Helüüü, yine biz geldik. Nasılsınız, umarım iyisinizdir. Bölüm sonundaki açıklamada çok güzel ayrıntılar sizi bekliyor. Görüşelim.
Oy ve yorumlarınız lütfen eksik etmeyin;
Keyifli okumalar.
The Serpents Tongue, Peter Gundry
Şeyhim Beni Işınla, Kaan Boşnak
🕊️
LI
Onlar, özgürlüğün en yalın simgesidir.
Gökyüzünde süzülen bir kuşun, sınır tanımayan cesaretinin ve enginliğin kucağındaki sonsuzluğun ifadesidir ama unutulmamalıdır ki, en özgür kanatlar bile görünmez bağlarla yere bağlıdır. O bağlar, düşmemek için değil, düşene tutunmak için vardır. Her kanat, kendi uçuşunu korurken, aynı zamanda yanındaki kanadı sıkıca sarar. Çünkü gerçek güç, yalnızca havada süzülmekte değil; birbirine kenetlenmekte saklıdır.
Güvercin Timi'nin kanatları, sıradan kanatlar değildi. Onlar, gökyüzünün özgürlüğünü yeryüzünün ağırlığıyla dengeleyen, sınırda ve uçurumun kıyısında ince bir çizgide yürüyen kanatlardı. Her biri, göğe yükselirken toprağın soğuk gerçekliğini hissetti; her uçuş, her iniş, beraberinde sorumluluğu ve acıyı getirdi. Bu kanatlar, sadece kendi kaderlerini değil, birbirlerinin hayatlarını taşıyan görünmez zincirlerdi.
Birbirine bağlı olan bu kanatlar, kopmaz bir bağla örülmüştü. Bu bağ, yalnızca fiziksel değil; ruhların, yüreklerin ve kararlılığın bir araya gelmesiydi. Güvercin Timi, bu bağın gücüyle fırtınalara karşı dimdik durdu. Ne ihanetin zehri ne de yorgunluğun gölgesi bu zinciri koparamadı. Çünkü onlar, düşerken değil; birbirine tutunarak hayatta kaldılar.
Her kanat, yalnızca kendi ağırlığını değil, yanındakinin yükünü de taşıdı. Düşüşe hiç yer yoktu; çünkü yere düşen, hemen bir diğerinin elinde tutuluyordu. Bu bağ, sarsılmaz bir inanç, sessiz bir yemin oldu. Böylece kanatlar, özgürlükten asla vazgeçmeden bağlı kalmanın ne demek olduğunu gösterdi.
Çünkü onlar bilirler; "Nemo volat solus."
🛦
The Serpents Tongue, Peter Gundry
Her yara, anıdan bir iz taşır.
Önce ufak bir sızı gibi başlar sonra kan tutar, kabuk bağlamasını beklersin ama bazı yaralar tenin üstünde kalmaz; derine çok derine işler. İçinde bir şeyler kıpırdamaya başlar; sessiz, karanlık ve ıslaktır.
Anıdan izini taşıyan yaramın irin olduğunu fark ettiğim gün, bu cümleyi kurmuştum. Sesim titremişti ama gözyaşım akmamıştı. Çünkü gözyaşı, temiz olanın dışavurumuydu. Benim içimdeyse çoktan bozulmuş bir şey vardı. Kirli, karanlık, kokmuş bir boşluktu. O gün öğrendiğim şey, bir çocuğun içini sessizce öldürebilirdi. Annem yoktu.
Bir yokluk gibi kondu hayatıma. İlk o gün çürümeye başladım.
Zaman geçti. Büyüdüm. Güçlü olmayı öğrendim ama güç, bazen sadece daha fazla irin biriktirmeye yarıyordu. Ben her görevde, her ölüm haberinde, her haykırışta, içimdeki o karanlık sızıya bir damla daha ekledim. O yara hiç kabuk tutmadı. Kabukmuş gibi yapan şeyler, biraz sıyrılınca altından hep aynı irin aktı.
Hiç beklemediğim bir anda bir kadın çıktı karşıma. Kendisiyle görevde tanıştığım bu kadın, içimdeki karanlıkta, küçük bir ışık gibi parladı. Her şeyin altında kırılgan bir kadın olduğunu bilsem de onun yanında kendimi biraz daha güvende hissettim. Çünkü Eyşan, benim için sadece bir komutan değil, aynı zamanda hayatta kalmamın, direnmemin sebebiydi.
Bir gün onun sayesinde Barış'ı gördü gözlerim. O an içimde, uzun zamandır unutmuş gibi göründüğüm sıcaklık yeniden alevlendi.
Barış, benim kırılmış dünyamın tam ortasında duran son sağlam parça gibiydi. Onun gözlerinde, bana duyduğu sevgiyle, beni anlama çabasıyla dolu o sıcaklığı gördüğümde bütün çürüyen yaralarım, o an için dondurulmuştu sanki. Onun sevgisi, içimde kabuk bağlamayan o yaranın üzerini kaplayan ince, saydam bir zar gibiydi; yırtılmaya, delinmeye çok açık ama bir yandan da koruyordu beni.
"Vê kişî bixwînin." (Uyandırın şunu.)
Ansızın yüzüme çarpılan soğuk suyla irkildim. Gözlerim ani bir refleksle açıldı, ciğerlerime dolan keskin havayla derin bir nefes çektim. Soğukluk vücuduma yayıldı, titremem bir an durdu ama panik ve korku kalbimi hâlâ sıkıştırıyordu. Etraf karanlıktı, yalnızca metal soğukluğunu, zincirlerin acı veren ağırlığını hissedebiliyordum.
Nefesim düzensiz, kalbim deli gibi atıyordu. Soğuk su, kısa bir an için acıyı biraz olsun dindirmişti ama gözlerimi açtığımda gördüğüm tek şey acımasız bir karanlıktı. O an, içimdeki o ince zarın tamamen yırtıldığını, yaranın artık irinle dolduğunu biliyordum. Korku, çaresizlik ve belirsizlikle dolu bu karanlık odada, bir an bile durmadan sarsılıyordum.
Derin bir nefes alıp gözlerimi biraz daha açmaya çalıştım. Gözlerim netleşmeye başladıkça, önümde üç adamın durduğunu fark ettim. İkisi bana yakın, biri biraz uzakta duruyordu. Ellerinde silahlar vardı, yüzleri ise karanlıkta gölgeler gibi seçiliyordu. Adamlar birbirleriyle hızlıca Kürtçe konuşuyorlardı. Kelimeler bana yabancı, cümlelerse anlaması zor, sert ve keskin bir tonda akıyordu.
İri adam öne çıktı, yüzü katı, gözleri ateşliydi. "Tu kî yî?" diye bağırdı, sesi tok ve emrediciydi. Başımı çevirdim. Susmak en büyük silahımdı. Onun gözlerine bakmayarak cevap vermedim.
"Navê xwe bêje!" (Adını söyle!)
Adamın öfkesi patladı. Yumruğunu hızla kaldırdı ve yanaklarıma sert bir tokat indirdi. Yanak kemiklerim acıyla zonkladı, dudaklarımda tatlımsı bir kan tadı belirdi.
"Bêhnedanî nabe!" (İnat etme!) diye kükredi.
Bir adam yanıma yaklaşıp bileklerimi sıktı, kelepçeler etrafında daha da keskin bir acı hissettim. Dizlerime vurdu, çırpındım ama zincirler kısıtlıyordu hareketimi.
"Diçim destê te li ser te," dedi tehditkâr. (Elimi sana vuracağım.)
İçimden kırılma sesi yükseliyordu ama dışarıya hiçbir şey yansıtmadım. "Ez naxwazim lê danişînim," dedim boğukça, sesim titriyordu. Ne dediğimi bile anlayamamıştım. Kelimeler, dudaklarımdan bağımsız dökülmüştü. Geriye dönüp hatırlamaya çalıştığımda ise bunu yapamamıştım.
İri adam bana yaklaştı. Cebinden sivri, keskin bir bıçak çıkardı. "Dengê te bigire," dedi. "Navê xwe bêje, an jî biharî!" (Sesini kes! Adını söyle ya da acı çekeceksin!) Bıçağı bana doğru uzattı, soğuk çelik tenime değdi.
Nefesim boğuldu, yüreğim yerinden çıkacak gibiydi ama o an, adımı vermek istemedim. Direndim. Gözlerimi kırptım, acıya inat gözlerimde ateş vardı. Birdenbire, tokatlar ardı ardına geldi. Her darbe, içimdeki o yaranın üzerindeki zarın daha da yırtılmasına sebep oluyordu.
Beni yere doğru itti, yüzüm betona çarptı. Dizlerim ve ellerim sızlıyordu. Karanlık odada gözlerim doldu ama ağlamadım. İçimdeki küçük kızın korkusu vardı fakat ben ona teslim olmuyordum.
"Çarê fîloyê li ku tîne?" (Dördüncü filoyu nerede saklıyorlar?)
İçimde büyüyen çaresizlikle boğuşurken, bir yandan da umut kırıntılarını yakalamaya çalışıyordum. "Bilmiyorum," diye fısıldadım, "ya da bilsem bile söylemem."
O an, işkencenin şiddeti arttı. Ellerimden tuttular, zincirler gerildi, acı daha da derinleşti. İplerle bağladılar, ellerim titriyordu. Bıçağın soğuk ucuyla yüzümde küçük çizikler açıldı. Her nefes alışta acıdan kesiliyordum.
Düşüncelerim bir karmaşa içindeydi: Fatih neredeydi? Barış beni nasıl bulacaktı? Bu karanlıktan nasıl çıkacaktım? Ve en derinde, sızlayan bir yara; özgürlüğe, sevgiye, hayata dair kırılmış umutlar vardı.
"Dengê te mezintir," dedi iri adam, "an tu dê herî dawî bibî!" (Sesini yükselt, ya da sonun gelecek!)
Sesi, beni sarmalayan karanlıktan daha soğuk ve korkutucuydu. Gözlerimi açtım, tüm acıya rağmen, en derin yerimde bir ışık yanıyordu. Direnmek, ayakta kalmak zorundaydım. Onların karanlığında, ben kendi içimde bir umut saklıyordum.
"Bilmiyorum," dedim Kürtçe. İri adam, yanındaki adama sertçe baktı, kaşlarını çatıp kafasını iki yana salladı. Gözlerinde hayal kırıklığı ve öfke vardı.
"Wisa bê," dedi alçak bir sesle, "em dê baştir bikem." (Öyleyse, biz daha iyisini yaparız.)
Adımlarını ağır ağır yaklaştırdı bana doğru, her adımı odadaki sessizliği daha da derinleştiriyordu. Dizlerinin üzerine yavaşça çöktü; o an dünya daraldı, nefesim boğulmaya başladı. Saçlarıma dokunduğunda tüylerim diken diken oldu, istemsizce başımı geri çektim.
Ama o, pislikçe, içten içe zevk alırcasına gülümseyerek parmaklarını saçlarıma doladı. Güçlü eliyle çekiştirirken yüzümü kendine doğru zorla yaklaştırdı, nefesi sıcak ve iğrençti. Gözlerindeki acımasızlık ve hakimiyet isteği, tutsak ettiğim karanlıktan bile daha soğuktu.
"Sana bir gün veriyorum," diye tısladı, sesi odanın köşelerine kadar yayıldı, "Eğer tekrar geldiğimde dördüncü filonun yerini söylemezsen, başına gelecekleri anlatmama gerek yok sanırım."
O an zaman donmuş gibiydi. Kulaklarım uğulduyor, kalbim göğsümde patlamaya hazır bir bomba gibi atıyordu. Soğuk metal zincirler bedenimi sardıkça, zihnimde sadece tek bir düşünce vardı: teslim olmamak, direnmek...
Elleri saçlarımdan koptuğunda üçü birlikte benim olduğum alandan dışarıya çıktılar. Bedenim bir çuval misali yerde kalırken gözlerimi kapatıp yüzümü buruşturdum. Ben, buradan nasıl kurtulacaktım?
9 Haziran 2022 / Toplantı Odası, Şırnak
Şeyhim Beni Işınla, Kaan Boşnak
Toplantı odasında zaman ağır, hava gergindi. Sanki söylenmemiş cümleler, alınmamış kararlar odanın tavanında asılıydı. Herkes yerini almış ama kimse tam anlamıyla yerleşmemiş gibiydi. Duruşlar sert, nefesler kısa ve sessizlik keskin bir bıçak gibiydi.
Albay Alparslan Çakır, masaya yerleştirilmiş dosyaların önünde bekliyordu. Yanında duran Kerem Albay, ellerini arkasında birleştirmişti; ikisinin de yüzünde bir şeyleri anlatmaya hazır ama anlatmaktan hoşlanmayan askerlerin gölgesi vardı. Masanın hemen arkasında duran projeksiyon cihazının içinden kısık bir fan sesi yayılıyordu, hazır ama huzursuzdu.
Odanın koltuklarında sıralanan isimler, görevden çok daha fazlasını taşıyorlardı.
Osman, gözlerini bir noktaya sabitlemiş, içinden geçen fırtınayı dışa vurmamak için çabalıyordu. Parmakları, oturduğu koltuğun kolçağında küçük bir ritim tutuyor, bu ritim giderek hızlanıyordu. Kubilay, başını hafif yana yatırmış, düşüncelere gömülmüş bir bakışla Eyşan'a kilitlenmişti. Gözlerinde hem gurur hem de yaklaşmakta olan fırtınaya karşı temkinli bir sessizlik vardı. Yonca, bir eli her zamanki gibi karnında, diğer eli koltuğun kenarında. Vücudu sakindi ama bakışlarında annelik içgüdüsünün verdiği o keskin uyanıklık titreşiyordu.
Deniz, başını önüne eğmişti ama bakışları her an kalkmaya hazır bir asker gibiydi. Dudaklarında bastırılmış bir "hadi artık" sabırsızlığı asılıydı. Lara, gözlerini Elleri dizlerinde kenetli, ama zihni çok uzakta gibiydi. Yüzündeki ifade, bir kararı kabullenmekle kabullenmemek arasında gidip gelenlerin ifadesiydi.
Ayakta bekleyenler ise başka bir gerilim hattını taşıyordu.
Caner, Eyşan'ın birkaç adım arkasında, ayakta ve neredeyse hareketsizdi. Gözleri duvardaki saate kaymıştı ama aklı odanın merkezindeydi. Barış, Eyşan'ın hemen solunda, ayakta, elleri yanlarında serbest ama bedeni her an ileri atılacakmış gibi gergindi. Gözlerini Eyşan'dan ayırmıyor, onun hareketlerine uyumlanmış gibiydi.
Ve en öndeki o soğuk merkezde, Eyşan vardı. Dik bir duruş, sert ama ölçülü bir nefes, sessiz bir komutan gibi değil; savaştan geri dönmüş ama içinde başka bir savaş taşıyan bir kadın gibi duruyordu. Bordo beresi, apoletinin sol tarafında yerini almıştı. Omuz çizgisi kusursuzdu ama üniformanın altında beliren o yumuşak, dikkatli çizgi anne oluşunun iziydi. Bu oda, onun için artık sadece bir görev yeri değil, kişisel bir hesaplaşma alanıydı. Eşyalar yerli yerindeydi ama insanlar dağınıktı. Dışarıda bir fırtına yaklaşıyordu ama içeridekiler çoktan içine girmişti.
Kerem Yüceer, elini projeksiyona uzattı ve açtı. Merceğinden yükselen ışık, odanın karanlık köşesine hayat verdi. Beyaz perdeye, titrek ama kararlı bir harita yansıdı. Damar damar uzanan dağlık alanlar, sınır çizgileri ve üzerine kırmızıyla işaretlenmiş noktalar belirdi.
Gecenin içinde yutulmuş bir yol gibi, tehlikeli ve sessizliği andırıyordu.
Kerem Yüceer, bir tuşa bastığında harita yakınlaştı. Kuzey Irak ile Suriye sınırında, Sincar Geçidi'nin yüksek konturları belirdi. Kerem Yüceer, yanında duran Alparslan Çakır'a baktı, ardından Eyşan'a bakıp gözlerini oturan askerlerde gezdirdi.
"Bir hafta önce Kızıl Toprak adlı görev için bir grup kuruldu. 16. Filo'muza ait dördüncü filoyu oluşturduk. Dördüncü filo pilotlarımız, onlardan istediğimiz bilgileri toplamak için Hakkâri sınırında bir taarruz gerçekleştirdi fakat Alev Atsız, dördüncü filomuza ait bir askerimizin kaybolmasıyla göreve gönderilmek zorunda kaldı. Bugün Alev Atsız'ın kullandığı F-16 bilinçli olarak düşürüldü."
Barış'ın gözleri, ekranda beliren düşen uçakta takılı kalmıştı. Caner, göz ucuyla Barış'a baktığında yumruklarının sıkılı olduğunu fark etti. Lara'nın yanından ayrılıp Barış'ın yanına yaklaştı. Osman derin bir nefes aldı, dudaklarını birbirine bastırdı.
"İstihbaratımız, bölgede bir hareketlilik olduğunu ve yabancı destekli yerel bir grubun geçici üs kurduğunu söylüyor. Ancak bu bilgi teyit edilmeden hamle yapamayız."
Bir sessizlik oldu. Projeksiyon cihazı hafifçe uğuldarken Alparslan Çakır, geri çekilip gözlerini tüm tim üzerinde gezdirdi.
Alparslan Çakır, "Bu operasyonun taktik liderliği Kıdemli Üsteğmen Osman Çavdar'da. Sahadaki tüm ilerleme ve geri çekilme kararları onun komutasında alınacak."
Osman hafifçe başını salladı. Duruşu, görev sorumluluğunun ağırlığını sessizce kabul etmiş bir askerin dinginliğini taşıyordu.
"Osman'a doğrudan destek verecek kişi Kubilay Cenk Eşver. Lojistik düzenleme, teknik mühimmat, sahada alternatif rota çizimi ve benzeri unsurların hepsi Kubilay'a ait. Osman karar verir, Kubilay destekler."
Kubilay, Alparslan Çakır'ın cümlesiyle dik durdu. Gözleri bir anlık Yonca'ya kaydı, sonra hemen ileri sabitlendi. Alparslan Çakır, Yonca'nın yanında oturan Deniz'e baktı.
"Deniz, siz Kubilay ile her noktada 'sessiz koruma' sağlayacaksınız. Çatışma anında iç çemberi sen yöneteceksin."
Deniz'in boğazı düğümlendi. Sadece başıyla onayladı. Alparslan albay, bu sefer bakışlarını Caner'e ve Lara'da takılı bir şekilde bekletti.
"Lara, sivil tanıklık, yerel bağlantı, bölge halkı üzerindeki etkinden dolayı Caner ile çalışacaksın. Bu insanlarla köprü kurmamız gerekirse, sen bizim dilimiz olacaksın. Sessizliğin içine sızan biri varsa, onu sen çıkaracaksın."
Lara ile Caner kafasını salladığında Alparslan Çakır, ağırca Barış'a baktı. Barış, dişlerini sıkıp kafasını çok az bir şekilde sola doğru çevirdi ama bakışları Alparslan Çakır'da takılı kaldı.
"Beni uzak tutmaya çalışmayın albayım, bana bir görev verin."
Alparslan Çakır, duyduğu cümleyle çenesini dikleştirdi.
"Barış Gömlekçi. Senin bu göreve duygusal bağlılığın hepimizden fazla ama duygular, kılavuz değil tuzak olur. Bu yüzden seni taktik kadronun dışında bırakıyorum ama her operasyonda benimle olacaksın. Her adımı birlikte takip edeceğiz."
Barış tam bir şey söylemek istedi ama Alparslan Çakır, elini hafifçe kaldırıp Eyşan'a baktı.
"Sen komutayı alır almaz harekete geçeceğiz. Bu tim, eksik ama yeniden bir bütün gibi çalışmak zorunda. Geri dönüşü olmayan bir yere giriyoruz. Herkes birbirini tamamlayacak. Eksik tamamlanmazsa, kimse sağ çıkmaz."
Sessizlik birkaç saniye sürdü. Sonra birer birer herkes başını salladı. Bu, sadece bir görev değil, iç içe geçmiş bir kaderdi artık.
Alparslan Çakır'ın "Toplantı bitmiştir, herkes bir saat sonra, hazırlanmış bir halde koordinasyon merkezinde toplansın," sözünden sonra herkes nizamlı ama kalbi telaşlı adımlarla dağıldı. Herkes bir görev dosyası taşıyordu ama asıl ağırlık, omuzlarındaki sorumluluktu.
Beni Hatırladın mı, Ceylan Ertem & Can Güngör
Sessizlik, Mete'nin etrafını bir zırh gibi sarmıştı. Duvara yaslanmış, başını geriye dayamıştı. Tavanın beyaz sıvalarında, geçmişin gölgeleri yürüyordu sanki. Eyşan'ın salonun ortasında duruşunu, bordo beresiyle sergilediği o sarsılmaz dikliği gözünün önünden silemiyordu. Bir zamanlar o timin içinde olan adam, şimdi koridorda fazlalık gibiydi.
"Bu timden istifa ettiğinde, sadece kendi yolunu değil, bizim güvenimizi de yarım bıraktın."
O cümle, Eyşan'ın dudaklarından çıkan bir hüküm değil, bir infazdı sanki.
Mete ellerini yüzüne götürdü. Avuç içlerinde titrek bir ateş vardı ama elleri buz gibiydi. İçindeki savaş, dışarıdaki hiçbir çatışmadan daha kolay değildi. Kendi kararları, kendi kırgınlıkları, kendi pişmanlıklarıyla şimdi tek başına yüzleşmek zorundaydı. Duvardaki görev planları, eski başarı belgeleri, hepsi gözünün önünde silikleşiyordu.
"Kendimce bir doğru seçmiştim," diye mırıldandı. "Ama bu doğru, timin dağılmasına neden oldu."
Mavi gözleri doldu ama ağlamadı. Askerdi. Komutandı. Ya da öyle sanıyordu. Kendisini dışlayan, timden koparan şey sadece Eyşan'ın sözcükleri değildi. Kendi içindeki eksiklikti. Kendi korkusuydu. Ve o korkunun adı, sevdikleriydi, Eyşan'dı.
Kapının koluna uzanamadı. Arkasını dönüp gitmedi de. Sadece orada kaldı. Çünkü Mete Mert Çakır için artık savaşın en kanlı cephesi dışarısı değil, kendi içiydi.
Toplantı odasının kapısı yavaşça açıldığında içerideki sıcak, yoğun hava dışarıya sızdı. Ardından Eyşan adım attı. Omzundaki arma, göğsündeki rütbe ve yüzündeki o tanıdık kararlılıkla ama adımlarında belli belirsiz bir yorgunluk vardı. Bordo beresi yerindeydi. Karın bölgesindeki hafif kabarıklık, taşıdığı yeni hayatı sessizce fısıldıyordu. Ama asıl hayat, kapının hemen dışında durmuş, onu bekliyordu.
Mete.
Gözleri, Eyşan'ın gözlerine kilitlendiği anda, yılların biriktirdiği kelimeler boğazına dizildi. Eyşan, onu görür görmez adımlarını yavaşlattı ama durmadı. Hiçbir şey söylemedi ilk anda. Çünkü söyleyecek çok şey vardı ve hepsi fazlaydı. Eyşan, birkaç adım daha atmıştı ki Mete'nin o kırık, sönük sesi arkasından geldi.
Eyşan'ın sırtı dondu. Omuzları gerildi, çenesi kasıldı. Ayağını ileri atmadı ama geriye de dönmedi. Birkaç saniyelik bir sessizlik geçti; o kısa zaman dilimi içinde Eyşan, başının içindeki yankılara kulak verdi. Bir zamanlar her gece sesini duymadan uyuyamadığı adam, şimdi kelimelerini tutuk bir şekilde çıkarıyordu. Onunla konuşmak istiyordu ama Eyşan, bu konuşmanın yaralarını derinleştirme ihtimalinden korkuyordu.
Yüzünde bir zırh vardı. Sert ve ifadesizdi ama gözleri, ihanetin değil, kırgınlığın izlerini taşıyordu.
Eyşan, "Ne anlatacaksın Mete?" dedi. "Yarım kalanları mı? Yoksa hiç başlamaması gerekenleri mi?"
Mete yutkundu. Gözlerini kaçırmadı ama baktığı şey Eyşan'ın gözleri değil, geçmişleriydi. Eyşan, Mete'nin üzüldüğünü fark ettiğinde sessiz ve derince yutkundu. Burnundan büyük bir nefes bırakıp çenesiyle ilerideki odayı gösterdi.
Koridor boyunca sessizce yürüdüler. Ne Eyşan bir şey söyledi ne Mete bir adım öne geçti. Sanki iki hayalet, geçmişin içinde yankılanan ayak sesleriyle ilerliyordu. Mete'nin odasına girdiklerinde içerideki hava ağırlaştı. İkisi de oturmadı, birbirlerine yüzleri dönük ayakta kaldılar.
Eyşan, dudaklarını hafifçe ıslattı, derin bir nefes aldı ve gözlerini Mete'nin gözlerinde gezdirerek konuşmaya başladı.
"Biliyorum, bu yaptıklarını Çilingir'in tekrar asker olması için yaptın ama hiç hayal etmemiştim ki bu yol, beni böyle derinden yaralayacaktı." Sesinde kırgınlık vardı ama altında yılların birikmiş yorgunluğu da. "Beni, Mete... çok büyük bir hayal kırıklığına uğrattın."
Mete, titreyen gözleriyle Eyşan'ın topraklarında duraksadı.
"Eyşan, ben," dedi fakat Eyşan, elini kaldırıp Mete'yi susturdu.
"Ya ben sana timimi emanet ettim Mete!" diye bağırdığında alnında belirmeye başlayan damar, bir an için nabız misali attı.
"Sadece bir asker değil, ailem olan o timi... Ve sen, her şeyi bıraktın."
Mete'nin çenesi titredi, ellerini yumruk yaptı ama bakışları kararlıydı.
"Eyşan, yanlış anlıyorsun," dedi, sesi derinleşti, içinde hem öfke hem de çaresizlik vardı.
"Ben seni, timi, hiçbir şeyi bırakmadım. Sadece başka bir yolu seçtim. O yol benim için doğruydu."
Eyşan'ın gözleri alev aldı, adımları bir an için ona yaklaştı.
"Başka bir yol mu? O yol seni bizden kopardı, Mete! Bizi parçaladı, bizi savunmasız bıraktı!"
Mete'nin gözleri karanlık bir kararlılıkla parladı. Eyşan'a doğru bir adım yaklaştı.
"Peki senin seçtiğin yola ne demeli, Asena Eyşan Çakır?" dedi sinirle, "O yeniden aldığın ismin sana ne getireceklerinden haberin var mı?" diye kükredi.
Eyşan, başını hafifçe yana eğdi. Dudaklarını sıkıca kapattı, sonra soluklandı.
"O isim beni değil, senin korkularını tetikliyor."
Mete'nin gözleri parladı, sesi yükseldi.
"Hayır, o isim seni bizden uzaklaştırıyor! Soğuk, hesapçı, dokunulmaz biri yapıyor seni. Ben... ben senin hâlâ Eyşan olduğunu görmek istiyorum."
Eyşan gülümsedi ama o gülümsemede acı vardı.
"Ben hâlâ Eyşan'ım. Ama artık bir timin değil, bir hayatın sorumluluğunu taşıyorum. Hem kardeşimin hem içimde büyüyen çocuğun hem de terk edilmiş bir timin."
Mete bir an nefes aldı, sanki bir şey söyleyecek gibiydi ama kelimeler boğazına takıldı. Eyşan onun gözlerinin içine baktı ve ekledi.
"O yüzden, bundan sonra bana ne diyeceğini dikkatle seç Mete Mert Çakır. Çünkü karşında sadece yaralı bir kadın değil, kendi küllerinden yeniden doğmuş bir komutan duruyor."
Mete, gözlerinin dolduğunu anladığı an göz kapaklarını devirdi.
"Ben sadece kendi kardeşimi, sırtımı yasladığım dağımı korumak istemiştim!" diye bağırdı ve elleriyle yüzünü kapattı. "Bilerek yapmadım bunu. Kırılmasın istedim, üzülmesin, küsmesin istedim. Abisinin ölümünden sonra iyice kendini kaybetmesini izlerken, bir de bunun çöküşünü görmek istemedim!" diye boğukça bağırdı.
Eyşan onu öylece izledi. İlk başta donmuş gibiydi ama sonra gözlerindeki ateş, kalbine inmeye başladı. Mete'nin sesi her kırıldığında, Eyşan'ın içinde bir başka duvar çatlıyordu. Adımlarını yavaşça ona doğru attı. Mete'nin ellerini yavaşça tuttu ve yüzünden indirdi. Mete gözlerini açtığında, Eyşan'ın gözleriyle burun burunaydı.
"O yüzden mi beni yok saydın?" dedi Eyşan fısıltıyla.
"Ben seni yok saymadım, anla şunu artık!"
Eyşan, kaşlarını çattı ve çenesini sıktı.
"Ben sana hamileyim diye emanet ettim o timi Mete, keyfimden değil. Asena'nın ismi silindiğinde bana gelen kimlik de sebebi oldu. Kubilay'ın, Çilingir hakkındaki düşüncelerini biliyorsun. Bir kişi yüzünden ve o kişi sadece bir karar ile yeniden askerliğe dönebilecekken neden bir timin yıkımına sebebiyet verecek hareketler yapıyorsun?" diye kükrediğinde Mete, kaşlarını çattı.
"Sen nasıl o timin kalbiysen, Çilingir'de bu zamana kadar benim sırtımı yasladığım dağım Eyşan," dedi, Mete ve yüzünü Eyşan'a yaklaştırdı. Artık aralarındaki mesafe azalmıştı.
"Sen, Asena olarak geri döndün ve isim değiştirmekle her şeyi düzeltemezsin. O isimle yüklenen sorumluluklar, yaşanmışlıklar var. Beni anlamanı beklemiyorum ama bırak da kendi savaşımı göreyim."
Eyşan gözlerini kısarak karşılık verdi.
"Ben senin savaşını değil, timimizi kaybettiğimiz o gecenin hesabını soruyorum."
Aralarındaki gerilim yükselirken, odada sessizlik ağırlaştı; iki komutan, iki yürek, birbirlerine meydan okuyordu. Mete, gözlerini Eyşan'ın gözlerinden bir an bile ayırmadı.
"Bir hata yaptım ve bu hatanın bedelini çekeceğim."
Eyşan, alaycı bir şekilde gülümsedi.
"Bu ilk değildi, Mete Mert Çakır," dedi.
Mete'nin bakışları acı doluydu. Eli titredi, bir şey söylemek ister gibi havaya kalktı ama kelimeler tükendiği yerde kaldı. O an, Eyşan artık hiçbir şey söylemedi. Gözleri Mete'nin gözlerinde yanıp söndü. İçinde tutamadığı öfke, pişmanlık ve hâlâ dinmeyen sevda tek bir anda kabardı.
Mete, başını eğerek Eyşan'ın yanından geçmek istedi fakat Eyşan, birden yakasından tuttu Mete'yi. Gözleri karanlık ama dudakları tereddütsüzdü ve onu kendine çekip dudaklarına yapıştı.
Bu bir öpüşme değildi sadece. Bu, yılların suskunluğu, bitmeyen kavgası, yarım kalan kelimeleriydi. Dudaklarında acı vardı, özlem vardı, ama en çok da "biz" vardı. Ellerini Mete'nin omzunda sabitledi, sanki oradan başka hiçbir yere ait değilmiş gibi. Mete bir anlık şaşkınlığın ardından gözlerini kapattı. Onunla kırıldığı yere geri döndü. Elleri, Eyşan'ın sırtına sarıldı, korkuyla değil, aidiyetle. Dudaklarında hâlâ Eyşan'ın öfkesi ama göğsünde onun kalp atışı vardı.
Nefes nefese ayrıldıklarında, birbirlerinin alnına dayandılar. Konuşmadılar. Konuşulacak hiçbir şey kalmamış gibiydi. Çünkü bazen bir savaş, sadece düşmanla değil, sevdiğinle de verilir. Ve bazen zafer, iki kişinin yeniden birbirine tutunmasında gizlidir.
Eyşan, "Seni kulaklarından tavana asacağım ama önce Alev'i bulmamız gerek," diye fısıldadı. Mete, nefes nefese kalmış bir şekilde gözlerini kapattığında Eyşan, Mete'nin yanağını okşayıp hafifçe geri çekildi.
"Mete yüzbaşı, şu andan itibaren benim emir erimsin ve ben ne dersem o olur," dedikten sonra elini, bacağının yanındaki fermuara uzatıp açtı. İçindeki kâğıdı çıkartıp havaya kaldırdı. Mete, gözlerini duyduğu kelimelerle açtığında Eyşan'ın uzattığı kâğıda baktı. Şaşkınlığı gözlerinden okunurken Eyşan'ın elindeki kâğıdı aldı ve kanatlarını açıp ters yazıyı okuyabileceği şekilde çevirdi.
Eyşan, "Hiç kimse tek başına uçamaz," derken Mete, gözlerini yazılarda gezdiriyordu. Eyşan'ın gözlerinin derinliklerindeki sevgi tomurcukları, Mete'nin gözlerine bakarken usulca açılmaya başlamıştı.
"Sen, her ne yapmış olursan ol, hep benim sevdiğim adam olarak kalacaksın Mete. Benim senin için yaptıklarım, senin bir başkası için girdiğin borçların mükafatı olur," dedikten sonra burukça gülümsedi ama Mete'nin dudakları okudukları yüzünden aralı bir şekilde kalakalmıştı. "Ve ben o mükafatı alman ve aldırman için her şeyi göze alırım."
T.C.
Millî Savunma Bakanlığı
Mücadele İtibar Teşkilatı Başkanlığı'na
Suikast Timi bünyesinde görev yapan, üstün disiplin anlayışı, stratejik zekâsı ve saha tecrübesi ile timimize büyük katkılar sağlamış olan Bora Yalaz Arınlı (Kod Adı: Çilingir)'nın, Mücadele İtibar Teşkilatı Başkanlığı görevine atanması hususunda gerekli işlemlerin başlatılması için arz ve talepte bulunuyorum.
Bora Yalaz Arınlı, gerek sahada gösterdiği liderlik becerileri gerekse üst düzey operasyonlarda sergilediği soğukkanlılığı ve profesyonelliğiyle ekibimizin en güvenilir unsurlarından biridir. Özellikle zorlu koşullar altında yürüttüğü görevlerde elde ettiği başarılar, teşkilatımızın etkinlik ve itibarının artırılmasında kritik rol oynamıştır.
Mücadele İtibar Teşkilatı'nın başkanlık görevini üstlenebilecek vizyon, yetkinlik ve sorumluluk bilincine sahip olan Bora Yalaz Arınlı'nın, bu göreve atanmasının teşkilatımızın stratejik hedeflerine ulaşmasında önemli katkılar sağlayacağı kanaatindeyim.
Bu nedenlerle, bahse konu personelin Mücadele İtibar Teşkilatı Başkanlığı görevine atanmasını bilgilerinize saygıyla arz eder, gereğinin yapılmasını talep ederim.
Asena Eyşan Çakır Tuğgeneral Fikret Yıldırım
Güvercin Timi, dağılmakla birleşmek arasında, o ince çizgide durmuştu fakat o çizgide bir kadın vardı. O kadın; sırtındaki üniformayla, gözlerinde yanıp sönen yangınla yalnızca komutan değil, bir yemin gibi duruyordu.
O kadının adı, Asena Eyşan Çakır'dı.
This I Love, Guns N' Roses
Gözlerini kısarak, güneşe aldırmadan dağlara baktığı o sabahta olabilirdi, elimi tuttuğu ilk anda da. Belki onun yalnızlığı fark ettiğimde, belki de yanına sığınılmaz bir kadının, bir anda koca bir duvar gibi sessizleşmesinin, gözlerinin nemini göstermeden ağlamasının ve asla "yardım et" dememesinin yükünü kendi sırtıma almayı istediğim bir anda âşık oldum.
Onun adını duyduğumda içimin burkulması, sesini duymadığımda yokluğunun sesini hissetmem, elleri soğukken bile bana sığınmış gibi hissettirmesiydi. Tüm bunlar zamanla değil, birden olmuş gibiydi.
Onun gözlerinden kaçamaz hale geldiğimde anladım. Onun adını susturup içimde sakladığımda, her çatışmada onu korumak için içimden dua ettiğimde, bir şeyler çoktan olmuştu. Ben Alev'e âşıktım. Onunla yaşarken de sustum, şimdi o yokken de susuyordum.
Kışlanın avlusunda, güneş yakıcı olmasa da yüzümü ısıtıyordu. Dışarıdaki banka oturdum, etraf askerlerle dolu ama ben hiçbirini görmüyordum. Gözlerim, bulutlarla dolu gökyüzünde takılı kalırken titrek bir nefes bıraktım. İçimde bir yerlerde kırılmışlığın, yorgunluğun ve çaresizliğin ağırlığı ağır ağır çöküyordu. Ellerim birbirine kenetlenmiş, parmak uçlarım soğuk ama kalbim yanıyordu.
"Senin gözlerinde ne var biliyor musun?"
Karşımdaki kadın, gecenin karanlığını yeşil gözlerine saklamıştı. Biraz daha yaklaştığımda nefesi, ılıkça yüzümü okşuyordu.
"Kendi yansımam," diye fısıldadım. "Kuşu gökyüzünde uçarken, yeryüzünde kalbi havalandırılmış bir adam. Ben kuş değilim Alev, hiç de olmadım ama nedense kalbimin kanatları kırılmış gibi hissediyorum."
O an, zihnimde biriken tüm duygularımın sınırı açıldı. Gözlerimde istemediğim bir ıslaklık belirdi, dudaklarım titredi. Kalbim, her nefeste biraz daha parçalanıyordu.
"Kuşumu gökyüzünde vurdular," diye fısıldadığımda gözümden akan yaşla göz kapaklarım, gözlerimin üzerine devrildi. Suskunluğun içinde, içimde bir fırtına koptu. Her şey sustu, sadece zihnimdeki o acı dolu sözler yankılandı. Onun tek gitmesine izin vermemeliydim. Mete'nin yaptığı o karanlık tercihin, böyle yıkıcı sonuçlara varması mümkün olmamalıydı. İçimde büyüyen pişmanlık ve öfke, kalbimi sıkıştırırken, adeta kendi ellerimle onu kaybetmiş gibi hissediyordum.
Yanıma birinin oturduğunu hissettiğimde, yavaşça kapalı gözlerimi aralayıp sağıma baktım. Eyşan'dı. Başının üzerindeki bordo beresini ağır ağır çıkarttı, elleri nazik ama yorgundu. Gözleri uzaklara dalmış, düşüncelerinin içinde kaybolmuş gibiydi. Beresini ikiye katlayıp sol apoletine dikkatlice sıkıştırdı; sanki oraya bırakacağı yalnızlıkla beraber biraz güç de saklamak istermiş gibiydi.
"İçindeki acıyı anlayabiliyorum," diye mırıldandı ve bakışlarını bana çevirdi. "Ama Alev'i bulmak için elimizden geleni yapacağız Barış."
Gözlerimi kapattım, kalbimde bir yerlerde yeni bir kıvılcım belirdi. Kırılmıştım, parçalanmıştım ama onu bulmak için gücüm vardı.
"Ya," dedim, usulca. "Ya ona bir şey olursa Eyşan, ben ne yaparım?"
Eyşan, sert bir ses tonuyla "Hayır," dediğinde gözlerimi açıp ona baktım. Çenesi kasılmış, gözleri donuk ve kararlıydı.
"Ona hiçbir şey olmasına izin vermeden kurtaracağız ama önce toparlanmamız gerek, Barış. Güvercin Timi, Mete'nin aldığı o karar yüzünden dağılma noktasına geldi. O kararın acımasızlığını şimdi Alev, tek başına, kim bilir nerede ödüyor."
Dişlerimi sıktım. İçimde yükselen öfkeyle başımı yana çevirdim, bakışlarımı Eyşan'dan kaçırdım ama o durmadı. Sesindeki sarsılmaz ton, beni yeniden kendime getirir gibiydi.
"Ben de senin kadar öfkeliyim. Belki daha fazla," dedi, gözlerini gökyüzüne kaldırarak. "Ama bu öfke bize Alev'in yerini söylemeyecek. Bu öfkeyle ne ona ulaşabiliriz ne de kendimizi ayakta tutabiliriz. Şu an, duygularımızı değil, aklımızı konuşturmak zorundayız."
Başını bana çevirdiğinde, sesi biraz yumuşamıştı ama kararlılığı aynıydı.
"Mete, her ne yaptıysa, her ne hata yaptıysa... onun bilgisine, refleksine, askeri sezgilerine ihtiyacımız var. Ve evet, o benim eşim olabilir ama bu söylediklerim onun hatasını savunduğum anlamına gelmez. Sen onun timindeydin Barış. Onun en iyisini nasıl yaptığını sen de gördün, sen de yaşadın. Şimdi hesaplaşma zamanı değil. Şimdi Alev'i bulma zamanı. Aranızdaki kırgınlık için beklemek zorundasınız."
Bir anda içimde sıkışan her şey, bir suskunlukla boğazıma oturdu. Gözlerim doldu ama akmadı. Eyşan'ın sözleri içime sert bir kış rüzgârı gibi vurdu.
Ve haklı olmak, bu kadar acı veriyordu.
Sol tarafımdan gelen adım sesleriyle, istemsizce başımı çevirdim. Toprakta ezilen postalların ritmi tanıdıktı. Gözlerim, yaklaşan iki silueti seçtiğinde içimde bir yer ürperdi. Mete ile Caner'di. Omuz omuza yürümüyorlardı, aralarında belli belirsiz bir mesafe vardı. Sanki sadece aynı yöne yürümüşlerdi ama aynı fikirde değillerdi.
Caner'in yüzünde gergin bir ifade vardı, çenesi sıkılıydı. Gözleri bana takılı kalmadı bile. Mete ise her zamanki gibi kontrollüydü ama bu sefer bir fark vardı. Gözleri daha yorgun, bakışları daha ağırdı.
Eyşan hiçbir şey söylemeden doğruldu. Sessizce beresini düzeltti ama gözleri Mete'ye sabitlenmişti. Havadaki gerilim, güneşin altında bile hissediliyordu. Ben hâlâ bankta oturuyordum. Sırtım terlemişti ama içim buz gibiydi.
Mete birkaç adım kala durdu. Gözleri önce bana, sonra Eyşan'a kaydı. Sessizlik, söyleyecek çok şeyin ağırlığıyla doluydu. Caner başını eğip birkaç adım geride durdu; belli ki patlamamak için kendini zorluyordu. Yavaşça ayağa kalkıp Mete'nin karşısına geçtim. Mavi gözlerini saran beyazlıklar, kızıl çizgilerle dolmuştu. Uykusuzluk, baskı ve pişmanlık her şeyin üzerine bir tül gibi serilmişti ama hâlâ dimdikti. Yıkılmış fakat çökmemiş bir dağ gibiydi karşımda.
Ve o an fark ettim. Bu zamana kadar sevdiği kadın için korkan Mete gibiydim ben. Kalbi, kendi elleriyle verdiği bir savaşa kurban gitmesin diye dua eden, her ihtimali hesaplayan ama hiçbir şeyi kontrol edemeyen adam gibiydim. Alev yoktu. Ve bu dünyada beni en iyi anlayacak kişi, ne yazık ki tam da karşımdaydı. Mete.
Eyşan'ı kaybetme korkusunu yıllarca yaşamış bir adam. Onu mezara gömmekten değil, ölümün kıyısından çekip almanın sancısını taşımış bir yüzbaşı. Şimdi ben, o yükün ne kadar ağır olduğunu, onun her suskunluğunda ne kadar ezildiğini iliklerime kadar hissediyordum.
Sağ elimi yavaşça kaldırıp, ağır bir anlamla Mete'nin kolunun yanına yasladım. Bir şey demedim. Sadece dokundum. Bu, öfkemin değil, çaresizliğimin diliydi. Sessiz bir yalvarıştı belki de. Sonunda dudaklarımı kıpırdattım. Sözler boğazımda düğümlendi önce, ama sonra çatallı bir fısıltıyla döküldü.
Sözlerim, havaya bırakılmış bir emir değildi. İçimde çatlamış bir yerin yankısıydı. Umudun son eşiğiydi belki de. Diğer elimi de kaldırıp koluna koyduğumda Caner'in bize biraz daha yaklaştığını fark ettim ama engellemedim. Çenemin titrediğini fark ettiğimde Mete'nin gözleri ilk defa o an kırıldı. Göz kapakları titredi ama ağzından bir kelime çıkmadı.
Dolu gözlerim, Mete'nin yüzünü görmemi engellerken Mete, elini kaldırıp enseme yasladı. Titrek bir nefes çektim. Dudaklarım yine hareket etti, bu kez biraz daha kırık, biraz daha yalvarır gibi. "Bana sevdiğim kadını bul Mete," diye fısıldadım. Mete, kafamı omzuna bastırdığında hıçkırarak alnımı omzuna yaslayıp gözlerimi kapattım.
"Sana söz veriyorum Barış. Sevdiğin kadını bulacağız kardeşim."
O cümle, bir sözden çok daha fazlasıydı. O an, karanlığın ortasında yakılmış bir meşale gibiydi. Yıkımın içinde ayakta tutan tek şey inancın hâlâ bir yerlerde yaşıyor olmasıydı.
Omzunda nefes almaya çalışırken, içimdeki dalga henüz durulmamıştı. Sessizlik, artık kabullenişin değil, fırtınanın hemen öncesindeki sessizliğe benziyordu. Mete, bir şey söylemeden elini sırtımda sabit tutuyordu; bu, bir emir gibi değil, bir kardeşin verdiği son siperdi.
Tam o anda, kışlanın girişinden bir çift hızlı adım sesi yankılandı. Postallar taş zemine vuruyor, ses adım adım bize yaklaşıyordu. Başımı Mete'nin omzundan yavaşça kaldırdım, gözyaşlarım hâlâ yanaklarımı yakarken bakışlarımı gelen kişiye çevirdim.
Bir erdi. Soluk soluğaydı, alnından süzülen ter çenesine damlıyordu. Duraksamadan yaklaştı, selam durdu ama sesi nefesinin arasından patladı.
"Kerem Albayım... sorguya çekilmesi için birini göndermiş komutanım."
Hepimizin bakışları onda toplandı. Eyşan bir adım öne çıktı, sesi soğuk ve netti.
Er derin bir nefes aldı, gözleri sırayla hepimize kaydı.
"En son, uçağın düştüğü noktada görülmüş. Orada yalnız başına iz süren biriymiş. Alev Atsız'ın bulunduğu bölgeye dair bilgisi olduğu düşünülüyor."
İçimde donmuş damarlarım bir anda ısındı, yerimden bir adım attım. Alev'e çıkan bir yol belirmişti. Ve bu kez kimse beni tutamayacaktı.
9 Haziran 2022 / Sorgu Odası, Şırnak
Witchcore, Bö
Sorgu odasının soğuk havası, dört kişinin omuzlarında ağır bir yük gibi hissediliyordu. Barış, Caner, Eyşan ve Mete bir aradaydı. Kapı sessizce kapanırken, içeride gerilim bir an bile düşmüyordu.
Barış'ın gözleri, sorguya girmek konusunda ısrarcıydı. O, beklemeye tahammül edemiyordu; Alev'in kaybı içindeki boşluğu büyütmüş, çaresizliği derinleştirmişti. Kendi içinde savaşırken, bu yükü tek başına taşıyamayacağını biliyordu.
Caner hem destek vermeye hem de engellemeye çalışıyordu; risklerin farkındaydı ama dostunun kararlılığına karşı koyamıyordu. Eyşan'ın bakışları ise sessiz bir güç taşıyordu. Onun içinde de aynı acı, aynı korku vardı. Sorguya girecek kişinin Barış olması gerektiğini biliyordu; çünkü kimse onun kadar Alev'in yerini öğrenmek için yüreğini ortaya koyamazdı. Mete, ise yalnızca sabırlı olmasını, her kelimeyi dikkatle dinlemesi gerektiğini söylüyordu. Sorgunun kolay olmayacağını, en ufak hata ya da aşırı tepkinin sonucu değiştirebileceğini belirtmişti.
Kapı açıldığında içeriye terörist girdi; yorgun, tozlu ve bitkin. Gözlerindeki karanlık, sakladığı sırların ağırlığını hissettiriyordu. Barış, derin bir nefes alarak sorgu odasına adım attı. Artık zaman beklemek değil, harekete geçmekti. O an, odanın dışındaki sessizlik de içeriye sızmış gibiydi. Eyşan ve Mete kapının dışında beklerken, Caner hemen arkasında, destek vermeye hazır duruyordu. Herkesin yüreği, içeriye sızan bu kırılgan adamın ellerinde tutuluyordu.
Terörist, soğuk odanın köşesine, masaya çekilmişti. Ellerindeki kelepçe zinciri masaya bağlıydı, hareketlerini kısıtlıyordu ama gözleri kaçamıyordu. Barış ağır adımlarla yaklaştı, masanın üzerine sertçe ellerini koydu, gözlerini teröristin gözlerine kilitledi.
"Havacı nerede?" diye sordu, sesi sert ve kesin.
Terörist, Barış'ın sorusunu duymazdan geldi, kaşlarını kaldırıp sinsi bir şekilde karşılık verdi.
Barış'ın dişleri sıkıldı, masaya yumruğunu vurdu.
"Burada soruları ben sorarım! Kaçırdığınız askerler nerede?"
Barış'ın sesi sorgu odasının dört duvarı arasında yankılanırken Eyşan, camın dışında kaşlarını çatarak sorguyu izlemeye devam ediyordu. Terörist kafasını iki yana sallayıp kelepçeli ellerini esnetti. Yüzündeki umursamazlık devam ediyordu.
Barış, ellerini yasladığı masaya eğildi ve dişlerini sıktı. Sesi alçaldı ama gözleri ateş saçıyordu.
"Yalanı bırak. Söyle yoksa bedelini ağır ödersin."
Terörist omuz silkti, meydan okuyordu.
"Bana zarar mı verirsin asker?" dedikten sonra Barış'ı göz ucuyla süzdü. Sağ dudağının kenarı usulca yukarıya kıvrıldı. "Halbuki yeterince güçlü görünmüyorsun."
Barış, teröristin bu küçümseyici tavrına sinirlense de dışarı yansıtmadı. Gözleri, donuk ve keskin bir kararlılıkla teröristin yüzünde gezindi. Yavaşça, neredeyse fısıldarcasına ama bir o kadar da kesin bir sesle, "İstersen bunu test edebiliriz," dedi.
Kalleş, her zaman kalleşti. Teröristle anlaşma olmazdı. Almak istediğin bilgiyi alana kadar onu hayatta tutmak zorundaydın. Barış, her ne kadar öfkeyle dolu olsa da bu gerçeği aklından bir an bile çıkaramıyordu.
Tam o anda teröristin dudaklarındaki alaycı gülümseme büyüdü; bu soğuk ve kibirli zafer ifadesi Barış'ın dişlerini sıkmasına neden oldu. İçindeki fırtına, dışa vurulamayan bir kararlılıkla daha da alevlendi.
Terörist, "Bana zarar vermen beni ürkütmez asker ama," masadaki kelepçeli eline rağmen sandalyeye sırtını yasladı. "Kuşê teke mezin bibin, ev dê te xemgîn bike." (Kuşunun kanadını koparırlarsa bu seni üzer.)
Gözlerini, Barış'ın küçülen göz bebeklerine mıhladı.
"Eger perên balîka te bibînin, ew dê dilê te birêve." (Tabii, daha farklı bir şey de yapabilirler.)
Bu cümle, odanın içinde bir mermi gibi dolaşıp Barış'ın göğsüne saplanmıştı. Alev'e dair o belirsiz ima, içinde taşıdığı her kırık anının üstüne benzin döküp tutuşturmuştu. Sadece gözleri değil, artık nefesi bile titriyordu. Camın arkasında Eyşan, donmuş halde olanları izliyordu. Dudakları aralandı ama ses çıkmadı. Mete yanında sessizdi, gözlerini kısmış, Barış'ın ruhunda yaklaşan kasırgayı sezmişti.
Barış, gözlerini teröristin gözlerinden ayırmadan ani bir hareketle masanın kenarını itip sandalyesiyle birlikte onu geriye doğru savurdu. Teröristin başı sertçe duvara çarptı, bir inleme sesi çıktı ağzından ama yine de gülümsüyordu. Barış, tek bir an tereddüt etmeden üstüne yürüdü.
Caner camın ardından hamle etti ama Eyşan kolunu tuttu.
"Hayır," dedi kısık sesle. "İhtiyacı var buna."
Barış, teröristin yakasına yapıştı.
"Sana son kez soruyorum. Neredeler?!"
Sesi, içi yırtılmış bir dağın çığlığı gibiydi. Terörist yanıt vermek yerine kanlı dişlerini göstererek alaycı bir kahkaha attı. İşte o an Barış'ın elleri istemsizce hareket etti. Yumruğu, adamın yanağına indi. Kafası yana savruldu, dudak kenarından bir damla kan süzüldü.
Bir değil, iki değil, üçüncüde teröristin başı geriye düştü. Zincirli ellerini kaldırmaya çalıştı ama masaya bağlıydı. Direnemedi ama acıya rağmen gözlerinde hâlâ o aynı kibirli ışık vardı. Barış, biraz eğildi ve teröristin kulağına doğru konuştu.
"Onsuz geçirdiğim her saat başı için sırayla parmaklarını kırarım. Ve yemin ederim her kırılışta seni seyrettiririm kendine."
Terörist gülümsedi, yanağındaki morarma daha da belirginleşmişti ama bu onu durdurmadı.
"Ah, biz bu duygusal boşlukları severiz asker. Sevdiğini kaybeden adam, en zayıf halkadır. Yalnız kalır. Sonra çöker. Sonra biz-"
Yüzüne bir yumruk indi. Sert. Ani. Net.
Adamın kafası yana savruldu. Zincirler gerildi, metalin çınlaması odada yankılandı. Barış nefes nefese, yumruğu havada kalmış şekilde öylece durdu. Kasları gerilmiş, gözleri kıpkırmızıydı. Bir anlık refleksle adamın masaya kelepçeli ellerine uzanıp sertçe sıktı.
"Sonra siz ne yaparsınız, ha?" diye tısladı Barış. Parmakları, teröristin bileğini ezene dek bastırdı. Kemiklerin birbirine sürtündüğü çıtırtı, odada yankılandı. Terörist ilk kez acıdan irkildi, kaşları çatıldı, dişlerini sıktı ama yine de bağırmadı. Gözleri teröristin gözlerine kilitlenmişti. Sol eliyle teröristin bileğini sıkmaya devam ederken, sağ elini silah kılıfına attı ve çeviklikle kabzayı kavrayıp çıkarttı. Terörist gözlerini kaçırmak istedi ama zincirlenmiş olan bedeni gibi, bakışları da kaçamıyordu artık.
Barış, namlunun ucunu teröristin avcuna yaslayıp yere doğru bastırdı. Metal, etin üzerinde kayarken çıkan ince sürtünme sesi odanın gerilimini bıçak gibi kesti. Terörist ilk kez korkuyla göz kırptı. O alaycı, zehirli bakışın yerini donuk bir tetikte bekleyiş aldı. Göz bebekleri küçüldü. Nefesi derinleşti ama hâlâ konuşmuyordu. O susuyordu ama Barış'ın içindeki kaos bağırıyordu.
Barış, silahı bastırdığı yerde tuttu. Konuşmadı. Sadece bakıyordu. Sanki bu sessizlikte onu yutacak, düşüncelerini kemiklerinden çekecek bir kudretle sarmalıyordu. Kırmızıya çalan gözlerinin içi yanıyordu ama bu ateş öfkenin değil, sevgiden gelen yıkımın ateşiydi.
Sonra Barış hafifçe eğildi. Sol eliyle hâlâ bileği bastırırken, sağ elindeki silahı hafifçe yukarı kaydırdı. Şimdi namlu, teröristin başparmağının kökünde durmuştu. Bu sefer sesi neredeyse duyulmazdı ama içindeki kasvet, kelimelerden taşmış gibiydi.
Bu kez sorduğu şey bir emir gibi değil, bir lanet gibiydi. Ağzından çıkan her hece, içindeki boğulmuş adamın çığlığıydı.
Barış, tetiğe bastı. Adam haykırarak namluya dayalı elini çekmeye çalışırken Barış, alnını sertçe adamın burnuna vurdu.
"Onun adını ağzına almayacaksın! Söyle, nerede?"
Barış'ın alnı, teröristin burnuna çarptığında çıkan ses tok bir çatırtıydı. Et kemiğe çarptı, nefes havada kırıldı. Teröristin burnundan aşağıya bir çizgi gibi kan indi. Nefesi kesilmişti. Bir anlığına gerçekten acıyı hissetmişti. Barış, gözünü dahi kırpmadan, hâlâ adamın üzerine eğilmiş bekliyordu. Silahı şimdi adamın şakağına dayalıydı. Nefesi sıcaktı, kelimeleri titriyordu.
"Söyle. Nerede? Onu nerede tutuyorsunuz?"
Terörist öksürdü, burnundan boşalan kanı diliyle silmeye çalıştı. Gözleri pusluydu artık; karanlık içinde bir gölge, panik içinde bir hayatta kalma dürtüsüyle doluydu ama hâlâ konuşmuyordu. O anda, Barış silahı indirip iki eliyle teröristin boğazına sarıldı. Parmakları, onun sesini boğacak kadar sertti. Adam nefes almaya çalışıyor, kelepçeli elleri masaya bağlı olduğu için yalnızca parmak uçlarını oynatabiliyordu.
"Bir. Kez. Daha. Soruyorum." dedi Barış, kelimeleri boğazından bir tokat gibi fırlatarak. "Eğer şimdi söylemezsen, seni burada yavaş yavaş öldürürüm. Nefesini değil, hafızanı sökerim."
Terörist öksürdü. Boğazı sıkıldıkça gözleri büyüdü. Barış ellerini birden gevşetti. Adam öksürükle kendine geldi. Yutkundu, başını yana çevirdi.
"Sincar... Sincar Geçidi'nin güney yamacında... eski bir maden ocağı..." dedi, çatlamış sesiyle. "İçinde geçit var. Biz sadece teslim ettik. İçeri alınmadan önce... bir kadın sesi... bağırıyordu. Susturmaya çalışıyorlardı. Ama ben... o sesin kim olduğunu bilmiyorum. Beni buraya bilerek yolladılar ama yakalandım."
Barış'ın yüzü kasıldı. Çatlayan çenesi, dişlerinin arasından geçen öfkeyi zorlukla tutuyordu. Gözleri, kelimeleri ağzından dökülen adamın üzerine bir kurşun gibi saplandı. Teröristin cümlelerindeki titrek boşluklar, içindeki korkuyu ele veriyordu. Ama esas olan o çığlıktı.
"Kadın sesi," diye tekrar etti Barış, sanki anlamını daha derine çekmek ister gibi.
Yutkundu. Boğazı düğümlendi. O sesi zihninde canlandırdı. Alev'in gülüşüyle karışan, sonra haykırışa dönen bir yankı gibi çarptı kulaklarına. Ellerini yavaşça geri çekti, silahını kabzasından tuttu. Adamın yüzüne bir kez daha baktı.
Eyşan, kapının yanında duran Caner'i biraz kenara çekip kapıyı açtığında Barış, ayağa kalkıp kabzasını biraz daha sıkı kavradı.
"Çık artık Barış, yerini öğrendik. Daha fazla vakit kaybetmeden gidelim," dedi ve kapıyı Barış'ın da çıkması için aralı bıraktı. Derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı. İçinde, Alev'in çaresiz çığlığı yankılanıyordu. O ses, ona hayatını yeniden hatırlatıyordu. Gözlerini açtı ve namluyu yerde yatan adamın alnına nişan aldı. Tetiğe bastığında namludan çıkan kurşun, teröristin alnına saplandı. Adamın vücudu aniden dondu, sonra geriye doğru devrildi; zincirlerin gıcırtısı odada yankılandı. Kan sessizce süzüldü.
Eyşan, omzunun üzerinden Barış'a bakarken "Odayı temizletip kayıtları sildirin," dedi ve sorgu odasından çıktı. Barış, silahını indirirken elleri titriyordu; içindeki acı ve öfke artık kelimelere sığmıyordu. Bir kez daha baktı cesetleşmiş bedene, ardından soğuk adımlarla odadan çıktı.
Arkasında bıraktığı tek şey, susturulmuş bir çığlıktı.
Mete ile Caner, Barış'ı da alıp giyinmeye giderken; Osman, Kubilay ve Deniz hazır bir şekilde koordinasyon merkezinde bekliyorlardı. Sessizlik, patlayacak bir mühimmat kadar tehlikeliydi. Birden hareket başladı; sanki her biri kendi içinde zamana karşı bir yarış başlatmıştı.
Koridor boyunca ayak sesleri yankılandı. Kapılar açıldı, silahlar hızlıca kuşanıldı. Güvercin Timi, eksik ama dimdik, hazırdı. Bu kez sadece görev için değil, ailelerini kurtarmak için hareket ediyorlardı. Yüreğinde kırgınlık, gözlerinde kararlılık vardı hepsinin.
Caner, hazırlanmış bir şekilde keskin nişancı dürbününü kontrol ederken koordinasyon merkezindeki Alparslan Çakır'ın sesi duyuldu.
"Kıdemli Üsteğmen Caner Cenk Çakır'da bu görevde yer alacak. Lara, Yonca ve Eyşan, buradan size brifing aktarımlarını işleyecek. Kartal'ı önden gönderdim, sizi orada karşılayacak."
Lara, Caner'in de göreve gideceğini duyduğunda istem dışı ellerini karnına yasladı. Caner, bir anlığına dürbünden bakışlarını çekip kaşlarının altından Lara'ya baktı. Lara'nın korkusunu anladığında sakinleştirmek amacıyla sağ gözünü kırptı ve yeniden dürbününü kontrol etmeye devam etti.
Osman, telsiz kulaklığını takarken dudaklarını ısırdı, parmakları bile titriyordu. "On dakika içinde yola çıkmış oluruz," dedi alçak bir sesle. Herkesin gözleri ona çevrildi; itiraz edecek kimse yoktu. Çünkü biliyorlardı. Bu görev sadece teknik bir operasyon değil, kayıp bir kardeşi geri getirme umuduydu.
Kubilay çantasını kontrol etti, eşyaların yerli yerinde olduğunu bir kez daha doğruladı. Yanında duran Yonca'ya kısa bir bakış attı. Yonca karnını tutarak hafifçe doğruldu, gözlerindeki endişe ve kararsızlık Kubilay'ın yüreğini burktu. Kubilay, alt dudağını ısırıp Yonca'ya doğru eğildi ve Yonca'nın alnına dudaklarını yaslayıp gözlerini kapattı. Yonca, sıkıntılı bir nefes verdiğinde elleri, koruma iç güdüsüyle Kubilay'ın ellerine tutundu.
Kubilay, dudaklarını Yonca'nın alnından çekmeden burukça gülümseyerek Yonca'nın şişkin karnına yasladı.
Yonca, "Bize geri dön," diye fısıldadı. Kubilay, alnını Yonca'nın alnına yaslayarak gözlerinin içine baktı.
"Benim pusulam sensin, Yonca'm. Nereye gidersem gideyim, yolum hep sana çıkar," dedi ve Yonca'dan istemeyerek de olsa uzaklaştı ve yürümeye başlamış olan Osman'ın peşinden ilerlemeye başladı. Deniz, nazikçe Yonca'nın omzuna dokundu ve burukça gülümseyerek Kubilay'ın yanına yetişti.
Mete, istifası geri çekildiğinden dolayı o da göreve katılmaya hak kazanmıştı. Eyşan, gözlerini kısarak omzuna hafifçe vurdu. Mete, kaşlarını hafifçe kaldırıp silahını sağ tarafına doğru sarkıttı.
Eyşan, "Dikkatli olun," diye fısıldadığında Mete, burukça gülümsedi ve sol elini kaldırıp Eyşan'ın başının arkasına yasladı. Dudaklarını alnına bastırıp hızla geri çekildi ve silahını iki eliyle tutup çenesiyle karnını gösterdi.
Önde Barış, arkada Mete ile Caner odadan çıktıklarında; Yonca, Lara ve Eyşan büyük adımlarla dijital ekranın önünde beklemeye başladılar. Barış, Osman, Kubilay, Deniz, Mete ve Caner, son kontrollerini yapıp sessizce birbirlerine baktılar. Aralarındaki sessizlik, söylenmeyen binlerce kelimenin yükünü taşıyordu.
"Ne olursa olsun, birlikteyiz. Ve birlikte dönmek zorundayız," diye fısıldadı Barış, gözlerinde demir gibi bir kararlılıkla. Her biri biliyordu ki, bu görev sadece bir operasyon değil; yeminlerine, onurlarına ve ailelerine olan bağlılıklarının son sınavıydı.
Once Again, Mad Clown
Gözlerimi açsam da fark etmiyordu; bu karanlık, uyanmakla geçmiyordu. Her yer rutubet kokuyor, taş duvarlardan aralıklarla damlayan suyun sesleri zihnimin içini kemiriyordu. Her damla, zamanın bana ne kadar acımasız davrandığını fısıldıyordu sanki. Hareket etmiyorum; çünkü yerin altı gibi kokan bu yerde her kıpırtı, taşların iniltisiyle karşılık buluyordu.
O sürekli damlayan suya, metalin sürtünme sesi karıştı. Nefesim, kendi göğsümde sıkıştı kaldı. Derin karanlığın içinde bir çıtırtı çıktı. Kapı ağır, paslı bir gıcırdamayla açıldı. Taş duvarlarda yankılanan bu ses, o karanlığın içine hançer gibi saplandı. Göz bebeklerim hiçbir şey seçemese de bedenim, içeri süzülen soğuk hava akımından gelen değişimi fark etti.
Ayak seslerinden anladığım kadarıyla üç kişilerdi. Her biri ağır ve kararlı adımlarla yaklaşıyordu. Çizme seslerinden biri hafifçe sürünerek geliyor; demek ki biri daha cüsseli ya da daha hoyrattı. Diğeri, her adımda bir şeyi parmaklarıyla sıyırıyor duvardan, bu sesi daha önce de duymuştum. O tırmalayıcı, sabırsızlık taşıyan parmak sesi. Ve üçüncüsü sessizdi. Belki en tehlikelisiydi.
Yutkunmaya çalıştım ama boğazım kuruydu. Hareket etmemem gerektiğini biliyordum. Karanlıkta onları göremesem de onların beni gördüğünü biliyordum. Üç gölge gibi üzerime eğiliyorlardı sanki. Konuşmuyorlardı ama varlıkları, duvarların neminden daha ağırdı.
Adımlar durdu. Hemen önümdeydiler. Karanlığın içinde bir el, zincir halkalarını çekti. Soğuk metal bileklerimde inledi. Biri öne eğildi; nefesini yüzümde hissettim. Sarımsağa ve çürümüş tütüne benziyordu. Gözümün önünde hâlâ yalnızca karanlık vardı ama onun dişlerinin arasında sıkışmış kelimeleri net duydum.
"Me hatin bi te re xweş bixin, delalê min." (Seninle eğlenmeye geldik, güzelim.)
Diğeri, daha genç bir ses tonuyla, Türkçe devam etti.
"Şu haberlerdeki meşhur Alev Atsız... Bakalım ateşin hâlâ yanıyor mu?"
Üçüncüsü konuşmadı. Sadece eğildiğini ve bir şey çıkardığını hissettim. Metalin deriyle buluşan soğuk tınısı, kalbimin altına kadar indi.
Ben hâlâ susuyordum. Çünkü konuşursam, bu nemli duvarlara gözyaşımı anlatacağımı biliyordum. Onlara değil. Ama gözlerim karanlığa değil, geçmişe çevrildi o an. Barış'ın sesi çınladı zihnimde. "Diren Alev. Sen yanmazsın. Sen, küllerinden doğarsın."
Biri saçlarıma dokundu. Sertçe. Saç diplerimden yukarı doğru çektiğinde, nefesim boğazıma takıldı.
"Hiç konuşmayacak mısın?" dedi alaycı ses. "Ne oldu? Devletin seni unuttu mu? Yoksa onlar da seni bizden daha çok korkuyor?"
Diğer terörist yavaşça eğildi, dudakları neredeyse kulağıma değiyordu.
"Ez ê şevê çavên te bi xwînê bigrim, keçik." (Bu gece gözlerini kanla yıkayacağım, küçük kız.)
İçim titredi. Ama çenemi sıktım. Dişlerimi sıktım. Onlara korkumu göstermeyeceğim. Göstermeyeceğim çünkü o zaman yalnızca bedenim değil, içimdeki her şey çökerdi. Ve ben hâlâ Alev Atsız'ım. O karanlıkta bile.
Teröristin parmakları saç diplerimi kavramışken, alnımı geriye doğru çekecek kadar sert bir hamle yaptı. Başımı kaldırmak zorunda kaldım. Gözlerim hâlâ karanlığa alışamamıştı ama orada, karanlığın içinde bile gözlerimi onunkine kilitledim. O kadar yakındık ki nefesleri yüzümdeydi. Midem bulanıyordu ama bana ait tek şey bile ellerinden kaçmayacaktı.
Kıpırdamayan dudaklarımın arasından bir nefes süzüldü. Yavaş, sakin, neredeyse fısıltı gibiydi.
"Eğer beni kırmak istiyorsan, önce yaktığım her şeyi geçmen gerekir."
O an, başımı geriye çekip tüm gücümle teröristin yüzüne tükürdüm. Tükürük, onun yanak kemiğine çarpıp aşağı süzüldü. Bir an donakaldı. Sonra yüzündeki alaycı ifade bozuldu. Elinin tersiyle yanağına bastı. Diğeri öne atıldı.
"Piç kurusu!" diye bağırdı. "Sen hâlâ konuşuyorsun ha?!"
İçlerinden biri dizini böğrüme geçirdi. Nefesim bir anda göğsüme saplandı. Zincirler şıngırdadı. Başım yana düştü ama çenemi sıktım. Dişlerim etime battı.
"Ben... Alev Atsız'ım," dedim, dişlerimin arasından. "Sizse sadece duvarlarda çürüyecek isimler bile olmayan cesetlersiniz."
Teröristlerin alaycı kahkahaları kesildi. Bir anlık sessizlik oldu; sonra ilki öne atıldı.
"Demek Alev Atsız ha?" dedi, sesinde öfkeyle karışık küçümseme vardı. "Bak bakalım o ismin kemiklerini koruyabilecek mi?"
Acı, acının üzerine yığıldı. Böğrümde patlayan darbenin ardından tüm iç organlarım yer değiştirmiş gibiydi. Nefesim göğsümde sıkıştı, ciğerlerim daraldı ama ses çıkarmadım. Bu karanlıkta en küçük inilti bile zaferlerini kutlamalarına yetebilirdi. Bunu onlara vermeyecektim.
Birinin yumruğu yüzüme indi. Başım geriye savruldu, sırtım taş duvara çarptı. Dişim dudağıma gömüldü. Ağzımın kenarında bir sıcaklık yayıldı. Tadını unutmamıştım ama asıl öfke, dilimin altında büyüyen zehir gibiydi.
"Yine de," dedim, tükürüğümle karışan kanı yutarken, "Benim korkum... sizinkinden daha temiz."
O cümleyi kurarken, burnumun üstünde zonklayan ağrıyı, dudağımın yırtığını, kaburgamın altında kıpırdayan acıyı hissettim ama içimde bir kıvılcım sönmüyordu. Üçüncü adam hareketsizdi. Sessizdi. Belki de beni öldürmeden önce parçalara ayırmak istiyordu. O üçüncü adam, elini yavaşça kemerine götürdüğünde bir kez daha yutkunup hareketlenmeye çalıştım.
Kalbim göğsümde öyle hızlı çarpıyordu ki, sanki kulaklarımda onun ritmi yankılanıyordu. Karanlığın içinde nefesim kesildi. Hareketsizdim, zincirler beni esir almıştı. O adamın niyetini biliyordum; bu, bir tehditten daha fazlasıydı. İçimde karışık bir korku ve öfke yükseldi. "Yapma," dedim sessizce, boğazımda düğümlenen bir çığlıkla.
Yanında duran iki adam hızla üzerime eğildiğinde çığlık atarak çırpınmaya başladım. Diğer adam, önümde diz çöküp elini saçlarıma yeniden geçirdiğinde yüzüme yaklaşmaya çalıştı ama bütün gücümle burnuna kafa attım. Adam, inleyerek burnunu tutarken diğer adamlar daha sıkı tutmaya çalışıyordu.
Adamın acıyla inlemesi kısa sürdü; iki adam daha sert tutmaya çalışırken, ben de tüm gücümü toplayıp etrafı yoklamaya devam ettim. Zincirlerin kısıtladığı ellerimle ellerini ittiğimde, taş duvarlar arasındaki karanlık odada yankılanan tek ses kalbimin çarpıntısı ve nefes alışverişimdi.
İki el silah sesiyle adamların baskısı bir anlığına gevşerken çırpınmaya ve çığlık atmaya devam ettim. Kapalı kapı duvara çarparak güçlü bir yankı bırakırken üç silah sesiyle üzerimdeki ağırlıklar arttı.
Barış'ın sesiyle ne ara kapandığını bilmediğim gözlerimi açtım. Caner ve Mete, üzerime çullanmış iki adamı çekerken Barış, diğeri çekip geriye doğru savurdu. Barış'ın maskeli yüzünün altındaki gözlerini gördüğüm an, gözlerimin dolmasına engel olamamıştım.
"Barış?" diye inleyerek ağlamaya başladığımda Barış'ın gözleri, hızla yüzümde dolandı. Önümde dizlerinin üzerine çökerken Deniz ve Kubilay, sağdan ve soldan yaklaşıp elimdeki ve ayaklarımdaki zincirleri çözmeye başlamışlardı. Barış, ellerini dokunmaya kıyamazmışçasına, titrekçe omuzlarıma koyup beni kendine çekti.
"Geldim güzelim, geldik bak buradayız."
Barış'ın elleri omuzlarımda titriyordu; o sıcak dokunuşu, karanlığın içinde bir umut ışığı gibi parıldıyordu. Gözleri, endişe ve çaresizliğin birleştiği derin bir fırtınayı yansıtıyordu. Her hareketimde sanki içimdeki acıyı kendi yüreğinde hissediyormuş gibi titreyen bakışları, beni ayakta tutmaya çalışan görünmez bir ip gibiydi.
Deniz ve Kubilay, dikkatle ama aceleyle zincirlerimi çözüyorlardı. Zincirlerin metal sesi odanın soğuk duvarlarında yankılanırken, Barış'ın gözleri hiç benden ayrılmıyordu. O, sadece zincirleri değil, üzerimdeki çaresizliği de kırmaya çalışıyordu.
Burnumu çekip çözülmüş bileklerimi kendime doğru çektim. Barış, ellerini omuzlarımdan çekip, üzerindeki hücum yeleğini çıkartıp kenara attı. Altında kalan kamuflajının düğmelerini hızla çözüp üzerinden çıkartıp omuzlarımdan çektiği ellerinin yerine yasladı. Titrediğimi o an da fark edebilmiştim.
Burnumu çekerek, "Onlar bana," derken Barış, dudaklarını yanağıma bastırıp beni durdurdu.
"Şşş, hayır hiçbir şey olmadı," dedi alçak ve yumuşak bir sesle. Gözleri yüzümü hızla tararken, içinde hem koruma hem de derin bir pişmanlık vardı; sanki benim yaşadığım acıyı kendi kalbinde taşıyormuş gibiydi. O an, kelimeler gereksizdi. Barış'ın varlığı, kelimelerden çok daha güçlüydü; yıkılmış ruhumu tamir eden bir güç gibi.
Barış, beni kurtulduğum zincirlerimden sonra kucağına alıp ayağa kalktığında Caner, silahını düzeltip önümüze yaklaştı. Göz ucuyla yüzüme bakıp yeniden Barış'a odaklandı.
"Ablukada kalın, Mete ve ben, arkanızdan sizi takip edeceğiz. Kubilay, Deniz ve Osman önünüzde olacaklar."
Barış, kafasını salladığında hiç zorlanmadan yürümeye başladı. Ellerimi kucağımda tutarken başımı Barış'ın göğsüne yasladım. Kalp atışı, güçlü ve ritmik bir şekilde göğsünde yükselip alçalıyordu. O ses, güven veren bir melodi gibi ruhuma işliyordu; korkularımı bir an olsun dindiriyordu. Her adımıyla bana, buradan sağ salim çıkacağımızı fısıldıyordu.
Harabe olan bu yerden çıktığımızda buranın bir maden ocağı olduğunu anlayabilmiştim. Barış'ın kolları beni sıkıca sarmalamaya devam ederken adımları hızlandı. Yanımızda, bizi ablukaya almış tim güvenli bir şekilde helikoptere doğru koşturmaya başladığında gözlerimi kapatıp Barış'ın yakalarına tutundum.
Barış, kucağında ben olmama rağmen hiç zorlanmadan helikoptere bindiğinde Mete ve Caner'de binip tam karşımızdaki koltuklara oturmuşlardı. Osman, helikopterin kapısını kapatıp çantasına bağlı olan telsiz tuşuna bastı.
"Güvercin, Tedy Bir güvende. Geri dönüyoruz." dedi soğukkanlı ama net bir sesle.
İçimdeki kırıklar, birden hıçkırıklara dönüştü. Barış, yüzümü nazikçe kendi göğsüne bastırırken, yüzünü saçlarımın arasına sakladı. Titrek nefesleri kulağıma değiyor, saç diplerimde ince bir ıslaklık hissediyordum. O an anladım ki, o güçlü adam, benim için de kendi içinde de kırılmıştı.
Dön, Dedublüman
İnsan, en çok kaybettiğinde doğar.
Beni yok etmeye çalıştıkları o karanlıkta, kendi benliğimin yankısını duydum. Acılarımın, ihanetlerin, kayıpların arasında ezilmeme ramak kala bir şey oldu. O küllerin içinde titrek de olsa bir kıvılcım parladı. İlk başta korktum. Güçlü olmaktan değil, gücün bana neler yaptıracağından korktum. Çünkü güç bazen merhameti boğar, bazen ise vicdanı sustururdu ama ben ne o karanlığın esiri ne de eskisi gibi bir kurban oldum.
Her adımda yeniden tanıdım kendimi. Aslında ben kim olduğumu unutmamıştım, sadece susturulmuşum. Şimdi her nefesim, her bakışım bunu haykırıyordu. Bana "bittin" dedikleri yerde başladım ben. Onlar beni zayıf yanımla tanıdılar; şimdi karşılarında duruyorum, en güçlü tarafımla. Geri döndüm demeyeceğim. Çünkü ben hiçbir zaman kaybolmadım. Sadece yeniden şekillendim.
Kaybettiğim kimliğin ruhu, sönmüş bir közden yeniden doğdu.
"Fatih'i bulduk, sıra Alev'de."
Telsizden yükselen sesle bakışlarım monitörler arasında gidip gelmişti. Osman'ın direktifleriyle önce Fatih'i bulmuşlardı. Sıra şimdi Alev'in olduğu yeri bulmaya gelmişti.
Mete'nin ve Caner'in olduğu konum biraz arkada kalırken, Barış'ın hepsinin önünden yürüdüğünü anlayabiliyorduk. Maden ocağının karışık krokisinde, iz sürmek gerçekten de zordu. Yeraltındaki geçitler, çökmüş tüneller ve sürekli değişen hava akımı, ısı izlerini bulanıklaştırıyordu ama yılmıyorduk. Çünkü bu sadece bir görev değildi. Bu, eksik olan bir parçayı yerine koymak gibiydi.
Alev... Bizim sesimizdi. Onu susturmak isteyenlere rağmen biz, onu bulacaktık.
Gözlerim ekranda bir noktaya sabitlenmişken, elim telsizin üzerindeydi. Osman'ın sesi bir kez daha yükseldi.
"Barış, kuzeydoğu hattından ilerle. Orada bir ayak izi var, içeride taze hareketlilik görünüyor."
Barış'ın kamerası hafifçe sarsıldı. Dizine kadar gelen suyun içinde ağır ağır ilerlerken başını çevirdi. Hiçbir şey söylemedi. Sadece gözleri... Onların bakışı, kelimelerden daha fazlasını anlatıyordu. Oradaydı. Bir şey sezmişti.
Mete'nin sesi gergin ama kontrollü geldi.
"Görsel teyit almadan yaklaşma. Alev oradaysa, yalnız değildir."
Ekrana biraz daha yaklaştım. Sesler, dikkatimi dağıtamıyordu. İçimde, tanımlayamadığım bir his vardı. Sanki oradaydım. Sanki karanlıkta nefes alan her varlığın korkusunu ben taşıyordum. Alev oradaysa, yalnız olmadığını bilmeliydi. Bir anda Barış'ın kamerası döndü. Birden hızlandılar ve sağlam titreyen kamera Alev'in yüzüne çevrildi. Derin bir nefes alıp tuttuğumda yutkunmakta güçlük çektim. Yüzü, bayağı bir hırpalanmıştı.
Barış, Alev'in üzerine eğildiğinde diğer kameralar anında aktif dışı kaldı. Arkamızda duran Alparslan albaya baktığımda derin bir nefes verdi ve bakışlarını ekrandan çekip bana baktı.
"Ben Kerem albaya Alev'in ve Fatih'in bulunduğunu haber vermeye gidiyorum. Yola çıktıklarında haberim olsun."
Alparslan albay, kafamı sallamamı beklemeden arkasını dönüp gittiğinde yeniden monitöre döndüm. Hiçbir kamera artık aktif değildi. Soluk bir parıltı gibi beliren bir nefes sesi yankılandı mikrofonda.
"Güvercin, Tedy Bir güvende. Geri dönüyoruz."
Telsizden gelen o son cümleyle birlikte içimdeki gerilim bir anda boşaldı. Omuzlarımdaki yük biraz hafifledi ama yüreğimdeki düğüm hâlâ oradaydı. Gözlerimi monitöre dikmiş halde, boş bir ekrana bakıyordum artık. Kameralar kapanmıştı ama zihnimde Alev'in yüzü gitmiyordu. O morluklar, o kurumuş kan izi, o gözlerdeki yarı uyanık ifade hâlâ karşımdaydı.
Bir süre hiçbir şey demedim. Ne Lara'ya ne de yanımda sessizce bekleyen Yonca'ya döndüm. O an sadece içimde konuşan o tanıdık sesle baş başaydım.
Alev'i kaybetmemek için kendi parçanı verdin. Şimdi onu geri aldın ama onunla kendi acıların da yeniden geldi."
Bir elim masanın kenarına sıkıca tutundu. Parmaklarımın rengi değişene kadar bastırdım. Kontrol... Bu görevde en çok ona ihtiyacım vardı. Ama bazı anlar olur, kontrol değil insan kalır geriye. Ve insan yanım, bağırmak istiyordu. Masaya doğru eğildim. Dizlerimi kırmadan, sadece sırtımdan çöktüm. Alnımı yumruğuma dayadım.
Ve o an, içimdeki sessizlik bir kez daha şekil aldı. Bu kez bir karar gibi. Bu kez yalnızca Eyşan olarak değil...
Yarım saatin sonunda gecenin içinden bir uğultu yükseldi. Rüzgâr, önce toprağı, sonra kalbimi kaldırdı yerinden. Bakışlarımı pistin ilerisindeki karanlığa diktim. Dağların arasından döne döne gelen o tanıdık ses geliyordu. Helikopterin pervane sesi, sadece bir araç gürültüsü değildi artık; içinde taşıdığı her şeyle beraber gelen bir kaderdi.
"İniş beş dakika," dedi Lara, telsizi göz hizasına indirirken. Yanımda durmuş, bana değil, boşluğa sesleniyordu sanki. Ama ikimiz de biliyorduk: Bu beş dakika bir ömrün ağırlığına bedeldi.
Rüzgâr şiddetini artırdı. Pervanenin sesi yaklaştıkça çevremdeki her şey silikleşti. Sadece ışıklar vardı pist boyunca dizilmiş ve ben vardım, dimdik. Üniformamın yakası rüzgârda titrerken, dizlerimin kırılmaması için bütün iç gücümle ayakta kalmaya çalışıyordum.
Helikopter indiğinde gözlerimi kırpmadan baktım. Kapak açıldı. Önce Osman ile Mete çıktı, gözleri kararmış, sesi susmuş. Sonra Caner, elinde Fatih'in dosyasıyla çıktı ama ben sadece birini arıyordum.
Gözleri, kucağındaki kadının yüzünde kalmıştı. O an kalbim neye uğradığını şaşırdı. Boğazıma kadar gelen duyguyu yuttum. Sarsıldım ama bir adım bile gerilemedim. Helikopterin pervanesi hâlâ dönüyordu ama ben artık başka bir gürültü duymuyordum. Barış başını çevirdi, bir an göz göze geldik. O gözlerde öfke, acı ve tarifsiz bir rahatlama vardı. Sessiz bir çığlık gibiydi ifadesi.
Sedye uzatıldı. Alev dikkatlice yerleştirildi. Üstü örtülürken, alnındaki yarık bir an göründü. İçimde bir şey parçalandı ama gözyaşı dökmedim. Bu ağlama zamanı değildi. Bu, onun yaşadığını görme anıydı.
Yanlarına yürüdüm. Ne diyeceğimi bilmiyordum. İçimden geçen tek cümleyi söylemekten başka çarem yoktu. Eğildim, Alev'in başına yaklaştım. Fısıltı gibi çıktı sesim, "Hoş geldin kardeşim," dedim. Yanıt gelmedi ama göğsünün hafifçe kalkıp indiğini gördüm. Bu bile yeterdi. Kafamı kaldırdım.
"Revire götürün. Tam teşekküllü kontrol istiyorum."
Barış ile Caner, giden sedyenin başından ilerlerken Lara'nın omzuna dokunup peşlerinden ilerlemek için hareketlendim. Sedyenin arkasından yürürken Alev'in solgun yüzü gözümün önünden gitmiyordu. Sadece fiziksel yaraları değil. Orada, göz kapaklarının ardında saklanan karanlığı hissedebiliyordum.
Revir binasının kapıları otomatik olarak açıldığında içeriden steril hava çarptı yüzüme. Ne kadar temiz kokarsa koksun, o soğukluğun içinde bir şey eksikti. İnsanlık. O yataklara düşen her beden bir savaş anısıydı. Ve biz, bu anılardan bir ordu kurmuştuk.
Barış hâlâ sessizdi. Eli yumruk, çenesi sıkıydı. Gözleri Alev'in üzerindeydi ama aklı çok daha derindeydi, çok daha karanlıkta. Doktor Ümit, bize doğru döndü.
"Hayati tehlike görünmüyor ama ciddi sıvı kaybı ve kas ezilmesi var. Psikolojik tepki için birkaç saatlik gözlem gerekli. İlk müdahale tamam."
Barış hareket etti. Elini Alev'in parmaklarına uzattı ama son anda durdu. Dokunamadı. Ümit, bakışlarını önce Barış'a ardından bana çevirip çenesini dikleştirdi.
"İzninizle Alev biraz dinlensin. Serum bağlayacağım, sabaha anca uyanır."
Başımı hafifçe salladım. Gözlerim Alev'in yüzünden, parmaklarının hâlâ gevşekçe yanına düşmüş hâlinden bir an olsun ayrılmadı ama göz ucuyla Barış'ı da izliyordum. Barış, o dakikadan beri ilk kez kıpırdadı. Eğildi. Alev'in yüzünde yara olmayan, o solgun yanına yavaşça yaklaştı. Gözlerini kapadı. Hiçbir şey söylemeden, sadece bir öpücük bıraktı yanağına. Hafif, titrek ama tarifsiz derin bir sevgiyle.
Sonra doğruldu. Ne gözlerini sildi ne arkasına baktı. Kimseyle göz göze gelmeden odadan çıktı. Omuzları gergin, adımları sessizdi ama ardında kalan sessizlik, çığlık gibiydi. Onun çıkarken kapının hemen önünde kısa bir an durduğunu fark ettim.
Alev o maden ocağındaydı evet ama Barış, oradan çıkamamıştı.
Bir Günah Gibi, Ajda Pekkan
Gökyüzü sanki küskün bir sonsuzluktu.
Ne gündüze ait bir ışık vardı ne geceye ait bir karanlık. Her şey duruydu, her şey donuktu. O an, zamanın dilsizce durduğu bir yerin içindeydim. Ayaklarım yere basmıyor ama düşmüyordum da. Sessiz, ağır bir boşluğun içinde süzülüyordum.
Sonra uzaktan bir hışırtı geldi. Rüzgâr değildi, bir kanat gibiydi. Yırtıcı, ürkütücü ama aynı zamanda garip bir şekilde tanıdıktı. Başımı kaldırdım. Bir atmaca, gökyüzünü yararak bana doğru süzülüyordu. Kanatları paslı bir demir gibi ağır ama her çırpışında göğü yaran bir kudrete sahipti. Gözleri başka bir âlemin aynasıydı. Soğuk ama canlıydı. Sanki beni tanıyordu.
Yaklaştı, çok yaklaştı. Öyle ki nefesimi tutmak zorunda kaldım. Gagasında bir şey vardı. Ne olduğunu seçemedim ama ağırdı. Sanki bir yük taşıyordu. Benim yükümü...
Kanatlarını açtı. Uçmuyordu artık. Asılıydı. Öylece, havada durmuş bana bakıyordu. Bir çift gözü beni delip geçiyordu. 'Hatırla' der gibiydi. 'Unutma' der gibiydi. Birden çığlık attı. O tiz, kulakları delercesine keskin çığlık, bir kurşun gibi göğsüme saplandı. Gözümün önünde bir karanlık patladı. O an, atmaca yere çakıldı. Düşüşüyle birlikte her şey sarsıldı. Sanki içimde bir şey yıkıldı. Sanki biri gitmişti.
Yanına koştum ama ayaklarım beni taşıyamadı. Dizlerim çöktü. Kanatları paramparçaydı fakat o hâlâ bana bakıyordu. Gözleri hâlâ yaşıyordu.
Zihnimin derinliklerinde yükselen Barış'ın sesiyle, vücudumdaki ağrıların yoğunluğunu da hissedebiliyordum. Sanki iç organlarımın arasına sıkışmış bir ağırlık, nihayet koptu ve karanlığa çakıldı. Karanlık, içime dolmuştu ama huzurlu değildi. Gözkapaklarımın altı yanıyordu. Nefes almak istedim. Göğsümün üzerine biri oturmuş gibiydi. Vücudum bana ait değildi. Parmak uçlarım yoktu. Zaman yoktu.
Gözkapaklarım kıpırdadı. Bir ışık sızdı. Önce bir çizgi, sonra genişleyen bulanık bir şekil oluştu. Başımı kıpırdatmaya çalıştım ama kaslarım sanki bir kayaydı. Boğazım kuru değil, yok gibiydi. Gözüm yan tarafa kaydı. İlk gördüğüm yüz Barış'tı. Gözleri bana değil, damarlarıma giren seruma kilitlenmişti. Çenesindeki kas geriliği, o kadar tanıdıktı ki sadece onu izleyerek zamanın geçtiğini anlardınız.
Gözlerini kaldırdı. Göz göze geldik. Avuç içi, elime yerleşmişti ama fark etmem saatler sürmüş gibiydi. Gözleri nemliydi ama ağlamıyordu. Sadece doluydu. Sanki içindeki binlerce kelime, tek bir bakışta yer değiştirmişti. Gözlerimin kenarından bir sıcaklık süzüldü. İlk önce fark etmedim. Gözyaşıydı. Sessizce akmış, yanağımda soğuyup yastığa karışmıştı. Barış, o an başını eğdi. Elini hafifçe sıktı. Sanki hâlâ düşmekten korkuyordum ama onun avucu, o düşüşe engeldi.
Etraf yavaş yavaş açılıyordu. Sesten önce şekiller geldi. Gözbebeklerim odadaki loş ışığa alışırken, çevremdeki bedenler netleşmeye başladı. Sol yanımda iki siluet vardı. Eyşan.
Dimdik duruyordu ama gözlerinde yıkılmış bir kale vardı. Dudakları sıkıydı, bakışı ise donuktu. Yanında, omzunun hemen gerisinde Mete duruyordu. Gözleri kıpırdamıyordu. Bakışları duvara çevriliydi ama ifadesiz değildi. İçinde, bastırdığı bir öfkenin kıyısında durmuş gibiydi.
Gözüm biraz daha sağa kaydı. Caner'in yanında duran Lara, gözlerini kırpmadan bana bakıyor, bir eli Caner'in sırtında, diğeri avucunun içinde sıkılmış halde titriyordu. Bana bir şey söylemek ister gibi ama sanki kelimelerden vazgeçmişti. Bir adım geride Osman duruyordu. Elleri arkasında birleşmiş, alnı kırışık, gözleri uzak bir noktayla benim aramda gidip geliyordu. Odanın kapı tarafında, Kubilay ile Yonca vardı. Yonca, omzunu Kubilay'a yaslamıştı ama gözleri hep üzerimdeydi.
Barış'ın sesiyle gözlerim yeniden odağını buldu. Sesi boğuk bir mırıltıydı, sonra damarlarımdaki serum gibi yavaş yavaş içime aktı. Barış başını bana biraz daha yaklaştırdı. Gözleriminkine değen bakışı, yaralı bir yemin gibiydi. Sanki "geçti" diyordu ama geçmiş olan hiçbir şey geçmemişti. Vücudum hâlâ acının karanlığında titreşiyor, zihnim hâlâ o atmacanın düştüğü boşlukta asılı kalıyordu.
Barış, "Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sorduğunda zihnim, dilime ihanet etti. Bir an sustum. Sonra dudaklarım hafifçe kıvrıldı ve fısıldadım.
"Sanırım biraz geç kaldınız. Normalde kaybolan ben değildim."
Barış gözlerini kısıp hafifçe tebessüm etti, Eyşan kaşlarını kaldırdı, Mete ise gözlerini devirdi ama gülmemeye kendini zor tutuyordu. Caner ve Lara da birbirlerine bakıp hafifçe gülümsediler, odada bir anlık hafiflik oluştu. Barış, elimi sıkarken, "Espri yapıyor olduğuna göre iyisin, iyi," dedi ve yeniden eğilip elime bir öpücük kondurdu.
Yanımda bir kıpırtı olduğunda gözlerim hafifçe yana kaydı. Eyşan, sessizce yaklaşıp parmak uçlarıyla alnımdaki saçları kenara itti. O dokunuşta, bir kadının yitirdiği onlarca kardeşi, askerini ve kız kardeşini hissettim.
Sesi hâlâ sertti ama içinde gömülü, ince bir titreme vardı.
"Sen korkmazdın," dedim kısık sesle.
Gözlerini kırptı. Dudaklarının kenarı kımıldadı ama bir şey demedi. Yalnızca eğildi, alnını benim alnıma yasladı. Öylece birkaç saniye durdu. Sanki iki duvar birbirine yaslanmıştı. Eyşan'ın nefesini kulağımda hissettiğimde hafif bir derin nefes aldım.
"Bunları yaşamana neden olan her durum düzeltildi. Artık, Güvercin gökyüzünde."
Eyşan'ın cümlesiyle, yorgun başımı bir anda geriye çekip yüzüne baktım. Eyşan'ın sağ dudağının kenarı imayla yukarıya doğru kıvrılmıştı. Gözlerindeki parlak ateş ile gözlerim üzerinde dolaştı. Yorgunluğun mahmurluğuyla üzerinde ne olduğunu fark edememiştim.
Eyşan'ın üzerinde üniforması vardı. Apoletine takılı üç yıldız, gözlerimi kamaştıracak kadar parıltılıydı. Kız kardeşim, uğruna ölebileceği üniformasında yeniden vücut bulmuştu. Gözlerim bir an o yıldızlara takılı kaldı. Sanki her biri, Eyşan'ın geçirdiği acıların, suskunluğun ve direnişin ödülü gibiydi. Çünkü Eyşan, kendinden kopan her parçayı tekrar tekrar toplamış ve dimdik durmuştu.
"Sen... geri mi döndün?" diye sorguladığımda kıkırdayarak doğruldu ve ellerini palaskasına koyup çenesini dikleştirdi. Kendinden emin duruşuna rağmen gözlerinde bir titrek kıvılcım vardı. Bir fırtınanın içinden çıkmış ama hâlâ yüzü rüzgârda ıslanan biri gibiydi. O an anladım ki, Eyşan geri dönmüştü ama aynı Eyşan değildi. Artık daha ağır, daha sessiz ama çok daha güçlüydü.
"Herkes, ait olduğu yerde," dediğinde gözleri benimkilerdeydi. Sanki o cümleyle sadece kendini değil, beni de yerime çağırıyordu. O an, avucumu uzattım. Eyşan, birkaç saniye tereddüt etti. Sonra elini ellerimin içine yerleştirdi. Bizi biz yapan şey buydu. Sözler değil, sessiz dokunuşlardı.
"Tedy Bir'im..." dedim fısıltıyla.
Gülümseyerek, "Kız kardeşim..." diye cevapladı Eyşan. Birbirimize hem en yakın hem en uzak sıfatları verdik. Aynı yükü farklı omuzlarda taşıyorduk. Aynı karanlıktan geçmiş ama birbirini bırakmamış iki kadındık.
Çünkü biz, aynı hikâyenin iki ayrı satırıydık.
Dere Boyu Kavaklar, Barış Manço
Bazı duygular, adaletin diliyle anlatılamazdır. Bazı yaralar için mahkemeler kurulmaz, dilekçeler yazılmaz, aflar istenmezdir. Bazı acılar sadece susarak, susulanın intikamını alarak iyileşirdi. Yeminler ve sözler yalnızca intikam için verilirdi.
Dağların, taşların, rüzgârın bile sesi kısılmıştı sanki. Patikalar, daha önce onlardan geçenleri hatırlıyor gibi ağırdı. Toprak, ayak seslerine cevap vermiyordu. Gökyüzü açık ama renksizdi. Ne mavi ne de griydi. Sanki içindeki her tonu kaybetmişti. Şırnak suskundu çünkü içinde bir karar verilmişti.
Koridorların uzandığı noktalardaki bir odanın kapısı ardına kadar açıktı. Hava ağırdı. Odanın içindeki duvarlar bile içeride söylenmemiş şeyleri emmiş gibiydi. Masanın etrafında toplanmış Güvercin Timi, ayakta duran Eyşan'ın bakışlarına kilitlenmişti. Eyşan, elleri arkasında bağlı bir şekilde ayakta duruyordu. Solunda kalan sandalyelerin ilk başında bütün hata ve günahlarıyla Mete Mert Çakır oturuyordu. Yanında, sivil kıyafetiyle duran Bora Yalaz Arınlı, Ahmet Kurtuluş ve onun yanında ise Kartal Akman yer alıyordu.
Eyşan'ın sağ tarafında kalan sandalyelerde sırasıyla; Osman Çavdar, Kubilay Cenk Eşver, Deniz Güler, Yonca Tombik Eşver ve Lara Akman Çakır oturuyordu. Eyşan'ın bulunduğu masanın tam ucunda ise ayakta duran Caner Cenk Çakır, üzerine çektiği ütülü beyaz gömleği ve siyah pantolonuyla verilecek olan komutu bekliyordu.
Koridorların uzandığı noktalardaki odaya çöken sessizlik, nefeslerin ve kalp atışlarının yankısı kadar büyüktü. Güvercin Timi'nin üyeleri, kendi iç hesaplaşmalarıyla yüzleşirken, Eyşan'ın bakışları sanki tüm yükü üzerindeydi. Başındaki bordo beresi hem bir gurur nişanı hem de taşınan ağır yükün simgesiydi.
Mete Mert Çakır, omuzları hafifçe eğilmiş, gözleri derin düşüncelerdeydi. Yüzündeki çizgiler, her savaştan kalan yaraları taşıyor gibiydi. Yanındaki Bora Yalaz Arınlı ve Ahmet Kurtuluş, ellerini kenetlemiş, sessizce olan biteni izliyordu. Kartal Akman ise sessiz bir bekleyiş içinde, gözlerini yere dikmişti; içinden geçenleri kimse bilemezdi.
Sağ taraftaki ekipte Osman Çavdar'ın yüzündeki kararlılık, Kubilay Cenk Eşver ve Deniz Güler'in endişe dolu bakışları arasında keskin bir kontrast yaratıyordu. Yonca Tombik Eşver, Lara Akman Çakır'a hafifçe dokunmuş, onun sıkışmış elini sıkıca tutuyordu. Oradaki herkesin omuzlarında, gözle görülmeyen ama hissedilen bir ağırlık vardı.
Eyşan, masanın başında hafifçe derin bir nefes aldı.
"Bu andan itibaren Güvercin Timinin yeniden komutanı benim. Mete Mert Çakır'ın istifası geri çekilmiş olup yeniden 2. Komutan olarak bu timde varlığı sürecek. Fakat," bakışlarını Mete'ye çevirip çenesini kaldırdı, "Bir süre boyunca hiçbir operasyona katılmayacak. Güvercin Timi için, yedek bir tim arkadaşları yetiştireceğiz. Mete Mert Çakır, bu arkadaşların eğitimlerinden sorumlu olacak," dedi.
Sözleri, sessizliği delip geçecek kadar netti. Oda bir anlığına nefessiz kaldı; herkesin yüreğine dokunan hem ağır hem umutlu bir kararın ağırlığı hissediliyordu. Mete, gözlerini kaldırdı. İçinde kırgınlık ama aynı zamanda bir kabullenme vardı. Eyşan, masanın etrafındaki herkese baktı.
"Bu süreçte, herkes üzerine düşeni yapacak. Her an tetikteymiş gibi, her zaman hazır olacağız."
Herkes kafasını salladığında Eyşan'ın bakışları Caner'e çevrildi.
"Caner, Bora Yalaz Arınlı, yani namı değer Çilingir, artık Mücadele İtibar Teşkilatı'nın Başkanı olarak görev alacak. Bana gösterilen değerin aynısı, Çilingir içinde gösterildiğinden emin olmanı istiyorum."
Caner, kafasını salladığında Çilingir'in bakışları Eyşan'a çevrildi. Gözlerindeki derinlikte barındırdığı hayranlık, birkaç saniye sonra başını eğmesiyle kalbindeki sızının yerine gömüldü. Eyşan, Çilingir'in bu bakışını son anda fark edebilmişti ama üstüne gitmeden yeniden bakışlarını masadaki tim arkadaşlarında gezdirdi.
"Alınan her kararın altındaki imzada Asena Eyşan Çakır olarak var oluyorum. Biliyorsunuz ki Asena Eyşan Çakır'ın temiz bir geçmişi yok, özellikle de Asena'nın. Bundan dolayı özel hayatlarınızda yer alan insanların ve kendi güvenliğinizi sağlamak için askeriyenin arkasında yer alan büyük araziye üç tane askeri lojman inşa edilecek. Bu lojmanlarda tayinini yeni almış askerler ve aileleri konaklama yapabilecek," dedi ve bakışlarını Deniz ve Osman'a çevirdi.
"Ayda bize Alperen'in emaneti. Onu Cemile ile o lojmana yerleştireceğiz," Kubilay ile Yonca'ya, ardında da Caner ile Lara'ya baktı. "Evli olan çiftlerde kendine birer daire tahsis edebilecekler."
Yonca, dudaklarında büyüyen gülümseme ile Kubilay'a baktığında Kubilay'ın aynı gülümseme ile kendisine baktığını fark etti. Kubilay ve Yonca'nın aralarındaki küçük gülümseme, zorlukların ortasında filizlenen bir mutluluk kırıntısıydı. Küçük bir an için, her şeyin yeniden mümkün olabileceğini hatırladılar.
Çünkü Eyşan, tüm bu planların üzerinde yükselen bir gökyüzü gibiydi; bazen bulutlu, bazen parlak ama her daim güçlü ve vazgeçilmez.
Oda, derin bir sessizliğe gömülmüştü. Herkes, alınan kararların ağırlığını hissediyor, geleceğe dair belirsiz ama umut dolu bir bekleyiş içindeydi. Dışarıdaki renksiz gökyüzü, içinde taşıdıkları kararlılıkla hafifçe renklenmeye başlamış gibiydi.
Eyşan, sakin ama kararlı bir sesle devam etti.
"Lojman inşaatlarına önümüzdeki hafta başlanacak. Askeriyenin arkasındaki arazideki zemin çalışmaları için hazırlıklar şimdiden başladı. Süreçten sizin de haberiniz olacak, merak etmeyin."
Arkasında bağladığı ellerini çözüp palaskasına yasladı ve derin bir nefes verdi.
"Yeni yedek tim arkadaşlarımızın eğitim programları ise inşaatın tamamlanmasıyla eş zamanlı olarak başlayacak. Mete'nin koordinasyonunda olacak bu eğitimler, en geç iki ay içinde tam kapasiteyle çalışır hale gelmeli. Her şey hazır olduğunda, Güvercin Timi, yedek ekibiyle bir operasyona katılacak. Bu operasyondan sonra ise yetişemediğimiz yerlere gönderecek ikinci, sağlam ve dayanıklı personellerimiz var olmuş olacak."
Eyşan'ın sesi odaya çivilenmiş dikkatlerin arasından geçip herkesin içine işledi. Konuşurken gözleri, sadece bir liderin değil; her birini kendi kardeşi gibi bilen bir kadının gözleriydi. Palaskasına yaslanan elleri, artık yalnızca silah taşımakla kalmayacak, bir nesli yeniden şekillendirecekti.
"Bu süreçte her birinizin gözlemi, raporu ve fikri önemli. Yedek tim, sadece bir ikinci ekip değil; bizim ruhumuzu, refleksimizi, kararlarımızı taşıyan bir uzantımız olacak," dedi.
Mete, hafifçe başını eğdi. Görev yeniden omuzlarına yüklenmişti ama bu yük, bu kez bir ceza değil; bir onarım fırsatıydı. Sustu. Konuşmadı ama Eyşan'la kısa bir göz teması kurdu. İçinde, kaybettiği her şeyin ardından kalanları ayağa kaldırma arzusu vardı.
Eyşan, ardından başını sağa çevirip Osman ve Deniz'e baktı.
"Zemin ekibiyle haftalık toplantıları sen yöneteceksin Osman. Deniz, sağlık biriminden destek alınacak. Hem lojmanlarda kalacak ailelerin hem de yedek timin fiziki ve psikolojik durumu başından beri kayıt altında tutulacak. Kimseyi yaralı bırakmıyoruz. Ne içeride ne de dışarıda."
Deniz ve Osman, sessizce başlarını salladı. Eyşan, son kez masaya baktı, sonra gözlerini kapatıp kısa bir iç çekti.
"Bu bir inşa. Betonla değil, sadakatle. Sadece binalar değil, hayatlar da kuruyoruz. Unutmayın."
O an, odadaki herkes, timin yeni çağının başladığını fark etti. Yeni bir Güvercin doğuyordu ve bu defa, kanatları daha kalabalıktı.
Çünkü onlar bilirler; "Nemo volat solus."
Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından
Eski püskü, yorgunluğuyla duvarları çatlamış bir gecekondu; tüm sırlarıyla içinde barındırdığı gizemi saklamaya devam ediyordu.
Evin dış cephesi yıllardır güneş yüzü görmemiş gibiydi. Sıvası dökülmüş duvarlar, suskunluğun diliyle konuşuyordu. Kırık pencereler, eski bir hayatın perdesiz sahneleriydi. Kiremitlerin arasından sarkan otlar, çatının ölümünü kabullenmişliğini fısıldıyordu. Kapının önüne gelişigüzel bırakılmış teneke bir bidon ve devrilmiş bir tabure, bu evde uzun zamandır kimsenin yaşamadığını değil, hâlâ birinin inatla yaşamaya çalıştığını gösteriyordu.
İçeri adım atıldığında karşılama duygusu yerini tedirginliğe bırakıyordu. Havanın ağır kokusu, tozla küf arasında sıkışmıştı. Zemin, yer yer kabarmış tahta plakalarla örtülüydü. Bastıkça hafifçe esneyen bu zemin, evin kendini taşıyamadığını açıkça belli ediyordu. Tavandaki lambanın sarkıt kablosu, zamanın asılı kalmış anılarını andırıyordu. Eşyalar eşya olmaktan çıkmış, birer tanıklığa dönüşmüştü. Her köşede geçmişin izleri, geleceği reddeden bir kararlılıkla duruyordu.
Zaman, dört bir yana örümcek ağlarıyla dokunmuştu. Oda karanlık değil, karanlığın ta kendisiydi; loşluk değil, dipsizdi.
Odanın tam ortasında, sırtı dönük Elias Farouq vardı. Duvardan sarkan bir çıplak ampul, zayıf ışığıyla Elias'ın gölgesini ikiye bölüyordu. Gölge, bir yanıyla hâlâ insana benziyor, diğer yanı ise çoktan bu dünyadan vazgeçmiş bir hayaleti andırıyordu. Titreşen ışıkta bir sinek vızıldadı ama Farouq kımıldamadı. Çünkü onun savaşı dışarıdaki dünyayla değil, içeride, ruhunun en kuytusunda, en çok sessiz kalan yerinde devam ediyordu.
Omuzları aşağıya doğru eğilmişti. Bu bir yaşlılık emaresi değildi; daha çok bir teslimiyetin, daha doğrusu bekleyişin ifadesiydi. Boynu hafifçe öne eğilmişti. Başını kaldırmıyor, haritalara eğilmiş şekilde sabit duruyordu. Ellerini birbirine kenetlemişti. Parmakları arasında bir kurşun kalem vardı. Kalem, yazılmayı bekleyen bir kader gibi sessizdi. Elias onu tutuyor ama hareket ettirmiyordu.
Duvarda asılı panoya bakıldığında, yalnızca belgeler değil, bir hayatın tüm kırılma anları görülebiliyordu. Fotoğraflar, bazı yüzlerin üzeri çizilmiş şekilde duruyordu. Haritalarda bazı bölgeler koyu işaretlenmiş, sanki bir gölge oraya yerleşmişti. Not kağıtlarının kenarlarına elle yazılmış kısa cümleler vardı. Bu cümleler, notun ne için yazıldığından çok, yazanın o an ne hissettiğini yansıtıyordu. "Geri dönmedi." "Saat 02.13'te sustu." "Yalnızdım." gibi kelimeler, bu duvarda bir taktiksel planın değil, içsel bir çöküşün belgeleri gibiydi.
Bu ev, dışarıdan bakıldığında yıkılmak üzere olan bir yapıydı. Fakat içinde hâlâ ayakta duran bir şey vardı. Çözülememiş bir muamma, anlatılmamış bir hikâye ve söylenmemiş son bir cümle...
Elias Farouq, işte bu son cümleyi hazırlıyordu. Sessizliğin ortasında, bir ruhun gizemini haritalara çizerken zamanla pazarlık etmiyor, onunla vedalaşıyordu. Kalem parmaklarının arasında hafifçe dönüyor, ancak bir satıra dokunmuyordu. O anın ağırlığı, zamanın ağır ağır ağırlaşan nefesi gibiydi.
Tam o sırada, kapı ağır ve tehditkâr bir sesle aralandı. Gıcırtısı odanın sessizliğini delercesine yankılandı. İçeriye uzun boylu, güçlü yapılı bir adam adım attı. Ayaklarının yere basışı, sadece bir insanın değil; gölgesiyle bile korku ve saygı uyandıran bir varlığın işaretiydi. Siyah deri ceketi, odadaki loş ışıkta mat bir gölge gibi parlıyordu. Gözleri, soğuk ve kıymetli bir bıçak gibi keskin parıldıyordu; bakışları insanın ruhuna nüfuz edebilecek kadar derindi.
Bu adam, Güvercin Timi'nin kuruluşuna sebep olan, yüzlerce hayatın kaderini değiştiren, terörist başı Mimba'ydı.
Elias yavaşça başını çevirdi. Gözleri Mimba'yı gördüğünde sertleşti. Yorgun bedeninde aniden bir gerilim yayıldı; hava bir anda ağırlaştı. Her iki adamın odadaki varlığı, sanki dünyanın en kadim savaşlarından birinin arkasındaki duruşu gibiydi.
"Mimba," dedi Elias, sesi derin ve kararlıydı, ama içinde hem yorgunluk hem de soğuk bir sarsıntı vardı. "Zamanla vedalaşma vakti yaklaşıyor."
Mimba'nın yüzünde gülümseme yoktu; varlığının içinde soğuk ve karanlık bir fırtına vardı. Sadece keskin bakışları odanın havasını delip geçiyordu.
"Sen hâlâ kendi hikâyeni yazmayı bekliyorsun, Elias," dedi, sesi düşüklüğünde bile tehditkârdı. "Ama gerçekler, senin kaleminden çok önce gelir."
Elias'ın parmakları kalemi daha sıkı kavradı. Gözlerini panodan ayırmadı.
"O gerçekler, eninde sonunda ortaya çıkar," diye yanıtladı, sesi hem inatçı hem de kararlıydı.
Mimba adımları yavaşça panoya doğru attı. Parmaklarıyla üzerindeki notları işaret etti; o notlar, geçmişin karanlık dokusundan parçalar taşıyordu.
"Bu notlar sadece anı değil, içimizden çaldıkları zamanlardır," dedi Mimba alçakça. "Ama unutmamalısın ki her doğuş, bir ölümün gölgesinde yükselir."
Elias başını hafifçe salladı. Gözleri doldu, sesinde ince bir sızı belirdi.
"Her hatırlayış, içimi acıtan bir bıçak gibi."
Bir an için odada zaman durdu. İki adamın arasında sadece birkaç kelime vardı ama onlar yılların hesaplaşmasını taşıyordu. Elias kalemi yere bırakmak üzereydi; Mimba ise öfkesini ve korkusunu yansıtan bakışlarla onu izliyordu.
Ve orada, o puslu loşlukta, herkesin beklediği son cümle yazılmayı bekliyordu.
Sonne, Rammstein (Slowed)
Tahran'ın karmaşasından uzaklaştıkça, şehir merkezinin gürültüsü ve karmaşası yerini kıraç topraklara, çıplak kayalıklara bırakıyordu. Burası, Elburz Dağları'nın gölgesinden uzak, genişçe bir çöl alanıydı. Gecenin karanlığı, bu ıssız ve unutulmuş coğrafyada daha da derinleşmişti. Rüzgâr, ince kum tanelerini savuruyor, ay ışığıyla parıldayan toz bulutları uzaklarda dans ediyordu.
Gizlenmiş, küçücük bir karargâh yükseliyordu bu sonsuzluk içinde. Basit çadırlar ve birkaç konteynerden oluşan bu kamp, bir terörist ağının kalbiydi. Dışarıdan bakıldığında bir hiç gibi görünse de içeride Mimba'nın planları, adamları ve ölümle örülü sırları saklanıyordu.
Güvercin Timi, aylar ve yıllar süren istihbarat ve takip sonunda, Mimba'nın izini buraya kadar sürmüştü. Sessizce geceye karışarak, zifiri karanlıkta dev adımlarla kampın etrafını sardılar. Her biri, yılların deneyimiyle donanmış, nefeslerini tutuyor, zamanı bekliyordu. Küçük radyo sinyalleri, telsiz fısıltıları arasında komutan Asena Gündüz'ün sert ve kararlı sesi yankılandı.
"Operasyon başlıyor. Patlamaya son 25 dakika 38 saniye. Elinizden gelebileceği kadar sessiz ve hızlı olun. Mimba'yı canlı yakalayıp diğerlerinin üzerine düşen molozları izleyeceğiz. Güvercin 2, sen, Güvercin 3 ile sol kanatta kal. Saat dokuz yönünden baskın yapacaksınız. Güvercin 4 ve 5 benim arkamdan seyir halinde olun. Güvercin 6, 7 ve 8, bağlantı noktalarını pusulayın, hiç kimse bu patlamadan sağ çıkmayacak."
Yüzbaşı Asena Gündüz'ün keskin talimatları telsizlerden yankılanırken, Güvercin Timi sessizce pozisyonlarını aldı. Her adım, kumların üzerinde neredeyse duyulmaz bir fısıltı gibi yankılanıyordu. Gecenin koyu karanlığında, yalnızca yıldızların ve ayın solgun ışığı ekibin yolunu aydınlatıyordu.
Asena, arkasındaki Deniz ve Alparslan ile sıkı bir koruma hattı oluşturmuştu. Sol kanatta, Osman ve Kubilay sessizce ilerliyordu. İletişim telsizlerinden kısa, hızlı ve net komutlar havada uçuşuyordu. Herkes nefesini tutmuş, zamanla yarışıyordu.
Geri sayım 25 dakika 10 saniyeyi gösterdiğinde, ilk çatışma kıvılcımları doğdu. Mimba'nın adamları, bilinmeyen bir yerden ani ateş açtı. Ancak Güvercin Timi hazırlıklıydı; kurşunlar karşılıklı dans ederken, çevredeki kumlar ve kayalar çatışmanın sessiz tanıkları oldu.
Asena, kısa bir işaretle hareketi hızlandırdı. "Hedefe 15 dakika kaldı!" Komutuyla takımın temposu yükseldi. Patlama mekanizmasının devreye girmesi için geri sayım tüm ekip tarafından hissediliyordu.
Mimba, kampın merkezindeki konteynerlerden birinde sığınmıştı. Soğukkanlılığına rağmen, sıkıştığını hissediyordu. Yanında duran birkaç adamı hızla toparlayıp geri çekilmeye çalıştıysa da Güvercin Timi'nin keskin nişancıları kaçış yollarını kontrol altına almıştı. 5 dakika kala, Asena önden saldırı emrini verdi. Telsizlerde kararlı sesler yankılandı.
Aslı ve Mücahit Dönen ile duran Mehmet Atmaca, bağlantı noktalarını tuttu; hiçbir kaçış kapısı kalmayacaktı. Kısa ve ölümcül çatışmalar, kampın dört bir yanında patlamalarla karıştı. Bir patlama tüm kampı sararken, kum ve toz bulutları havaya yükseldi. Sesler yankılanıyor, toprak titriyordu.
Asena, Mimba'nın saklandığı konteynere doğru ilerlerken kalbinin hızla attığını hissediyordu. Gözleri hedefe kitlenmiş, her adımı dikkatli ve kararlıydı. Aniden konteynerin kapısı gürültülü bir şekilde açıldı. Mimba, elinde ağır silahıyla dışarı fırladı ve kontrolsüzce rastgele ateş açmaya başladı. Kurşunlar, etrafındaki toprak ve metal parçalarına çarparken yüksek sesler kampın sessizliğini parçaladı.
Tam o anda, çığlık gibi Arapça bir kadın ismi yankılandı.
Asena'nın kulağına işleyen bu ses, zamansız ve acılıydı.
Kurşunlar Asena'nın çevresinde ıslık çalarak uçuyor, o ise hızlı reflekslerle kendini siperler arasına attı. Diz çöküp birkaç saniye boyunca nefesini tuttu, ardından hızla doğrulup Mimba'ya ateş etti.
Mimba, kalabalıktan uzaklaşmaya çalışırken bacağından aldığı kurşunla sendeledi. Yere düşerken dudaklarından güçlükle dökülen kelime tek bir isimdi.
O an, Asena gözlerindeki kararlılıkla bu ismin anlamını çözmek için zihninde binlerce soru belirdi. Mimba, yerde debelenirken kaçmaya çalışıyor, alevlerle sarılı olan kampa doğru sürüklenmeye çalışıyordu. Osman ve Kubilay koşarak Mimba'nın ensesinden ayaklarını bastırdıklarında Asena, hızla eğildi ve Mimba'nın elindeki silahı aldı.
Mimba, olduğu konumdan kurtulmaya çalışırken bile o ismi dudaklarından henüz düşürmemişti. Osman, maskesinin altından belirgin olan gözleriyle Asena'yı buldu ve kaşlarını derince çattı.
Asena'nın bakışları, kampın alevlerinde yükselen kıvılcımlara takıldı; gözlerinin derinliklerinde bir yangın gibi parıldayan sorular vardı. Kaşlarını düşünceli bir ifadeyle çattı, dizlerini kırarak yere çöktü. Sağ elindeki silahı, solundaki silahla birleştirip iki eliyle sıkıca kavradı; bu silahlar onun hem gücü hem de kararlılığının simgesiydi.
Bir an için durdu; ardından yavaşça sağ elini Mimba'nın dağınık saçlarına daldırdı ve yüzünü kendine doğru çevirdi.
Mimba'nın gözleri, Asena'nın maskesinin altındaki soğuk ama bir o kadar da derin anlamlar taşıyan gözlerine değdiğinde, o an ikisi arasında sessiz ama yüklü bir gerilim oluştu.
Mimba, gözlerindeki yanan alevle, "Tu jiyana min ji destê min birî." (Sen benim hayatımı elimden aldın.) dedi.
Asena, ona bakarken, bu satranç oyunundaki en karanlık taşın bile bir hikayesi olduğunu fark etti.
"Tu keçika min kuştî, fermandar!" (Sen benim kızımı öldürdün, komutan!)
Mimba'nın dudaklarından fırlayan bu söz, kurşun gibi ağır ve keskindi. Ağzından fışkıran tükürük, öfke ve nefretle havaya savruldu. Postallarının gücü, ensesine bastığı anda daha da sertleşti; Osman ve Kubilay, Mimba'nın direnişini kırmak için daha sıkı bastırdılar. Saçlarını tutan Asena, soğukkanlılığını koruyarak onun çaresiz çırpınışlarını izliyordu.
Mimba'nın gözlerindeki ateş, aniden alev aldı. Dişlerini sıkarak, boğazından gelen boğuk ve karanlık bir sesle devam etti.
"Bir gün onun çektiği acı, senin vicdanına bir lanet gibi çökecek."
Sesi, kampın alevlerinin çıtırtısıyla karıştı; gece rüzgârının soğuk nefesi, bu lanetin yükünü daha da ağırlaştırdı. O sözler, bir tehditten öteydi; kaderin acı bir yansımasıydı. İki düşmanın hayatını birbirine bağlayan görünmez bir iplik, o karanlık gecede çekiliyordu. Gecenin soğuk rüzgârı, kampın üzerindeki alevlerin dansıyla birleşirken, bu iki düşmanın hikayesi daha yeni başlamıştı.
-
BÖLÜM SONU
Merhabalar, bir bölümün daha sonuna gelmiş bulunmaktayız. Bu bölümde Mimba'nın ve Elias'ın bir araya geldiğini okuduk. Ayrıca son sahnelerde de küçük ayrıntılar vardı bilmem fark ettiniz mi? Ayrıntıları sevdiğimi söylemiştim.
Başından beri kitapta ayrıntılar gizliydi. 9. Bölümde yer alan, hatta başlığı olan 25 saat 38 dakika, aslında Mimba'nın kızının ölüme yaklaşma dakikalarını temsil ediyordu. Mimba'nın kızı 25 dakika 38 saniye süresinden sonra olan patlamada öldü. Bilerek seçilmiş bir süreçti. Osman'ın annesinin ölmesi Raşit'ten dolayıydı ama emri Mimba verdi, bu ayrıntı kitapta yok ama öğrenmiş oldunuz. 9. Bölümde patlamaya yakın olan tek kişi ise Kubilay'dı. Çünkü bu da ilerleyen bölümlerde unutmak istemeyip kitabın ta en başına işlediğim özel detaylardı.
Bölümleri her ne kadar geç atsam da ilham toplama sürecim maalesef ki her daim, notlarıma bakmakla ve bölümlere göz atmakla geçiyor. Malumunuz son kitaptayız ve artık geride işlenmemiş bir sır bırakmamam gerekli. Sadece şunu söyleyebilirim ki durumlar bayağı bir karışacak.
Yorumlarınız benim için çok değerli, her birini severek okuyorum, benim için bir ilham kaynağımsınız. O halde;
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle
Sultan Çakır
otuz haziran iki bin yirmi beş
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
![]() | @blue86 1a önce |
![]() | @sultanakr (Yazan) 1a önce |
![]() | @pollyanna 1a önce |
23.42k Okunma |
1.28k Oy |
0 Takip |
79 Bölümlü Kitap |