben kesme tahtası ve bıçak çıkarttım.

Tam o sırada içeriden Emin’in telefonu çaldı. Bakmak için salona geçti. Tezgahta duran kırmızı domatesleri alıp usulca kabuklarını soymaya başladım. Her hareketim dingindi; çünkü içimde bir sakinlik vardı. Huzur. Sükûnet. Elimdeki domatesin kabuğunu incelikle sıyırırken, sanki geçmişin telaşlarını da üstümden soyuyordum.

Az sonra Emin döndü. Sessizce arkamdan yaklaştı. Ansızın belime sarıldı.
“İşime engel olmaya mı çalışıyorsun,” dedim gülere. Ama kımıldamadan.

Kollarını daha da sıkılaştırıp, burnunu saçlarıma gömdü.
“Yoo, niye öyle bir şey yapayım ki? Katkı sunuyorum.”

Başımı biraz çevirip kaldırdım ve gözlerine baktım. Ela harelerinde hem sevgi hem de yaramazlık ışıltıları vardı. Bir an durdum. Utanarak gülümsedim. O an biliyordum ki birlikte geçirilen böyle anlar, hayatın en kıymetli hediyesiydi.

Tekrar önüme döndüm. Elim domateslere uzandı ama zihnim onun sıcak kollarındaydı hâlâ. Bıçağı elime alıp domatesleri küçük küçük kesmeye başladım. Her bir parçayı tahtaya bırakırken, arkamda duran varlığını hissediyordum.

Derken, saçlarımın üzerine bir kaç buse bıraktı. Rüzgârın yapraklara değmesi gibi. Sabah güneşinin tenime dokunuşu gibi. Birlikte olmanın, sevmenin, sevilmenin bu kadar huzurlu olabileceğini ilk kez tüm hücrelerimle hissediyordum.

Kalbimle bir dua fısıldadım o an: Allah’ım, ne olur bu sabahları eksik etme ömrümüzden…

Tam o sırada boynumda sıcak bir nefes hissettim. İçimde bir titremeye sebep oldu. Dudakları usulca cildime dokundu. Vücudum aniden gerildi. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Sanki göğsümün içinde küçük bir kuş kanat çırpınarak dışarı çıkmak istiyordu.

Elllerim istemsizce titredi. Bıçağı biraz daha yavaş tuttum. Gözlerimi kapattım. Bu dokunuş, bu an, aynı anda hem ürkütüyor hem çekiyordu beni.

Boynuma konan bir diğer öpücük ile nefesim boğazımda düğümlendi.

Sesim hafifçe titredi. “Emin…”
“Çok mu şımarık oldum?” diye fısıldadı.

Başımı çevirdim. Göz göze geldik. Onun ela hareleri, bakışlarımdaki tereddütü okur gibi derin ve sakindi. Ama garip bir şekilde, gözlerime baktığında ürkmüşlüğüm ve gerginliğim buharlaşıp gitti. Yanaklarım kızarmıştı. Dudaklarımda utangaç bir kıvrım oluştu.

“Yok, aslında,” dedim mahçupça başımı eğerek. “Sadece… Elimde bıçak varken doğru bi an olmadı sanki.”

O içimi yumuşatan gülüşüyle karşılık verdi.

“Haklısın, heyecandan domates yerine parmaklarını kesmeni istemem.”

Ben de güldüm. İçime doğan ani bir arzuyla uzanıp yanağına bir öpücük kondurdum. Dudaklarımın değdiği yerde sıcaklık kaldı. Sonra hızlıca önüme döndüm. Domatesleri doğramaya devam ettim.

Emin de bu sabahki Berra dozunu yeterince almış olacak ki, bir bıçak alıp biberleri doğramaya koyuldu.

Az sonra çaydanlıktan fokurtu sesi yükseldi. Biz farkında bile olmadan zaman usulca ilerlemişti.

 

selammm. Öğlen oturdum, bölümü yazayım dedim. Saat 22.10 ve yeni bitti. Emekleri karşılıksız bırakmayın, bölümü beğenmeyi ve yorumları unutmayınn.

not: çok uzun olduğu için ve benim beynim bulandığı için kontrol etmeden yayınlıyorum. Hatalar affola. İleride dönüp salim kafayla düzenlerim.

 

Bölüm : 03.08.2025 22:14 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...