Helüü, yeniden biz geldik. Nasılsınız, umarım iyisindir. Bu bölümde işler birazcık çığırından çıkabilir, küfürler havada uçuşabilir bilginiz olsun. Önden bir uyarı geçeyim dedim. Ayrıca Wattpad ve diğer sosyal medya hesaplarımızı da takip etmeyi unutmayın. Bölüm sonuna bıraktım. Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin.
O halde;
Keyifli okumalar.
🕊️
L
Kaçıncı sayfayı yırttığımı bilmiyorum ama her seferinde ellerim yeniden titriyor. Çünkü insan, kendi evladına ait bir geçmişi yazarken, kelimelerin bile yetim kaldığını hissediyor.
Senin bir oyun halısına oturup sessizce oyuncaklarla oynaman gerekiyordu. Kırmızı kurdeleli saçlarınla okulun ilk günü heyecanını yaşaman, ıslak kâğıt mendille dizindeki yara kabuğunu silerken burnunu çekmen gerekiyordu. Oysa senin ilk çizimlerin kâğıda değil, yüzüne yapışmış korkularaydı. İlk kalemin, plastik değil, dosya arasında saklanan sahte bir kimlikti. Biz seni korumak için hayatından çocukluğu çekip aldık ve sana ne zaman "sabırlı ol" desek, aslında içimizdeki suçluluğu bastırıyorduk.
Evimizin duvarları kalın, perdeler hep kapalıydı. Dışarıda güneş olsa bile, biz içeride hep gölgede yaşadık.
Her kapı sesiyle yerimizden sıçrarken, sen daha konuşmayı yeni öğreniyordun. O anlarda bile yüzünü çevirmeden sessizce baktığını hatırlıyorum. Bir çocuğun annesine o yaşta sığınması gerekirken, sen benden çok daha sakin, çok daha büyüktün. Bu ne gurur verici bir olgunluktu ne de doğuştan gelen bir metanet. Bu, bizim sana mecbur bıraktığımız bir yalnızlıktı.
Doğum günlerini kutlamadık, komşu çocuklarının kahkahasını dinlemedin. Korkuyla büyümemeni istedik ama korkuyu senin yerine biz yaşamak yerine, sana öğrettik. Gözlerinin içine baktığım her anda, “bir gün her şey normale dönecek” diye kendime söz verdim ama o gün hiçbir zaman tam olarak gelmedi.
Şimdi seni izliyorum, asker üniformanla, çelik gibi bir duruşla yürüyorsun. İnsanlar sana cesur diyor, ben ise içinde nasıl bir boşluk taşıdığını biliyorum. Bazen o boşluğu gözlerinde görüyorum, bir saniyeliğine bile olsa o sessizlikte göz kırpan bir çocuk hayaleti gibi beliriyor. Gülümsemek istiyor ama unutmuş. Sarılmak istiyor ama ne tarafa uzanacağını bilemiyor.
Senin hiçbir zaman olamadığın halinin, hiç yaşayamadığın yıllarının, hiç açılmayan defterlerinin annesi… Ve biliyorum ki, en büyük borcum sana karşı suskunluğum oldu.
Senin ilk çizdiğin resmi saklıyorum hâlâ. Renkler karışmış, güneş yamuk, evin bacasından çıkan duman siyah süzülüyor… O küçük resim, senin bir daha asla yaşayamayacağın o bahçeli evin hayaliydi. O evde ne baba vardı, ne korumalar, ne kaçak hayat… O evde sadece sen vardın. Salıncağa binmiş, saçlarını rüzgâr savuruyordu.
Sana çocukluğunu veremedik ama sen, büyüyüp nice çocuklara güvenli bir ülke vermek için kocaman bir savaş verdin. Senin elin silah tuttuğunda bile, yüreğinde hâlâ o kayıp salıncağın özlemi vardı, biliyorum.
Ben seni o salıncakta büyüttüm, Eyşan. Sadece sen görmedin.
Belki bir gün bir kız çocuğu olur hayatında. Belki o salıncağı yeniden kurarsın, belki o güneşi düz çizersin birlikte. O zaman bil ki, ben orada olacağım. O evin penceresinden size bakan bir gölge, rüzgârda fısıldayan bir anne sesi gibi…
Kaybettiğin çocukluğuna…
Annen Yağmur
29 Mayıs 2022 – 12:06 / Şırnak
Toroslu Yıllar, Pikapta Raks
Her anımız, bir karara bağlıdır.
Hayat, peş peşe gelen kararlar zinciridir. Sabah kaçta uyanacağımıza karar veririz, ne giyeceğimize, kahvemizi nasıl içeceğimize, biriyle konuşup konuşmamaya... İlk bakışta önemsiz görünen bu tercihler, aslında bir sonraki adımı şekillendirir. Bir insanla tanışmamız, bir fırsatı kaçırmamız ya da yakalamamız, çoğu zaman bir anlık karara bağlıdır.
Büyük kararlar, hayat rotamızı dramatik biçimde değiştirir. Lakin küçük kararlar da aynı derecede belirleyicidir; çünkü onlar bizi, büyük kararları alacağımız yere götürür.
Dolayısıyla, her an bir yol ayrımıdır. Fark etsek de etmesek de seçtiğimiz yön bir diğerinden farklı bir yaşamı doğurur. Hayat, bu yüzden belirsiz olduğu kadar değerlidir: Çünkü her an, geleceğimizi inşa ettiğimiz bir karar anıdır.
Mete, Alparslan Albay'ın, masanın karşısındaki koyu kahverengi koltuğa oturmuştu. Sırtı dik gibi görünse de omuzlarındaki gerilim, çatışmadan çıkmış bir askerin hâlâ çözemediği düğümler gibiydi. Ellerini dizlerinin üzerine koymuş, parmakları farkında olmadan birbirine kenetlenmişti. Başını hafifçe eğmişti ama gözleri, kaşlarının altından babasına kilitlenmişti. Sessizlik, odanın içinde ağır bir yük gibi asılı duruyordu. Duvarda asılı olan şeref tablosu, üniforma kalıntıları, madalyalar... Hepsi bu sessizliğe birer tanıktı.
Alparslan Albay, gözlerini oğlunun yüzüne dikti. Kaşları çatıldı ama hiçbir tepki vermedi. Sadece bakıyordu. O yıllanmış, duvar gibi yüzünde bir kıpırtı aramak zordu. Gözleri bir anlığına kırpıştı. Duygular orada, derinlerde bir yerde kıpırdanmıştı.
Mete, babasının yüzünde bir şey okumaya çalıştı ama alışkındı bu soğukluğa. Onun için duygular, yalnızca savaş sonrasında gömülen silahlar gibiydi. Yeri belli ama erişilmezdi.
“Gözlerini açmış,” dedi Alparslan Çakır, belli belirsiz bir nefesle. Sözlerinin içinde hem rahatlamanın solgun bir izi hem de temkinli bir tetikte oluşun gölgesi vardı. Ardından gelen cümlesi, odadaki havayı bir anda ağırlaştırdı, “Ama o çocuk bir daha aynı olmayacak, biliyorsun değil mi?”
Mete’nin içindeki kırılma sessizdi. Dışarıdan belli olmayan ama içeride yankısı büyüyen türdendi. Albay’ın kurduğu cümle, yalnızca Bora’ya ait değildi. O an, başka bir şeyi de fark ediyorlardı: Değişiyorlardı. Birer birer.
Kaybettikleriyle, sustuklarıyla, gördükleriyle…
Mete, farkında olmadan yere çevirmişti bakışlarını. Ne zaman indirdiğini hatırlamıyordu. Gözlerini yeniden babasına yöneltti.
“Ne yapmayı düşünüyorsunuz?” diye sordu, sesi sakin ama içi kabaran sorularla doluydu.
Alparslan Albay’ın gözleri, oğlunun gözlerinde kısa bir süre asılı kaldı. Ardından omuzları ağır bir yük taşır gibi kalkıp indi.
“Kardeşlik, fedakârlıkla ölçülür, evlat,” dedi ve ağır adımlarla masasından kalktı. Mete’nin karşısına, sessiz ama kararlı bir şekilde yürüdü. Oturduğunda dizlerinin üzerine ellerini koydu, başını dikleştirdi.
“Bir gün, aldığın bu kararın bedeli karşına çıkacak,” dedi.
Mete, gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı. Bu nefes, içindeki kararı mühürler gibiydi.
“Çıkarsa borç bilirim,” dedi gözlerini açarken. Sesi, çatışmalardan geçmiş bir adamın içten gelen kararlılığıydı. “Ama Bora’ya ömür boyu taşıyacağı bir eksiklik hissettirmem.”
Alparslan Çakır, oğlunun gözlerinde beliren kararlılığı sessizce izledi. Ardından, başını yavaşça sol omzuna doğru eğdi. Bu, onun düşüncelere daldığında sık yaptığı, yalnızca çok az kişinin fark edebileceği bir jestti. İçinde kırılgan ama bastırılmış bir burukluk gizliydi.
“Senin Bora’ya hissettirmemek istediğin düşünce,” dedi usulca, ama her kelime sanki yıllar boyunca biriktirilmişti, “senin, bu zamana kadar beline taktığın o silah.”
Cümleyi tamamladığında başını yeniden doğrulttu. Gözleri, bir subayın taşıdığı ağırlığın çok ötesine geçmişti. Yaşanmışlık vardı o bakışlarda, kayıplarla, kararlarla, sessizliklerle örülmüş bir hayatın izleri. İşaret parmağını yavaşça uzattı, Mete’nin bacağında asılı duran silaha yöneldi. Parmak ucu ne silaha ne oğluna değdi, ama ima ettiği şey açık ve keskin bir kılıç gibiydi.
“Sen, o namusum dediğin silahtan vazgeçiyorsun evlat,” dedi ve sessizlik yeniden odanın üzerine örtüldü.
Mete'nin boğazında bir şey düğümlendi. Albayın sesi ne bağırıyordu ne de suçluyordu; ama bir baba olarak, bir komutan olarak söylediği bu sözler, gerçeklerin en çıplak haliydi.
O silah, Mete için sadece bir silah değildi. Kimliğinin, yeminlerinin, taşıdığı yükün bir simgesiydi. Ama şimdi, Bora’nın yaşaması için, belki de onun bir daha aynı acıyla yüzleşmemesi için, elinden bırakmak üzere olduğu bir parçaydı. Ve Alparslan Çakır, bunu fark etmişti.
O an, baba ile oğul arasında görünmeyen ama keskin bir çizgi çizildi. İkisi de biliyordu. Her karar, bir bedel isterdi. Ve bazı bedeller, silahla değil, vicdanla ödenirdi.
“Başka şansım yok.” Mete'nin sesi, boğazında büyüyen bir yükün sonunda dışarı taşması gibiydi. Sakin görünmeye çalışsa da kelimelerin ardında kıyıya vuran çaresizlik dalgaları vardı. “Eğer ben Güvercin Timinin komutanlığından istifa etmezsem, Bora bir daha asker olamayacak.”
Söz, kararlılıkla sarılmış ama kırılgan bir gerçeği açığa çıkarıyordu. Bu, bir itiraf değildi. Bu, göz göre göre kendi yolundan çekilmenin, kendini geri plana atmanın sessiz boyun eğişiydi. Çünkü bazen en büyük fedakârlık, geri çekilmeyi seçmekti.
Alparslan Çakır, oğlunun sözlerini duyduktan sonra başını hafifçe eğdi. Kaşları çatılmış, bakışları sertleşmişti ama içinde biriken duygular öfke değil, endişeyle yoğrulmuştu. Sessizce geçen birkaç saniyenin ardından konuştu; sesi alçak ama keskin, bir komut gibi değil, bir gerçeği hatırlatır gibiydi.
“Sence Bora, bu duruma ne diyecek?”
Sözleri, odanın içine serin bir rüzgâr gibi yayıldı.
“Sen sanıyor musun ki Bora, senin bu kararına saygı duyacak, karşı çıkmayacak?”
Bakışlarını Mete’den ayırmadı. Oğlunun yüzüne değil, içinde kıvrılan vicdanına hitap ediyordu sanki. Bu, yalnızca bir babanın değil, yıllar boyunca omuzlarında yemin taşımış bir komutanın da tepkisiydi. Çünkü o biliyordu ki bazı kararlar, yalnızca alanın değil, ardında kalan herkesin yükünü artırırdı.
Mete'nin omuzları farkında olmadan biraz düştü. Cevap vermedi. Çünkü biliyordu babası haklıydı. Bora, bu kararı asla sessizce kabul etmezdi. Kardeşliğin, sırt sırta verilen savaşların, susarak anlaşılan o bağın içinde böyle bir fedakârlığın yeri yoktu. En azından Bora için.
Ama bazen insanlar sevdiklerinin öfkesini göze alarak onları korumayı seçerdi.
Ve Mete, tam da bunu yapıyordu.
Alparslan Çakır, kısa bir süre oğlunun yüzüne baktıktan sonra derin bir nefes verdi. Yavaşça arkasına yaslandı, sanki sırtındaki yük bir anlığına daha da ağırlaşmış gibi. Gözleri, geçmişle bugünün arasına sıkışmış bir yorgunluğu taşıyordu.
"Karının bu durumdan haberi olacak mı?" diye sordu. Ses tonu sakin gibiydi ama her kelimenin ardında bastırılmış bir öfke dolaşıyordu.
Mete, sorunun yankısı odada henüz tükenmemişken başını hızla iki yana salladı. Gözlerinde kararsızlık değil, kesin bir karar vardı.
"Hayır," dedi. "O da herkesle birlikte öğrenecek."
Bu cümleyle birlikte hava birdenbire değişti. Alparslan Çakır’ın çehresi sertleşti. Nefes alışverişi yavaşladı ama dudaklarının kenarındaki çizgiler daha da derinleşti. Gözlerini oğluna dikti; artık sadece bir baba değil, yıllar boyunca doğruyla yanlışı ayırt etmiş bir adam konuşuyordu.
"O kadın," dedi sesi bu kez daha keskinleşerek, "Güvercin Timi’nin kalbi ve sen, o kalbi yerinden sökeceksin."
Söz, Mete’nin üzerine ağır bir yük gibi çöktü. Evet, Eyşan onun karısıydı. Ama ondan öte bir şeydi… Timin orta noktası, neferlerin pusulası, tüm dağılmış ruhların gizli limanıydı. Onun haberi olmadan alınan her karar, sadece bir sorumluluk değil, bir yara bırakacaktı.
Alparslan Çakır bunu biliyordu. Mete de biliyordu. Ama bazı gerçekleri bilmek, onları değiştirmeye yetmiyordu.
Mete, sıkıntılı bir nefes verdi. Göz kapakları bir anlığına kapandı, ardından ağır bir kararın ağırlığıyla açıldı. Ayağa kalktı, ceketinin iç cebine attığı elini yavaşça çıkarıp katlanmış bir kâğıdı babasına uzattı.
“Kararım kesin,” dedi. Sesi titremedi, ama içindeki uğultu neredeyse odayı dolduruyordu.
Alparslan Çakır, kâğıdı aldı. Mete’nin gözleri yerdeydi, sonra hızla odanın kapısına yöneldi. Elini kulpa uzatırken arkasından babasının sesi geldi.
Adını söyledi sadece. Ne bir emir ne bir ricaydı ama içinde susturulamayan bir şey vardı. Mete’nin eli kulp üzerinde dondu. Omzunu hafifçe döndürerek başını çevirdi, gözleri babasına değdi. Alparslan Çakır, elindeki kâğıttan bakışlarını kaldırdı, oğlunun gözlerinin içine baktı.
O an, kelimelerden çok bakışlar konuştu.
Kağıttaki mürekkep, Alparslan’ın elinde ağırlaştı. Çünkü orada yazan sadece bir istifa değil, bir veda, bir feda vardı.
“Bazı kararlar,” dedi Alparslan, sesi yavaş ama net, “yalnızca imzayla verilmez. Bazı kararlar, insanın kim olduğunu da beraberinde değiştirir.”
Mete, bir an başını hafifçe eğdi. Sırtı dikti. Sonra kapıyı açtı ve hiçbir şey söylemeden dışarı adım attı. Odada yalnız kalan Alparslan, elindeki kâğıda yeniden baktı. Ama bu kez harflere değil, boşluklara. Çünkü bazı kararlar, yazılmayan yerlerde asıl ağırlığını taşırdı.
İz.
Kaybolan bir anın nefesi, gözle görülmeyen ama ruhun derinliğinde taşıdığı bir sırdır. Sessizliğin içinde fısıldayan bir çağrı, gözyaşlarının toprağa karıştığı yerde açan bir çiçektir. İz, unutulanın hatırlanmasıdır. Bir savaşın ardından toprağa bırakılan mermi kovanı gibidir, iz.
Kimse fark etmese de oradadır.
Üzerimde beyaz gömlek, altımda siyah pantolon vardı. Oturduğum tekli koltuğun kolçağına yaslanmış, ellerim hafifçe gerilmişti. Parmaklarımı sıkıyor, belki de kendimi toparlamaya çalışıyordum. Oda, sadece beyaz pike altında yatan Mete’nin varlığıyla doluydu. Yatağın tam ortasında, derin uykusundan ya da belki de bitkinliğinden kaçmaya çalışan o adam, bambaşka bir dünyadaydı.
Dün gece, Caner ile Lara’nın düğününden sonra hemen eve geçmiş ve çok uykum olduğunu söyleyerek yatağa kıvrılmıştım. Yorgunluk bedenimi tamamen sarmış ama zihnim bir türlü susmamıştı.
“Mete, Çilingir'in yeniden asker olabilmesi için kendi rütbesinden ve Güvercin Timinin komutasından istifa etmiş."
İçimde kopan fırtına, dışarıya vuracak güç bulamıyordu. O, kararını verdi ama bunun ağırlığını kimseyle paylaşmıyordu. Ben ise biliyordum. O henüz bilmiyordu benim bildiğimi.
“Senin adaletin benim okum kadar keskin olmalı ama unutma. Zaafını tanımayan, savaşını kaybeder.”
Sessizlik odayı doldururken, zihnimin içi, göğsüme saplanmış hayali bir okun fısıldamasıyla kaplıydı. Gözlerim yatağın üzerindeki beyaz pikenin altında, tamamen savunmasız yatan Mete’nin üzerinde geziniyordu. Onun bu ağır yükü tek başına taşıması, içinde sakladığı karmaşayı düşündükçe, boğazımda bir düğüm oluşuyordu.
Kaşlarımı hafifçe kaldırıp derin bir nefes aldım. Aldığım nefesi geri verirken kaşlarımı indirdim ve sırtımı koltuktan ayırıp ayağa kalktım. Sağdaki konsolun üzerindeki silahımı aldım. Omuzlarımdan inen silah kılıfına silahımı yerleştirip kapıya doğru yürüdüm. Her hareketim, içimde bir şeylerin kırıldığına dair sessiz bir işaretti sanki.
Kapı koluna elimi koyup hafifçe bastırdım; arkamda, beyaz pikenin altındaki Mete’nin hareketsiz görüntüsü kaldı.
İçimde, kelimelere dökemediğim o sessiz hesaplaşma devam ediyordu.
Merdivenlere yöneldiğimde her adımda kalbim daha hızlı çarpıyordu. Merdivenlerin soğuk demir korkuluklarına ellerimi koydum; serinliği, içimdeki gerginliği biraz olsun hafifletiyordu. Adımlarımı hızlandırdım, merdivenlerden inerken evin sessizliği ardımda kalıyordu. Kapının önüne vardığımda, dışarının hafif esen rüzgârı yüzüme vurdu.
Arabama doğru yürürken düşüncelerim karmaşık, geleceğe dair belirsizdi. Her adımda, verdiğim kararın ağırlığını daha derinden hissediyordum. Arabanın kapısını açtım, içeriye otururken uzun bir nefes aldım ve motoru çalıştırdım. Yolun nereye çıkacağını bilmiyordum ama gitmem gerekiyordu.
Hemen yanımdaki koltuğun kapısı açıldığında derin bir nefes verip emniyet kemerime uzandım. Araba hafifçe sarsılırken yanımdaki koltuk doldu. Emniyet kemerimi sakince takıp sağ omzumun hizasından yanıma baktım.
“Emin misin Eyşan? Alacağın bu karar, bir döngünün kırılma noktası olacak,” dedi, Hümeyra anne. Arabanın içi sessizdi, sadece motorun hafif vınlaması vardı.
Bir an tereddüt ettim, sonra kararlılıkla başımı salladım.
“Başka yolu yok. Bunu yapmak zorundayım,” deyip aracın içindeki telefonu klimanın üzerinde sabitlenmiş telefon tutacağına yerleştirdim. Hümeyra anne, emniyet kemerini takıp telefonunun ekranını açtığında direksiyonu sola çevirip gaza bastım. Aracın sesi hafifçe yükselirken, Hümeyra anne telefonu kulağına yasladı.
“Gerekli evrakları hazırladınız mı?” diye sordu ve bir anlığına bekledi. İçimde bir karışıklık vardı; kararımın ne kadar doğru olduğundan emin olamıyordum ama geri dönüş yoktu.
“Tamam, bizde kışlaya doğru yola çıktık, arabadayız. On beş dakika sonra helikopterin yanında oluruz.”
Arabanın hafif sarsıntısıyla birlikte hızlandım. Hümeyra anne yanımda, sessizce önümdeki yolu izliyordu. Telefon ekranı karardıktan sonra derin bir nefes aldı, gözleri kısa süreliğine kapandı. Kışlaya doğru ilerlerken içimde bir umut kırıntısı, ama aynı zamanda büyük bir yük vardı.
On beş dakika sonrasında kışlanın önüne vardığımızda geldiğimizi gören iki görevli asker koşarak ön tarafa yaklaştı ve ağır sürgülü kapıları iki yana çekerek bekledi. Hızımı yavaşlatmadan açık alandan geçip direksiyonu sabit tutmaya devam ettim. Arabayı otoparka bırakıp araçtan indik. İleride bekleyen helikopteri gördüğümde derin bir nefes alıp yanıma yaklaşan askere arabanın anahtarını uzattım. Gözlerimi kısıp helikopterin olduğu alana bakmaya devam ettim.
Açık alanda bekleyen helikopterin önündeki siluet, rüzgârda kıpırdamadan duran bir heykel gibiydi. Pervanenin savurduğu tozlar ve kuru ot parçaları etrafında uçuşurken, o yerinden hiç kımıldamıyordu. Tanıdık bir duruştu bu. Dimdik, sessiz ve sarsılmaz. Hümeyra anne yanımda durdu, ben birkaç adım ileri çıktım. Gözlerim silueti seçtiğinde içimdeki karmaşa bir anda derin bir sessizliğe dönüştü.
Alparslan Baba’ydı bu. Elleri cebindeydi ama omuzlarındaki yük, ellerinden değil, gözlerinden sarkıyordu. Yüzü aydınlatmanın altında kısmen görünüyordu. Gözleri bir noktaya sabitlenmişti; yaklaşan bana mı, yoksa çok daha ötede başlayacak olan kaderime mi bilmiyorum.
Pervane her turda daha güçlü esiyor, gündüzün sıcağını biçiyordu. Saçlarım yana savruldu ama ayaklarım sabitti. Sanki o an, geçmişle gelecek arasında sıkışmıştım. Zamanın içinden kopup gelen bu adamın önünde, çocukluğumun, kararlarımın ve kayıplarımın hepsi birden dizildi.
“Dikkatli gidin,” dedi ama sesini rüzgâr değil, yalnızca gözleri taşıdı bana.
Yaklaştım. Aramızda birkaç adım vardı ama onca yılın sessizliğiyle doluydu. Bir şey demedim. Sadece gözlerine baktım. Onun gözlerinde, geçmişin gölgesiyle geleceğin ağırlığı karşılıklı durmuştu zaten.
Helikopterin zırıltısı altımızdaki zemini titretiyordu. Arkamda Hümeyra annenin nefes alışları, önümde Alparslan Baba’nın sustuğu kelimeler ve ortada ben. Ne çocukluğumun elleri kadar masum ne de askerliğimin emirleri kadar nettim. Sadece bir kararın tam ortasındaydım.
Metin değişiyor, biz değişiyorduk ama izler, her zaman kalıyordu. Benim izim, attığım her adımda yankılanan sessiz çığlıktı.
İz.
Kendi hikayemin, yaşadığım toprakların ve kayıplarımın sessiz bekçisiydi.
Dâr-ı Dünya, Cem Yıldız
Uyku, bana her zaman bir sığınak gibi gelmedi. Bazen bir ceza gibiydi. Gözlerimi kapadığımda neyle yüzleşeceğimi bilmeden sürüklendiğim karanlık bir yolculuktu. Bu gece, o yolda yürürken ayaklarım beni çocukluğuma değil, henüz yaşamadığım bir geleceğe götürdü.
İlk başta etrafımda bir boşluk vardı. Ne duvar vardı ne gökyüzü. Sadece soluk bir sis ve hafifçe uğuldayan bir rüzgâr. Ardından bir ses yükseldi içimden. Sanki yüzyıllardır anlatılan ama kimsenin sonunu bilmediği bir efsaneyi anlatıyordum.
“Vaktiyle, bir dağın eteğinde iki çocuk doğmuş. Aynı anda, aynı çığlıkla. Birinin adı Ay, diğerininki Gölge olmuş. Ay, gündüzleri güler, ışığın altında koşarmış. Gölge ise geceleri uyanır, sessizce yürürmüş. Biri konuşur, biri dinlermiş. Biri sever, diğeri bekler. Herkes Ay’ı görürmüş ama kimse Gölge’nin farkına varmazmış.”
Sözler ağzımdan dökülürken aslında hikâyeyi anlatmıyordum; yaşıyordum. Ay bendim belki de. Ya da Gölge. Belki ikisi birden ya da hiç biriydim.
“Derler ki Ay, bir gün düşüp kaybolunca, Gölge ilk kez güneşe çıkmış. Onu aramış, bulmuş ama Ay, onu tanımamış. Çünkü ışık, Gölge’yi hatırlamazmış ama Gölge, hep ışığı beklermiş. İkizler birbirine sarılmış ama bir daha aynı olmamışlar. Çünkü biri hep gitmeye, diğeri hep kalmaya yazgılıymış.”
Bir hışırtı duydum o an. Sis, hafifçe aralandı. Karşımda küçük bir kız çocuğu belirdi. Üzerinde sade bir elbise vardı, ayakları çıplaktı ama adımlarında korku yoktu. Saçları rüzgârla dalgalanıyordu, gözlerinde ise tanıdık bir ışık vardı. Sol gözü kahverengi, sağ gözü ise maviydi. Sanki yıllardır içimde taşıdığım ama adını koyamadığım bir şeyin vücut bulmuş haliydi.
Donakaldım. Sesini ilk kez duyuyordum ama o kadar tanıdıktı ki… Kalbim göğsümde değil, boğazımda çarpıyordu. Yutkundum ama sesim çıkmadı. Bir adım attı bana doğru. Ardından bir adım daha. Her adımında zaman ağırlaştı, dünya sessizleşti. Dizlerimin bağı çözüldü, olduğu yere çöküverdim.
Onu kollarıma almak istedim ama sis yeniden yükselmeye başladı. Küçük bedeni gözümün önünde silikleşti. Elimi uzattım ama tutamadım. Rüzgâr bir uğultu gibi geçerken içimde bir cümle yankılandı.
“Sen ışığı seçtin ama ben gölgeydim…”
Eyşan’ın sesi kulağıma nüksettiğinde bir çığlık sesi duydum. Gözlerimi irkilerek o an açtım. Nefesim düzensizdi, alnım ter içindeydi. Üzerimde ince bir pike örtülüydü. Gözlerim hızlı bir şekilde odayı tararken yalnız olduğumu fark edip yutkundum ve yatakta doğrularak ellerimi yatağa bastırdım.
“Eyşan?” diye seslendim fakat ses gelmedi. Komodinin üzerindeki çalan telefonu fark ettiğimde sağ dirseğimin üzerine yaslanıp sol elimle komodine uzandım. Telefonu alıp yastığa başımı koydum ve aramayı cevapladım.
“Eyşan, annen ile kurul toplantısına gitti. Sende hazırlanıp bir an önce kışlaya gel. Gönderdiğimiz dosyaya cevap gelmiş, Eyşan yokken başladığın işi bitir.”
Telefonun ucundaki sesin ciddiyeti omuzlarıma ağır bir yük bindirdi. "Tamam, hazırlanıp çıkıyorum," dedim, sesimde hem yorgunluk hem de kararlılık vardı. Telefonu kapattım ve derin bir nefes aldım. Rüyamda gördüğüm o kız çocuğunun bakışları hâlâ gözlerimin önündeydi; içimde hem umut hem de korku vardı.
Yatakta kısa bir an oturdum, sonra kalktım. Silahımı, üniformamı hazırlarken düşüncelerim dalgalandı. Kışlaya gitmek, yeni bir başlangıcı başlatmak demekti. Ama içimde taşıdığım yük, sadece görevden değil, geçmişten de geliyordu.
Sen ışığı seçtin ama ben gölgeydim.
O sözler kulağımda çınlıyordu.
Evden çıkıp araca bindim ve kışlaya doğru gitmek için yola koyuldum. Yol boyunca düşüncelerim, rüyadaki o çift gözde takılı kaldı. Kahverengi ve mavi... Sanki iki farklı dünyayı taşıyorlardı içinde. Karanlıkla aydınlığın, umutla korkunun arasında sıkışmış bir sembol gibiydi o.
Motorun ritmik sesiyle birlikte, her kilometrede yüküm biraz daha ağırlaşıyor, geleceğin belirsizliği biraz daha netleşiyordu. Kışlanın kapıları önümde açılmayı bekliyordu. İçimde, geçmişle geleceğin kesiştiği o sınırdaydım.
Arabadan indiğimde, ağır adımlarla otoparktan çıkarak kışlanın içine doğru yürümeye başladım. Koridorlar uzun ve sessizdi; duvarlarda asılı olan bayraklar, yılların yükünü taşıyan eski fotoğraflar ve madalyalar, ağır atmosferi daha da derinleştiriyordu. Her adımda zaman yavaşlıyor, buranın sadece bir bina değil, anıların ve hesaplaşmaların evi olduğunu hatırlatıyordu.
Koridorun sonundaki, kalın ahşap kapının önünde durdum.
Derin bir nefes çekip bıraktım. Ellerim terliydi, yüreğim hızlı atıyordu. Elimi kulpa uzattım. Kapıyı açıp içeriye girdiğim an babamın olduğu masanın önündeki koltukta oturan Osman’ı gördüm.
Osman, derin düşüncelere dalmış gibiydi; yüzündeki ifade ne şaşkınlık ne de kaygı taşıyordu, sanki beklenen bir ziyaretçiymişim gibi sakin bir duruşu vardı. Babam, sıkıntılı bir şekilde oturuşunu düzeltti ve eliyle Osman’ın karşısında kalan tekli koltuğu gösterdi.
O an, sadece kapıdan girmiş biri değil, bu odada beklenmeyen bir yüzle karşılaşmanın ötesinde, yeni bir dönemin kapısındaydım. Geçmişin gölgeleriyle hesaplaşma ve geleceğe dair bilinmezlik, aynı anda üzerime çökmüştü. Ağır adımlarla koltuğa yaklaşıp oturduğumda Osman, kaşlarını çatıp babama döndü.
“Acil bir durum mu var komutanım?”
Babam, ağır bir nefes alıp bıraktığında Osman’ın bakışları bir an için bana döndü ama çok beklemeden babama çevrildi.
“Evet Osman. Yüzbaşı Mete Mert Çakır, Güvercin Timi ile ilgili büyük bir karar aldı ve yardımcı komuta sende olduğundan dolayı herkesten önce senin duyman gerekir.”
Osman, kaşlarını yukarıya kaldırdığı sıra, babam devam etti.
“Mete Mert Çakır, Güvercin Timinden istifasını arz etti ve ardından yerine geçecek olan komutanın Çilingir yani Bora Yalaz Arınlı olmasını talep etti. Tuğgeneral Fikret Yıldırım da bu kararı onayladı.”
Osman’ın kaşları, babamın her sözcüğünde ağırca düştü ve cümlesinin sonunda, alnında derin bir çukurun oluşmasına neden oldu. Gözleri aniden karardı, dudakları sıkıldı. Sakin bir nefes almaya çalıştı ama gözlerindeki ateşi saklayamıyordu. Yüzü babama bakarken gözleri bana çevrildi.
“Bu kararın sonuçlarını hesapladın mı? Biliyorum, baban destek veriyor ama bu, herkesin kabul edeceği anlamına gelmez.”
Herkesin sözcüğüne öyle bir bastırmıştı ki altında yatan isimleri saymış kadar olmuştu.
Babam, araya girerek ağır ve kararlı bir sesle konuştu.
“Osman, bu karar üst makamlarca onaylandı. Tartışma burada biter.”
Osman gözlerini kapattı, ardından yavaşça açtı ve sertçe devam etti.
“Biliyorum komutanım ama Çilingir, Güvercin Timi’nin sahadaki dinamiklerini, takımın ruhunu tam anlamıyla bilmiyor. Ayrıca kondisyon eksikliği var, daha yeni ölümden döndü bu adam. Bu değişim sadece operasyonel değil, psikolojik bir sınav olur.”
Osman’ın sözleri odada ağır bir yankı bıraktı. Hissedilen gerginlik, adeta görünmez bir sis gibi etrafı sardı. Babam, alnını hafifçe kırıştırarak başını salladı ve derin bir nefes aldı.
“Bora’nın durumunu biliyoruz Osman,” dedi ağır ağır, “ama dediğim gibi, karar verildi. Bu, üst makamların iradesi ve senin de destek vermen bekleniyor.”
Osman, gözlerindeki ateşi biraz daha saklamaya çalışarak yere baktı, sonra başını kaldırıp sert bir ifadeyle bana bakmaya devam etti.
“Bu tim sadece bir ekip değil, bir ailedir. Lider değişimi, sadece komutanın yerini almak değil; bütün dengeleri, güveni, motivasyonu etkiler,” dedi ve ayağa kalkıp babama döndü. Sol ayağını sertçe sağ ayağının yanına vurup kafasını eğdi ve kaldırdı. Bana selam vermeden kapıya doğru ilerledi ve kapıyı açıp dışarıya çıktı. Sağ elimi sertçe alnıma vurup arkama yaslandım. Derin bir nefes aldım, kafamda düşünceler birbirine karışıyordu. Osman’ın sert tavrı ve sözlerindeki haklılık, içimde bir düğüm oluşturmuştu.
Bora’nın durumu hem fiziksel hem de psikolojik açıdan bir sınav olacaktı.
“Eşyalarını üç gün içinde teslim edip askeriyeden ayrıl.”
O an, duvarların sessizliği bile üzerime çöktü. Odanın içindeki hava ağırlaştı. Yıllardır her sabah giydiğim üniformanın, artık bir yükümlülük değil, bir hatıraya dönüşeceğini fark ettim. Gözlerimi yere indirdim; orada, nice adımın, nice kararın gölgesi yatıyordu.
“Resmiyetin bitebilir ama savaşın henüz bitmedi oğlum. Herkesin önünde çekilsen de vicdanından çekilemezsin.”
Başımı kaldırdım, onun gözlerindeki ciddiyete karşılık verdim. Ayağa kalktım, botlarımın tabanı ahşap zeminde tok bir ses bıraktı. Selam vermeden dönüp yürüdüm. Bu sefer ben de kapıyı açtım ve çıktım.
Işığı bıraktın, şimdi gölgenle yürümeyi öğreneceksin.
İç sesim zihnimde derin bir yankısını bırakmıştı.
Koridora sırtımı dönüp yürümeye başladım. Köşeyi döndüğümde Osman, kolları bağlı bir şekilde duvar dibine yaslanmış bekliyordu. Gözleriyle beni çoktan görmüştü ama kıpırdamamıştı. Yaklaştıkça çenesindeki gerginlik fark ediliyordu. Dişlerini sıkıyor, nefesini kontrol altında tutmaya çalışıyordu.
“Geri çekeceksin,” dedi. Sesi bir hırıltı gibiydi önce. Sonra adım atıp aniden önüme geçti. “Kararını geri çekeceksin!” diye bağırdı ve ellerini yakalarıma geçirip beni duvara doğru itti. Çevredeki askerlerin gözleri üzerimize çevrildi. Birkaç kişi refleksle ayağa kalktı. Koridor aniden sustu, sadece bizim soluklarımız kalmıştı. O an bir koşuşma sesi geldi.
Yakalıklarımda sertleşen parmaklarının baskısını hissetsem de gözlerimi onunkilerden ayırmadım. Gözleri öfke doluydu ama içinde yalnızca öfke değil; bir hayal kırıklığı, bir terk edilmişlik vardı. Belki de bir kardeşin, diğerini kaybedişiydi bu.
Deniz ve Kubilay aynı anda yaklaştı, araya girip Osman’ın ellerini yakamdan çekmeye çalıştılar.
“Komutanım sakin olun, askeriyedeyiz,” dedi Deniz ama sesi bile titriyordu. Osman’ın gözleri parlayan bir ateş topu misaliydi. Baktığı her yer yeri yakıp kavuracak kadar güçlüydü.
“Bu tim Mavi Ateş Timi değil Mete, bu tim Güvercin Timi! O, bu timi sana emanet etti. Emaneti, henüz içeriye girememiş bir adama teslim ediyorsun…”
Deniz ve Kubilay’ın elleri ağırca aramızdan çekilirken Kubilay, kaşlarını çattı ve olayı anlamak istermişçesine Osman’ın yüzüne baktı.
Osman, “Biz bu timi sadece görevler için değil, hayatta kalmak için bir arada tuttuk. Şimdi her şeyi dağıtıyorsun. Buna izin veremem Mete,” dediğinde Deniz, şaşkınlıkla bakışlarını bana çevirdi. Kubilay, gözlerini devirip ellerini palaskasına koydu.
“Ne olduğunu biri artık bize de açıklayabilir mi?” diye sorduğunda Osman, ellerini sertçe yakalarımdan çekip işaret parmağıyla beni gösterdi ve bir adım geri çekildi.
“Anlatsın,” dedi. “Herkes duysun. Neyi bıraktığını, neyi kimlere emanet ettiğini kendi ağzından anlatsın.”
Koridordaki sessizlik keskinleşmişti. Yanımızdan geçen birkaç asker başını çevirip bakmaya yeltenmiş, sonra hızla uzaklaşmıştı. Bir köşede rüzgârın ittiği bir bayrak hafifçe kımıldıyor, Eyşan’ın sesi sanki taş duvarların ardında yankılanıyordu.
“Biri bile eksilirse, bu tim dağılır...”
Yutkundum. Sesim boğazımda düğümlendi ama geri adım atmadım. Gözlerimi Deniz ve Kubilay’a çevirdim.
“İstifa ettim, Güvercin Timi komutasına Çilingir atandı.”
Sözlerim havada asılı kaldı, tıpkı o an donmuş bir zaman parçası gibi. Kubilay’ın alnı çatıldı, gözleri hafifçe kısıldı. Deniz’in yüzünden anlık bir hayal kırıklığı geçti; şaşkınlıkla umut arasında sıkışmış gibiydi. Koridorun ucundan geçen bir çavuşun ayak sesleri yankılandı, sonra yine sessizlik. Hatta kendi kalp atışımı bile duyabilecek gibiydim.
“Ne?” diye sordu Deniz, sesi boğuk ve hâlâ inanmakta zorlanır bir tondaydı. Kubilay, gülerek Osman’ın omzuna vurdu.
“Şaka mı yapıyorsunuz amına koyayım? Normalde burada esprileri ben yapıyordum. Bugün sıra sizde herhalde?”
“Ne saçmalıyorsun geri zekâlı? İstifa ettim diyor. Çilingir’i, sırf askerliği yanmasın diye başınıza komutan yaptım diyor!”
Kubilay’ın yüzündeki gülümseme aniden silindi. Yüzü kasıldı, sonra bir boşluk gibi bakmaya başladı bana. Başını iki yana sallayıp arkaya doğru bir adım attı.
“Hayır, bu doğru olamaz. Mete Yüzbaşı, böyle bir şeyi yapmaz.”
“Yaptı,” dedim, sesimde bir titreme olmamasına rağmen içim zangır zangır titriyordu.
Osman, alt dudağını sertçe dişleyip bir adım bana yaklaştı.
“Hadi bizi siktir et, Eyşan bunu duyunca ne diyecek, bunu hiç düşündün mü? Koskoca, Mücadele İtibar Teşkilatı Başkanı Güvercin. Eski Güvercin Timinin komutanı Asena Gündüz. Bu verdiğin sikik kararı duyunca sana neler yapacak, biliyor musun?”
Sözleri, kelime değil hançer gibiydi. Boğazımda bir yumru oluştu ama yutkunmaktan öteye geçemedim. İçimde Eyşan’ın siluetini gördüm bir an: o çatık kaşlarıyla bana bakıyor, hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp gidiyordu.
Osman, bana doğru bir adım attığında Kubilay, elini kaldırdı ve Osman’ın göğsüne yaslayıp onu durdurdu.
“Osman, bu kadar yeter,” dedi ve bakışlarını bana çevirdi.
“Emanete sadakat, sadece elde tutmakla olmaz Mete Mert Çakır, bazen bırakmakla da ihanete dönüşür. Ve benim ablam, ihanet edenleri hiç sevmez,” dedi ardından yüzünü çevirdi. Osman’ı çekiştirerek koridorda yürümeye başladıklarında gözlerimi kapatıp başımı duvara yasladım.
Ben bu kararı verirken kaç kişiyi kıracağımı biliyordum. Ama hiçbir şey, kelimelerin gerçekte nasıl yankılandığını duymak kadar acıtmıyor insanı. Evet. Biliyorum.
Eyşan bu timi bana emanet etti. Sadece bir isim, bir görev değil. Kalbinden söküp verdiği bir parçayı bıraktı avuçlarıma. Ben o parça elimdeyken kendimce sağlam bir şekilde tuttum zannettim.
Ama şimdi o emanet, avuçlarımda kırık dökük duruyordu.
Her anının kendine ait bir hafızası vardır.
Yaşadığın her dakika, düşündüğün her detay, hissettiğin her duygu, zihninde silinmez bir iz bırakır. Şırnak’ın sıcak ve sert coğrafyasında yürürken, geçmişin gölgeleri peşimdeydi. Bu topraklar, sadece bir savaş alanı değil; dostlukların, acıların ve kayıpların kesiştiği bir hikâye merkeziydi.
Zihnimin gerisindeki hafızada yer alan bir anıya savrulduğumda yanımda duran kadına baktım. Biçimli kaşları hafifçe çatılmıştı. İşaret ve orta parmağının arasına sıkıştırdığı sigarayı ağırca dudaklarına yaklaştırıp küçük bir nefes çekti ve usulca üfledi. Sigarasını işaret ve baş parmağının arasına sıkıştırdı. Orta parmağıyla destekleyerek gözlerini kıstı, ardından uzaktaki yanmaz konteynıra fırlattı. Yüzünde beliren çizgiler, yaşananların ağırlığını taşıyordu.
Arkamızdan gelen adım seslerine dikkat kesildiğinde gözlerini konteynırdan çekti ve ellerini ceplerine sokup arkasına döndü. Onu taklit ederek bende arkama döndüğümde hemen karşımızda duran Ethem Boduroğlu’nu gördüm.
“Kararını verdin mi Asena Yüzbaşı? Kubilay’ın, bacağının kesilmesine izin veriyor musun?”
Eyşan'ın gözleri kısacık bir süre babasıyla buluştu. Sonra başını çevirdi. Cevap vermedi. O anda, suskunluğu bile bir karardı. İçine işleyen, ciğerini yakan ama dışarıya belli etmediği bir karardı.
Ethem Boduroğlu, bir adım daha yaklaştı. Üzerindeki üniformanın yakasını düzeltti. Her zamanki gibi dimdikti ama bu defa sesindeki ton, komutanlıktan çok bir babanın öfkeli kararlılığına benziyordu.
“Bu kadar mı Eyşan?” dedi. “Sessiz mi kalacaksın? Emir komuta zincirinde susmak bazen ihanettir. O çocuğun geleceği, bu kararınla yok olacak.”
Eyşan gözlerini kısmadan babasına döndü. “Ben kararımı çoktan verdim. Kubilay’ın bacağı kesilmeyecek.”
Ethem’in kaşları çatıldı, sesi sertleşti. “O bacağı kurtarmak için başka riskler alacaksın, farkındasın. Bu bir emir değil. Bu, kendi tim arkadaşının hayatını daha büyük tehlikeye atmak demek.”
O an Eyşan'ın yanında durduğumu, sırtımın terden yapış yapış olduğunu, yumruklarımı sıkmaktan ellerimin ağrıdığını fark ettim. Gözlerim ikisinin arasında gidip geliyordu.
“Ben o riski alırım,” dedi Eyşan. “Çünkü o riski onlarca kez aldık. Kubilay’ın bedenindeki her yara, bizim timin ortak yükü. Kimseyi yarım bırakmayız. Bunu en iyi siz bilirsiniz Ethem Komutanım.”
Ethem Boduroğlu, bir an sustu. Dudaklarını birbirine bastırdı. Sonra başını hafifçe eğip geri çekildi. “O zaman kendi sorumluluğunu kendin taşırsın, Asena Yüzbaşı. Bu kararın bedelini de... sonucunu da... tek başına.”
Ethem Boduroğlu, arkasını dönüp yürümeye başladığında Asena hiç hareket etmedi. Rüzgâr tekrar konteynırın yanından geçerken bir şeyin farkına vardım. Asena korkmuyordu. Kararının arkasında dimdik duruyordu ama içten içe, paramparça bir yalnızlığa doğru yürüyordu.
Eyşan’ın yanında durduğum her saniye, onun omzuna biraz daha yük bindiğini hissediyordum. Herkes karar vermesini bekliyordu ondan. Herkes, bir komutandan daha fazlasını… bir mucize bekliyordu belki. Ama onun gözlerinde ben başka bir şey görüyordum: Yorgunluk değil, kararlılık. Korku değil, sorumluluk. Ve hepsinin içinde sessiz bir öfke. Kimseye değil, zamana, sisteme, kayıplara.
“Sence yapabilecek miyiz?” diye sordum usulca. Gözlerini bana çevirdi. Göz bebeklerinde yanıt yoktu ama göz kırpmadan öyle bir baktı ki cevap almış gibi hissettim.
Belki yapamayacağız. Belki Kubilay’ın bacağını kurtaramayacağız. Belki bu kararın sonu bizi başka bir felakete götürecek. Ama biz yine de deneyeceğiz. Çünkü Güvercin Timi böyleydi. Yarım kalan kimse olmazdı. Ve o yüzden, Asena Yüzbaşı’nın o anda aldığı karar, sadece bir bacağı kurtarmaya değil, birliğin onuruna sahip çıkmaya dair bir karardı.
Ve ben o gün, o karardan sonra, Kubilay’ın yeniden yürümesiyle, Asena’nın sadece bir komutan değil, bir efsane olduğunu bir kez daha anlamıştım.
Kubilay, ayağındaki destek aparatına rağmen odanın içinde dolaşıyor, her birkaç adımda bir elini havaya kaldırıp laf atıyordu. Bir yandan şikâyet ediyor gibi görünse de yüzünde, dudaklarının kenarında inatla tutmaya çalıştığı o sırıtış vardı. Göz göze geldiğimizde başını yana eğdi, kaşlarını kaldırdı.
“Birlikte ölümü göze almış adamlarız ama bakıyorum da burada kimse bana çay bile demlemiyor. Bacağı bıçağın altından kıl kapı kurtardım, insan bir simit alır, baklava getirir, lokma döktürür!”
Ben içimden gülümsedim. Asena ise gözlerini devirdi ama ses etmedi. O anda o sessizlik bile aralarında yıllardır süren dostluğun bir göstergesiydi. Asena’nın dudaklarının kenarında beliren hafif kıpırdanma, onun da bu anı hafızasına kazıdığını gösteriyordu.
“Kubilay, daha iki gün önce ayağa kalktın, ne lokması?” dedim. “Bacağın kesilmedi diye hâlâ mucizeye inanmıyorsan seni tekrar doktora götürelim.”
“Kesilseydi madalya takacaktınız. Resmen yarım saatte kaderimi değiştirdiniz.”
“Yarım saatte değil, bir ömürlük karar verdik.”
Kubilay bir an sustu. Sonra yürümeyi bırakıp ellerini kalçalarına koydu. “Komutanım, komutan olmak zor bir durum değil mi? Böylesine zorlu bir kararı verirken korkmadınız mı?”
Asena, boğazını temizleyip oturduğu sandalyede sırtını dikleştirdi.
“Eğer bacağın kesilseydi beni rütbemden alacaklardı, timi dağıtacaklardı. Sana da madalya takıp evine göndereceklerdi tabii o psikolojiden çıkacağına inanacak olurlarsa,” dedi ve kaşlarını kaldırıp eliyle hem kendisini hem de Kubilay’ı gösterdi. “Ben, ikimizi de kurtardım.”
Gözleri benimkilere değdiğinde zihnimde derin gürültüler kopmaya başladı.
“Çünkü biz kanadı kırık ama sağ kalmış Güvercinleriz. Bir Güvercin’in diğer kanadını da kıramazdım. Ben, bunun yükünü kaldıramazdım.”
“Adama bak ya. Gelmiş Çilingir’i komutanınız yaptım diyor!”
Kubilay’ın sesiyle gözlerimi daldığım noktadan çekip ayakta volta atan Kubilay’a çevirdim. Her şey kaldığı yerden başlamıyordu ama biz, kaldığımız yerden yürümeye devam ediyorduk. Hayatta kalmak, bazen sadece nefes almak değil, aynı yolda yürümeye cesaret edebilmekti.
Deniz, Kubilay’a yaklaşıp onu tutmak için ellerini uzattığında “Sakin ol,” diyerek Kubilay’ı yakaladı. Kubilay, hafifçe durup Deniz’in gözlerinin içine baktı.
“Ne sakin ol Deniz, nasıl sakin olayım? Ortada Eyşan abladan habersiz alınmış bir karar var. Hadi onu geçtim, Mete’nin başımıza komutan olarak getirdiği kişi daha yeni vuruldu. Adamın raporu var, o mu bize komutanlık yapacak?” diye yüzüne karşı tısladı.
Deniz bir an duraksadı. Elleri hâlâ Kubilay’ın kollarındaydı ama sesi düşüktü, yumuşaktı.
“Komutanlık senin istediğin gibi verilmez, biliyorsun,” dedi.
Kubilay, onun ellerini omzundan silkelercesine bıraktı. Gözlerinde alev alev yanan bir öfke vardı. Ama bu öfke kimseye değilmiş gibi, daha çok çaresizliğe duyulmuş bir isyandı.
“O adam buraya bir kararnameyle mi geldi? Bizim başımıza lider olacak adam, önce timin güvenini kazanır. Kağıtla gelenle değil, bizimle çamura düşenle olur komutanlık. Eyşan abla şu kapıdan girene kadar kimse bana komutan demesin.”
Sıkıntılı bir nefes bırakıp “Yeter,” dedim. Kubilay, gözlerini kırpıştırıp karşımdaki sandalyeyi sertçe çekti ve kendini bırakarak oturdu. Deniz, ağırca Kubilay’ın yanındaki sandalyeyi çekip oturduğunda kollarımı göğsümde bağlayıp arkama yaslandım.
“Eyşan yokken onun ismini kavga malzemesi yapmak, Eyşan’a ihanettir. Sorumluluk, bazen istemesek de önümüze düşüyor. Bu tim ayakta kalacaksa, önce birbirimize saygıyla duracağız. Kimse Eyşan değil, bunu unutmayın.”
Deniz, bakışlarını bana çevirdi.
Damağımı şaklatıp sandalyede biraz yayıldım.
“Hümeyra Çakır ile kurul toplantısına gitmiş. Gelince olanlardan haberi olacaktır. O zamana kadar -Kubilay’a baktım- dilinizi ısırın ve susun.”
Kubilay, ağırca oturduğu sandalyeden masaya doğru eğildi ve gözlerini kıstı.
Kubilay, dişlerinin arasından, “Eyşan abla buraya döndüğünde bir tim değil, enkaz bulacak,” diye tısladı ve sandalyeyi geri ittirerek ayağa kalktı. Deniz, ne yapacağını bilemez bir halde bana bakarken çenemle odadan çıkan Kubilay’ı işaret ettim. Deniz, yere devrilmiş sandalyeyi kaldırıp kendi sandalyesinden kalktı ve koşar adımlarla Kubilay’ı takip etmek için odadan çıktı.
“Yarım kalan her şeyin bedeli ödenir,” dedim kendi kendime. Bakışlarım, ranzamın hemen yanındaki demir dolaba çevrildi. “Çünkü Asena Gündüz, aldığı her kararın arkasında bir iz bırakır.”
Iron, Woodkid
Koridorun serinliği tenime işliyordu. Duvarlardaki sararmış operasyon haritaları, bir zamanlar alınan kararların ve verilen kayıpların gölgesini taşıyordu sanki. Her adımım tok seslerle yankılandı. Tabanlarımın altındaki taş zeminin sertliği, zihnimin içinde çınlayan düşüncelere karışıyordu.
Brifing odasına yaklaşırken boğazımda bir şey düğümlendi. Sol elim refleksle üzerimdeki tulumun cep kenarını sıktı. Sanki içimdeki sıkıntıyı bastırmaya çalışıyordum. Kapının önünde bir an durdum. Elimi uzatıp metal kapı kolunu çevirdim. Kapı gıcırdamadan açıldı.
İçeri adımımı attığım anda gözüme ilk çarpan, odanın köşesindeki televizyon ve masanın etrafına toplanmış ekip arkadaşlarım oldu. Görüntü akıyor, sesi kısıktı, herkes suskundu. Kapıyı usulca kapattım.
“Gelişmeleri aktarmaya devam ediyoruz sayın seyirciler...”
Spikerin sesi ile kapının kapanma sesi neredeyse aynı anda çarptı duvarlara. Göz göze geldiğimiz an, Kerem Albay başını hafifçe eğip karşısındaki sandalyeyi eliyle işaret etti. Gözlerindeki ifade ne yapabileceğini bilen ama ne hissedeceğini bilemeyen bir komutanın suskunluğuydu. Sessiz, hızlı adımlarla ilerleyip sandalyeye yerleştim. Dizlerim birbirine dokunuyordu.
Kerem Albay uzanıp televizyon kumandasına bastı. Ses biraz yükseldi. O an spiker, cümleye devam etti.
“Hakkari’nin sınır hattında, 6 Haziran’da gerçekleştirilen hava operasyonuna katılan F-16 pilotu Yüzbaşı Fatih Gökmen’den hâlâ haber alınamıyor. Operasyonun hemen ardından uçakla bağlantı kesildi. Millî Savunma Bakanlığı, bölgede arama-kurtarma çalışmalarının tüm hızıyla sürdüğünü açıkladı.”
Televizyonun sesi kesildiğinde, odadaki sessizlik bir anda çöküverdi. Kerem Albay bana döndü; gözleri, durgun ama içinde fırtına kopan bir deniz gibiydi.
“Fatih, Hakkâri sınır hattında keşif ve destek uçuşundaydı. Her şey planlandığı gibiydi, hava açıktı, rotası netti.”
“Son irtibat saat 11:43’teydi. O andan sonra radyo sessizliğe gömüldü. Sinyal yok, konum sabit kaldı. Orada bir şey oldu ama ne bilmiyoruz.”
Masadaki haritaya baktı, ardından bana döndü.
“Arama-kurtarma ekipleri bölgeye gitti ama bölge zorlu, çatışmalar sürüyor. Her saniye kritik.”
Yüzümde hissedilen ağırlık giderek arttı. Fatih’in adı, kulağımda çınlıyordu; onu tanıyordum, onunla uçmuştum. Bir kardeşimi kaybetmek gibiydi bu. Ve şimdi ben de göreve çağrılıyordum.
“Yakın destek ve keşif uçuşları için hazırlıklı ol,” dedi Kerem Albay. “Zamanla yarışıyoruz.”
Ciğerlerimdeki hava ağırdı ama durmaya ve düşünmeye vakit yoktu. Görev belliydi. Gökyüzü bizim evimizdi; bu evde her kayıp, her sessizlik, bizi biraz daha yaralıyordu. Aklımdaki fikirle kaşlarımı kaldırıp yerimde dik bir konuma geçtim.
“Albayım, kara çalışmaları için Güvercin Timinden destek almamı ister misiniz?”
Kerem albay, düşünceli bir şekilde gözlerini kıstı.
“Olabilir. Mete Yüzbaşının önderliğinde arama çalışmalarımız hız kazanabilir. Sonuçta kendisi meskûn mahallerde teröristle mücadele konusunda uzman,” dedi ve sandalyesini ittirerek ayağa kalktı. Masanın etrafına dizili arkadaşlarımla aynı anda ayağa kalktığımızda Kerem albay, kafasını salladı.
“O halde bir an önce Güvercin Timi ile operasyona başlayın. Ben gerekli yazışmaları sağlayacağım.”
Esas duruşta bir selam verip hızla kapıya doğru ilerledim ve brifing odasından ayrıldım. Ardımda kalan kapı, sessizce kapandı ama içimdeki uğultu hâlâ yankılanıyordu. Ayaklarım beni otomatik olarak pistin ötesindeki kışlaya yönlendirdi, ama zihnim bambaşka bir yerdeydi.
Hangarların yanından geçerken çizmelerimin taş zemine çarpan sesi, düşüncelerime eşlik ediyordu. Her adımda artan kararlılığımı, ellerimi yumruk yaparak dengelemeye çalıştım. Görev beni çağırıyordu. Ama bu sefer sadece bir görev değildi bu. Bir dostu, bir kardeşi bulma savaşıydı.
Askerî üs sınırının ötesine geçerken turnikelerin kenarında görevli erin selamını aldım. Hafif bir baş selamı verdim ve nizamiyeden dışarı adım attım. Gözüm, uzak tepelerdeki tozlu silueti taradı. Şırnak’ın güneşi öğleye yakındı; sert ama konuşmaz bir tanıktı sanki. Sessizlikte çarpan bir gerçek gibiydi.
Birliğe tahsis edilen askeri araç, beni bekliyordu. Kapısını açıp içeri oturduğumda motor sesiyle birlikte içimdeki sessizlik de parçalanmaya başladı. Araç, Özel Birlikler Kışlası’na doğru hareket etti. Radyoda ses yoktu. Konuşan tek şey asfaltın altımızdan akış sesi ve içimde gittikçe büyüyen sorumluluktu.
Gökyüzünü delip geçen izini, toprakta arayacaktık artık.
Askerî araç, Özel Birlikler Kışlası'nın beton duvarları önünde yavaşladı. Tellerin ardında göğe uzanan nöbet kuleleri, sanki yalnızca tehditlere değil, zamana da karşı nöbetteydi. Kapıdaki görevli beni tanıdı. Selam verip yolu açtı, gözleri kısa bir an için gözlerime takıldı. Kendi bakışımı kaçırmadım; sessizce başımı salladım.
Araç kışla içine süzülürken gözüm, eğitim sahasındaki birliğe takıldı. Koşu bandında ter içinde antrenman yapan birkaç asker, hayatın burada nasıl devam ettiğini bir tokat gibi hatırlatıyordu bana. Bir yanımız kayıp verirken, diğer yanımız dimdik yürümeye devam ediyordu. Askerlik, duygulara yer bırakmazdı ama yine de içimde bir yer, inatla sızlıyordu.
Barış, ana binanın önünde, elleri cebinde bir şekilde olduğum aracı inceliyordu. Araba durduğunda kapıyı açıp indim. Birkaç saniyelik şaşkınlığın ardından alnını kırıştırdı.
“Alev, neredeydin?” diye sordu fakat gözleri üzerimde gezindikten sonra alnındaki kırışıklar kayboldu, gözlerine bir anlayış yerleşti. Barış’a birkaç adım yaklaşıp derin bir nefes verdikten sonra ellerimi tulumumun ceplerine soktum.
“Bizden birisi kaybolmuş, haber alınamıyor. Karadaki arama çalışmalarına destek için Güvercin Timini sahaya alacağız. Kerem Albay gerekli yazışmaları sağlayacağını söylemişti.”
Barış, kafasını salladı ve ellerini ceplerinden çıkartıp kafasıyla içeriyi gösterdi.
“Bizimkiler nerede bilmiyorum ama Alparslan Albay, birazdan hepimizi toparlar. Haydi gel, koordinasyon merkezine geçelim.”
Hiçbir şey demeden başımı eğdim ve onunla ana binaya yöneldim. Binanın duvarları, üzerine sinmiş onlarca görev öyküsünü taşıyordu. Her adımda, içimde yükselen o tanıdık histi. Brifing odasının kapısına yaklaşırken kapının önündeki askeri fark ettik. Bakışlarımı Barış’a çevirdiğimde onun da bir anlığına bana bakıp askere döndüğünü gördüm.
“Bu niye kapının önünde bekliyor?” diye sorduğunda kafamı iki yana salladım.
Asker, bizim geldiğimizi gördüğünde esas duruşa geçti ve selamını verip durdu.
“Komutanım, Alparslan Albay, bütün Güvercin Timini ve Mücadele İtibar Teşkilatı yardımcısı Caner Cenk Çakır’ı toplantı odasına aldı. Ekipten olan herkesi oraya yönlendirin dedi.”
Barış, kafasını salladığında bir adım kenara çekilip adımlarımı toplantı salonuna kaydırdım. Toplantı odasının kapısına yaklaştığımda boğazımda bir düğüm daha belirdi. Elim refleksle kapı koluna uzandı. Soğuktu. İçeridekilerden çok, o soğuk metal beni ürpertti sanki. Derin bir nefes alıp kapıyı açtım.
İçeri adım attığımda gözüm ilk olarak iki tarafa ayrılmış yüzlerde gezindi. Alparslan Albayın sağında kalan tarafta Osman, Kubilay, Yonca, Lara ve Deniz vardı. Solunda ise Çilingir ile Ahmet duruyordu. Alparslan Albayın sol kolunun olduğu hizada Mete, sağında ise Caner, kaşları çatık bir şekilde Mete’ye bakıyordu.
Osman, elindeki kâğıdı masanın üzerine bırakıp Alparslan Albaya baktı. Havada hissedilen ağır bir gerginlik vardı ki henüz hiçbiri, bizim geldiğimizi fark etmemişti.
“Ben, Çilingir’in komutanlığı kabul etmiyorum albayım. Bu timin Güvercin’den sonraki komutanı Mete Mert Çakır’dı. Onun da görevi bırakmasıyla sanırım bizim de süremiz doldu.”
İçimdeki öfke bir adım atmak istese de dizlerimde kilitlenmişti. Aklımdan geçenleri dile getirmeden önce gözüm Barış’a takıldı. Kaşlarını derince çatmış, çenesini sıkmıştı. Bir adım daha attım, yere bastığımda botumun tabanından çıkan tok ses odadaki sessizliği yarıp geçti. Bütün gözler aniden bize çevrildi. Osman’ın elinin yarı havada kaldığını, Çilingir’in gözlerini kısmaya başladığını ve Caner’in bakışlarını Mete’den ayırıp bana yönelttiğini gördüm.
“Ne oluyor burada, bu da ne demek?” dediğimde Barış, kapıyı kapattı. Sessizlik, artık yalnızca gerilim değil; kelimelerin yerini alan bir siper hâline gelmişti. Alparslan Albay, göğsünü kabartacak kadar büyük bir nefes alıp bıraktı. Gözlerini önce bana, sonra da Barış’a çevirdi. “Yaklaşın,” dedi sade ama keskin bir tonla. Barış’la birlikte birkaç adım daha attık. İki tarafa ayrılmış gruba yaklaştıkça gerginliğin, bir iğne misali bedenime battığını hissedebiliyordum.
Bakışlarımı Mete’ye çevirdiğimde başını eğdiğini gördüm. Sanki içindeki hesaplaşma dışarı taşmasın diye dudaklarını birbirine bastırıyordu. Gözlerim Eyşan’ı ararken kaşlarımı çattım.
“Eyşan nerede?” diye sorduğumda Osman ve Mete’nin aynı anda bana baktığını fark ettim. Alparslan albay, ellerini arkasında bağlayıp çenesini dikleştirdi.
“Toplantıya gitti ama konumuz şu an o değil,” dedi. “Mete Mert Çakır, Güvercin Timindeki görevinden ve rütbesinden istifa etti ve yerini Bora Yalaz Arınlı’ya bıraktı.”
Alparslan Albay’ın o sözleri içime sanki kızgın bir demir bastı. Dudaklarımı sıktım. Çilingir’in adı geçince bile içimdeki her şey tepki verdi. Gözüm Osman’la Mete arasında bir kez daha gidip geldi.
“İstifa mı etti?” dedim, sesimi bastırmaya çalışarak. Her hece, boğazımdan değil, içimde yükselen yangından kopmuş gibiydi. Asıl mesele istifa etmesi değildi, Çilingir dediği kişiyi Güvercin’e bir komutan olarak getirecek olmasıydı. Özellikle, sağlık raporu olan bir askeri…
Alparslan Albay kaşlarını çattı ama ses etmedi.
Gözlerimi Mete’ye diktim. Eğdiği başını kaldırmıyordu. Dayanamadım.
“Bunu Eyşan’a söyledin mi?” diye sordum, sesimdeki sertlik gitgide büyüyordu. Gözlerim Mete’nin eğik başından doğrulup bana bakmasını bekliyordu. İçimde kopan fırtına dışarı vurdukça, kelimelerim keskin bir bıçak gibi etrafı dilimliyordu. “Ya da Osman’a? Kubilay’a, Deniz’e? Bu timin kalbini oluşturan herkese?”
O hâlâ suskun, gözlerini kaçırıyordu. O an anladım ki bu mesele sadece bir görevden çekilmek değil, çok daha derin, çok daha kirli bir hesaplaşmaydı.
İçimdeki öfke, soğuk bir nehir gibi akıyor, damarlarımda hızla dolaşıyordu. “Bize bunu neden söylemedin?” diye fısıldadım, sesim hem kırgın hem de sarsıcıydı. “Bu sır, bizi paramparça etmeye mahkûm. Böyle gizlemekle neyi koruyacağını sanıyorsun?”
Gözlerim hala ona kitlenmişti. Oysa odadaki diğer bakışlar da üzerimize kilitlenmişti; sessizlik, patlamaya hazır bir volkan gibiydi. Alparslan Albay’ın yüzündeki çizgiler derinleşirken, Barış’ın sıkı sıkıya kapattığı yumruklar, odadaki gerilimi daha da ağırlaştırıyordu.
Mete’nin suskunluğu, cevap vermemesi beni çıldırtıyordu.
Ellerimi yumruk yapıp ona doğru bir adım atacakken Barış, elini bileğime sarıp beni durdurdu. Mete’nin yüzüne okkalı bir yumruk savurmak istiyordum.
“Güvercin’e, karına bunu nasıl reva gördün, Mete Yüzbaşı?” diye bağırdığımda Mete, ağırca gözlerini kapattı.
Alparslan Albay, arkasında bağladığı ellerini çözüp sağ elini havaya kaldırdı.
“Yeter,” dedi. “Güvercin Timi'nin kaderi, masa başında tartışılarak belirlenmez. Sahada, görevde, birlikte alın teriyle yazılır bu hikâye.”
Alparslan Albayın gözleri, Osman’a çevrildi.
“Çilingir’i kabul etmiyor olabilirsin,” dedi Osman’a, sesini alçaltarak ama keskinleştirerek, “Ama kabul etmediğin her komutanla savaşmayı bırakacaksan, bu sadece bir direniş değil, tim ruhuna ihanettir.”
Gözlerim Osman’ınkine kenetlendi. O gözlerde yalnızca öfke yoktu; hayal kırıklığı, inat, bir parça da sığınacak yer arayan bir isyan vardı.
Osman, sakin kalmaya çalışarak, “Bu tim, komutanını seçmek için kurulmadı, Alparslan Albayım. Bu tim, birlikte göze alınamayacak şeyleri göze almak için kuruldu. Eyşan, zamanında bu tim için canını bile verecek konuma geldi. Asıl, onun yaptıklarını hiçe saymak ihanet değil midir?” dedi.
Barış’ın bileğimi sıkışı, öfkemin dozunu biraz olsun düşürürken, Alparslan Albay’ın sözleri odayı ağır bir sessizliğe bürüdü. Osman’ın kelimeleri ise bir çekiç gibi kafama vurdu. Gözlerindeki o kırılma, öfke ve umudun karışımı birden içimi kavurdu.
“Eyşan…” diye fısıldadım kendi kendime, sesim neredeyse duyulmayacak kadar düşük çıktı. O, timin can damarlarından biriydi, vazgeçilemezdi. Aldığı her kararın arkasında bir iz bırakan bu kadın, eşine emanet ettiği timin bu hâle düşeceğini hesaba katmamıştı.
Odada derin bir nefesler alındı, herkesin bakışları bir kez daha bana, Mete’ye, sonra da Alparslan Albay’a yöneldi. Bileğimi sertçe Barış’ın elinden kurtarıp sırtımı onlara çevirdim. Kapıya yaklaşırken Barış’ın “Alev, nereye gidiyorsun?” dediğini duydum. Adımlarımı durdurup omzumun üzerinden arkama baktım.
“Benim emir komuta zincirim size bağlı değil. Benim yalnızca emir aldığım iki insan var. Biri Kerem Albay,” deyip bakışlarımı Mete’ye çevirdim. “Diğeri ise Güvercin Timinin eski komutanı Asena Eyşan Boduroğlu.”
Önüme dönüp kapı kolunu sertçe indirdim ve toplantı odasından çıktım. Adımlarım binanın dışına çevrili bir şekilde ilerlerken içimde öfke keskin korlarla harlanmaya devam ediyordu. Eyşan, bu haberi duyunca ne yapacaktı bilmiyordum ama bulunduğumuz durum, gelecek için bir dönemeçti.
Ve biz, o dönemeçte duruyorduk.
Beni kışlaya bırakan aracın yanına yaklaştığımda önde bekleyen asker, hızla kapıyı açıp şoför koltuğuna oturdu. Yan koltuğun kapısını aralayıp arabaya bindim ve kapıyı kapattım.
Asker, kafasını sallayıp aracı çalıştırdı ve direksiyonu çevirerek gaza bastı. Bakışlarım toprak zeminde takılı kalırken bilinçsizce kafamı iki yana salladım. Mete, gerçekten bu kadar mı kör olmuştu? Biz ne için savaşmıştık, kim için düşmüştük toprağa? Bu timin canını veren kadın hâlâ nefes alıyorsa, bazı kararlar öyle rastgele alınamazdı.
Arabada akan sessizlik, içimdeki kaosu bastıramıyordu. Timin omurgası kırılmıştı ve o kırık, Eyşan’ın omzuna saplanan başka bir hançerdi.
Askerin sesiyle etrafıma baktığımda aracın durduğunu fark ettim. Küçük bir baş selamıyla arabadan inip uçuş pistinin yanındaki kulübeye doğru yürümeye başladım. Gri sabah sisinin içinde, pistin ilerisine sıralanmış helikopterler bulanık gölgeler gibiydi. Kapının önüne geldiğimde rüzgârın taşıdığı egzoz kokusu ile toprak arasındaki tanıdık karışım burnuma çarptı. Kapıyı açtım.
İçeride haritalar, telsizler ve görev dosyalarıyla dolu bir masa başında iki kişi ayakta beni bekliyordu. Kerem Albay, yanındaki yardımcısı ile bakışlarını bana çevirdiğinde Kerem Albay elini kaldırıp “Gel Alev,” dedi. Kapıyı kapatıp masaya doğru yaklaştığımda Kerem Albay, masanın üzerindeki haritayı işaretledi ve elindeki kalemi bırakmadan bana baktı.
“Sen içeriye girmeden hemen önce Alparslan Çakır ile görüştüm. Durumlar biraz karışık olduğu için başka bir ekip yönlendirmeyi teklif etti ben de kabul etmedim. Koordinatlar elimize ulaştı, Mardin sınır hattında, Sincar Geçidi’nin doğusu. Fatih’in kaçırılmış olduğunu anladık.”
Kerem Albay’ın yüzündeki kararlılık, gözlerinin derinliklerindeki endişeyi saklayamıyordu. Harita üzerindeki kırmızı işaretler, Sincar’ın geçilmez dağlarını ve sınır hattını gösteriyordu. Her an çatışmanın patlak verebileceği bir yerdi.
“İz sürme ve yakın destek görevi. Ekibin güvenliği senin önceliğin olacak,” dedi Kerem Albay. Derin bir nefes alıp verdim. İçimde hem bir asker hem de bir kardeş olarak var olan o yumuşak ama sert kararlılığı topladım.
Bulunduğum yerden çok beklemeden ayrılıp hazırlık hangarına geçtim. Üzerimdeki kahverengi tulumu, uçuş tulumuyla değiştirip ayakkabılarımı giydim. Bağcıklarını sıktım, sanki ayağımı değil, dağılmış duygularımı bağlıyordum. Dizime taktığım harita cebine göz attım. Rota netti. Görev kodu netti ama ben, içimde bir sisle boğuşuyordum.
Ne zaman sükûnet çökerse, tehlike tam da oradadır.
Zihnimde çınlayan Eyşan’ın sözüyle doğrulup açık dolabın köşesindeki fotoğrafa baktım. Parlak yüzeyine düşen ışıkta, benden bir kareydi. Annem, yüzünde hastalığının yorgun bir gülümsemesini taşırken ben, babamın kucağında, hiçbir şeyden habersiz gülümseyerek oturuyordum.
Alev, dedi içimde bir ses. Uyan. Toparla kendini. Bu bir uçuş değil, bu bir cevap. Kapıya yöneldim. Her adımım metale çarpan ritmik bir yankıydı artık. Hangarın kapısı açıldığında günün ilk ışığı gözlerimi aldı. Uçağım oradaydı. Savaşmak için değil, birini bulmak için hazırlanıyordum.
Bu kez gökyüzü, sadece mavilik değildi.
Bu kez gökyüzü, bir kardeşin sessiz çığlığıydı.
Uçağın kapısını araladığımda soğuk metal dokusu ve kokusu burnuma çarptı. Kokpitin içine yerleşirken, her şeyin ağırlığı bir anda omuzlarıma bindi. Kaskımı taktım, mikrofonu yerleştirdim. Ellerim hafif titriyordu; bu, korkudan değil, adrenalinle birleşen bir sorumluluktu.
Kontrolleri tek tek gözden geçirdim. Her düğme, her gösterge, aslında hayatın kendisi gibiydi; doğru zamanda doğru yerde olmak gerekiyordu. Motorlar çalışmaya başladığında titrek bir uğultu yükseldi. Uçak, neredeyse canlıymış gibi titredi.
Kalkış pistine ilerlerken, kulaklarıma dolan rüzgâr ve motor sesleri beynimi keskinleştirdi. Kabin içinde sadece nefes alışverişim duyuluyordu. Pistin sonunda durduk. Kaptan pilot olarak komutları bekledim.
“Alev Atsız, rüzgâr yönü saat dokuz, kalkış serbest,” diye seslendi kulaklığımda Kerem Albay’ın sesi. Her kelimesi, sınırda çalınan bir davet gibiydi; korkunun ve cesaretin dansı.
Gazı tam açtım. Uçak yere yapışmış gibiydi, sonra hızla öne doğru sürüklendi. Gözlerimi hedefe kilitledim. Uçak gökyüzüne doğru yükselirken, yer hızla küçülüyordu. Gövdem, kalkışın g kuvvetiyle yere daha sıkı yapışmış gibi hissediyordu. Nefesimi tutup kokpitteki göstergelere baktım; irtifa yükseliyordu, hız artıyordu. Her saniye biraz daha uzaklaşıyordum ama sorumluluk yerinde, ağır ve sarsılmazdı.
Bulutlar, uçağımın etrafını kaplamış, gökyüzünde bir battaniye gibi yayılmıştı. Hepsi birbirine uyum içinde, sessiz bir ahenkle beni sarmalıyordu. Sanki babamın elleri, annemin yaralarını kapatmak için yaptığı o koruyucu dokunuşları şimdi gökyüzünde tekrar canlandırıyor ve beni güvenle kuşatıyordu.
Kokpitin daracık alanında, motorun ritmik uğultusunun arasında telsizden gelen sesi duydum.
“Alev Atsız, burası Kule, rotan sabit mi?”
Haritama bakıp, ekran üzerindeki GPS koordinatlarını doğrularken, “Evet, Kule,” dedim. “Mardin sınır hattı, Sincar Geçidi’nin doğusuna odaklanıyorum. Yükseklik 4500 feet, seyir hızı 450 knot.”
Telsizden Kerem Albay’ın net ve kararlı sesi yankılandı.
“İki kritik nokta var, Dağtepe ve Dereboyu mevzileri. Radar ve elektro-optik sistemlerle alan sürekli taranıyor. Bölge coğrafi olarak çok engebeli, ayrıca termal ve hareket sensörlü mayınlar mevcut. Gözlem ekipleri yerleşmiş durumda ama temas ihtimali yüksek.”
Telsize basıp, “Anlaşıldı Kule,” diye yanıt verdim. “Görev kodunu, haritayı ve koordinatları tekrar teyit ettim. Yakın hava desteği ve telsiz irtibatını sürdürüyorum. İniş ve keşif noktalarında düşük irtifa için rotor hızımı ve kanat açılarını optimize edeceğim. Ayrıca, IR sistemlerini aktif tutuyorum; olası bir durum için gece görüş moduna hazır.”
“Destek helikopteri hazır bekliyor, iletişim hattı açık tutulacak. Maliyetli yakıt tüketimini minimize etmek için kalkış ve iniş açılarını hesapla, telsiz frekansını HF’den VHF’ye geçirmeyi unutma.”
“Telsiz açık, iletişimdeyim. Ekip güvenliği birinci önceliğim. Roket ve MANPADS tehdidine karşı önlemler alındı, ECM sistemleri aktif. Elektronik harp modunu da devrede tutuyorum.”
Kerem Albay’dan gelen onay sesiyle nefesimi biraz rahatlattım. Görev başladı; gözlerim hedefteydi.
Kokpitin içinde alarm sesleri yankılanmaya başladı. Telsizden Kerem Albay’ın sesi sert ve endişeliydi.
“Uyarı! MANPADS fırlatıldı, saat 11 yönünde, füze hızla sana doğru geliyor!”
Kalbim göğsümde tok bir davul gibi çarpıyordu. Elimi hızla kontrol çubuğuna götürdüm, reflekslerle ani manevralar yapmaya başladım. Yüksek irtifaya çıkmak için gazı sonuna kadar açtım, uçağın burun kısmını hızla yukarı kaldırdım. Elektronik karşı tedbir sistemlerini devreye soktum, flar ve chaff fırlattım.
Radar ekranımda füzenin takibinin kısa süreliğine kesildiğini gördüm. “Başarılı!” diye düşündüm ama umut kısa sürdü.
“Füze yeniden kilitlendi. 300 metre, 200 metre...”
Beynimde bir alarm çalarken, uçağımın sağ kanadında aniden bir titreşim hissettim. Kontrol yüzeyleri sarsılmaya başladı, motorun sesi değişti.
“Sağ kanat hasar aldı,” diye fısıldadım kendi kendime. Kontroller zorla çalışıyordu. Bir saniyelik tereddüt bile ölüm demekti. Gözlerimi sıkıca kapattım, tüm konsantrasyonumu uçağı ayakta tutmaya verdim. Bir anda kabin içinde korkunç bir sarsıntı oldu. Camlar titredi, metal büküldü. Uçağımın sağ tarafı kontrolümden çıktı.
Telsizden son bir nefesle mesaj gönderdim.
“Mayday, mayday! Düşürüldüm! Konum 36°56’N, 42°12’E. İniş için acil prosedürleri uyguluyorum!”
Yüreğim sızladı, ağzımdan çıkan kelimeler bir görev emrinden çok çaresiz bir çığlıktı şimdi. Gökyüzü artık sadece bir mavilik değil, aynı zamanda ölümle yaşam arasında ince bir çizgiydi.
“Bu görev sadece bir uçuş değil, bir cevaptı…” diye geçirdim içimden. Ama şimdi tek düşüncem hayatta kalmaktı. Uçağımın burun kısmı yere doğru eğilirken, gözümle ufka bakmaya çalıştım; mavi olan gökyüzü artık bulanık bir korkuya dönüşmüştü. Her saniye, zamansızca eriyen bir umut gibi önümde kayıp gidiyordu.
Metal gövdenin sarsıntıları henüz son bulmamıştı. Kokpitin daracık camından dışarı baktığımda, etrafımı kaplayan ormanın yavaş yavaş büyüdüğünü, ağaçların devasa gövdeler gibi üzerime doğru geldiğini hissettim. Uçağın titreşimiyle birlikte tüm vücudumda bir sarsıntı dalgası yayıldı. Gökyüzü bir anda yerle yer toprağa dönüştü, puslu ve koyu kahverengi bir hal aldı.
Camda, düşerken kırılan küçük çizikler, üzerlerine vuran güneş ışığını dağıtıyor, dünya paramparça bir mozaik gibi gözlerimin önünde eriyordu. İçimde bir telaş vardı ama dışa yansıtamadım. Her şey donmuş, yalnızca kalbimin ritmi yüksek ve keskin bir şekilde atıyordu. Kaskımın içinde nefesimi duyabiliyordum; soluk alışverişim uçağın ağır, dumanlı havasında yankılanıyordu.
Uçağın motor sesi azalmış, ama o uğultu boğuk bir yankıya dönüşmüştü. Gözlerimi kapattım, düşüşün karanlığında yitmek istemedim. Yumuşak ama sağlam toprak yüzeyine çarptığımızı hissettim. Sarsıntılar azalıyordu, metal gövde artık hareketsizdi. Yanımda yanan birkaç ufak kıvılcım, ateş çıkarmadan sönmeye yüz tutuyordu.
Kendi içinde kaybolan gökyüzüne inat, yıkılmayacaktım. Çünkü biliyordum: her düşüşün ardından bir kalkış vardır.
9 Haziran 2022 / Sincar Geçidi – 36°56’N, 42°12’E
Küsüb Getdi, Sara Gedimova
Güneş, dağların zirvesinde sarı bir hançer gibi parlıyordu. Öğleye yaklaşan saatlerde gökyüzü, kobalt mavisine çalan sertliğiyle hâlâ sakindi. Ancak yeryüzü için aynı şey geçerli değildi.
Uçağın düştüğü bölgede, ormanın kıyısında kara bir duman yükseliyordu. Yanık metal ve kuru otların karışmış keskin kokusu, rüzgârla birlikte çevreye yayılıyordu. Birkaç dakika önce yankılanan patlama sesi, hâlâ uzak dağlardan yavaşça yansıyordu.
Uçak, çarpma anında parçalanmıştı ama kokpit bölgesi patlamadan kısa süre önce ayrılmış gibiydi. Gövdenin büyük kısmı yanmış, kanatlar birbirine yamulmuş, motor kısmı hâlâ için için tüterken yerde kocaman bir çukur açılmıştı. Patlamanın izi, çam ağaçlarının gövdelerini karartmış, çalılıkları adeta biçmişti.
Beş kişilik bir grup, dağların arasındaki patika yollardan hızlıca, ama organize adımlarla ilerliyordu. Yüzlerini sardıkları örtüler ve kamuflajlarıyla dikkat çekmeden bölgeye sızmışlardı. Patlamanın olduğu alanın çevresini dikkatle kolaçan ettiler. Ellerindeki silahlar hazır, gözleri tetikteydi. Her biri nereye, nasıl hareket edeceğini biliyordu. Bu, rastgele gelinmiş bir yere benzemezdi.
Liderleri hafifçe elini kaldırdı. Uçak enkazının kenarındaki çalı yığınına doğru ilerlediler. Ve orada; gövdeden birkaç metre uzaklıkta, yarı bilinçsiz, başı yana düşmüş hâlde Alev yatıyordu. Kaskı yandığı için çıkarılmıştı. Saçları külle kaplanmıştı, giysilerinin bir kısmı isliydi ama nabzı hâlâ vardı. Nefesi zayıf ama düzenliydi. Bir mucizeydi bu. Belki de kasıtlı bir kurtarılıştı.
Adamlar vakit kaybetmedi. Alev’in bilinci yerindeydi ama hareket edemiyordu. Onu hızlıca sedyeye benzer bir düzenekle taşıdılar, patlama izlerini silmeye, enkazı daha fazla ateşe vermeye başladılar. Bu görüntü dışarıdan bakan biri için netti: Pilot ölmüştü.
Alev, yanmak üzere olan F-16’nın gölgesinde, düşman ellerinde canlı olarak götürülüyordu.
Hava Kuvvetleri Üssü’nün kontrol odası, normalden farklı bir sessizlikle doluydu. Dijital ekranlar, radarlar ve koordinat haritaları ışık saçarken, her biri kritik görevlerin simgesi gibiydi. Ama şimdi, bu teknolojik karmaşa ve disiplinin içinde, beklenmedik bir korku ve belirsizlik havası sarmıştı her köşeyi.
Kerem Albay, komuta masasının başında duruyordu. Kafasını ellerinin arasına almış, gözleri önündeki dijital ekrana kilitlenmişti. Yüzündeki çizgiler derinleşmiş, alnındaki ter damlaları ışıkta parıldıyordu. Gözleri şaşkınlık ve çaresizliğin karmaşık ifadesini taşıyordu. Ekrandaki koordinatlar, uçağın kontrolünü kaybettiği ve ardından irtifa kaybettiği kritik anların sayısal verilerini gösteriyordu. Her bir saniye, komuta odasında yankılanan sessiz bir çığlık gibiydi.
“Nasıl oldu?” diye mırıldandı kendi kendine, sesi boğuk ve kırılgandı. Etrafındaki subaylar ve teknisyenler endişeyle fısıldaşıyor, kimi telefonlara sarılıyor, kimi hızlıca yeni verileri analiz etmeye çalışıyordu. Ancak kimsenin yüzünde umut ışığı yoktu; herkesin içinde ağır bir gölge dolaşıyordu.
Albay’ın elleri titriyordu; sadece bir komut vermesi, bir hareket etmesi gerekiyordu ama çaresizlik, onun iradesini zayıflatıyordu. Görevden sorumlu olması, onun üzerinde devasa bir yük oluşturmuştu. Gökyüzünde vurulan uçak, onun için sadece bir savaş aracı değil, aynı zamanda kaybetmek istemediği bir evladın simgesiydi.
“Kontak kaybı, düşüş bildirildi... Sincar hattı, uçağın son pozisyonu...,” kelimeleri kulağına çalındı, her biri bir bıçak gibi saplanıyordu yüreğine. Gözleri ekranda donup kaldı, dünyası başına yıkılıyordu.
Bu karmaşanın içinde, umut ve korku arasında sıkışmıştı. Gökyüzü artık onun için sadece bir savaş alanı değil, kaybettiği her anıyla birlikte yüreğinde açılan derin bir yaraydı.
Bir hışımla sağına dönüp yardımcısına baktı. Yüzündeki dehşet yerini aniden keskin bir kararlılığa bırakmıştı.
“Derhal ekip yönlendirin!” diye gürledi Kerem Albay, sesi komuta odasının metalik duvarlarında yankılandı. Yardımcısı, irkildi ama vakit kaybetmeden harekete geçti.
“Arama-kurtarma timi hazırlansın. Sincar hattına en yakın hava desteğini de ayağa kaldırın. Kod kırmızı, tekrar ediyorum, kod kırmızı!”
Ortam bir anda hareketlenmişti. Subaylar, harita masalarının başında konumları işaretlemeye başladı. Telsiz sesleri üst üste biniyordu. Operasyon ekranlarında uçağın son sinyal verdiği koordinat kırmızıyla işaretlenmişti: 36°56’N, 42°12’E.
Kerem Albay, hâlâ nabzı boğazında atarken dijital haritanın başına yürüdü. Ekrandaki düşüş çizgisine parmağını dayadı. Uçağın rotası, bir anda keskin şekilde aşağı inmişti.
“Orada hâlâ yaşıyor olabilir,” dedi kendi kendine. Bu cümle, çaresizlikle değil, inatla söylendi. “O bizim en iyi pilotumuzdu. Alev hayattaysa onu oradan çekip alacağız.”
Sol köşede sessiz bir şekilde açık kalmış televizyonda o sırada bir haber sunulmaya başladı. Kerem albayın yardımcısı, eline kumandayı aldı.
“Albayım, buna bakmanız gerekli,” dedi ve televizyonun sesini açtı. Ekrana çevrilen bakışlarda, Uzak bir noktadan çekilmiş, siyah dumanın yükseldiği, gövdesi parçalanmış bir F-16 görüntüleri dönüyordu.
“Son dakika gelişmesiyle karşınızdayız sayın seyirciler. Şu anda ekranlarınıza gelen bu görüntüler Mardin sınır hattından, Sincar Geçidi’nin doğusundan. Az önce askeri bir savaş uçağının bölgede düştüğü bilgisi geldi.”
Ekran bir anda titredi. Canlı yayında, düşen uçağın olduğu noktadan bir patlama sesi duyuldu. Kamerayı tutan kişi sarsıldı. Görüntü bulanıklaştı, sonra netleşti. Alevlerin içinde F-16'nın kıvrılmış gövdesi belirmişti. Odada derin bir sessizlik oldu.
Kerem Albay, bir anda elini alnına götürdü. Göz bebekleri büyümüştü, nefesi kesik kesikti.
Yüzünü öfkeyle yardımcısına çevirdi. Gözleri kandan boşlamış gibiydi.
“Bu görüntüler bizden önce basında nasıl olabilir? Yayın sırasında patlıyor, kameraları bile var. Kim haber verdi bunlara? Hangi delik sızdırdı bunu?!”
Yardımcısı yutkundu, sesi çıkmadı. Oda artık sadece dijital ekranların sesiyle doluydu. Harita masasında, düşüş noktası olan 36°56’N, 42°12’E koordinatları yanıp sönüyordu. Her saniye, Alev’in yaşama ihtimaliyle ölme ihtimali arasındaki mesafeyi biraz daha açıyordu.
Kerem Albay, yumruğunu harita masasının kenarına vurdu.
“Bu saatten sonra tüm arama-kurtarma protokolleri değişti. Bu artık sadece bir düşme değil. Bu bir kaçırılma olabilir.”
Şırnak Özel Tim Taburundaki yemekhanede çatal-kaşık sesleri, metal tepsilerin yüzeyine çarpıp yankılanıyordu. Tavandaki eski vantilatör dönüyor ama havayı serinletmek yerine daha fazla toz yayıyordu. Masaların çoğu doluydu. Kimi asker sessiz, kimi şakalaşarak yemeğini yiyordu. Ama bir masa dikkat çekici biçimde sessizdi. Barış, Caner, Lara, Kubilay, Yonca, Osman ve Deniz, hep birlikte oturuyorlardı. Önlerindeki yemekler neredeyse dokunulmamıştı. Sessizlik, boğazdan geçmeyen lokmalar gibi oturmuştu içlerine.
Caner, kaşığını tabağın kenarına bırakıp etrafına bakındı. Solunda oturan Barış’a eğildi.
“Mete yok,” diye fısıldadı. Barış, başını hafifçe eğdi, gözleri boşlukta bir noktaya dikilmişti.
“Kendini cezalandırıyor,” diye cevap verdi. Karşılarında oturan Osman, onların fısıltısını duymuş olacaktı ki gözlerini devirip elini kaşığına uzattı. Caner, Barış’a eğildiği yerden doğruldu ve yemeğini yemeğe başladı. Barış, kafasını iki yana sallayıp tabldotunu aldı ve ayağa kalktı.
“Afiyet olsun,” dedi. “Tabii ne kadar olursa.”
Tabldotuyla birlikte masadan ayrıldığı sırada Caner, elindeki kaşığı tabldota bırakıp arkasına yaslandı ve gözlerini Barış’ın sırtına sabitledi. Barış, tabldotunu diğer bulaşık olanların yanına bırakıp köşeden bir bardak çekti. Damacanaya eğilip suyunu doldurdu ve doğruldu. Arkasına döndüğünde oturdukları masanın arkasındaki televizyona bakakaldı. Yemekhanedeki sessizlik, televizyonun aniden yükselen sesiyle paramparça oldu.
“Son dakika... Mardin sınır hattında bir savaş uçağı düştü. Bölgeden yükselen yoğun duman görülüyor. Henüz pilot hakkında resmi bilgi yok. Gelişmeleri aktarmaya devam edeceğiz.”
Barış’ın eli hafifçe titredi, bardak parmaklarının arasından kaydı. Metal tepsiye çarpan çatal-kaşık seslerinin arasında yankılanan camın kırılma sesi, aniden ortamı delercesine yükseldi. Bardak, yere düşerken ince cam parçaları etrafa saçıldı. Herkes bir anda başını kaldırdı, gözleri korku ve şaşkınlıkla Barış’a döndü. O an, yemekhanedeki o boğucu sessizlik, kırılan camın keskin yankısıyla bütün kalplere işlendi.
Barış, titreyen sesiyle, “Alev?” diye fısıldadı. Gözlerinde inanamamanın ve derin bir korkunun izleri vardı. Barış, yüzündeki tüm umudunu yitirmişçesine ağır ağır kafasını iki yana salladı. Gözlerindeki karanlık, yıkılmış bir dünyayı saklıyordu. Dudakları titreyerek “Hayır…” dedi; kelimeler boğazında düğümlenmiş, çıkmaya cesaret edemiyordu.
Caner, ekrandan gözünü zorla ayırdı. İçindeki şok, sanki tüm bedenini dondurmuştu. Elleri istemsizce titrerken, yavaşça kalktı yerinden. Her şey donmuş gibiydi; zaman ağır ağır ilerliyordu. Barış ise sanki yüreğine bir bıçak saplanmıştı. Nefes almakta zorlanıyordu, kalbi göğsünde çılgınca atıyordu.
Caner, Barış’ın yanına gittiğinde Barış’ın boğazından boğuk bir inleme döküldü. Barış, ellerini Caner’in kollarının yanına koydu ve sarstı.
“Caner, Alev. Alev, göreve gitti Caner! Caner!”
Caner, hızla ellerini Barış’ın yüzüne koydu. Barış’ın dolmuş gözleri, haber bülteninde takılı kalmıştı. Barış’ın yüzünü hafifçe çevirerek ona baksın diye hafifçe salladı.
“Barış, değildir. Alev değildir. Sakin ol, hiçbir şey belli değil.”
Barış, bir an durdu ama gözleri Caner’e çevrildiğinde sol gözünden akan yaşı tutamadı. Yaş, Caner’in parmaklarına yuvarlandı.
Caner, Barış’ın gözlerine baktı, içinde korku ve çaresizlik vardı ama dışına yansıtmamaya çalıştı.
“Ekrandaki görüntülerden bir şey anlamak mümkün değil.”
O sırada Barış’ın gözleri yeniden televizyona çevrildi. Göz bebekleri büyüdüğünde yüzü buruştu. Çenesi titreyerek televizyona bakmaya devam etti.
Caner, Barış’ın tamamen çöktüğünü fark edince kendisi de ekrana baktı. Televizyonda, görevdeki üniformasıyla Alev’in fotoğrafı beliriyordu.
“Güvenilir kaynaklardan alınan bilgiye göre, düşen savaş uçağında Hava Kuvvetleri pilotu Alev Atsız’ın cansız bedeninin bulunduğu teyit edildi.”
Barış’ın yüzündeki ifade giderek donuklaşıyor, gözleri ağırlaşmaya başlıyordu. İlk başta nefesi hızlandı, ardından derin bir baş dönmesi hissetti.
“Alev...” diye fısıldadı, sesi güçsüzleşmişti. Tutunacak bir yer aradı ama Caner’den başka tutunacak dalı yoktu. Barış’ın yüzü aniden solgunlaştı, sanki rengi bir anda çekilmiş gibiydi. Elleri istemsizce titremeye başladı, avuçları terliyordu. Derin bir nefes almaya çalıştı ama göğsü sıkışıyor, hava yetersiz geliyordu. Gözleri aniden kararmaya başladı, çevresindeki ışıklar sönükleşiyor, sesler birbirine karışıyordu.
Osman ve Kubilay, Barış’ın kötü olduğunu fark ettikleri an ayağa kalkıp Caner ile Barış’a yaklaştı. Caner, bir hışımla Barış’a dönüp ellerini yüzünden çekti. Barış’ın kafası geriye doğru yaslandığında Caner, hızla kollarını Barış’ın bedenine sardı.
“Barış!” dedi, sesi endişeyle titriyordu.
Barış, solgun yüzüyle “Alev,” diye fısıldadı. Kafasını iki yana sallayıp bir kez daha Alev’in ismini sayıkladı. Barış’ın bedeni aniden gevşedi, dizleri hafifçe bükülüp kendini destekleyemez hale geldi. Caner, refleksle onu kucakladı, yere yığılmasını engellemeye çalıştı ama Barış’ın dizleri geri çekildi, neredeyse yere çökecekti.
“Barış! Kendine gel Barış,” diye seslendi Caner, titreyen elleriyle sıkıca tuttu onu. Osman, büfenin yanındaki kolonyayı alıp hızla geri döndü. Osman, kolonyayı açar açmaz şişeden birkaç damla avuç içlerine döktü. Elleriyle hızlıca ovalayarak ellerini temizledi, sonra da Barış’ın alnına ve bileklerine serpti. Serinlik Barış’ın yüzüne değdiğinde hafifçe gözleri aralandı, ama hala kendine gelmekte zorlanıyordu.
Caner, onu yere tamamen bırakmamak için daha sıkı sarıldı. “Barış, buradayız. Bizi duyuyorsan, gözlerini aç, bak bana!” diye tekrar etti.
Barış’ın gözleri yavaş yavaş aralandı, yüzündeki solgunluk hafifçe azalmaya başladı ama hâlâ kırılgandı. Dudakları titredi, boğuk bir fısıltıyla, “Onun yüzünden…” dedi.
Birdenbire Caner’in ellerini itti, sertçe geri çekildi. Dizlerinin üzerinde bir an sendeledi ama hemen toparlandı. Gözlerinde kırgınlık, öfke ve çaresizlik bir arada vardı.
“Hepsi onun yüzünden…” dedi, sesi yükselirken kelimeler arasında titreme vardı. Ayağa kalktı, adımları dengesiz ama kararlıydı. Koşar adımlarla yemekhaneden çıktı. Koridorda yürürken tam karşısına Mete çıktı. Barış’ın öfkesi patladı; yüzü kıpkırmızı, gözleri alev almış gibiydi.
Ayakları kendiliğinden yürüdü ona doğru. Yumruklarını sıktı. Kalbi değil artık, öfkesi atıyordu göğsünde.
“Mutlu musun!” diye bağırdı. “Senin o siktiğim kararların yüzünden öldü Alev!”
Mete ne olduğunu anlamamışçasına, şokla durdu, sadece baktı. Barış bir adım daha attı, yüzü kıpkırmızıydı. Caner, Kubilay ve Osman koridordaki Barış’ın bağırışını duyup hızla koşmaya başladılar. Barış, Mete’nin yakalarından tutup duvara yapıştırdı. Mete, ellerini Barış’ın yakalarını kavrayan eline koydu.
“Ne mi oldu?” Sağ elini Mete’nin yakasından ayırıp yumruğunu duvara savurdu. Kan parmaklarının ucuna doğru süzüldü ama umurunda bile değildi. “Beynini siktirip egonla aldığın kararların bedelini ödüyoruz!”
Caner ilk yetişendi, hızla araya girmeye çalıştı ama Barış, Caner’in onları ayırmasına izin vermeden kanlı eliyle Mete’ye bir yumruk attı. Mete’nin başı yana çevrilmişti, yanağındaki sıcaklığı ve metalik tadı fark ettiğinde dudağının kenarına kan sızdığını anladı. Ama yine de ses çıkarmadı. Sadece Barış’a baktı. Barış ise nefes nefese, gözleri delirmiş gibi, hâlâ öfkesini kusmaya hazırdı.
“Her seferinde senin peşinden gittik, senin kararlarına inandık. Hiç çizginden çıkmadık ama sen ne yaptın? Sana güvenen insanları yarı yolda bıraktın. Alev, senin yüzünden tek başına gitmek zorunda kaldı o göreve, senin yüzünden!”
Kubilay ve Osman, Barış’ı kollarından tutup geri çekmeye çalışırken, Barış kendini yırtarcasına direndi. Sesi çatallaştı, bağırışlarının yerini hıçkırıkla karışık kelimeler aldı.
“O oraya tek gitmek istemedi. Karadan bizde gidecektik. Güvercin Timine güvenerek yola çıkacaktı ama senin aldığın bir karar yüzünden gidemedik! Alev’i yalnız başına gönderdim ben o göreve!”
Mete gözlerini kısmıştı ama hâlâ sessizdi. Gözlerinde bir sarsıntı vardı; ilk kez, gerçekten ilk kez, aldığı kararların yükü yüzüne vurmuştu. Ama Barış buna aldırmıyordu. Barış, Mete’nin yakalarından bir kez daha duvara çarptığında Caner, araya girmeye çalıştı.
Caner, “Barış yeter!” dedi, sesi tok ve titreşimliydi. “Şu an ne kendinle de de onunla da savaşamazsın. Dur artık!”
Barış, gözlerinden ateş püsküren bakışlarla Mete’nin yüzüne bakarken sertçe yutkundu.
“Bu yaptıklarını ödeyeceksin Mete Mert Çakır,” dedi tek nefeste. “Bu yaptıklarını ödeyeceksin,” diye fısıldayıp alnını Mete’nin göğsüne yasladı. Dizleri titreyerek kırıldığında Mete, hızla Barış’ın bedenini kollarıyla sarmalayıp yüzünü korkuyla Barış’a eğdi.
Caner hemen çömeldi, yüzünü Barış’a yaklaştırdı. “Nefes alıyor, bayıldı sadece…” dedi derin bir nefesle ama gözlerindeki endişe dağılmıyordu. Kubilay, başını iki yana salladı, elini alnına götürdü. Osman, Caner’in yanına çöküp Barış’ı Mete’nin kollarından yavaşça kendine çekti.
Zaman durmadı ama kalpler, o an olduğu yerde kırıldı ve bir daha eskisi gibi atmayacaktı.
İnsanın kalbi nerede atarsa, beden oraya aittir.
Benim kalbim ilk kez bir silah sesiyle değil, bir arkadaşımın omzuma dokunan eliyle, birliğimin sessizliğinde, gecenin ortasında duyulan nöbet değişiminde, soğuk taşlara yaslanmış yorgun bedenlerin arasında, aynı hayali paylaşan gözlerle kurduğumuz bakışlarda attı.
Benim kalbim, vatanın en sessiz sınır köşelerinde, düşmanın adımını beklerken attı.
Hümeyra anne ile, karşımızda oturan Caffar’a baktım. Önümüzde sıralanmış dosyaların üzerindeki mühürler, bir kez daha kırılmıştı. Zarfların içinden çıkan anlaşmalar ve imzalı kağıtlar bu kez benim için masanın her tarafına yerleştirilmişti. Caffar, elinde tuttuğu kâğıdı sağ tarafına bırakıp ellerini masanın üzerinde kenetledi ve bakışlarını bana çevirdi.
“Protokolleri okudum. Bu vereceğin karar, tüm bu zamana kadar verilmiş tüm hükümleri geri planda bırakacak. Şehit Timuçin albayın, Tuğgeneral Fikret Yıldırım ile aldığı karar hâlâ geçerliliğini sürdürüyor ama son bir kez daha onayını almak isterim.”
Gözlerimi, masanın üzerindeki belgelerden çekmeden kısa bir nefes aldım. İçimde, o tanıdık baskı; üniformanın yakasından içime süzülen sorumluluk duygusu bir kez daha kendini hatırlatıyordu. Bu masa, yalnızca evrakların döküldüğü bir masa değildi. Bu masa, hayatların yazıldığı, kararların silah sesinden önce yankılandığı bir cepheydi.
“Ben,” dedim gözlerimi Caffar’a dikerek, “verdiğimiz her kararın, arkamızda kimleri bıraktığını unutmam. Bu protokol, imza altına alınmış her hükmü yeniden tartışmaya açıyor olabilir. Ama bizim için bu kağıtların anlamı, sahada aldığımız nefes kadar gerçek.”
Hümeyra annenin bakışlarında derin bir endişe vardı. Elini masaya uzatıp hafifçe üzerime kapatırken, dudakları titreyen bir dua gibi kıpırdadı.
“Karar verirken kalbini dinle Eyşan, ama aklın yolundan ayrılma.”
“Benim kalbim nerede atıyor, biliyorum,” dedim. “Bu üniforma, bana yalnızca görev vermedi. Benliğimi verdi. Eğer bu imza, bir çatışmayı önleyecekse, bir askerin daha ölmesini durduracaksa… O zaman kalbimin attığı yer de bedenimin olduğu yer de bellidir.”
Masanın üzerindeki kaleme uzandım. Kalem, parmaklarımın arasında soğuk ve ağır kaldı. Tetiğe bastığım her anı hatırlatan bir ağırlık gibiydi ama bu sefer bastığım şey bir tetiğin soğukluğu değil, barış ihtimalinin ince çizgisiydi.
İmzayı atıp kalemi yavaşça elimden bıraktım. Başımı kaldırıp Caffar’a baktığımda yanında oturan Selami ayağa kalktı ve göğsünü yükseltip alçaltan bir nefes aldı.
“Aramızdan ayrıldığına üzüldüm Güvercin ama daha güçlü bir şekilde karşımızda da durduğuna açıkçası seviniyorum.”
“Güç dediğiniz şey, bazen bir emirle değil; bir vicdanla büyür,” dedim sonunda. Selami başını eğdi, düşünceli bir sessizliğe gömüldü. Hümeyra anne ise sadece başını onaylarcasına salladı, gözlerinde tanıdık bir gurur vardı. Caffar, elindeki bordo bereyi uzattığında derin bir nefes alıp bıraktım.
O bere, yıllar boyunca alnımdan teri, kalbimden yeminleri silip süpürmüştü. Yalnızca savaşın değil, dostluğun, kaybın, inancın izini taşıyordu. Elimi uzattım. Parmaklarım kumaşa dokunduğu anda, zaman durdu sanki. Sanki o an, tüm anıların içinden süzülüp gelmişti: Şehit düşen arkadaşlarım, kan ter içinde tamamlanan operasyonlar, karanlık bir gecede yalnızca omzuma dokunan bir elin verdiği umut…
Bereyi başımın üzerine yerleştirip sağıma doğru döndüm. Elimi hafifçe havaya kaldırıp, bayrağın üzerindeki G3 tüfeğinin soğuk çeliğine yasladım. O an, içimdeki her fırtına sustu. Bir tek ses vardı artık. Yıllar önce ilk kez kışlada yankılanan ama her seferinde kalbime yeniden kazınan o kelimelerdi.
“Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada; her zaman ve her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet, kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine ant içerim.”
Yeminim dudaklarımdan değil, kalbimden yükseldi. O an fark ettim ki bu yemin, sadece bir törende değil, her karar anında, her vicdan sızısında, her kayıpta yeniden edilirdi. Hümeyra anne, kalkmış olduğu yerden kısa bir alkış tuttuğunda Caffar ve Selami’de ona eşlik etti.
Caffar, bana doğru yaklaşıp eline aldığı mühürlü dosyayı uzattı.
“Güvercin Timine yeniden hoş geldin, Asena Eyşan Çakır.”
O an, içimde eski güçle yeni bir sorumluluğun birleştiğini hissettim. Bu timin, bu ailenin bir parçası olmak, benim için hiçbir zaman sona ermeyecekti. Başımı kaldırdım, gözlerimde hem geçmişin yükü hem de geleceğin kararlılığı vardı.
“Hoş buldum,” dedim. “Ve artık daha güçlü, daha kararlı bir şekilde buradayım.”
Burası, kalbimin ve yeminimin attığı yerdi. Çünkü aidiyet, yalnızca nerede durduğunla değil, neye inandığınla ilgilidir. Ve ben inandığım yerden, bir daha dönmeyecektim.
Selami, cebindeki telefonunu çıkartıp havada hafifçe salladı ve yeniden cebine koyup gözlerini bana çevirdi.
“Hayalet Ekibi her ihtimale karşı etrafınızda dolaşacak. Varlıklarını hiçbir zaman hissetmeyeceksiniz. Artık, eskisinden daha tehlikeli bir ortamdasın Asena. Bunu hiçbir zaman unutma. Eski düşmanların senin yeniden var olduğunu fark ettiklerinde, seni alt etmek için bütün tuşlara basacaklardır.”
Hümeyra annenin, bulunduğu yerden ayrılıp yanıma yaklaştığını hissettim.
“Bunun olmasına izin vermeyeceğiz.”
Selami, şuh bir tebessüm ile kaşlarını kaldırdı ve yan gözle Hümeyra anneye baktı.
İmayla “Oğlunuz da aynı şeyi diyordu,” dedi. Selami’nin yaptığı bu kinayeye boğazımı temizlediğim sıra Hümeyra anne, bir adım daha yaklaşıp ellerini ceplerine soktu.
“Karanlıkta ışık olacağını iddia eden herkes, önce kendi gölgesini tanımak zorunda, değil mi Selami?”
Hümeyra annenin sözleri odanın içinde bir tokat gibi çarptı. Karanlık, ışık ve gölgeler... Bunlar sadece metafor değildi artık; içinden geçtiğimiz gerçeklerin ta kendisiydi. Selami, birkaç saniye gözlerini kaçırmaya çalıştı ama Hümeyra annenin o delip geçen bakışlarından saklanacak bir yer yoktu. Boğazını temizlerken yüzünde o alaycı ifadeden eser kalmamıştı.
“Bende öyle tahmin etmiştim,” dedi Hümeyra anne, dudak kenarları hafifçe kıvrılarak. Ardından başını bana çevirdi; bakışlarında o tanıdık kararlılık, bir neferin ardında dimdik duran bir annenin vakur iradesi vardı.
“Artık geri dönelim,” dedi net bir sesle. “Çok geç olmadan Güvercin Timine eski komutanını geri vermemiz gerekli.”
“Eski” dediğinde, gözleri bir an üzerimde asılı kaldı. Ama ben o bakışta geçmişe değil, geleceğe bakan bir umut gördüm. Gülümseyerek kafamı salladığımda Hümeyra annenin telefonu çaldı. Hümeyra anne, masanın üzerindeki telefonunu alıp ekranını kendine doğru çevirdiğinde Alparslan babanın aradığını gördüm. Aramayı cevaplandırıp kulağına yasladığında gülümsedi.
Her ne duyduysa saniyeler geçtikçe dudaklarındaki gülümseme yavaşça soldu. Hümeyra annenin gözlerindeki ışık sönmeye başladığında içimde tanıdık bir huzursuzluk kıpırdadı. Telefon hâlâ kulağındaydı ama artık hiçbir şey söylemiyordu. Sanki kelimeler boğazına düğümlenmişti. Gözleri bana odaklanmış ama zihni çoktan başka bir yere, başka bir tehlikeye kaymıştı.
“Ne oldu?” dedim, sesim doğal refleksle sertleşmişti.
Hümeyra anne, Alparslan babanın sözlerini dinlemeye devam ederken başını yavaşça sağa sola salladı. Ardından telefonu yüzünden biraz uzaklaştırıp kapatmadı, sadece mikrofonunu eliyle örttü. Yüzünde artık ne bir anne vardı ne de bir diplomat. Orada sadece acil kararlar almaya alışkın bir devlet aklı duruyordu.
“Alev’in kullandığı uçak düşürülmüş,” dedi, sesi kısıktı ama odada her şey o anda yankılanır gibi sustu. Kalbim bir an göğsümde sertçe çarptı.
"Ne?" dedim neredeyse fısıltıyla. Sesim kendi kulağıma bile yabancı geldi. Zaman bir an için akmayı bıraktı. O odada herkes hâlâ yerindeydi ama ben o anda çölde açılmış bir yarığın kenarında duruyordum. Rüzgâr içimden geçti. İçimdeki bütün sesler bir çığlığa dönüşüp boğazımda sıkıştı.
Alev.
“Sağ mı?” diye sordum, gözlerim donuk bir noktaya saplanmıştı ama içimde bir ateş büyüyordu. “Kurtulmuş mu?”
Hümeyra anne, hâlâ telefondaki sesi dinliyordu. Cevap, geciktiği her saniyede içime daha büyük bir dehşet bırakıyordu. Sonunda başını ağır bir şekilde iki yana salladı. Telefonu kulağından çektiğinde derince yutkundum.
“Yayın yasağı getirtebilmek için şehit olduğunu lanse etmişler. Kerem Albay ile görüşmüş, kaçırıldığını düşünüyorlar. Bilinçli olarak düşürülüp patlatılmış.”
Boğazımdan çıkan ses ne ağlama ne de çığlık gibiydi. Yalnızca sessiz bir nefes, ruhumu terk eden bir parçaydı. Bedenim taş kesilmişti ama gözlerim yavaşça Selami’ye döndü. Gözbebeklerim yangın yeriydi.
“Beni içimden yakamazlar,” dedim, sesi dipten gelen bir fırtına gibi. “Çünkü ben zaten kül oldum. Şimdi o küllerin içinden doğan biriyle yüzleşecekler.”
Bir an gözlerimi kapattım. Tüm yüzler, tüm anılar ve tüm yeminler zihnimde sıralandı. Alev’in gülüşü, birlikte kurduğumuz hayaller, omuz omuza verdiğimiz mücadele… Hepsi şimdi içimde bir kılıca dönüşüyordu.
“Güvercin Timi yeniden toplanacak,” dedim. “Gölgeden dönecek, karanlığa sızacak. Alev’i geri alacağız.”
Elimdeki mühürlü belgeyi Hümeyra anneye uzattım.
“Bora Yalaz Arınlı’nın sağlık raporuyla lütfen sen ilgilen. Bir ay sonra Güvercin Timinde kaldığı yerden askerliğini yapabilir. Mete’nin istifasını da Tuğgeneral Fikret Yıldırım ile konuşup geri çekmesini sağlayın,” dedikten sonra kaşlarımı çatıp kafamı iki yana salladım.
“Eğer Fikret Yıldırım bu kararı hemen onaylarsa Mete’ye haberi vermeyin. Birazcık askeriyeden ayrı dursun, belki aklı başına gelir.”
Selami, dediklerimden sonra başını kaldırdı. Bu kez sesinde saygı vardı.
“Kraterin içinden çıkmış bir komutan gibi konuşuyorsun.”
Çenemi kaldırıp “Hayır,” dedim. “Kraterin artık ta kendisiyim.”
Artık bir hedefim vardı ve o hedefin arkasında sadece kin değil; bir kardeşin kutsal yeminle yanan kalbi vardı. Omzumun ardında bıraktığım her şey, artık beni tutmak için değil; itmek, yükseltmek içindi. Çünkü bazı savaşlar, yalnızca kazananı değil, döneni de değiştirirdi. Ben, artık sadece geri dönen değil, savaşı kendi elleriyle başlatan kişiydim.
Güvercin’in kanatlarını yeniden açma zamanı gelmişti.
Işıklı Yol, İzel
Birini kaybetmeden sevmeyi öğrenmek lazımdı. Kaybetmeden önce değerini bilmediğin her şey, ardından ruhunda açılan sessiz bir yara olurmuş ve o yara, zamanla büyüyüp içini kemiren, hiçbir sözün iyileştiremediği derin bir yalnızlığa dönüşürmüş. Ama insan bazen, öğrenmek için en ağır bedeli ödemek zorunda kalıyormuş.
Ben bunu, Alev’in şehit olduğunu gördüğümde öğrenmiştim.
Hayatıma giren ilk kadın annemdi, beni terk etmişti.
İkinci giren kadın ise Alev’di ama o da gitti.
İçimdeki çocuk bir kez daha yalnız kaldı; sanki dünyaya açılan kapılar birer birer kapandı ve ben, büyümeyi bir türlü başaramayan, kendini kilitli bir kutunun içinde buldum. O kutunun içinde, sırtımı kapıdan ayırdım ve küçük adımlarla karşımdaki metal dolaba doğru ilerledim.
O kutunun içinde, sırtımı kapıdan ayırdım ve küçük adımlarla karşımdaki metal dolaba doğru ilerledim. Soğuk yüzeyi elimde titrerken, yıllardır sakladığım korkularım ve kırıklıklarım gözlerimin önünde bir film şeridi gibi aktı. Her kapı, her kilit, açılmayı bekleyen bir sırdı aslında; ama anahtarı kaybetmiştim.
Bir çocuğun büyüyememesi gibi, ben de o an büyümenin sancısını yaşadım. Korkularımla, kayıplarımla ve suskunluğumla yüzleşmek zorundaydım. O metal dolabın ardında ne vardı bilmiyordum ama biliyordum ki; içinde gizlenenler, beni ben yapan en gerçek parçalardı.
Dolabı açtığımda kapaktaki iki fotoğrafa baktım. Biri Alev’in annesi ve babasıyla olan fotoğrafıydı. Gözlerim ağırca ikinci fotoğrafa çevrildiğinde titremeye başlayan çenemi sıktım. Alev, sırtıma çıkmış ve kollarını iki yana açmıştı. Ben ise düşecek korkusuyla yüzümdeki endişeli ifademle onu sıkı sıkıya kavramıştım.
Şimdi geriye dönüp baktığımda, o an sadece bir fotoğraf değil; yaşanmamış bir hayatın, söylenmemiş sözlerin, tamamlanmamış bir hikâyenin kanıtıydı. Alev’in gülüşü hâlâ gözlerimin önündeydi ama artık o gülüşe dokunamıyordum. O karedeki çocuk gibi, yine aynı korkuyla sımsıkı tutunmak istiyordum ama artık kimse sırtımda değildi.
O fotoğrafa her bakışımda, içimdeki çocuk biraz daha sessizleşiyordu. Parmak uçlarım Alev’in yüzüne dokunur gibi yaptı ama fotoğrafın soğukluğu elimde kaldı. Gerçek ile anı arasındaki o ince çizgide, artık onun sesine ulaşamayacağımı fark ettim. İçimde bir şey kırıldı. Sessizce, çığlık atmadan. Derinden, usulca ama tarifsiz bir acıyla.
Dizlerimin bağı çözüldü. Metal dolabın önünde, yere çöktüm. Ellerim fotoğrafı bırakmaya kıyamazken, çenemi daha fazla tutamadım. Titreyen omuzlarım bir çocuk gibi sarsıldı. Gözyaşlarım sessizce akmaya başlamıştı ama içim, bağırmak istiyordu. Hiç susmamış, yıllardır birikmiş, boğazıma oturmuş bir ağrı gibi.
Sesim çıkmadı. Sadece gözyaşlarım aktı. Sanki yıllar önce terk edilen o çocukla, Alev’i yitiren adam bir araya gelmişti. Sanki dünya sustu, sadece içimde yankılanan keşkeler kaldı.
Ve o an, ilk kez gerçekten büyüdüm. Ama büyümek, hiç bu kadar acı verici olmamıştı.
Fotoğrafa baktım, bir daha… Son kez değil, biliyordum. Ama o an, dayanabildiğim son bakıştı. Dizlerimin üstünde duruyordum, nefes almak boğazımı yakıyordu. O kutunun içi bana mezar gibi geldi; Alev’in gülüşü ise başucumda bir hayalet gibi asılı kaldı.
Arkamda bir hışırtı duydum. Kapı kapanmadı, sessizce açık kaldı.
Caner hiçbir şey demeden içeri girdi. Adımlarının sesini tanırdım, konuşmasına gerek yoktu. Duruşunda acele yoktu. Hemen konuşmadı, hemen dokunmadı. Sadece oradaydı. Nefesi bile dikkatliydi, sanki yanlış bir şey söylese daha da kırılacağımı biliyordu.
Yutkundum ama cevap veremedim.
“Topla kendini, badi…” Sesi titrekti ama netti. “Bak bana… Lütfen.”
Başımı kaldırmadım. Yapamadım. Gözyaşlarım fotoğrafa akıyordu hâlâ, Alev’in gülümsemesine. Sırtımda yoktu artık, gökyüzüne açılmış kolları belleğimde kırılmıştı.
"Barış... Yapma." Bu kez sesi biraz daha yakındı. "Ben seni hiç böyle görmedim. Görmek de istemiyorum."
Omuzlarım sarsıldı, yutkunmaya çalıştım ama boğazım beton gibiydi.
"Caner, git," diyebildim güçlükle. "Lütfen..."
Sesim neredeyse çıkmıyordu ama duymuştu. Yaklaştı. Yanıma diz çöktü. Yavaşça. Omzuma dokunmadı, sarılmadı. Sadece yanımda durdu. Bu, en çok ihtiyacım olan şeydi belki de.
“Gitmeyeceğim,” dedi. “Sen ne kadar dağılmış olursan ol ben hep buradayım.”
“Ben seni çok seviyorum, Barış. Geçmişinle, eksiklerinle, içindeki çocukla. Ben seni olduğun gibi seviyorum. Gitmiyorum, çünkü seninle kalmayı seçiyorum.”
Aklıma düşen Alev’in sesiyle yüzümü buruşturdum.
“Yalancı,” diye fısıldayıp hıçkırmaya başladığımda omuzlarım titreyerek öne eğildi. Yanaklarımın üzerinden kayan her damla, içimde biriken tüm acıyı, kırgınlığı ve kaybın ağırlığını taşıyordu. Nefesim düzensizleşti, göğsüm sıkıştı, boğazım düğümlendi. Gözlerimi kapatıp, engel olamadığım hıçkırıklarla kendimi bırakıyordum; kelimeler değil, sadece çaresizlik ve yalnızlık konuşuyordu.
Caner, “Ah be Barış, ah be kardeşim,” diyerek elini kamburlaşmış sırtıma yasladığında burnumu çekerek kollarımı Caner’in bedenine sardım.
“Caner,” dedim, sesi çatallı ve kırılgandı. “İçimde öyle bir yangın var ki, sanki kalbim değil de bedenim yanıyor ama aynı zamanda yanarken donmak gibi, sanki eriyip yok oluyorum ama hiç bitmeyecek bir acıyla sarılıyorum.”
Caner’in derin bir titrek nefes verdiğini hissettiğimde sırtımdaki elleri bir kez daha sırtımı dolaştı.
“Barış,” dedi, “biliyorum ama ayağa kalkmak zorundasın. Her ne kadar acı seni sarsa da senin dimdik durman gerek. Çünkü alınması gereken bir intikam var.”
O kelime, soğuk bir bıçak gibi içime işledi; acının yanı sıra, kararlılığın kıvılcımı da yandı gözlerimde.
“İntikam...” fısıldadım, “Bu ateş sönene kadar durmayacağım.”
İçimdeki yangın sadece acı değildi artık. Gözlerimdeki yaşlar, yerini soğuk ve keskin bir kararlılığa bırakıyordu. İçimde bir fırtına kopuyordu; sessiz ve derinden. O fırtına, beni yok eden değil, beni güçlendiren bir kılıca dönüşüyordu.
Caner’in yardımıyla ayağa kalktığımda ellerini yüzüme yaslayıp baş parmaklarıyla gözyaşlarımı sildi. Mavi harelerinin etrafındaki beyazlar kırmızı çizgilerle dolmuştu. Caner, gözlerini kırpıştırıp ellerini omuzlarıma indirdi.
“Babam herkesi yeniden toplantı salonuna toplayacak. Güvercin Timi ile Kerem Albay iş birliği yapacak.”
Caner’in sözleri, kulağımda yankılanırken içimde fırtınalar kopuyordu. Güvercin Timinin içinde saklanan çatlaklar vardı. Güvenler sarsılmış, dostluklar zedelenmişti. Parçalanmış bir aile gibi, bir arada durmaya çalışan ama her an kopabilecek bir yapıya dönüşmüştü. Caner’e baktım; onun da yüzünde o parçalanmanın izleri vardı. Birlikte ayağa kalkmış ama yorgunluk ve endişeyle doluyduk.
Hiçbir şey demeden Caner ile Alev’in odasının kapısına ilerledik. Caner, kapıdan çıktığında başımı arkama çevirip açık kalmış dolaba baktım. İçimde hem derin bir boşluk hem de bir direnç vardı. Hem kaybın acısı hem de toparlanma isteği yan yana duruyordu. Güvercin Timi’nin parçalanması, kanımda daha yeni dolaşan acı kadar gerçek ve yakıcıydı.
Caner’in elini omzumda hissettiğimde derin bir nefes alıp Caner’e döndüm.
“Bu savaş sadece düşmanla değil Barış, içimizdeki karanlıkla da. Birlik olmadan, hiçbir şey kazanamayız.”
Kafamı belli belirsiz sallayıp odadan çıktım ve kapıyı kapattım. Ağır ama nizami adımlarla koridoru geçip toplantı salonuna doğru yürüdük. Kapıyı açıp toplantı salonuna adım attığımızda bütün bakışlar üzerimize çevrildi. Caner, kapıyı kapatıp yürümem için elini sırtıma koydu ve kapının yanında beklemeye başladı. Sol tarafta oturan Mete’nin sağındaki koltuğa oturup yüzüne ifadesizce baktım.
Dudağının sol tarafındaki kabuk bağlamış yara, bir anlığına elimin üzerindeki yaranın sızlamasına neden olmuştu. O küçük acı, bir anlığına hem geçmişin hem de şimdi yaşadığımız tüm yükün vücuduma yayılan hatırlatıcısıydı. Toplantı salonundaki sessizlik, içimde büyüyen fırtınanın sessizliğinden farksızdı.
“Barış Gömlekçi,” dedi Alparslan Albay. “Bugün yaptığın hareketten dolayı hakkında tutanak tutuldu bilgin olsun.”
Sözler, soğuk bir tokat gibi yüzüme çarptı. Gözlerimi Alparslan Albaya çevirdiğimde, odadaki herkesin üzerimdeki o baskısını hissettim. İçimde kopan fırtına, şimdi çok daha keskin bir hale gelmişti. Sessizce karşılık verdim, hazırdım. Çünkü biliyordum, bu savaş sadece dış düşmanla değil, kendi içimdeki tüm engellerle de mücadeleydi.
Alparslan Albay, kaşlarını yukarıya kaldırıp derin bir nefes verdi ve indirip ellerini arkasında bağladı.
“Bora Yalaz Arınlı’nın Güvercin Timi komutanı olması imkansızdır, çünkü kendisi bir aylık rapora tabii tutulacak. Mete Mert Çakır’ın da istifası nedeniyle Güvercin Timine bir komutan atandı,” dediğinde Osman’ın ayağa kalktığını gördüm.
Alparslan Albay, sert çehresiyle Osman’a baktı. Osman, sinirden kızarmış yüzüyle bir şey diyemeden geri oturduğunda Alparslan Albay kafasını iki yana salladı ve Kerem Albaya bakıp yüzünü düzeltti.
“Zamanla yarıştığımızı biliyorum, hızlı tutacağım,” dedi ve bakışlarını kapıya çevirdi. Kafasını indirip kaldırdığında herkes ile oturduğum yerde omzumun üzerinden arkama baktım. Kapının yanında duran Caner, kapıyı açıp dışarıya çıktı ve eliyle içeriyi gösterdi. Kapının aralığından içeriye doğru adımlar sessizce süzüldü. Gözlerim fark ettiğinde, zihnimde beklenmedik bir sarsıntı hissettim.
“Bazen en iyi savunma, müdahale etmemektir. Ona alan bırak, kararını kendi versin.”
Sağ dudağımın kenarı acıyla kıvrıldı; içimde hem tanıdık hem de kırgın bir yük ağır ağır çörekleniyordu.
Skin, Rag’n’Bone Man
Güvercin Timi’nin eski komutanı, dimdik duruşu ve keskin bakışlarıyla sessiz ama güçlü bir fırtına gibi içeri girdi. Üzerinde yılların yorgunluğunu ama aynı zamanda dimdik duruşunu taşıyan, üzerinde özenle dikilmiş, temiz ve düzenli bordo beresiyle eski komutan görünümündeydi. Üniforması, omuzlarından göğsüne kadar kusursuz oturmuş, sert ve disiplinli duruşunu vurguluyordu.
Kubilay şaşkınlıkla etrafına bakındı, sanki olanlara inanamıyordu.
“Benim gözlerim mi bozuldu yoksa bu Eyşan abla mı?”
Deniz, gözlerini ovuşturdu, birkaç kez göz kırptı; emin olmak istiyordu.
“Evet, o o… ama hiç beklemiyordum böyle geri dönmesini.”
Mete, Eyşan’ın üniformasının üzerindeki çizgilere, bordo beresine ve hafifçe kabaran karnına bakarken ifadesi dondu; şaşkınlık ve hayranlık arasında gidip geliyordu.
“Bu... Bu imkânsız,” dedi, sesi neredeyse bir fısıltıydı. Eyşan, o sessiz bakışların içinde dimdik durdu. Yorgun ama kırılmamıştı. Yeni hayatını, yeni savaşını ve en önemlisi, yitirilmiş zamanları geri almak için buradaydı. O an, odadaki herkesin içinde bir şey değişmişti; parçalanan Güvercin Timi, belki de yeniden birleşmenin ilk kıvılcımını yakmıştı.
Eyşan birkaç adım attığında, botlarının zemine her vuruşu odadaki sessizliği daha da derinleştiriyordu. Sanki herkes nefesini tutmuştu; kimse bu anı bozmak istemiyordu. Üniformasının üzerindeki bordo beresi, güneş görmeyen bir savaşın yeniden hatırlatması gibiydi. Omzundaki arma hâlâ gururla duruyordu.
Karnının belirginleşmeye başlayan çizgisi ise başka bir gerçeği fısıldıyordu: O artık sadece bir asker değil, aynı zamanda bir anneydi. Ama yüzündeki ifade, bunun onu zayıflatmadığını; tam tersine, daha güçlü, daha köklü bir duruş kazandırdığını söylüyordu.
Eyşan, salonun tam ortasında durdu. Ne sağa ne sola baktı. Gözleri ileriye, doğrudan Alparslan Albay’a kilitlenmişti. Alparslan Albay kısa bir an durdu. Dudakları hafifçe gerildi, gözleri derinleşti.
“Yüzbaşı Asena Eyşan Çakır.” dedi, sesinde bastırılmış bir şaşkınlık ve belirsiz bir memnuniyet vardı. “Seni burada görmek birçok dengeyi değiştirir.”
Eyşan başını hafifçe eğdi, sonra dikleşti.
“Zaten bazı dengelerin değişmesi gerekiyordu, Albayım,” dedi sakince.
Osman’ın gözleri parladı, sanki içinde bir umut kıvılcımı yanmıştı.
“Güvercin yeniden geri döndü,” diye fısıldadığı an Eyşan bunu duydu. Başını ona çevirdi. Bakışı yumuşak ama ses tonu sertti.
“Burası hâlâ evimse, evime döndüm Osman üsteğmen.”
Osman, buruk bir gülümsemeyle başını hafifçe salladı, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Göz kapaklarının arkasına vakitlice süren bir özlemi, bir yitişi ve yeniden kavuşma ihtimalini sıkıştırmış gibiydi. Gözlerini yeniden açtığında içlerinde, eski günlerin gölgesiyle birlikte parlayan bir umut vardı.
Eyşan’ın yüzündeki ifadede sertlik hâkimdi. Zaman onu daha da köşeli yapmıştı; ama bu keskinliğin ardında hâlâ tanıdık bir ateş yanıyordu. Bakışlarını salonun bir ucunda oturan Mete’ye çevirdiğinde, Mete’nin kaşlarının çatıldığını fark etti.
Mete, dudaklarının kenarını belli belirsiz kıpırdattı. Sesi düşük ama netti.
“Asena Eyşan Çakır?” Gözlerini kısarak devam etti. “Asena ismini geri mi aldın?”
Eyşan bir an durdu. Tek kaşını yukarı kıvırdı, ardından gözlerini sıkıntıyla devirdi ve doğrudan Alparslan Albay’a döndü.
“Kişisel meselelerin zamanı değil,” dedi tok ve serin bir ses tonuyla.
“Alev Atsız’ın durumu ile ilgili brifing istiyorum, Albayım. Bize yapılması gerekenleri anlatın, gidip kız kardeşimizi kurtaralım.”
Odada aniden bir uğultu yükseldi. Herkesin bakışları Eyşan’a çevrilmişti ama Barış çoktan yerinde duramaz hâle gelmişti. Sanki oturduğu koltuk ona batıyordu. Saniyeler içinde ayağa kalktı, birkaç adım atıp Eyşan’ın yanına yaklaştı.
Gözleri alev alev yanıyordu hem şaşkınlık hem de öfke vardı içinde. “Ne?” dedi, sesi çatallıydı. “Alev yaşıyor mu?”
Eyşan’ın başı Barış’a döndü, gözleri karanlık bir kararlılıkla doluydu.
“Yaşıyor, Barış. Ve bizim hâlâ bir şansımız var ama nerede olduklarını bilmiyoruz.”
Barış, duyduklarıyla sendeledi, gözleri dolmuştu. Sanki içindeki buz gibi boşluk bir anda erimiş, yerini ateşli bir umut almıştı. Dudakları kıpırdadı ama bir kelime daha çıkaramadı.
Salonda yankılanan sessizlik, yerini yavaş yavaş nabzı yükselen bir beklentiye bırakıyordu. Herkes ayağa kalkmak istiyordu artık. Eyşan ise hâlâ dimdikti. Üniformasının içinde yalnız bir komutan değil, kayıp bir kardeşin izini sürecek bir ablaydı. Ve onu durduracak hiçbir şey kalmamıştı.
Eyşan, Alparslan Albaya bir adım daha yaklaştı ve çenesini dikleştirdi.
“Zaman kaybetmeyelim,” dedi ama bir an için Mete’ye bakıp kaşlarını kaldırdı. “Sizi dışarıya alalım Mete Yüzbaşı.”
Mete bir an afalladı. Oturduğu yerden kalkarken sandalyesinin gıcırtısı salondaki gerilimi biraz daha belirginleştirdi. Gözleri Eyşan’a kilitlenmişti ama o bakışta alışıldık bir meydan okuma yoktu bu defa; daha çok, neyle karşılaşacağını bilmeyen bir askerin temkinli kararlılığı vardı.
Eyşan, gözlerini Mete’den ayırıp Güvercin Timine baktı.
“Göreve gizlilik kararı verildi. Bu timde görevi olmayan hiç kimse, operasyon detaylarına erişemez,” dedi Eyşan, sesi keskin ama titremeyen bir netlik taşıyordu. Gözleri tek tek tüm tim üyelerinde gezindi; Osman’ın kaşları çatık, Lara’nın nefesi tutulmuştu, Yonca’nın bakışlarında endişe vardı, Barış ise hâlâ yerinde ayakta, kıpırtısız duruyordu.
“Bu, güven meselesi değil,” diye devam etti Eyşan. “Bu, sorumluluk meselesi. Gereksiz bir kelime, Alev’in hayatına mal olabilir.”
Gözleri, bir süreliğine timin yüzlerinde gezindi. Her biri bir anlam arıyordu onun bakışlarında ama Eyşan, artık bu anlamları tek tek açıklayacak hâlde değildi. Sonra yeniden Mete’ye döndü. Dudaklarının kenarına, yorgun bir kararlılıkla süslenmiş o tanıdık gülümsemeyi kondurdu. Ama sıcak değildi. İçten hiç değildi.
“Sen,” dedi Eyşan, sesi buz gibi bir kırağıya dönüştü, “bu timden istifa ettiğinde, sadece kendi yolunu değil, bizim güvenimizi de yarım bıraktın, Mete Mert Çakır.”
Sözcükler, odanın içinde yavaş ama keskin bir hançer gibi yankılandı.
“Şimdi bu operasyonun dışında bırakıldın. Bu, bir ceza değil. Bu bir gereklilik. Artık dışarıya çık, daha fazla seni bekleyemeyiz.”
Mete'nin çenesi hafifçe titredi. O an ne bağırdı ne de kendini savundu. Yalnızca bir asker gibi değil, kırılmış bir insan gibi baktı Eyşan’a. Mete Mert Çakır, haksız olduğunun bilincindeydi. Hiçbir şey söylemedi ve başını eğerek kapıya yöneldi. Mete, toplantı salonundan çıktığında Yonca, yavaşça Eyşan’a doğru adımladı. Kubilay, Yonca’nın omzuna dokundu ama Yonca onu umursamadı.
“Eyşan abla…” dedi kısık ama titrek bir sesle. “Mete Yüzbaşı olmadan bu masa eksik olacak.”
Osman başını eğdi, dudaklarını ısırdı. Kubilay hafifçe başını iki yana salladı. Yonca’nın gözleri dolmuştu, bir eli hâlâ karnındaydı. Lara, Caner’in yanında ne yapacağını bilemeyen bir suratla duruyordu. Eyşan, bu tepkileri tek tek fark etti ama geri adım atmadı.
“Savaş, duygularla değil, disiplinle kazanılır,” dedi ve Alparslan Çakır’a döndü. “Brifinge geçelim, Albayım.”
Ve böylece salonun içindeki sessizlik, artık sadece bir geçiş anı değil, parçalanmış bir ailenin yeniden toparlanma çabasıydı. Herkes konuşmasa da biliyordu: bu savaş yalnızca düşmana karşı değil, içlerindeki kırgınlıkla, kayıplarla ve susarak büyüttükleri acılarlaydı. Eyşan dimdik duruyordu ama kimse onun da içindeki fırtınayı görmüyordu. Mete’nin ardında bıraktığı sessizlik, timin kalbine düşen ince bir çizik gibi kaldı orada.
Bir karar verilmişti ve o karar, zamanla haklı mıydı, yoksa sadece mecburi mi, kimse şimdilik bilemezdi. Ama bir gerçek vardı: Saat artık geri dönmüyordu. Ve bu defa ya birlikte var olacaklardı ya da birlikte düşeceklerdi.
-
BÖLÜM SONU
Ayy, ne bölümdü ama... Bu bölüm için uzun uzadıya bir açıklama yapmayacağım çünkü bütün noktalar 51. bölümde çözüme kavuşacak. Ardından da artık ileriye doğru sarmaya başlayacağız, bilginiz olsun.
Yorumlarınızı ve oylarınızı lütfen eksik etmeyin, her biri benim için bir ilham kaynağım...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
![]() | @mine.90 2a önce |
![]() | @sultanakr (Yazan) 2a önce |
![]() | @mine.90 2a önce |
![]() | @mine.90 2a önce |
![]() | @mine.90 2a önce |
![]() | @mine.90 2a önce |
![]() | @evindartas0621 2a önce |
23.5k Okunma |
1.3k Oy |
0 Takip |
79 Bölümlü Kitap |