57. Bölüm
Şeymanur / Zecir / 55 – yeni alışkanlıklar

55 – yeni alışkanlıklar

Şeymanur
sukunettekelimeler

 

 

“Seni düşünmek için aklımın başımda olması kâfi, ama seni düşünmeye başladığım anda aklım başımdan gidiyor.”*

- sekiz ay sonra

Bazı gerçeklerle yüzleşmek, insanın içinde saklı duran, kuytulara sinmiş, bastırılmış yanlarını su yüzüne çıkartır. Kişiyi ‘ben aslıda böyle bir insanmışım,’ yahut ‘böyle bir insan olmaktan hoşnutum’ duygularına ulaştırır.

Tam olarak öyle bir noktadaydım.

Emin’in sevgisini kalbimin baş köşesinde ağırlamaya başladığımdan beri, her geçen gün ona duyduğum inanç ve güvenin artmasıyla, bambaşka bir Berra oluyordum.

Eskiden bizim evde birbirimizi öpmek, sarılmak, sevgi göstermek, bazı özel gün ve anlara özgüydü. Bayramlara, düğünlere, kutlamalara, aşırı duygusal anlara hastı. Annem ve babam, abilerim ve ablalarım, hepimiz böyle alışmıştık, birbirimize benziyorduk. Sevgi dillerimiz arasında en zayıf kalanı fiziksel temastı. Aslına bakarsanız güzel sözcükler söylemeyi, iltifat etmeyi, sevgi cümleleri kurmayı bile pek beceremezdik. Yahut uygulamaya geçirmezdik, bilemiyorum.

Ama şimdi yeni bir Berra’yı keşfediyordum. Özellikle de hastane maceramızdan sonra, yani son üç gündür değişmiştim. Sadece ben değil, Emin de bu hâlimin farkındaydı. Hoşnut olmadığını söyleyemem; hatta hoşnutluktan fazlası vardı bakışlarında.

Mutfağı toplamıştım. Çamaşırları makinaya atacaktım. Salondaki hırkamı da yıkamak istiyordum. İçeriye girdiğimde, loş gün ışığı perdenin arasından süzülüp halının üzerine ince bir şerit halinde düşüyordu. Emin, koltuğa rahatça kurulmuş, dizlerinin üzerine yasladığı ince bir kitabı okuyordu.

Koltuğun başına yasladığım hırkamı almak üzere karşıya yöneldim. Tam Emin’in yanından geçerken durdum. Eğildim, beklenmedik bir hızla yanağına öpücük kondurdum ve doğruldum.

Emin, bir an kitabın dünyasından çıkıp bana döndü. Sayfaların arasına parmağını koyarak kitabı indirdi, başını bana çevirdi ve yüzüme baktı. “Berra!” dedi şaşkın bir gülüşle.

Geri geri bir adım atarken, yarı oyunbaz bir ifadeyle ona baktım. Elim de boş durmadı, uzanıp saçlarını rastgele karıştırmaya başladım. Parmaklarım, yumuşak tellerin arasından gelişigüzel geçerken dağılmış tutamlarını daha da karışık hale getirdi. “Hıı?”

“Bu kaçıncı oldu?” dedi gözlerini kısıp. Sesinde yarı hayret, yarı keyif vardı.

Gülümsedim. “Bilmem. Saymıyorum. O kadar güzel tepkiler veriyorsun ki, bağımlılık yaptı.”

Evet, sayın seyirciler. Emin öyle güzel tepkiler veriyor ki, onu şaşırtıp aniden yanağını öpüp geçmek benim için yeni bir alışkanlık oldu. Yüzündeki memnuniyeti, şaşkınlığı, sevgi ifadesini görmek bana iyi geliyor çünkü. Dünyanın en güzel manzaralarını seyretmek gibi bir his.

Emin başını iki yana salladı ve gülümsedi. Sonra kitabını kenarı bıraktı. Hareketleri sakindi ama bakışlarındaki oyunbaz parıltı çoktan niyetini belli ediyordu. Aniden uzandı ve parmakları bileğimden kavrayıp yukarı doğru çıktı. Dokunuşunun sıcaklığı, tenimden kalbime ince bir titreme gibi yayıldı. Kolumdan tutup nazikçe beni kendine doğru çekti.

“Sen buraya gel bakayım. Bu sefer sıra bende.”

“Aa? Ne oluyoruz?” dememe kalmadan kendimi Emin’in yanında, kanepeye oturmuş buldum. Daha doğrusu, o beni çekeleye çekeleye yanına oturttu da diyebiliriz.

Ellerini belime koydu. “Adil olmak lazım,” dedi fısıltıyla. “Hep sen gelip öpüyorsun. Benim de hakkım.”

Böyle anlarda dudaklarıma konan tebessüm yapışıp kalıyor, kolay kolay solmuyordu. Kahverengi harelerimdeki pırıltılar, gözlerimden ona doğru akıyordu.

Emin, gözlerini gözlerimden ayırmadan, yavaşça eğildi. Yanağıma yumuşacık bir öpücük bıraktı.

“İyi bari, ödeştik,” dedim ve tatlı bir karşılık olarak yanağını çocuk sever gibi sıktım. “Çamaşırlarımı yıkamaya gidiyorum ben.”

Emin başını iki yana salladı. Gitmeme izin vermediğini belirtircesine belimi biraz daha sardı. “Hayır. Bu sadece başlangıç.”

Sonra uzanıp tekrar öptü, bu sefer burnumun ucuna minik bir buse bırakmıştı. Hafif, kısa ve neredeyse çocuksu bir buseydi ama içimde yarattığı etki çok daha büyüktü.

İstemsizce kıkırdadım. “Emin! Bu neydi şimdi?”

“İkinci hakkım,” dedi, gözlerini kısmış halde, tebessümle. Gülüşünün sıcaklığıyla beraber odadaki hava da sanki birkaç derece ısındı.

Ben ne diyeceğimi bilemeyerek sadece sevgiye onun yüzüne bakakaldım. Parmaklarım, yanağındaki sakallara usulca dokundu.

“Çok tatlısın,” dedi alçak sesle. “Hiç böyle olacağını düşünmemiştim ama böyle olmanı çok seviyorum.”

Başımı onun göğsüne yasladım. “Ben de kendime şaşırıyorum. Ama içimde bir çocuk var galiba. Hep seni öpmek isteyen, sarılmak isteyen bir çocuk.”

Emin saçlarıma uzanıp örgümle oynamaya başladı. “O çocuğu hiç büyütme olur mu?”

İçtenlikle “Olur,” dedim.

Ardından başımı kaldırıp ela harelerine baktım. Uzun zaman önce, aramızda böyle bir ilişki ve bağ henüz yokken, onu uyandırmaya çalıştığım günü hatırladım. Göz kapaklarını aralayıp ela gözlerine bakmış, fark etmeden dalıp gitmiş ve renkli bir çöle benzetmiştim. Sonra utanıp kendime kızarak geri çekilmiştim. Şimdi o renkli çölde istediğim gibi dolaşabilir, hatta konaklayabilirdim. O yer artık benim yuvamdı. Bu değişim bana hem garip hem de tarifsiz derecede güzel geliyordu.

Ben bu düşünceler içinde kaybolmuşken, Emin başını yana eğdi. Bakışları dudaklarıma kaydı. Temkinlice eğildi. Niyetini fark ettiğimde kalbim hızla atmaya başladı. Yüzümdeki sıcaklık bir anda kalbime indi. Yüreğim ve aklım arasındaki kısa bir çatışmanın ardından, elim kendiliğinden Emin’in dudaklarına kapandı. Onu kibarca, nazlı ve çekingen bir edayla durdurdum.

“Emin!” derken sesim hâlâ yumuşaktı ama içinde ciddiyet de vardı. “Buna henüz alışamadım.”

Emin bir an duraksadı ve gülümsedi. Bütün manaları okumak ister gibi yüzüme dikkatle baktı.

Gözlerimi kaçırmadan konuşmaya devam ettim. “Bak, gerçekten bayılmak istemiyorum bugün,” dedim utanarak. İstemsizce dudaklarımı ısırdım. “Çünkü sınav haftası ve zaten beynim zor dayanıyor. Aklım başımda kalmalı.”

Kalp krizi geçirme riskim var arkadaşlar. Yadırgamayın. Kolay değil. Emin bu kadar yaklaşınca akli melekelerim ciddi manada zayıflıyor. Ama şu bir kaç hafta zayıflamamalı, güçlenmeli.

Emin, sözlerimi dinlerken bakışlarındaki yaramaz parıltı sönüp yerini anlayışa bıraktı. Biraz geri çekildiğinde, elimi onun dudaklarının üzerinden indirdim. Bu kez avuç içimi göğsüne koydum; parmaklarımın altındaki kalp atışlarını net bir şekilde hissettim.

Önce birkaç saniye sessiz kaldı, sonra kahkaha attı. Gözleri kısıldı. Bu hâlimle eğlendiği, hatta hoşnut olduğu belliydi. Yine de, içinde küçük bir hayal kırıklığı da vardı, biliyordum.

“Ama Berra,” diye sitemkâr ve tatlı bir tonda mırıldandı. “Buna da alışman için pratik yapman lazım. Yani öpmem lazım, biliyorsun değil mi?”

Ses tonu muzırdı, ama hiç zorlayıcı değildi. Hem oyun oynuyor hem de sanki nabzımı yokluyordu.

Mahçup da olsam, gülümsemem büyüdü. Yanaklarımın ısındığını hissederek başımı yeniden onun göğsüne yasladım. Göğsünün sertliğinde huzur buluyor, aynı zamanda sanki oraya saklanıyordum. Uzaklaştırdığım da o, yaklaştığım da. İlginç. Ama harika.

“Biliyorum. Ama şimdi olmaz. Sınav haftamda aklım başımda kalmalı. Sonra,” dedim çekinerek. Bu nazlı kız ben miyim? Kendimi tanıyamıyorum.

Emin’in güldüğünü işittim. Göğsü inip kalktı. “Hem utanıp hem bu kadar cesur olmana bayılıyorum,” dedikten sonra saçlarımı okşadı. Yarı ciddi yarı şaka yollu ekledi: “Yani en azından bir umut var. Ben de sınavların bitmesini beklerim o zaman. Alışma süreci için yani.”

Utançla başımı biraz daha göğsüne sakladım. “Emin!”

“Efendim?”

“Çok… kötüsün.”

“Ben mi? Ben burada mağdurum. Sürekli öpülüp sonra hakları gasp edilen masum bir adamım.”

İkimiz de güldük.

Emin’in “beklerim” demesi içimde derin bir güven duygusu uyandırdı. Onun zorlamayan, aceleye getirmeyen tavrı, beni olduğu hâlimle kabul edişi, kelimelerle ifade edemeyeceğim bir rahatlık veriyordu.

Yine de, bu sabır ifadesinin içinde gizli bir çekim vardı; beklemenin kendisi bile bir tür yakınlık yaratıyordu sanki. Beni bekleyen bir adam… Hem gurur verici hem de biraz ürkütücüydü. Çünkü biliyordum ki, sınavlar bittiğinde bahanem kalmayacaktı.

Kendi kendime gülümsedim. Belki de bu yüzden başımı hâlâ onun göğsünden kaldırmıyordum. Orada, hem korunuyor hem de yavaş yavaş teslim oluyordum.

Bir süre sonra Emin beni özgür bıraktığında, makinaya çamaşırları attım. Sonra ders çalışmak üzere masaya geçtim. Kitaplarımı açtığımda hâlâ yanaklarım kızarıktı.

Emin ise ara sıra kendi kendine mırıldanıyordu: “Sınavlar bittikten sonra, hı? Ben bu ‘sonra'yı kaçırmam."

 

Canım Emin, ben söylemeden çamaşırları makinadan çıkartıp asmıştı. Dersimi bölmeyeyim diye. “Ayy çamaşırları unuttum!” diye birden sandalyemden kalktığımda başını kitaptan kaldırmadan, sakince “Otur otur, ben hallettim,” demişti. Sanki bu, hayatının en sıradan işiymiş gibi, hiç önem atfetmeden söylemişti. Benim de sevgim kabarmıştı. Gidip yanağına bir öpücük daha bırakmış, teşekkür etmiştim. Sonra dersimin başına dönmüştüm.

Öyle de bir gündü.

Akşam yemeğimizi yemiş, ardından yarım saat kadar hadis okumuştuk. Sonrasında ben yeniden kitaplarımın başına geçmiş, Emin de salondaki koltuğa yayılıp telefonundan bir dizi açmıştı.

Saat ilerledikçe cümleler birbirine karışmaya başladı. Gözlerim ağırlaşıyor, omuzlarım düşüyordu. Artık epey yorulmuştum. Esnemeye başladım. Yarın okul vardı, yatsam iyi olacaktı. Öğleden sonraki sınavım da cabası.

Kitaplarımı topladıktan sonra “Benim uykum geldi,” diyerek kalktım.

Emin, parmağını ekranına dokundurup diziyi durdurdu. Kafasını yana eğerek bana baktı. “Biz daha ne kadar ayrı odalarda yatacağız, birtanem?” dedi imayla.

Bir an öylece kaldım, ne diyeceğimi bilemedim. Gözlerim biraz büyüdü, içimde kıpırtılar başladı.
“Bilmem. Ben alışkanlıktan dolayı…” diye yarım yamalak cevap verdim.

Gerçekten de alışkanlıktan dolayı iki gündür odama gidip yatıyordum. O da kendi odasına gidiyordu. Sadece hastaneden geldiğimiz ilk gün birlikte kanepede uyuyakalmıştık, o kadar.

Bu fikir beni heyecanlandırdığı kadar utanç hissetmeme de sebep oluyordu. Evet, daha önce Faruk abilerin köyünde, annemlerde ve burada kanepede birlikte uyumuştuk. Ama hepsi koşullar ve şartların bizi sunduğu sebepler dolayısıylaydı. Şimdi ise kendi tercihimizle, sürekli bir adım atmak söz konusuydu. Kalbim, bu düşünceyle hem hızlanıyor hem de sıkışıyordu. Heyecanın tatlı sızısı ile utancın keskin yanması, aynı anda içime yayılıyordu.

Emin’in bakışları üzerimdeydi; ne çok ısrar ediyor, ne de vazgeçiyordu. Kalkıp bana doğru yürüdü. Aniden yüzüme yaklaştı ve gözlerimi kendi ela harelerine hapsedercesine baktı. Yumuşacık bir sesle “Yeni alışkanlıklar ediniriz sevgilim,” diye mırıldandığında kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Uzanıp alnımı öptü. Soluğum hızlandı, nefesim kesildi.

Bir adım daha yaklaştı, elimi tuttu. Mahçup bir şekilde ona baktım. Ardından yutkundum. “Uslu uslu uyuyacaksan gel,” dedim şart koyar gibi. Sesimde gizli bir arzu ve çekingenlik vardı.
Tamam, utanıyordum, ama içimden de buna evet demek geliyor. Çünkü neden Emin’e sarılmayı bu kadar çok severken, onun kollarında uyumayayım?

Emin’in yüzünde o muzip gülümseme belirdi. “Benden uslusu yok!”

Gülüştük. İçimde garip bir kıpırtı hissettim.

Heyecanla, zafer kazanmış asker edasıyla bakıyordu. Birden eğilip beni omzuma aldı. Un çuvalı mıyım ben be adam!

“Haydi, odamıza götüreyim seni. Berra’ya özel servis.”

Güldüm. “N’apıyorsun?” dedim, ama içimde öyle tatlı bir sıcaklık vardı ki, kelimeler kifayetsiz kalıyordu. “Dikkat et! Kayıyorum.”

“Ben seni düşürmem hayatım! Korkma. Güven bana.”

“Güveniyorum zaten, deli!”

Emin’in yanında, kollarında olmanın verdiği huzur ve heyecanla doluydum. Gömleğinin kokusu burnuma doldu. Kendimi istemsizce o kokuyu içime çekmek isterken buldum. Kalbim hızlı hızlı atıyordu fakat bu sadece ona duyduğum çekim değildi. Bu, yılların, paylaşılan küçük anların, bakışların ve sessizliklerin üzerine kurulu bir bağın, en basit dokunuşla bile alevlenmesiydi.

Odama geldiğimizde ayağıyla ittirip kapıyı usulca kapattı. Beni yere indirdi. Ama kollarımdan tutuyordu, hâlâ temasımız sürüyordu.

“İçerisinin ışığını kapatmadın, farkında mısın?” dedim neşeli sesimle.

Yüzünde masum ve biraz mahcup bir ifade belirdi. “Değilim valla,” diye itiraf ettikten sonra yanağımdan bir makas aldı. “Ben kapatıp geliyorum. Yastığımı da alayım. Sen yat güzelim.”

Emin odadan çıkarken, ben yatağıma girdim. Ortada duran yastığı kenarı çektim ve onunki için de yer açtım. Ardından yorganı üstüme çektim. Bu sırada Emin de gelmişti. Yatağın diğer tarafına geçip açtığım boşluğa yastığını yerleştirdi. Sonra kendisi de uzanıp yorganın altına girdi.

İçimde biraz çekingenlik, çokça heyecan kıpırtısı vardı.

Usulca yanıma sokuldu, kollarını nazikçe belime doladı. Onun sıcaklığını hissetmek, soluk alışverişimizi paylaşmak içimi rahatlattı.

“Hayırlı geceler birtanem,” dedi sakince.

Gözlerimi yavaşça kapatıp ona sarıldım. “Hayırlı geceler.”

Parmak uçlarıyla saçlarımı okşarken, ritmik ve nazik dokunuşları sanki bütün gerginliklerimi aldı götürdü. O an, Emin’in yanında, bu huzurlu sığınağımda dünya çok daha sakin, çok daha güvenliydi. Ve ben, o yumuşak dokunuşların eşliğinde uykuya teslim oldum.

Sabah, uykunun en tatlı yerindeyken, Emin’in usulca yanağımı öpmesiyle gözlerim aralandı. Sanki rüyayla gerçek arasındaki ince çizgideydim; o anın büyüsü öylesine narindi ki, hem tuhaf hem de güzel bir his kapladı içimi.

“Günaydın, güzelim.”

Bir an için zaman durmuş gibiydi; sadece onun karşımdaki o sevgi dolu bakışı vardı. Yeni güne onun yanında başlamanın verdiği huzurla içim sıcacık oldu.

O yakınlığı yaşamak, hiç alışık olmadığım kadar gerçekti. Bir yandan şaşırmıştım; çünkü ben, kendi küçük dünyamda, yalnız ve sakin uyumaya alışmıştım. Ama şimdi, onun yanında, böyle yan yana, sıcaklığını hissetmek, bambaşka bir deneyimdi. Tuhaf çünkü ilk kez böyleydim. Alışılmadık, çünkü yeni açılan bir kapı gibiydi, henüz içine tam girmemiştim. Ama aynı zamanda çok güzeldi.

Ben de gülümseyerek karşılık verdim. “Günaydın, canımın içi.”

Kolları hâlâ etrafımdaydı. Onun o rahat ve sakin hali, bana da bir dinginlik veriyordu. Yüzümü ona döndürdüm. Gözlerindeki yumuşaklığı ve sabah parıltısını gördüğümde, içimdeki karışık duygular biraz daha çözüldü. Emin’in yanındayken ne kadar şanslı olduğumu anladım. Hem heyecan, hem huzur, hem de biraz utangaçlık... Hepsi bir aradaydı.

Küçük bir tebessüm yayıldı dudaklarıma. Elini tutmak istedim. Bu tuhaf ama bir o kadar da güzel sabah ânı, içimde hep saklamak istediğim bir hatıraya dönüştü. Ve o an, bir kez daha anladım: Emin’in yanında uyanmak, güne güzel başlamanın en tatlı yoluymuş.

Bir süre sonra biraz utanarak “Hadi kalkalım, işlerimiz var bugün,” dedim, ama o ne yapıyordu?
Elini yüzüme uzattı, saçlarımı, yanağımı okşamaya başladı. Narin dokunuşları irademi biraz daha zorluyordu. Gözlerimi kısarak gülümsedim.

“Biliyor musun, sabahları böyle geçirmenin ne kadar sevap olduğunu düşündüm de… Hem sevap hem de keyifli, ikisi bir arada. Kalkmak niye ki?”

Kıkırdadım. “Senin bahanelerin bitmez. Ama kalkacağız, bugün işlerimiz var.”

“Peki,” dedi, biraz daha uslanmış gibi. “Ama önce şu öpücük seremonisini tamamlarsak… Sadece birkaç tane daha…”

Yanağıma, alnıma, yüzüme küçük öpücükler kondurmayı sürdürdü.

“Tamam, tamam,” dedim kararlı olmaya çalışarak. Oysa eriyordum o an. “Ama artık gerçekten kalkacağız, tamam mı?”

Emin muzır bir bakışla başını salladı. “Anla artık, ben seni böyle bırakmam, kalkmaya niyetim yok. Daha bir sürü bahane bulurum.”

Gülsem de “Yeter artık. Seninle uğraşmak bir maraton,” diye kalkmaya yeltendim.

O da güldü. Emin’in sıcaklığından kopup kalkmaya hazırlanırken, aslında o huysuzluğun, o alaycılığın ve sevginin birlikte ne kadar güzel olduğunu düşündüm.

 

 

Bugün okuldan sonra Yusuf’la görüşmek zorunda kalmıştım. Öğretmenimizin verdiği görev sebebiyle, yakında yapılacak olan büyük bir etkinlik ve organizasyon için konuşmamız gerekiyordu. Aslında pek uzun sürmemişti. Az ve öz tutmuştuk. On, belki on beş dakika tutmuştu konuyu halletmemiz. Ama otobüsü kaçırınca diğerini beklemek zorunda kalmıştım.

Yusuf eski duygularını bir kenara bırakmış gibi davranıyordu; ama ben yine de temkinliydim. Konuşmalarımız tamamen iş ve organizasyonla ilgiliydi. Ona karşı her zaman saygılı ve nazik olmaya özen göstermiştim, ama yanlış bir izlenim de vermek istemiyordum. Yusuf’a da bunu belli etmeye çalışmıştım. Davranış ve sözlerim normal görünse de, belirgin sınırlar vardı. Onunla aramdaki çizgiyi korumak, aynı zamanda onu incitmemek zorundaydım.

Emin’den bir şey saklamıyordum. Mesaj attığında evde değil otobüste olduğumu öğrenince nedenini sormuştu, söylemiştim. Saklamamıştım; her şeyi olduğu gibi anlatmıştım. Anlayacağını, bunu sorun etmeyeceğini düşünüyordum. Sonuçta aramızda güven vardı, birbirimize dürüst davranıyorduk.

Ama Emin eve geldiğinde suratında belirgin bir asıklık vardı. Kapıdan içeri adımını atar atmaz, gözlerindeki o gölgeyi fark ettim. Gözlerini benden kaçırıyor, ağır ağır yürüyordu. Sanki içi dolu bir volkandı. Patlamak üzereydi ama ne zaman alevleneceğini bilmiyordu.

Maalesef ki o an gelmişti. Akşam yemeğini yemiş, içeride oturuyorduk. Konu malum meseleye gelivermişti. Gözlerindeki kıvılcımlar, onun içindeki kıskançlığın ve endişenin habercisiydi.

Birkaç dakikadır ona her şeyin yolunda olduğunu anlatmaya çalışıyordum, ama sanırım başarılı olamamıştım. Emin’in gözlerindeki o karanlık hâlâ oradaydı; yumuşamak bir yana, sertleşiyordu.

“Yusuf’la oturup konuşman sence doğru mu? Gerçekten gerek var mı?”

Sesi, odanın içindeki havayı keskin bir bıçak gibi yarıyordu. Soğuk, sorgulayıcı ve yorgundu.

Yüz ifademde, kararlılık ve kırılganlık birbirine karışmıştı. Yine de sakin kalmayı seçtim. Hem kendimi savunmak, hem de durumu yumuşatmak istiyordum.

“Gerek vardı, Emin. Konuşmamız gerekiyordu. Kötü bir şey yapmadım.”

Emin biraz daha ciddileşti. “Sana ilgi duyan biriyle neden muhatap oluyorsun? Başkası yapsın, ya da başkasıyla yap. Okulda adam mı kalmadı?”

Sanki kalbim sıkıştı. Emin’in sesindeki sorgulama dolu ton, içimi acıtıyordu. Ruhuma yara bırakıyordu. Gözlerim dolmaya başladı.

“Sen beni anlamıyorsun! Ben sadece normal davranıyordum. Sınırlarımı korudum, kendimi ifade ettim. İşimi bitirdim, kalktım gittim.”

Emin derin bir nefes aldı, gözlerini kaçırdı ve sonra tekrar bana baktı. Omuzları gerilmiş, vücudu gergindi. Daha önce hiçbir tartışmamızda olmadığı kadar kırıcı şekilde çıkıştı.

“Asıl sen anlamıyorsun! Ben seni korumak istiyorum. Ama sen söylediklerime kulak vermiyorsun.”

O anda, aramızda görünmez bir duvar yükselmiş, iki yabancı gibi durmuş, birbirimizin dünyasına ulaşmaya çalışıyorduk. Fakat engelleri aşamıyorduk. Bu gidişle de aşamayacaktık.

“Ben kendi sınırlarımı biliyorum, Emin,” dedim, biraz daha sertleşen sesimle. “Kimse beni kandıramaz. Beni anlaman gerekiyor, sadece koruman değil. Ama sen bana güvenmiyor havası veriyorsun. Bu, sevgiden değil, korkudan kaynaklanıyor, farkında mısın?”

Emin’in yüzü sertleşti; kaşları çatıldı. İçinde kopan fırtınayı kontrol etmekte zorlanıyor gibiydi. Sanki kendi içinde savaşıyordu.

“Bu korku, senin için!”

Benim için korktuğunu söylüyor. Ama o korku beni uzaklaştırıyor ve bir nevi esir alıyor.

Öte yandan, içimde tanımlanması zor bir his büyüyordu; korku, endişe, kırgınlık, ürkmüşlük ve biraz da çaresizlik.

Emin’in içindeki o fırtına, bana çarpan soğuk bir rüzgar gibiydi; beni ürpertiyordu. Gözlerindeki karanlık, derin bir uçurumu andırıyordu ve düşmekten korkuyordum. Kendi korkularının içinde boğulurken, ben de onunla birlikte boğuluyordum.

“Gereksiz bi korku! Seni kör etmiş. Ben sadece sana karşı dürüst olmaya çalışıyorum. Ama bilseydim, söylemezdim, Emin! Pişman oldum.”

Cümlem bitince gözlerimi Emin’in gözlerinden kaçırdım. Ellerim istemsizce titriyordu. Aramızdaki soğukluk derinleşti. Odanın atmosferi ağırlaştı; nefeslerimiz hızlandı. Bir an ikimiz de sessiz kaldık. Kalbim kırılmış, ama aynı zamanda anlamsızca yorulmuştum. Konuşmaya devam ederek yaraları daha da derinleştirmekten çekiniyor gibiydim.

Bir adım geri çekildim. Sessizce odamın yolunu tuttum, arkamdan kapıyı usulca kapattım. Kapıya yaslandım, sırtımı dayadım, gözlerimi kapattım ve derin bir nefes çektim. İçimde kopan duygular birbiriyle çarpışıyordu; kırgınlık, özlem, umut ve pişmanlık… Hepsi bir arada.

Neden böyle oldu, bilmiyorum. Emin’in korkusunu anlıyorum, beni sevdiğini de. Ama bu hal, beni ne kadar yoruyor, anlatamam. Sanki ben değilim mesele, sanki ben suçluyum. Kendimi savunmak zorunda kalmak, “Güven bana” demek ne kadar yıpratıcı. Kendi kendime diyorum ki “Berra, güçlü olmalısın, sen ayakta kalmalısın,” ama içim paramparça. Kırılıyorum.

Ve en çok da, ben ona ne kadar dürüst olsam dahi, o hâlâ içinden bir şeyleri sorguluyor, kaygılanıyor. Bu kaygı ve endişeler, beni yavaş yavaş tüketiyor.

“Beni neden böyle görüyorsun? Neden hep şüpheyle yaklaşıyorsun?” diye içimden geçirdim. Kızgınlığım, kırgınlığımla karışmıştı. Keşke bazen şu korkularını bir kenara bıraksa. Keşke biraz daha bana güvenebilse. Bu kadar zor mu?

Yatağıma oturdum. Düşüncelerim bir iplik yumağı gibi birbirine dolanmıştı; her biri farklı bir his taşıyor, beni huzursuz ediyordu. “Acaba kendimi gerçekten anlatabildim mi?” diye düşündüm. Gözlerimi kapattım, derin bir nefes çektim. İçimde sevgiyle kırgınlık arasında incecik bir ipte yürür gibiydim. Emin’in beni korumaya çalıştığını biliyordum, sevdiğini de… Ama bugünkü konuda gerçekten anladığını hissedemiyordum.

O an birdem aklıma, Emin’e “Seni seviyorum” dediğim o ilk akşam geldi. “Bunu duymak iyi geldi,” demişti. “Çünkü kendi babasının, dedesinin, hatta yakınlarının bile sevmediği biri için, birinin onu gerçekten sevdiğine inanmak zor.”

O sözler kulaklarımda çınladı. Anlamı derin, yürek burkan bir gerçekti.

Emin hâlâ o yaraların izlerini taşıyordu; babasının sevgisizliği, dedesinin soğukluğu, etrafındakilerin ihmali… Tüm bu yaşantılar, onun kalbinde derin bir boşluk ve şüphe bırakmıştı. Sevginin varlığına değil, kalıcılığına inanamıyor, sürekli kaybetme korkusuyla yaşıyordu.

Evet evet. Emin’in bu tavrı ve kıskançlığı, aslında beni anlamamasından değil, kendi içinde verdiği bir savaştan kaynaklanıyordu. Sevgiyle kaybetme korkusu arasında sıkışıp kalmıştı.

Derin bir nefes daha aldım. Öfkem silinip gitti. Kalbimde hem şefkat hem de umut belirdi. Yusuf’la konuşmamın sadece bir zorunluluk olduğunu, onun beni kaybetmeyeceğini bir an önce fark etmesi gerekiyordu.

Kalbim yüklerden biraz olsun arınmış, sanki bir kapı aralanmıştı.

Çünkü Emin’i seviyorum; hem onu hem de kırılgan yanlarını.

Zaman sanki yavaşlamış, odanın duvarları daralmıştı. Yorgun şekilde yatağa uzandım. Yorganın altına girdim. Orada sıcaklığı ararken, hissettiğim yalnızlık o sıcaklığı daha da uzaklaştırıyordu.

Ne kadar vakit geçti bilmiyorum. Odanın kapısı yavaşça aralandı. Henüz uykuya dalamamıştım.

Emin yanıma yaklaştı ve tereddütlü bir şekilde yatağın ucuna ilişti. Gözlerinde pişmanlık ve şefkat vardı. Fark edebiliyordum. Bunu görmek içime su serpti.

“Berra…” dedi, sesi nazikti. Elini uzattı. İçimdeki buzlar biraz daha çözüldü. Ellerimizi buluşturduk. “Seni kırdıysam özür dilerim.”

Göz göze geldiğimizde, tartışırken aramıza örülen görünmez mesafe eriyip gitti sanki. “Ben de,” dedim parmaklarını hafifçe sıkarak.

Yorganı kaldırıp altına girdi ve yanıma uzandı. Beni kollarının arasına aldı. Bedenime sıcak bir huzur dalgası yayıldı.

“Benim derdim, yani korkum, seni kaybetmek. Bazen bu korku beni ele geçirip yanlış yerlere götürüyor, biliyorum.”

Boynuna doğru yanaşıp iyice sokuldum. “Biliyorum, Emin. Ben de seni anlamaya çalışıyorum. Ama korkacağın bir şey yok. Seni seviyorum. Hiçbir şey veya kimse bunu değiştirmeyecek.”

“Ben de seni seviyorum. Bu tatsız olaydan ders alıp, yeni bir başlangıç yapalım mı?”

“Hıhı,” dedim onaylarcasına. Sığınağıma, limanıma sarıldım. Nefesim boynuna vuruyordu. Kokusu ciğerlerime doluyordu. Onun varlığının verdiği güvenle rahatladım.

Emin saçlarımı okşarken, günün tüm gerginliği ve endişeleri kayboldu.

Bir süre sessizce öyle kaldık. Sonra Emin “Ben senle küs kalamıyorum,” deyiverdi. Yeni keşfettiği bi sırrı paylaşır gibiydi.

Gülümsedim. “Bu konuda farklı değiliz.”

“Anneme çekmişiz galiba.”

Başımı kaldırdım, gözlerim merakla parladı. “Ferhunde annem de mi öyleydi?” diye sordum. Kadınların çoğunun kaynana figürüne pek ısınmadığını duyardım hep, ama ben tam tersi, onu tanımak istiyordum. Emin’i o yapan, hayatında iz bırakan kadını merak etmemek vefasızlık olurdu.

Emin biraz geri çekildi. Yüzümü görmek ister gibiydi. Bakışları gözlerime kilitlendi. Şaşırmış, aynı zamanda fazlasıyla memnun ve mutlu olmuştu.

“Ferhunde… annem mi dedin?”

Benim için uzun zaman “Ferhunde teyze”ydi o. Ama şimdi, ağzımdan öyle çıktı; bilinçli, kararlı ve biraz da cesaretle.

Gözlerim birden doldu ve yumuşak bir hüzün kapladı içimi.

“Evet,” dedim usulca. “Çünkü senin anlattıklarından sonra, onu sadece bir teyze gibi anmak içime sinmedi. Biliyorum, hiç tanımadım onu. Ama senin gözünden gördüm. Ve o bir anneydi. Bizim annemiz.”

Emin’in yüzü hatları yumuşadı. Gözlerindeki o derin hüzün, yerini hafif bir mutluluğa ve içten bir sevinç parıltısına bıraktı. Sanki uzun zamandır beklediği bir haberi almıştı.

Bir an durdu, sonra ani ve samimi bir hareketle yanağıma doğru eğildi. Bir buse bıraktı. Sonra alnıma ve gözlerimin çevresine küçük küçük öpücükler kondurmaya başladı. Bu öpücükler, kelimelerden daha fazlasını anlatıyordu; içinde taşıdığı mutluluğu, sevgiyi ve minnettarlığı cömertçe paylaşıyordu benimle.

Gözlerimi kapatıp o anın tadını çıkardım; Emin’in sevinci, içimde yumuşak bir dalga gibi yayıldı. Kollarını nazikçe sardığında, dünya biraz daha sakin, biraz daha güvenli gelmişti bana. O an, birbirimize duyduğumuz sevginin ve kırılganlığın en saf halini yaşadığımızı hissettim.

Emin’in yumuşak öpücükleri bitince, yüzümde küçük bir gülümseme belirdi. Saçlarım alnımın bir yanına düşmüştü, biraz rahatsız ediyordu beni. Emin, parmaklarıyla nazikçe saçlarımı geri atarken, göz göze geldik. İçimden tatlı bir istek yükseldi.

“Saçlarımı örsene, Emin?”

Bir anlık duraksadı. Sonra yüzünde tanıdık bir şaşkınlık ve tebessüm belirdi. “Gerçekten mi? Ben mi?”

Başımı usulca salladım. “Evet. Bunaldım. Hem ellerin değsin istedim.”

Emin beni serbest bırakıp doğruldu. “Gel bakalım,” derken sesi sıcak ve davetkârdı.

Ben de hemen doğruldum, dizlerimin üstünde onun önüne geçip oturdum, sırtımı ona döndüm. Saçlarımı ellerimle öne süpürdüm, sonra omuzlarımın üzerinden hafifçe arkaya bıraktım. Emin’in elleri saçlarımın arasında gezmeye başladı; temkinli ama emin dokunuşlarıyla saç uçlarıma ulaştı ve yavaşça örmeye başladı.

“Emiiin?!”

“Hımm?”

“Sana bi soru!” dedim, ufak bir tebessümle.

“Yolla gelsin.”

“Yıllar önce Buğlem’le kuaförcülük oynamak için sana saç örmeyi öğretirken, bir gün böyle benim saçımı öreceğini hiç tahmin eder miydin?”

Emin, bir an sustu. Parmakları saçlarımın arasında dolaşırken duraksadı.

“Hiç tahmin etmezdim,” dedi sonra. “Ama iyi ki tahmin etmedik. Çünkü böyle daha kıymetli oldu.”

İçimde derin, tarifsiz bir huzur yayıldı. Bu küçük an, kalbimde yıllarca saklanacak bir anı gibi.

Örgümü tamamlayınca arkadan kucağıma doğru eğildi. “Bitti. Ama biraz yamuk olmuş olabilir.”

Gülümsedim. “Emin, ben sadece örülmesini istemiştim. Şekli önemli değil. Ellerindi asıl mesele olan.”

Arkamdan sarıldı. Çenesini omzuma koydu. Kalbimde kuşlar kıpırdadı. Usulca başımı ona yasladım. Minnet ve sevgiyle dolup taştım.

 

Bölüm : 11.08.2025 00:40 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...