

"Her şey bir mucize, sen bakmayı bilirsen."*
✦
3 yıl sonra
İnsan sabit varlık bir varlık değildir. Aynı nehirde iki kez yıkanamamak gibi, aynı hâlde de iki kez kalamayız. Bir saat önceki ben ile şu anki ben arasında ince de olsa bir fark vardır. Bir yıl önceki kimliğimiz, bugünkünden apayrıdır. Her gün, her tecrübe, her karşılaşma bizi başka bir renge boyar; bazen farkında olmadan, bazen gözlerimizin önünde, açık seçik.
Üniversite hayatım da işte böyle bir keşif yolculuğu olmuştu benim için.Allah'ın ömrüme bahşettiği güzel dostlarla, tanıştırdığı iyi insanlarla bu dönem çok daha kıymetli hâle gelmişti. Zaman zaman gerek eğitim hayatımda, gerek insan ilişkileri ve evliliğimde, gerek de kendi içimde yaşadığım zorlu anlar, yorulduğum vakitler, bunaldığım olaylar, karşılaştığım imtihanlar olmuştu. Ağladığım, içime kapandığım, dünyadan kaçmak istediğim bazı zamanlar vardı. Fakat, bunların arasında sıkışıp kalmışken bile, şükretmem gereken nimetleri düşünerek teselli bulmaya, O'nun verdiklerine razı olmaya çalışıyordum.
Bu üç yılda yaşadıklarım beni bambaşka bir insan yapmıştı. On dokuz yaşındaki Berra ile yirmi ikisindeki Berra'nın bile arasında fazlasıyla fark vardı. Ve bu, yalnızca birkaç yılın getirdiği olgunluk değildi. Düşüncelerim, bakış açım, duygularımı tartış biçimim değişmişti. Her geçen günün, her zorluğun, her insanın, her sürecin insana bir şey kattığını, hamur misali yoğurduğunu görmüştüm. Bundan altı ay sonra da başka bir Berra olacaktım muhtemelen. Fark etmek isteyince o değişimler küçüğüyle büyüğüyle insanın karşısına seriliyor ve hem ürpertip hem hayrete düşürüyordu.
İlişkilere bakışım değişmişti mesela. Önceleri, dostlukların ömürlük olacağına inanırdım. Yanımda olan herkesin hep yanımda kalacağını sanırdım. Edindiğim ve sonrasında kaybettiğim bazı dostlar ve bir kaç deneyimin ardından, insanların da hayatımızda bir ömrü olduğunu, hepsinin sonsuza dek yanımızda kalamayacağını, kimisinin kısa bir süre, kesiminin daha uzun, kimisinin geçici olduğunu öğrenmiştim.
Herkes bizi sevmek zorunda da değildi mesela. Yahut, sevse dahi, bizle vakit geçirmek zorunda değildi. Bizi sevenlerin bile başka öncelikleri, farklı hayatları olabiliyordu. Bazıları yalnızca 'sınıf' arkadaşımız olurken, bazıları 'iş' arkadaşımız, bazıları 'okul' 'üniversite' 'lise' arkadaşımız, 'yakın' arkadaşımız, 'ekip' arkadaşımız olabiliyordu. Herkesin konumu ve rolü farklıydı ve bunu kabul etmek gerekiyordu. Değer verdiğimiz bir sınıf arkadaşıyla ders dışında vakit geçirmemek o ilişkiyi zedelememeliydi. Sosyalleşeceğimiz insanlar farklı olabilirdi.
Eskiden bu gerçeği kabul etmek bana zor gelirdi. Bir dostla bağlarım kopunca, içimde derin bir boşluk hissederdim. Oysa şimdi biliyordum ki kimsenin sonsuza dek kalması gerekmiyordu. İnsanlarla paylaştığımız zaman da, emek de, hatıralar da kendi süresini doldurduğunda bitiyor, yerini yenilerine bırakıyordu. Bu çeşitlilik bir eksiklik değil, hayatın ta kendisiydi.
İnsanı olgunlaştıran şey, kayıpları kabullenebilmekti. İnsan ilişkilerinde ısrarla her dostluğu sonsuza taşımaya çalışmak, aslında hayata direnmekti. Oysa bıraktığında, vedalaştığında, yeni olanlara yer açıyordu. Bu da bana gösterdi ki, dostlukların ömrü, bir çiçeğin açıp solması gibi, kendi doğal zamanında tamamlanıyordu.
İnsanların ne kadar farklı olabildiklerini de öğrenmiştim. Aynı olayın iki kişide bambaşka yankılar uyandırabileceğini, aynı davranışın biri için önemsiz bir ayrıntı, diğeri için kırılma noktası olabileceğini... Tam da bu sebeple 'anlamaya çalışmak' eyleminin kıymetini kavramıştım. Karşımızdakini yargılamak yerine niyetini araştırmanın, sözlere değil de kalbe kulak vermenin, aradaki köprüleri sağlamlaştırdığını fark etmiştim. Sorunları iletişim kurarak çözmenin, saygıyı ve güzel üslubu elden bırakmamanın, karşılaştığımız her rahatsız edici tavrı üzerimize şahsi olarak alınmamak gerektiğinin önemini anlamıştım. İnsanların davranışları, çoğu zaman bizimle değil, onların iç dünyalarıyla ilgiliydi. Bunu idrak ettiğimde, kaygılarım hafiflemişti.
Ayrıca, hayatımıza giren her kişi ve başımıza gelen her olaydan öğrenecek bir şeyimiz vardı. Hiçbiri gereksiz, lüzumsuz veya boşuna değildi. . En çok kırıldıklarım, en fazla incindiklerim bile aslında bana çok şey katmıştı; varken varlığıyla, gittiklerinde gidişleri ve yokluklarıyla...Kimisi sabrımı artırdı, kimisi sınırlarımı öğretip kendi değerimi hatırlattı, kimisi de kayıpların aslında bir kazanç olabileceğini gösterdi. İnsanın iç dünyası tıpkı bir defter gibiydi; her gelen, oraya bir satır yazıp gidiyordu.
İsteklerimizin ve istekliliğimizin değişebileceğini de öğrenmiştim. Bunun çok normal olduğunu, bugün canla başla ve hevesle giriştiğim bir işin belki bir yıl sonra beni yorabileceğini, ara vermek isteyebileceğimi görmüştüm. Bu değişimi kabullenmek, kendimize karşı anlayışlı olmak gerekiyordu. İnsanın her daim aynı arzularla yanıp tutuşmasını beklemek haksızlıktı. Kalbin de, aklın da dinlenmeye, yenilenmeye ihtiyacı vardı.
Sonra, duygularımı daha iyi tanımaya başlamıştım. İhtiyaçlarımı, beklentilerimi, benliğimi, özümü duymaya başlamıştım. Hatta bilinçli olarak oturup düşünmüş, yazmış, liste çıkartmıştım. Ben kimdim, neleri severdim, nelerden hoşlanmaz, nelere tahammül edemezdim? İnsanlar beni nasıl tanımlardı? Ben kendimi nasıl görüyordum? Güçlü yanlarım nelerdi? Zayıf ve güçlendirebileceğim yanlarım nelerdi? Törpülemem gereken özelliklerim, çoğaltmak istediğim güzel huylar, iyileştirmek istediğim ahlaki yanlarım, hedeflerim, amaçlarım, gayem... Kendimi tanıdıkça hayatım ve ilişkilerim daha kolay hâle gelmişti. Alacağım kararlar, hatta yaptığım ve hissettiklerimi anlamlandırmam bile bu durumdan etkilenmişti. Bütün bunlar bana insanın, kendisini tanıdıkça Rabbine daha yakın hissettiğini de göstermişti. Çünkü kendi nefsini tanımak, aslında Rabbini tanımanın da bir basamağıydı. Hatalarımı fark ettikçe affa muhtaç olduğumu, güzelliklerimi gördükçe şükre muhtaç olduğumu daha derinden hissettim.
Ve elbette hayatımın en belirgin, en sarsılmaz gerçeği vardı: evlilik. Evliliğin yalnızca tatlı anlardan, tebessümlerden ve romantik hatıralardan ibaret olmadığını, aksine kimi zaman yorucu, kimi zaman sabır isteyen zorlu dönemlerle de örülü olduğunu yaşayarak görmüştüm. Birini ne kadar çok sevmiş olursanız olun, ilişkinin içinde çatışmaların, küçük sürtüşmelerin, kırgınlıkların mutlaka var olacağına şahitlik etmiştim. Çünkü insan kalbi birbirine ne kadar bağlı olursa olsun, iki farklı dünyayı, iki ayrı bakış açısını aynı çatı altında buluşturmak her zaman kolay olmuyordu.
Öğrendiğim en önemli şeylerden biri de şuydu: Hiçbir ilişki sorunsuz değildir. Aksine, asıl kıymetli olan şey problemleri nasıl ele aldığımız, onları büyütmek yerine çözmeye çalışıp çalışmadığımızdı. Zira her tartışmanın ardından iki ihtimal doğuyordu: ya aradaki bağı daha da güçlendiren bir anlayış gelişiyor, ya da incitici sözler ve kırgınlıklar gönüllerde onulmaz yaralar açıyordu.
Bizim için asıl mesele, sorunların üstesinden gelmek için gösterdiğimiz çabaydı. Ortak bir noktada buluşabilmek, sabırla dinlemek, susmayı da konuşmayı da yerinde bilmek... Her defasında durumu tatlıya bağlamaya çalışmak, kırılganlığımızı şefkatle örtmeye gayret etmekti.
Fakat zaman zaman, tüm iyi niyetimize rağmen çözemediğimiz meseleler de oluyordu. İstiyor, uğraşıyor, hatta bazen gece boyu konuşuyor; ama yine de bir çıkış yolu bulamıyorduk. İşte o noktada anladık ki evliliğin sırrı sadece çözüm bulmakta değil, çözülemeyenlerin ilişkiye zarar vermesini engellemekti. Karşıdakinin duygusunu anlamaya çalışmak, onun bakış açısına değer vermek, kendi haklılığımızın gölgesinde onun incinmişliğini fark edebilmek, bazen bir adım geri çekilmek; anahtar hakikatlerdi. Birbirimizi tolere etmenin, şefkati elden bırakmamanın ve en önemlisi sevgiyi kavga konusunun dışında tutabilmenin ne kadar kıymetli olduğunu fark etmek gerekiyordu. Çünkü günün sonunda evlilik, sadece birlikte yaşamak değil; birlikte yaşlanmayı, birlikte öğrenmeyi, birlikte olgunlaşmayı göze almaktı.
Evlilik, bir bahçeyi andırıyordu. Güllerle birlikte dikenler de vardı; bazen çiçekler açıyor, bazen fırtınalar savuruyordu dalları. Ama emek verildikçe, o bahçenin rengârenk kalması mümkündü. Bizim de yaptığımız tam olarak buydu. Küçük anlara kıymet vermek, hayatın sıradan günlerinde bile birbirimizi sevmek... Ve en önemlisi, sevgiyi yalnızca kalpte bir duygu olarak değil, her gün yeniden inşa edilen bir eylem olarak görmek.
Bütün bunlar ve çok daha fazlasını, son üç yılda hayatın bana sunduğu imtihanlarla adeta iliklerime kadar hissetmiş, ayrıntılarıyla içselleştirmiştim. Zaman, beni dönüştüren ve olgunlaştıran bir öğretmen gibiydi; her geçen gün bana yeni bir ders, yeni bir sınav, yeni bir bakış açısı sunuyordu. İnsan, başına gelenlerle yoğruluyor, sabırla ve mücadeleyle yoğruldukça başka bir kimyaya bürünüyordu.
Hayatın akışı, tıpkı gökyüzünde sürekli genişleyen evren gibi, durmaksızın hareket hâlindeydi. Ben de o evrenin küçük ama eşsiz bir parçasıydım. Kendi içimdeki dönüşümü fark ettikçe, insanın aslında hiçbir zaman aynı kalmadığını daha net görebiliyordum. Bugün hissettiklerimle dün hissettiklerim arasında derin farklar vardı; acılarım bile değişiyor, sevinçlerim başka renklere bürünüyordu. Belki de hayatın en şaşırtıcı yanı buydu: Değişim kaçınılmazdı ve insan, ister kabul etsin ister direnmeye çalışsın, bu dönüşümün parçası olmaktan kendini alıkoyamıyordu.
Kısacası, yaratacının her an genişlettiği, değişim hâlinde olan evren gibi, insan da her an değişiyordu.
Ama öğrendiğim en kıymetli hakikat; değişen, eksilen ya da çoğalan her şeyin ötesinde, bâki kalan birinin varlığıydı. İnsanın tek ve en gerçek, en yakın dostunun Allah olduğunu tekrar ve tekrar görmüş, buna şahitlik etmiştim. İnsanlar kimi zaman yanınızda olur, kimi zaman uzaklaşır; sevgiler güçlenir ya da zayıflar; umutlar bile bazen solup gidebilir. Fakat Allah'ın varlığı ve merhameti, tüm bunların ötesinde daima sabit ve sarsılmaz bir hakikat olarak kalır.
Her şeyden ve herkesten önce O'nunla aramızı iyi kılmamız gerektiğini, asıl bağın O'nunla kurulması gerektiğini düstur edindim kendime. O'na sığındığımda, O'ndan yardım istediğimde, bütün fırtınaların ortasında bile içime bir huzur, bir sükûnet iniyordu. Gönlümde taşıdığım karmaşalar yatışıyor, kalbimdeki taşlar hafifliyor, içimdeki boşlukların üzerine tatlı bir esinti doluyordu. Bu hâl, dünya yüklerinin altından kalkabilmem için bana verilmiş görünmez bir armağan gibiydi.
İnsanın kalbine inen sekinet, hiçbir sözle anlatılamazdı. Ne bir insanın tesellisi, ne de dünyanın tüm güzellikleri bu hissin yerini tutabilirdi. Bu şefkatli huzurla beraber, sorunlara daha yumuşak bakmayı, insanlara daha merhametle yaklaşmayı, hayata daha derin bir sabırla katlanmayı öğreniyordum. Ve biliyordum ki, ben bu yolda yürüdükçe O hep yanımda olacaktı. Çünkü Rabbimle kurduğum bağ, hayatın en çetin fırtınalarında bile beni ayakta tutan en sağlam dayanak olmuştu.
Bütün bunları düşünürken bu kampüsteki üçüncü yılımın sonuna gelmiş olmanın verdiği şaşkınlığı da yaşıyordum. Haziran güneşi etraftaki çimleri aydınlatıp ılık bir rüzgar ağaç dallarını sallandırıyordu. Fakültenin bahçesindeki (resmiyete dökmesem de herkesçe bilinen) tapulu yerim olan çınar ağacının gölgesinde oturuyordum. Sırtımı onun güçlü gövdesine dayamıştım. Yıllardır sırlarımı dinleyen, suskunluğuma şahitlik eden kadim bir dost gibiydi. Bol feracem sayesinde rahatça bağdaş kurmuş, karşımdaki tören alanına bakıyordum.
Yarın burada mezuniyet töreni gerçekleşecekti. Dört yılın yükünü, sevinçlerini, yorgunluklarını, kahkahalarını ve gözyaşlarını sırtlarında taşıyan arkadaşlarım, ailelerinin gururlu bakışları altında cübbelerini giymiş şekilde mezun olacaktı. Evet, üst dönemlerden bir çok arkadaşım vardı ve onların güzel gününe ben de şahit olacaktım nasipse. Davetliydim. Hepsine küçük birer hediye hazırlamıştım.
İçimde garip bir burukluk vardı. Artık okulda onları göremeyecek olmaktan dolayı üzgündüm. Oysa onlar, hayatımın bu dönemine kıymetli renkler katmış insanlardı. Özleyecektim. Fakat, biliyordum; ne kadar hüzünlensek de, duygulansak da, bu kaşınılmaz bir gerçekti: insanlar hayatımızdaki ömrünü doldurunca usulca ayrılıyordu. Yahut eskisi kadar sık, yüz yüze görüşmeden de ilişkiler sürebiliyordu.
Bir dakika, bir dakika! Bir bakmışım, seneye tam buradan, bu alana yine bakıyorum; ama bu defa üzerimde cübbem var... Çınar ağacının gölgesinden kalkıp o tören alanına yürüyorum. "İşte, buradayım. Yıllardır hayalini kurduğum noktadayım." diyeceğim belki içimden.
Ve buna tam bir yıl var! Ne ara üç yıl geçti? Daha dün gibi geliyor ilk günkü heyecanım, koridorlarda yolumu bulamayışım, kütüphanenin kokusuna yabancılığım, kantinde oturduğum ilk masa... Hepsi o kadar taze ki sanki zaman beni hiç beklemeden, koşarak ilerlemiş.
Bu zaman dediğimiz şey, bir göz açıp kapayıncaya kadar geçen anlardan ibaretmiş. Dün gibi başlayan bu serüven, yarın gibi bitecek. O bir yıl kesin çabucak geçecek. Ve ben 'geçen sene çınarın altında bu anı hayal etmiştim' diyeceğim. Ama işte güzelliği de burada: ben, bu gölgenin altında otururken hem dünün çocuğuyum, hem bugünün öğrencisi, hem de yarının mezunu.
Bir an dalıp gitmişim. Bu düşünceler arasında yüzümde farkında olmadan bir tebessüm oluşmuştu. Omzuma dokunan bir el beni gerçek âna geri çekti. Yanıma döndüğümde Ecrâ'yı çimlerin üzerine dizlerini dayayıp çömelmiş halde buldum. Yorgun ama sıcak bir gülümsemeyle bakıyordu. Geçen sene bir sosyal yardım faaliyetinde tanışmıştık. Tatlı biriydi. Gözlerindeki ışıltı, adeta samimi enerjisini taşıyordu.
"Selamün aleyküm," derken uçuşan saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı.
"Aleyküm selam!" diye karşılık verdim, dudaklarımda küçük bir tebessümle.
"Yine mekânındasın Berra."
Gülümsedim. "Aynen," dedim başımı sallayarak. Sırtımı dayadığım çınarın gölgesinde, feracem rüzgârla nazikçe savruluyor, ayaklarımın altında çimenlerin nemini hissediyordum.
"Sana bir şey soracaktım."
"Tabi buyur."
Sesinde hem acelecilik hem de tatlı bir çekingenlik vardı. "Son teslim tarihi bu hafta olan bir ödevim var. Raporlu olduğum için yapamamıştım henüz, acilen tamamlamam lazım. Evli kişilerle röportaj yapmam gereken bir ödev. Seninle de yapabilir miyim?"
Bir an tereddüt edip düşündüm. Birden evlilikle ilgili bir ödevin konusu oluvermiştim. İçimde hem şaşkınlık hem de tuhaf bir sıcaklık belirdi. Konu hassas ve ucu açık olduğundan biraz tedirgin oldum ve kararsız kaldım. Gözlerim Ecrâ'ya kaydı. Ümit ve heyecanla benden cevap bekliyordu. Ona yardımcı olmak istiyordum. İçimden "Aman Berra, en fazla ne olacak. Ödev işte, cevaplarsın," diye geçirdim.
Ecrâ'ya olumlu manada başımı salladım. "Tamam. Ama zor sorular sorma haa!"
Kıkırdadı. "Ayy çok teşekkür ederim! Sorular hocadan. Ama zor değil ya, hem ucu açık, istediğin gibi cevap verirsin."
"Tamamdır, anlaştık. Ne zaman yapalım?"
"Yarın olur mu?"
"Yarın mezuniyet töreni var ama?" diye düşündüm yüksek sesle, kafamda zaman çizelgesini hızlıca kurarken.
"Öncesinde yapsak? Sen kaçta gelebilirsin kampüse?"
Kısa bir an düşündüm. Yarın arkadaşlarıma tören öncesinde hediyelerini verip tebrik etmek için biraz erken gelecektim. Ecrâ için biraz daha erken gelsem sorun olmazdı herhalde. Zaten Emin de yarın sabahtan akşama dek çalışacaktı. Evde tektim, işim veya planım yoktu.
"Tamam, öyle yapalım. Ben öğlen namazından sonra geleyim o zaman. Önce senin röportajı yapalım, sonra tören kısmına geçeriz."
Ecrâ'nın gözleri hemen parladı, yüzündeki gülümseme daha da yayıldı. Sevinçle "Anlaştık!" dedikten sonra birden uzandı, kollarını boynuma dolayıp sarıldı. "Ayy Berra ya, çok sağ ol. Valla çok iyi bir insansın. Seni seviyorum. Canım benim."
Samimi sözleri üzerine utanıp mahçup olsam da, sarılmasına karşılık verdim. "İnşallah öyle olabiliyoruzdur canım. Ben de seni seviyorum. Hem işine katkım olursa ne mutlu bana."
O an bir huzur doldu içime. Eh sonuçta bir müminin ihtiyacını görenin, Allah da ahirette ihtiyacını görürmüş. Bu düşünce içimde bir güven ve tatlı bir dinginlik yarattı. İyiliğin karşılığını insanlardan beklemediğinde, O'ndan beklediğinde, anlamı daha da derinleşiyordu, değerleniyordu.
Ecrâ usulca geri çekildikten sonra ışıl ışıl parıldayan gözlerini bana çevirdi. Her zamanki sakin hâlinin aksine bugün daha enerjik ve mutlu olduğunu fark etmiştim. Zor dönemlerden geçtiğini, zaman zaman buhranlara girdiğini bildiğim ve ona bolca dua ettiğim için, şimdi böyle olumlu gelişmelere şahit olmak beni sevindirmişti. İçimden ona tekrar dua ettiğim sırada söze girdi.
"Ben beş dakikaya bir röportaj daha yapacağım. Kalkmam gerek. Sonra görüşürüz, tamam mı? Hem sana kahve borcum da olsun!"
Güldüm. "Tamam. Git sen, kolay gelsin. Allah'a emanet!"
"Sen dee!"
✦
"Hoop hoop! Beyefendi!"
Seslenişimle birlikte Emin kapının önünde duraksadı ve elini anahtardan geri çekip bana döndü. Bakışlarını noluyor dercesine üzerime çevirirken, ona doğru yavaş adımlarla ilerlemeye devam ettim.
"Bana öpücük vermeden mi gideceksiniz acaba?" dedim tatlı bir şekilde, kınarcasına. Aynı anda önünde durup kollarımı boynuna doladım. Şaşkınca yüzüme baktı. Göz göze geldiğimiz an, içimde hem özlem hem de bir önceki geceki küçük kırgınlığın gerilimi dans ediyordu.
Uzanıp yanağına bir buse bıraktığımda şaşkınlığının yerini memnun bir gülümseme aldı. Dudaklarının köşesinde beliren gamze, kalbimde bir sıcaklık dalgası yarattı.
Dün gece yatmadan evvel sohbet ederken kendisini biraz kızdırmıştım. Çok kısa ama gergin bir tartışmanın ardından ben de ona kızmıştım. Sırt sırta verip uyumuştuk sonra.
Sabah kalkıp hazırlanırken dolaptan kıyafet aldığı sırada sesine uyanmıştım. Fakat uyuyor gibi yapmaya devam etmiştim. Geceki kızgınlığımı hatırladığımdan ötürüydü bu. Ama sonra Emin, odadan çıkmadan evvel alnımı öpmüştü. Benim de gözlerim dolmuştu. Dayanamamıştım. Zaten öyle pek gurur yapmayı beceremezdik ikimiz de. Onu bu şekilde işe göndermek içime sinmezdi. Peşinden kalkmış, hızlıca yüzümü yıkayıp gitmeden evvel ona son anda yetişmiştim.
Eh, Emin o sırada uyanık olduğumu bilmiyor. Şimdi ben kalkıp böyle onu yakalayınca, dün akşamki küçük tartışmadan geriye kalan tek bir kırıntı bile olmadan 'öpücük vermeden mi gideceksin' azarı çekince şaşırması normal.
"Vermem mi," dedi kısık bir sesle. Elini belime dolarken, nefesi yüzüme çarptı. Uzanıp yanağıma bir buse bıraktı. "Hayırlı sabahlar birtanem."
Sabah sabah nereden geliyordu bu nazlı yükleniş, anlamadım. Ama ona iyice yanaştım. Gözlerim parladı, dudaklarım iki yana kıvrıldı. Gece sarılıp da uyumadık diye bu özlem, kesin!
Tatlı bir isyanla cevapladım: "Hayırlı sabahlar. Ama bunu saymıyorum."
Güldü. Yüzündeki uykulu hâl silinip giderken yerini derin bir mutluluk aldı. Oyunbaz ses tonunu kulandı. "Hıım, yetmedi mi?"
"Iııh," dedim onaylamazcasına. Hem de hiç.
Gülümseyerek önce diğer yanağımı, ardından elmacık kemiğimi ve son olarak çenemi öptü. Her öpücük, içimde küçük bir huzur patlamasına dönüşüyordu. Ama yetmemişti.
Kararlı bir şekilde öne doğru eğildim ve dudaklarımı ona doğru yaklaştırdım. Bir davetti. İşte, bu öpücük yetecek. Bu sabahki özlemimi, geceden kalan soğukluğu, tüm küçük kırgınlıklarımızı silip süpürecek.
Emin, bir an duraksadı; gözlerinde fark edişin parıltısı belirdi. Hemen anladı. Aramızdaki mesafeyi kapatıp dudaklarını benimkilerle buluşturdu. Vücudumu ona tamamen yasladım. Her dokunuşumda ona olan özlemim, hayranlığım ve sevgim yoğunlaşıyordu. Birkaç saniyelik temas gibi görünse de, tüm sabahın, tüm gecenin birikimiydi bu. İçimde hem tatlı bir huzur hem de tarifsiz bir coşku vardı.
Geri doğru çekilip yüzümü nazikçe ellerinin arasına aldı. Bakışları derin derin kahverengi harelerimde dolandı. Parmak uçları çenemin hatlarında gezindi. "Seni seviyorum. Sana kıyamam."
Gözlerim nemlendi ama ağlamamak için kendimi tuttum. "Ben de," diye karşılık verdim. Yanağına, kulak dibine küçük bir öpücük kondurdum.
Emin saçlarımı usulca okşarken, az önceki seslenişimi bir oyuncu edasıyla taklit etti. "Hanımefendi! Sabah sabah aklımı çeldiniz. Ben şimdi sizi bırakıp nasıl işe gideceğim?"
Memnuniyetsiz bi şekilde dudaklarımı büktüm. "Akşam dönüşünüzü düşünerek, kıymetli beyefendiciğim..."
Burnunu saçlarımın arasına daldırdı ve kokumu içine çekti. Hücrelerimde titreşimler hissettim. "Hıım, diyorsun?"
"Hıhı, diyorum."
Alnıma dudaklarını bastırdı. Ardından zor da olsa kollarını üzerimden nazikçe ayırdı. "Akşam görüşürüz o zaman, inşaallah."
"Görüşürüz. Allah'a emanet ol, canım."
"Sen de."
Emin kapıyı açıp çıkarken bir kez daha "Allah'a emanet ol," demekten kendimi alamadım. Evde yalnız kaldığımda, az önceki yakınlığını, dokunuşlarının hafif baskısını, bakışlarının derinliğini ve dudaklarının sıcaklığını sanki yeniden hissettim. İçimde öyle bir huzur bırakmıştı ki, kısa bir an gibi görünse de, bütün gün bu enerjiden besleneceğim aşikardı.
Gönlüm rahat bir şekilde odamıza döndüm. Yatağı düzelttim. Giyeceğim kıyafetleri çıkartıp yatağın üzerine koydum. Bir şeyler atıştırdım, evi toparladım, dişlerimi fırçaladım, abdest aldım ve hazırlandım. Evden çıkıp kampüse doğru yol aldım.
Fakülteye vardığımda öğle ezanı okunmuştu. Mescide geçip namazımı kıldım. Uzunca dua ettim. Ardından röportaj için Ecrâ'ya nerede buluşacağımızı soran bir mesaj attım. Yoğun bir gün böylece başlamış oldu.
✦
Akşam vaktiydi. Koltukta yaslanmış, birbirimize sarılmış oturuyorduk. Ben Emin'in göğsüne başımı dayamış, nefes alışını dinlerken gözlerimi kapatmıştım. Kolları etrafıma dolandıkça, günün tüm yorgunluğu, telaşı ve koşturmacası yavaşça uzaklaşıyordu.
Emin'in parmak uçları saçlarımda dolaşıyor, dokunuşu içimi ısıtıyordu. Birbirimizin saçlarıyla oynamaktan, o telleri usulca okşamaktan ikimiz de çok hoşlanıyorduk. Emin, küçükken annesi bol bol bu şekilde onu kucağına yatırıp sevdiği için daha da çok seviyordu. Bazen durup dururken gelip kucağıma başını koyuyor, uzanıyordu. O anlarda ne istediğini artık kelimelere gerek duymaksızın anlıyor, kahverengi saç tellerinde usulca parmaklarımı dolaştırmaya başlıyordum. Kimi zaman bir yandan sohbet ediyor, kimi zaman sessizce öyle kalıp sadece ânı yaşıyorduk.
"Nasıl geçti günün bakalım?" dedi yanağını başıma yaslamış şekilde.
Gözlerimi açıp ona baktım. "Mezuniyet güzeldi. Her şey çok iyiydi. Arkadaşlarla vedalaşmak biraz hüzünlüydü ama..." Cümlemi bitirirken, içimde o an yeniden canlanan burukluğu saklayamadım.
"Kaç tane arkadaşın vardı mezun olan?"
"Tanıdığım on kişi falan vardı ama yakınım olan dört beş kişiydi."
"Hımm, baya varmış," dedikten sonra bir an duraksadı. Sonra tebessümlü ve çok daha canlı bir sesle devam etti. "Seneye de sıra sende nasipse, ha?"
Kalbim bir anlığına hızla çarpmaya başladı. Onun dilinden çıkan bu cümlede öyle bir umut, güven ve sevinç vardı ki, bana da tesir etti. "İnşallah!" dedim, "Ayy bugün bile duygulandım. Seneye kendiminkinde kesin ağlarım ben!"
Neşeli ve küçük bir kahkaha attı. "Niye ağlayasın ya? Sevinmen lazım, sevinmen."
Ona bakarken gülümsedim. İçimdeki çelişkiyi anlatmaya çalıştım. "Ay ama hem sevinip hem üzülüyor insan. Değişik bir şey."
Gülümsedi. Başını yana eğdi. Gözlerinde anlayışlı bir parıltı vardı. Bana öyle bir bakıyordu ki, sanki ne desem anlayacak, hangi duyguyu saklasam bulup çıkaracaktı.
Sonra, aklıma gelen meseleye ani bir geçiş yaptım. Bu düşünceyi ona açmadan duramazdım.
"Emin, bugün yüksek lisanstan bir iki tane, bir tane de lisanstan mezun olan abla, sahneye kucaklarında çocuklarıyla çıktılar. Biri siyahi bir abiydi, böyle küçücük, tombul yanaklı bir kızı vardı. İki yaşlarında falandı. Onun elini tutup da çıktı, diplomasını aldı. O kadar tatlılardı kiii! Görmen lazımdı!"
Sözlerimden taşan duygular, sesime de bulaşmıştı. Emin'in gözlerinde içten bir sıcaklık belirdi. Dudaklarının kenarı kıvrıldı, heyecanımı paylaşırcasına mırıldandı. "Çok iyiymiş."
"Ay hatta fotoğraflarını çektim, dur sana da göstereceğim!" diyerek kalktım ve sehpanın üzerindeki telefonumu aldım. Geri geldiğimde Emin'in kollarının arasına yeniden yerleştim. Galerimi açıp bahsettiğim abi ve kızının sahnedeki görüntüsünü buldum. Ekranı Emin'e çevirdim.
Yüzünde bir tebessüm belirdi. "Maşallah, tebarekallah. Gerçekten çok tatlı."
Telefonu kenarı bıraktım. Emin saçlarımı okşamaya devam ederken, başımı kaldırıp ona baktım. Yüreğimde kıpırdayan şeyler vardı. Önemli bir meseleyi paylaşacağım, yüz ifademden belli oluyordu.
"Ben bugün bir şey fark ettim, Emin."
Merakla ve dikkatle gözlerime bakındı. "Neymiş?"
"Kucağında çocuklarıyla yahut çocuğunun elinden tutup sahneye çıkan ve diploma alan öğrenciler var ya?"
Başını salladı. "Hıım?"
"Ben onlara çok özendim."
Emin küçük bir kafa karışıklığı ile beni incelerken, tam olarak neye varacağımı anlamaya çalışıyordu. Sanki o tek cümlede, bir anda binlerce farklı ihtimal açığa çıkmıştı. Kaşlarının arasında beliren ince çizgi, gelecek olan bir sonraki düşüncemi kestirmeye çalıştığının işaretiydi. Onu belirsizlikte bırakmamak adına devam ettim. Dudaklarımda biraz çekingen ve fazlasıyla samimi bir tebessümle ekledim:
"Ben de mezuniyetimde sahneye kucağımda evladımızla çıkmak istiyorum."
Şaşkınca yüzüme baktı. Kaşları hayretle havaya kalkarken, gözleri irice açılmıştı. Muhtemelen şu an bunu bir hevesle mi, hoşuma gittiği için mi, öylesine mi, yoksa gerçek ve ciddi manada mı söylediğimi tartmaya çalışıyordu.
Ben ise onun bakışlarını izlerken, içimden geçenleri susturamadım: Evet, ben bunu gerçekten istiyorum. Bu sadece tatlı bir sahne değil. Bu, seninle kuracağımız hayata dair samimi bir arzu, bilinçli bir niyet... Artık, ikimizin de hayallerinin aynı noktada buluşmaya başladığını görüyorum Emin.
Aslında, Emin daha önce bir kaç kez çocuk imasında bulunmuştu. Hatta ailelerimiz sık sık bu meseleye göndermede bulunurken, o beni düşünüp "Vakti gelince hayırlısıyla olur," demişti. Oysa ki baş başa kaldığımızda "Bir çocuğumuz olsa fena olmaz sanki," "Biz ne zaman evladımızı kucağımıza alırız hayatım?" gibi tatlı dokundumalar yapmıştı.
O anlarda içimde hem tatlı bir telaş hem de savunma duygusu yükselirdi. Okulla birlikte idare etmekte zorlanacağımı, henüz genç olduğumu, erken olduğunu, evliliğe biraz daha alışmam gerektiğini söylüyordum. Çünkü haklı bulduğum endişelerim ve kaygılarım vardı. Emin de anlayış gösteriyordu. Ara sıra meseleyi çıtlatsa da kulağıma karpuz çekirdeği kaçırmak amacıyla olduğunu biliyordum. Hatta son zamanlarda iyice ümidini kesmiş, uzun zamandır konusunu açmamıştı. Vazgeçmiş gibiydi, akışına bırakmıştı.
Tam da bundan dolayı, ilk kez bu meseleyi açan ben olduğumdan, teyit etme ihtiyacı duymuştu.
"Ciddi misin sen?"
Sözlerimle beraber taşıdığım ciddiyetin karşıya geçmesini isterken, yanaklarımın ateş gibi yanmasına engel olamıyordum. Yine de içimde saklı olan tereddütleri bastırıp kararlı şekilde başımı salladım. "Evet."
O tek kelimenin ardından dudaklarından süzülen gülüş öyle samimi, öyle saf bir coşku taşıyordu ki, kalbim göğüs kafesimi kırıp çıkacak sandım. Ela hâreleri adeta parıldadı. Sanki gözlerinde bayram sabahının sevinci vardı.
"Allaah!" diye bağırdı coşkuyla. Elini kolunu nereye koyacağını bilemeden bana doğru eğildi, yüzüme peş peşe öpücükler kondurmaya başladı. Heyecandan ne yaptığını bilmiyor gibi bi hâli vardı. Kahkahamı tutamadım. 'Çocuk gibi mutlu olmak' sözünün tam karşılığıydı şu an. Onun bu hâlini ve tepkilerini izlemek bile içimi sıcacık etti.
"Demek sonunda sen de bu konuda hemfikirsin ha?" Dedi, inanamaz gibi.
"Hıhı," dedim. Gülümsemem yanaklarımdan taşmış, gözlerime dek sinmişti.
Öpücüğünü bu kez dudaklarıma armağan etti. Sanki aramızdaki yeni bir anlaşmanın mührünü vuruyordu. Sesinde şakacı bir tını, gözlerinde ise kıvılcımlar vardı.
"O zaman hemen çalışmalara başlayalım?"
Utanmaktan kulaklarım ateş gibi kızardı. Elimi kaldırıp şaka yollu omzuna vurdum. "Ya Emin! Utandırma beni. Hem bi sindirelim şu kararı önce, azıcık dur."
Kahkaha atarak başını iki yana salladı. Ah o kahkaha... En huzurlu sığınağım.
Saçlarımı omzumdan usulca geriye itti. Parmaklarının sıcaklığını ensemde hissettim. "Tamam tamam. Sindir sen hayatım."
Sonra elime uzandı, parmaklarımızı birbirine geçirdi ve sıkıca tuttu. Sıkışını hissettiğim an, aramızdaki bağın ne kadar güçlü olduğunu yeniden idrak ettim. Ellerinin sıcaklığı içime yayıldıkça, sanki bütün korkularım, bütün tereddütlerim buharlaşıp yok oluyordu.
"Seninle gurur duyuyorum, sana hayranım, seni seviyorum... Ve bu duyguların hepsi bugün daha da coştu içimde."
Bütün varlığıyla bana yönelmişti. Sözlerinin ağırlığı kalbimde yankılandı ve boğazım düğümlendi. Uzanıp alnımı öptüğünde gönlüme ılık ılık şefkat, huzur ve güven duyguları aktı.
Elim istemsizce yüzüne gitti, sakallarını usulca okşadım. Oysa dokunuşumun ardında binlerce şey gizliydi: minnet, aidiyet, aşk, teslimiyet. "Ben de seni seviyorum... ve dahası."
Onun gibi uzun uzun tekrar etmeyişim üzerine sesli bir kahkaha attı. Ben de güldüm ve içimden "İyi ki" dedim. "İyi ki onunlayım. İyi ki bu hayatı onunla paylaşıyorum."
"Demek bi mezuniyet bu konuda fikrini değiştirdi ha? Allah'ın işine bak sen. Ben yıllardır kanına girmeye çalışıyım, tık demesin. Sahnede iki çocuk görsün, kendi istesin. Vay be."
Sözlerinin şakacı tonu beni gülümsetse de içinde kırgınlık taşımadığını biliyordum. Bana kızmıyor, aksine, şaşkınlığını saklamadan dile getiriyordu.
"Ama çok hoşuma gitti Emin. Onları görünce düşünmeye başladım. Çocukla birlikte hem hamileliği hem okulu yürütmüşlerse, ben de yapabilirim diye dedim. Hem nasılsa kocam da beni destekleyen biri, yardımcı olur, dedim. Bir de, Emin çocuklarla çok iyi anlaşıyor, çok seviyor, kendi çocuğu olmasını da çok istiyor, onu daha fazla çocuğunu sevmekten ve kucağına almaktan mahrum etmiyim dedim."
Sözlerim dudaklarımdan dökülürken gözlerim de Emin'in tepkilerini ölçmek için yüzünün her bir köşesinde dolanıyordu. Memnun bir şekilde avuçlarının arasındaki elimi kaldırıp dudaklarına götürdü ve öptü. "Çok iyi demişsin birtanem. Çok iyi demişsin... Hep böyle şeyler de sen. Yanındayım, destekçinim, evelAllah."
Yüreğim şükürle doldu. Başımı onun omzuna yasladım. Umutlar ve inançlar göğsümün tam ortasında çiçeklenip dallanıp budaklandı. Bizden bir parça olan küçük bir yavruyu kucağımıza alma hayali, evimizin duvarlarına şimdiden tatlı bir sıcaklık serpmişti sanki.
✦
Yaz havası evin içine ince bir sis gibi süzülmüştü. Pencere aralıktı; dışarıdan cırcır böceklerinin kesintisiz sesi duyuluyordu. Ilık bir rüzgâr, tülü usulca dans ettiriyordu.
Berra, sırtını yatağın başlığına dayamış, bacaklarını rahatça uzatmıştı. Üzerinde ince, açık yeşil bir gecelik vardı. Bir eliyle okuduğu kitabı tutuyor, diğer eliyle ise dizlerine yatan genç adamın saçlarını usulca okşuyordu.
Okuduğu hadis kitabında tam olarak evlilik bahsinin olduğu kısımdaydı. Yıllardır devam eden hadis okumalarını her seferinde farklı bir kitaptan devam ettiriyorlardı.
"Biriniz evlendiğinde dininin yarısını korumuş olur. Kalan yarısı için de Allah'tan korksun."
Gözleri satırlarda gezinirken yüreğinin içinde tatlı bir ürperti hissetti. Bakışları Emin'e kayarken, kalbinde derin bir şükür yankılandı. "Bu satırları tam da şimdi okumam tesadüf olamaz," diye düşündü. "Sanki Rabbim bana, evliliğimizin ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha hatırlatıyor."
Emin'in gözleri kapalıydı; yüzünde derin bir huzur ifadesi vardı. Göğsü ağır ağır inip kalkıyordu ve uzun süredir sessizdi. Berra'nın dizlerinde, parmak uçlarının sakin dokunuşlarıyla güvenle dinleniyordu.
Az sonra genç adamın dudaklarında, zihninden geçen düşünceler sebebiyle küçük bir tebessüm belirdi. Sonunda gözlerini açtı ve pozisyon değiştirip sırt üstü uzanır hâle geldi. Bakışlarını doğrudan eşine çevirip sessizliği bozdu.
"Berra?" dedi yavaşça. Önemli bir sır keşfetmiş ya da karmaşık bir problemi çözmüş gibi bir tonla konuşuyordu. "Ben hesapladım."
Berra kitabı indirip bakışlarını Emin'e çevirdi. Genç adamın neyi kast ettiğini merak ediyordu ve anlam verememişti. "Neyi?"
"Sahneye çocuğumuzla çıkman için artık onun var olması gerekiyor."
Berra hiç kıpırdamadan ona bakmaya başladı. Emin'in ela hârelerinde heyecan kıvılcımları tutuşuyordu. Kelimeleri özenle seçmesine rağmen sabırsızlığı cümlelere sığmıyordu.
Genç adam, daha ciddi bir ifadeyle devam etti: "Yani, daha oluşacak," derken parmaklarını tek tek kapatıp bir zaman çizelgesi çizer gibi ilerledi. "Dokuz ay geçecek, doğacak. Sen derslerini vereceksin, sonra o küçük insan azıcık büyüyecek..."
Her sözcükle Berra'nın kalbi daha hızlı atmaya başladı. İçinde bir kelebek sürüsü kanat çırpıyordu. Gözlerinin önünde hayali kesitler belirdi. Aklını darmadağın, yüreğini sıcacık etti.
Emin, Berra'nın dizlerinden kalkıp oturur pozisyon aldı ve bakışlarını onunkilere kilitledi. "Eğer biz bu hayalin gerçek olmasını istiyorsak artık o çocuğun var olmaya başlaması gerekiyor."
Odanın içindeki hava bir anda ağırlaştı. Emin'in söyledikleri bir cümle olmaktan çıkmış, dile dökülen bir çağrıya dönüşmüştü. Yalnızca mantıkla değil, yıllardır içinde büyüttüğü hayal ve arzuyla konuşuyordu. Ve duyguları gittikçe şiddetlenen bir yağmur misali benliğini sarıyordu.
Berra duraksadı ve Emin'e uzun uzun baktı. Genç adama hak veriyordu. Geçen hafta konuştuklarıyla bu umudu ona kendisi vermiş, hayaline ortak olmayı seçmişti. Utangaçlığı ve küçük endişeleri hâlâ vardı, ama bu kez ertelemeye ya da bakışlarını kaçırmaya niyeti yoktu.
Kalbi hızla çarpmasına rağmen elindeki kitabı komodinin üzerine bıraktı. Bacaklarını toparlayıp oturma pozisyonunu değiştirdi. Her hareketini dikkatle takip eden Emin'le diz dize olacak şekilde yaklaştı. Ellerini kaldırıp, genç adamın yüzüne götürdü. Parmak uçlarıyla yanaklarına nazikçe dokundu.
"Tamam. Ben senin hesaplamalarını dikkate alırım, hayatım."
Berra başka hiçbir şey demedi. Ek bir cevap olarak öptü onu. Sessiz, ama içi samimiyetle dolup taşan bir evet, bir kabul gibi. Emin'in ruhunun derinliklerine düşen, ikisinin de geleceklerine uzanan, önemli bi yolculuk başlatan bir öpücüktü bu.
Emin için ne rüzgârın sesi kaldı, ne cırcır böceklerinin vızıltısı. Tüm dikkati dudaklarındaki bu öpücükteydi. Şaşkın ve biraz da büyülenmişti. Çünkü böyle çabuk sonuca varacak bir karşılık beklemiyordu. En azından bu kadar kararlı, bu kadar açık olanını. Fakat sonra gözlerini kapadı. Bekleyişi, içinde büyüttüğü baba olma isteği, umut; hepsi o an göğsüne çöküp huzur gibi yayıldı içine. Tüm arzu ve beklentilerinin gerçeklikle buluştuğunu hissetti.
Berra için ise bu, bu öpücük sadece dudakların buluşması değildi. Bir kararın, bir hayalin kabulünün, birlikte yürüme cesaretinin ifadesiydi.
Emin, ellerini usulca onun beline dolarken, içinde coşan sevinçle beraber derin bir sorumluluk da hissediyordu. Derin bir nefes aldı. Gözlerini Berra'nın hârelerinde sabit tuttu. Geri dönülemez bir adım atmadan önce son bir kez onay almak istiyordu. Ona bunu dayatmak, baskı altına almak, en son ihtimal bile olmamalıydı. Başını biraz daha eğdi. Fısıldar gibiydi.
"Berra, emin misin?" Sesi değil ama kalbi titriyordu. "Sadece anın duygusuyla değil, gerçekten hazırsan... öyleyse..."
Berra kesik bir nefesle başını salladı. Ne bir telaş vardı üstünde, ne de kuşku, ne tereddüt. Sadece bir kabulleniş; hem kendini, hem karşısındaki adamı, hem de onları bekleyen yolu.
"Bu ikimizin de hayali. O yüzden, evet. Hazırım."
Emin'in gözleri parılladı. Dudaklarının kenarı titredi. İçinde tuttuğu binlerce duygu o "evet"in içinde çözülmüştü sanki.
"Berra..." Sesi bu sefer daha dolu, daha ağırdı. "Ben bu zamana dek senin isteyerek adım atmanı bekledim. Ve şimdi..."
Karısının alnına şefkatli bir buse bıraktı. Kolları daha da sıkı sardı onu, sanki ilk defa sarılıyor gibi. "Şimdi senin 'evet' deyişin var ya... O kadar kıymetli ki!"
Berra gözlerini yumdu. Emin'in sesi yüreğinde yankılanıyordu. Onun nefesini, kalbinin ritmini, avuçlarının altındaki sıcaklığını hissetti. Tam da bu içtenlik ve dürüstlük sayesinde teslim olmuştu onun sevgisine.
"Emin?"
Emin ellerini yavaşça Berra'nın belinden yukarı, sırtına ve omuzlarına doğru kaydırdı. Parmak uçları, cildine değdiği her noktada bir sıcaklık bırakıyordu. Sonra yüzüne dokundu; avuç içi, elmacık kemiklerini ve çenesini kapsayacak şekilde nazikçe kavradı. Baş parmağıyla yanak çizgisini okşadı, gözlerini Berra'nın gözlerinde sabitledi. O an, her bir dokunuşun sadece fiziksel değil, ruhsal bir bağ kurduğunu hissediyordu.
"Efendim, birtanem?"
"Önce dua edelim."
"Edelim."
Berra gözlerini kapattı ve ellerini Emin'in elleriyle birleştirdi. Ardından avuçlarını açıp havaya kaldırdı. Parmak uçları Emin'in parmaklarına değiyordu. "Bu adımı atıyoruz. Allah rızası için, hayırlı ve güzel bir yol için..."
Duaya ilk başlayan Emin oldu. Sesindeki derinlik, cümlelerin ağırlığı Berra'nın ruhuna işliyordu.
"Allah'ım, bu adımımızı hayırlı eyle. Bu ânı bize bir başlangıç kıl. Bu yakınlık, bu sevgi, bir cana dönüşsün. Rabb'im, bu gece bize o kapıyı aç. Çocuğumuzun sağlıklı ve kolay doğmasını nasip et. Onu sana layık bir kul olarak yetiştirmeyi bize nasip et. Ahlaklı, merhametli, seni seven ve emanetine sahip çıkan bir kul olsun. Kalbi temiz, zihni açık, sevgi dolu bir insan olsun."
"Allah'ım," diye devam etti Berra. "Onun kalbini, ruhunu ve duygularını sana bağla. Bizden sorulacakları hakkıyla yerine getirmeyi nasip eyle. Ailesine ve çevresine hayırlı bir evlat, hayırlı bir dost olsun. Dünyada iyilikle dolu, insanlara merhamet eden, yol gösteren olsun. Ahiret için çalışan, ömrünü senin rızan doğrultusunda geçiren biri olsun."
"Allah'ım, Berra ile birlikte atacağımız her adımı bereketli kıl. Çocuğumuzun sağlığını, huzurunu ve hayırlı bir karakterle yetiştiğini görmeyi bizlere nasip eyle. Salih amelleri çok, muhabbetli, sevgi dolu, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'i ve ailesini örnek alan, rahmetine nail olan bir aile olmayı bize nasip et."
"Allah'ım, çocuğumuzu ve bizleri hem dünya hem ahirette muvaffak kıl. Bizi sev, sana sevgimizi her geçen gün arttır. İmtihan ve sıkıntılarımızı da birbirimizden ve senden uzaklaşmaya değil, yakınlaşmaya vesile kıl."
Emin, derin bir nefes aldı, gözlerini araladı ve yumuşak bir sesle hem dua hem de ayet olan o kelimeleri fısıldadı: "Rabbena heblena min ezvacina ve zürriyyatina kurrata a'yunin ve c'alna lil muttaqina imama. Ey Rabbimiz, bize eşlerimizden ve evlatlarımızdan göz aydınlığı olacak insanlar lütfeyle ve bizi takva sahiplerine önder kıl."
"Amin."
"Amin."
Genç çift, ellerini yüzlerine sürüp kucaklarına indirdikten sonra manidar şekilde birbirlerine baktı. İkisinin de dudaklarına küçük bir tebessüm kondu.
Emin'in içinden geçen düşünce berraktı: "Bu öpücüklerden bir hayat doğacak. Bu yakınlık bir evlada, bir cana dönüşecek, Allah izin verirse."
Duaların verdiği huzur ve güvenle, aralarındaki mesafeyi tamamen ortadan kaldırmak üzere adım attılar.
Berra sadece bir hayale yahut karara "evet" dememişti. Berra, o gece, bir hayata evet demişti.
✦
Bir yıl sonra
Koskoca br yıl daha geride kalmıştı. Kampüs yine cıvıl cıvıldı. Mezuniyet töreninin yapılacağı alanda büyük bir kalabalık ve telaşe hakimdi. Güneş, batıya doğru alçalmaya başlamış, altın sarısı ışıkları çimlerin üzerinde parıldıyordu. Ağaçlardaki her bir yaprak, gün batımının sıcak tonlarını yansıtıyordu.
Henüz resmi program başlamamıştı. Öğrenciler aileleriyle birlikte alana yerleşiyor, birbirlerini tebrik ediyor, fotoğraf çekiyor ve sevinçli bir telaş içinde küçük kutlamalar yapıyorlardı. Çocukların koşturmacaları, anne babaların gurur dolu hâlleri, uzaklardan gelen cırcır böceklerinin tınıları ve kuşların cıvıltıları... Ortam neşeyle ve tatlı bir kargaşayla doluydu. Mezuniyetin hem bir veda hem de yeni başlangıç olduğuna dair hissiyat oldukça belirgindi.
Ben, kadim dostum çınarın altında dikiliyor, kucağımda bir demet rengarenk buketle tören alanına bakıyordum. Üzerimdeki cübbe biraz boldu. Gözlerim heyecanla parlarken zihnimde düşünceler üşüşüyordu. Tam bir sene önce buradan bakmış, 'seneye nasipse bu tören alanında ben mezun olacağım ve bu ânı hatırlayacağım' demiştim. Hatırlıyorum işte. Bir sene ne ara geçti anlamadım. Oysa bin bir zahmetle ve bin bir rahmet doluydu.
Aileleriyle gelen öğrenciler, fotoğraf çeken arkadaşlar, sarılan gençler; hepsi gözümde bulanıklaştı. Tek odak noktam hayalimin gerçekliğini ve bu yıl boyunca verdiğim emeğin karşılığını görmekti.
Rüzgâr, çiçeklerimin yapraklarını titretiyor, şalımın ve cübbemin dalgalanmasına sebep oluyordu. Fakülte binasından çıkıp yanıma doğru gelen genç adamı fark ettim. O mesafeden dahi bakışlarıyla etrafta birini aradığını görebiliyordum. O kişinin kim olduğunu da çok iyi biliyordum! Hayır hayır, ben değilim! Kucağımda eksikliği olan biri.
Dudaklarım buruk bir tebessümle kıvrıldı. Hayalim için dua ederken, daha fazla ayrıntı vermem gerekiyormuş. Gün geçmiyor ki yeni bir şey öğrenmeyeyim.
Emin, yanıma vardığında ela hâreleri kollarımdaki boşluğa sonra da yüzümdeki yorgun tebessüme takıldı. "Uyudu mu?"
Usulca başımı salladım. "Evet."
Yüzünde bir rahatlama ifadesi belirdi. Ağacın gölgesinde duran bebek arabasına doğru yavaşça eğildi ve örtüyü biraz araladı. Sanki küçük kızımız değil de, kanatlarını kırmaktan korktuğu bir kuş vardı orada.
Örtünün altında huzurla uyuyan minicik meleğimize baktı. "Kurban olurum ben seni Yaratana..." diye mırıldandı, ağız alışkanlığıyla. Onu severken sık sık bu cümleyi kuruyordu.
Örtüyü yeniden kapatıp doğruldu ve bana yanaştı. Omzunu ağacın gövdesine yaslayıp ellerini ceplerine soktu. "Çok ağladı mı?" diye sordu ilgiyle.
Gözlerimi ona çevirdim. Bu hâllerine alışmakta zorlanıyordum. Bir anne olarak daha evhamlı ve dikkatli kişi ben olmalı değil miydim? Biri kocama asıl soğukkanlı, mantıklı ve sakin kalması gerekenin kendisi olması gerektiğini hatırlatabilir mi? Çünkü bazen onu teskin etmek, bir çocuk gibi gönlünü rahatlatmak zorunda kalıyorum.
"Yok yok. Zaten sen namaza gideli on beş dakika oldu aşkım. Ne kadar ağlayabilir? Biraz mızıldanıp sonra uyudu işte."
"Ateşi yok dimi? Bir daha mı ölçsek?"
Sabırsızlanarak cevapladım. "Daha yeni baktık Emin! On beş dakika geçti. Buraya gelmeden önce hastanedeydik zaten, hatırlatırım? Doktor, endişelenecek hiçbir şey yok dedi."
"Napayım, aklım kalıyor."
Onu rahatlatmak için "Zaten durmazsa, törenin sonunu beklemeyiz. Gideriz biz," diye bir hatırlatmada bulundum. Küçüğümün sağlığı elbette ki benim için de bu törenden, sahneden, alkıştan, diplomadan daha kıymetliydi. Hatta bugün buraya gelmemeyi düşünmüştüm. Ama doktor ciddi bir şey olmadığını açıklamış, bizi rahatlamıştı. Eve gidebileceğimizi söylemişti. Emin de "Madem eve gidebiliyoruz, ne fark eder, törenine gidelim, kaçırmayalım," diye ısrar etmişti. Sonuç olarak buradaydık.
"Aynen, öyle yapalım. Kızımdan önemli değil. Dimi annesi? Oyy, birtanem o benim, birtanem!" diye yanıtlarken, kızıyla konuşur gibi sesini biraz yumuşatmış ve bebek arabasına doğru bakmıştı. Bu hâline gülmeden edemedim. Karşımda sadece kocam değil, kızına hayran bir baba vardı. Ve ben, bu sahnenin tam ortasında, dünyanın en güzel şahitliğini yapıyordum: Sevgiden doğan yeni bir sevgiye.
Fakat kaşlarım çatıldı. Dudaklarımda yarı şaka yarı ciddi bir gülümseme belirirken tatlı bir sitem etmeden duramadım.
"Sana yıllar yıllar önce Buğlem'e birtanem dediğinde tarafını seç demiştim. Birtanen bendim hani? Ne oldu Emin bey?"
Sesli bir şekilde güldü. Başını yana eğerek göz kırptı. "Valla, kusura bakma hayatım. İlk sırayı kızınla paylaşmak zorundasın."
Şikâyet eder gibi kaşlarımı kaldırıp dudak büzdüm: "Aşk olsun ya! Şimdiden pabucum dama atıldı."
Sonra, sanki beni anlayabilirmiş gibi bebek arabasındaki ufaklığa döndüm. "Bak Meryem, sen de eğer Hafsa gibi yapıp büyüyünce sadece baba dersen, anne deme zahmetine girmezsen, fena bozuşuruz. Ona göre! Baban beni ikinci plana attı, sen bari yapma kızım!"
Hafsa, Zeynep ablamın bir buçuk yaşındaki kızıydı.Henüz "anne" demeyi öğrenememişti ama "baba" kelimesi diline pelesenk olmuştu. Evin pencerelerinden babasına sesleniyor, her adımını onunla paylaşmak istiyordu. Baba-kız birbirlerine çok düşkünlerdi. Zeynep ablam da sinirleniyor, 'Ben dokuz ay taşıyayım, doğurayım, emdireyim, seveyim, bakayım, o sadece baba desin, oh ya, hak mı bu? Çok güceniyorum' diye şikayetleniyordu. Haklı kadın! Vallahi haklı.
Ben şu velete hamile kaldığımı ilk öğrendiğimde oturup bir saat ağladım. Testin sonucuna baktığımda kalbim hızla çarpmış, boğazım düğümlenmişti. İstediğim bir şeydi ama hayalle gerçek aynı olmuyormuş. İyi bakabilecek miyim, iyi bir anne olabilecek miyim gibi türlü endişeler hücum etmişti üstüme. Kalbimde koca bir yük vardı; heyecanla korku iç içe geçmişti. İclal, Hazal ve Ceyda sağ olsun, görüntülü arayıp beni sakinleştirmiş, uzun uzun konuşmuşlardı. Akşam Emin geldiğinde biraz da ona ağlanıp şefkatli kollarına sığınmış, motivasyon konuşmaları dinlemiştim.
Sonra sekiz buçuk aylık mücadelem başlamıştı. Hamileliğim başlarda çok zordu. Mide bulantıları, baş dönmeleri, dayanılmaz ağrılar... Sevdiğim bir çok şeyi yiyemez hale gelmiştim. Zar zor mutfağa girip yemek yapabiliyordum. Her koku midemi kabartıyordu. Daha yemekleri görmeden midem bulanıyor, öğürtülerle mutfaktan kaçıyordum.
Bi ara düşük ihtimali yaşamış, çok korkmuştum. Diken üstündeydim. Her adımımı hesaplayarak atıyordum; sanki yanlış bir nefesle bile yavrumu kaybedebilirmişim gibi. "O bebeğin bu dünyada alacak nefesi varsa, yiyecek rızkı varsa, doğacak. Bu kadar endişelenme kızım. Sen bir adım kıpırdamasan bile alacak nefesi yoksa ve nasip değilse, kaybına engel olamazsın," demişti annem. Cümlesi önce yüreğime ağır gelmişti. Ardından teslimiyet duygumu tetiklemiş, biraz içimi rahatlamıştı. Emin'le birlikte Kur'an okurken rastladığımız o ayet ise beni bambaşka bir noktaya taşımıştı. "Güldüren de O'dur, ağlatan da. Öldüren de O'dur, yaşatan da..." Bu kelimeler, kalbime mühürlenmişti. O günden sonra evhamlarımın yükünü Rabbime bırakmıştım. Kendime ve bebeğime dikkat etmeye devam etsem de vesveseler yapmamıştım. O ayeti bolca zikretmiştim. Bunu yaparak bebeğimin kalbini de huzurla beslediğimi düşünüyordum.
Zordu o günler... Bir yandan okul, sınavlar, dersler; bir yandan sancılar, mide bulantıları, endişeler. Bazen bedenim isyan ediyor, zihnim yorgun düşüyordu. Ama yine de Allah yardım ediyordu. İşlerim kolaylaşıyor, kapılar açılıyordu. Hocalarımın anlayışı, arkadaşlarımın desteği, Emin'in şefkati derken, yolum aydınlanmıştı.
Güzel günlerim ve sevinçlerim de olmuştu yani. Hayatta hepsi iç içe değil mi zaten? Cinsiyetini öğrendiğimiz günü unutamıyorum. Doktor "kız" dediğinde, ikimizin gözleri de aynı anda parlamıştı. Emin'in gülüşüyle gözlerimin içi dolmuştu. İkimiz de kız olmasını çok istiyorduk. Rabbim, kalbimizin en derininden istediğini bize nasip etmişti.
Sonra alışveriş günleri başlamıştı. O küçücük kıyafetleri elime aldığımda içimden geçenleri tarif etmek mümkün değil. Her elbisede, her minicik çorapta, geleceğe dair binbir hayal kuruyordum.
Geceleri ise bambaşkaydı. Emin, başını karnıma yaslayıp kızıyla muhabbet ettiğinde içimde garip, tarifsiz bir huzur yayılıyordu. Onunla geleceğe dair endişelerimizi, umutlarımızı, hayallerimizi, isteklerimizi paylaşıyorduk. Emin'i dinlerken bazen gülüyor, bazen ağlıyordum. Çünkü içimdeki canın sadece bana ait olmadığını, babasıyla ayrı bir bağ kurduğunu hissediyordum. Sevdiğim adamdan bir parça, benden bir parça... İkimizin birleşip tek bir varlığa dönüşmesi mucizeviydi.
Ve o gece... Ansızın, karnımın içinde bir kıpırtı hissettmiştim. Önce irkilip nefesimi tuttmuştum. Sonra gözlerim dolarak Emin'i dürtmüştüm. "Emin! Emin, bak!" Emin gözlerini açtığında şaşkınlıkla doğrulmuştu. Elini tutup karnıma götürmüştüm ve avucunu oraya dayamıştım. Bir an sessizlik olmuş, sonra o ilk tekmeyi birlikte hissetmiştik. Emin'in yüzündeki gülümseme ve heyecan hâlâ zihnimde canlanıyordu. Gözleri buğulanmış, dudakları arasından şükür dolu bir nefes dökülmüştü.
Doğumdan da çok korkuyordum. Rastladığım herkes kendi doğum hikayesini anlatmış, beni iyice tedirgin etmişlerdi. Kötü niyetle olmasa bile üzerimde kötü etki bırakıyorlardı. Geceleri uykularımı bölen endişelere dönüşüyordu. Öyle herkesin olumsuz deneyimlerini dinlememek gerektiğini öğrenmiştim. İnsanın kulağını bazen kapatması gerekiyormuş. Her deneyim başka, her anne başka, her bebek başkaymış. Ben bunu çok sonra idrak edebilmiştim.
Dualarımızın kabulü müdür, Rabbimin bana lütfettiği bir kolaylık mıdır, bilemiyorum. Ama doğumum düşündüğümden çok daha kolay geçmişti. Sancıların arasında dua mırıldanırken, bir an geldi ve bebeğim avuç içine düşer gibi doğuverdi. "Ben böyle bir şey görmedim, pat diye doğdu çocuk, maşallah sübhanallah, sen ne kolay doğuruyorsun," demişti ebe. Bana düşen gözyaşlarım eşliğinde şükretmek olmuştu. O an Rabbimin bana hem hayatın en büyük hediyesini hem de gücün, sabrın ve teslimiyetin en güzel tecrübesini verdiğini hissetmiştim.
Her şey bu kadarla bitmiyordu tabi. Emzirmesi, koruması, kollaması, ilgilenmesi, uykusuz geçen gecelere katlanmak... İlk günler adeta bir girdabın içindeydim. Kendi bedenim yorgun, zihnim bulanık, kalbimse hem coşkuyla dolu hem de endişelerle çarpıyordu. Annem, ablamlar ve Emin destek olmasa napardım bilmiyorum. Allah onlardan razı olsun. Özellikle de kocacığımdan.
Kocacığım, benim en büyük dayanağımdı. Bütün o süreçte yanımda olması, çalkantılı ruh hallerime tahammül etmesi, karmaşık duygularıma çoğu zaman anlayışla yaklaşması, hamileliğim boyunca mutfak ve yemeklerle ilgili her konuda onun ilgilenmesi çok kıymetliydi. Bazen kendimi suçlu hissediyordum; benim yapmam gereken şeyleri o yapıyordu. Ama o hiç şikâyet etmiyor, bilakis neşeyle beni yatıştırıyordu.
Ve Emin'in babalığı... Ah, o apayrı bir güzellikti. Kızına düşkün bir babaydı. 'Saçının teline zarar gelse dünyayı ayağa kaldırırım' sözü var ya, tam olarak o söze karşılıktı bu deli adamın sevgisi. Böyle tatlı tatlı çıkıştığıma bakmayın, bu durum hoşuma da gidiyor açıkçası. Hatta bu hâline hayranım. Onları birlikte uyurken görünce kalbim yumuşacık oluyor mesela. Emin, Meryem'i kollarına alıp severken, onunla sesini inceltip konuşurken gülümseyerek seyrediyorum ikisini. O anları pamuklara sarıp sarmalayasım geliyor.
Öte yandan, az önce bahsettiğim o büyük gerçek var: Açıkçası, kendi geleceğimin de Zeynep ablam gibi olmasından endişe duyuyorum. Kaldıramam öyle şeyleri! Allah korusun.
Emin, tebessümle bana baktı. Kolunu omzuma atıp beni kendine doğru çekti ve göğsüne yasladı. Kalp atışlarını kulaklarımda değil, sanki kendi damarlarımda hissediyordum.
"Ben senin pabucunu hiç dama atar mıyım birtanem? Senin yerin ayrı," dedikten sonra başörtümün üzerinden başıma kısa bir öpücük kondurdu. Gülümsedim. Sesi merhem gibi geldi. Yine de kalbim tam mutmain değil, haberi yok. Kıskançlık seviyemi attırıyor bu adam.
"Dikkat, mezuniyet törenimiz başlamak üzere. Lütfen yerlerinizi alın."
Kampüsün hoparlöründen yükselen ses üzere Emin'in kollarından sıyrıldım. Anons, etraftaki telaşı bir anda derleyip topladı. Öğrenciler ve aileleri, çimlerin üzerindeki boş alanlara doğru yöneliyor, fotoğraf makineleri ve telefonlar hazır bekliyordu.
"Hazır mısın birtanem?"
"Hazırım," dedim, nefesimin bir tık hızlandığını fark ederek.
Emin, bebek arabasına uzanıp tören alanına doğru sürmeye başlarken, ben de usulca koluna girdim. Yolumuzun ayrılacağı kısma geldiğimizde duraksayıp ona döndüm.
"En önlere otur tamam mı? Ali abi sana yer ayırdı zaten. Ben de sıraya geçiyorum yürüyüş için."
"Tamam canım."
"Telefon cebimde. Meryem ağlarsa falan mesaj at, ben sık sık kontrol ederim. Çıkar gelirim."
Emin hâlime güldü. "Tamam tamam, aklın kalmasın. Sen bu anların tadını çıkart."
Emin, bebek arabasını iterek adımları kararlı, tavırları sakin şekilde yürüdü. Ön sıralara ulaştığında sırtını sandalyesine yasladı ve bana el sallayarak yerini işaret etti. Başımı salladım. Onun sakin duruşu bana güç veriyordu.
Arkamı döndüm. Öğrencilerin arasına doğru yöneldim. Arkadaşlarım çoktan bana yer açmıştı. Yanlarına vardım. Kalbim heyecandan çarptı. Ellerimde tuttuğum kepimi sımsıkı kavradım. Gözlerim tören alanına, Emin'in oturduğu ön sıralara doğru kaydı. Oğuz abimi ve yengemi görünce kahverengi harelerimde ışıltılar belirdi. Annemle babam, bir akrabamızın cenazesi sebebiyle şehir dışındaydı ve törene katılamayacaktı. En azından abimi burada görmek bana iyi hissettirmişti. Canım abim. Ve canım en küçük yengem. (Evet, üç yıl önce tanışıp evlendiler. Ben üniversiteye başladıktan hemen sonraki yaz. Sonunda Oğuz abim geçmişte başından geçen tatsız nişanlılık döneminin izlerini silmiş, kalbini bir başkasına kaptırmış, dünya evine girmişti. Favori yengemi edinmiştim üstelik. Çok eğlenceli ve candan biri.)
Birbirimize el salladık. Yüreğim mutlulukla doldu.
Müzik çaldı. Ve tören başladı. Yürüyüş düzenindeydik. Sırayla merdivenleri inip yerlerimizi alırken, kalbim küt küt atıyordu. Sandalyelerimize yerleştik. Rektörün, dekanların ve önemli bir kaç ismin kısaca yaptığı açılış konuşmalarını dinlediğim pek söylenemez.
Fakat sıra diploma takdimlerine geldiğinde dikkatimi sahneye ve sunucuya verdim. Öncelikle diğer fakültelerdeki arkadaşlarımızla başlanmıştı. Tanıdığım arkadaşları kuvvetle alkışladım. Onlar adına dahi gurur ve sevinç duyuyordum.
Sıra benim bulunduğum Eğitim Bilimleri Fakültesi'ne geldiğinde heyecandan kaslarım gerilse de aldırmadım. Kısa bir nefes egzersizi yapıp sakin kalmaya çalıştım. "Abartmaya gerek yok Berra. Herkes gibi çıkıp diplomanı alacaksın. Derin bir nefes"
İsmimin anons edileceğini bildiğim için yavaşça ayağa kalktım. Ellerimde kepi sıkıca tuttum, nefesimi derin alıp vererek kendimi biraz sakinleştirmeye çalıştım. Gözlerim, kalabalığın ötesinde, ön sıralarda oturan Emin'e kaydı. Sıranın bana geldiğini anlayıp, kollarında tuttuğu minik kızımızı getirmek için yanıma doğru yürüdü.
Bu sırada kulaklarımı sunucunun sesi dolduruyordu.
"Şimdi de sırada Eğitim Bilimleri Fakültesi var! Eğitim Bilimleri Fakültesi'ni birinci olarak tamamlayan, dolayısıyla Okul Öncesi Öğretmenliği Bölümünde de birinci olan öğrencimiz, Berra Yiğitsoy! Güçlü alkışlarınızla!"
Meryem'i kucağıma aldım ve omzuma yasladım. Minik nefesleri boynumu okşuyor, beni rahatlatıyordu. Kalabalıktan yükselen alkış tufanı arasında, Emin'in eline uzandım. Parmaklarımız buluştuğu an içimde tarifsiz bir huzur dalgası yayıldı. Göz göze geldik. Sahneye sadece kızımla değil, eşimle de çıkacaktım. Bu ânı ikimizin kılacaktım. Çünkü bugün burada olmam önce Allah'ın takdiri, sonra da Emin'in sabrı, desteği ve sevgisi sayesindeydi.
Şaşkın bakışlarını soru sorarcasına bana çevirdiğinde "Gel hadi," deyip onu da kendimle birlikte sahneye yönlendirdim. Bunu beklemediği için afallamıştı ama hızla ayak uydurdu. Bugüne dek yolumuzu birlikte yürüdüğümüz gibi, yine birlikte, el ele sahnenin ortasına doğru adımlar attık.
O anlarda dikkatim ne misafirlerde, kalabalıkta, ne de başka yerdeydi. Elini tuttuğum adam, göğsüme yaslanmış bebek, ve elinde birincilik ödülü ve diplomamla bekleyen dekan ile danışman hocama odaklanmıştım.
Sunucu gülümseyerek sıcak bir sesle konuştu: "Birincilikle mezun olan öğrencimiz, bize ayrıca güzel bir tablo da sunuyor bu akşam."
Bu sözleri duyduğumda dudaklarım iki yana kıvrıldı. Kalbimde tarifsiz bir sevinç çiçek açtı. Gözlerim bir anlığına kalabalığa takıldı; alkışlar, fotoğraf makinelerinin flaşları, çimlerin üzerinde dans eden gün batımı ışıkları... Hepsi bulanık ama büyüleyici bir şekilde birleşmişti. Ardından gözlerimi yeniden önüme çevirdim.
Elimdeki kepi tutup Emin'in başına yerleştirdim. Boşalan avuçlarıma dekanın uzattığı parlak plaketi alırken kendisiyle selamlaşıp tebrikleştik.
"Tebrik ederim Berra. Bu minik meleğe rağmen birinciliği yakaladığına göre, eşini de tebrik etmek lazım demektir. Destek olmadan bu yol kolay yürünmüyor."
Ben teşekkür edip gülümserken, dekan hoca Emin ile tokalaşıp konuşmaya başladı. Şükür ki titremeden tuttuğum plaketi Emin'in ellerine doğru uzattım. Göz göze geldik; bakışlarında hem gurur hem de hayranlık vardı. Ardından, diğer yanıma döndüm. Danışman hocamdan diplomamı aldım. Kendisi hanım olduğu için ona sarıldım. Değerli ve zarif bir hocamdı. Samimi sözleri ve duaları içimi ısıttı. Meryem'in yanağını okşadı. Eminle baş selamı vererek selamlaştı. Ardından yan yana dizilip, karşımızdaki kameraya doğru döndük. Gülümseyerek poz verdik ve fotoğrafçı bir kaç kare yakaladı.
Bu sahneyi bir zamanlar düşlemiştim. Tam şu an gerçekleşiyordu. Mezuniyet cübbesinin içinde, bir kadın, bir anne, bir öğrenci, bir eş olarak duruyordum. Bir hayalin tam ortasındaydım. Fakat şimdi, hayatın ta kendisiydi.
Ve fark ettiğim koca bir gerçek daha vardı: "Ben artık sadece başaran bir kadın olmak istemiyordum. Sevgiyle büyüyen, sevgiyle büyüten bir kadın olmak istiyorum. Önce Rabbime, sonra bu küçük meleğe ve sevgili eşim Emin'e layık bir kadın..."

60. bölüm final olacak. Yaniii sona geldik dostlar.
Eh bari şimdi yıldıza basın da iki yorumunuzu düşüncenizi bırakın hikayeye dair, ben de hevesle okuyayım :) ❀ selametle efendimm
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 39.81k Okunma |
3.85k Oy |
0 Takip |
63 Bölümlü Kitap |