75. Bölüm

LII - SINAVLAR VE GEÇİŞLER

Sultan Çakır
sultanakr

Helüüü, yine ve yeniden, biz geldik. Nasılsınız? Umarım iyisinizdir. Yavaş yavaş gidişatı hızlandırmaya ve bölümlerin uzunluğunu kısaltmaya karar verdim, bilginiz olsun. Bölüm sonunda görüşmek üzere. Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin;

-Keyifli okumalar-

Bölüm Şarkıları;

Uğruna Yandığım, Dil Tengî

Gün Gelir, Aysel Yakupoğlu

She Remembers, Max Richter

Kolay Değildir, Duman

The Rains Of Castamere, Ramin Djawadi

Mevsim Sonbahar, Metro

🕊️

LII

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, kuzeyin rüzgârlarının susmadığı, ayazın geceye hükmettiği yıllarda, Kasva Vadisi'nin derinliklerinde adı unutulmuş bir halk yaşarmış. Bu halk, dağlarla konuşan, rüzgârı anlayan, toprağın iç sesini duyan bir kavim olarak bilinirmiş. Onlar kendilerine "Sırdaşlar" dermiş. Çünkü her bir birey, bir sırrı ölene kadar taşıma yeminiyle doğar, sustukça güç kazanırmış.

Bu halkın koruyucusu ise yalnızca efsanelerde adı geçen Anerah imiş. Gözleri ay ışığı gibi parlak, elleriyle rüzgârı eğebilen bir kadınmış. Anerah, her yüz yılda bir doğan ve kadim bilgeliği taşıyan tek kişiymiş. Onun gelişiyle halk yemin eder, gökyüzü kararır ve sessizlik yeniden hüküm sürermiş.

Anerah'ın zamanında, vadiye dışarıdan, Kehan adında bir asker gelmiş. Bu asker savaşta kaybolmuş, ölümden dönmüş, geçmişini unutmuş biriymiş. Kasva halkı ona acımış ama güvenmemiş. Yalnızca Anerah onun ruhunu temiz görmüş. Kehan'ı yanında tutmuş. Aylar geçtikçe ikisinin arasında sessiz bir bağ kurulmuş.

Ancak bu, Sırdaşlar'ın yasasına aykırıymış.

"Sırrı olan, kalbe sahip olamaz. Kalbi olan, sessiz kalamaz."

Bir gün, vadiyi bekleyen "Gece Yankısı" adlı eski bir lanet geri dönmüş. Bu, sadece bir kişiyi değil, tüm halkı boğabilecek kadar güçlüymüş. Lanetin geri dönme sebebi, Kehan'ın geçmişindeki bir ihanetin, vadiye taşınmış olmasıymış. Onun gelişiyle vadinin dengesi bozulmuş. Halk, Kehan'ın öldürülmesini istemiş. Ancak Anerah bir seçim yapmış.

"Ya onunla giderim ve sessizliğinizi kurtarırım ya da kalırım, sesiniz sonsuza kadar yankılanır."

Ve Anerah, Kehan ile Kasva'nın dışına adım atmış. O andan sonra vadide rüzgâr durmuş. Ne yaprak kıpırdamış ne de hayvan sesi duyulmuş. Vadinin üstüne bir sessizlik çökmüş.

"Kalp taşıyan bir sır, vadinin sessizliğini çığlığa dönüştürür..."

Sadece kalbinde sır taşıyanlar yankı duyar.

🪶

2 Temmuz 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

Uğruna Yandığım, Dil Tengî

"Sürün!"

Güneş, beyaz tozu altına boyuyordu. Dağın yamacında yükselen her sıcaklık, ciğerlere bir kor gibi doluyor; taşla, toprakla, terle örülmüş bir sınav alanı doğuruyordu. Ter kokusu, paslı bir silah gibi keskin; toprağın kuruyan çığlığıyla karışık. Havada asılı kalmış, kokulara sinmiş, geçmişin isli bir yankısı gibiydi.

Ayağımın altındaki taş ezildiğinde çıkan ses, beni yıllar önceki bir geceye fırlattı. Karanlık bir arazi, dizlerim parçalanmış, nefesim kısılmış, gözlerim yeminle doluydu. "İyi olmak yetmez," demişti biri. Sırtını göremediğim ama sesini asla unutamayacağım biri. "Ölmeden önce ne kadar öldüğünü bilmen gerek."

O günden beri kaç kere öldüm, saymadım ama işte buradaydım.

"Yerde nefes almayı öğrenmeden tepede var olamazsın. Sürün!"

Emri, Mete verdi. Sesi dağın kalbinden kopmuş gibiydi. Gençlerin gözleri büyüdü önce ama tereddüt etmediler. Gövdelerini kavurucu toprağa yapıştırdılar. O an, zaman yavaşladı. Parmaklarının arasından kayan taşlar, yanaklarına yapışan toprak, yüzlerine sürülen ilk sabır katmanıydı. Çamurla sınandılar. Omurgalarıyla, onurlarını sürüdüler.

Mete öne çıktı. Adımları sertti. Yüzü gölgede kalmıştı ama sesindeki netlik, güneşten bile keskindi. Omzundaki rütbe değil de tenine kazınmış anılar konuşuyordu sanki. Biri onu tanımasa bile; yürüyüşünde, her emrinde, bu ülke için nelerden vazgeçtiğini anlardı.
Ben anlıyordum. Çünkü bazen onun yürüyüşü, benim yaralarımın yankısıydı.

Göz göze geldik. Gözlerinde bir anlığına bir soru belirdi.

Sen olsan affeder miydin bu toprağı?

Bakışımı kaçırmadım. Dudaklarım kıpırdamadı ama içimden söyledim.

Affetmek, unutanlara mahsus. Biz unutmadan yaşamak zorundayız, Yüzbaşı.

"Devam edin!"

Kimi dizlerini yere çarptı, kimi ellerini parçalayarak ilerlemeye çalıştı. Feryat yoktu. Çünkü burada, acının sesle değil sabırla taşındığını öğretmiştik biz. Çığlıklar, içe akardı. Mete bir an durmadı. Sadece emir vermedi onlara doğru yürüdü, etraflarında döndü, birinin botunun bağcığını gevşetti; eğilip göz hizasına geldi, "Bağlamak için beş saniyen var," dedi, sonra omzuna sertçe vurup ilerledi.

Sonra patlayıcı simülasyonu başlatıldı. Toprağın birkaç metre ötesinde kontrollü bir ses yükseldi. Gençler aniden irkildi. Ama sadece irkildiler. Kımıldamadılar. Bu, sınavın ikinci aşamasıydı. Tehdit altında kalabilme.

Korkuyla değil, disiplinle nefes alabilme.

Bir diğeri silahını düşürdüğünde Mete hemen orada oldu.

"Sahada düştüğünde, düşürdüğünü almak için eğildiğin an, seni hayattan silerler. Silah senin gölgen olacak. Unutma!"

Her emir, bir darbe gibi yankılandı ama aynı zamanda bu bir yeniden inşaydı. Yorulanların kaslarında, vazgeçmenin değil; dönüşmenin izleri belirmeye başlamıştı. Ben tüm bunları izlerken, yıllar önce bu eğitimin bizzat parçası olduğumu unutmuyordum. Her emri, kendi bedenimde yankılanıyormuş gibi hissettim. Çünkü acı değişmezdi.

Yalnızca taşıyanı değiştirirdi.

Gözüm bir kıza takıldı. Kumral saçları, terden alnına yapışmıştı. Gözleri boşluğa değil; ileriye odaklıydı. İşte buydu. Aradığımız buydu. Beden yorgun olsa da göz hâlâ yürüyorsa, o kişi bu dağa aitti.

Göz ucumla Mete'ye baktım. Hâlâ dikkatle izliyordu ama omuzlarındaki gerginlik yavaş yavaş çözülüyordu. Ellerimi sırtımın arkasında birleştirdim. Adımlarımı yavaşça ona doğru çevirdim. Botlarımın her adımı toz kaldırdı. Sert toprağın üzerinde yürümek değil bu. Geçmişin üzerine yürümekti.

Mete beni fark etti. Bakışları, bir an gözlerime değdi. Sanki ne düşündüğümü anlamış gibiydi. Başını çevirip kalabalığa döndü.

"Bugünlük eğitim bu kadar. Dağılabilirsiniz."

Sesi, dağın göğsünden yankılandı. Bir sessizlik çöktü. Toz havada asılı kaldı. Yerde yatan herkes, bir anlık boşlukta durdu.

"Doğrulun. Silahınızla. Yalnızca bedeninizi değil, bakışınızı da kaldırın."

Çünkü bu ülkede yalnızca dik duranlar hayatta kalırdı.

Ben bir adım daha attım. Mete'yle aramızdaki mesafe, bir nefes kadar kalmıştı. Ama geçmişimiz, yan yana geldiğinde bile sessizliğin içinden konuşmaya devam ediyordu. Eğitimde haşatı çıkarılmış asker grubu, ilk zamanlarında olduğu gibi yeniden bana selamlarını verip hızlı bir şekilde dağılmaya başlamışlardı. Mete ile yalnız başımıza kaldığımızda bakışlarımı ona çevirdim. Gözleri hâlâ giden timin üzerindeydi.

"Çok zorluyorsun onları," dedim. Sesimde ne yargı vardı ne de sitem. Sadece bir tespit yapmıştım. Belki de kendime yönelttiğim bir yankıydı.

Bakışlarını bana çevirmeden, "Bazıları operasyonda ilk haftayı çıkaramayacak," dedi.

"Çıkarmasın," diye yanıtladım hemen. "İlk haftada pes eden, sahada nefes bile alamaz."

Kafasını salladı ve bakışlarını sonunda bana çevirdi. Güneşte durmaktan kızarmış yüzünde gözlerimi gezdirdim. Parlak, cam mavileri dikkatlice onu izlediğimi fark ettiğinde hafifçe kısıldı.

"Ne o hatun, yüzümün yanması hoşuna gitmedi mi?"

Mete'nin alaylı cümlesine bende gözlerimi kıstım.

"Hayır, anlamıyorum ki Şırnak gibi bir memlekette nasıl hâlâ beyaz tenli kalabiliyorsun, çözemedim?"

Mete, dudaklarındaki küçük bir tebessüm ile yüzümü süzdü.

"Karımın gölgesi yetiyor, merak etme Yüzbaşı."

O söz, gökyüzündeki kavurucu güneşin altında, yüreğime beklenmedik bir serinlik gibi indi. Kalbim bir an için yerinden çıkacakmış gibi hızlandı; nefesim daraldı. Dudaklarım büküldü, bir gülümsemeye dönüşmeden zar zor kontrolü sağladım.

"Gölgesi bile böyleyse, harbi kadınmış," dedim, hafifçe alaycı ama içinde bir parça hayranlık taşıyan bir sesle.

Yüzümde dolaşan gözleri, gözlerime ulaştığında hayranlıkla parladı, hafifçe başını salladı. "Öyle," dedi. Bakışları, dördüncü ayda olmama rağmen biraz daha belirginleşmiş karnıma çevrildi.

Mete, bir anda "Kontrole ne zaman gideceğiz?" diye sorduğunda ellerimi karnıma koyup gülümsedim.

"Eğitimden sonra gideriz diye düşünmüştüm," diye söylendiğim sırada Mete, hafifçe gülümsedi. Biraz önce sert bir kapı gibi olan adam, şimdi yüzünde gülücükler saçıyordu. Karnımdaki elimin üzerini baş parmağıyla okşayıp gözlerini kırpıştırdı.

"O halde gidelim karıcığım ve çocuklarımızın cinsiyetlerini öğrenelim," dedi. On beş dakika içerisinde askeriyedeki yatakhaneye gidip üzerimizi değişmiş bir şekilde kendimizi, kışlanın dışında bulmuştuk. Kışlanın arkasına yapılan askeri lojmanın inşaatı henüz bitmemişti ama eli kulağındaydı. Çok yakında tamamlanacak ve oraya yerleşebilecektik.

Mete, zırhlı aracın kapısını kapattığında aracı çalıştırmıştı. Emniyet kemerini bollaştırıp, karnımı engellemeyecek şekilde bağladığım sıra hafifçe gaza yüklendi.

"Bu arada yarın sabah beşte, ekibi sisli bölgeye götüreceğim. Oradan da elemeye geçeriz."

Sesi yine o sert, komutan tonu, az önceki samimi cümlenin yerini almıştı. Kafamı sallayarak onun kararını onayladım.

"Çok yerinde bir karar olur. Son bir ayları kaldı."

Mete, keskin bakışlarını bana çevirip yeniden yola döndü.

"Evet, son bir ayları kaldı. Dayanıklılıklarını sınamak zorundayız. Gerçek saha şartlarında nasıl hareket edeceklerini görmek önemli."

Karnımdaki küçük hayatları hissederek derin bir nefes aldım. Aklıma düşen görüntüyle kıkırdayarak Mete'ye baktım.

"İlk geldikleri günü hatırlıyor musun?"

Mete, gözlerini büyüterek bana baktı.

"Unutmak mümkün mü?"

17 Haziran 2022 / Şırnak

Yazar, Ağzından

Mete Mert Çakır, dirseklerini hafifçe bükmüş bankta oturuyordu; sağ eli dizinin üstüne düşmüş, sol eli ise el valizinin sapında bekliyordu. O valiz, dışarıdan sıradan görünse de içindeki belgeler ve bu sabah başlayacak sürecin ağırlığıyla doluydu. Parmak kemikleri sertti, parmakları ince ama kuvvetliydi. Elini biraz daha sıktı, sonra bileğini hafifçe kaldırarak saatine baktı.

07:30'du.

Yüzünde sabahın serinliğinden eser yoktu. Güneş henüz tam yükselmemişti ama Mete'nin alnında beliren birkaç damla ter, Şırnak'ın yaz sıcağının kaçınılmaz habercisiydi. Kumral saçları, özenle değil ama alışkanlıkla sola doğru yatırılmıştı. Aralara düşen birkaç açık ton, güneşte hafifçe parlıyordu. Ense kökü tıraşlıydı ama saçın üst kısmı, parmakla geri taranmış gibi, başına boyun eğmeyen bir diklik kazandırıyordu.

Üzerine tam oturan siyah gömleği, omuzlarını ve göğsünü belirginleştiriyor, pantolonunun sert çizgileri disiplinin altını çiziyordu. Her hareketi, yıllar içinde içselleştirdiği askerî duruşun doğal bir yansımasıydı. Gömleğinin kollarını dirseklerine kadar kıvırmıştı; kavruk tenine karşı belirginleşen ön kol kasları, günün erken saatine rağmen tetikteydi.

Kaşları gür ama simetrikti; aralarındaki mesafe, yıllarca aldığı kararların ciddiyetini taşıyordu. Göz kapakları biraz düşük, bakışları ise uzakta beliren her ayrıntıyı didikleyen bir keskinliğe sahipti. O sırada bakışları, kışlanın paslı demir kapılarına yöneldi.

Ve o an, beklenen araç tozlu yolda göründü.

Mete birden doğruldu. Ayağa kalkarken dizlerinin kilidi sessizce açıldı, gövdesi tam bir çizgiyle yukarı yükseldi. Valizini sol eline aldı, başını hafifçe yana eğdi. Rüzgâr, gömleğinin yakasını hafifçe kıpırdattı. Yüzüne vuran güneşin altında, kaşlarının arasındaki çizgi belirginleşti.

Araç, kışlanın ortasında durduğunda yorgun Şırnak tozunun içinde yeni yüzler belirdi. Hepsi farklı şehirlerden, farklı hayatlardan gelmişti ama artık hepsi aynı amaca doğru yürümek zorundaydı. Kimi korkusunu saklamaya çalışıyor, kimi de öfkesini cesaretle kamufle ediyordu. Ayaklarını yere basarken o ürkek ama kontrollü adımlarla ilerliyorlardı.

Mete onları izliyordu. Bedenlerinin gerginliğinden, nefes alışlarındaki ölçüsüzlükten, kaçamak bakışlardan her şeyi okuyabiliyordu. Yine de dudak kenarında, bastırmaya çalıştığı bir tebessüm vardı. Bu anı seviyordu. Çünkü bu adamlardan bazıları, birkaç ay içinde, dağ başında ölümle burun buruna geldiğinde hayatta kalacak kararlılığa erişecekti. Bazılarıysa, o gün gelmeden önce pes edecekti. Her biri bir sınavdı; karakterin, disiplinin, ruhun sınavı.

Onlara doğru yürümeye başladığında araçtan inen teğmenler, gözlerini gelen kişiden alamamıştı. Mete Mert Çakır, zayıf ve cılız biri değildi. İçlerindeki, sarışın, kült bakışlara sahip bir erkek, yanında duran kişiye bakıp yeniden onlara doğru yürüyen kişiye baktı.

"Bu da bizim gibi eğitime geldiyse, işimiz iş. Bize buradan ekmek çıkmaz aga."

Teğmenlerin alaycı sözleri kulağında yankılanırken, Mete içten içe gülümsedi.

"İyi ki böyle diyorlar," diye geçirdi içinden. "Çünkü zayıflar burayı çabuk terk eder ve onların yerini, gerçek askerler alır."

Yanlarına vardığında, sarışın olanın yanında duran esmer, yapılı genç başını kaldırıp Mete'yi dikkatlice süzdü. Gözlerinde küçümseyici bir sorgu vardı.

"Siz, farklı bir yerden mi geldiniz?" diye sorguladı. Sorunun arkasındaki niyet belliydi. Mete, bir an bile tereddüt etmeden cevapladı.

"İzmir'den geliyorum, kendi özel aracımla gelmek istedim."

Esmer teğmen, kaşlarını indirip kafasını salladı. Yanındaki arkadaşına gözlerini devirdi, sesi fısıltıya yakın ama alaycıydı.

"Klasik züppe çocuğu..."

Cümle tamamlandığı an Mete'nin içinde bir şey kıpırdadı ama yüzü kımıldamadı. Göz ucuyla o teğmenin yüzünü ince bir dikkatle süzdü, bir portre çizer gibi her çizgiyi hafızasına kazıdı. Göz bebeklerinin küçüldüğü an, o cümleyi duyduğunu anlamıştı bile. Sonra başını çevirip gözlerini kışlanın ana kapısına dikti ve çenesini hafifçe kaldırdı.

"Dikkat!"

Bir komutanın sesi, Şırnak sabahına çivilendi. Sesin ardından gelen şok dalgası öylesine güçlüydü ki, teğmenlerin ellerindeki valizler yere düştü. İçlerinden biri, hazır ola geçerken dengesini kaybedip geriye sendeledi. Kışlanın kapısından yaklaşan figürün gölgesi yere düştüğünde, içlerinden bazıları refleksle gözlerini kısmıştı. Apoletlerdeki üç yıldız, sabah güneşinde pırıldıyordu.

Kumral saçları, ışığa çıktığı an parlamaya başlamıştı. Yüzündeki çizgiler sertti ama ağırlık taşıyordu. Bu, bir üniformadan fazlasıydı; bu adam, yürürken bile geçmişini taşıyordu. Mete'nin dudakları şaşkınlıkla aralandı ama o şaşkınlık gerçek değildi. İçten içe kahkahalar patlıyordu.

Çünkü şov, daha yeni başlıyordu.

Şaşkın olan teğmenler, bir onlara yaklaşan kişiye bir de şaşırmış gibi yapan Mete'ye bakıyorlardı. Önlerine gelip duran adam ile Mete'nin kaşları havalandı.

"İnsanlar birbirine benzer derlerdi de bu kadarını beklemezdim," diye söylendiği sırada adam, göz ucuyla ona bakıp teğmenlere döndü.

"Günaydın!"

Teğmenler, hep bir ağızdan "Sağ ol!" dediler.

"Ben Yüzbaşı Caner Cenk Çakır. Eğitiminizi benden alacaksınız."

Mete'nin neredeyse dudakları kahkaha için aralanacaktı ki son anda kendini tuttu.

"Komutanım, acaba akraba olabilir miyiz? Çünkü bu kadar birbirimize benzememiz biraz imkânsız geliyor."

Caner, kaşlarını sinirle çatıp Mete'nin önünde durdu.

"İzin almadan konuşmayacaksınız!" diye bağırdı ve teğmenlere dönüp gözlerini yüzlerinde gezdirdi.

"Evet, insanlar birbirine benzerler ama bunun," Mete'ye döndü, "sana karşı bir inisiyatif haline geleceğini düşünüyorsan yanılıyorsun teğmen!"

Mete hafifçe gülümsedi, "Anlaşıldı komutanım, bundan sonra daha dikkatli olurum," dedi.

Caner, sert ifadesini koruyarak, "Umarım. Burada herkes birbirine saygılı olacak," dedi. O sırada Mete'nin bakışları kışlanın kapısına kaydı. Kubilay'ı ve üzerindeki üniformasını gördüğünde alt dudağını sertçe dişledi. Eğer dişlemeseydi kahkaha atacak ve bütün eğlenceyi burada sonlandıracaktı.

Caner, Mete'nin yüzünü gördüğü an teğmenlere bakıp arkasına döndü ve hızlıca esas duruşa geçti.

"Dikkat!"

Teğmenler, indirdikleri ellerini yeniden alınlarının yanına koyduklarında Kubilay, artık karşılarındaydı.

"Merhaba asker!"

Teğmenler, yeniden "Sağ ol!" diye bağırdıklarında Kubilay, kısık gözleriyle teğmenleri süzdü.

"Ben Yarbay Kubilay Cenk Eşver."

Kubilay, Yarbay'ın r harfini biraz bastırarak söylemişti. Mete, kendini tutamadan bir kahkaha patlattığında Kubilay, hemen onun önüne geçip bağırdı.

"Gülmeni gerektirecek komik bir şey mi var evladım, söyle de biz de gülelim."

Kubilay, söylediği her r harfini bastırarak ve uzatarak söylüyor ve Mete'nin yüzünün daha da kızarmasına neden oluyordu. Teğmenler, olayın anına şoktan tepki veremiyor ve öylece kalakalmış bir şekilde izliyorlardı. O anın kaosu içinde kimse, uzaktan onlara yaklaşmış ve her şeyi izleyen Eyşan'ı fark etmemişti. Eyşan, gözlerini devirip ellerini arkasında birleştirdi ve yüzünü buruşturup sağa doğru baktı.

"Astsubay Kıdemli Başçavuş Kubilay Cenk Eşver!"

Herkes bir anda arkalarından gelen sese döndüklerinde Kubilay'ın ağzından "Hiih, komutanım," nidası döküldü. Teğmenler, artık neye anlam vereceklerini şaşırmışçasına ikiye ayrılmış gruba bakıyorlardı. Eyşan, teğmenlerin arasından yürüyüp Kubilay'ın önünde durdu. Bakışları, üzerindeki beyaz üniformada gezindi.

"Bugün 23 Nisan değil, Kubilay," dedi gözlerini kısıp. "Ve bu üniforma da Yarbay üniforması değil. Binbaşının törenlerde giydiği takım."

Teğmenler, arkalarında Eyşan'ın durduğu Kubilay'a gülmeye başladıkları anda Eyşan, başını hafifçe omzunun üzerinden çevirdi ve onlara bir bakış attı. Bir anlık sessizlik oldu. Sonra, içlerinden biri, biraz önce gözlerini hayranlıkla kaçırmamış olan sarışın, kült bakışlı teğmen çekinmeden seslendi.

"Acaba evli misiniz?"

Soru havada dondu.

Mete, aniden başını çevirip teğmenlerin üzerine dik dik baktı.

"Kimdi o?"

Teğmenler birbirine bakarak bocalarken, Eyşan ellerini karnına koydu, çenesini hafifçe kaldırdı.

"Arkadaşlar," dedi sakin bir sesle, "kendi aralarında sizler için ufak bir şaka hazırlamışlar. Takılmayın."

Caner, bu sözlerle artık dayanamadı ve geniş bir gülümsemeyle kendini belli etti. Teğmenler, yedikleri şaka ile kandırılmanın burukluğunu yaşarken sarışın, kült bakışlı olan teğmen, Mete'ye döndü. Parmağı ile Caner'i gösterdi.

"Peki siz, gerçekten akraba mısınız?" diye sorduğunda Mete, tüm ciddi bakışıyla hepsinin önüne geçti ve Eyşan'ın yanında durdu.

"Şırnak Özel Tim Taburuna hoş geldiniz demeyeceğim," dedi duraksamadan.
"Çünkü her biriniz için burası bir cehennem olacak. Yanımda gördüğünüz kadın sizin burada olma sebebiniz. Güvercin Timinin komutanı Asena Eyşan Çakır."

Ona zengin züppe diyen ve biraz önce Eyşan'a hayranlıkla bakan teğmeni buldu.

"Ve ben de züppe dediğiniz, Yüzbaşı Mete Mert Çakır. Karımdan aldığım yetkiyle, eğitim boyunca ikinizin de soluğunu keseceğim."

2 Temmuz 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

"Çocuklara yapmadığın şey kalmadı."

Mete, omzunu silkti.

"Cambaz değil, asker yetiştiriyoruz Eyşan. Kimsenin karısına gidip de 'Evli misin?' diye sormasınlar. Ya da ne bileyim 'Zengin Züppe' demesinler," dedi ama gözleri bir an için öfkeyle doldu. Eyşan'a bakıp yeniden yola döndü.

"Bak, aklıma geldikçe heyheylerim gözüme gözüme vuruyor. Kapatalım şu konuyu artık."

Böyle zamanlarda onun içindeki kor gibi büyüyen adalet duygusunu bilirdim. Sessizliği, öfkesinin en tehlikeli hâliydi. O yüzden, sadece başımı salladım. Yolun kenarına yaklaştığımızda Mete arabayı yavaşlattı, sinyali verdi. Hastane binası, tozun içinden siluet gibi belirmişti. Güneş hâlâ dik ve ısrarcıydı. Gölgeye muhtaç bir temmuz günüydü. Motor sustuğunda içimizdeki uğultular daha duyulur hâle geldi.

Mete, kemerini çözdü ama kapıyı açmadan bana döndü. Elini, yavaşça karnımın üzerine koydu. İçimdeki minicik kalpler, onun ellerine sanki karşılık veriyordu.

"Hazır mısın?" diye sordu. Sesi birden yumuşamıştı. Sertliği çekilmiş, yerini içten gelen bir tedirginlik almıştı. Bakışlarımız kesişti. Gözlerinin içine uzun uzun baktım. Ne ben konuşuyordum, ne o. İçimizde bir şeyler anlaşmaya varmıştı çoktan. Ben onun kaygısını, o benim sessiz heyecanımı anlıyordu.

"Elimi tuttuğun sürece her şeye hazırım," dedim sonunda. Gözleri parladı. Hafifçe başını eğdi, sonra alnımı öptü. O an, savaşta değilmişiz gibi hissettim. O an, biz sadece bir anne ve baba gibiydik. Ve içimde, o iki küçük kalp daha hızlı atmaya başladı.

Mete, arabanın kapısını açıp güneşin altına ilk çıkan oldu. Hemen etrafı kolaçan etti. Ben kapımı açmadan önce onun gelip elimden tuttuğunu gördüm. İtiraf etmeliyim ki, hâlâ her seferinde bu hareketi beni biraz utandırıyor, biraz da güvende hissettiriyordu. Ayağımı yere koyarken, bedenimdeki ağırlık ikizlerden değil, taşıdığım sorumluluktandı.

"Yavaş," dedi Mete, dudaklarını büzüp alnımı hafifçe kırıştırarak baktığında.

"Komutanım, çok naziksiniz," dedim alayla.

"Her zaman. Özellikle de hamilelere karşı..."

"Hamilelere mi, karına mı?"

"Karım aynı zamanda hamile biri olduğuna göre ikisine de," dedi ve göz kırptı. Bir an için ikimiz de sustuk. İçimde bir kıpırtı, hafif bir heyecan vardı. Dört aylık olan ikizlerimizin cinsiyetini öğrenmek için birlikte çıktığımız bu yolda, ne olursa olsun yanımda olması yetiyordu.

Hastanenin giriş kapısından birlikte içeri yürüdük. Soğuk klimanın alnıma çarpmasıyla iç çekerek duraksadım. Mete, randevu saatimizi bildirmek için danışmaya yönelirken ben kısa bir süre yerimde kaldım. Ellerim refleksle karnıma gitmişti. Oradaydılar. Sessiz ama içimdeki her şeyin merkezindeydiler.

"Eyşan?"

Mete'nin sesiyle başımı kaldırdım. Elinde numaramız, yüzünde o tanıdık sabırsızlık vardı. Tuttuğu kâğıdı havaya kaldırıp kaşlarını kaldırdı.

"İçerideki hasta çıktığında biz, içeriye gireceğiz." dedi, sesinde hem ciddiyet hem de sabırsız bir heyecan vardı. İçeriye gireceğimiz o küçük oda, hayatımızdaki en büyük sürprizi taşıyordu. Kalbim hızla atarken, Mete'nin eli sıkıca elimi kavradı.

"Sence cinsiyetleri ne olacak?" diye sorduğumda kıvrılmış dudakları biraz daha belirginleşti. Gözlerinin ardındaki soru işaretlerine rağmen dudakları aralandı.

"Kız ve erkek," diye fısıldadı. O an, sessizliğin içinde içten bir umut ve heyecan dolaştı. Kalplerimiz aynı ritimde atıyordu; belki de gördüğüm rüya gerçeğe dönüşüyordu.

O sırada hemşire kapıdan başını uzattı.

"Asena Eyşan Çakır?"

"Burada," dedim.

Hemşirenin sesi odaya dolarken kalbim aniden hızlandı. Gözlerim Mete'nin yüzüne kaydı; onun da yüzündeki heyecanı, sabırsızlığı net bir şekilde okuyabiliyordum. Derin bir nefes aldım, elim Mete'nin elini sımsıkı kavradı. Hemşire kapıyı tam açtı, yüzünde profesyonel ama hafif gülümseyen bir ifade vardı.

"İçeri buyurun, sıra sizde," dedi nazikçe.

Mete ile birbirimize kısa bir bakış attık; kelimeler olmadan anlaşıyorduk. Adımlarımız ağırlaşmadan, kararlılıkla odaya doğru yürüdük. Kapının eşiğinde durup bir an duraksadım; içeride ne göreceğimiz belirsizdi ama umut doluydu içim.

Odaya adım attığımızda, ışığın hafifçe yumuşadığı o klinik ortamda, doktorun yüzündeki ciddiyetle karışık sıcaklık dikkatimi çekti.

"Merhaba Eyşan Hanım, hoş geldiniz," dedi ve eliyle sedyeyi gösterdi. "Uzanıp tişörtünüzü sıyırın lütfen."

Ben yatağa uzanırken, içimde kıpırdanan o tanıdık korku, yerini yavaşça bir meraka bırakıyordu. Doktor, cihazı yavaşça karna gezdirirken, "Bakalım ikizler ne alemdeymiş?"

Mete'nin eli avucumda, parmaklarımız birbirine kenetlenmişti. Gözlerimiz ekrana kilitlenmiş, kalbimiz heyecanla çarpıyordu. İlk görüntü belirdiğinde nefesimiz kesildi; sonra doktor yumuşak bir sesle, "İlk bebeğimiz bir kız," dedi.

İçimde sıcacık bir sevinç dalgası yayıldı, Mete'nin gözleri parladı, hafifçe gülümsedi. Ekran yavaşça ilerledi ve doktor devam etti, "Ve ikinci bebeğimiz bir erkek."

O an, sanki dünya biraz daha güzelleşti; yanımda Mete'nin varlığı, elimizde tuttuğumuz o yeni hayatların müjdesi, her şeyi daha anlamlı kılıyordu. İkizlerimizin kız ve erkek olduğunu öğrenmek, umutlarımızın ve rüyalarımızın ta kendisiydi.

Doktor, "Her şey yolunda görünüyor," diyerek sözünü tamamladı. Bakışlarımı monitörden çekip yeniden Mete'ye baktığımda gözlerinin içindeki tüm parıltıyla yüzümü süzdüğünü fark ettim.

O an anladım ki, ne zorluklar gelirse gelsin, biz birlikteydik ve yeni bir başlangıca adım atıyorduk.

Doktor, cihazı nazikçe karnımdan çekip, elindeki mendili bana uzattı. Mete hemen öne eğilip, benim için mendili aldı, ellerini nazikçe ellerimin üzerine koydu. O an, içinde bulunduğumuz o soğuk, steril odada bile kalbimin sıcaklığı arttı. Göz göze geldiğimizde, kelimelere gerek yoktu; sadece destek vardı, sevgi vardı.

Nazik hareketlerle karnımdaki jeli silip kalkmam için yardım etti. Sedyede doğrulmuş bir şekilde beklerken Mete'de yere çökmüş, çıkarttığım ayakkabılarımı giydiriyordu. Bağcıklarını bağlayıp beni ayaklarımın üzerine kaldırdığında bakışlarım doktor hanıma çevrildi.

Doktor, sakin ve güven veren bir sesle, "Her şey gayet iyi görünüyor. Bebekler sağlıklı, siz de güçlüsünüz fakat bir iki hafta dikkatli olmalısınız. Özellikle hava değişimleri ve yorgunluk konusunda çok temkinli olun. Bu dönemde vücudunuz ekstra hassaslaşabilir."

Bilinçlenmiş bir şekilde kafamı salladığımda doktor hanımın yüzünde samimiyetle dolu bir tebessüm vardı.

"Bir ay sonraki kontrolünüz için randevunuzu oluşturdum. O aya kadar herhangi bir durumda gelmeyi sakın ihmal etmeyin."

Doktorun uyarıları kulaklarımda yankılanırken, Mete nazikçe kolumu tutup destek oldu. Mete ile odadan çıktığımızda Mete, yanaklarımı elleriyle nazikçe kavrayıp gözlerimin içine derin bir sevgiyle baktı. Sesinde hafif bir titreme vardı, kelimeler çıkmadan önce bile hissettim o içtenliği.

"Bana her seferinde yaşattığın mutluluk, benim için tarif edilemez bir hediye, Eyşan," dedi Mete, gözlerindeki parıltıyla. "Seninle her anı paylaşmak, hayatımın en değerli anı. Zorluklar ne olursa olsun, senin yanında olmak bana güç veriyor. Seninle olmak, en karanlık günlerde bile içimde bir güneş gibi parlıyor."

Parmakları yanaklarımda hafifçe gezinirken, yüzündeki o kararlı ama yumuşak ifade, sanki tüm zorlukları beraber aşabileceğimizin sözünü veriyordu.

"Senin varlığın," dedim, usulca. Mete'nin gözlerine derin bir sevgiyle bakarak devam ettim, "Senin varlığın, en zor anlarda bile bana umut oluyor. Seninle yürüdüğüm her adım, hayatın anlamını yeniden keşfetmemi sağlıyor."

Kelimelerin ötesinde bir bağ vardı aramızda; sessizlikte bile yüreğimiz birbirine fısıldıyordu.

👨‍👩‍👧‍👦

"Hadi ama kızım! Valla meraktan çat diye çatlayacağım şimdi!" diye bağırdı Alev, heyecanı neredeyse odanın tavanına çarpıyordu. Sesi o kadar güçlüydü ki gözlerimi istemsizce devirdim; derin bir nefes aldım, sakin kalmaya çalıştım.

Osman, Deniz ve Kubilay yan yana, kol kola girmişlerdi. Gözleri parıldıyor, heyecanla bana ve Mete'ye odaklanmıştı. Kubilay'ın kaşları hafifçe kalkmış, sanki durmadan kalbini dinliyormuş gibi bakıyordu. Deniz, hafifçe gülümseyerek destek verirken, Osman ise sabırsızlığını saklamaya çalışıyordu.

Yonca ve Lara, oturdukları yerden gülümseyerek bana bakıyorlardı.

Öte yanda, Caner, Barış ve Mete omuz omuza durmuş, aralarında sanki gizli bir güç varmış gibi duruyorlardı. Mete'nin yüzündeki o milli vatan gülüşü, ortamı hafif neşelendirse de dikkatimi dağıttı. Bora'nın Mete'nin omzuna vurmasıyla Ahmet, Bora'nın ensesine vurdu.

"Lan oğlum babaya vurulmaz."

Bora, gözlerini devirerek Ahmet'e baktığında gülümseyerek Mete'ye baktım. Mete çenesiyle beni işaret ettiğinde konuşmamın gerek olduğunu anlayabilmiştim. Derin bir nefes daha aldım, odadaki tüm bakışların üzerimde olduğunu hissediyordum.

"Bebeklerimizin cinsiyetleri," deyip bekledim. Osman, Deniz ve Kubilay, gözlerini kırpıştırarak bakmaya devam ederken Alev, başını devam etmemi istiyormuş gibi salladı.

"Evet cinsiyetleri?"

Alev'e göz ucuyla bakıp "Susarsan söyleyeceğim," deyip kaşlarımı çattığımda Caner ile Barış'ın gülerek beni izlediklerini fark ettim. Yeniden gözlerimi devirip heyecanlı ve kısık bir nefes alıp verdim.

"Kız ve erkek."

Alev, zıplayarak havaya sıçradığında gülerek kafamı iki yana salladım. Osman, Deniz ve Kubilay, kahkaha atarak birbirlerine sarıldıklarında Caner ve Barış, Mete'nin sırtına sertçe vurmuşlardı. Mete, yüzündeki gülümsemeyi kaybetmeden bana bakmaya devam ederken Bora ile Ahmet, Mete'nin saçlarını iki yandan bozup kollarını sardılar. Mete, gülerek onlara karşı koymaya çalışsa da kahkahalar ortamı daha da neşelendirdi.

Yonca ile Lara, oturdukları yerden kalkıp bana yaklaştıklarında kollarımı açıp onlara sarıldım. Alev, zıplayarak kollarını bize sarıldığında dudaklarımdaki gülümsemenin büyümesine engel olamıyordum. Kışlanın soğuk duvarları bile sıcak bir aile yuvasına dönüşmüştü.

Ayrıldığımız sırada Kubilay ile Deniz'in gözlerindeki parlayan yaşları fark ettim. O an, onların kalplerinde de aynı sevincin ve hafif bir hüznün karıştığını görebiliyordum. Osman'ın kızarmış yeşil gözleri de kadrajıma girdiğinde, içinde bulunduğumuz anın ne kadar özel ve değerli olduğunu bir kez daha anladım.

Her biri, bu ailenin bir parçasıydı; birbirimize duyduğumuz bağ, en zor zamanlarda bile güç veren bir sığınak olmuştu.

Sessizce onlara baktım, kendi içimde yeni umutların filizlendiğini hissettim.

2 Temmuz 2022 / Şırnak

Mete Mert Çakır, Ağzından

Gün Gelir, Aysel Yakupoğlu

Her insan, kaderinin ona biçtiklerini yaşamak zorunda kalırdı. Buna ne engel olabilir ne de üzerine bir şey ekleyebilirdi. Sen eklediğini sanırdın ama zaten kader, onu da senin yazgına işlemiştir. Ben, kaderin biçtiği o hayatın içinde, ruhumdaki yaralı çocuğun gözyaşlarını yeniden izlemek zorunda kalmıştım.

Büyürken yaşadığım eksiklikler, şimdi gelecekte bu çocuklara nasıl bir baba olacağım korkusuyla birleşiyordu.

Caner'le birlikte aynı acıyı paylaşmak zorunda kalmıştık. Anneye muhtaç, eksik kalmış çocuklar olarak büyümüştük. Bazen geceleri uyanır, karanlık odada yalnız kalırdım. Gözlerimi kapattığımda annemin yüzü gelirdi aklıma; o günkü tören, kalabalık, hüzünlü bakışlar... Ama tabii ki de annem ölmemişti, hayatın acı bir oyunuydu bu. O gerçeği öğrendiğimde, çocukluğumun kırık dökük parçaları bir anda yerinden oynamıştı. Caner'le büyürken öğrendiğimiz en zor şey, bir annenin eksikliğiydi. O eksiklikle, yarım kalmış duygularla mücadele etmiştik, yıllarca.

Şimdi ise kaderimin bana bağışladığı en güzel bir yazgının tam orta yerindeydim.

Sevdiğim kadından iki evladım olacaktı. Biri kız, diğeri ise erkekti. Onlara hem babalık yapmak hem de geçmişin karanlık gölgelerinden korumak zorundaydım. Kendi kırık geçmişimden sıyrılıp, onların hayatına güç ve sevgiyle dokunmak istiyordum.

Eyşan'ın yanında kendimi biraz daha güçlü hissediyordum. Onun kararlılığı, sevgisi bana yol gösteriyordu. Ama içimdeki o yaralı çocuk, bazen susmuyor, bazen korkularımı fısıldıyordu kulağıma. Bu sefer farklı olmak zorundaydım. Onlar benim için, bir hayatın yeniden başlaması demekti.

"Başlamış yine bizim mesai."

Caner'in sesiyle gözlerimi, daldığım noktada kırpıştırdım ve sağıma doğru baktım. Üzerindeki beyaz gömleğinin kollarını kıvırmaya başladığı sıra bakışlarını gözlerimle buluşturdu. Yüzündeki o hafif gergin ifade, yılların bize yüklediği sorumluluğun ve alışkanlığın yansımasıydı.

"Yine ne düşünüyorsun Mete?" diye sorduğunda gözlerimi kaçırıp dağın arkasına batmaya hazırlanan güneşe baktım.

"Çocukluğumuzu," diye karşılık verdim. "Bizim çocukluğumuz nasıl geçti, farkında mısın Caner? Annesiz, babasız, yalnız... Her şey elimizden alınmış gibi."

Caner'in seslice alıp verdiği nefesi dinledim.

"Evet," dedi. "Unutmamalısın ki o yıllar, nasıl dayanılacağını da öğretti bize. Ama yine de o gece yarısı uyanışlarını, sessizliğin içinde yankılanan yalnızlığı unutmak zor."

Başımı hafifçe salladım.

"Bir annenin yokluğunu hissettiğin her an, küçük bir çocuğun dünyası çöküyor, Caner."

Caner ile gözlerimiz kesiştiğinde kaşlarını kaldırdı.

"Maalesef ki ikimizde bunda en tecrübeli ikizleriz."

O an ikimiz de sustuk. Sessizlik, etrafımızdaki dağların kucakladığı geniş boşlukta yankılanıyordu. Uzaklarda, güneş yavaşça kayboluyor, gökyüzünü kızıla boyuyordu. Hava serinlemiş, rüzgâr hafifçe esiyordu; yaprakların hışırtısı ve uzaktaki kuşların son çağrısı dışında başka bir ses yoktu.

Gözlerimiz birbirinden ayrılırken, güneşin ardında saklanan karanlığa takılmıştı. O karanlık, sadece geceyi değil; geçmişin unutturulmamış acılarını, kaybedilen yılları, unutulmuş sevinçleri de taşıyordu sanki. İçimizde yanan o küçük çocuklar, korkusunu ve yalnızlığını orada, o karanlığın içinde bırakmış gibiydi.

Caner, "Artık farklı bir hayatımız var," dedi sonunda. "İkimizin de ikizleri olacak. Kendi geçmişimizin gölgeleri altında büyüyen değil, onlara ışık tutan bir baba olmak zorundayız."

Sürekli gördüğüm rüyadaki o bağıran kız çocuğu sesiyle birlikte, çığlık atan Eyşan'ın sesi zihnimde dönüp durmaya başlamıştı. Kollarımı göğsümde sıkıca bağlayıp, düşünceli bir halde başımı hafifçe sola eğdim. İçimde, o seslerin bıraktığı rahatsızlık ve çaresizlik büyüyordu.

"Her neyse," diyen Caner'in sesiyle gözlerimi gözlerine çevirdim. Ayağa kalktı, gömleğinin yakasını düzeltti ve çenesini dikleştirdi. "Geçmişin hayaletleri peşimizi bırakmıyor, biliyorum ama artık onları kontrol etmemiz gerek. Biz kendi hayatlarımız efendileriyiz, bir başkası değil."

Yüzümde bir çarpık tebessüm oluştuğunda kaşlarımı alayla yukarıya kıvırdım.

"Efendiler miyiz, gerçekten?" diye karşılık verdim, sesimde hem hafif bir meydan okuma hem de içimde sakladığım o eski kırgınlığın gölgesi vardı. "Kaderimizin iplerini elimizde tutuyor muyuz yoksa hala bir oyunun piyonları mı?"

Caner gözlerimi dikkatle süzdü, ardından buruk bir tebessüm etti.

"Çocuklar doğana kadar efendi."

Kurduğu cümleyle kahkaha atmadan duramadım.

"Benim karımın kim olduğunu unutuyorsun sanırım, Caner?" dediğimde gözlerini kısarak gözlerini kaçırdı.

"Doğru ya Asena Eyşan Çakır, senin efendin," dedi ve bakışlarını alayla bana çevirdi. "Oğlum ya sen nasıl bu kadar aptal oldun, hâlâ anlamıyorum."

Elimi kaldırıp yapmacık bir sinirle ona savurduğumda Caner, gülerek bir adım arkaya atarak hamlemden kaçtı.

"Kazık kadar adam oldun, evlendin ve baba olacaksın ama gıcıklık hallerine ısrarla devam edebiliyorsun ya, ben de bunu anlayamıyorum Caner."

Caner kahkaha atmaya devam ederken, "Hislerimiz karşılıklı biraderim," dedi, hala alaycı bir ifadeyle. Gözlerimi devirip kafamı iki yana salladım ve göğsümdeki kollarımı çözüp ayağa kalktım. Hafifçe omzuna vurup ellerimi ceplerime soktum. Burnumu çekip başımı sağa doğru çevirdim.

"O zaman bu gıcıklık devam etsin, çünkü ben buna alıştım. Hem unuttun mu, en büyük dayanağım sensin," dedim. Başımı çevirmeden bakışlarımı Caner'e çevirdim. Caner, gözlerini kaçırmadan, yüzünde küçülmüş ama içten bir tebessümle bir sağ gözüme, bir sol gözüme baktı. Bu, onun hep yaptığı bir şeydi. Çocukluğumuzdan beri, ne zaman ciddi bir şey söylemek istese ya da içine duygularını gömmeye çalışsa böyle yapardı.

O bakışların içinde yılların yükü vardı; annesiz geçen gecelerin kırılganlığı, yersiz yurtsuz hissedişlerimiz, birbirimize yaslanarak atlatabildiğimiz o karanlık zamanlar. Ve şimdi, önümüzde büyüyen yeni hayatların sorumluluğu vardı.

Kalbimde bir sıcaklık yayıldı. Yalnız olmadığımı, ne yaşarsam yaşayayım omzumun hemen yanında duran bir kardeşim olduğunu bilmek, beni her zamankinden daha güçlü kılmıştı.

Gözüm, onun saçlarına takıldı. Kumral rengi yeniden yüzünü bulmuştu, yıllarca sakladığı kimliğini geri almış gibiydi. Eskiden, kendine ait olmadığını düşündüğü o görüntüyü bir daha taşımak istemezdi. Ama artık geçmişten kaçmıyor, onunla barışıyordu.

Biz, kaderin bizi aynı bedenden doğurup iki ayrı yöne savurduğu kardeşlerdik. Ve her seferinde, ne kadar uzak olsak da aynı yerde buluşurduk.

Hiçbir şey demedim. Elimle hafifçe içeriyi işaret ettiğimde Caner, hiç tereddütsüz kolunu omzuma attı. Beni kendine doğru çektiğinde, ikimiz de fark etmeden içimizdeki yükü biraz daha bırakmıştık. Ben de sağ kolumu onun omzuna attım. Adımlarımız senkronizeydi, tıpkı kalplerimiz gibi.

İçeriye yaklaşırken Caner kolunu hafifçe çekti. Ben de aynı anda kendimi geri çektim. Sessiz bir anlaşmayla göz göze geldik. Tam o anda, ayak sesleri duyduk. Yavaş ve kararlıydılar. Gözlerimiz refleksle arkamıza döndü.

Eyşan ve Lara bize doğru geliyordu. O an zaman, sanki bir anlığına durdu. Bu iki adam, biraz önce geçmişin hayaletleriyle boğuşurken, şimdi karşılarında gelecekleri duruyordu. Kalbim ritmini değiştirdi. Boğazımda bir düğüm hissettim ama belli etmedim.

Lara, Eyşan'ın yanından ayrılıp Caner'e doğru yürüdü. Ben gözlerimi Eyşan'a sabitledim. Onu ne zaman böyle görsem, içinde bir şeyler yerinden oynuyordu. Ona baktım ve aklıma ilk gelen cümleyi söyledim.

"Yarın eğittiğimiz teğmenleri Bestler'e götürmeyi düşünüyorum. Bölge güvenliğinin alınmasını sağlamak lazım."

Sözlerim, Eyşan'ın yüzünde kısa bir şaşkınlık yarattı. Belki de bu kadar hızlı görev moduna dönmemi beklemiyordu. Ama ardından bakışlarındaki şaşkınlık yerini bir kabule ve hafifçe gizlediği bir hayranlığa bıraktı. Cevabı netti.

"Ayarladım, merak etme Mete Yüzbaşı."

Eyşan'ın kısa ama net cevabıyla aramızdaki o görünmez bağ bir kez daha kendini hatırlattı. O an göz göze geldiğimizde, kelimelere ihtiyaç kalmadı. Gözlerinde, ne yaparsam yapayım hiç silinmeyen hem bana olan güveni hem de omuz omuza vereceğimiz bir görevin sorumluluğunu gördüm. Kendimi daha dik, daha sağlam hissettim.

"Senin gibi bir komutanla çalışmak hâlâ biraz garip," dedim, hafifçe kaşlarımı kaldırarak.

Eyşan, gözlerini kıstı, dudaklarının kenarı belli belirsiz yukarı kıvrıldı. "Senin gibi bir eşle yaşamak da öyle," dedi. Ardından bir adım daha yaklaştı. "Ama ikisini de gayet iyi idare ediyorum."

Bir an güldüm. Sessizce ama derin.

"İyi ki varsın," dedim sadece.

O da gözlerini kaçırmadan, "Sen de," diye karşılık verdi. Ardından bakışlarını kısa bir an Caner ile Lara'ya kaydırdı. "Onlar da öyle," dedi yavaşça. "Biz, sandığından daha büyük bir aileyiz artık."

Başımı onaylarcasına salladım. Her şeyin merkezindeydik. Geçmişin acıları, bugünün yükü ve geleceğin sorumluluğu omuzlarımızdaydı. Ama artık yalnız değildik.

Ve bu, her şeyden kıymetliydi.

2 Temmuz 2022 / Suriye

Selçuk Ege Turalı, Ağzından

She Remembers, Max Richter

Motoru kapattım. Cızırdayan fan sesi birkaç saniye daha sürdü, sonra o da sustu. İçeride, kabinle ben de sessizleştim. Direksiyonun başında, ellerim hâlâ vitesin kenarında asılı duruyordu. Parmak uçlarım tozla kaplıydı. El frenini çekeli beş dakika olmuştu ama gitmekle kalmak arasındaki kararsızlık hâlâ kolumun dirseğinde bekliyordu.

Ön camın dışı sarımtırak bir kızıllıkla örtülüydü. Suriye'nin yaz akşamları böyle olurdu; gökyüzü sıcak ama acımasız, toprak katı ama ölü gibidir. Ufuk çizgisi bulanık, gölgeler uzun. Uzakta, terkedilmiş bir binanın silueti belli belirsizdi. Çatısı çökmüş, pencereleri boştu. Yan koltukta, katlanmış bir harita ve yarısı içilmiş bir su şişesi duruyordu. Su sıcaktı artık ne serinlik verirdi ne de tat. Sadece içildiği için içilirdi.

Sağ elim dizimdeydi, sol elim camın kenarına dayalı. Gözlerim aynada değil, daha çok ötesindeydi. Yüzümde üç günlük sakal, alnımda kurumuş ter izleri. Havanın tozu sinmişti yüzüme. Ama asıl yorgunluk, gözlerimin içine yerleşmişti. Sanki günlerdir değil de aylardır uykusuzdum.

Dışarısı serinlemeye başlamıştı. Güneş, toprağın arkasına doğru kayarken sinekler arabanın etrafında vızıldıyordu. Toz, camlara yapışmıştı. Aracın içi hâlâ günün sıcağını taşıyordu; koltukların kumaşı teni yakacak kadar değildi ama serin de değildi. Derin bir nefes aldım. Göğsüm genişledi ama ferahlamadı. Elleriyle duvar örmüş bir adam gibi içime kapanmıştım. Ne gelen vardı ne dönen. Sadece ben vardım ve cevap bekleyen düşünceler.

Sonra sessizlik, yerini ani bir titreşime bıraktı. Telefon çaldı. Torpido gözünde duran eski model siyah telefon, ekran ışığını tavana doğru yansıttı. Titredi, sonra bir kez daha. Ekranda bir isim belirdi.

MMÇ

Bakakaldım. Sonunda başparmağım ekranı kaydırdı. Sesim dudaklarımdan ancak bir çizik gibi çıktı.

"Bozkurt?"

"Turalı, müsait misin?"

Sadece başımı salladım ama konuşmadığımı fark edince kısık sesle yanıtladım.

"Sana her zaman müsaidim. Nasılsın, bizimkiler nasıl?"

Mete'nin kıkırtısı kulaklarımda nüksetti. Uzun zamandan beri gerçekçi bir kahkaha duymamıştım. Dudaklarımın kenarları hafifçe kıvrıldı.

"İyiler, iyiyiz. Sana bir müjdeyi vermek için aradım. Sonuçta sen Eyşan'ın abisi sayılırsın."

Kaşlarım merakla alnıma doğru havalandı.

"Yoksa cinsiyetleri mi belli oldu?"

Mete'nin kahkahası kuvvetlendi.

"Evet," dedi. "Biri kız biri de erkek olacak."

"Hayırlısıyla," dedik aynı anda.

Başımı yavaşça koltuğun arkalığına yasladım. Sadece göz kapaklarımda bir yanma vardı. İçimde bir şey düğüm düğümdü.

"Allah, evlatlarınızı sağlıklı bir şekilde kucağınıza almayı nasip etsin Mete," diye fısıldadığımda yutkunamadığımı fark ettim. Sanki biri, eski bir harabeye çiçek bırakmış gibiydi.

Sadece bir nefes sesi geldi önce. Kısa bir duraklama sonrasında boğazımı temizleyip derince yutkundum.

"Ee adlarını da seçmeye başlarsınız artık."

Mete sustu bir an. Sonra hafif boğuk bir sesle devam etti.

"Kız olursa Toprak koyacağız."

"Ya oğlan?" dedim yutkunarak. Mete'nin uzakta olmasına rağmen burukça tebessüm ettiğini hissetmiştim.

"Kaan."

Bu cümlesinden sonra tebessüm ettiğinden emin oldum. Çünkü sesi o kadar naif çıkmıştı ki düşüncelerim, bunu anlatmaya bir kelime bulamamıştı.

"Selçuk."

Mete'nin sesiyle "Efendim," dedim.

"O çocukların seni tanımasını istiyorum. Her nerede iseniz sağ salim geri dön, geri dönün. Ayda, her ne kadar belli etmese de içten bir kırılma yaşıyor. Alperen'in yokluğunu Deniz ile geçiriyor ama Deniz, bir abinin yokluğunu nasıl doldurabilir. Abi, abidir. Ne annenin yokluğuna benzer ne de babanın."

"Beni tanımalarını istiyorsun ya... Geri dönersem sadece adımı değil, nereden geldiğimi, kimleri sevdim, kimleri kaybettim, hepsini anlatırım onlara. Ama söz veremem, çünkü burada söz vermek en zayıf ihtimale tutunmaktır. Burada yalnızca susmak kalır bazen."

Sesim titrememişti ama içim darmadağındı. Mete uzun bir nefes aldı.

"Ben sana söz vereceğim o zaman," dedi. "Sen gelmezsen, ben seni alırım. Çocuklarım senden geriye yalnızca bir anı kalsın istemiyorum. Yanlarında olmanı istiyorum."

Başımı yavaşça iki yana salladım ama sesi duyacağı şekilde fısıldadım.

"Mete... sen baba oluyorsun. Benim sana tek verebileceğim şey dua." Telsizden gelen bir cızırtı gibi, kelimelerin ardından küçük bir cümle daha geldi.

"Çünkü başka hiçbir şeyim kalmadı."

Mete'nin sesi neredeyse fısıltı olarak bana ulaştı.

"Onlar bize benzeyecekler belki ama bizim gibi büyümesinler, Selçuk. Onlar dağlara bakıp, 'Oraya çıkarsam biri beni özler,' demesinler."

Bir süre konuşmadım. Telefon hâlâ elimdeydi ama bakışlarım dışarıdaydı. Mete'nin söyledikleri kafamda dönüp duruyordu.

"Benim artık kapatmam gerek," deyip başka hiçbir şey demeden aramayı sonlandırdım. Geriye sadece ekran ışığı ve yavaşça bastıran gece kalmıştı. Bu dünya ne kadar karanlık olursa olsun, bir yerlerde onlar büyürken, biz eksilmeyi biraz daha göze alıyorduk. Başımı koltuğun arkalığına yaslayıp gözlerimi kısa bir an kapattım. Mete'nin sesi hâlâ kulağımdaydı.

Onlar bize benzeyecekler belki ama bizim gibi büyümesinler...

İçimde bir yer sızlarken kapıyı açtım. Sıcaklık bir örtü gibi yüzüme çarptı. Akşam serinliği başlamıştı ama toprağın içindeki gündüz ateşi hâlâ ayaktaydı. Ayakkabılarım taş zemine vurduğunda toz kalktı. Omzumu silkeleyip yürümeye başladım. Evin önüne varmam birkaç adım sürdü. Tavanı eğik, sıvaları dökülmüş, kapısı tam kapanmayan, duvarlarında zamana ait çatlaklar barındıran tek katlı bir evdi bu. Ama bize yetiyordu.

Bana ve Alperen'e.

Geri dönülmesi gereken bir yer değildi, yaşanması gereken bir duraktı.

Kapının önünde durup bir süre dinledim. İçeriden hafif bir kıpırtı sesi geliyordu. Muhtemelen Alperen hâlâ uyanıktı. Zihninden geçirdiği onca yükün içinde uykuya dalmak onun için kolay olmuyordu. Benim için de. Kapıyı yavaşça ittim. Gıcırdayarak açıldı.

İçerisi yarı karanlıktı. Rafların arasında sıralanmış birkaç konserve, duvarda askıya alınmış yarı yırtık bir harita, bir köşede gaz lambası. Lambanın solgun sarı ışığı, odanın ortasında uzatılmış eski bir kilimin üzerine titrek gölgeler bırakıyordu. Yerde ince bir yatakta, yüzü duvara dönük bir çocuk yatıyordu.

Alperen.

Omuzlarının arasındaki çöküklük, yaşından daha fazlasını taşıdığını gösteriyordu. Daha yirmi beş yaşında bir gençti ama uyurken bile savunmada gibiydi. Üzerine örtü çekilmemişti. Yavaşça yanına eğildim, nefes alışını dinledim. Sonra battaniyeyi alıp üzerine örttüm.

Fısıltıyla konuştum, kendime bile değil; geceye.

"Onlar bizim gibi büyümesin, Mete. Ama ya bu genç, ya Alperen?"

Yavaşça doğruldum. Ayakta durduğum yerden lambanın titrek ışığında gölgem uzamıştı. Gölgeye bakmadım. Kendime bile tahammülüm yoktu bazen ama işte oradaydım. Yıkık bir evin içinde, hâlâ ayaktaydım.

Ama içim çoktan çökmüştü.

3 Temmuz 2022 – 05:06 / Bestler Dereler Bölgesi, Şırnak

Yazar, Ağzından

Kolay Değildir, Duman

Sabahın solgun ışıkları, Bestler Dereler'in kucağındaki sis perdesini henüz aralamamıştı. Her şey, sanki zamana karşı yarışan ağır bir uyku içindeydi. Göz alabildiğine uzanan vadide, beyaz bulutlar gibi yoğun sis, toprağı ve kayaları örtmüştü. Havanın nemi cildine işlemiş, her nefeste hafif bir serinlik hissettiriyordu.

Mete Mert Çakır, üzerindeki siyah pamuklu tişörtle, hâkî tonlarında yıpranmış askeri pantolonuyla, sisin içinde dimdik bir heykel gibi duruyordu. Göğsünde hiçbir rütbe işareti yoktu; bu eğitimde herkes eşitti. Ayaklarında toprak rengine yakın, eski ama bakımlı asker botları vardı. Sağ elinde, hassas adımlarla ilerlemek için sıkıca tuttuğu küçük pusula sallanıyordu.

Yüzündeki sert çizgiler, soğuk havanın ve uzun mesafelerin izlerini taşıyordu. Kumral saçları, sabahın nemiyle biraz dağınık ve doğal bir hâlde, alnına doğru hafifçe düşüyordu. Kaşlarının altındaki koyu gölgeler, yorgunlukla karışık kararlılığın ifadesiydi.

Onun önünde, yeni yetiştirdiği teğmenler ilerliyordu. Üzerlerinde koyu yeşil tonlarında, suya ve lekeye dayanıklı, ince askeri montlar vardı. Montlarının kapüşonları aşağıya indirilmiş, yüzleri sisle birlikte neredeyse görünmez hale gelmişti. Pantolonları, yıpranmamış ve ütülü, yeni ama işlevsel tasarımlıydı. Ayaklarında temiz siyah çizmeler, ancak üzerlerindeki toz ve nemle biraz matlaşmıştı.

Her adımları, dikkatli ve ölçülüydü; ellerinde katlanmış haritalar ve pusulalar vardı. Gözleri, sisin arasından yol bulmaya çalışırken endişe ve kararlılık arasında gidip geliyordu.

Vadinin yamaçlarından, uzaktan onları gözlemleyen Asena Eyşan Çakır, koyu yeşil bir taktik ceket giymişti. Ceketin kolundaki küçük, bordo bereli simgesi gururla parlıyordu. Altında siyah, esnek ve hareket kabiliyetini kısıtlamayan bir pantolon vardı. Ayaklarında hafif, siyah yürüyüş botları, omzunda ise küçük bir dürbün askılıydı.

Yüzünde ağır bir ciddiyet vardı; keskin gözleri sisin içindeki hareketleri süzüyordu. Yanında, Osman vardı. Osman da tıpkı Eyşan gibi yeşil tonlarda askeri kıyafetler giymiş, yüzü sert, duruşu dimdik ve gözleri kararlıydı.

Sis, yavaş yavaş dans edercesine dalgalanıyor, vadiyi adeta gizemli bir film sahnesine çeviriyordu. Mete, sessizliği bozarak alçak ama kesin bir sesle konuştu.

"Hedef, batıdaki büyük kayalık. Oraya ulaşan kazanır. Ulaşamayan, geri döndüğümüzde kendine eve dönüş biletini alsın."

Mete'nin sesi vadide yankılanırken, sisin içinde ilerleyen teğmenlerin adımları toprağa sessizce dokunuyordu. Herkesin yüzünde ciddi bir kararlılık vardı, ancak derinlerde bir yerlerde endişe de saklıydı.

Eyşan, Osman'ın yanında hafifçe eğildi; yüzünde hem ciddi hem de geçmişe dair hafif bir tebessüm vardı. Sis perdesinin arkasından süzülen soğuk hava, nefeslerini beyaz dumanlar halinde bırakıyordu.

"Hatırlıyor musun Osman," dedi Eyşan, sesi derin ama yumuşaktı, "Güvercin Timinin ilk oluşturulduğu zaman, biz de bu eğitimden geçmiştik."

Osman, gözlerini sisin içinden uzaklaştırıp Eyşan'a çevirdi. Sert yüz hatları, anılarla yumuşadı. "Evet, şimdi de birkaç sene sonra yerimize geçecek olanlara kök söktürüyoruz," dedi hafifçe gülümseyerek.

O sırada Mete, durup sisin içinde ilerleyen teğmenlere baktı. Yorgun ama kararlı yüzlerinde kendi gençliğinin yansımalarını görüyordu. O sırada herkesin kulağındaki kulaklığa Eyşan'ın sesi sızdı.

"Burada kazanmak sadece hedefe ulaşmak değil çömezler; kendinize, birbirimize ve vatanımıza olan bağlılığımızı göstermek demektir."

Mete, duyduğu kadının sesiyle gülümsedi ve yürümeye devam etti. Mete'nin adımları sisin içinde düzenli bir ritim tuttururken, kulaklıktan Eyşan'ın sesi yankılanmaya devam etti.

"Unutmayın, burası sadece bir vadi değil; burası yüreklerin sınandığı, cesaretin ve sadakatin teriyle yoğrulduğu yerdir. Her adımınızda hem kendinize hem de bu timin mirasına sahip çıkıyorsunuz."

Teğmenlerin yüzlerindeki yorgunluk hafifçe azaldı, omuzlarındaki yük biraz olsun hafifledi. Sis, onların azmini saklayan bir örtü gibi üstlerine serilmişti. Tam o anda, derinlerden gelen, ani ve keskin bir çıtırtı yankılandı. Herkes donup kaldı. Adımlar durdu, nefesler boğuldu. Teğmenlerin gözleri, sisin içinde kıpırdanan bir gölgeyi yakalamaya çalıştı. Bir an için vadideki sessizlik paramparça oldu.

Mete, ellerini arkasında bağlayarak bir adım geriledi.

"Bu andan itibaren artık yalnızsınız," dediği an çalılıkların arkasından gelen yirmi beş askeri personel hızla ellerinde çuvalları, teğmenlerin kafalarına geçirip bayılttı. Baygın teğmenlerin bedenleri sessizce yere yığılırken, çuvalları taşıyan askerler hızla çevreyi kontrol etmeye başladı. Mete, sakin ve soğukkanlı adımlarla, gözleri karanlıkta parlayan bir gölge gibi ilerledi.

Mete, Eyşan ile Osman'ın beklediği vadinin yamacına çevik hareketlerle çıktı ve Eyşan'ın omzundan sarkan dürbünü alıp kulaklığını çıkarttı. Dürbünü gözlerine yasladığında askeri personellerin, bayılmış teğmenleri omuzlarına alarak götürmelerini izledi. Eyşan, ellerini birbirine sürtüp çenesini dikleştirdi.

"Yavaştan kışlaya geçip odaları hazırlatalım, Bozkurt."

Mete, bir an için sessiz kaldı. Duyduğu lakap, gözlerinde tanıdık bir parıltı oluşturdu. Dürbünü Eyşan'a uzatırken yüzünde belli belirsiz bir tebessüm belirdi.

"Emrin olur, Güvercin," dedi alçak ama net bir sesle.

Osman, her ikisine birden göz ucuyla bakarken omzundaki telsiz hafifçe inip kalktı.

Sis hâlâ Bestler'in yamaçlarını bırakmamıştı ama artık kışlanın etrafında yükselen güneş, gündüzü iliklere kadar hissettirmeye başlamıştı. Araç, asfaltın üzerinden geçerken tekerleklerin çıkardığı uğultu dışında içerde konuşan yoktu. Herkes, vadide kalan görüntülerle baş başaydı.

Kısa bir yolculuğun ardından kışla kapısından içeri girdiklerinde, ilk göze çarpan şey önceden hazırlanan prefabrik yapıların sıralanmış hâliydi. Beton zeminin üzerine oturtulmuş, tek kapılı, küçük ama fonksiyonel odalardı. Her biri yeni eğitilen teğmenler için ayrılmıştı.

Girişe yaklaştıklarında Eyşan ve Mete eşzamanlı olarak yan ceplerine uzanıp yüz maskelerini çıkardılar. Eyşan'ın yüzüne geçirdiği hâkî maske, sadece gözlerini açıkta bırakıyordu. Alnına kadar gelen kumaş, çene hattını tamamen örterken sert bakışlarını daha da belirginleştiriyordu. Mete de benzer bir maskeyi taktı; onunki biraz daha koyu tonlardaydı, maskenin üst kenarı kaş hizasında bitiyor, gözlerini derinleştiriyor, yüz hatlarını keskinleştiriyordu.

Eyşan, içlerinden bir prefabrike yöneldi. Odanın içi sade ama düzenliydi. Hemen ön tarafta ince, beyaz bir masa, üzerinde klasör ve kalem kutusu; arkasında siyah deri bir sandalye vardı. Hemen masanın arkasına geçip oturdu. Postürünü bozmadan, ellerini masanın yüzeyine koydu. Mete, Eyşan'ın sol yanında dikildi. Göğsü, içerideki klima sesine karışan nefesiyle ritmik inip kalkıyordu.

Eyşan, "İlkini gönderin," dediğinde Mete, başını hafifçe eğerek onayladı ve kapıyı açtı. Dışarıda görevli erle kısa bir şeyler konuştuktan sonra kapıyı yarım aralık bırakıp tekrar Eyşan'ın yanına döndü.

Kapının önünde kısa bir ayak sesi duyuldu. Metal gövdenin verdiği yankıyla, dışarıdaki adımlar bir süre sonra durdu. Ardından kapı tam açıldı ve içeriye genç bir teğmen adım attı. Güneşten gözleri kısılmış, alnındaki ter neredeyse şakağına inmişti. Üzerindeki yeşil montun önü açık, nefesi biraz düzensizdi ama hâlâ hazır ol duruşunu bozmaya çalışıyordu.

Eyşan, yüzünü hafifçe yukarı kaldırdı. Maskenin içinden görülen gözleri, genç askerin yüzüne sabitlendi. Sessizlik, duvarda asılı saatten gelen tik taklarla birlikte daha da gerildi. Teğmen, birkaç saniye sonra istemsizce yutkundu. Mete, bir adım öne çıkıp dosyalardan birini masaya bıraktı. Ardından, yere sabit gözlerle duran genç teğmenin birkaç adım sağına geçerek yeniden dikildi.

Eyşan, önündeki klasörü açmadan konuştu.

"İsminiz?"

"Teğmen Umut Saydam, komutanım," dedi genç asker, sesi hem gergin hem saygılıydı.

Eyşan'ın parmak uçları, masanın üzerine hafifçe vurdu. Vuruşlar ne sertti ne yavaştı, karşısındakini izlerken zamanın işleyişini hatırlatıyordu adeta.

"Umut Teğmen," dedi Eyşan, dosyayı açıp ilk sayfaya göz gezdirirken. "Bestler'deki ilk yirmi dakikada, pusulanı kaybettin."

Teğmen Umut, yutkundu ama bu sefer sesini daha kararlı buldu.

"Doğrudur komutanım."

Mete, göz ucuyla Eyşan'a baktı. Eyşan, dosyayı kapattı ve ellerini tekrar masaya yerleştirdi.

"Seni ilk gördüğümde bana, 'Bu timin en iyisi olurum' dedin. Bu hâlinle mi olacaksın?"

Umut başını hafifçe eğdi. Gözleri yerdeydi ama sesi kesilmedi.

"Hayır komutanım ama olacağım."

Eyşan'ın bakışları sertti ama altında yakıcı bir öğreticilik vardı. Uzun bir sessizlikten sonra başını yana çevirip Mete'ye baktı. Mete, bir kez başını salladı.

Eyşan tekrar Umut'a döndü. "Neden sizi bayıltarak buraya getirdiğimizi biliyor musun?"

Umut, kafasını iki yana salladığında Eyşan, arkasına yaslandı.

"Çünkü burası son düzlük. Eğitime birlikte başlayan yirmi beş kişiden bugün on kişiyi seçerek yolumuza devam edeceğiz. Düşürdüğün harita yüzünden yük olduğun arkadaşını hatırlıyor musun, Serdar'ı? Bir teşekkür bile edemeden, kafalarınıza geçirilen çuval içinde kalakaldınız. Son bir kez bile birbirinizi göremediniz. Halbuki bu insanlarla bir aydan beri, aynı ortamda uyuyorsunuz. Aynı kaptan yemek yiyip, su içiyordunuz."

Eyşan, sözlerini ağırlaştırarak bitirdiğinde, odada nefes alınamayacak bir yoğunluk oluştu. Sessizlik, bir mahkeme salonundaki karar anı gibiydi. Mete, Eyşan'ın arkasındaki gölge gibi duruyordu. Ne bir adım öne çıkıyor ne de gözlerini Umut'tan kaçırıyordu.

Teğmen Umut Saydam, başını kaldırdı. Yüzünde pişmanlıkla karışık bir kararlılık vardı. Dudakları hafifçe titredi ama sesi bu kez daha net çıktı.

"Serdar'a teşekkür edememiş olabilirim ama onun sırtında taşındığım her saniyeyi hatırlıyorum."

Eyşan, öne eğilip dirseklerini masaya yasladı.

"Sana bir sır vereyim mi teğmen? Bu hayat, nefes aldığın müddetçe iki şeyi unutturmaz sana," dedi Eyşan, gözlerini Umut'un gözlerine kilitlemişti. "Biri, senin için şehit olmuş arkadaşlarını. Diğeri ise o şehit olmuş arkadaşlarına edemediğin teşekkürlerini."

Bu kelimeler, acı bir hakikati, yıllarca sırtında taşımış bir komutanın ağzından çıkmıştı. Mete, başını yavaşça eğdi. O sözlerin içindeki yük, sadece Umut için değil, oradaki herkes için geçerliydi. Çünkü o odadakilerin hepsi bu yükle yaşıyordu. Kimi adını hâlâ mırıldanarak anıyordu kaybettiği kardeşinin, kimi yalnızca gece uykusunda içinden fısıldıyordu. Ama hiçbirinin omzu boş değildi.

Teğmen Umut Saydam'ın çenesi titredi. Gözlerinde yaş yoktu ama bir şeyin yerinden koptuğu belliydi. Bu kez eğilmedi, bu kez saklanmadı. Eyşan başını eğip dosyayı kapattı. Masanın yanındaki küçük düğmeye bastı. Kapı açıldı. Umut Saydam'ı almak için gelmiş görevli asker kapının önünde beklerken Eyşan, gözlerini Umut'tan ayırmadı.

"Kalbini ikiye böl teğmen. Biri vatanın, diğeri de vatanı için canını ortaya koymuş tim arkadaşının olsun."

Bu söz, sadece bir öğüt değil; bir vasiyet gibiydi. Yalnızca Umut'a değil, o odadan geçen her askere, her nefese, her adımda düşeni arkada bırakmayacak olanlara hitaben söylenmişti.

Umut Saydam, başını eğmeden son kez Eyşan'a baktı. Bu bakışta ne isyan vardı ne de sitem. Eyşan, göz kırpmadan izledi onu. Kapıdan çıkarken omuzları hâlâ yorgundu belki ama artık daha dikti. Çünkü sırtında taşıdığı yükü tanımıştı.

Eyşan, boğazını temizleyip bakışlarını önündeki dosyaya çevirdi. Biraz önce içeride olan teğmenin vesikalık fotoğrafına uzun uzun baktı. Sonra bir refleksle elini uzatıp fotoğrafı dosyadan ayırdı. Onu, sol yanındaki klasörün arasına yerleştirdi. Fotoğrafsız kalan dosyayı çekmecenin içine koydu. Hemen dosyanın altında kalan diğer isim Serdar Altuntaş'tı.

"Bu bahsettiğimiz teğmen değil mi, Serdar?"

Mete'nin bakışları Eyşan'ın yüzünde bir an sabitlendi.

"Evet," dedi. Eyşan, kafasını salladı ve dosyaya bakarken eliyle kapıyı gösterdi.

"Çağır gelsin."

Mete, komutu aldığı gibi dönüp kapıya doğru yürümeye başladı. Duruşunda bir askerî sertlik, yürüyüşünde yorgun bir gurur vardı. Eyşan, onun sırtını izledi. Kumral saçlarının enseye yakın kısmı hafif terliydi. Yürürken üniformasının vücuduna oturan kısmı, özellikle kalça çizgisi, Eyşan'ın gözlerinin orada takılı kalmasına neden oldu. Gözlerini kırpıştırdı. Maskesini yüzüne biraz daha çekti, göğsünden çıkan nefesi bastırmak ister gibi bir eliyle boynunu serinletti.

Kafasını iki yana sallayarak arkasına yaslandı ve içeri girecek teğmenin hikâyesine hazır olmak için yeniden önündeki dosyayı açtı. Saat ilerliyordu ama Eyşan'ın vicdan terazisi, henüz kimseye kefil olmamıştı.

Kapının önünden gelen adım sesleri, odanın ağır sessizliğini bölmeden yaklaştı. Metal tokasının kapıya çarptığı hafif tını duyulduğunda Eyşan, dosyanın sayfasını çevirip Serdar Altuntaş'ın sicil kaydını açmıştı. Mete, yine Eyşan'ın yanında yerini aldığında, içeri giren genç teğmen, birkaç saniye boyunca gözlerini ışığa alıştıramamış gibi kırpıştırdı.

Serdar'ın üstü hâlâ toprak içindeydi. Üzerindeki hâkî montta birkaç çizik vardı. Dizlerinde kurumaya yüz tutmuş çamurlar, ellerinde ise diken sıyırıklarının izleri duruyordu. Odaya adım attığında, gözleri ilk olarak Eyşan'a değil, yanında duran Mete'ye kaydı. Ama Eyşan'ın masanın başındaki keskin duruşu, bakışları yeniden ona çekmişti.

"İsminiz?"

"Teğmen Serdar Altuntaş, komutanım," dedi genç asker. Sesi önce titredi, sonra toparlandı. O tınıda hem saygı hem yorgunluk hem de bir başarma arzusu vardı. Eyşan'ın parmakları dosyanın kenarında ilerledi. Fotoğrafın yanındaki notlara bakarken, sesi yavaşça yükseldi.

"Bir arkadaşını sırtında taşımışsın. Üstelik pusulasını kaybetmiş, haritasını düşürmüş, yönünü şaşırmış haldeydi. Neden onu bırakmadın, belki de onun yüzünden bugün eleneceksin?"

Serdar'ın çenesi gerildi. Bir an cevap vermekle susmak arasında kaldı ama sonra kırılgan bir şekilde gülümsedi.

"Çünkü biz aynı kamptan çıktık, aynı yemeği yedik komutanım. Ben onu orada bıraksaydım, kendi gölgemi de bırakmış olurdum."

Eyşan, o cümleye dikkatle baktı. Sessizliği, Mete'nin nefes alışlarıyla birlikte sanki odada yankılandı. Ardından başını hafifçe eğdi.

"Bu kadar basit mi?"

"Hayır," dedi Serdar. "Ama bu kadar net."

Eyşan, başını kaldırdı. Gözleri Serdar'ınkine değdiğinde o bakış, sadece bir komutanın sorgusu değil, bir sınavın da son sorusuydu.

"Bir gün esir alınıp ölümle yüz yüze geldiğinde, vatanını mı satarsın yoksa sırtında taşıdığın o arkadaşını mı?"

Serdar'ın yüzü bir an için dondu. Gözleri, Eyşan'ın gözlerinin içine sabitlendi; yutkundu ama bakışını kaçırmadı. Sanki bu soruyla bir değil, bin hayat tartıya konmuştu. Dudaklarını araladı, sesi bu kez kararlı, içten ve ağırdı.

"Bir vatan, içinde yaşayanlarla vatandır. Ölmek pahasına arkadaşımı korur ve ona uğruna savaşılacak bir vatan bırakırdım."

Eyşan'ın kaşları çatılmadı ama göz kapakları bir an için yavaşça indi. O an, Serdar'ın sözlerinde aradığı o kırılmayan çizgiyi bulmuş gibiydi. Masadaki ellerini yavaşça dizlerinin üzerine çekti. Gözleri, Mete'ye döndü; maskesinin ardında, bir anlık gülümsemenin izini Mete sezdi.

Mete, Eyşan'ın niyetini anlamıştı. Sessizce başını eğdi.

Eyşan, Serdar'a döndü.

"Çıkabilirsin Serdar, yarın sabah eğitimde görüşmek üzere."

Serdar'ın yüzünde ne sevinç ne korku vardı. Sadece ağırlığını bilen bir adamın kabulüydü.

"Emredersiniz komutanım," dedi ve ayağa kalktı. Eyşan ile Mete'ye selam verip kapıya doğru döndüğünde Eyşan, kaşlarını kaldırdı.

"Serdar Teğmen," Teğmenin bakışları Eyşan'ı buldu. Eyşan, maskesinin altındaki dudaklarını kıvırdı, "Bu arada bizler ölmeliyiz," dedi ve gülümsedi. "Şehit oluruz."

Mete, kapıya doğru yürüyüp sessizce kapıyı açtı. Serdar içeriye girdiği gibi dimdik adımlarla dışarı çıktı. O an odada yeniden sessizlik oldu. Ama bu kez yük hafiflemişti. Çünkü bir asker, sadece sınavı geçmemişti; inancını da ortaya koymuştu. Eyşan, Serdar'ın vesikalığını alıp Umut'un olduğu dosyaya koydu ve diğer teğmenin getirilmesini emretti.

Kapının açılmasıyla birlikte, sessizlik yerini yeni bir nefese bıraktı. İçeri adım atan genç teğmen, hafif terlemiş ve gözlerinde karışık duygular taşıyordu.

"İsminiz?" diye sordu Eyşan, gözlerini yerinden ayırmadan.

"Teğmen Deniz Korkmaz, komutanım," dedi genç kadın, sesi titrek ama kararlı. Eyşan, aklına düşen Deniz'in görüntüsüyle gülümsememek için kendini zor tuttu ve yıllar önce Deniz'e sorduğu soruyu ona da sormak için maskenin altındaki dudaklarını araladı.

"Arkandaki duvarın rengi nedir, Deniz?"

Deniz, arkasına döndü. Eyşan, sıkkın bir nefes verdiğinde başını eğerek dosyayı sağ tarafa aldı.

"Karşındaki duvarda aynı renkti Deniz, çıkabilirsin."

Eyşan'ın sesi odada yankılanırken Deniz, ağır adımlarla kapıya yöneldi. Odaya girerken hissettiği baskı biraz azalmıştı ama yüzündeki o hafif titreme, yaşananların ağırlığını hala taşıyordu. Kapı kapandığında, Eyşan bir an için gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı ve ardından Mete'ye döndü.

"Demek ki Güvercin Timine bir Deniz yeterliymiş."

Mete, gözlerini kırpıştırıp kafasını sola doğru eğdi.

"Neden duvarın rengini sordun?"

Eyşan, gülümseyerek arkasına yaslandı.

"Amaç renk değildi akıllım. Dikkatini ölçmekti."

Mete, Eyşan'ın açıklamasına gözlerini devirip ellerini arkasında bağladı.

"Yalnızca hazırlıksız yakalandı."

Eyşan'ın gülümsemesi, maskenin ardında hafifçe soldu. "Hazırlık, savaşta hayat kurtarır, Mete. Herkesin gözü önünde değil, en basit ayrıntılarda başlar bu dikkat."

Eyşan, yeniden dosyalara bakarken devam etti ve "Diğerlerini almaya devam edelim," dedi. Sınav, acımasızca sürüyordu. Odaya girip mutlu çıkanlarda oluyordu, odaya girip yalnız ayrılanlarda ama her biri bir başka hikâyede can bulmak için hayatlarına devam etmeye çalışacaklardı.

13 Kasım 1994 / İdlib

Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından

The Rains Of Castamere, Ramin Djawadi

Kanı bozuk birinden merhamet beklenmezdi.

Geçmişini temiz göstermeye çalışsa da kelimelerinin arkasındaki paslı izleri silmeye yetmezdi. Kimin nerede sustuğu, kimin kim için kurban verildiği unutulmazdı. Ama bu topraklar, ihanetin kokusunu unutmayan toprağa gömülmüş yeminlerle doludur.

Onlar geçmişin tozunu halının altına süpürmeye çalışırken askerler, o tozun nefeslerine bulaştığını biliyordu zaten. Kimliğini yitiren, ruhunu da kaybeder mottosuyla bu işe gönül vermiş askerlerden önce gelmiş kanı bozuklar vardı. Çünkü bu topraklarda yalnızca insanlar değil, yeminler de ölür ama ruhlar, ihanetin izini taşıyarak yaşamaya devam ederdi.

Soğuk ve loş ışıklarla aydınlatılmış, beton duvarların sertliğini hissettiren üs binasının toplantı odasında, zaman ağır aksak ilerliyordu. Duvarlarda yıpranmış haritalar asılı, masanın ortasında eski tip projektör sessizce homurdanıyordu. Odaya yayılan tozlu hava, uzun süredir aynı mekânda bekleyenlerin soluklarını kesiyordu.

Önde, geniş ve iri bir masa vardı. Masanın tam ortasında, siluetleri belirginleşen Bozkır Timinin fotoğrafı yansıyordu. Dört adam; sert bakışlar, kamuflaj giysileri ve keskin hatlarla bir araya gelmişti. Fotoğrafın etrafında, titreyen ışıkta adları belirmişti.

Komutan, Saldırı Uzmanı, İstihbarat, Keskin Nişancı.

Elias Farouq, odanın en sağ köşesindeki deri kaplı büyük koltukta oturuyordu. Bacaklarını hafifçe açmış, parmaklarını birleştirerek hafifçe öne eğilmişti. Yüzü karanlıkta gölgelenmiş, sadece gözlerinin ateşi odayı delip geçiyordu.

Yanında küçük kız kardeşi Rojin ve Mümtaz Çalkun duruyordu; Mümtaz'ın çenesinde hafif bir sakal, Rojin'in ise soğuk ama hesapçı bakışları vardı. Arka tarafta Raşit Fas, Zara Demirkan ve Erdinç ise duvara yaslanmış, elleri cebindeydi, gerginlikten parmak uçları titriyordu.

Merhamet, ancak yüreğinde vicdan taşıyanların hakkıydı ama bu beş kişi terör örgütünün bel kemiğiydi.

Elias Farouq ve Rojin, amansız planların mimarlarıydı. Yanlarında tuttukları Raşit Fas, Mümtaz Çalkun, Zara Demirkan ve Erdinç Savaş ise sahada kan döken, kural tanımayan tetikçilerdi. Bu topraklarda barış için değil, kaos için savaşıyorlardı.

Elias, parmaklarını birbirinden ayırmadan başını hafifçe kaldırdı. Projeksiyondaki fotoğraf titrek bir şekilde dalgalanırken, gözleri o görüntüye değil; çevresindekilere dikildi.

"Gördüğünüz bu adamlar bir tim değil yalnızca," dedi alçak ama tok bir sesle. "Bir ülkenin ayakta kalma çabası. Bir halkın direnişi. Bir milletin sessiz ordusu."

Sözcükleri ağır ağır yere düşüyor, her biri taş gibi yankılanıyordu odada. Erdinç göz ucuyla Raşit'e baktı. Raşit'in dişleri kenetliydi. Zara'nın gözleri ise hafifçe kısıldı. Elias konuşurken nefes almak bile gereksizdi.

"Ve biz... Biz bu çabayı boğmak zorundayız," dedi Elias. "Onları yok etmek demek, köklerini kesmek demek. Yalnızca hedefleri değil; hafızalarını da yakacağız."

Bir an sustu. Sanki sözlerinin yankısı odanın duvarlarından dönsün istemişti. Sonra parmaklarını çözdü, sağ elini koltuğun kenarına koydu ve yavaşça doğruldu.

"Bu haritada sadece yollar yok," dedi, duvardaki solmuş haritalardan birine bakarak. "Bu haritada damarlar var. Kim nereden besleniyor, kimin kalbi nerede atıyor? Biz bunların hepsini biliyoruz artık."

Başını Rojin'e çevirdi. Kız kardeşi, duygusuz bir ifade ile başını eğdi, hazır olduğunu gösterdi. Elias yürümeye başladı, ağır adımlarla. Mümtaz'ın önünde durdu.

"Sana güveniyorum," dedi kısık bir sesle. "Ama bir adımın eksik olursa, seni ilk yakacak olan da ben olurum."

Mümtaz sadece başını salladı. Tepkisiz ama tetikte. Raşit'in önüne geldiğinde bakışlarını biraz daha sertleştirdi.

"Onların içine gireceksin, bize içeriden bilgi akışı sağlayacaksın."

Zara'ya döndüğünde kısa bir gülümseme beliriverdi dudaklarında.

"Zeki kadınsın. Ama zekânın yönünü şaşırırsan, sana ait olan her şey senden alınır. Hatırla, bu oyunda sadakat satın alınmaz; kanla ispat edilir."

En son, projeksiyonun karşısında durdu. Gözlerini bir kez daha Bozkır Timinin görüntüsüne dikti. Fotoğraftaki dört adamdan birinin gözlerine uzun uzun baktı.
Sonra soğuk bir tonda fısıldadı.

"Önce gözlerini oyacağız, sonra isimlerini bile sileceğiz."

Elias arkasını döndü. Projeksiyonun ışığı bir anlığına gövdesine gölge düşürdü. O an odada bulunan herkes, onun yalnızca bir adam değil, bir inançsızlık sistemi, bir yıkım simgesi olduğunu hissetti.

Elias Farouq, yalnızca bir süreliğine yanlarından ayrıldığında Mümtaz ile Erdinç Savaş'ın arasında çıkan silahlı tartışma, belki de gecenin kalbine damlayacak ilk kanın sessizce belirmesine yol açmıştı.

"Ölüm her yerde," dedi Mümtaz, küçümseyerek. "Ama biz mezar taşlarını okumaya değil, yazmaya geldik."

Erdinç'in gözleri daraldı. Parmakları, kemerine asılı silahın kabzasına istemsizce kaydı. Zara bir adım geri çekildi. Rojin ise Elias'ın koltuğunun arkasından, hareketsiz bir yılan gibi durumu izliyordu.

"Sen hâlâ kiminle savaştığını bilmiyorsun," dedi Erdinç. "Sana göre onlar birkaç bozkır sıçanı olabilir. Ama Akıncı Timi'nin adını duymamış olamazsın. Bozkır Timi onların habercisiydi sadece. Asıl ölüm daha yolda."

Mümtaz, başını bir yana eğdi. "Akıncı Timi ha. Dağ efsanelerine mi kaldık şimdi?"

Söz henüz ağzından çıkmıştı ki Erdinç silahını çekti. Odanın içi bir anda gerildi. Metalin soğuk sesi duvarda yankılandı. Mümtaz da refleksle silahını çıkardı. İki terör örgütü üyesi, projeksiyondaki ışığın titrek beyazında karşılıklı durmuş, parmaklarını tetiğe dayamıştı.

Bozkır Timi'nin yüzleri, onların arasında sanki bir hayalet gibi duruyor; geçmişle gelecek arasında bir tehdit gibi salınıyordu.

Rojin, hafifçe öne çıktı. Sesi buz gibiydi.

"Silahlarınızı indirseniz iyi olur. Elias döndüğünde hâlâ birbirinize silah doğrultuyorsanız bu sefer iki kişilik mezar kazdırır."

Zara derin bir nefes aldı. "Burası kum sahası değil, Mümtaz. Erdinç. Elias'ın yokluğu size serbestlik vermiyor."

Ama Erdinç'in sesi çatallı, tehdit doluydu.

"Burası yakında kum değil, kan görecek. Ve o kan, içimizden biri olursa şaşırmayın."

Mümtaz yavaşça silahını indirdi ama gözleri hâlâ öfkeliydi.

"Beni tehdit etme, Erdinç. Kan dökülürse, ilk damla senden gelir."

Kapıdan dışarıda yankılanan adımlar duyuldu. Silah sesleri ile karışan çığlık ve koşuşturma adımları duyuldu. Tarih, bu anı hiçbir zaman unutmayacaktı. Bir künye, iki elin arasında dolanıp duracaktı. Sekiz ocağa düşen yangın, tüm ülkeyi yasa boğacaktı. Memleketin her karış toprağı, intikam sesleriyle yankılanacaktı.

Ve bir gün, değil silahlarını, tüm lanet geçmişlerini toprağa gömseler de bu milletin hafızasında pislikleri yazılı kalacaktı.

3 Temmuz 2022 / Şırnak

Osman Çavdar, Ağzından

Mevsim Sonbahar, Metro

Güneş, sırtımı kavuran bir sabırla tepemde asılıydı. Havada yanık toprakla ter karışımı keskin bir koku vardı; uzun süredir dinmeyen tozla sarmalanmış bir sessizlik çökmüştü etrafa. Dağların gölgesi bile tereddütlü düşüyordu toprağa.

Önümde, ayak sesleri yankılanıyordu. Her biri, aynı yoldan geçmiş gibi tek tek yürüdü. Başlarında karanlık bir çuval, omuzlarında geçmişin yükü, belki de geleceğin hükmü... Ses yoktu. Sadece içeri süzülen gölgeler ve arkamdan kesilen güneş vardı.

Prefabrik binanın paslı kapısı her açıldığında içeriye bir anlığına hayat sızıyor, sonra kapı kapanıyor, her şey yeniden susuyordu. Yüzlerini görmüyordum ama adımlarındaki tereddütleri, ayakta duruşlarındaki kırılganlığı izliyordum. Bazılarının dizleri titriyordu, bazıları göğsünü dik tutmaya çalışıyordu. Kimi içeriye girerken hafifçe başını eğiyordu, kimi sanki kaderi kendi elleriyle yazacakmış gibi dimdik yürüyordu.

Sonuncusu da içeri girdikten sonra, ayaklarım toprağın kıyısında durdu. Öylece. Bekledim. Ne bir emir geldi ne de bir ses. Sadece kuşların araya serpiştirdiği birkaç ötüşü ve uzaklardan gelen rüzgârda hışırdayan kuru yaprakların sesi vardı. Sırtımı döndüm. Geniş adımlarla yürümeye başladım.

Toprak çatlamıştı. Ayaklarımın altındaki her çatlak, sanki bir hatıra gibi önümde uzanıyordu. Etrafta yıllarını susarak geçirmiş ağaç gövdeleri, delik deşik edilmiş duvar kalıntıları, eski nöbet kulübesinin yıkılmış çatısı... Her şey zamanın bir yerinde asılı kalmış gibiydi.

İleriye baktım.

Kışlanın eşiğinde, yolun ucunda bir çınar ağacı vardı. Geniş gövdesi toprağı ikiye yarmış gibi kök salmıştı. Dalları, savaş yorgunu bir askerin omuzları gibi eğikti. Altında biri vardı.

Züğürt.

Çınarın gölgesine sığınmış, başını önüne eğmişti. Sağ elindeki tespihi ağır ağır çekiyor, her tanede bir kayıp daha anımsıyormuş gibiydi. Ona doğru yaklaştıkça gölge üzerime düştü. İçimdeki ağırlık, güneşin yerini alıp daha da bastırdı. Bu sadece bir yürüyüş değildi; bu, bir hatıraya saygı duruşuydu. Bir gölgeye, bir tarihe, bir emanete doğru ilerliyordum.

Züğürt, benim geldiğimi fark ettiğinde başını yavaşça kaldırdı. Güneş, kırışmış alnına vurduğunda, dudaklarının kenarında bir gülümseme kıvrıldı. Bir savaş görmüş, bir dua etmiş, bir mezar başında susmuş insanın gülümsemesiydi. Sanki bir zamanlar o çınarın gölgesinde diz çökmüş genç birliğini, tekrar yürürken görmüştü.

Ama bu sefer gelen, hepsinin ardından kalan biriydi.

"Asiye'nin yavrusu gelmiş," dedi. Sesi hem kırık hem vakurdu. O kelimelerde hem bir sahipleniş hem bir sitem hem de saklanmayan bir özlem vardı. Yutkunamayıp öylece adımlarımı duraksattığımda ona bir kez daha hayran oldum. Çünkü Züğürt, yalnız kalmış bir çınarın gölgesinde bile devleşebilen bir adamdı.

Tespihi avucunun içinde yuvarladı, sonra çınarın gövdesine yaslandığı yerden biraz doğruldu. Gözleri prefabriğe kaydıktan sonra yeniden bana çevrildi.

"Tim kurmak kolay değil. Asker seçmek mesele değil evlat, yürek seçmek mesele. Omuz verecek olanı değil, omuz vereceği düşeni kaldırabilecek olanı ararız biz. Savaşmayı herkes öğrenir. Ama savaş bittikten sonra nefes almayı bilen kaç kişi kaldı, söyle bana?"

Sustum.

Çünkü o cümle, içimi delip geçmişti.

Çınarın yaprakları hafifçe hışırdadı. Rüzgâr, bir dalı titretti. Sanki zamanın içinden biri adımı söyleyecekmiş gibi kulağım çınladı. Gözleri gözlerimde dolanırken kafasını iki yana salladı.

Züğürt, bir süre başını eğdi. Parmakları tespihin son tanesinde bir süre durdu. Gözlerini kapattı. Yüzünde, dağların rüzgârla eskitilmiş kayalarını andıran bir sakinlik vardı. Dudakları kımıldadı.

"Bismillâhillezî lâ yedurru me'asmihi şey'un fi'l-ardi ve lâ fi's-semâi ve hüve's-semî'u'l-alîm... Hasbiyallâhü lâ ilâhe illâ hüve, 'aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbü'l-arşi'l-azîm..."

Sesi öyle derin ve eskiydi ki, duyduğum dilin anlamından önce, taşıdığı yük vurdu yüreğime. Her kelime, sanki toprağa kazınıyor, çınarın gövdesinden yankı buluyordu. Dua değil, bir hatırlatmaydı. Zamana. İnsana. Ateşe. Sonra gözlerini açtı. Bakışları artık geçmişte değil, bende sabitlenmişti.

"Gök, bir kez daha yere eğilecek," dedi. "Ve toprağın içinden biri çıkacak; adı unutulmuş olanı hatırlatacak."

Bir anlık sessizlik çöktü. Bu, sadece mecaz değildi. Bu, Züğürt'ün ağzından çıkan bir işaretti. Ben o an neye uğradığımı bilemedim. İçimde soğuk bir boşluk doldu. Rüzgâr birden yön değiştirdi. Çınarın dalları bir başka türlü hışırdadı. Züğürt başını göğe kaldırdı.

"Dualar, bazen emir gibi iner. Bazı insanlar da o emri fark etmeden yerine getirir."

Bana bakmadan ayağa kalktı. Tespihi ceketinin cebine koydu.

"Sen, o adı unutulmuş olanı hatırlayacak mısın, Osman?" dedi, yavaşça. "Yoksa unutacaklardan biri mi olacaksın?"

Başını yere eğdi ve sırtını bana dönüp yürümeye başladı. Ardından bakakaldım. Geçmişin ağırlığı ve geleceğin belirsizliği arasında kaldım; önümde sadece yürüyebileceğim bir yol vardı. Kafam, düşüncelerimden dolayı iki yana sallanırken küçük adımlarla çınar ağacının altından çıktım. Bana doğru yaklaşan Ayda, Deniz ve Cemile'yi gördüğümde adımlarıma devam ettim.

Cemile'yi görmek, güneşin tepemde kavurduğu bu toprağın üzerinde, ilk defa nefes alabilmek gibiydi. Kalbim neyi neden anladığını açıklayamadan hızlandı. Bakışları bana değdiğinde içimden geçen tek şey, "iyi ki yaşıyor" demekti. Ve belki de ben, Cemile'yi sevmeye başladığımda değil onun yaşadığı için dua ederken fark ettim bunu.

Hiçbir zaman tam karşısında durup söyleyemedim. "Ben seni seviyorum," demek değildi mesele. Ben onu düşünürken başka hiçbir şey düşünemememi saklayamadım. O benden habersiz yürürken bile, ben onu ezberliyordum. Ve işin tuhafı ben onu ne zaman izlesem, kendimi daha az yalnız hissediyordum.

Cemile ile göz göze geldiğimizde dudaklarının kenarları bir hilal misali kıvrıldı. Ben sustum, dünya sustu. İçimde susmayan tek şey onun gülüşü oldu.

Deniz ile hep birlikte yanıma yaklaştıklarında bakışlarımı Cemile'den ayırıp Deniz'e bakmak zorunda kalmıştım. Deniz'in yüzündeki imalı gülüşe gözlerimi devirip boğazımı temizledim. Kaşlarımı hafifçe çatıp yeniden Deniz'e baktığımda hâlâ o gözlerinin içindeki imalı bakışın parıltılarını kaybetmemişti.

"Hayırdır, nereye böyle?" diye sorguladığımda Deniz, ellerini arkasında bağladı ve sağ omzunu silkti.

"Yarın Cemile ablanın okulda bir sunumu varmış. Ayda'ya gelmesi için ricada bulundu. Onları okula biz götürebilir miyiz diye sormaya geldik."

Cemile, Deniz'in sözlerinden sonra başını hafifçe eğdi. O sakin duruşunun altında, içinden geçenleri fazla göstermeyen ama gösterirse de yüzünü kızartacak bir taraf vardı.

"Senin işin vardır diye zahmet vermek istemedim. Ayda'yla birlikte gitmek iyi olur diye düşündüm," dedi usulca. Sesi rüzgârın toprağa dokunması gibiydi. Ne fazla iddialı ne de tamamen çekinikti. Sadece başımı eğip bir kez, neredeyse fark edilmeyecek kadar kısa bir bakışla gözlerine baktım. Ama o kadarı yetti. İçimde beliren o tuhaf kıpırtı, yerinden kalkmak için zemin arıyordu.

"Elbette götürürüm," dedim, istemsizce hızlıca. Söz ağzımdan çıkarken kendime şaşırdım. Deniz'in bakışı bir tokat gibi yüzüme çarptı. Gülmedi ama gülmediği için daha çok güldü sanki. Cemile başını sallayıp nazikçe gülümsedi.

"Teşekkür ederim, Osman."

İsmimi böyle söyleyen kaç kişi oldu bilmiyorum ama onun söyleyişi başka bir şeydi. Sanki ismim ilk kez bana ait olmuş gibiydi. Yutkundum. Cevap vermedim. Çünkü vereceğim her kelime, içimde tutmaya çalıştığım her şeyi ağzımdan söküp alabilirdi. Cemile, gözlerimin içine bakarak dudaklarındaki gülüşü büyüttü.

"O hâlde ben gideyim, sunuma çalışayım. Hadi gel Ayda."

Cemile, Ayda'yla birlikte birkaç adım öne çıktı. Rüzgârla birlikte saçlarının ucu hafifçe savruldu. Ben hâlâ yerimdeydim. Ne yürüyordum ne konuşuyordum. Bir iç geçirdim, belli etmeden. Uzaklaşmalarını izlerken yandaki sessizlikten Deniz'in kısık kahkahası geldi.

"Osman..." dedi uzatarak, hafif başını bana eğip gözlerini kıstı. "Bu teşekkür cümlesi sende neden kimlik bunalımı yarattı acaba?"

Kaşlarımı çatıp ona döndüm.

"Kubilay seni buraya yalnız yollarken beynini, senin beyninin yerine monte mi etti Deniz?"

Deniz iki adım geri çekildi, abartılı şekilde ellerini havaya kaldırdı.

"Yo abi, ben Kubilay'ı daha görmedim bile. Ama senin o 'elimizden geleni yaparız' tonun var ya -hafifçe kıkırdadı- yani bir adım sonrası düğün salonu rezervasyonu gibiydi."

Gözlerimi devirdim ama ağzımın kenarı istemsizce kıvrıldı.

"Senin gibi birinin şahitliğiyle evlenmek zorunda kalırsam yemin ederim boşanma sebebim olur."

Deniz kahkahayı bastı.

"Ben sana damatlığı Cemile'nin sunumuna giderken getireyim mi? Lacivert mi siyah mı istersin?"

Deniz'i bir anda boyun kilidine alıp sırtını göğsüme yasladım.

"Ben de seni burada mı döveyim yoksa Ayda'nın yanında mı? Hangisini istersin?"

Deniz, kahkaha atarak boyun kilidimden çıkmaya çalışırken gözlerimi devirip kollarımı boynundan çektim. Birlikte yürümeye koyulduk. Gülüşmeler, adımların tozlu zemine karıştığı ritme eklendi. Zihnim, ikiye ayrılmış bir yolun eşiğindeydi. Birinde Züğürt'ün dedikleri dururken diğerinde ise Cemile'nin varlığı vardı. Bir yanda geçmişin kanla yazılmış emirleri, öte yanda bir gülüşle sızan hayat bulunuyordu.

İçimden geçenleri ne Deniz'e söyleyebilirdim ne de kendime yüksek sesle itiraf edebilirdim ama biliyordum ki bazı kararlar cephede verilmezdi.

Bazı kararlar, insanın kendi içine döndüğü bir anda; yalnızca bir bakışın yankısında alınırdı.

-

BÖLÜM SONU

Merhabalar, nasılsınız?

Bölüm başında da belirttiğim üzere gidişatı hızlandırmak ve bölümlerin uzunluğunu kısaltmak istiyorum. Hem sizler için okuması daha sıkmayan bölümler olacak hem de benim için sürdürülebilir bölümler sağlanacak ama bilinmeyen bir durum var.

Biliyorsunuz ki ben bu kitaptaki bütün yaralı olanların hikayesini işlemeye ant içtim. O yüzden onların o anda neler yaşadıklarını yazarken bölüm uzunluğuna bir önlem alamıyorum. Onların dahil olduğu her noktada belli bir neden oluyor ve her zaman olacakta. Bunu okurken lütfen göz önünde bulundurmayı unutmayın.

Güvercin Timi, kitapla bir bağı olan bir tim. Baş karakterim Eyşan olmasına rağmen, her biri bu güvercini var eden kanatlar...

Uzun lafın kısası;

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle...

Sultan Çakır

on üç temmuz iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 13.07.2025 20:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sultan Çakır / GÜVERCİN / LII - SINAVLAR VE GEÇİŞLER
Sultan Çakır
GÜVERCİN

29.3k Okunma

1.47k Oy

0 Takip
88
Bölümlü Kitap
-AURORA-I - YEMİNII - İLK KURŞUNIII - MAVİIV - SORGUV - KANLI TÜYVI - SINIR7. BÖLÜM'DEN KESİTVII - GERÇEKDUYURU VE SOHBETKİTAP ADI VE KESİTVIII - TEKERRÜRIX - 25 SAAT 38 DAKİKA10. BÖLÜMDEN KESİTX - İSYANIN ARKASINDAKİ GÖLGEXI - YALANLAR VE İZLERİXII - SAVAŞIN SINIRINDAXIII - GECEYE SÜRGÜN AŞKXIV - KIRIK GÜVEN KOZASIXV - KIRILMA NOKTASIXVI - DUVARXVII - KANATLARI ISLAK GÜVERCİNXVIII PART I - SIRR-I MÜPHEMXVIII PART II - SÖNMÜŞ OCAK KÖZÜXIX - YÜKLÜ HATIRAXX - BÜLBÜLÜM ALTIN KAFESTEXXI - AL BAYRAĞIN GÖLGESİXXII - SONA BİR KALAA.E.BM.M.ÇXXIII - KORUN BIRAKTIĞI İZXXIV - BOZKURT VE TARUMARXXV - TEK KURŞUN SÖZÜXXVI - KARA KARIŞAN KANXXVII - ÖFKENİN KRİZ UYKUSUXXVIII - OMUZDA TAŞINAN YÜKXXIV - RUHU YUTAN BOŞLUKXXX - GERİ SAYIM SONUXXXI - YAKLAŞAN KASIRGAXXXII - HASSAS VE ZARİFXXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜII PART - XXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜXXXIV - AKREP VE YELKOVANXXXV - ŞEYTAN KILIKLI AZRAİLXXXVI - YOLUN SONUNDAKİ SAKİNLİKXXXVII - ECELİN GÖLGESİXXXVIII - OLASILIK VE KURAMXXXIX - KİMLİK KAYBIXL - BAHT VE TEKERRÜRXLI - KAYBOLAN ZAMANLAR- DUYURU -XLII - YANAN KÜLLERİN ARASINDAK.S.AA.O.ÖG.U.DGÜVERCİN HKK.XLIII - SERZENİŞİN KIYISINDAXLIV - DÜNE İÇİLEN ANT45. BÖLÜMDEN KESİTXLV - LEKE BIRAKAN İZLERMETE'DEN SİZE BİR MESAJ VAR!46. BÖLÜM'DEN KESİTBir İşçinin Günlüğü - DuyuruXLVI - KALPTEN GELEN YOL47. BÖLÜMDEN KESİTXLVII - KIRILAN SADAKAT-DUYURU-XLVIII - DİLDEKİ SÜKÛT-Duyuru-XLIX - SONUN DOĞURDUĞU İLK BAŞLANGIÇDUYURUDuyuruL - FİDES RUPTALI - ALARUM VINCULUMLII - SINAVLAR VE GEÇİŞLER-DUYURU-LIII - TANRILARIN UNUTTUĞU DÜŞÜŞ54. BÖLÜMDEN KESİTLIV - ÖLÜME GÖMÜLÜ BİR SEVDALV - EMANET VE YEMİNNeden bölüm yok - AçıklamaLVI - MÜHÜRLENMİŞ HAKİKAT57. BÖLÜMDEN KESİTLVII - SİS BÖLÜĞÜLVIII - OKYANUSTAN DOĞAN IRMAKLAR, ŞANSLI ÇÖL GEZGİNİLVIX - ŞAFAK SÖKMEDENLX - DİP KUYUSU- DUYURU -
Hikayeyi Paylaş
Loading...