77. Bölüm

LIII - TANRILARIN UNUTTUĞU DÜŞÜŞ

Sultan Çakır
sultanakr

Helüü, merhabalar yine biz geldik. Nasılsınız, umarım iyisinizdir. Hatırlarsanız eğer, rahatsız edici unsurlarda ünlem () işareti koyacağımı belirtmiştim. O sahneleri okumak istemeyenler için yeniden uyarıları koyacağım bilginiz olsun. Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın.

-Keyifli Okumalar-

Bölüm Şarkıları;

The Night King, Ramin Djawadi

A Bird Without Feathers, Ramin Djawadi

In The Androgynous Dark, Brambles

Black Out Days, Phantogram

🕊️

LIII

Ayna ayna, söyle bana.

Hangi yüz dosttu da düşman oldu sonunda?

Ayna ayna, söyle bana.

En çok kim unuttu kendini savaşın ortasında?

🐾

2 Temmuz 2022 – 04:10 / Suriye

Selçuk Ege Turalı, Ağzından

The Night King, Ramin Djawadi

Doğunun ucunda bir yer, karanlığı sökmeye yeminli gibiydi. Gece, doğu ufkunda ince bir çizikle çatladı; ışığın ilk soluğu toprağa bir sır gibi indi. Bir süre gözlerimi kırpmadan izledim. Bu ülkede şafak, sadece yeni bir günün değil, yeni bir çatışmanın habercisi gibiydi.

Bakışlarımı gökyüzünden çekip, parmaklarımın arasında titreyen sigaraya indirdim. Alevi sönmüş, ucu gri bir sessizlik gibi uzamıştı. Kül, ince bir kıpırtıyla kırılıp ayaklarımın dibine düştü. Gözlerimi yeniden ufuğa çevirirken sigarayı dudaklarıma yaklaştırdım. Dumanı içimde kıpırdanan boşluğa gönderirken sağımdan gelen adım seslerine kulağımı kabarttım.

“Günaydın abi.”

Şafağın sessizliği kırıldı.

Alperen’in sesiyle çektiğim dumanı usulca burnumdan saldım. Sağ omzumun üzerinden arkama baktığım sıra Alperen, çoktan yanıma oturmuştu. Yeşil gözleri, yüzümdeki yorgunluğu okur gibi hafifçe kısıldı. Parmaklarımın arasındaki sigarayı yere bıraktım, sağ ayağımla ezdim.

“Hiç uyumadın mı?” diye sorguladığında ellerimi birbirine kenetleyip kafamı iki yana salladım. Alperen, elindeki sigara paketinden bir dal çıkartıp yaktı ve seslice dumanını üfleyerek bakışlarını ufuğa çevirdi.

“Ne zamana kadar böyle davranmaya devam edeceksin Selçuk?”

Gözlerim, bir an olsun Alperen’in yüzünden ayrılmadı.

“Elias Farouq’u bulana kadar,” diye fısıldadım. Sözlerim havada ağır ağır asılı kaldı; kendi içimde taşıdığım yükün, dışa vurulmamış fırtınasının ilk damlasıydı belki de. Elias... O isim, yüreğimde açtığı yarayla yaşamıma karanlık bir sınır çizdi. Her nefeste, her tereddütte, her gece uyanışta onun yüzü vardı gözlerimin önünde.

Alperen, ufuktaki bakışlarını sigarasına çevirdiğinde sigarayı, parmaklarının ucunda çevirdi. Düşünceli bakışları yanmakta olan dalın korunda gezinirken bir an için sessiz kaldı.

“Yaklaşık iki aydan beri buradayız ve Elias Farouq’u bulamıyoruz, bunun farkındasın değil mi?” dedi ve gözlerini kordan çekip gözlerimin en içine baktı. Gözlerim, Alperen’in sorgulayan bakışlarında bir an tereddüt etti ama o anı hemen bastırdım.

“Biliyorum,” dedim, sesi boğuk ama kararlı. “Ama biliyor olmam, vazgeçeceğim anlamına gelmez.”

Alperen derin bir nefes aldı, sigarasından yavaşça çekip dumanı üfledi.

“Bazen en çok inandığımız şeyler bizi en derin uçuruma sürüklüyor, abi. Elias’ı bulmak uğruna kendi kaybımızı görebiliyor muyuz, bilmiyorum.”

Sözleri, yüreğimde bir yere çarptı. Haklıydı. Kayıplarımız, bazen unuttuğumuz ama en acı gerçekti. Ama ben, o acıyla yaşamak istemiyordum. Onu bulana kadar durmak yoktu.

“Kaybettiğimiz her parçamız, peşinden koşmamız gereken bir gölge demek,” diye fısıldadım. “Elias, sadece düşman değil; benim geçmişim, benim karanlığım.”

Alperen başını hafifçe salladı, gözlerinde kaybolan bir hüzün vardı. Derin bir nefes alarak dudağımın kenarını ısırdım ve kafamı iki yana sallayıp kaşlarımı kaldırdım.

“Her neyse, Süleyman Çalkun ile görüştün mü?”

Alperen, kafasını salladı ve sigarasını kenara bırakıp ayağa kalktı. Çatıya açılan kapıya doğru ilerledi ve tabletini alıp geri yanıma oturdu. Tabletin ekranı açıldığı anda yüzümüze vurduğu ışık hüzmesi gözlerimi kısmama neden olmuştu. Tablet ekranında, üstü karalanmış birçok belge ve harita belirdi.

“Ben ona değil, o bana ulaştı. Sorgusu daha yeni bitmiş ve aklanmış. Aklandığına dair bütün belgeleri, imzalı bir şekilde burada. Elias Farouq ile yaptığı ve gittiği her yerin adresini kanıtlı bir şekilde iletti ama bir durumdan daha söz etti,” dedi ve tableti bana uzattı.

Tableti elime aldığımda, Elias Farouq ve adamlarının olduğu bir fotoğraf belirdi ekranda. Saçı sakalı birbirine karışmış, yorgun ve sert bakışlı bir adam, kırmızı bir daireyle özenle işaretlenmişti.

“Hamit Erkük,” dedi Alperen, sesinde tedirginlik vardı. “Süleyman Çalkun’un anlattığına göre, en son bu kişi onları aramış. Baskın olacağını, buraya dönmemeleri gerektiğini söylemiş.”

Kaşlarım çatık bir şekilde fotoğrafa bakmaya devam ederken Alperen, elini tablete uzattı ve sola doğru kaydırdı. Yeni açılan fotoğrafta, beyaz örtülü bir masanın üzerinde kırık bir tablet ve bir poşet bulunuyordu.

“Süleyman Çalkun, sorguya girmeden önce Selami’yi arıyor ve Hayalet Ekibine Hamit Erkük’ü yakalatıyor. Sır ve Kıyam ise bu fotoğraftaki tablete ve poşete ulaşıyor.”

Başımı hafifçe eğip dikkatlice ekrana yaklaştım. Sağ elimi kaldırıp parmaklarımla poşetin olduğu kısmı büyüttüm. İçinde ne olduğunu seçmek zordu; ışık yansımıştı, poşetin içinde sert hatlı, koyu renkli bir cisim bulanık bir şekilde seçiliyordu.

“Bunları nerede bulmuşlar ve laboratuvara göndermişler mi?” dedim, gözlerimi kısmış halde.

“Henüz değil. Selami, yaşanabilecek herhangi bir durum için koruma altına almış,” dedi Alperen, ardından duraksadı. “Hâlâ sorman gereken şeyi sormadın Selçuk?”

Kaşlarımı alnıma doğru yükseltip Alperen’e baktım. Alperen, gözlerini devirip kafasını salladı.

“Uyu biraz uyu. Valla bak, beyin hücrelerin artık eksilmiş,” dediğinde elimi kaldırıp sırtına sertçe vurdum. Sırtına attığım darbenin ardından Alperen homurdandı ama üstünde durmadı. Parmağıyla tekrar ekranı işaret etti.

“Selçuk,” dedi bu kez daha sert, daha keskin bir tonla. “Bu tablet ve poşetten ne Güvercin’in haberi var ne de timin. Selami, Eyşan’ın onu affetmesine rağmen bu delillerin onlara ulaşmasını engellemiş.”

Bir an için içimden geçenleri susturamadım. Boğazımda bir şey düğümlendi. Sanki bu bilgiyi şimdiye kadar bilmememiz, bizi bir yerlere sürüklemek için bilinçli bir karardı.

“Elindekileri neden timle paylaşmazsın ki?” diye mırıldandım, sesim öfkeyle karışık alçak bir tona bürünmüştü. Alperen gözlerini bana dikti.

“Sır ve Kıyam, poşeti ilk bulduklarında bir tür veri taşıyıcı olduğunu görmüş ama poşeti Giz’e ulaştırdıklarında Giz, bunların içlerinin açılıp bakılmasını talep etmiş. İçlerinde anakart bileşenleri ya da ne bileyim kablolar yokmuş. Bomboş kutuların neden poşette olduğunu sorgularken mikro incelemeye alınmışlar,” dedi ve derin bir nefes bıraktı.

“Benim söylemeye dilim varmayacak,” dedi ve tabletin ekranını bir kez daha sola kaydırdı. Bakışlarım Alperen’in yüzünden güçlükle ekrana çevrilirken yeni açılan fotoğraf, önce anlamlandıramadığım bir karanlıktı. Ama saniyeler içinde gözlerim netleşmeye başladı. Bir nesnenin iç yüzeyi, büyütülmüş şekilde kadraja alınmıştı. Düzensiz bir metal yüzeyin üzerinde, neredeyse görünmeyecek kadar küçük lazerle işlenmiş bir işaretti.

“G-217,” dedim kısık sesle. “Bu ne?”

Alperen, parmaklarını birbirine kenetleyip dizlerinin arasına bastırdı.

“Giz, bu kodun bir dinleme cihazına ait olduğunu söyledi. Poşeti ilk açtıklarında bir şey görmemelerinin sebebi de yalnızca mikroskobik bir ortamda görülme özelliğinden dolayı olduğunu da belirtmiş.”

Sırtımdan bir ürperti geçti. Gözlerimi ekranın karanlık köşesinden çekemedim. Zihnimin en derin ücralarında bir olay örgüsü oluştu. Karşımdaki Elias Farouq’un gözlerinin içine bakarken dudaklarımın aralanmasını izledim.

Güvercin kaçırıldığında ona ne yapıldı?

Siluetim konuşmalarına devam ederken bakışlarım yeniden odağını buldu ve fotoğrafta bulunan kodun üzerinde kaldı.

“Yani… Eyşan’ı dinlediler,” dedim, nefesim biraz daha daralmıştı. Ruhumdan gelen büyük bir endişeyle bakışlarımı Alperen’e çevirdiğimde Alperen, başını salladı.

“Muhtemelen Eyşan’ı kaçırdıklarında yerleştirdiler. Hatta, belki de o yüzden Elias Farouq kolayca planını uyguladı ve kaçtı.”

Boğazım düğümlendi. O an zihnimde, zamanında ucuz atlattığımız saldırılar, son anda gelen baskınlar, hepimizi şaşırtan sızıntılar bir bir belirmeye başladı. Hepsi o küçücük, gözle bile zor fark edilen bir iz yüzünden mi?

Elimi yavaşça ekrandan çektim, parmak uçlarımda soğuk bir karıncalanma vardı. Eyşan’ın o halde bulunduğu günü düşündüm. Yaralı, suskun ve bedenine yerleşmiş sessiz bir yabancılıkla doluydu. O gün sadece vücuduna değil, içine de bir şey yerleştirilmişti belli ki. Biz onu kurtardığımızı sanırken, aslında izimizi daha da netleştiriyorlardı.

Alperen, tableti elimden alıp ekranını kapattı ve yanımıza koydu.

Alperen, “Eyşan’ı bu durumdan haberdar etmemiz gerekiyor,” dedi.

“Hayır, etmeyeceksiniz.”

Arkamızdan gelen sesle, Alperen ile aynı anda arkamızı dönmüştük. Selami, yanındaki Giz ile birkaç adım atıp kafasını iki yana salladı.

“Eğer bu durumu siz söylerseniz,” dedi, sesi kararlı ama bir o kadar da kırılgandı, “Eyşan ve Mete, bize karşı bir zırh giymek zorunda kalacaklar. Bunu yaparlarsa bu operasyon biter. Her şey biter. Ve biz, içerideki kişiye ulaşamadan tamamen kör kalırız.”

Bakışlarımı ondan ayıramadım. Kalbim sıkışıyordu. Eyşan’ın bu gerçekle yüzleşeceği anı düşündüm. İhanet gibi bir acıydı bu. Kendini suçlayacağı, parçalayacağı bir gerçekti.

“Onu korumak için mi susturuyorsun,” dedim sertçe, “yoksa kendini mi?”

Selami, sözlerimi bir süre sindirdi. Ardından başını hafifçe eğdi.

“İkisini de,” dedi, neredeyse fısıltı gibi. “Bazen doğru olanı yapmak, en çok can yakandır.”

Alperen, sıkıntılı bir nefes bıraktığı sıra ayağa kalkıp ellerimi ceplerime soktum. Başımı geriye yaslayıp kısa bir süre gökyüzüne baktım. Şafak iyice sökmüştü. Gri sabah, berrak bir güne dönüşmek üzereydi ama içimdeki sis daha da yoğunlaşıyordu.

“Eyşan’ın eğer içinde gizli bir dinleme cihazı varsa hem kendi hayatı hem de etrafındakilerin hayatı tehlike altında,” dedim alçak sesle. Başımı indirip Selami’ye baktığımda yalnızca bana baktığını fark ettim. Cevap vermemesi, cevabın ne kadar tehlikeli olduğunu zaten söylüyordu.

“Onun bedeninde var olan bir cihazdan bahsediyoruz Selami,” dedim, sesimde bastıramadığım bir kırılmayla. “İçimize kadar sızmış bir şeyden. Eyşan bunu bilmeden nasıl nefes alabilir, Selami?”

Selami’nin çenesi titredi ama hemen toparladı.

“Şu an öğrendiği an,” dedi, “her şeyin dağıldığı an olacak. Ve biliyorsun, Eyşan bir şeyi öğrendiğinde onu sadece bilmekle kalmaz onu taşır. Herkesten önce, herkesten fazla.”

Bir süre kimse konuşmadı. Sadece çatının yan duvarına çarpan rüzgârın sesi vardı. Bir de içimizdeki gürültüler. Selami, iki adım daha atıp karşıma geçtiğinde sağ elini kaldırıp omzuma yasladı.

“Selçuk, Eyşan Güvercin Timine daha yeni döndü. Eğer üzerinde gerçekten de bir cihazın varlığı anlaşılırsa bu konu, güvenlik sorunu içerdiği için hakkında soruşturmaya kadar uzanan bir davaya dönüşecek.”

Başımı hafifçe eğip omzumun üzerindeki eline baktım.

“Yani susacağız,” dedim, içimde yükselen öfkeyi bastıramayarak. “Sanki hiçbir şey olmamış gibi, hayatımıza devam edeceğiz öyle mi?”

Giz, o ana kadar sessizliğini korumuştu. Ama şimdi bir adım öne çıkıp konuştu.

“Hayır Ege, devam etmeyeceğiz. Araştıracağız. Ama önce onu bu yükten koruyacağız. Bir şeyleri düzeltmek için önce parçaların nerede kırıldığını bilmeliyiz. Kimseye fark ettirmeden mikroçipin, Eyşan’ın neresine yerleştirildiğini bulmamız gerekiyor.”

Alperen, kısık bir sesle söze girdi.

“Fiziksel bir müdahale gerektiriyorsa nasıl fark ettirmeden yapacağız bunu?”

Giz, gözlerini ufka çevirdi.

“Gizli tarama. Elektromanyetik hassasiyet testi. Dokunmadan ama çok yakından.”

Gözlerini bize çevirdiğinde artık sesindeki belirsizlik kaybolmuştu.

“Bunun için tıbbi bir bahaneye ihtiyacımız olacak. Ve Eyşan’ın yalnız kalacağı, şüphe duymayacağı bir an yaratmalıyız.”

Selami, önüne bakarak mırıldandı.

“Bu cihaz ne zaman yerleştirildiyse Eyşan, o günden beri her adımda yanında taşımış. Ve bunu bilmeden yaşıyor.”

Kafamı iki yana salladım.

“O bir asker,” dedim, boğazımdaki düğümle. “Bir savaşçının en büyük zaafı, kontrolü dışında kullanılan bedenidir. Eğer bunu öğrenirse, önce kendinden nefret eder.”

Giz başını eğdi.

“Bu yüzden hatasız olmalıyız. Yanlış bir adımda, sadece bir savaşçıyı değil bir komutanı kaybederiz.”

Sadece başımı sallayabildim. İçimdeki öfke ve suçluluk, artık birbirinden ayırt edilemeyecek kadar birbirine karışmıştı. Bir şey demedim. Sadece gözlerimi kısıp uzaklara baktım. Ufuk çizgisi artık berraktı. Güneşin ilk ışıkları, bulunduğumuz çatının kenarından içeri sızmıştı. Ama içimde hâlâ zifiri bir karanlık vardı.

Alperen sessizce yaklaştı, başını bana eğdi.

“Bu sırrı ne kadar tutabileceğiz?”

“Bilmiyorum,” dedim. “Bildiğim tek şey Eyşan bunu öğrendiğinde, artık hiçbirimiz aynı kalmayacağız.”

3 Temmuz 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

A Bird Without Feathers, Ramin Djawadi

Aynaya bakan her beden, kişiliğinden bir yansıma taşır.

Bazen o yansıma, gerçek benliğin yalnızca bir parçasını gösterir; kalanlar ise derinlerde, karanlığın içinde gizlidir. Benim yansımam ise savaşın, acının ve kaybın izleriyle çizilmişti. Her çizgi, her gölge, yaşadığım yaraların sessiz tanığıydı.

Aynadaki ben, kendimi bulmak için çıktığım yolun başlangıcıydı. Kırık bir cam parçası gibi parçalanmış ama hala bütünlüğünü korumaya çalışan bir ruhtu. Ne kadar dağılmış olursam olayım, parçalarımı bir araya getirip yeniden ayağa kalkabilirdim. İçimde taşıdığım savaş sadece dış düşmanlara karşı değil; en çok da kendi içimde verdiğim bir savaştı. Ve aynaya baktığım her sabah, bu savaşı hatırlıyor, kendimi yeniden topluyordum.

Çünkü bilmeliydim; içimdeki bu karanlık ne kadar derin olursa olsun, ben o ışığı aramaktan vazgeçmeyecektim.

Sabah bizim için çoktan olmuştu ama güneş, hala uzak ufkun ardında, kendini usulca gösteriyordu. Gökyüzü, karanlığın son kırıntılarını nazikçe süpürürken, önümde dizilmiş, yüzlerine çuval geçirilmiş on askere baktım.

Bunlar artık sadece asker değildi; Güvercin Timi’nin geleceği, vatanın son umuduydu. Her biri, soluklarını bu uğurda verecek kadar kararlı, her biri, gözlerindeki korkuyu cesarete dönüştürmeye hazırdı. Elimi hafifçe yüzüme götürüp maskemi çıkarttım ve terle kaplı alnımı elimin tersiyle sildim. Maskeyi ikiye katlayıp sol elimde tutarken ellerimi, arkamda bağladım.

“Yüzlerini açın.”

Verdiğim komutla, on askerin arkasında duran görevli askerler, aynı anda dizlerinin üzerine çökmüş teğmenlerin yüzlerini açmışlardı. Her biriyle bakışlarımız çarpışırken hiçbirinin korkusunun olmadığını gördüm. Her birini esir alan duygunun yerini, teslim olmamakta kararlı, dimdik duran bir irade almıştı. Bu on asker, üstüne düşeni yapacak; gerekirse canını verecekti.

Mete, bir adım arkamdan yanıma doğru attı ve ellerini, benim yaptığım gibi arkasında bağladı.

Mete, “Yirmi beş kişiden yalnızca sizler seçildiniz,” dedi. Askerler gözlerini kırpıştırıp bir anlığına sağında ve solunda yer alan, artık yoldaşları olacak yüzlere baktı. Aralarında paylaşılan sessiz bir söz vardı; bundan sonra beraberlerdi, birlikte mücadele edeceklerdi. Omuzlarımı yükseltecek kadar güçlü bir nefes alıp çenemi dikleştirdim.

“Sağınızda ve solunuzda yer alan kişilere iyi bakın. Çünkü bu kişiler, ailenizden daha fazla göreceğiniz, vakit geçireceğiniz ve belki de ölmeden önce son göreceğiniz yüzler olacak.”

Her birinin bakışları beni bulduğunda gözlerimi bir kez kırptım.

“Sadakat, can borcudur. Burada verdiğiniz her nefes, yanınızdaki kişinin hayatıyla eşdeğerdir,” dedim ve sağ elimi arkamdan ayırıp hemen yanımızdaki prefabriği gösterdim.

“Bir hafta boyunca, burada cehennemi yaşayacaksınız. Gerçek bir cehennem olacak. Zaaflarınız ve düşünceleriniz sınanacak. Aç, susuz ve yorgun bırakılacaksınız. Orada olmaktansa eğitim görmeyi dileyeceksiniz. Ama sadece dilemek yetmeyecek. Hayatta kalmak için savaşacaksınız. Kendi benliğinizle, korkularınızla, geçmişinizle. Her biriniz, oradan çıktığınızda artık eski siz olmayacaksınız. Çünkü biz burada sadece savaşçı yetiştirmiyoruz. Biz burada, vatanın umudu olacak yoldaşlar seçiyoruz.”

Bir an sustum. Sözlerim, sabahın ilk serinliği gibi yüzlerine çarptı. Onlar bu kelimeleri ezberlemeyeceklerdi. Onlar, yaşayarak öğreneceklerdi. Mete yanımdan sağa doğru bir adım daha attı, sesi biraz daha tok çıktı bu kez.

“Eğer biriniz bile bu sınavdan geçemezse, hepiniz kaybetmiş sayılacaksınız. Çünkü burada birey yok. Sadece tim var. Sadece birlikte kazananlar hayatta kalacak.”

Sessizlik, kelimelerimizden sonra çöken ağırlıktı. Sınanacaklarını biliyorlardı ama nasıl bir sınavın beklediğini bilmiyorlardı. Onları güçlendirecek olan bu belirsizlikti. Yavaşça arkamı dönüp birkaç adım attım. Ayak seslerim, taş zeminde yankılandı. Sonra birden durdum ve başımı hafifçe geriye çevirdim.

“Cehenneme hoş geldiniz. İlk göreviniz, bu geceyi tek parça halinde çıkarmak. Çünkü bu gece, karanlık size ilk defa bu kadar yakın olacak.”

Sol elimdeki maskeyi sıkıca tutarak önüme geri döndüm. Artık sözler değil, sessizlik konuşacaktı. Şırnak’ın o kurşun gibi ağır sabahı, on bir askerin kaderini yazmaya başlamıştı. Ağır adımlarla askeriyeye doğru ilerlemeye devam ederken omzuma konmuş elin sahibine hafifçe yaslandım.

“Yorgun musun, hatun?”

Mete’nin sorusuna derin bir nefes verdim ve kafamı sallayarak ona baktım. Mavi gözleri, yüzüne gelen güneş yüzünden hafifçe kısılmıştı.

“Valla çok uykum var,” deyip kendimi biraz daha sert bedenine yasladığımda Mete, biraz daha beni kendine doğru çekti.

“O zaman istikametimiz yatakhane,” dedi ve adımlarını biraz daha hızlandırdı. Adımlarını hızlandırırken ben hâlâ yarı uykulu, yarı ayakta bir şekilde ona tutunuyordum. Mete’nin yanında olmak, birkaç saatliğine bile olsa sorumluluğun yükünü omuzlarımdan alıyordu.

“Bir gece deliksiz uyusam, belki insan gibi uyanırım,” dedim mırıldanarak. Mete hafifçe güldü, sesinde dalga geçer gibi bir tını vardı.

“Senin insan gibi uyanman için önce insan gibi uyuman lazım, hatun.”

Kaşlarımı kaldırıp başımı çevirerek ona baktım.

“Ben gayet insanım. Sabahları sadece biraz vahşi oluyorum o kadar.”

Mete başını yana eğdi, gözlerini kısmış halde beni süzdü.

“Vahşi kısmına katılıyorum. Uyanınca aslan kesiliyorsun. Ama bende her tür evcilleştirme yöntemi mevcut.”

Gözlerimi devirdim ama dudaklarımdaki gülümsemeyi bastıramadım.

“Demek beni evcilleştireceksin ha?”

Mete, dişlerini göstererek gülümserken kapıdan geçmem için biraz kenara çekildi. Arkamdan gelip kulağıma eğildiğinde, sesi fısıltıyla ama dokunaklıydı.

“Yok, niyetim o değil. Sadece bazen yastık niyetine kullanılmak hoşuma gidiyor.”

Adımlarımız yatakhanenin koridorunda yankılanırken bir kaşımı kaldırarak ona döndüm.

“Hiç de bile. O kadar sertsin ki, insan başını koysa boynu tutulur.”

Mete kahkaha attı.

“Sen koy, ben sabaha kadar kımıldamam.”

Odaya girdiğimde “Hmm...” dedim, adımımı ağırlaştırarak, “Yani ben üstünde dönerken kıpırdamayacaksın, öyle mi?”

Mete, kapıyı kapatıp kilitlediğinde gözleriyle gözlerimi yakaladı.

“Sen üzerime çık, ben nefes bile almam.”

Ben de omuzlarımı hafifçe geri çekerek, alaycı bir gülümsemeyle dudaklarımı araladım.

“Buradaki ikizlerimizi unutuyorsun, Mete,” dedim, parmağımla göbeğime işaret ederek. “Allah aşkına, ben senin kucağına nasıl geleyim?”

Mete, gözlerini göbeğime indirip başını hafifçe yana eğdi.

“Unutur muyum hiç? Onlar benim başyapıtım sonuçta,” dedi, gururla. İki adımda yakınıma yaklaşıp elleri belime dolanırken, bedenim onun sıcaklığını aradı. Yavaşça beni kendine yasladı, dudakları boynuma indi. Önce hafif, kıpırtılı öpücükler bıraktı, sonra daha kararlı bir şekilde dokundu.

“Senin her hareketin, beni delirten bir davet gibi Eyşan,” fısıldadı boğuk sesiyle. Parmakları üniformamın düğmelerine ulaştığında, hafifçe titredim. Gözlerimi kapattım, nefesim hızlandı.

“Devam et,” diye mırıldandım, sesim bile neredeyse kesilmişti. Mete, dudaklarını boynumdan yavaşça yukarı doğru sürükledi, çene kemiğime hafifçe dokundu.

“Sabırsızlık sende mi doğdu, hatun?” diye fısıldadı, sesi kısık ve çekici. Başımı hafifçe yana çevirdim, boynumdaki öpücükleri arzulayarak. Ellerini daha da cesaretlendirip, üniformamın göğüs kısmını yavaşça aralamaya başladı. Soğuk metal düğmelerin ardından tenime temas eden parmak uçları, elektrik gibi yayıldı. Vücudum onun dokunuşlarına kendiliğinden karşılık verirken, dizlerim hafifçe titredi.

Aldığım hazdan dolayı titreyen ellerimi üzerindeki üniformanın düğmelerine yerleştirip açmaya çalıştım ama bir türlü açamıyordum. Gözlerimin önünde sanki bir buğu vardı ve bir türlü silinmiyordu.

Dişlerimin arasından “Çıkart şunu,” diye tısladığımda Mete’nin genzinden boğuk bir kahkaha döküldü. Ellerim hâlâ onun gömleğiyle boğuşurken, o parmaklarıyla bileklerime nazikçe dokundu.

“Şşş, sakin ol.”

Mete dudaklarını dudaklarıma yaklaştırdı, gözlerindeki ateşi görebiliyordum. Onun gözlerine yansıyan ateş, benden de izler taşıyordu. Alt dudağımı usulca ısırdıktan sonra, dudaklarının arasına sıkıştırıp tutkulu ve derin bir öpüşle beni sınamaya başladı. Burnundan verdiği nefes yanaklarıma dağıldığında karşılık vermeye başlamıştım. Öpücüğü derinleştikçe, nefesim hızlandı, bedenim onun dokunuşlarıyla daha da canlandı. Ellerim, onu sırtından kavradı, çekiştirdikçe kıyafetlerin kumaşı ses çıkarıyordu.

Güçlükle çıkarttığımız üniformalarımız yere süzülürken, o anın ağırlığı ikimizin arasında görünmeyen bir kıvılcıma dönüştü. Mete, belimden kavrayarak beni yatağa doğru çekti. Sırtımın yatağa değdiği o an, gözleri üzerime ağır ağır kaydı; bakışları yüzümde duraksayıp ardından göğüslerime doğru indi.

“Bunlar sanki biraz daha mı büyümüş?” dedi, sesi hem şaşkın hem hayran doluydu. Gözlerimi devirip ensesine ufak bir şaplak indirdim ama o sadece daha da geniş bir gülümsemeyle karşılık verdi. Alt dudağını yalayıp, yüzüme baktı. Hiç acele etmeden, gözlerimin içine bakarak sağ elini sol göğsüme doğru kaldırdı; parmak uçları, iç çamaşırımın kenarından geçti, sonra yavaşça kumaşı aşağıya doğru çekmeye başladı.

Sütyen kayarken tenime değen serinliğe karşılık, vücudum onun avuç içlerinin sıcaklığına tutundu. Gözlerindeki arzuyla göğüslerime baktı.

“Öğrenmenin iyi bir yolunu biliyorum,” diye fısıldadı, dudaklarını göğsümün hemen üstüne yaklaştırarak. Nefesim dudaklarımda takıldı, gözlerim hafifçe aralandı. Onun sıcak nefesi tenime vurduğunda kalbim göğüs kafesime sığmaz olmuştu. Ellerimi omuzlarına koydum, kendime daha da yaklaştırdım. Sol göğsüme ıslak bir öpücük bıraktığında aralı dudaklarımın arasından büyük bir nefes bıraktım. Vücudum titriyordu, her hücrem onun dokunuşuyla alev alıyordu.

Bir an için başını kaldırdığında, gözleri benimkilerle buluştu. Mavi gözlerinin derinliklerinde yanan tutku, tüm benliğimi ele geçirdi. Sol eliyle bu sefer sağ göğsümü açtığında dudaklarımdan boğuk bir inilti döküldü, o da buna karşılık keskin bir nefesle gülümsedi.

"Daha yeni başlıyorum yavrum. Bu kadar heyecanlı olursan işimiz kısa sürer," diye fısıldadı, sesi buğulu ve derindi.

Yavaşça eğildi, dudakları bu sefer sağ göğsümün ucuna değdi. Ama bu sefer daha vahşiydi. Önceki öpücüğün aksine, hafifçe ısırdı, ardından da sertçe emerken aynı anda diğer eli sırtıma kayarak beni kendine daha da bastırdı. İçim titredi, nefesim kesildi. Kalbim deli gibi atarken, ellerimi onun saçlarına daldırdım, parmaklarım ipeksi tutamların arasında gezindi.

Mete'nin dudakları göğsümdeki hassas noktayı sertçe emerken, diğer eli pantolonumun düğmesine kaydı. Parmak uçları metalik tokayı ustalıkla çözdü, fermuarın sesi sessiz odada yankılandı. Bedenimdeki elleri pantolonumu aşağıya doğru çekiştirirken ona yardımcı olmak için kalçalarımı yukarıya doğru yükselttim.

+25+ OKUMAK İSTEMEYENLER LÜTFEN BİR SONRAKİ İŞARETLİ YERE DOĞRU KAYDIRSIN!

Elleri baldırlarıma kaydı, pantolonumu dizlerime kadar indirdi. Serin hava tenimi okşarken, ürperdim. Mete; önce karnıma oradan da kasıklarıma bir öpücük kondurdu, sonra pantolonu ayak bileklerimden tamamen çekip attı. Kendi üzerindeki pantolonunu çıkartıp üzerime doğru yaklaştığında gözlerim farkında olmadan üzerinde gezinmişti.

Adonisleri, kasıklarına doğru belirginleşmiş ve her nefes alışverişinde kasları biraz daha geriliyordu. Sağ dizini iki bacağımın arasına koyup ellerini başımın üzerinden yatağa yasladı. Ellerimi, gergin pazılarına koyup dudaklarına uzandığımda Mete, üzerime eğilip dudaklarıma gelme davetini kabul etti.

Mete’nin dudakları benimkilere değdiği an, her şey bir anda alev aldı. Nefesimizi birbirine karıştıran, dudaklarımızın sınırlarını zorlayan bir boyuta evrildi. Ağzımın içine sızan dili, bütün sızının kasıklarımda toplanmasına neden olmuştu.

Ellerim onun pazılarından omuzlarına doğru kaydı. Kaslarının sert hatlarını parmak uçlarımla takip ederken, her bir kıvrımın altında saklı gücü hissediyordum. Göğsüne ulaştığımda, kalbinin deli gibi attığını fark ettim, tıpkı benimki gibi. Ellerim göğsünden aşağı indi, karın kaslarının sert dokusunda gezindi. Her bir kas şeridi, elimle temas ettiğinde gerginleşiyordu. Parmak uçlarım boxerının bel lastiğine dokunduğunda, Mete bir küfür mırıldandı.

“Hatun, bir bırak da seveyim biraz seni,” dedi sitemle, kalçasını hafifçe geri çekerek. Avuç içimi tam da olması gerektiği yere bastırdığımda Mete’nin gözleri karanlıklaştı. Dişlerinin arasından “Eyşan,” diye fısıldadığında gülümseyerek ellerimi omuzlarına geri çıkarttım ve üzerimden yatağa ittirdim. Küçük bir hareketle kucağına yerleştiğimde gözlerindeki şehveti izleyebiliyordum.

Ellerim destek almak amaçla göğüslerine yaslanırken Mete, dirseklerini yatağa bastırarak gövdesini yukarıya kaldırdı. Dudaklarındaki muzip sırıtışı gördüm.

“Gördün mü?” diye mırıldandı, çıplak bedenimi süzerken. “Üzerimde mükemmel görünüyorsun.”

Dudakları göğüs uçlarıma dokunduğunda, bedenim bir anda elektriklenmiş gibi gerildi. Mete, bu tepkimi görünce daha da hırçınlaştı. Sol göğsümü ağzına aldı, dişleriyle hafifçe oynarken diliyle yalıyordu.

“Ah! Mete.”

O, bu sesle daha da azdı.

“Sesini duydukça daha da deliye dönüyorum,” diye homurdandı dudakları göğsümden ayrılmadan.

Bir anda Mete’nin göğsünden ittirip, onu kendimden uzaklaştırdım. Gözlerindeki şaşkınlığı görünce alaycı bir gülümsemeyle “Benim sıram,” diye fısıldadım. Parmak uçlarım karın kaslarından aşağıya inerken, kaslarının her seferinde nasıl gerildiğini izliyordum.

“Eyşan…” diye inledi, elleri iç çamaşırımın arasından sızıp kalçalarıma doğru kaymıştı. Ellerimi adonislerine sürterek boxerını aşağıya doğru çekiştirip, kumaşın içinde kalan parçasını özgürlüğüne kavuşturdum.

“Sabırsızlandığını biliyorum,” diye fısıldadım, avuç içimle onun heyecanını tamamen kavrayıp yavaşça sıvazlarken. Avuçlarımın arasında bir nabız gibi sızlayan damarlar, ağzımın sulanmasına sebep olmuştu. Baş parmağımı hafifçe zevkinin aktığı noktaya sürtüp etrafına dağıttığımda Mete’nin nefesi kesildi, kasları taş gibi gerildi.

“Eyşan… yeter,” diye inledi, parmakları kalçalarımı sıkıp yoğururken.

Gözlerine dik dik baktım, “Ama daha yeni başlıyorduk,” diye karşılık verdim. Mete’nin gözlerindeki karartı, giderek mavi gözlerini içine alan bir obruğa dönüşmüştü. Kalçalarıma dayalı elleriyle beni ritmik bir şekilde çıplak kalmış penisine sürterken çenesini sıktı ve ellerini kalçalarımdan ayırıp iç çamaşırımın kenarlarını kavradı.

“Kalçanı kaldır,” diye mırıldadığında aralı dudaklarımı birbirine bastırıp yutkundum. Kalçamı kaldırıp iç çamaşırımı çıkartması için ona yardımcı oldum. Mete, uyluğumda kalan iç çamaşırına bakıp hırıltılı bir nefes bıraktığında kumaşın kenarlarından sertçe çekiştirdi. Aniden iki yana çektiği iç çamaşırım, tenimde hafif bir yanma hissi bırakarak yırtıldı.

“Mete!” diye isyan ettim ama sesimdeki titreme gerçek hislerimi ele veriyordu. Mete, kalçalarımın yukarıda olmasını fırsat bilerek kendi boxerını dizlerine doğru çekiştirip beni yeniden üzerine çektiğinde vajinamın dudaklarında hissettiğim penisi boğazımdan kopan bir inlemeye sebebiyet vermişti.

Elleri belime kenetlendi, beni kendine doğru sertçe çekti. Penisinin başı ıslaklığımın içinde kaybolurken, boğazımdan tiz bir çığlık koptu. Nefesim kesildi, “Mete,” diye inledim, parmaklarım onun omuzlarını kazıyarak.

Parmakları kalçalarımı sıkarken, “Hiç kıpırdama,” diye emretti, “Sadece almayı bekle. Ne kadar ıslak olduğunu bilemezsin.”

Kendimi ona doğru bıraktığımda, her santimin yavaşça içine alınışını hissettim.

Bir anda doğruldu, “İşte böyle, güzelim,” diye hırladı dudakları kulak mememe yapışık, “Benimle dolduğunu hissediyor musun?”

Bir şey diyemeden kalçalarımı hareket ettirdiğim sıra Mete, dudaklarını omzuma bastırıp hafifçe dişlerini geçirdi. Elleri belimi sıkıca kavradı, “Ne kadar sıcaksın…” diye inledi. “Beni içinde eritiyorsun, farkında mısın?”

Adını diyecek oldum ama o an kalçasını hafifçe kaldırıp beni üzerine biraz daha bastırdı. Elleri belime kilitlendi, beni tamamen hareketsiz bıraktı. İçimdeki sıcaklık katlanarak artarken, “Mete… lütfen…” diye yalvardım. Hızlanmasını istiyordum.

“Lütfen ne?” diye sordu, kalçasını hafifçe oynatarak. “Böyle mi?”

“Hayır! Evet! Bilmiyorum!” diye karışık sesler çıkardım.

“Kararsızlığın beni deli ediyor,” diye homurdandı Mete, dudaklarımı ani bir hareketle kaparken. Dişleri alt dudağımı hafifçe ısırdı, acıyla zevkin sınırında gezinen bir dokunuşla. Ellerim göğsüne kaydı, tırnaklarım cildinde kırmızı çizgiler bırakarak. “Daha fazla,” diye fısıldadım, nefesim dudaklarına karışırken. “Daha sert…”

Mete’nin gözlerindeki o karanlık ışıltı bir anda alevlendi. “Demek talimat vermeye başladın?” diye alay etti ama kalçasını ani bir hareketle yukarı iterek beni şaşırttı.

“Ah! Seni,” Sözüm, onun avuç içlerini kalçalarıma bastırıp beni kendine doğru çekişiyle kesildi. Derin ve acımasız bir tempoyla hareket etmeye başladı, her itişte içimdeki yangını körükleyerek.

“Ne diyordun karıcığım?” diye fısıldadı, şakağımdan süzülen teri dudaklarıyla yakalarken. “Şimdi konuşmaya devam et.”

Ama konuşamıyordum. Sadece inliyordum, her vuruşta biraz daha yüksek, biraz daha çaresiz. Parmaklarım saçlarını yakaladı, onunla hareket etmeye çalışırken.

Mete, boğazıma kondurduğu ısırıkla beni kendime getirdi. “Gözlerini aç,” diye emretti. Gözlerimin ne ara kapandığını bile bilmeyecek bir kıvama gelmiştim. Güçlükle kirpiklerimi araladığımda gözlerindeki hayranlık ve tutku ateşi harlandı.

“Kim kontrol ediyor şimdi?” diye sordu, tempoyu kasıtlı yavaşlatarak.

“Sen,” diye itiraf ettim, sesim titreyerek.

“Doğru cevap.” Sonra tüm gücüyle içime çakıldı, beni boğazımdan kopan bir çığlığa zorlayarak. Vücudum onun her hareketine karşılık veriyor, içimde yarattığı baskıyla kendimden geçiyordum. “Mete… ben… ah!” Kelimeler boğazımda düğümleniyor, nefes alışverişim onun ritmine bağlı kalıyordu. Mete, vücudunu bana yaklaştırdığı sırada aramızdaki engele baktı.

“Özür dilerim çocuklar ama annenizle önemli bir işim var,” dedi ve sağ elini sırtıma koyup dikkatlice yatağa doğru çevirdi. Bacaklarımın arasına yeniden yerleşip sağ eliyle penisini kavradı, deliğimi yokladı ve kalçalarını ileriye ittirdi. Ellerini yatağa yaslayıp yüzünü hırçın bir tavırla boynuma gömüp dişlerini geçirdi.

“Aklımı kaçıracağım,” diye hırladı Mete, dişleri boynumun derisinde iz bırakırken. Kalçaları acımasız bir hızla çarptıkça, sesim her tempoda biraz daha boğuklaşıyordu. Mete’nin alnındaki ter damlaları yanağıma düşüyor, nefesi kulaklarımda yanıyordu. Göğsüme sürtünen künyesi, her sürtünüşünde çıkarttığı tıkırtılarla kulaklarımda bir ahenk bırakıyordu.

“Daha- Ah! Daha sert!” diye inledim, tırnaklarım sırtında kırmızı çizgiler bırakırken.

Bir eliyle kalçamı kavrayıp beni her vuruşta kendine çekerken, “Böyle mi?” diye güldü karanlık bir keyifle.

“Yoksa böyle mi?” dedi, ıslaklığımı parmaklarıyla yokladı, “Böyle mi istiyorsun?”

Kasıklarıma dolan zevkle titreyerek, “Evet! Evet, tam orası!” diye fısıldadım, parmaklarım yatak örtüsünü yırtarcasına kavrarken. Bedenim onun her hareketine karşılık veriyor, içimde fırtınalar kopuyordu. Mete, bir an için kasıldığımı hissetti ve içimden çıkıp beni yan çevirdi. Arkama uzanıp sol bacağımı hafifçe yukarıya kaldırdı. Penisini vajinamdaki ıslaklığıma sürttü. Elimi kasıklarıma indirip varlığını avuçlarıma hapsettiğim an Mete, aniden bir elini boğazıma kaydırdı, başparmağı çene kemiğime bastırarak “Al beni içine,” diye hırladı.

Bacağımı hafifçe kaldırıp varlığıyla bir bütün olduğumda sırtımı göğsüne yapıştırdı.

“Mete! Durma.”

“Durmayacağım,” diye homurdandı, sesi boğuk ve vahşi. “Ta ki sen her damlanı bana verene kadar.”

“Vermek istediğim her şey senin,” diye inledim, boynumdaki baskıyla başımı geri atarak. Mete’nin kalçasının her itişi, içimde derin bir dalga gibi yayılıyor, kasıklarımı elektrikli bir sıcaklık sarıyordu. Parmaklarımla kendi göğüs uçlarımı sıkıştırırken, Mete boynumdaki elini sıkarak ritmini daha da hızlandırdı. “Canım,” dedi boğuk bir sesle, dişleri omzumda iz bırakırken.

Kalçasının her hareketiyle içimde genişliyor, her dokunuşuyla ruhum titriyordu. Onun varlığı beni sarıp sarmalıyor, her nefes alışımda biraz daha ona bağlanıyordum. Onun arzusu, beni eritiyor; her kelimesi, tenimde yeni bir ürpertiye sebep oluyordu. “Daha fazlasını istiyorum,” diye düşündüm ama kelimelere dökemedim.

“Sana her dokunuşumda,” diye ekledi Mete, “kendimi kaybediyorum. Senin kokun, senin sıcaklığın… her şeyinle büyüleniyorum.”

Mete, kalçamın solunu okşayıp küçük bir şaplak attığında yarattığı sıcak acı, anında kasıklarıma kadar yayıldı. Kendimi kasıklarına doğru ittirdim. Mete, dişlerinin arasından “Off, yavrum benim,” diye inlerken başımı yastığa doğru yasladım. Başını göğsüme doğru eğdiğini fark ettiğimde sağ elini boynumun altından hafifçe tuttu ve yastıktan ayırdı.

“Bak,” diye tısladı, “İzle,” diye ekledi, sesi boğuk ve kontrol edilemez bir tutkuyla titreyerek, “Nasıl da alıyorsun beni içine.”

Gözlerimi birleştiğimiz noktaya çevirdiğimde inleyerek alt dudağımı ısırdım. Kalçasının her hareketiyle, vücudumun onu nasıl içine çektiğini, nasıl kabul ettiğini izleyebiliyordum. Penisinin her santimi, ıslaklığımın içinde kaybolup yeniden ortaya çıkıyor, kıvrımlarıma mükemmel bir uyumla yerleşiyordu. Kaslarım onu kavrıyor, her inişinde biraz daha sıkıyor, sanki bedenim bilinçsizce onu tutmak, daha fazla içinde hissetmek istiyordu. Boşluğumu dolduruşunu, içimde genişleyişini, kalçalarıma çarpan kasıklarının sıcaklığını hissediyordum.

“Çok güzel,” diye inledim, sesim titreyerek.

Mete, boynumdaki elini yavaşça yanağıma doğru kaydırdı, yüzümü kendine çevirdiğinde mavi gözlerinin içindeki fırtınayı gördüm. Koyu mavisi, şehvetle kararmış, adeta bir gece denizini andırıyordu. Parmak uçları çene kemiğimde gezindi.

Başparmağı alt dudağımın yumuşak kıvrımında gezindi, hafifçe bastırarak aşağı çekti. Dudaklarımın aralanışını izlerken gözlerindeki o karanlık parıltı yoğunlaştı. Adeta bir avcının avını son kez işaretlemesi gibiydi. Sonra bütün vahşetiyle saldırdı.

Öpüşü bir fırtınaydı; dişleri alt dudağımı hafifçe sıyırırken, dili ağzımın her köşesini fethediyordu. Damaklarımda gezinen sert dokunuşu, dişlerimin arasından sızan ıslak teması, nefesimi çalarcasına ağzımda dolaşan saldırganlığı, hepsi birleşip beni nefessiz bırakıyordu. Ciğerlerim yanarken bile daha fazlasını istiyordum.

Ellerim saçlarının diplerine daldı, parmak uçlarımla kafatasının sert hatlarını hissettim. Her tutam saçı çekişimde onun da inlediğini duyuyordum, bu beni daha da cesaretlendiriyordu. Yanağımdaki el titredi, parmak uçları şakaklarıma kaydı, terimi hissediyordu. Belimi kavrayan diğer eli ise beni ona doğru çekiyor, aralarındaki boşluğu amansız kılıyordu.

Aramızdaki ıslak sesler odanın sessizliğini paramparça ediyordu. Her hareketimizle tenimizin birbirine yapışıp ayrılışından çıkan o şapırtı, giderek daha ıslak, daha belirgin hale geliyordu. Islaklığımızın kokusu etrafı sarıyor, her nefes alışımızda ciğerlerimize doluyordu.

“Mete…” Dudaklarımız ayrılırken aramızda ince bir tükürük ipliği oluştu. Sesim çatallaşmış, boğuklaşmıştı. “Ben…”

Gözlerindeki o karanlık zafer ifadesi bir an bile azalmadı. “Biliyorum,” diye homurdandı, sesi bir bozkurdun hırıltısı kadar boğuktu. Sağ eli boynuma kaydı, başparmağı gırtlağımda hafifçe gezindi. “Ama önce sen benim etrafıma sularını akıtacaksın.”

Kalçamı tutan sol eli klitorisime uyarı verdiği an, içimdeki her kas lifi kopacakmış gibi gerildi. İçimdeki derinliği o kadar derindi ki, rahim ağzımın ona değdiği an midemin altında şimşekler çaktı. Gözlerimde biriken yaşlar, kirpiklerimden süzülerek şakaklarıma doğru aktı. Ağzım açık kalmış, boğazımda sıkışan çığlık, dilsiz bir dua gibi dudaklarımda titreşiyordu. Titreyerek içimi dolduran o kavgalı varlığı hissettim. Sıcak, sert, beni ikiye bölecek kadar baskındı.

Dudakları yanağıma yapıştığında, terimin tuzlu tadını dillerken, “Siktir,” diye inledi. Sırtıma yaslanan göğsünün kasılmasını, kalbinin çılgınca atışını hissedebiliyordum. Kalçasını aniden sertleştirdi, her vuruşu öncekinden daha acımasız, daha kontrolsüzdü. İçimdeki dolgunluk dayanılmaz bir hal alırken, avuç içleri kalçalarımı kavradı, beni kendine çekerek her seferinde daha derine itti. Boğazından kopan bir hırıltıyla son bir kez, tüm gücüyle içime çakıldı.

Kasıkları kalçalarıma yapışık kaldığında içimde atan nabız misali varlığı, tüm bedenimin bir girdaba dönmesine neden oldu. Mete’nin dudaklarından şuh bir küfür dökülürken kasları taş gibi gerilmişti. Nefes nefese içimden çıkıp alnını enseme yasladığında gözlerimi kapatıp ellerimi karnıma yasladım.

!BURADAN DEVAM EDEBİLİRSİNİZ!

Bir an daha hareketsiz kaldık, nefeslerimiz birbirine karışırken, bedenlerimiz yavaş yavaş sakinleşiyordu. Sonra, hafifçe doğrulup kucağına aldı ve odanın içindeki banyoya ilerledi. Banyo kapısını kalçasıyla itip içeriye girdiğinde beni indirmedi, aksine daha sıkı kavrayarak kabinin içindeki tabureye oturdu. Bir ayağını duvara yaslayıp dengesini sağladı.

Musluğu açtığında, ilk sıcak damlalar omuzlarımıza düştü. Su tenimizdeki ter izlerini silerken Mete, sağa doğru eğilip duş jelimi alıp avcuna biraz sıktı. Şişeyi geri yerine bırakıp köpükleri yavaşça cildime yaydı. Parmak uçları omuzlarımdan aşağı kayarken, her dokunuşu öyle narin, öyle ihtiyatlıydı ki, sanki kırılacak bir cam heykeli yıkıyordu. Gözlerindeki o yoğun dikkati görebiliyordum. Kaşları hafifçe çatılmış, dudakları bitişik, her hareketini ölçüp biçerek davranıyordu.

Su, ağlayan bir çocuğun gözyaşları gibi sessizce omuzlarımdan akarken eli karnımın üzerine kaydı. Dudaklarının kenarları, kendine kayran bıraktıracak bir yavaşlıkta tebessümün temelini atarken titrek bir nefes aldım. Mete'nin eli karnımda durduğunda, parmak uçları hafifçe titredi. O geniş, savaşlardan nasırlaşmış avuç içi, şimdi hamile karnımın kavisinde öyle hassas duruyordu ki, içim burkuldu.

Dudaklarının kenarındaki o yavaş tebessüm, gözlerindeki yumuşak ışıltıyla birleşti. Bir sanatçının ilk fırça darbesi gibiydi. Belirsizdi ama bütün resmin ruhunu taşıyordu. Nefesim, göğüs kafesimde sıkışıp kaldı.

“Canımızın canları,” dedi, gözleri, su buğusundan nemlenmişti. “Siz," diye ekledi, sesi titreyerek, "benim en değerli ganimetimsiniz."

Bir an, içimde hafif bir kıpırtı hissettim. Mete'nin gözleri fal taşı gibi açıldı, ağzı hafifçe aralandı. "Eyşan," diye mırıldandı, sesi bir çocuk kadar saf bir heyecanla doluydu. Gözlerindeki o şaşkın sevinç, yüzünün her çizgisine yayılmıştı. Karnımda bir kez daha hafif bir dalga hissettim ve Mete'nin avuç içi tam da o noktaya yapıştı.

“Eyşan, tekme attılar,” deyip güldü.

Gülerek elimi Mete’nin saçına yaslayıp okşamaya başladım.

“Senin cümlelerini seviyorlar sanırım,” diye fısıldadım. “Ya da ikisi de babacı olacak.”

Bir başka tekme, daha güçlü, Mete'nin avucuna çarptı.

"Kesinlikle bizi duyuyorlar!" deyip alnını karnıma yapıştırdı, dudaklarıyla tenime hafifçe dokundu. "Dinleyin," diye mırıldandı, sesi titreyerek, "siz ikiniz... annenizin canını yakmayın, tamam mı?"

İçimdeki hareketlenme yavaşladı, sanki ikizler bu sözleri dinliyor gibiydi. Mete, gözlerini bana kaldırdı, yüzünde saf bir zafer ifadesi vardı.

"Gördün mü?" diye fısıldadı, "Sözümü dinlediler."

"Ya da sadece yoruldular," diye gülümsedim ama kalbim hızla çarpıyordu. Mete'nin bu savunmasız, bu çocuksu mutluluğu beni her seferinde yeniden aşık ediyordu. Ellerim yüzüne gitti, parmak uçlarımla gülüşünün kenarını takip ettim. Mete, gözleri dolu bir şekilde elini karnımdan çekip yüzümü avuçladı. Gözleri titrekçe gözlerimde dolandı.

Baş parmağı yanağımda gezinirken “Eyşan,” dedi. Sesi öyle yoğundu ki, nefesim kesildi. Duraksadı, kelimeler boğazında düğümlenir gibi oldu. Gözleri, her zamanki o keskin maviliğini kaybetmiş, bulutlu bir gökyüzü gibi puslanmıştı. "Ne?" diye sordum, ellerim bileklerine dolanırken.

“Küçükken, sen daha annenin karnında dört aylıkken hissetmiştin beni. Şimdi çocuklarımızda beni, dördüncü aylarında hissettiler. Ruhumun seni neden çok önceden tanıdığını şimdi anladım: Ben senin eksik halkandım, tamamlanman için yaratıldım.”

"Mete..." diye fısıldadım ama Mete, devam etmemi engellemek istermişçesine dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Her dokunuşu, söylemek istediği her şeyi anlatıyordu.

3 Temmuz 2022 / Suriye

Selçuk Ege Turalı, Ağzından

In The Androgynous Dark, Brambles

“Her kahraman, kendi Truva atını içine alarak yıkılır Selçuk,” demişti karım, Asena Gündüz’ü koruduğum bir zaman diliminde. O gün onun neyi sezdiğini, neyi bildiğini anlamamıştım. Ya da anlamazdan gelmiştim. Çünkü bazı sözler, duyulduğu anda değil; bedel ödendiğinde kök salardı zihne. Ve ben o bedeli, karımı ve oğlumu kaybettiğimde ödemeye başlamıştım.

Gözlerimi her kapattığımda önümde canlanan sahneleri, yıllar geçtikçe daha da ruhumu bir canavara dönüştürüyordu. Unutmak istediğim her anı, dizlerimin önünde kaybettiğim hayatımı bana sorgulatıyordu. Düştüğüm yerden bir türlü kalkamıyor oluşum, zihnimin bir ambargo altında kalmasına neden oluyordu.

Sol elimin parmaklarıyla, sağ elimin işaret parmağında takılı olan siyah taşlı yüzüğü çevirmeye başladım. Annemin, babamdan hatıra kalan yüzüğü bana verirken söylediği cümle zihnimde yankılandı.

“Tanrılar birini unutsun diye değil, hatırlansın diye yere düşürür evlat.”

Ben, tanrıların unuttuğu bir düşüştüm.

“Bütün izinler tamam. Hamit Erkük’ü gece saat 02:00’de buradaki konsolosluğa alacaklar.”

Odada yankılanan Selami’nin sesiyle parmaklarımı yüzükten çekmeden bakışlarımı ona çevirdim. Selami’nin bakışları önce Alperen’i buldu, ardından bana döndü.

“Oraya gittiğimizde kendine hâkim olmanı istiyorum, Selçuk.”

Yüzüğün soğuk taşını çevirmeyi bıraktım, derin bir nefes aldım.

“Söz veremem,” diye fısıldadım, “Ama deneyeceğim.”

Selami, emin olamamış gözleriyle yüzümü süzdü ve Alperen’in yanında oturmuş, çayını yudumlayan Giz’e baktı.

“Kırık tabletten bir sonuç çıktı mı?”

Giz, elindeki çay bardağını sehpanın üzerine bırakıp arkasına yaslandı. Kafasını iki yana salladığında yüzüğün soğuk taşını tekrar çevirmeye başladım. Dağınık düşüncelerim, sanki bir karma gibi üzerime çullanmıştı. Konumuzla hiç alakası olmamasına rağmen bir anda Selami’ye baktım.

“Çilingir nasıl oldu?” diye sorduğumda Selami, kaşlarını kaldırarak bana baktı.

Şüpheli gözleriyle bakarken, “Rapor verildi, şu an istirahatte. Bir ay sonra askerliğine geri dönecek,” dedi. Kısa bir sessizlik oldu, gözlerimiz bir an için birbirine kilitlendi. Çilingir’in bir anda zihnime düşmüş olması, bilinçaltımın kendimi toparlama fırsatı vermesine bağlıydı. Çünkü bir anda kafamın üzerinde bir sis bulutu oluşmuştu.

Oturduğum koltuktan ayağa kalkıp kemerimi düzelttim ve bana merakla bakan gözleri süzdüm.

“Gece saat 02:00’de konsoloslukta buluşuruz,” dedim ve kapıya doğru ilerledim. Alperen, oturduğu yerden kalkarken “Selçuk, nereye gidiyorsun?” diye seslenmişti ama cevap vermeden çoktan evden dışarıya çıkmıştım. Arabaya ilerleyip kapıyı açtım ve arabaya binip anahtarı yuvaya soktum.

Motoru çalıştırırken, sıcaklık ciğerlerime doldu. Gündüz olmasına rağmen geceye göre farklı ama bir o kadar da ağır bir sessizlik vardı havada. Direksiyona sıkıca tutundum, gözlerim yola sabitlendi. Gündüzün parlaklığı, içimdeki karanlığı örtemiyordu; tam tersine, tüm gerçekler apaçık ortadaydı. Arabayı harekete geçirdim, her kilometrede biraz daha derinleşen bir kararlılıkla ilerliyordum.

“Mardin Dağı’nda bir adam varmış, eski asker. Foto kapan hafızmış. Çilingir, Ahmet ve Barış, Caner’i bulmaya gittiklerinde o adam onları yönlendirmiş.”

Zihnimde Mete’nin sözleri çınlarken sağ ayağımın altındaki gaza biraz daha yüklendim. “Bundan sonrası ya son ya başlangıç,” dedim içimden. Zaman daralıyor, hesaplaşma yaklaşıyordu. Bir saatlik bir yolun sonunda sınırın hemen berisindeki mavi kulübeyi gördüm. Çatısı, çürümekten neredeyse çökmek üzere gibi duruyordu.

Arabayı kulübenin önüne doğru sürmeye devam ederken elinde sopası olan bir adamın kulübe önünde durduğunu gördüm. Başını sağa doğru çevirdi ve dudaklarını aralayıp önüne döndü. Kapı kapandığında araba, kulübenin önüne varmıştı. Sol elimi kulpa uzatıp kenardan çektim ve kapıyı açıp araçtan indim.

Karşımdaki adam orta yaşlarda, bronz tene sahip biriydi. Üzerindeki yöresel kıyafetiyle beni süzdü ve tek kaşını kaldırdı.

“Yolunu mu kaybettin yolcu?” diye sordu ve araçta takılı olan Suriye plakasına baktı. “Anha tu hatî xweşikê xwe bidît?” (Yoksa belanı mı bulmaya geldin?)

Adamın sözleri kulaklarımda yankılandı. Bu toprakların diliyle, doğrudan ve meydan okurcasına sormuştu. Birkaç saniye sessizlik oldu.

“Yolumu kaybettim. Haydi, gir içeriye Hafız’a geldiğimi söyle.”

Adam gözlerini kısmıştı. Elini kemerine götürdü ama silahı çekmedi. Sadece orada olduğuna emin olmamı istiyordu.

“Kimsin sen? Ayrıca senin gibi konuşan biri Hafız’a yaklaşamaz,” dedi. Sesinde hem kuşku hem de bir parça korku vardı. Kaşlarımı alayla kaldırıp gülümsedim.

“Yaklaşamam mı, yoksa yaklaşmam mı istenmiyor?”

O an, içeriden biri daha çıktı. Gençti, uzun boylu ve sol kolu sargılıydı. Adamın kulağına eğilip birkaç kelime fısıldadı. Gözleri bir an benim üzerimde durdu. Sonra hafifçe başını salladı. Orta yaşlı adamın yüzü değişti. Artık meydan okuyan bakışları yerini temkinli bir kabule bırakmıştı.

“Gel,” dedi kısa bir tonla.

Adımlarım toprak zeminde yankılanırken üzerimdeki siyah gömleği düzeltip içeriye girdim. Biraz önceki genç çocuk, sol kolundaki sargısını düzeltti ve sağdaki sobanın üzerindeki çaydanlığı tek eliyle aldı. Temmuz ayında olmamıza rağmen soba ısrarla yanıyordu. Genç çocuk, elindeki çaydanlığı masanın üzerine koyup sobanın kapağını kapattığında kenara çekildi. Koltukta oturan yaşlı adamın bakışları beni buldu.

“Bana neden foto kapanı diyorlar biliyor musun, yolunu kaybetmiş yolcu?” dedi ve kaşlarını kaldırıp eliyle çaprazındaki koltuğu gösterdi. Küçük bir tereddütle gösterdiği koltuğa oturduğumda ellerimi dizlerimin üzerine yasladım.

Yaşlı adam, gözlerini benden ayırmadan çaydanlığı kaldırdı. Eli titriyordu ama bakışları hâlâ keskindi. Çaydanlığın içinden ince bir buhar yükseldi, metalin içine sinmiş kararmışlık bile buharın ardında belli oluyordu.

“Ben her gelenin yüzünü çekerim. Kim dost, kim düşman objektif gösterir,” dedi.

Göz ucuyla odadaki tek pencereye baktım. Camın kenarına yapıştırılmış küçük bir kamera dikkatimi çekti. Önümde bir oyun oynanıyordu ama kurallarını bilmiyordum. Adamın gözleri pusu gibiydi, içine giren kaybolurdu.

“Elias Farouq’u öldürememenin cezasını yine kendin çekiyorsun, yolcu,” dediğinde kaşlarım derince çatıldı. “Çünkü çıktığın yolu bilmiyordun ya mezara gidecektin ya da bir pazarlığa. Ama sen ısrarla emin olmadan onu öldürdüğünü düşündün ve bir daha hiçbir şekilde izini sürmedin.”

Bir anlığına dilim damağıma yapıştı. Çaydanlığı bıraktı ve çayından bir yudum alıp bardağı bıraktı.

“Foto kapanı sadece görüntüyü almaz,” dedi, sesi biraz daha kısılarak. “Zamanı da saklar. Her kare bir yalanı, bir gerçeği içinde taşır. Seninki hâlâ arşivimde.”

Yaşlı adam gözlerini üstüme dikti.

“Yarım kalan bir ölümün resmidir o.”

O an, buraya gelmenin hata olduğunu anladım. Geçmişin çürük kapısını araladıkça içimde kabaran pişmanlık, içimi yakan bir duman gibi boğazıma tıkandı. Kaç kere gömdüğümü sandığım anılar, tekrar tekrar üzerime yürüyordu. Her adımda geçmişin paslı nefesi ensemdeydi.

“Sen,” dedi yavaşça, “ölü bir adamın sessizliğini taşıyorsun üzerinde.”

Yutkundum. Dudaklarım titremedi ama kalbim, kalbim sanki yeniden birilerini toprağa veriyordu. O sessizlikte, kendimle yüzleştiğim o ilk geceyi hatırladım. Elimde kalan kanı, üstümdeki barutu, kulağımda çınlayan o son kelimeyi.

“Kimsenin taşıyamayacağı bir yükle gelmişsin,” dedi adam. “Ve sen hâlâ onun ağırlığında yürüyorsun.”

Yaşlı adama bakarken gözlerimi kıstım. Bu bir sorgu muydu, yoksa bir mahkeme mi? Cezamı çekmiş miydim, yoksa hâlâ yargılanıyor muydum?

“Neden bana bunları anlatıyorsun?” diye sorduğumda yaşlı adamın gözleri, zamanı aşan bir yorgunlukla üzerime sabitlendi. Konuşmadan önce derin bir nefes aldı, sanki kelimeler boğazında yıllardır birikmişti.

“Görev ile vicdan arasındaki çizgi silindiğinde, pişmanlık seni içeriden çürütür. Sen ölüm kokuyorsun yolcu.”

Yüzümde bir kas seğirdi. Gözlerimi kaçırmak istedim ama başaramadım. O gözlerde, yıllardır görmekten korktuğum hakikat vardı. Bir yabancının ağzından dökülen cümleler, kendi iç sesimden daha tanıdık geliyordu. Sanki yıllardır sırtımda taşıdığım o ağırlık, artık omuzlarımda değil, ruhumun merkezinde batıyordu. Hangi kararı vermiş olursam olayım, artık geri dönüşü olmayan bir noktadaydım.

“Buraya gelmemeliydim,” dedim bir kez daha, bu kez kendime değil, ona.

Adam ise sadece başını salladı, sanki cevabı zaten biliyordu ama bunu önemsemedi. Arkasına yaslanıp kaşlarını kaldırdı.

“Habil ve Kabil’i bilir misin evlat? İkisi de aynı toprağa bastı ama biri masumdu diğeri ise kendi elleriyle lanetini yazdı. Elias Farouq, ezelden beri kötüydü ama unutma, kız kardeşinin ölümüne yaptıkları sebep oldu.”

Adamın sözleri içimde derin bir sızı uyandırdı. Habil ile Kabil’in hikayesi, kaderin acımasız döngüsünü hatırlatıyordu bana; kardeşler arasındaki ihaneti, masumiyetin ve kötülüğün aynı toprakta nasıl yeşerdiğini.

Yaşlı adam, derin bir nefes verdi ve kucağındaki siyah taşlı tesbihi çekmeye başladı.

“Üzerinizde dolaşan bu lanet, 1994 yılında katledilen askerlerden kalma. Hayal meyal hatırlıyorum, o zamanlar bu kulübeyi de daha yeni yapmıştım. Elias daha yirmi sekiz yaşındaydı. Kim bilebilirdi ki tüm zekasının Ortadoğu’nun yarısına yayılacağını?”

Gözleri pencereye çevrildi ve usulca kısıldı.

“Mimba ile düşmanlardı, aralarında hep bir kavga hali vardı, ta ki bir gün Mimba, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından alınana kadar. Duyduğuma göre, Mimba’yı aldıkları gün sığınaklarını patlatmışlar. İçinde kendi öz kızı da varmış.”

Yaşlı adamın sesi çatallanmıştı. Tespih boncukları parmaklarının arasında daha hızlı ilerlemeye başladı. Gözleri uzaklara dalmış, sanki hâlâ o günleri yaşıyordu. Gözlerini ağırca bana çevirdiği anda kaşları hafifçe kıvrıldı.

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir kadın vardı, adı Asena Gündüz’dü. Yaşı genç olmasına rağmen, namı tüm doğuya yayılmıştı. Mimba’nın alındığı gün, o ekibin başındaymış. Tesadüfe bak ki Elias Farouq’un 2017’de başına gelenlerin sebebi de oymuş,” dedi, yaşlı adam gözlerindeki alaycı ifadeyle.

Ben zaten bunları biliyordum. Bana bunları anlatmasına gerek yoktu ki.

Her kahraman, kendi Truva atını içine alarak yıkılır Selçuk.

Ne ara yere indiğini fark etmediğim bakışlarımı yaşlı adama çevirdiğimde, dudaklarının kenarındaki tebessüm ile karşı karşıya geldim.

“Şimdi yolunu buldun mu, yolcu?”

Elias Farouq, Mimba ile anlaşma yapacaktı.

Yerimde hareketlenip öne eğildim ve dirseklerimi dizlerime yaslayıp çenemi kaldırdım.

“Mimba’nın nerede olduğunu öğrenebilir miyiz?”

Yaşlı adamın dudaklarındaki o belli belirsiz tebessüm, usulca silindi. Tesbihini çekmeyi bıraktı.

“Ne yazık ki bilmiyorum,” dedi sessizce. “Ama o karşılaşma büyük bir savaşı beraberinde getirecek.”

Yaşlı adamın dudaklarından dökülen son cümleler işte bunlardı. O kulübeden nasıl çıktığımı, arabama nasıl atladığımı ya da ne ara büyük bir süratle yola koyulduğumu hatırlamıyordum. Zihnimin içi, içine çekildikçe daha da büyüyen bir girdap gibiydi.
Her düşünce birbirine çarpıyor, anlam parçalanıyor, geriye sadece tek bir kelime kalıyordu: Asena.

Her şeyin başlangıcı ve sonu olan Güvercin.

Zaman, kendini unutturan tek hırsızdı; geçmişi alırken geleceği de pazarlık masasına sürüyordu. Aracın kontağını kapatıp konsolosluğun kapısına öylece baktım. Bizimkiler henüz gelmemişti ama bu, onlardan önce giremeyeceğim anlamına gelmiyordu. Zamanın benden ne götürdüğünü hâlâ unutmuyordum ama bugün, ne vermeye niyetli olduğumu çok iyi biliyordum.

Sol elimin tersiyle dizime hafifçe vurup kapıyı açtım. Ayaklarım, alışık olduğu sessiz öfkeyle yere bastı. Konsolosluğun duvarları dışarıdan bakıldığında soğuktu ama içindeki bazı gerçekler, her taştan daha ağırdı. Ve ben artık hiçbir sırrı taşıyacak kadar hafif biri değildim.

Sakin ama kararlı adımlarla konsolosluğun serin holüne adım attım. Beni ilk karşılayan danışmana doğru ilerlerken sağ elimi yavaşça kaldırıp ceketimin iç cebine uzandım. Adımlarım danışman ile aramızdaki tezgâhın önünde durduğunda parmaklarım cüzdanın kenarına dokundu.

“Merhabalar,” dedi danışman. Cüzdanı kavrayıp ikiye açtığımda istihbaratçı kimliğimi ona doğru çevirdim. Danışman, gözlerini ufak bir zaman diliminde kimliğe çevirip yeniden gözlerimi buldu.

“Hoş geldiniz Selçuk Bey. Selami Bey, geleceğinizden bahsetmişti,” dedi ve arkama baktı. Elimdeki cüzdanı yeniden iç cebime yerleştirip ellerimi iki yanıma indirdim.

“Ben erken geldim, Hamit Erkük ile önden bir konuşma yapmak istiyorum.”

Danışman, tereddüt barındıran bakışlarını yüzümde gezdirdi ama ona rağmen kafasını sallayıp sol elini kaldırdı.

“Soldan dönün, koridorun sonundaki sağ oda.”

Kısa bir baş hareketiyle teşekkür ettim. Parmaklarım arada bir ceketimin eteğine dokunarak adımlarımı sola çevirdim. Koridor, dışarıdan göründüğünden daha uzundu; duvarlara yerleştirilmiş birkaç eski tablo ve bir çiçeklik dışında her şey düzenliydi, fazlasıyla sterildi.

Kapının önüne geldiğimde elim istemsizce bir an duraksadı. Ardından metal kulpu kavrayıp hafifçe çevirdim. Kapı içeriye doğru, neredeyse sessizce açıldı. Masanın hemen arkasında, elleri masaya kelepçeli oturan adamın varlığını gördüm. Başı yere doğru eğilmişti ve göz kapakları kapalıydı.

İçeriye bir adım atıp kapıyı arkamdan kapattım. Adamın üzerine giydirdikleri temiz tişörtlere öylece göz gezdirdim. Adam, başını kaldırıp kimin geldiğini görmek istercesine gözlerini açtığında sıcak bir okun, boğazımı yakarak geçtiğini hissettim. Bir an için nefesim kesildi. Tüm geçmiş, o an, göz göze gelmenin ağırlığında sıkıştı kaldı.

Gözler, ruhun izlerini taşırdı.

O zamanlar yüzünde bir maske vardı; şimdi ise, yılların ardından, o maskenin ardında kalan gözlerinden tanıdım onu. Hamit Erkük, benim kim olduğumu gördüğü an dudaklarının köşesine sinsi bir tebessüm yerleştirmişti. O tebessüm, yılların unutulmaz yaralarını yeniden deşen bir bıçak gibi keskin ve soğuktu. Adımlarımı ağırlaştırdım, aramızdaki mesafe azalırken kalbim ritmini hızlandırıyordu.

“Hamit Erkük,” dedim, sesimde biriken soğukkanlı öfkeyle. “17 Aralık 2016 gecesinde sende vardın.”

Hamit’in sinsi tebessümü daha da yayıldı, yüzündeki soğuk gülümseme bir an için alaycı bir ifadeye büründü.

“Evet, oradaydım,” dedi, sesinde eski günlerin soğukluğunu taşıyarak. “Ve o geceden sonra senin hayatın asla eskisi gibi olmadı, değil mi?”

Adımlarımı hızlandırdım, aramızdaki mesafe hızla kapandı. Masanın karşısına geçtiğimde gözlerini bana dikti, içinde hafif bir alay vardı. Ellerimi masaya yaslayıp yavaşça eğildim.

“O gece, sen ve senin gibiler, benim ailemi yok ettiniz.”

Gözlerimi ondan ayırmadan, sessizce bekledim, karşılık vermesini istiyordum.

Hamit’in yüzündeki alaycılık bir an için kayboldu, yerine soğuk, keskin bir bakış yerleşti.

“Ben Elias Farouq’un adamıyım. Senin ailen, bizim hesabımızda sadece bir sayıydı,” dedi, sesini alçaltarak. “Ve unutma, bu işte herkes bir şekilde kaybeder asker.”

Masaya yaslandığım ellerimi sıkıca bastırdım; kalbim hala hızla çarpıyordu ama sesim soğukkanlıydı.

“Kaybedenler arasında olmanın ne demek olduğunu sana göstereceğim.”

Ellerimi masadan çekip kenarda duran sandalyeyi aldım, karşısına gelecek şekilde yerleştirip oturdum. Hissettiğim baş ağrısı, şakaklarımı kavrayan görünmez bir el gibi beynimi sıkıyordu. Ellerimi masanın üzerinde kenetleyip çenemi dikleştirdim.

“Elias Farouq, Güvercin Timinin komutanını kaçırdığında ona ne yaptı?” diye sordum, sesi titremeyen ama içinde biriken tüm öfkeyi barındıran bir tonla.

Hamit, gözlerimin içine bakarak kahkahalarını bastıramadı, gülmeye başladı. Başım patlamak üzereydi; bir güç sanki şakaklarıma baskı yapıyor, beynimi paramparça etmekle tehdit ediyordu. Dişlerimin arasından zorla, “Sus,” diye tısladım.

Hamit, kahkahalarından arta kalan nefesini alarak kafasını alayla iki yana salladı.

“Hâlâ mı?” diye sordu alaycı bir sesle. Sıkıca kenetlediğim parmaklarımı daha da bastırdım. Kahkahalarını bastırmaya çalıştı, derin nefesler alarak bana dik dik bakmaya devam etti. “Ulan, senin karın o kadın yüzünden öldürüldü.”

Başımın üzerindeki tavanın üzerime çöktüğünü hissettim. Nefesim daralıyor, her saniye biraz daha içine çekiliyordum o karanlığın. Sanki zaman durmuş, dünya birkaç saniyeliğine sessizliğe bürünmüştü.

“Ve sen hâlâ o kadını mı korumaya devam ediyorsun?”

Kenetlediğim ellerimi açıp masanın üzerine sakince yasladım. Gözlerimin arkasındaki canavarın varlığını hissedebiliyordum. Öfkelenmeye başlayan solukları, usulca burnumdan akıyordu.

“O kadın, benim hayatımdaki en derin acıydı, kabul. Ama beni buraya getiren o acı değil, onun hesabını sormak için içimde büyüttüğüm öfke,” dedim ve ellerimi masaya bastırıp hafifçe öne eğildim. Ona nasıl baktığımı bilmiyordum ama Hamit’in yüzündeki alay, yerini biraz daha dikkatli ve tedbirli bir ifadeye bırakmıştı.

“Ve eğer o öfkenin yarattığı canavarı görmek istiyorsan bir kez daha aç ağzını. Aç ağzını. Konuş, susma.”

Hamit’in yüzündeki dikkatli ifadeyi gördüğümde, içimdeki karanlık biraz daha büyüdü. Olduğum konumu bozmadan kaşlarımı sorgularcasına kaldırdım.

“Şimdi anlat, o gece Güvercin’e ne oldu?”

Hamit bir an tereddüt etti, gözleri masanın üzerinde gezindi. Derin bir nefes alıp, alaycılıkla karışık bir karanlıkla yanıt verdi.

“O gece, Elias Farouq planını kusursuzca uyguladı ama ona orada ne yaptıklarını bilmiyorum.”

Hamit’in alaycı ifadesi silinmiş, yerini ince bir sessizlik almıştı. Gözlerinde kaybolan o korku, içimdeki karanlığı daha da büyütüyordu.

“Benim gördüğüm tek şey, Al-Suqaylabiyah Ormanlarını patlatmadan hemen önce bizi oradan çıkartmalarıydı.” Olduğum konumdan hafifçe kalktım, gözlerimi Hamit’in gözlerinden ayırmadan ağır ağır oturduğu sandalyenin arkasına doğru yürüdüm. “Yerde kırık bir tablet vardı, o tableti de kaçmadan hemen önce yanıma almıştım,” Her adımda içimde büyüyen öfke, bedenimi sarmaya devam ediyordu. “Bildiklerim bu kadar.”

Ellerimi, Hamit Erkük’ün oturduğu sandalyesine yaslayıp kulağına doğru eğildim.

“Elias Farouq’un, bizim geleceğimizden haberi nasıl oldu Hamit?”

Hamit’in omuzlarının kasıldığını hissettim. Ellerimi sandalyeden çekip omuzlarına koydum ve aşağıya doğru bastırdım. Gövdesini kaçırmaya çalıştı ama başaramadı. Dişlerimin arasından sesli bir nefes bıraktım.

“O tablette ne vardı?”

Hamit, çırpınmayı kesti ve başını usulca bana çevirdi. Dudaklarını araladığında alayla gülümsedi.

“Kim bilir belki de karın vardı?”

İçimdeki canavarın pençeleri beynime saplandığı o an, Hamit’in başı masaya çarptı; iki hareket eş zamanlı gerçekleşmişti.

Hamit’in başı masaya her vurduğunda, içimdeki canavarın sesi daha da yükseliyordu; hırıltılı, keskin ve acımasız. Kelepçeler, ellerini çaresizce sınırlarken, ben de durmak bilmeden masaya vuruyordum. Kaç kereydi bilmiyorum; zaman ve mekân bulanıklaşmıştı, sadece o vahşi ses, o öfke yankılanıyordu zihnimde.

“Ne diyordun?” dediğimi hatırlıyorum. “Yiyorsa bir daha söyle. Söylesene lan, bir daha!” deyip bir kez daha masaya vurduğumu biliyordum. Masaya vurdukça, Hamit’in çaresizliği büyüyordu. Kafasını her çarptığında bir tok ses yankılanıyor, acı dolu iniltiler yükseliyordu. Ellerim titremiyordu, sadece içimdeki öfke her darbede biraz daha azgınlaşıyordu.

İçimde bir şey koptu. Soğuk, keskin bir öfke. Parmaklarım onun gömleğinin yakasına dolanırken, nefesi kesildi. Burnundan, sus çizgisine akan kanı hissettiğinde dudaklarını birbirine bastırdı. Kan, usulca çenesine akıp giderken canavarımın bundan hoşlanacağını biliyordum. Gözleri gözlerimi bulduğunda kafasını iki yana salladı.

“Bana bunu yapamazsın,” dedi dişlerinin arasından sızan kanlarla. “Burası benim devletime ait bir konsolosluk. Senin burada hiçbir hükmün yok!”

Gülümsedim.

"Öyle mi?" dedim ve ellerim usulca boynunu sararken bir anda boynunu kilit altına alıp şakağımı başına yasladım.

“Vicdanını sattın, güvenliği ve sınırları ihlal ettin. Ülkene ihanet etmek isteyen, bırak tüm dünyayı, kendi ülkende bile kırmızı bültenle aranan Elias Farouq’un köpeklerinden biri oldun.” Boğazını sıktığımda, çaresizce debelendi. Tırnakları masaya çizikler attı, kelepçeler bileklerini kanatıyordu. Ama ben sıkmaya devam ettim. Yavaş, acımasız, hesaplı.

"Şimdi," diye eğildim yakınına, sesimi bir zehir gibi akıtarak, "bir daha söyle bakalım. Bu konsolosluk seni kimden koruyacak?"

Nefesi tıkandı, gözleri fal taşı gibi açıldı.

“Tablette ne vardı?”

Sonunda, boğuk bir iniltiyle başını salladı.

"Konuş!" diye kükredim, bir anlık gevşetip yeniden sıkarak.

“D-Dinleme cihazının programı…” hırıltıyla itiraf etti. “O-Oradan anladı geleceğinizi…”

Parmaklarım boynunda biraz daha sıkılaştı. Damarları parmak uçlarımın altında atıyordu. Aniden masaya bağlı ellerini önemsemeden oturduğu sandalyeden kaldırıp dizlerinin üzerine çöktürdüm. Elim, sol arka cebimdeki çakıya uzanırken ayağımı sertçe masanın bacağına geçirdim. Masanın bacağı menteşelerinden kopup gürültüyle düştüğünde Hamit Erkük, masa ile kenara çökmüştü.

Ellerini kurtulmak için kendine çekerken, masayı da kendine doğru çekiştirip duruyordu. Ayakkabımın sert topuğu ile ellerinin olduğu alana vurduğumda zihnimde, kırılan el parmaklarının ve çıkan kelepçenin şıkırtısını duydum. Dizlerimle göğsüne abanıp çıkarttığım çakıyı göz hizasına kaldırdım.

"Programın şifresi."

"Y-Yapamam-"

Çakı, kelepçeden kurtulan sağ elinin işaret parmağına yaslandı. İlk çığlık camları sarsacak kadar keskin değildi. Sadece boğuk, ıslak bir inilti. Çakıyı döndürerek parmağına saplamaya devam ettiğimde bütün çığlığının bir an için, bütün konsolosluğu başımıza toplayacağını düşündüm.

"AHH! DUR! DUR!"

Kestiğim parmak ucu yan yatmış masaya çarptı ve yuvarlanarak yerde durdu. Kan, parlak ahşap üzerinde kırmızı bir nehir gibi yayılıyordu.

"Şifre," diye tekrarladım, bu kez çakıyı diğer parmağına doğru kaydırırken.

"K-Kara Kutu! Kara Kutu! Bu işine yaramaz, tablet kırı- AHH!" soluksuzca haykırdı. Son sözleri, çakıyı avucuna saplarken boğuldu. Ama artık ihtiyacım olanı almıştım. Çakımı sert bir şekilde çekip ayağa kalktığımda arkamda açılan kapı sesini işittim.

BURADAN DEVAM EDEBİLİRSİNİZ.

Alperen ve Selami, nefes nefese kapının oradan bana bakarken arkalarından görünen Giz, yaptığım esere yüzünü buruşturdu.

Giz, “Sanırım geç kaldık,” diye söylendiğinde Selami kafasını iki yana salladı. İçeriye girip kapıyı kapattıklarında Selami, eserime bakıp gözlerini gözlerime çıkarttı.

“Neden bizi beklemedin?” diye sorguladığında Hamit Erkük’ün haykırışları, sesini bir nebze ötelemişti. Selami, gözlerini devirip belindeki silahı çıkarttı ve sürgüyü çekip bir anda Hamit’in kafasına sıktı. Giz ile Alperen, bir anda Selami’ye baktı.

“E öldü bu?”

Alt dudağımı dişlerimin arasında sertçe ezip bıraktım.

“Yaşayacağı kadar yaşadı zaten ibne. Aldım ben ağzından bir şeyler,” dedim ve adımlarımı kapıya doğru yönlendirdim. Kapının kulpuna uzandığım sıra bir an dönüp yerde yatan kişiye baktım ve ardından Giz’e döndüm.

“Programın şifresini aldım, işe yarar mı?”

Giz, gözlerini büyüttü.

“Hem de nasıl.”

Giz’in cümlesiyle bir şey söyleme gereği duymadan odadan çıktım.

İçimdeki canavar sonunda doymuştu ama açlığı, hiçbir zaman bitmeyecekti.

4 Temmuz’a Bağlanan Gece - 03:56 / İran

Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), ağzından

Aynalar, birer madalyondur.

Işığın yaldızladığı yüzleri vardır ama karanlıkta gizlenen tersi de barındırır. Kim bakarsa kendini görür oysa gördüğü yalnızca başkalarının izidir. Hiçbir ruh aynaya yansımaz. Çünkü o, madalyonun gizli yüzünde saklıdır.

Odanın içinde iki kişi vardı. Mimba, Elias Farouq’un solunda yer alan koltuğun üzerinde oturmuş bir şekilde elindeki evrakları okuyordu. Elias Farouq ise elini çenesinin altına koymuş bir şekilde gülüyordu. Genizden gülüşü, her kıkırtısında kafasının iki yana sallanmasına neden oluyordu. Salonun dört bir yanında yankılanan kahkaha, artık Mimba için sinir bozucu bile hâle dönüşmüştü.

Mimba, sinirle gözlerini evraktan çekti ve Elias’ın hareketli sırtına baktı.

“Yeter artık Elias! Yarım saatten beri dinlenip dinlenip gülmeye, kahkaha atmaya devam ediyorsun.”

Elias, başını bir anlığına Mimba’ya çevirdi. Gözlerinin içi parlıyordu; alay mı ediyordu, yoksa gerçekten mi eğleniyordu, ayırt etmek imkânsızdı.

“Kusura bakma, bir an için burada olduğunu unutmuşum,” dedi, sesi hâlâ kıkırdamaların titrek izini taşıyordu. “Ama bu kadar zekice hazırlanmış bir oyunu görünce kendimi tutamıyorum.”

Mimba, gözlerini devirip yeniden bakışlarını evraka indirdi.

“Ben de egoist biri olduğunu,” dedi, eğrelti bir ses tonuyla.

Elias, sol kolunu sandalyenin sırt kısmına yaslayıp Mimba’ya gövdesini çevirdi.

“Egoistlik, bazı durumlarda hayatta kalmanın en estetik yoludur Mimba. Bende bunu en iyi bilenin sen olduğunu düşünmüştüm.”

Mimba, elinde tuttuğu evrakı sertçe yanına bıraktı.

“Ben buraya hayatta kalmanın estetiğini değil, planladığın olayı anlatmanı dinlemek için geldim,” dedi. “Ve sen hâlâ sanat eleştirisi yapar gibi davranıyorsun.”

Elias, Mimba’nın bir cümlesinde gözlerini büyüttü ve dudaklarındaki gülümsemeye engel olamadı. Yeniden kahkaha atmaya başladığında ayağa kalktı, pencereye yöneldi. Dışarıdaki İran gecesi, gökyüzüne asılmış renksiz bir perde gibiydi.

“Ay, Mimba!” dedi, gülüşlerinin arasından. “Sen de hiç sanattan anlamıyorsun. Sanat, kaosun içinden doğar. Her sızıntı, bir anlatıdır. Her ihanetin bir şiiri vardır.”

Mimba, Elias’ın sırtına gözlerini dikerken tek kaşını sinirle kaldırdı.

“Ne anlatıyorsun Elias? Hamit Erkük’ü bile yarım saat önce öldürdüler,” ayağa kalktı ve Elias’ın olduğu pencere kenarına doğru ilerledi. “Hamit’e bunu yapan Selçuk Ege Turalı’ydı ve bir gün senin içinde gelecek, bunu unutma.”

Elias yavaşça Mimba’ya döndü. Gülümsemiyordu artık. Gözleri, şimdi bulanık bir gölgede titriyordu.

“Benim merkezde bulunduğum her şey, kontrolüm altındadır,” dedi, kelimeleri ölçerek.

Mimba, Elias’ın gözlerinin içine baktı. “Kontrol mü?” dedi alçak bir sesle. “Eğer gerçekten kontrol sende olsaydı, Hamit hâlâ yaşıyor olurdu.”

Elias, başını hafifçe yana eğdi. O andaki sessizlik, İran gecesinin dışarıdan içeri süzülen boğucu ağırlığını artırdı.

“Bazen, bazı taşların düşmesi gerekir,” dedi. “Bir tabloyu tamamlamak için.”

“Sen tablo yapmıyorsun Elias,” diye hırladı Mimba. “Sen insanların hayatını kanla, korkuyla, ihanetle boyuyorsun. Ve sonra o tabloyu duvara asıp saatlerce izliyorsun. Zevk alıyorsun bundan.”

Elias, bir adım geri attı ve yeniden masasına döndü. Masanın üzerindeki tabletin ekranına dokunup hafifçe yukarıya kaydırdı. Ekranın parlaklığı, karanlık odada aniden gözleri kamaştırdı. Mavi beyaz çizgiler ekranda dans ederken, Elias’ın yüzü yeniden aydınlandı. Dudaklarında ölümcül bir tebessüm oluşurken ekranı Mimba’ya döndürdü.

Mimba, şaşkınlıkla aralanmış dudakları ile Elias’a doğru adımladı. Elias, Mimba’nın şaşkınlığına gülmeye başladığında Mimba’nın tableti elinden almasına izin verdi.

“Unutma,” dedi, Elias Farouq. “Belki de bu yüzden sen o tablonun içinde değil, sadece çerçevesindesin Mimba.”

4 Temmuz 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

Black Out Days, Phantogram

Ruhumun kırık aynalarından sızan hatıralar, her sabah yastığımı ıslatan çiğ taneleri gibi sessizce birikiyor; bense, geçmişin o dipsiz kuyusuna bir taş atıp kaçan çocuk edasıyla, yarınlara tutunmaya çalışıyordum.

Bugün, o hatıralardan birinde olduğumu fark ettim.

Gözlerimin arkasındaki karanlıktaki varlığım, önünde duran dosyalardan kafasını kaldırdığında koltukta oturan Selçuk’u gördüm. Üzerindeki koyu; her düğmesi parıldayan, her kıvrımı ütülü, lacivert tören elbisesi, bizi Anıtkabir’in o ağırbaşlı sessizliğine hapsediyordu. Yakasında, Türk bayrağının kırmızısı bir yara gibi sızlarken, göğsündeki madalya çubukları soğuk ışıkta donuk birer sırıtışla parlıyordu.

Elleri, masamın üzerinde bir idam mahkûmunun son vuruşu kadar gergin bir ritim tutturmuştu. Gözleri ise dosyada yazılanların ağırlığıyla çelikleşmiş, biraz önce okuduğum satırlara mıhlanmıştı.

"İki tane askerin üzerinden dinleme cihazı çıktı."

Sesi, odanın nemli havasında bir bıçak sırtı gibi kaydı. Ona bakarken gözlerimi kapatıp açtığımda, artık Selçuk karşımda değildi. Yerinde, üniformasından sıyrılmış bir gölge duruyordu. Lacivert kumaş, sandalyenin üzerinde cansız bir beden gibi sarkıyordu. Masanın üzerindeki dosyalar yavaşça kırmızıya dönüyor, mürekkep yerine kan damlalarıyla şişiyordu.

"Sen..." diye mırıldandım ama sesim boğazımda kaldı.

Gölge başını kaldırdı. Yüzü yoktu. Sadece bir ayna, benim aynam. İçinde kırık parçalarım dans ediyordu. Gölge aynasında gördüğüm her kırık parça, geçmişimin unutmaya çalıştığım anlarıydı. Birinin elinde tuttuğu çocukluğum, diğerinde asker selamı veren babam, ötekisinde ise Mardin’in tozlu yollarında kaybolmuş genç bir kadın...

Aynanın derinliklerinden bir el uzandı. Benim elimdi bu, ama nasıl olurda aynanın içinden bana dokunabiliyordu? Parmak uçları tenime değdiği an, odanın tüm ışıkları söndü. Karanlıkta, bir fısıltı duydum.

"Sen hangi gerçeği saklıyorsun Asena?"

Sandalyeden fırladım. Üniforma şimdi yerdeydi ve içi boştu. Ama bir farkla, yakasına iliştirilmiş küçük bir dinleme cihazı hala çalışıyordu. Titreyen parmaklarımla cihazı aldığımda, kayıttaki sesi tanıdım.

Kendi sesimdi bu ama söylediklerimi hiç hatırlamıyordum. Cihaz avucumda eriyor gibiydi, metal soğukluğu yerini insan teninin sıcaklığına bırakmıştı. Birden, bir elin parmaklarının cihazın üzerinde benimkilerle kenetlendiğini hissettim. Aynadaki gölge artık yanımdaydı ve bana dokunuyordu.

"Ben senim," diye fısıldadı gölge, sesi bir rüzgârın hışırtısı kadar belirsiz. "Sen de benim. Ve ikimiz de burada olmamalıydık."

Odanın duvarlarından kanla yazılmış tarihler sızmaya başladı.

17 ARALIK 2016

Suriye.

O gece.

"Hayır!" diye bağırdım, ellerimi kulaklarıma tıkayarak. Ama kayıttaki sesim giderek yükseliyor, bir çığlığa dönüşüyordu.

"Bak Asena, bak! Gözlerini kapatma!"

Zorla gözlerimi açtığımda, kendimi Ankara’nın o dar sokağında buldum. Kara Harp Okulu’nun hemen sağ köşesindeki dar sokaktı. Yağmur çiseliyordu. Karşımda bir genç kadın ve bir genç adam durmuş, bana bakıyordu. Ellerinde oyuncak askerler vardı. Avuçlarımda hissettiğim ağırlıkla gözlerimi indirdim.

Silah tutuyordum.

“Hayır!”

O an her şey bir şimşek çakması kadar hızlı ve parlak zihnime düştü. Gençlerin korku dolu gözleri. Silahın soğukluğu.

İki silah sesi.

Atan ben miydim? Yoksa bana mı ateş edilmişti?

Gölge arkamda belirdi, omzuma dokundu. Anıtkabir'e döndüğümde, Selçuk yeniden karşımda oturuyordu. Yüzü bembeyazdı. Masanın üzerindeki dosya açıktı ve içinden bir fotoğraf fırlayıp yere düştü.

Selçuk, yanındaki eşiyle, yeni doğmuş bebeğini kucaklıyordu.

“Senin suçun değildi,” dedi Selçuk, sesi bir mahkûmun son itirafı gibi ağır. “Senin suçun değildi.”

Gözleri masaya indiğinde masaya baktım. Silah, şimdi artık ikimizin tam ortasındaydı.

"Silahı al," dedi Selçuk, gözlerinde o güne kadar sakladığı bütün acıların yansımasıyla. “Bitir artık bu işkenceyi.”

Kafamı iki yana salladığımda elleri titreyerek silaha uzandı ve masaya eğilerek ellerime tutuşturmaya çalıştı. Kafamı sallayarak ellerimi çekmeye çalıştığımda buna izin vermedi. Karşımda oturan adam, bir zamanlar en güvendiğim insan, şimdi gözyaşlarıyla boğuşuyordu.

“Bitir! Dayanamıyorum!”

Ellerimde silahın soğuk ağırlığı, ruhumun taşıyamayacağı kadar büyük bir yüke dönüştü. Selçuk'un parmakları benimkileri sıkıca kavramıştı, ter içindeki avuçlarımız metal üzerinde kaynaşmış gibiydi. Gözyaşları çenesinden damlıyor, masanın üzerindeki dosyaya düşüp mürekkebi dağıtıyordu.

"Sen..." diye hırıldadım, boğazımda düğümlenen kelimelerle, "Beni neden zorluyorsun?"

Gözlerini kapattı, "Çünkü," dedi nefesi kesilerek, "sadece sen bitirebilirsin bu kâbusu.”

Silahı döndürmeye çalışırken “Dur!” diye bağırdım ama o gözlerini açıp bana baktı. Gözleri kan çanağına dönmüştü.

“Öldür artık onu!” diye haykırdı.

Dünya altüst oldu. Selçuk, silahı biraz daha döndürmemi sağladığında parmağım tetiğe bastı. Yere düşen bedenin ardından Anıtkabir'in kapısı ardına kadar açıldı. Gün ışığı içeri dolarken, masadaki fotoğraflar birer birer yanmaya başladı. Selçuk yere çöktü, kollarını başına dolamıştı. Ağır adımlarla ona doğru yaklaştığımda yanındaki vurduğum bedeni gördüm.

O anda Anıtkabir'in tüm duvarları çöktü. Şırnak'ın tozlu yolları, Ankara'nın dar sokakları, Mardin’de bir sokak lambasının altında yürüyen Eyşan Boduroğlu, Suriye'nin bombalanmış köyleri... Hepsi bir rüya gibi dağılırken, elimde eski bir gazete kupürü kaldı.

“Resmî Kayıt: Akıncı Timini şehit düşüren hainlerin isimleri kırmızı listeye alınmıştır. Görenlerin ivedilikle TSK’ne haber vermesi arz olunur.”

Rebl Al Mabir - Kod Adı: Mimba

Elias Farouq – Kod Adı: Kara Kutu

Gölge son kez omzuma dokundu. Son ses, bir silahın emniyetinin kapatılma sesiydi.

"Uyan artık," diyordu Selçuk, "kendi mezarlığından."

“Eyşan! Uyan!”

Kulaklarımda yankılanan silah sesiyle gözlerimi irkilerek açtığım vakit, üzerime eğilmiş Mete’yi gördüm. Bacaklarıma oturmuş bir şekilde ellerimi, yatağa bastırmıştı. Mavi gözlerindeki endişe ve korku, etrafını saran beyazlıklara kök salmıştı. Gözlerimi bulunduğum yerde gezdirdiğimde kabustan çıktığımı anlayabilmiştim. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdiğimde Mete, bileklerimi sıktığı parmaklarını gevşetip üzerimden kalktı.

Gözlerimi açıp ona baktığımda, yatağın üzerinde dizlerinin üzerinde durduğunu ve ellerini de dizlerine bastırdığını fark ettim. Kaşları hafifçe çatılmıştı, gözleri yüzümde dolanırken ne gördüğümü sormak istiyormuş ama çekiniyormuş gibi duruyordu. Hafifçe sızlayan bileklerimi hareketlendirdiğim sıra hafifçe dirseğimden tuttu ve dudaklarını bileğime yaklaştırdı.

“Acıyor mu?” diye sordu öperken. Kafamı iki yana salladığımda derin bir nefes verdi ve diğer dirseğimi de kavrayıp kalkmam için yardımcı oldu. Yatakta doğrulduğumda pişmanlıkla harmanlanmış bakışlarını gözlerimde gezdirdi.

“Senden önce uyanmıştım,” dedi, ellerini yüzüme uzatırken. Alnımda ve şakağımda terlerimi avuçlarının içleriyle silerken “Birden çırpınmaya başladın, bağırdın, tutamadım seni,” başını eğdi, “zarar verecektin kendine.”

Elimi yanağına yaslayıp yüzüme bakmasını sağladığımda "Bir rüyaydı sadece," diye mırıldandım.

Mete'nin parmakları şakaklarıma dokunduğunda, Anıtkabir'in o soğuk taşları yerine gerçek bir tenin sıcaklığını hissettim. Gözlerini kaçırdı, dudaklarını ısırdı. "Eskiden her gece aynı şeydi," dedi, sesi bir çocuğun kırık oyuncağına benzeyen bir hüzünle. “Uzun zamandır olmuyordu.”

Burukça tebessüm ettim. Sağ elimi de yanağına yasladığımda buğulu bakışları yüzümün her bir noktasını zihnine kazırcasına gezindi.

“Sadece bir rüya,” dedim hem ona hem de kendime hatırlatmak için. Mete'nin gözlerindeki o derin korku, beni daha fazla incitmemek için zorla kontrol ettiği titreyen elleriyle bir tezat oluşturuyordu. "Eyşan," dediği anda sesinin kırılışı, içimde bir şeylerin daha fazla parçalanmasına neden oldu.

Kızarmış bileklerime baktı.

Ellerimi tutuşunda bir çaresizlik vardı, sanki biraz daha gevşetse uçup gidecekmişim gibiydi. Parmaklarımın arasına kendi parmaklarını geçirdi, avuçlarımı sımsıkı kavradı.

“O rüya dediğin günlerde kendi yaralarını kopard-”

Sözünü bitiremedi. Boğazındaki düğüm, gözlerindeki ıslak parıltıdan daha fazlasını anlatıyordu zaten. Yüzümü ellerinin arasına alıp alnıma dokunduğunda, nefesinin düzensiz ritmini hissedebiliyordum.

"Bunu konuşmayalım şimdi," diye mırıldandım, başımı onun omzuna yaslayarak. Omuzlarımda hissettiğim titreme, onun içindeki fırtınayı ele veriyordu. Benim korkularımdan daha ağır bir yük taşıyordu şimdi. Sevdiği insanı, kendinden korumak zorunda kalan birinin çaresizliğini.

Odanın kapısının aniden vurulmasıyla irkilip kapıya döndüğümüzde, Mete’ye baktım. Gözlerindeki endişe anında kaybolmuştu ve kaşlarında bir gerginlik barındırıyordu. Birbirine kenetli ellerimizi çözerek yataktan kalktı ve kapıya ilerledi.

“Mete! Müsaitseniz aç benim, Caner.”

Mete, göz ucuyla bana bakıp yeniden kapıya döndüğünde yataktan kalkıp kapıya yaklaştım. Üzerimi düzelttiğimde Mete, kapıyı açıp başını hafifçe sağa eğdi.

“Ne oluyor Caner?”

Caner, kaşlarını şüpheci bir tavırla çatmıştı. Gözleri beni bulduğunda kafasını iki yana salladı ve yeniden Mete’ye baktı. Dudaklarından dökülecek olan her ne ise gözlerindeki emin olmama duruma yansımıştı.

“Elias Farouq’un konsoloslukta kaçması tesadüf değilmiş. Elimize ses kayıtları ulaştı.”

Mete, tek kaşı yukarıda bir şekilde “Ses kayıtları mı?” diye söylendiğinde kaşlarım istemsizce çatılmıştı. Sağ bacağımın hafifçe kaşınmasıyla sağ elimi uyluğuma götürüp yavaşça kaşıdım. Caner’in gözleri bir anlığına kaşıdığım yere kaydı ve gözlerini kapatıp Mete’ye döndü.

“Eyşan’ın üzerinde dinleme cihazı var.”

Caner'in sözleri odada bir şimşek gibi çaktı. Sağ elim, bir an önce kaşıdığım uyluğumun üzerinde donup kaldı. Mete'nin yüzündeki ifade dondu. Gözleri yavaşça bana uzandı, bacaklarıma kaydı. Mete'nin gözlerindeki şaşkınlık yavaş yavaş tehlikeli bir keskinliğe dönüştü. Bakışları bacaklarımdan tırmanıp gözlerime yükseldiğinde derince yutkundu ve Caner’e baktı.

Aynaya bakan her beden, kişiliğinden bir yansıma taşırdı. Benim yansımam ise savaşın, acının ve kaybın izleriyle çizilmişti. Her çizgi, her gölge, yaşadığım yaraların sessiz tanığıydı.

Benim aynadaki varlığım, sahip olduğum her şeyi içinde tutsak ediyordu.

-

BÖLÜM SONU

koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

Sultan Çakır

yirmi altı temmuz iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 26.07.2025 06:11 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sultan Çakır / GÜVERCİN / LIII - TANRILARIN UNUTTUĞU DÜŞÜŞ
Sultan Çakır
GÜVERCİN

29.29k Okunma

1.47k Oy

0 Takip
88
Bölümlü Kitap
-AURORA-I - YEMİNII - İLK KURŞUNIII - MAVİIV - SORGUV - KANLI TÜYVI - SINIR7. BÖLÜM'DEN KESİTVII - GERÇEKDUYURU VE SOHBETKİTAP ADI VE KESİTVIII - TEKERRÜRIX - 25 SAAT 38 DAKİKA10. BÖLÜMDEN KESİTX - İSYANIN ARKASINDAKİ GÖLGEXI - YALANLAR VE İZLERİXII - SAVAŞIN SINIRINDAXIII - GECEYE SÜRGÜN AŞKXIV - KIRIK GÜVEN KOZASIXV - KIRILMA NOKTASIXVI - DUVARXVII - KANATLARI ISLAK GÜVERCİNXVIII PART I - SIRR-I MÜPHEMXVIII PART II - SÖNMÜŞ OCAK KÖZÜXIX - YÜKLÜ HATIRAXX - BÜLBÜLÜM ALTIN KAFESTEXXI - AL BAYRAĞIN GÖLGESİXXII - SONA BİR KALAA.E.BM.M.ÇXXIII - KORUN BIRAKTIĞI İZXXIV - BOZKURT VE TARUMARXXV - TEK KURŞUN SÖZÜXXVI - KARA KARIŞAN KANXXVII - ÖFKENİN KRİZ UYKUSUXXVIII - OMUZDA TAŞINAN YÜKXXIV - RUHU YUTAN BOŞLUKXXX - GERİ SAYIM SONUXXXI - YAKLAŞAN KASIRGAXXXII - HASSAS VE ZARİFXXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜII PART - XXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜXXXIV - AKREP VE YELKOVANXXXV - ŞEYTAN KILIKLI AZRAİLXXXVI - YOLUN SONUNDAKİ SAKİNLİKXXXVII - ECELİN GÖLGESİXXXVIII - OLASILIK VE KURAMXXXIX - KİMLİK KAYBIXL - BAHT VE TEKERRÜRXLI - KAYBOLAN ZAMANLAR- DUYURU -XLII - YANAN KÜLLERİN ARASINDAK.S.AA.O.ÖG.U.DGÜVERCİN HKK.XLIII - SERZENİŞİN KIYISINDAXLIV - DÜNE İÇİLEN ANT45. BÖLÜMDEN KESİTXLV - LEKE BIRAKAN İZLERMETE'DEN SİZE BİR MESAJ VAR!46. BÖLÜM'DEN KESİTBir İşçinin Günlüğü - DuyuruXLVI - KALPTEN GELEN YOL47. BÖLÜMDEN KESİTXLVII - KIRILAN SADAKAT-DUYURU-XLVIII - DİLDEKİ SÜKÛT-Duyuru-XLIX - SONUN DOĞURDUĞU İLK BAŞLANGIÇDUYURUDuyuruL - FİDES RUPTALI - ALARUM VINCULUMLII - SINAVLAR VE GEÇİŞLER-DUYURU-LIII - TANRILARIN UNUTTUĞU DÜŞÜŞ54. BÖLÜMDEN KESİTLIV - ÖLÜME GÖMÜLÜ BİR SEVDALV - EMANET VE YEMİNNeden bölüm yok - AçıklamaLVI - MÜHÜRLENMİŞ HAKİKAT57. BÖLÜMDEN KESİTLVII - SİS BÖLÜĞÜLVIII - OKYANUSTAN DOĞAN IRMAKLAR, ŞANSLI ÇÖL GEZGİNİLVIX - ŞAFAK SÖKMEDENLX - DİP KUYUSU- DUYURU -
Hikayeyi Paylaş
Loading...