
Helüüü, biz geldik. Nasılsınız? Umarım iyisinizdir. Bu bölüm peçetelerinizi yanınızda bulundurun. Bayağı bir duygusal ilerleyeceğiz. Bu bölüm benim için bir kırılma noktasıydı. Özellikle birkaç kişiyi yazarken gözyaşlarım pıtır pıtır döküldü. Bu yüzden bölüm sonundaki açıklamayı okumadan sayfadan ayrılmayın. Çok şey barındıracak...Her neyse;
-Keyifli okumalar-
🙄
Sahiden mi?

Bölüm Şarkıları;
Taş Duvarlar, Kıraç
Nasır, Melike Şahin
Sevduğum, Marsis
Her Aşk Ölümü Tadacak, Manga
Bana Neler Vadettin, Bergen
Od, Şebnem Ferah
Hasret, Sema
Neden, Gece Yolcuları

🕊️
LIV
İlk adım, yağmurla ıslanmış bir asfalttı. Gökyüzü kapalıydı, toprağın kokusu ağırdı ve geride kalan her şey suskundu. Yağmur damlaları gibi adımlar düştü yola; tim ilerlerken kimse geriye bakmadı. Her bir asker, vatan için attığı adımı sessizce ruhuna mühürledi. Gökyüzünde süzülen bir güvercin vardı.
Fakat bu yol, sadece gidişleri tanıyordu.
Sırılsıklam yeminlerle, dostlukla, kayıplarla ve beklenmeyen ihanetlerle örülmüş bir başlangıçtı. Gölgelerin içinden yürüyen bir timin, karanlığı yarıp geçmeye çalıştığı bir hikâyeydi bu. Yağmurun içindeki asker siluetleri, sadece düşmanla değil, kendi iç savaşlarıyla da mücadele ediyordu.
Zaman geçtikçe yağmur kesildi. Yollar kurudu, sesler boğuklaştı. O sessizliğin tam ortasında, çölün kıyısı belirdi. Artık ne gökyüzü ne de yürüyen ayaklar aynıydı. Her biri bir şey bırakmıştı ardında. Bir şehir, bir kardeşlik, bir aşk ama en çok da kendi benliklerinden bir parçaydı. Kum fırtınaları hem dışarıdaki düşmanı hem içerideki suskunluğu savuruyordu. Gökyüzündeki güvercin hâlâ oradaydı ama bu kez kanatlarında umut kadar vedanın da ağırlığı vardı.
Bu bir yol hikâyesi değil sadece. Bu, içinden vatan geçenlerin susarak yazdığı destandı. İlk yağmur damlasıyla başlayan ve son kum tanesinde tamamlanacak bir yürüyüşün hikâyesi.
O yürüyüş sürerken Güvercin hâlâ gökyüzündeydi.
🕊️
4 Temmuz 2022 / Şırnak
Mete Mert Çakır, Ağzından
Taş Duvarlar, Kıraç
Ben bir cephaneydim.
Ölümle el sıkışmış, mezar taşını kendi elleriyle yontmuş bir adamdım. Susturulmuş öfkelerle doldurulmuş, emirle hareket eden, her an patlamaya hazır bir yalnızlıktım. Herkes ateş ederken ben, suskunluğumu namlumun ucunda sakladım. Sözlerim barut gibi yanardı; hissetmek, savaş meydanında unuttuğum bir lükstü. Aklımı kaybettirecek düşüncelerim, bulmak istediğim kadının yankılarıyla bürünürdü.
O yüzden bu hayatta ben yalnızca bir şey istedim.
Nefes aldığım süreç boyunca o olsun istedim. Sadece o olsun. Ruhumu ruhuna saklayıp, beni benliğimden alsın istedim. Onunla sessiz bir evde, sadece bizim olan bir yerde yaşamak istedim. Geceleri yıldızlara bakarken elini tutup, dünyadaki tüm savaşların, acıların çok uzaklarda kalmasını istedim. Yanında huzur içinde uyuyabilmek, sabah güneşiyle birlikte uyanıp, ilk sözümü onun adıyla söylemek istedim.
Gözlerindeki o derin bakışta kendimi bulmak, en kötü anlarımda onu düşünerek güç bulmak; sarıldığında zamanın durmasını, o anın sonsuza dek sürmesini istedim. Kalbimin her atışıyla onu sevmek, onun kalp atışlarını kendi ritmim yapmak istedim.
Onun hayallerini dinlemek, yanında geleceğe dair planlar yapmak; hayatın zorluklarına birlikte göğüs germek, yorgun düştüğümde omzuna yaslanmak istedim. Son nefesimi verirken bile, yanımda olmasını, ellerimi tutmasını, gözlerime son kez bakmasını istedim. Gözlerindeki topraklara gömülmek istedim.
Öyle bir aşk istedim ki, o olmadan hayatın tadı çıkmasın, dünyanın bütün renkleri solgun ve anlamsız kalsın istedim. Düşmana bile titremeyecek elimi, onun varlığı titretsin istedim. Varsın ölüm gelsin ama bir tek o olsun istedim.
Ben bu hayatta, en çok onu istedim.
Asena Eyşan Çakır, gökyüzüne tutunmuş bir güvercindi. Oysa ben; kanatları hiç olmamış, uçmayı bilmeyen bir askerdim. Şimdi hayat, bunu bilerek büyük bir tehlikeyle beni imtihan ediyordu. Sanki ölüm, onun tenine yapışmış, saçlarının arasından sinsice fısıldıyordu. Kalbim, bu korkunun yüküyle atıyor, ona bir şey olacak korkusuyla ateşler içinde kavruluyordum.
İstemiyorum. Ölmesini istemiyorum. Ölümden daha kötülerini yaşadık ama yine de ölmesini istemiyorum. Bir gün bitecekse bile bu hikâye, onun yokluğuyla bitmesin. Onun yüzüne bakan gözlerim son kez kapanabilir ama o, yaşamaya devam etsin. Onu kaybetmek istemiyorum.
Çünkü onu kaybetmek, her savaştan daha ağır bir yenilgi olurdu.
Zihnimin içi olabildiğince sakindi. Bozkurt'un homurtularını işitsem de bakışlarım, Eyşan'ın karşısında duran Caner ile Bora'nın elindeki cihazda takılı kalmıştı. Eyşan'ın yüzüne baktığımda, onun da bakışları cihazda dolanıyordu. Baktığımı hissetmiş olacaktı ki ateşle bürünmüş topraklarını gözlerime çevirdi. Zihnimin içindeki Bozkurt'un sesini kesti.
Sanki bakışlarını bana yönelttiğinde, içimdeki tüm savaşlar emir almış gibi sus pus olmuştu. Yalnızca Eyşan'ın gözleri vardı önümde. Cebimdeki ellerimi yumruk yaptığımda sakince yutkundum ve bakışlarımı kaçırdım. Masada oturan babamın çatık kaşları ile karşılaştım. Ellerini çenesinin altında birleştirmiş ve o da ne yapacağını bilemez bir hâlde cihazın vereceği reaksiyonu bekliyordu.
Dinleme cihazı, diğer cihazlardan çok daha farklıydı. Askeriyeye giriş ve çıkışlardaki cihazlarda ötmemesinin nedeni, mikroskobik bir boyutta olduğu içinmiş. Bunu, Caner'in anlatmasıyla anlamıştık. Dediğine göre onun bedenine bu cihaz kaçırıldığında takılmıştı.
Dinlediğimiz ses kayıtlarında Elias Farouq iti, son operasyondan sonra dinlemeyi bırakmıştı. Cihaz ile bağlantı kesilmişti fakat o zımbırtı onun içinde kalmıştı. Sıkıntılı bir nefes bırakıp Bora'ya baktığımda elindeki cihazı Eyşan'ın odadayken kaşıdığı bacağında gezdirdi. Cihaz cızırtı verdiğinde Eyşan'ın omzu seğirdi. Caner başını kaldırdı.
"Burada," dedi.
Bozkurt, bir anda yeniden canlandı zihnimde.
Ölüm yaklaştı.
Zihnimdeki sesle sertçe yutkundum.
Hangi bedende olursa olsun, taşıdığı şey kurban ister.
Boğazım düğümlendi. İçimde tanımlayamadığım bir öfke ile kabaran bir korku birbirine çarpıyordu. Bozkurt, sanki 'Onu korumazsan, senin ölümün de onunkiyle mühürlenecek," diyordu. Başım döndü bir an. Dünyanın tüm ağırlığı Eyşan'ın üstünde toplanmıştı da ben, onun omzunu tutmakta geç kalmış gibiydim.
Bora doğrulup bana, ardından da babama baktıklarında elindeki cihazı kapattı. Masanın üzerine bıraktığında Eyşan, altındaki eşofmanın ceplerine ellerini sokup bana doğru yaklaştı.
"Daha önce böyle bir şey görmüştüm," dedi Bora. Sesi yorgundu ama bir o kadar netti. Kollarını göğsünde kavuşturdu; sanki vurulduğu yerin yarasını saklıyordu. "Küçük bir operasyonla tenin hemen altındaki cihazı aldırabiliriz."
Babam, kafasını sallayıp Bora'ya ve Caner'e baktı.
"O hâlde hazırlıkları yaptırın. Bir an önce cihazdan kurtulun," dedi ve bakışlarını bana ve Eyşan'a çevirdi.
"İşlem sonrası Güvercin Timini koordinasyon merkezine toplayın. Bu konu artık can sıkmaya başladı. Bir an önce neler yapacağımızı konuşmaya başlayalım."
Sol ayağımı sağ ayağımın yanına sertçe vurduğum sıra, odadaki dört kişi esas duruşla karşılık verdi. Caner ve Bora, odanın kapısına ilerlerken Eyşan, ellerini ceplerinden çıkarttı ve yürümeye başladı. Peşini takip edip odadan çıktığımızda Caner, bize döndü.
"Mete, Eyşan ile revire gidin. Bizde Bora ile birazdan geliyoruz."
Eyşan'ın elinden tuttuğumda, Eyşan, avcumu sıkıca kavradı. Revire doğru yürürken, gözlerimi ondan alamıyordum. Eyşan, dalgınca baktığı önünden bakışlarını çekmeden dudaklarını araladı.
"İlk defa kendimden iğrendim."
Nefesimi tuttum. Ne söyleyeceğimi, nasıl sarılacağımı bilemedim. Çünkü onun içinde büyüyen o karanlık, benim kelimelerimden çok daha derindi. Köşeyi döndüğümüzde elini hafifçe sıktım ve adımlarımı durdurup gözlerinin en içine baktım.
"Bu senin engelleyebileceğin bir şey değildi," diye mırıldandığımda zihnimdeki çığlıkları tüm cümleleri esir aldı. Onun o savunmasız hali gözlerimin önüne geldiğinde dişlerimi sıkıp gevşettim. "Savunmasızdın sen Eyşan. O şerefsizin böyle bir pislik yapabileceğini bilemezdik."
Eyşan'ın gözleri, balçıklaşmaya başlayan bir toprağa dönüştüğünde kaşlarımı çatıp yüzüne doğru eğildim. Alnımı alnına bastırıp dişlerimi sıktım.
"Sakın," dedim dişlerimin arasından. "Sakın bir damla gözyaşı bile dökme. Akacak tek bir yaşına yakar geçerim tüm sınırları. Karşımda sen bile duramazsın."
Eyşan, burnunu çektiğinde gözlerimi kapatıp sıktığım dişlerimi kırmak istercesine sürttüm. Burun deliklerimin genişleyerek açıldığını fark ettiğim sıra sert bir nefes aldım ve gözlerimi açıp yürümeye devam ettim. Eyşan'ın içli nefeslerini duydukça öfkem, bir yanardağ gibi patlamaya hazırlanıyordu.
Revirin önüne geldiğimizde Ümit, önce bana ardından Eyşan'a bakıp içeriyi gösterdi. Eyşan'ın elini bıraktım ve yalnızca Ümit'e bakmayı sürdürdüm.
"Caner ve Bora birazdan gelecekler. Benim küçük bir işim var. Eyşan, size emanet," diye sıraladım ve Eyşan'a bile bakmadan sırtımı dönüp yürümeye başladım. Ayağımdaki postallar, sanki yeri delmek istermişçesine tok bir tını bırakırken o şerefsizin yaptığı pisliğin ağırlığı omuzlarımı eziyor, aklımı karıştırıyordu.
Krem rengindeki kapının koluna bodoslama dalıp içeriye girdim. Sandalyelerinde yayılarak oturan iki asker, toparlanarak ayağa kalktıklarında "Çıkın dışarı," diye fısıldadım. Nasıl göründüğüm hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama korkulu yüzlerinden iyi olmadığımı anlayabilmiştim. Yüzüme bakmayı sürdüklerinde parmaklarımı avuçlarımın içinde topladım.
"Çıkın lan dışarı!"
İki asker, koşar adımlarla odanın kapısına yürürlerken kendimi odanın içindeki kapıya sürükledim.
Bu sadece bir ihlal değil.
Sorgu odasının içine girdiğimde kapıyı kırarcasına kapattım ve sırtımı kapıya yaslayıp derin bir nefes bıraktım. Odanın içinde kimse yoktu.
Bu, onun hayatına, bedenine, senin ise ruhuna yapılmış bir saldırı.
Gözlerimi kapattım, ellerimi yumruk yaptım. Öfkemle karışık bir korku sarmıştı bedenimi. İçimde büyüyen savaş, dış dünyadakinden çok daha acımasızdı. Gözlerimi açtığımda, odanın sessizliği boğucu bir ağırlık gibi üstüme çökmüştü. Önümdeki masaya doğru yürüdüm, parmaklarımı keskin bir kararlılıkla kenetledim.
"Amına koyduğumun piç kurusu!"
Birdenbire masayı kavrayıp kaldırdım, tüm gücümü vererek onu odaya fırlattım. Sandalyeler birbiri ardına devrildi, tahta gıcırtıları ve metalin çarpışma sesi odada yankılandı.
"Ne istiyorsun lan bizden!"
Sandalyeyi yerden kaldırıp duvara savurdum.
"Ne istiyorsun lan kadınımdan!"
Bir yumruk daha attım, bu sefer duvara... Elimi çektiğimde tenimde yanma hissettim ama umurumda değildi. Tekmelediğim sandalyeler paramparça olurken, öfkem bedenimi tamamen ele geçirmişti. Saçlarımı acıyla çekiştirirken, öfkem bedenimi sarmıştı. Her bir nefes alışım, kabaran bir fırtına gibiydi; ciğerlerimi yakıyor, damarlarımda buz gibi bir ateş dolaşıyordu.
"Yetmedi mi çektirdiğin acılar?" diye fısıldadığımda bir an yere yığılacak gibi oldum ama dizlerim yere kapanmadan kendimi tuttum. Masayı titreyen ellerimle kavrarken "Canımı yaktığın yetmedi mi!" diye haykırıp cama doğru sertçe fırlattım.
Parmak uçlarımda acı ve kan vardı ama hissetmiyordum. Kafamın içinde çınlayan tek şey, o hainin yaptığı alçaklıklar, Eyşan'ın yaşadığı o derin yaraydı.
"Yeter bit artık!"
Yumruğumu duvara indirmeye başladığımda içimdeki bütün çaresizlik, korku ve öfke bu anlarda, kontrolümü tamamen kaybettiriyordu.
"Yeter orospu çocuğu yeter!" diye bağırdığımı hatırlıyordum.
"Mete!"
Odada yankılanan sesle yumruklarımı geçirmeye devam etmiştim. Karnıma sıkıca bağlanan kollar ile duvardan ayrılırken çırpınmaya çalıştım.
"Ne yapıyorsun amına koyayım!"
Yumruğumu beni tutan kişiye savurmaya çalışırken gözlerimin önünü kan bulamıştı. Karnımdan ayrılan ellerle yerdeki sandalyeye doğru uzandım. Sanki gözlerimin önünde bir pus vardı ve ben kimseyi göremiyordum. Bileklerimden kavrayan o güç beni sertçe duvara yasladığında bileklerimi bırakıp yakalarımı kavradı.
"Dur artık, DUR!"
Onu tutup üzerimden atmak istediğimde yakalarımdan tuttu ve biraz kendine çekip yeniden duvara vurdu.
"XWE RÛXŞE BÎNE!" (Kendine gel)
Gözümdeki pus bir anda dağıldı. Zihnimin içindeki Bozkurt, yorgun bir şekilde uzağa uzandığında karşımdaki Ahmet'in yüzü belirginleşti. Yavaşça derin bir nefes almaya zorlandım, kaslarım hâlâ gerilmiş, kalbim deli gibi atıyordu.
"Ne yapıyorsun Mete sen?"
Yüzüme sertçe bakıyordu, gözlerindeki kararlılık ve endişe birbirine karışmıştı. İçimdeki öfke alevi hâlâ yanıyordu ama onun sesi, o an beni tutan tek şeydi. Ciğerlerimi yakan titrek bir nefes aldığımda kaşlarını çattı.
"Ne bu halin oğlum? Bu kadar ne biriktirdin lan sen içinde?"
Gözlerimin dolduğu an amansız iki yaş göz pınarlarım yanaklarıma doğru süzüldü. Çenemde birleşen yaşlar, Ahmet'in eline damladığında Ahmet'in çatık kaşları gevşedi. Ardı ardına dökülmeye başlayan yaşlarla hıçkırmaya başladığımda gözlerimi kapatıp başımı arkama yasladım. Hıçkırıklarım bulunduğumuz alanda yankılanırken yakalarımdaki elin ayrıldığını hissettim. Sırtımın duvardan ayrılmadan yere sürüklendiğini hissettiğimde omuzlarıma değen elleri fark ettim.
"Gel buraya," diye fısıldadı, Ahmet. Elleri sırtıma yaslandığında başımı omuzlarına yaslayıp hıçkırmaya devam ettim. Haykırışlarıma karışık hıçkırıklarım, Ahmet'in üzerindeki formayı kavrarken bile devam ediyordu. Ahmet, bir eliyle sırtımı sıvazlarken bir elini de saçlarıma koymuş, beni omzuna bastırıyordu.
"Dayanamıyorum Ahmet," diyerek hıçkırdım. "Sürekli koşmaktan çok yoruldum. O şerefsizin ne yapacağını bilememekten, her an ölümün nefesini ensemizde hissetmekten çok yoruldum. Ellerimin arasından kayıp gidecek, tutamayacağım diye çok korkuyorum. Ona bir şey olacak diye ödüm kopuyor. Dayanamıyorum, ben buna. Çok korkuyorum."
İçli bir nefes verdiğini duydum.
"Bir sözüyle timini yöneten adamın adımları yerleri titretirdi. Şimdi o adam, sevdaya boyun bükmüş, pençesinde çaresiz kalmış."
Hıçkırıklarımın arasında kulağıma fısıldadığı cümleyle, yumruğumun arasındaki kumaşı daha da sıktım.
Dişlerimi sıktım.
"Dayanamıyorum!" diye haykırdım. Ahmet, sırtımı sıvazlamayı bırakıp, omuzlarımdan kavradı ve beni birazcık geriye çekti. Bulanık bakışlarımın arasından yüzünü izlerken kafasını iki yana salladı. O bakışlarda, sertliğin ardında kocaman bir yürek vardı, kırılmış ama kırmamış bir adamın öfkesini ve acısını taşıyan.
"Dayanmak zorundasın, Mete," dedi, sesi hem yumuşak hem kararlıydı. "Sen dayanamazsan, kim dayanacak? O kadın, seni sen yapan varlığınsa, sen de onun için ayakta kalmalısın. Eğer pes edersen, tek kaybeden siz olursunuz."
Gözlerimi kaçırmak istedim ama ona rağmen Ahmet'in gözlerine bakmaya devam ettim.
"İçim bir kor olmuş yanıyor Ahmet. Ben sevdamdan yorulmadım ama sevdamı çok yordular. Onun acıyan canı, benim canımdan canımı koparırken, gözünden akan yaşın hesabını soramadım oğlum ben."
Ahmet gözlerini kapattığında kaşlarımı çatıp devam ettim.
"Tam bitti diyorum ama tekrar başa dönüşüyoruz. Ben bundan yoruldum. Yolunu yordamını siktiğimin orospu çocuğunu bulamıyoruz. Resmen dalga geçer gibi oynuyor hayatlarımızın içinde. Kaç kere daha ben Eyşan'ı ellerimde tuttuğum topraktan kaçıracağım," titreyen çenemle gözlerimin dolmasını engelleyemediğimde yüzümü buruşturdum. Ahmet'in yakalarını yakaladığımda gözlerini açıp içindeki acıyla bana baktı.
"Ben daha kaç kere sevdiğim kadının ölümle karşı kalmasına seyirci kalacağım!"
Ahmet, alnını küçük bir sertlikle alnıma vurduğunda sağ eli enseme yaslandı.
"Pes etmeyeceksin o halde. Buraya gelip yıkılışını kimseye göstermeyeceksin. Eğer seni yeterince tanıyorsam ve şu an burada, dizlerinin üzerinde yıkıksan kaybetmek üzeresin demektir. Unutma, kaybetmek sadece vazgeçmekle başlar. Ayağa kalk ve karının yanında dur."
Gözlerimdeki kırılganlık, tam yüreğimin ortasına bir kıvılcım gibi oturdu.
"Ben, bu savaşın sonunu göremiyorum Ahmet."
Onun yüzüne bakan gözlerim son kez kapanabilir ama o, yaşamaya devam etsin. O olsun. Son nefesimi verecek olsam bile o olsun. O yaşasın.
"Varsın ölüm kapımda olsun," sol gözümden akan yaş, yüreğimin ortasındaki kora düştü, "ama onun canına dokunmasın."
4 Temmuz 2022 / Şırnak
Yazar, Ağzından
Nasır, Melike Şahin
'Yiğidin yüreğinde sevda, kanından daha kıymetlidir,' demiş, Hüseyin Nihal Atsız. 'Çünkü sevda, onu ölüme götüren ateştir.'
Mete Mert Çakır'ın yüreğinde taşıdığı sevda, gözlerinden akan yaşların ardındaki sarsılmaz bir inançtı. Ölümün soğuk nefesine rağmen, o sevda onu ayakta tutan güç, onun varoluşunun anlamıydı. Mete, her ne kadar kırılmış, yorgun ve bazen çaresiz olsa da o ateşi asla söndürmeyecekti.
Çünkü onun için sevda, sadece bir kelime değil; kanından daha derin, canından daha kıymetli bir kutsallıktı.
Bunun bilincindeydi Mete ama korkuyordu. Zihnindeki güçlü olan Bozkurt'a rağmen, ürküyordu. Kadını kaybetmeden ölesiye korkuyordu. Bir şeyler yapması gerektiğinin farkındaydı ama sorun şurada başlıyordu.
Elias Farouq, hiçbir yerde bulunamıyordu.
Albay Alparslan Çakır'ın emriyle Güvercin Timi, koordinasyon merkezinde toplanmıştı. Eyşan, uyluğunun hemen sağ tarafına enjekte edilmiş dinleme cihazından, küçük bir operasyonla kurtulmuştu. Üzerine geçirdiği üniformalarıyla masanın ilk sandalyesinde yerini almıştı. Sağ tarafında kalan sandalyede sırasıyla; Osman, Kubilay, Yonca, Deniz ve Kartal oturuyordu. Sol tarafındaki sandalyelerde ise Lara, Barış, Ahmet ve Mete vardı.
Albay Alparslan Çakır, elindeki dosyayla koordinasyon merkezine bağlı kapıyı açtı ve odaya girdi. Herkes ayağa kalkıp esas duruşa geçerken sakince "Oturun," dedi ama sıkıntı büyüktü. Yaptıkları operasyonun geçersiz sayılması, bir güvenlik sorunuydu ve elinde tuttuğu kağıtlar, konsolosluk ile yapılmış konuşmaları barındırıyordu.
Caner ve Bora, ellerindeki tabletlere masanın kenarına yaklaştıklarında Bora, göz ucuyla Ahmet'e ve yanında oturan Mete'ye baktı. Mete, ısrarla ellerini ceplerinden çıkartmamış, biraz önce tenine kazınmış yaraları saklamak istercesine orada tutuyordu. Bora, bir an duraksadı. Mete'nin yanındaki sandalyeyi çekip oturduğunda tablete bakarak yutkundu. Bir zamanlar timin önünde yürüyen, adım attığında ardına cesaret dizilen Mete'nin, şimdi içinde kopan fırtınalarla ayakta durmaya çalıştığını görüyordu.
Alparslan Çakır, masanın başına geçtiğinde elindeki dosyayı havadan bıraktı. Sertçe çarpan dosyanın sesi, odadaki gerilimi daha da artırdı.
"Operasyonun detayları burada," dedi Alparslan Çakır. Sesi hem yorgun hem de hayal kırıklığı taşıyordu. Gözleri masadakilerin üzerinde gezindi, bir an Mete'de durdu. O bakış, babalık ile komutanlık arasındaki ince çizgide salınıyordu. Konuşmadan önce cümlelerini toparlamak adına ellerini palaskasına yasladı.
"Eyşan'ın vücuduna yerleştirilen cihaz özel yapım. Sökülmesi kolay ama tespit edilmesi zor. Bu yüzden giriş ve çıkışlarda fark edilmedi."
Gözlerini Mete'den çekti ve masada ona bakan gözleri izleyip derin bir nefes aldı. Eğilip sakince ellerini masanın üzerine yasladı.
"Elias Farouq'u o gün alan elçilik, parayla satın alınmış. Gerçek elçilik değilmiş."
Mete, bir an hırıltılı bir nefes bıraktığında gözleri masada takılı kalmıştı. Masadaki herkesin bakışları Mete'yi bulduğunda Mete, sertçe yüzünü kaldırdı ve kaşlarının altından babasına baktı.
"Bunun olacağını sen zaten biliyordun," diye fısıldadı. "Bunun olacağını biliyordun çünkü Alparslan Çakır'ın herkesten önce, her şeyden haberi vardır."
Caner, alt dudağını gergince ısırıp Mete'ye baktığında Bora'yı dürttü. Çenesiyle Mete'yi gösterdiğinde Bora, ikilem de kalarak Mete'nin dizine dokundu ama Mete, bunu görmezden geldi.
"Yaralı kurdun, böylesine güçlü geleceğini bile bile onu vermekten vazgeçmedin," dediğinde Alparslan Çakır'ın alnındaki bir damar sinirle gerildi. Boğazındaki hayat damarı teklediğinde kaşları olabildiğinde alnının ortasında çukurlaşmıştı.
"MMÇ," diye fısıldadı, dişlerinin arasından. "Karşında kimin olduğunu unutup sınırlarımın üzerinde yürüyorsun."
Kimseden ses çıkmadı. Eyşan, yumruklarını masanın altında sıkarken başını önüne eğmişti. Yanındaki Osman derin bir nefes aldı ama konuşmadı. Mete kıpırdamadı. Pantolonun cebindeki parmakları hâlâ oradaydı. Derisinin altındaki acı gibi, suskunluğu da kanıyordu.
Ahmet, sessizce eğildi, Mete'ye doğru fısıldadı.
"Mete ne olur sus," diye fısıldadı. Mete, başını hafifçe sağa çevirdi, gözleri Ahmet'le buluştu.
"Yalan mı?" dedi, Mete. "Mavi Ateş Timinde de aynısını yapmadı mı? İki tane kardeşimizi öylesine gömmedik mi o toprağın altına?"
Ahmet, ne olduğunu anlamamışçasına kaşlarını çattığında Mete'nin yüzü hiddetle babasına döndü.
"Söylesene Alparslan Albay; Şanlıurfa'da, Hulusi Binbaşıdan Ahmet'in gideceğini öğrendiğim görev emrinin, aslında daha önce planlandığını söylesene. Benim haberim olmadan verilmiş onayın aslında senin verdiğini Ahmet'e söylesene."
Bu cümleyle beraber odadaki hava tamamen değişti.
Bora, Caner, Barış ve Ahmet, çatık kaşlarıyla Mete'ye baktıklarında Mete, ısrarla Alparslan Çakır'a bakmayı sürdürüyordu.
"Aynı şekilde Bünyamin Boraç Arınlı'nın, timden ayrıldıktan sonra neler yaptığının farkında olduğunu, sırf bu yüzden Ahmet'i geri çağırmaktan vazgeçtiğini söylesene."
Alparslan Çakır, dişlerinin arasından Mete'nin adını tekrar etmedi. Sadece yüzündeki kaslar titredi. Gözleri daraldı, dudakları bir çizgiye dönüştü. O anda, albay üniformasının altında bir baba değil, sadece demir disiplinli bir komutan vardı. Ama gözlerinin dibindeki gölge, gizlemeye çalıştığı o sarsıntı, ihanet ediyordu ona.
Bora ve Ahmet, Mete'nin yüzü önünde göz göze geldiklerinde Bora'nın gözleri titredi. Ahmet, çatık kaşlarını hüzünle düzeltip Alparslan Çakır'a baktı. Bora'nın parmakları, Mete'nin dizinden çekilirken aslında yılların bastırdığı hakikate yol veriyordu. Masadaki herkes, şaşkın bir şekilde Mete'yi izlemeye devam ediyordu. Caner'in bile bilmediği bu konu, Mavi Ateş Timinden bir sır gibi masanın üzerine dağılmıştı.
Mete'nin sesi bu kez daha derinden, daha sakin geldi. Ama öyle bir sakinlikti ki, öfkenin uçurum kıyısında gezinir gibiydi.
"Sen benim hedefim değilsin ama yolumun üstüne gölge düşüren ilk sessizliğin sahibisin. Ardımda yürüyen adamların mezar taşlarını görüp hâlâ sessiz kalıyorsan, ben seni hangi tarafın komutanı sayayım, Alparslan Albay?"
Ahmet, koluna uzandığında geç kalınmış bir vicdan gibiydi; çünkü Mete, çoktan susturulmuş duyguların eşiğinden düşmüştü.
"Değmeyecek insan topluluğu için kardeşimi, kâğıt üstünde rakam gibi silip attınız. Sırtımı yasladığım dağımın kırılmasına yol açtınız. Dostumuz dediğiniz insanlar hayatlarınızın içinden geçti. Yetmedi, Eyşan'a musallat olmuş bir piçi, kendi ellerinizle götürdünüz aralarına koydunuz. Şimdi buraya oturmuş, benden soğukkanlılık mı bekliyorsun?"
Mete yavaşça doğruldu, sandalyeden kalkmadı ama sırtını dayadığı yerde biraz yükseldi. Gözleri hâlâ Alparslan'ın gözlerine kilitliydi.
"Ben sevdiğim kadının öldüğünü düşünüp şakağıma yaslı bir silahla dururken sen, masa başında rakamlarla vicdan bölüyordun, Albay."
Mete, son cümlesini söylediğinde sessizlik, odanın tavanından yere düşen bir mermi gibiydi. Eyşan, eğdiği başını kaldırdığında gözlerindeki yaşlarla Mete'yi izliyordu. Elleri sımsıkı karnına yaslanmış, sanki ikizlerinin kulaklarını kapatmak istermişçesine bastırıyordu.
Alparslan Çakır, derin bir nefes verdiğinde kaşlarını alnına doğru sürükledi.
"Bitti mi?"
Mete, dişlerini sıkarak Alparslan Albaya bakmaya devam ederken Alparslan Albay, gözlerini devirip Eyşan'a baktı.
"Daha büyük bir felaketi engellemek için bazen en kötü kararı almak zorunda kalırsın," dedi ve yeniden Mete'ye bakıp çenesiyle Eyşan'ı gösterdi.
"Bu kadının yaşadığının yarısını bile yaşamadın. Bu kadın, kaç kardeşini gözlerinin önünde kaybetti, kaçının naaşını sırtında taşıdı, biliyor musun? Hayır, bilmiyorsun. Mavi Ateş Timi daha yokken bu kadının timi vardı. Sizin timinizin olduğu zamanlar, bu kadın ve etrafında gördüğün adamları, dağda kaç tane teröristin kellesini alıyordu biliyor musun? Bilmiyorsun. Çünkü en çok o savaşın içindeydi."
Kaşlarını yeniden çattı.
"Kararları o aldı, kanı o döktü, bedellerin en büyüğünü yine o ödedi," dedi, her 'o' deyişinde kafasıyla Eyşan'ı işaret ederek. Cümlesi bittiğinde masaya ellerini iyice bastırarak Mete'ye doğru eğildi.
"Peki ya sen?" kaşlarını kaldırdı, "Kendi yaptıklarının sonuçlarına bakıp bir de şimdi aynı cümleleri söylesene."
Alparslan Çakır'ın sert ve yorgun sesi odada yankılanırken, gözlerindeki derin yorgunluk ve pişmanlık herkesin üzerinde ağır bir yük gibi hissediliyordu. Mete, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldığında burun delikleri genişlemişti. Alt dudağını kanatacak kadar güçlü bir şekilde ısırdığında Alparslan Çakır, ellerini masadan ayırarak doğruldu.
Gözleri, başlarını eğmiş bireylerde gezindi.
"Son cümleyi hepinize söylüyorum, kendi yaptıklarınızın sonuçlarına bakıp ondan sonra bana hesap sorun. Çünkü yaptıklarınızın sonuçları bu kadına değdi. Bu zamana kadar Güvercin Timinin ayakta kalmasının tek sebebi, bu timin kalbi olan Asena Eyşan Çakır'dır. Hiçbiriniz!"
'Hiçbiriniz,' sözcüğünü bastırarak ve gürce söylemişti.
"Hiçbiriniz değil! Çünkü o olmasaydı, siz de burada olmayacaktınız ama hepiniz, onun için canınızı bile verirsiniz."
Gözlerinin pınarlarında dolmak için hazırda bekleyen bir gözyaşı vardı ama ısrarla akmıyordu. Eyşan, gözlerini Alparslan Albaya sabitlemiş bir şekilde kalakalmıştı. Alparslan Albay, başını hafifçe omzuna yatırıp burukça gülümsedi.
"Bu işin içinde zafer kadar yenilgi, umut kadar da acı var. Sana yıllar önce bir söz söylemiştim, o zamanlar beni tanımıyordun. Sen ilk hudut görevine çıktığında ensene yiyeceğin kurşundan kurtarmıştım. İyi olmak yetmez, ölmeden önce ne kadar öldüğünü bilmen gerek, demiştim."
Eyşan, dolu gözlerine rağmen şaşkın bakışlarını sürdürdü. Alparslan Çakır, omzuna eğdiği başını düzeltti ve çenesini dikleştirdi.
"Şimdi artık ne kadar öldüğünü değil," dedikten sonra yüzünü hafifçe eğdi ve kaşlarının altından Eyşan'a baktı, "kim olduğunu hatırlama vakti, Asena."
26 Kasım 2019 / Şırnak
Alparslan Çakır, Ağzından
Sensiz Olmaz, Müslüm Gürses
Defalarca yıkıldığım yerden, daha ne kadar kırılabilirdim?
Zamana yenilmeyen acılar vardı, kabullenilmezlerdi. Üstüne ne kadar toprak atsan da içindeki sarsıntı dinmezdi. Yıllar önce benim nefesimi canımdan koparıp, toprağı yarmışlar ve gözlerimin içine baka baka, onu gömmem için elime bir kürek tutuşturmuşlardı.
Ben, canımı nasıl toprağa gömerdim?
'Kapat gözlerini, göm sevdiğini,' dediler.
Gömdüm.
Ama o gün sadece onu değil, yaşama dair ne varsa, içimde ne kaldıysa, hepsini o çukura ittim. Ayakta durmaya devam ettiğim süreç boyunca Ethem ile Yağmur'un varlığı, bana güç veriyordu. Benimle aynı sofraya oturmuş, aynı siperde yan yana durmuş insanlardı. Sırtımı yasladığım, gözümü kırpmadan arkamı dönebildiğim dostlardı, dostlarımızdı.
24 Kasım 2003'te canımdan can gitmişti ve şimdi 24 Kasım 2019'da geçmişin kanatlarını yeniden açıp üzerime çöktüğü gün, ben bir kez daha gömüldüm. Bir adam kaç kez gömerdi sevdiklerini? Kaç kez yitirdiğinde hâlâ ayakta kalabilirdi ki?
Şehitliğe yaklaştıkça nefesim daralıyordu. Ayaklarım geri gitmek istiyor, buna aman vermiyor ve inanasım gelmiyordu. Ama yürümeye devam ediyordum. Çünkü beni parçalayan her nokta, gerçek olduğunu yüzüme defalarca vuruyordu. Sırtımdaki yük dostlarımın hatırasıydı. Onlara veda etmemek ayıp olurdu.
Ethem'in kahkahaları kulaklarımda çınladıkça sanki kaburgalarım birer birer kırılıyordu. Ethem ile konuşmalarımız, Yağmur'a olan bakışlarının arasında bile benimle alay etmesi, karımın şehit olmadan hemen önce Yağmur ile bir olup, gelecek hakkında planlar yapması, Ethem'e ısrarla 'Kızını oğluma versene,' demelerim gözümün önündeydi.
Ben her şeyi unuturum sanmıştım. Sanmak ne büyük yanılgıymış.
Elimdeki iki çiçekle mezar taşlarının önünde durduğumda yavaşça dizlerimi kırarak çöktüm. Yasemin çiçekleriyle bürülü olan demeti Ethem'in mezarına bırakırken çenemin titremesini engelleyemiyordum. Yağmur'un mezarına nergis çiçekleriyle dolu buketi bıraktım ve gülümseyerek Ethem'in mezarına baktım. Gözlerimi kırptığımda yanaklarım çoktan ıslanmıştı.
Bugün ben, bir kez daha toprağa eğilirken sadece iki dostuma değil, bir ömrün yarısına veda ediyordum ve bunu nasıl yapacağım hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu. Her veda, aynı yeri yeniden kanatıyor. Ama bu defa başkaydı. Bu defa, içimde kalan son sağlam yer de kırıldı.
Bir mezar taşına yaslanmak, bir dosta omuz vermek gibidir derlerdi.
Ama kimse bana o taşın omzuma bu kadar ağır basacağını söylememişti.
Elimle Ethem'in toprağına dokunduğumda havada güçlü bir yırtıcının sesi yankılandı. İsminin yazdığı sütuna atmaca kondu. Gözlerimi kapatıp dişlerimi sıktığımda avcumun altındaki toprağı sıktım. Gözlerimi açıp atmacaya baktığımda iri gözleriyle yüzüme bakıyordu.
"Sende hemen özledin beni, değil mi?" diye fısıldadım, titrek çıkan sesimle. Atmaca, hareket etmeden bana bakmaya devam ederken kafamı iki yana sallayıp avuçlarımın içinde sıktığım toprağı yavaşça bıraktım.
"Özür dilerim," diye mırıldandığımda başımı öne eğip gözlerimi kapattım. "Özür dilerim," sesim çatallaşmış, çoktan yaşlar yanaklarımı ıslatmaya başlamıştı. "Yalnız bıraktım sizi. Özür dilerim, daha önce gelmediğim için. Özür dilerim, yetişemediğim için," hıçkırarak kafamı iki yana salladım, "Özür dilerim, geç kaldığım için."
Toprağın üzerine düşen her damla, içimden kopan bir anıydı. Ne zaman güldüğünüzü ne zaman başımı okşadığınızı ve ne zaman elveda bile demeden gittiğinizi yeniden yaşadım. Parmaklarım yeniden toprağı yokladı. Nemli toprak avuçlarımın arasından kayarken, yüreğimin bir köşesinde yıllar önce unuttuğumu sandığım bir sıcaklık kıpırdadı.
Burnumu çekip gözlerimi açtığımda kaşlarımın altından, bana bakan atmacaya baktım.
"Ve özür dilerim," dedim bir buz kadar soğukça, "Sebebi olacağım her şey için."
Atmaca, kanatlarını hafifçe açtı ama uçmadı. Gözleriyle bana bir şey anlatmaya çalışıyor gibiydi. Kanatlarını kapatıp silkelendiğinde, pençelerini olduğu taştan biraz daha kaydırdı. Başını eğdi ama hâlâ bana bakmaya devam ediyordu.
"Asena Gündüz'ü göreve gönderdim Ethem. Size ve bize bunları yaşatanı kendi elleriyle bulup intikamı alacak. Onu bu yola ben sürükledim. Raşit'ten haberi oldu ve şimdi onu bulmak için yola çıktı."
Atmaca kanatlarını tekrar hafifçe açtı, sonra yavaşça elimin olduğu yere indi; tıpkı yükümlülüğünü taşırmışçasına dimdik duruyordu. Gözleriyle derin bir onay verir gibiydi.
"Bu yolda çok dağılacak, çok kararlar vermesi gerekecek. Belki bizden daha çok şey yaşayacak ama o çok güçlü bir kız," gözlerimi Yağmur'un mezar taşına çevirip yeniden atmacaya baktım.
"Yağmur Boduroğlu'nun hırçın halini, eh," gözlerimi kıstım, "babasından da biraz huysuzluğunu kaptı sonuçta," dediğimde atmaca zıplayarak Yağmur'un üzerini örten küçük toprak parçasına kondu ve toprağı gagasıyla hafifçe eşeledi. Burukça gülümsediğimde gözlerimin dolmasına engel olamayıp gözlerimi devirdim ve ellerimle yüzümü kapatıp derin bir nefes bıraktım.
"Bari burada karını rahat bırak be adam," diye fısıldayıp ellerimi yüzümden sürterek çektim.
"Raşit iti, yıllardır karanlıkta saklandı, yaptığı her şey kanla yazıldı," dedim. "Ama artık o karanlıkta yalnız değil. Asena, onun izini sürecek, onunla yüzleşecek. Belki de kendi içindeki savaş daha zor olacak. İradesiyle savaşacak ve en sonunda o yılanın başını ezecek. Kızın bana emanet Ethem. Onu, her ne pahasına olursa olsun, koruyacağım."
Atmaca, toprağı eşelemeyi bırakıp kanatlarını açtı ve gırtlağından çıkan çığlıkla havalandı. Gözlerim onun arkasından giderken, içimde hem korku hem umut çarpışıyordu. Çünkü biliyordum ki, bu yol kan ve gözyaşıyla örülüydü. Ama asıl savaş daha yeni başlıyordu.
Şırnak Özel Tim Taburuna döndüğüm an, beş kişilik bir kadro kurup Kanarya operasyonuna gönderdim. Çünkü Mete'nin burada olması işlerimi baltalayacaktı. İki sene boyunca Eyşan Boduroğlu ve Alev Atsız, Raşit'e sadakatlerini ve hünerlerini gösterirken ben, arka planda büyük bir balığı kovalıyordum.
Başından beri ölmediğini bildiğim onu, Elias Farouq'u.
4 Temmuz 2022 / Şırnak
Yazar, Ağzından
Ortak, Melike Şahin
Mete, babasının anlattığı bilgiyle ellerini masanın üzerine vurdu.
"Nasıl yani! Sen, onun ölmediğini zaten biliyor muydun?"
Alparslan Çakır, gözlerini Mete'nin yüzüne çevirip birkaç saniye baktı. Ardından gözlerini devirip göz ucuyla Caner'e baktı. Mete, dehşete düşmüş bir şekilde Caner'e baktığında Caner, yalnızca gözlerini kırparak masaya bakmaya devam etti. Mete, aralı ağzını kapatıp arkasına yaslandı.
"Pardon ikinizin de Mücadele İtibar Teşkilatı'nın taşşaklı elemanları olduğunuzu unutmuştum."
Caner, alt dudağını dişlerinin arasına aldığında Alparslan Çakır, bakışlarını Mete'den çekip Eyşan'a baktı.
"Sen bu durumla ilgili bir şey söylemeyecek misin?
Eyşan, sakince kaşlarını kaldırdı.
"Bunu yalnızca siz mi biliyordunuz?"
Alparslan Çakır, gözlerini hafifçe kısıp başını sola doğru eğdi.
"Bunu bilen bir tek ben değildim. Siz daha Elias Farouq'u tanımadan önce annen, çoktan Hayalet Ekibini kurmuştu. 2017'de, sen orayı bombaladıktan hemen sonra, ekibini oraya yönlendirdi. Yağmur," derin bir nefes alıp verdi, "başımıza bunların geleceğini zaten öngörebiliyordu."
Eyşan, göz altlarında nemliliği silip ellerini masaya yasladı ve ağırca ayağa kalktı. Mete dahil olmak üzere herkesin bakışları Eyşan'a çevrildi.
"Annem, nasıl bunları öngörebildiyse, başımıza gelecek her şeyi hesaplayarak ben de öngördüm. Çünkü siz benim hâlâ Yağmur Boduroğlu'nun kanını taşıdığımı unuttunuz," dedi ve Mete'ye bakıp kafasını hafifçe omzuna eğdi.
"Ben Elias Farouq'u hiçbir zaman tanımadım. Selçuk söylediğinde öğrendim, kim olduğunu. Evet, üzerime saklanan dinleyiciden de haberim yoktu fakat bazı yerlerdeki sinyal kesicilerin yerini biliyorum. Koordinasyon merkezide bu yerlerden biri," dedi ve kafasını kaldırdı, "O mezar taşı taşıyan insanların, sen sanıyor musun ki hayatlarına öylece devam edebildiğini?"
Mete, hafifçe kaşlarını çattığında Eyşan, doğruldu ve ellerini arkasında bağladı.
"11 Haziran 2022 günü göreve getirilen Bora Yalaz Arınlı, Süleyman Çalkun'un sorgu kayıtlarını inceledi. İncelediği dosyalarda kayda değer bir bulgu buldu. Tahir'in cesedinden çıkan şifreli verinin yalnızca onun açabileceğini öğrendi. İşte o zaman, neden vurulduğunu anlamış oldu. Şifreli veriyi açtıktan hemen sonra içinde yer alan bilgiyi Güvercin Timinde güvenebildiğim bir istihbarat üyesine anlatıp, gereğinin yapılmasını ivedilikle arz ettirdim. Topladığımız bilgilere göre de bunu harekete geçirmesi için bugün bir kişiyi yönlendirdim."
Masadaki iki kişi hariç, diğer herkes Eyşan'a bakakalmıştı.
"Bora Yalaz Arınlı ile Ahmet Kurtuluş, Mimba ile Elias Farouq'un iş birliği yapacağını öğrendiler."
Mete'nin bakışları, istemsizce Bora ve Ahmet'e kaydı. Onlarsa çoktan birbirlerine dönmüş, sessizce bakışıyorlardı. Ahmet, hafifçe gülümsedi. Bora, çarpık bir tebessümle başını eğdi. Eyşan, sessizliği bir kez daha böldü. Ellerini arkasından çözüp öne doğru eğildi. Masaya yeniden yaslandı.
Tam dudaklarını araladığında odanın kapısı tıklatıldı. Sonra kapı aralandı. İçeriye bir rüzgâr gibi Alev Atsız girdi. Saçları yüzüne hafifçe savrulmuştu. Dudaklarında sabit kalmış küçük bir gülümsemeyle Eyşan'a yürüdü. Masanın kenarına geldiğinde, duraksamadan elindeki dosyayı masaya bıraktı.
Eyşan dosyaya bile bakmadan gözlerini Alparslan Çakır'a çevirdi. Onunla aynı anda Alev de bakışlarını Alparslan'a yöneltti. Sanki ikisi de cevabı ondan değil, tepkisini ölçmek için bekliyordu.
Eyşan'ın dudakları, o meşhur sinsi kıvrımla aralandı. Gözlerinde soğuk bir zafer parlıyordu.
"Alev Atsız'da, Mimba'nın nerede olduğunu buldu."
Bir uğultu gibi yayılan sessizlik, masanın çevresinde yankılandı. Ahmet yerinde doğruldu, Bora bir an nefesini tuttu. Caner'in kaşları kalktı. Alparslan Çakır, sessizce içini çekip başını salladı.
Alparslan Çakır, "Peki, operasyon hazırlıklarını yapacak mısın?" diye Eyşan'a yönelik sordu.
Eyşan, masada kalan dosyaya hafifçe gülümsedi. Ses tonu, artık nihai kararın perdesiydi.
"Ben çoktan askerlerimi gönderdim bile, Alparslan Albayım. Hayalet Ekibi, şu an Mimba'nın saklandığı yere doğru yola çıktılar."
Alparslan başını hafifçe yana eğdi, dudaklarının kenarında belirsiz bir çizgi oluştu. Bu, gurur kokan bir tebessümdü.
"Bu operasyon," dedi Eyşan, ellerini dosyanın üzerine koyup dosyayı hâlâ açmadan, "Mimba'nın cezasını almakla kalmayacak. Aynı zamanda bizden sökülüp alınmaya çalışılan iradenin de geri alınmasıdır. Ve evet, bu iradenin sorumluluğu bana ait."
Asena Eyşan Çakır, yaşanan tüm olaylara rağmen, her adımını yine tasarlayarak atan bir askerdi. İçinde fırtınalar kopsa da gözlerini bulanıklaştırmaz, kararlarını duygularına teslim etmezdi. Sessizlik yeniden çöktü odaya ama bu sefer içinde sarsıcı bir ağırlık vardı. Eyşan'ın kararı, yalnızca bir emir değil, aynı zamanda bir meydan okumaydı. Masadakiler bunun farkındaydı.
Eyşan, "Bu yalnızca bir görev değil," dedi, sesi artık yalnızca askerî bir ton değil, kalpten gelen bir yankı gibiydi. "Bu, geçmişten kalan bir hesaplaşma."
Ve o an herkes, Mimba'nın sonunun yazıldığını biliyordu.
4 Temmuz 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Çakır, Ağzından
Sevduğum, Marsis
Bazı kararlar; yüreği yakan ağırlıklarıyla gelir ama alınmazlarsa, arkalarından daha büyük fırtınaları sürüklerler.
Karşımda oturan adama her baktığımda, içindeki fırtınaların asla dinmediğini görebiliyordum. Beni kaybetmekten ölesiye korkan bu adam; benim hayatımın merkezinde inşası olan tüm duvarları tek tek yıkmaya hazırdı ama ben, duvarlarımı sadece korumak için inşa etmemiştim. Onlar, hayatta kalabilmek için gerekliydi. O duvarların arkasında gömülü kalan onca acı, pişmanlık ve vazgeçiş vardı.
Seçim benimdi.
Ya onu hayatımda tutacaktım ya da kendi kendime kurduğum yalnızlığa geri dönecektim. Zor olan kararlar hep kalpten geçenle çatışırdı. Kalbim ona akarken, mantığım bana dön diyordu. Mantığın şu an sustuğu, bütün kararların unuttuğu o andaydım.
Kalbimde deli gibi atan onun adı, beni adım atmaktan alıkoyuyordu. Çünkü sevmenin bedelini, yıllar önce çok ağır ödemiştim. Şimdi yeniden bir yangının ortasına atlamak mıydı çözüm? Yoksa kaçmak mıydı doğru olan?
Dirseklerimi yasladığım masadan kaldırıp ellerimi kolçağa yasladım ve ayağa kalktım. Askeriyenin içerisindeki odamızda, onun masasına doğru ilerlemeye başladım. Geldiğimizden beri ellerini ceplerinden hâlâ çıkartmamıştı. Biliyordum ne olduğunu ve biliyordum, neden olduğunu.
Adımlarım yavaş ama kararlıydı. Yüreğim, göğüs kafesimi yumrukluyordu sanki. Masaya yaklaştıkça önüne baktığı yerden bakışlarını kaldırdı ve bana baktı. Gözleri, sanki tanrının unuttuğu bir fırtınanın içinden kalmış bir parıltıydı. Ne gökyüzüne aitlerdi artık ne de denize; bir tür arada kalmışlıkla, bitmişliğin rengine bürünmüşlerdi. Gözlerimin içine bakarken, sanki içimdeki bütün sırları, bütün yaraları biliyordu. Beni çözmüyordu.
Ben oluyordu.
Oturduğu sandalyenin yanına yaklaştığımda ellerimi kolçağa koyup kendime doğru döndürdüm. Buna engel olmadı. Yere hafifçe çömeldiğimde ellerini ceplerinden çıkarttı ve sandalyesinin kenarındaki kolu çekti. Eğildiğim yerde yüzüme eşit bir konumda durduğunda elini tam ceplerine sokacaktı ki onu durdurdum.
Ellerini avuçlarımın içine aldığımda bakışlarımı ellerinin üzerine indirdim. Elinin sırtında çatlamış kırmızı çizgiler vardı. Derisi yer yer soyulmuş, parmak boğumlarına kurumuş kan yapışmıştı. Bu eller, bir öfkenin sessiz itirafıydı. Yüzümü ellerine yaklaştırıp dudaklarımı öne büzdüm ve küçük bir öpücük bıraktım. Ellerinin titrediğini fark ettiğimde, çekmek için hareketlendi ama buna izin vermedim.
Gözlerine baktığımda, titrek bir huzursuzluk dolaşıyordu benimkilerde. Onun bakışları, sanki orada durmak istemeyen bir çocuk gibiydi hem bakmak istiyor hem de incitmekten korkuyordu. İçimde kıpırdanan bir şey, o kırılganlığın ardındaki sessiz çığlığı ve bastırılmış acıyı fark etti.
Yavaşça gözlerinin içine bakarken parmaklarının üzerindeki yarayı öptüm. Kirpikleri hafifçe titredi, mavi gözleri yavaşça kapandı ama göz kapaklarının ardında hâlâ bir fırtına vardı. Bir süre böyle kaldık, sonra eli titreyerek ellerimi tuttu. O narin dokunuşta, içinde gizlenmiş kırılganlık kadar umut da vardı.
Gözlerini açıp bana baktığında kafamı sağa doğru eğdim.
"Her yaranda ben de kanarım," diye fısıldadım usulca. Mete'nin seslice yutkunduğunu işittiğimde ellerini yavaşça avuçlarımın arasından çekti ve sağa doğru eğilip sandalyeyi yanıma doğru çekti. Ellerini omuzlarımın yanına koyup doğrulmamı sağladı ve sandalyeye doğru yönlendirdi. Yavaşça oturduğumda ayaklarını yere bastırarak kendini önüme sürükledi. Bacaklarımın arasına girdiğinde başını arkaya doğru yasladı. Yüzümü biraz eğdiğimde ellerini dizlerimin üzerine koydu.
"Neden bana bunu yapıyorsun?" diye sordu sitemle. Boğazındaki belirginleşmiş âdem elması, yükselip alçaldığı sıra kafasını ağırca iki yana salladı. "Senin kanamanı görmek beni öldürür, bunu bilmiyor musun?"
Burukça gülümseyerek ellerimi yanaklarına bastırdım. Mete, gözlerini gözlerimden çekmeden dudaklarını sağ elime doğru sürükledi. Gözlerini kapatıp bir öpücük kondurdu ve eski konumuna döndüğünde gözlerini açtı. Gözlerindeki fırtına bir nebze olsun dağılmaya başlıyordu.
"O zaman kanatma kendini. Çünkü her darbe, ikimizi vuruyor."
Mete, yeniden yutkundu. Ellerim yavaşça yüzünden ayrılıp omuzlarına düşerken bakışları, aramızda kalan karnıma indi. Korkularını anlayabiliyordum. Neler yaşadığımızın ve yaşadıklarımın ne kadar ağır olduğunun da bilincindeydim. Hemen baş ucumuzdaki ölümü hissedebiliyordum. Enseme vuran nefesi, ağırca ona doğru sürükleniyordu. Bunun farkındaydım.
Ben ölürsem, o da ölecekti.
Asena Eyşan Çakır ölürse, Mete Mert Çakır yaşayamazdı.
Mete, ağırca karnımdaki bakışlarını gözlerime yükseltti. Mete'nin bakışları gözlerime saplandığında, içimde kıpırdayan o tanıdık şey bir kez daha canımı yaktı. Onun gözlerinde yalnızca sevgi yoktu. Orada korku da vardı. Kayıp da. Bir daha beni kaybetmemek uğruna kendini parçalayan bir adamın, her saniye biraz daha çöken yükünü taşıyordu o bakışlar.
Ona o an çok şey söylemek istedim. Neden beni bu kadar sevdiğini sorgulamak istedim. Bizi birbirimize bağlayan bu kaderin, sonuçlarını bile bile neden pes etmediğini öğrenmek istedim. Ama söyleyemedim. Söylesem, bir daha susmayacak bir acıyı çağırırdım. Gözlerime bakan gözlerinin bu kadar yorgun olmasına tahammül edemezdim.
Onun yerine, fısıltıyla konuştuğum bir cümleyle yüzüne doğru eğildim.
"Pes etmiyorsun," dedim, sesim kırılmış bir mürekkep gibi, "her şey üstüne gelirken bile... Neden?"
Mete gözlerini kırpmadan baktı. Dudaklarını araladı ama önce nefes aldı, sonra yanıt verdi.
"Çünkü ben seni bir savaşın ortasında buldum. Ve seninle savaşmayı değil, senin için savaşmayı seçtim."
Bunu söylerken gözleri bir çocuk gibi berraktı. Bir an için, bütün kurşun sesleri, bütün ölümler, bütün karanlıklar durmuş gibi oldu. Sustuğum yerde boğazıma bir şey düğümlendi. Gözlerim bir anlığına gözlerinden kaçtı ama hemen sonra geri döndüm. Onun gözlerinin içine bakmamak, yüzümü geceye çevirmek gibi bir şeydi. Karanlığa sığınmak ama aydınlığı inkâr etmekti.
"Birini daha kaybetme korkusu, seni severken içime yerleşti. Ben sevmeyi öğrendim ama kaybetmemeyi hiç öğrenemedim Mete," diye fısıldadığımda ardından gelecek cümlemi yuttum.
Belki de bazı insanlar, birbirinin mezar taşı olur ama yine de birbirinden vazgeçemez.
"Ben seni kaybetmekten korkuyorum, Mete," dedim, neredeyse bir itiraf gibi. "Çünkü seni kaybedersem sadece seni değil, kendimi de kaybedeceğim. Bunu bir kere yaşadım. Bir daha aynı mezarın başında duramam."
Başını eğdi. Gözleri omzumdaki ellerime kaydı, sonra yeniden bana döndü.
"Ben ölürsem bile seni yarım bırakmam," dedi kısık bir sesle. "Yarım kalmazsın. Çünkü ben seni, hayatımdan daha çok sevdim, Eyşan."
İçimde bir şey öyle derin bir yerden titredi ki, kalbimle aklım aynı anda kırıldı. Gözlerim doldu ama ağlamadım. Çünkü ağlasaydım, o an darmadağın olacaktım. Bir şey demeden öne eğildim. Alnımı onun alnına yasladım. Nefesi, tenime değdiğinde gözlerimizi kapattık. Onun yaralı elleri karnımın üzerine yaslandığında titrek bir nefes verdim.
"Artık savaşmak istemiyorum," diye fısıldadım. "Yaşamak istiyorum. Yaşamanı istiyorum."
Mete, başını eğdiğinde alnımın üzerinden yanağıma doğru kaydı.
"Yaşayacağız," diye fısıldadı ve alnını yanağımdan biraz çekti. Yavaşça gözlerimi açtım, onu izledim. O, bir savaşın içinden çıkıp gelmişti ama hâlâ inancı taşıyordu. Ben ise, barutun bile unuttuğu bir boşlukta kalakalmıştım. Ellerim karnımın üzerindeki onun ellerinin üzerine kapandı. Parmaklarını parmaklarımın arasına geçirdi. Tenimizin temasında bir antlaşma vardı; kelimelerle değil, ruhla verilmiş bir söz gibi.
Sol eli karnımdaki ellerde kenetli kalırken sağ eli, bir tüy misali havalandı ve yanağıma yaslandı. Avcunun sıcaklığına yanağımı bastırdığımda burukça gülümsedi.
"Sevduğum bak gözume, bir şey söyle yüzüme."
Mırıldandığı şarkıyla derin bir nefes aldım.
"Ben severum uzaktan, üzülma sen hiç bize. Yine düştüm yollara, yolun sonu gelmedi. Kaldi senden geriye, iki damla göz yaşi"
Mete, gözlerini titrekçe kapattığında akan yaş, yanağından çenesine doğru aktı. Elimi akan yaşın ıslattığı yanağına yasladım. Huysuz o hırçın damlayı kıskanmıştım.
"Ağlama dayanamam, gözlerunun yaşina," diye mırıldandım. "Biter bu dertler geçer, sen kal o bana yeter."
Mete, doğrularak alnını alnıma yasladığında dudaklarımız eş zamanlı aralandı.
"Oy sevduğum gel yeter, bu yağmurlar da geçer. Oy sevduğum gel yeter, bu yağmurlar da geçer."
Şarkının sözleri dudaklarımızın arasından bir dua gibi yükselirken kenetli parmaklarımızı ayırdım ve ellerimi sırtına yaslayıp kendime doğru çektim. Mete, hızla ellerini sırtıma yaslayıp beni göğsünün içine sokmak istermişçesine sarılmama karşılık verdi.
Seçim benimdi.
Ya o kararı alacaktım ya da arkasından gelen o fırtına da savrulacaktım.
4 Temmuz 2022 – 20:05 / Şırnak
Alev Atsız, Ağzından
Her Aşk Ölümü Tadacak, Manga
"Bir fikrim var."
Elimdeki kahveleri masanın üzerine koyduğum an, sağ bileğime mengene sarılmış elle kenara doğru çekildim. Bedenim, sert bedenin üzerine çekilirken ayaklarımı kurtulmak için salladım. Hoş, hoşuma da gitmiyor değildi.
"Ya Barış!" diye çığlık attım sitemle. "Bıraksana be adam! Şurada iki çift bir şey söyleyeceğim."
Barış'ın genizden gelen kahkahasını duyduğumda, neredeyse tüm gardımı indirecektim. Barış'ın bir eli hâlâ bileğimden ayrılmamışken, diğer eli ise sırtımın hemen arkasından geçmiş, kalçamın hemen üstüne kaymıştı. Eğlenen bakışlarıyla gözlerimi süzerken kafasını salladı.
"Anlat, dinliyorum ben," dedi ve burnunu gerdanıma gömdü. Gözlerimi devirip kabak gibi ortaya çıkmış ensesine, boş kalan elimle bir fiske vurdum. Bundan rahatsız olmamışçasına gerdanımdaki konumunu bozmamış, üstelik beni kucağına daha fazla çekmişti.
"Daha çok götünle dinliyor gibisin Barış," diye mırıldanıp kucağında kıpırdandım. Barış, dediğimi kaile almayıp omuzlarını yükseltecek bir nefes alıp boynuma serpintilerini bıraktı.
"Duş jelini mi değiştirdin sen?
Ensesine bu sefer daha sert vurduğumda inleyerek belimi sıktı.
"Uslu dur Alev."
Yanaklarımı şişirip büyük bir of bıraktım.
"O zaman sende beni götünle dinlemeyi bırak ve iki dakika ciddi olup beni dinle."
Barış'ın boğuk gülmesini işittiğimde istemsizce gülümsedim.
"Götümden çok bahsediyorsun. Götümü görmeye bu kadar çok meraklı olduğunu bilmiyordum, güzelim," dedi.
Elimi yeniden vurmak için kaldırmıştım ki, boynumdan başını kaldırıp hızla diğer bileğimi de yakaladı. Artık iki elim de onun kontrolündeydi. Gözleri, ormanımı saran bir gece gibi üzerime indi. Karanlık, gözbebeklerinden taşarak tüm yüzüme yayıldı.
Barış, elimi bırakmadan omzunun üzerine bıraktığında elimi ağırca ensesine doğru sürükledim. Vurduğum yeri okşamaya başladığımda vişneyi andıran dudakları memnuniyetle kıvrıldı.
"Dinleyecek misin beni? Yoksa bir daha vurayım mı?" diye sorduğumda gözlerindeki karanlığı tüm yüzümde gezdirmeye başladı. İçli bir nefes bıraktığında göz kapaklarını saran kirpikleri titredi. Neredeyse kaşlarına doğru kıvrılmış kirpiklerini öpmek istedim.
Nedeni bilmiyorum, sormayın.
Gözlerini benden kaçırıp kahvelere uzandı. Dudakları kıpırdadı.
"Sen zaten vurdun beni," dedi ve bana ait olan fincanı kavrayıp bana uzattı. "Kalbimden."
Tüm odanın sıcaklığı değil, tüm dünyanın sıcaklığını yanaklarımda hissettim. Gözlerimi kaçırıp uzattığı fincana odaklandım. Parmaklarım onun parmaklarını sıyırarak kahveyi kavradı. Barış yana doğru eğildi ama benim gözlerim hâlâ katran karası kahvenin üstündeydi.
"Utandın mı kız?"
Yapmacık bir sinirle Barış'a baktığımda onun bana bakmadığını, kafasını sağa çevirmiş olduğunu ve kahvesinden bir yudum aldığını gördüm. Boğazını saran çıkıntı yükselip alçaldığında elindeki fincanı yeniden masanın üzerine bıraktı. Geri bana döndüğünde elimdeki kahveye bakarak iki elini de bedenime sardı. Oturduğumuz mavi kılıf serilmiş tekli koltukta iyice yayılarak bacağını uzattı.
İki elimle ılık fincanı kavrarken omzumu göğsüne yasladım ve kucağına iyice yerleştim. Bacaklarımı kendime doğru çektim ve kolçağa uzattım. Barış'ın sağ eli, kolçağa uzattığım bacaklarımın hemen altında, uyluğumun sınırlarında dolanırken sol eli, sırtımdan belime doğru uzanan omurgamda geziniyordu.
Kalçalarımın altındaki suskun, zehirli varlığını hissedebiliyordum. Şu an içinde bulunduğumuz konum, her ne kadar içinde olduğumuz durum için uygun olmasa da bildiğim bir gerçek, bundan rahatsızlık duymama engel oluyordu.
Yarın ne olacağını bilmiyorduk.
O yüzden her geçirdiğimiz vakit, bizim için önemliydi.
Kuzgunu andıran bakışları kahvemden çekilip yüzüme değdiğinde gözlerini bir kez kırptı.
"Evet seni dinliyorum."
Ne diyecektim ki? He, hatırladım.
"Kerem Albay'la yaptığımız toplantıda Mimba'nın diğer alanlarını taratma konusu gündeme geldi. Hayalet Ekibi, Mimba'yı getirecek ama sonradan bazı bölgelerin imhası şart. Bu yüzden biz devreye girmeliyiz."
Nefes almak için durduğumda Barış'ın gözleri, yüzümdeki geçmemiş yaralarda gezinmeye başladı. Alnımdaki dikişleri alınmış yaranın üzerinde bir an asılı kaldı.
"Devam et," diye mırıldandı. Sırtımdaki eli duraksamıştı ama önemsemedim.
"Büyük ihtimalle bizi de göreve yönlendirecekler."
Sırtımdaki eli bedenimden uzaklaştığında üşüdüğümü hissettim. Biçimli siyah kaşları çatıldığı an çenesiyle yüzümü gösterdi.
"Bu halinle mi?"
Boğazımın kuruduğunu hissettim ve bakışlarımı yoğun bakan karalarından çektim. Kahvemden bir yudum alıp yutkundum. Onunla inatlaşmak istemiyordum, kırmak istemiyordum. Evet, benim için endişelenmesini anlayabiliyordum çünkü bende korkmuştum.
Ama ben bir askeri pilottum.
Gözlerimi fincanın içindeki kahveden çekmeden omzumu silktim.
"Yüzümün ne halde olduğu önemli değil. Benim için tek önemli olan şey, o pisliğin ele geçirilmesi hatta o pisliğe ait her şeyin imha edilmesi."
Omzuma dayalı göğsünün kasıldığını hissettim. Sanki içinde bir şeyler çatırdıyordu. O çatırdayan şeyin ne olduğunu biliyordum ama adını koymak istemiyordum. Barış suskundu ama sessizliği bıçak gibi tenime değiyordu. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Yutkunduğunu fark ettiğimde, fincanı bırakmak için bacaklarıma doğru eğildim.
"Sana bir şey olursa ben ne yapacağım?" dedi aniden. Sesi, dudaklarımı kanatacak kadar sakindi. Bacaklarıma eğik bir şekilde duraksadığımda yutkunamadım bile. Parmaklarımın arasındaki fincanı masaya yavaşça bıraktım. Çünkü bırakmasaydım her an fincan parmaklarımın arasından kayıp gidecekti.
Ağırca doğrulduğumda yüzüne bakmak ve bakmamak arasında kalmıştım. Çünkü her asker, bir gün ölümü göze alarak yaşardı. Peki ya sevmek? Sevmek, göze alınmazdı. Çünkü seversen, ölüm artık sadece senin ölmenle ilgili olmazdı. Bakışlarımı yüzüne çevirdiğimde Barış, kaşlarının arasına düşen o çizgiyle yüzümü inceliyordu.
"Yüzünün ne halde olduğu önemli değil, anlıyorum, peki ruhundaki yaralar? Onlar da mı önemli değil Alev? Her gece bir kâbustan uyanıyorsun sen."
Gözlerimi kısarak başımı yana eğdim.
"Sen hiç vurulmadın mı Barış? Yaraların, kesiklerin, sızıların olmadı mı hiç? Gece uyuduğunda kâbuslarınla uyanmadın mı?"
Tam dudaklarını aralayacaktı ki kaşlarımı çatarak devam ettim: "Ben de senin gibi bir askerim Barış. Bu mesleği seçtiğimiz gün, kendimizden vazgeçmiştik zaten. Bunlar bahane değil."
Karanlıklarının içinde bir ateş yandı. O ateşlerinin bir an için ormanıma sıçrayacağından korktum. Çenesi gerildiğinde kulaklarının kızardığını gördüm.
"Aynı şey değil," dedi dişlerinin arasından. "Ben karada sen ise havada savaşıyorsun. Benim mezarım üstüne bastığım toprak olacak seninki-"
Bitirmedi. Gözlerini kaçırdı. Çene hatları daha da belirginleşirken gözlerini kapattı ve oradaki yangının zihninde parlamasına izin verdi. Ben o cümleyi onun yerine tamamlamadım. Ama içimde bir şey delindi. Bedenimde değil. Bu kez içimde, bir yerden kan sızdı. Onun gözlerini gördüğümde susmak, en doğru cevaptı. Çünkü söyleyecek her söz, bu adamın endişesini küçümsemek olurdu.
Haklıydı.
Uyuyamıyordum. Aynaya bakmaktan çekiniyordum. Yüzümdeki yaralar elbet bir gün geçebilirdi fakat ruhumdakiler sarsıcı bir noktama yerleşmişti. Unutmamam gereken bir husustu bu ama görev, bir kurşun gibi zamanın namlusunda ilerliyordu.
"Evet biliyorum iyi şeyler yaşamadım."
Cevaplamaktan kaçınmadı.
"Bunu bilmen güzel."
Ona baktığımda bana baktığını fark ettim. Gözlerindeki yangın, ormanıma sıçradı.
"Barış, beni sinirlendirme."
Barış, kaşlarını çatarak yüzünü hafifçe eğdi.
"Sinirlendirirsem ne yaparsın, oyuncağına atlayıp beni de mi patlatırsın?"
Bir an, söylediklerini duyduğuma inanamadım. Gözlerimi kıstım.
"Oyuncağım mı?"
Sözlerim dişlerimin arasından süzüldü. "O küçümsediğin 'oyuncak', seni defalarca mezardan çıkardı Barış."
Gülümsedi. Hafif bir alayla.
"Mezardan mı? Havacı, biz hepimiz her gün mezarımızı kazıyoruz zaten. Seninki sadece daha yukarıda."
Gözlerimi devirip sakin kalmaya çalıştım ama bir türlü olamıyordum. Burnumdan derin bir nefes verip gözlerinin içine öylece baktım.
"O mezar dediğin yer benim evim," diye fısıldadım. Sanki cümlelerim, onun karanlıkta parlayan ateşine kızgın yağ sıçratmış gibiydi. Barış, gözlerini kısmış, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir alayla bana bakıyordu.
"Evin mi?" dedi, sesinde küçümseyici bir merakla. "Senin evin ben değil miydim?"
Sözcükleri kafamda çınladı. Her harfi, içimdeki boşluğa çarptı. Kaşlarımı çattım. İçimdeki sabır ipini gererek konuştum: "Dedi, beni evinde eskiden bir misafir olarak gören ev sahibi."
Gözlerinde bir kırılma gördüm. Ama ben duramadım.
"Siz yeri savunuyorsunuz, ben gökyüzünü. Her şeyimi o gökyüzünün içine gömdüm ben, Barış! Annemi, babamı, çocukluğumu... Evet, oyuncak dediğin şey de benim mezarım."
Barış, gözlerini kapattı.
"Sus," diye fısıldadığında susamadım.
"O oyuncakla gökyüzüne uçuyorum. Onunla ailemi görebiliyorum. Onunla da gökyüzünde öle-"
Barış, bir anda uyluğumdaki bacağını çekip enseme attı, yüzünü yüzüme yaklaştırdı.
"SUS!"
Nefesi yüzüme çarptığında, Barış'ın gözlerinde kıyamet vardı. O "sus" emri bir subayınki gibi değil, kalbi paramparça olmuş bir adamın yakarışıydı.
"Hayır," dedim, sesi titreyen bir öfkeyle. Çünkü içinde taşıdığım bütün ölülerin sesi, onun sesinden daha baskındı artık. "Susamam! Çünkü sen beni hâlâ sadece yaşayan biri sanıyorsun! Oysa ben çoktan gökyüzünde bir mezara gömüldüm!"
Barış'ın ensemdeki eli sıklaştığında yüzü yüzüme biraz daha çekildi. Öfkeli nefesi, kanadıma değen sert rüzgâr gibiydi. savurmuyordu ama sarsıyordu.
"Yakarım. Yeminim olsun ki yakarım. Sana mezar olacak her noktayı yakarım. Gökyüzü mü? Onu da yakarım."
Sesi öyle sakindi ki, içimdeki öfke, o seste bir anda yönünü şaşırdı. Yutkundum ama geçmedi. İçimde bir yangın kabardı, oysa Barış "yakmak" derken bir savaş başlatmıyordu. Sanki çoktan yandığı yerden konuşuyordu. Gözleri gözlerime kilitliydi. Bu, bir savaş değilmiş gibi sanki savaşın bitip de hiçbir şeyin kalmadığı o büyük enkaz anıydı.
"Sana evimi açtım," dedi fısıltıyla. "Sana kalbimi açtım. Senin evin benim."
Cümleleri beni vurguna uğratırken ağırca yutkundu. Onu saran ateşlerin arasından bakmaya devam ederken nefesi, yanaklarımda parçalanarak dağılıyordu.
"Sana ben mezar olacaksam da kendi evimi, içinde ben varken yakarım."
Gözlerim doldu ama hâlâ direndim. Hâlâ. Çünkü eğer şimdi ağlarsam, bir daha toparlayamam. Çünkü bu adam sadece yüreğimi değil, içimdeki bütün yasları da görüyordu.
"Elini çek," dedim kısık bir sesle. Çekmesini istemiyordum aslında. Sadece biraz daha az canım yansın istiyordum. Barış kıpırdamadı. Parmakları ensemde, baş parmağı saç diplerimde bir yangını bastırır gibiydi. Sesi, tekrar çatlamış bir yemin gibi döküldü.
"Alev," dedi ama bir an duraksadı. "Hoş, adınla bile beni yakmayı başaran tek kadınsın."
Barış'ın gözleri kıpırdamıyordu. O bakışlar, yıllardır karanlıkta kalmış bir haritanın gizli yollarını ezberlemiş gibiydi; beni benden daha iyi okuyordu. Çünkü ismimi yangına sebep olan bir afet gibi söylüyordu.
"Elini çek."
"Elimi çekersem," dedi yavaşça ama keskin, "seninle bütün yaralarımı da çekeceğim. Çünkü ben artık seni bırakırsam, içimde ne kalır bilmiyorum Alev."
Bir süre ikimiz de sustuk. Odanın içi, kahve ve bitmemiş bir gece gibi kokuyordu. Sessizlik arasında nefeslerimiz birbirine karışıyordu. Barış, ağırca elini ensemden çekti ve arkasına yaslandı. Sağ elini masaya uzatıp hafifçe yana eğildi. Soğumuş olduğuna inandığım kahve dolu fincanı aldı ve iki yudumda içip geri bıraktı. Tekrardan eski konumuna geldiğinde ellerini bana değdirmeden öylece yüzüme baktı.
"Bakma öyle," dedim kısık bir sesle. "Sanki her şeyi ben mahvetmişim gibi..."
Kafasını iki yana salladı.
"Sen hiçbir şeyi mahvetmedin, Alev. Sadece ben bu yangının ortasında kalakaldım. Söndüremediğim tek şey sensin."
İçimde bir şey titredi. Gözlerim nemlendiğini hissetti ama kırpıştırmadım. Güçsüz görünmek istemiyordum. Çünkü biz, kendimizi yalnızca görevle değil, yaralarımızla da taşırdık. Ama o an, ilk kez bir yara taşımak değil, onunla gömülmek istedim.
"Ben seni yakmak istememiştim," dedim.
Burukça gülümsedi. "Bilirim," dedi alayla. "Yangınlar da genellikle kazara çıkar zaten."
Gözlerimi devirerek omzuna sertçe vurduğumda yorgunca kıkırdadı. Ellerini eski konumlarına; sağ elini uyluğumun arkasına, sol elini de belime yasladı. Başımı omzuna yasladığımda gözlerimi kapatıp burnumu boynuna sürükledim. Kucağında küçülebildiğim kadar küçülmek istedim.
"Rahat dur Alev."
Kalçama değen sertliğiyle sağ omzuna küçük bir yumruk attım.
"Asıl sen rahat dur."
Barış'ın yüzüme doğru eğildiğini fark ettim.
"Sen tutarsızca kalçalarını hareket ettirirsen ne olmasını bekliyorsun?" dedi, sesi yarı ciddiyetle karışık, yarı kısık bir kışkırtmayla doluydu. Utançla yüzümü daha çok boynuna sakladım.
"İstemeden oldu," dedim, dudaklarımı bükerek. Barış'ın sert kahkahasını duyduğumda aramızdaki gerginliğin azaldığını fark edebilmiştim. Omzunu başımın altına iyice yerleştirdi. Elini saçlarıma götürdü, parmaklarını temkinlince aralarına geçirdi.
"İstemeden olan şeylerin en yakıcıları olduğunu yeni mi fark ettin?"
Sustuğum anda o da susmayı seçti. Uyluğumun arkasındaki elini çekip dizlerimin arkasına getirdi ve sırtımdan sıkıca tutarak ayaklandı. Düşmemek için kollarımı boynuna doladığımda iki büyük adımla ranzamın önüne yaklaştı. Beni yavaşça yatağın üzerine bırakıp arkasına döndü.
Yatağa uzandığımda gideceğini düşünmüştüm ama kapıyı kilitleyip yanıma doğru yaklaştı. Yatağın soluna doğru kaydığımda, ayaklarındaki postalların iplerini çözdü ve heybetiyle yatağa oturdu. Üzerindeki üniformanın düğmelerini çözüp üzerinden çıkarttığında düzgünce katladı ve kenara bıraktı.
Sağ elimi yanağımın altına alıp öylece ona bakarken sırt üstü yatağa uzanıp sol elini başının altına yasladı. Bakışlarım hemen önümdeki şişkin pazılarında gezinirken hafifçe yutkundum. Barış, gözlerini kapatıp öylece durduğunda gözlerimi kırpıştırmaya devam ettim.
Bana sarılmayacak mıydı?
Tam ona doğru uzanacaktım ki sol elini başının altından çekip kaldırdığım boynumun altına yasladı. Yüzünü boynumun girintisine yaslayıp sağ elini bacak aramdan geçirdi. Gözlerim yuvalarından çıkacakmışçasına aralanırken kalçama yaslı eli ile bedenim, bedenine çekildi. Sol bacağımı beline doğru attığımda bacak aramdaki elini çekti. Sağ bacağını, onunla aramızda uzanmış bacaklarımızın üzerine attı. Havada kalan elini ise tişörtümün içine sızdırıp sol omzuma sürükledi.
Barış'ın nefesinin tenime çarpışını, sıcaklığını hissettim. Kolları arasında küçüldüm, sanki dünyadaki tüm karmaşa onun bu yaklaşımla biraz daha uzaklaşabilirdi. Kalbim hızlı atıyordu; her ritim, onun varlığının beni sarıp sarmaladığını fısıldıyordu. O anın içinde geçmişin ağırlığı, geleceğin belirsizliği eriyip gidiyordu.
Sadece biz vardık; iki yara, iki ateş, tek bir sığınak.
Barış, yüzünü boynumdan çektiğinde gözlerimi açtım. Kendi gözlerinde buldum kendimi; orada korkular, umutlar ve bitmeyen bir bağlılık vardı. Kalbim bir anlığına durdu sanki. Elimi, yüzüne götürüp baş parmağımla yanağındaki bir benek gibi duran gölgeyi sildim. Yeniden gözlerine baktım.
"Çok dikkatli olacaksın, duydun mu beni? Bana geri döneceksin."
Barış'ın yüzüme üflediği nefesiyle sıraladığı cümlelerden, göreve gideceğimi kabullendiğini anlamıştım. O an ona, evime dönmek için hayatta kalmam gerektiğini söylemek istedim ama söyleyemedim. Gözlerimi kırpıp hafifçe kafamı salladım. Ruhumu saran bir başka cümleyi yüzüne karşı söyledim.
"Sana geri döneceğim."
Barış'ın gözlerindeki karanlık, ormanımın üzerine bir sis gibi çöktü. Tişörtümün içine sızmış, omzumda duran eli yavaşça enseme doğru kayarken parmakları saç köklerime yapıştı; sanki gitmeme izin verirse bütün hikâyesi kopacakmış gibi. Nefesini duyuyordum, boynumun kıvrımında sabırsız bir yangın gibi geziniyordu. Gözleri o cümlede bir süre asılı kaldı. İnandı mı, korktu mu, yoksa o anlık umut mu battı içinde, bilemedim. Sadece parmaklarıyla saç diplerimi okşamaya devam etti.
"Dönmezsen..." dedi boğuk bir sesle, dudakları neredeyse dudaklarıma değerek, "seni bulurum. Gökyüzünde, yerde, cehennemin tam ortasında olsan bile seni bulurum, Alev."
Adımı söylediğinde sesi neredeyse hırıltıya dönmüştü. Tüm kelimelerinden daha çok, o tek kelime yaktı içimi. Gözlerimiz aynı anda kapandı. O an dünya sustu. Dudakları dudaklarıma çarptı; önce bastırılmış bir sabırla, sonra kırılmış bir suskunluğun bütün yüküyle. Öpüşü, içindeki korkuyu, arzuyu ve bastırdığı özlemi bir anda üzerime boşalttı. Elleri yüzümde, belimde, sırtımda dolaşırken, nefes nefese kaldık. Dudaklarımız arasında geçen her saniye, daha da çok dokunmak, daha çok hissetmek isteğiyle çoğaldı.
Onun öpücüğü yangın gibiydi; sanki beni yalnızca sevdiği için değil, yıllardır kaybettiği her şeyin yerine koymuş gibi. Sanki ben gidersem, bir daha asla birini bu kadar tutamayacağını biliyormuş gibi...
Saç köklerimi kavrayan eli, çoktan oradan kopmuş bir şekilde tişörtümün içinden göğsüme doğru yaklaştığında dudakları dudaklarımdan zorlukla ayrıldı. Alnımı alnıma yaslayarak ona baktığımda kasıklarıma yaslı varlığını hissedebiliyordum.
"Alev..." diye fısıldadığında, adım bir dua gibi döküldü dudaklarından. Gözlerini kapattı. Sanki bu anı zihnine kazımak, her detayı hafızasında tutmak istiyordu. Ellerim onun yüzüne gitti. Sert çizgilerini, sakarlıklarıyla sakladığı yumuşaklığı hissettim. Başparmağımla alt dudağını hafifçe çektim.
"Beni bekleme demeyeceğim," dedim, "çünkü biliyorum ki bekleyeceksin."
Barış'ın gözleri karanlıkta parladı. Bir an bile tereddüt etmeden dudaklarını bana bastırdı. Bu öpüş, bir isyandı; kaybetme korkusunun, tutkunun, sonsuz bir bağlılığın karışımıydı. Onaylarcasına karşılık verdiğimde elleri bedenimi keşfe çıktı. Tişörtümü yavaşça yukarı çekerken, dudakları çeneme, boynuma, köprücük kemiklerime kaydı. Tenimde bıraktığı her iz, bir vaatti: "Sen benimsin. Döneceksin."
Biraz doğrulup tişörtümü çıkartması için ona izin verdiğimde, tişörtü başımdan çıkartıp arkaya doğru fırlattı. Gözleri bir an olsun gözlerimden ayrılmazken avuçları sırtıma kaydı. Beni kendine çekti, göğüs göğse. Kalp atışlarımız birbirine karıştı. Gözleri, yüzümün her bir noktasını sanki zihnine kazımak istercesine dolaşmaya başladığında onu, omuzlarından ittirerek üzerine çıktım.
+23+ OKUMAK İSTEMEYENLER LÜTFEN BELİRTTİĞİM KISMA DOĞRU İLERLEMEYE DEVAM ETSİN!
Gözlerinde oluşan şaşkınlığı ile kalçamı, altımda büyüyen varlığına sürttüm. Barış'ın gözlerindeki şaşkınlık, kısa sürede koyu bir arzuya dönüştü. Alt dudağını dişleri arasında hafifçe ısırarak bana baktı. Elleri kalçalarıma kenetlendi, parmakları tenime gömülürken ince bir titreme sırtımdan aşağı aktı.
"Alev..." diye homurdandı, sesi boğuk ve baskı altında.
Ona cevap vermek yerine, bedenimi daha da aşağı indirdim. Sıcaklığını, sertliğini, her santimini hissetmek istiyordum. Kalçalarımı yavaşça hareket ettirdiğimde irislerinde yanan ateş, beni de tutuşturuyordu. Üzerimdeki siyah sütyeni gözlerinin içine bakarak kopçalarından çıkartıp sola doğru fırlattığımda Barış'ın gözleri kapanıp yeniden açıldı.
Bir elini saçlarıma daldırırken, diğeri belime kaydı. Ansızın ters yüz etti beni, sırtımı yatağa bastırdı. Üzerimdeki ağırlığı, kontrolü ele alışı, içimi bir sıcak dalga gibi kapladı. Dudakları göğsüme inerken, dişleri hassas derimi hafifçe ısırdı. İçimden kopan bir ses, dudaklarımdan dökülüverdi.
"Barış," fısıldadığımda dudaklarını hapsettiği göğsümden çekip yüzünü yüzüme eşitledi. Öyle bir baktı ki yüzüme sanki o an gözlerimden ruhuma aktığını hissettim. Gözlerim, onun karanlığı içinde mutluydu. Seni istiyorum diyordu gözleriyle. Neyim varsa onundu ki...
Ellerim tişörtüne doğru kıvrıldığında gözlerimin en derinine bakmaya devam ediyordu. Parmak uçlarım kasıklarına doğru kayarken onun nefesinin kesildiğini hissettim. Kumaşın altından yükselen sıcaklık avuçlarıma yayıldı. Yüzümü tarayıp gözlerime baktı, izin verircesine başımı hafifçe salladım.
Tişörtünü yukarı çektim, önce karın kaslarının gergin hatları ortaya çıktı. Göğsüne ulaştığımda kollarını kaldırdı, kumaş başının üzerinden çıkarılırken siyah saçları dağıldı. Tişörtü yere attığım an, elleri omuzlarımdan kayarak sırtıma dolandı. Çıplak teninin bana değdiği her nokta yanıyordu.
"Varlığımla varlığına tapmak istiyorum," diye fısıldadı dudaklarımın bir karış ötesinden, nefesi dudaklarıma çarparken.
Eşofman altımın bel lastiğine parmaklarını soktu, aşağı doğru çekerken gözleri, yine bir an olsun gözlerimden ayrılmıyordu. Kumaş dizlerime, sonra ayak bileklerime kadar süzüldü. Bir ayağımı kaldırıp eşofmanı tamamen çıkardım, sonra diğerini. Barış'ın bakışları, bir yılan misali bedenimde sürünerek üzerimde kalan tek parça olan siyah külotuma kaydı. Başparmağını bel bandının altına soktu, nazikçe aşağı çekerken;
"Bunu benim için mi giydin?" diye sordu, sesi kısılmıştı.
"Sadece senin göreceğini biliyordum," diye karşılık verdim, nefesim sıkışmıştı.
Külotum dizlerime inerken, elleri baldırlarımdan yukarı doğru süzüldü. Parmak uçları iç uyluklarımda gezindi, kasıklarımı okşarken beni titretti. Gözlerimi kapadım, her dokunuşun yarattığı elektriğe teslim oldum. Dudakları bir anda dudaklarıma yaslandığında karşılık vermeye başladım.
Sağ eli göğsümü okşarken sol eli bedenimin her noktasını turluyordu.
"Dokun bana Alev, beni en iyi sen tanırsın," diye dudaklarımın içine inledi. Ellerimi sırtında gezdirirken, inleyerek gözlerini kapattı. Yeniden dudaklarımızı buluşturduğunda dilini damağımda gezdirdi. Sesli bir öpücükle birbirimizden ayrıldığımızda burnundan soluklar çekerek boynuma öpücüklerini sıraladı.
Boynumdan, göğüs boşluğuma, göğüs boşluğumdan göbeğime doğru ilerledikçe karnımın altındaki kasıntılara engel olamıyordum. Elimi, omuzlarından dirseklerine doğru indirirken tırnaklarımı sertçe geçirdim. Barış, vücudumdaki ellerini çekip pantolonun palaskasına uzandı. Metal yüksek sesle yerinden çıkarken, palaska zemine tok bir ses ile çarpmıştı.
Ellerimi uzatıp pantolonun düğmesini kavradığımda yutkunuşunu duyabilmiştim. Doğrulup seri bir hareketle yeşil düğmeyi boşluğa düşürdüm ve fermuarını açmaya zorladım. Önü, belirgin bir şekilde kabarmıştı ve içindekinin sert olacak olması beni utangaç halimden bir nebze olsun sıyrılmama neden oluyordu.
Pantolonun fermuarını açıp kenarlarından tuttum ve aşağıya doğru çekiştirdim. Barış'ın pantolonu dizlerine doğru süzülürken, boxerının altından fırlayan sertliği gözlerimden kaçmadı. Kesinlikle hayran kalabilirdim. Sonuç olarak ben bir pilottum ve elimizden kaç tane konsolun geçtiğini söylememe gerek yok herhalde. Nefesim hızlandı, avuç içlerim terledi. İçimde bir yanma başlamıştı. Hem utangaçlık hem de dayanılmaz bir arzu karışımıydı.
"Ona bu kadar güzel bakma," diye homurdandı Barış, ayaklarını hafifçe kaldırarak pantolonunu tamamen çıkarmama yardım etti. Kumaş ayak bileklerinden kurtulup yere düştüğünde, boxerının ince pamuğunun altında damarlarının izleri belli oluyordu.
Elimi uzattım, parmak uçlarımla boxerın kenarından içeri süzüldüm. Biraz sert dokunmuş olmalıydım ki Barış'ın karın kasları gerildi.
"Yavaş ol Havacı," diye inledi, karın kaslarını içe çekerek. "O senin tuttuğun joysticke benzemez."
Ama dinlemedim. Boxerını aşağı çekerken, sertliği özgürlüğüne kavuştuğunda ikimiz de nefesimizi tuttuk. Gözlerimi dikmiştim ona her santimi gergin, her damarı belirgindi. Başparmağım önündeki damarda gezindiğinde, Barış'ın dudakları aralandı. Başını arkaya atarak dişlerini sıktığında burun delikleri genişledi.
Onu böyle görmek, kasıklarımdaki acının daha da yayılmasına neden oluyordu.
Bir elimle beline tutunurken, diğer elimle yavaşça yukarı aşağı hareket ettim. Önündeki damarı hissettikçe baskıyı artırdım. Avuçlarımın arasında yanan bir kor gibiydi. Parmaklarım belli bir yere geldikten sonra asla birleşmiyor aksine daha fazla birbirlerinden ayrılıyordu. Öğrendiğim birkaç bilgiye göre biraz ıslatmam gerekecekti.
Avcumu, benim için yanmış odun parçasından çektiğim sıra Barış yüzünü eğdi. Gözlerine bakarak avcumu yalayıp yeniden penisine dokunduğumda aralı dudaklarından boğuk bir inleme döküldü. Avcumun ıslaklığı teninde parladı, her hareketimde kaygan bir hışırtı yükseldi.
"Alev, Alev, Alev," diye homurdandı, bileklerimi aniden kavrayıp durdurdu. Gözlerinde tehlikeli bir kıvılcım vardı, "Böyle devam edersen bitireceksin işi," dedi.
Bileklerimi geri çekip ayağa kalktım ve kollarımı boynuna dolayıp bedenimi onunkine yapıştırdım. Gözlerindeki şaşkınlık, arzu ve tutku karışımıyla bana bakarken gülümsedim.
"Öyleyse sen öğret," diye fısıldadım, nefesim dudaklarına değerek, "nasıl istediğini."
Barış'ın gözleri kısıldı. Bir anda ters çevirdi beni, sırtım göğsüne yapıştı. Omuzlarımın biraz altına daha uzamış saçlarımı toplayıp bir yana attı, ensemi dişleriyle ısırdı. Elleri göğüslerime dolanırken, sertliği kalçalarımın arasına sıkıştı.
"Hisset," diye hırladı kulak mememe, kalçasını hafifçe ittirerek, "ne kadar çok istediğimi."
Islaklığımın bacaklarıma doğru aktığını hissettim. Parmaklarımı beline kenetledim, kendimi ona doğru ittim. Barış'ın nefesi kesildi, bir eliyle saçlarımdan çekti.
"Sabırsızlanıyorsun," diye alay etti ama sesindeki titreme ele veriyordu. Sabırsızlanan tek bendim, bunu biliyordum. Diğer eli uyluğumun içinde gezindi, parmak uçları neredeyse dokunmadan en hassas noktalarıma süzüldü. Kasıldım, nefesim hızlandı. Sol eliyle göğsümü avuçlarken ben, başımı geriye atmış bir şekilde ona bakıyordum. Barış ise alt dudağını ısırmış bir şekilde bana bakıyordu.
"Barış..." diye inledim, artık dayanamayarak.
"İşte böyle," dedi zafer dolu bir sesle. İşaret parmağını ağzıma sürterek, "Islat," dedi.
Emrine boyun eğdim. Dilimle parmağını ıslattığımda o parmağı vajinama indirip dairesel hareketlerle bana dokundu. Gözlerim fal taşı gibi açıldı, bedenim yay gibi gerildi.
"Görüyor musun?" diye mırıldandı, parmağının ritmini acımasızca yavaşlatarak, "Ben yapınca daha iyi, değil mi?"
Cevap veremedim. Çünkü tam o anda, o parmağı içime soktu. İnleyerek öne doğru bükülmeye çalıştım ama buna izin vermeden parmağını içimden çıkarttı. Tek eliyle beni yatağa sırt üstü döndürüp ittirdiğinde, yaylanarak sırt üstü uzandım. Barış, işaret parmağını gözlerimin içine bakarak yaladı.
Dudaklarım küçük bir o şekliyle açık kalırken, alt dudağını ısırıp yatağın ucunda diz çöktü. Sanki bir Yunan tanrısıydı. Kaslarından belirmeye başlayan ter damlacıkları o kadar ilahi görünüyordu ki dudaklarımın kuruduğunu hissettim.
Yataktan sarkan bacaklarımı ayak bileklerimden tuttu ve dizlerimden büküp yatağa topuklarımı değdirmemi sağladı. Bacaklarımı açıp ellerini dizlerimin arkasına sürükledi. Şişmiş pazılarına yaslanan baldırlarım ile kasıklarımı yüzüme baka baka, yüzüne doğru çekti.
Barış'ın nefesi kasıklarımda yanık bir iz bırakırken, dizlerimin titrediğini hissettim. Sağ koluna yaslı bacağımı omzuna atıp dudaklarını yaladı. Parmak uçları uyluklarımın içinde gezindi, derimi kavrayıp sıktı.
"Bak," diye homurdandı, başparmağıyla hassas deriyi iki yana ayırırken, "nasıl da benim için titriyorsun."
Dilinin ilk dokunuşuyla çığlık attım. Sıcak, yumuşak ve acımasızca kesindi. Tam kalbime, en savunmasız noktama saplanmış gibiydi. Ellerim saçlarına daldı, kendimi ona doğru itmeye çalıştım ama Barış inatla kontrolü elinde tutuyordu.
"Hareket etme," diye hırladı dudakları bana değerek, "yoksa dururum."
Tehdidi işe yaradı. Donakaldım, sadece nefes alıp verirken göğüs kafesimin hızla inip kalktığını hissettim. Barış bu kez daha yavaş, daha derinden yaladı. Dudaklarıyla emdi, dişleriyle hafifçe ısırdı. Her dokunuş içimde bir fırtına koparıyordu.
"Lütfen..." diye inledim, artık dayanamayarak.
"Ne lütfusu?" diye sordu alaycı bir tonla, dilinin ucunu en hassas noktama bastırarak.
"Durma..."
Barış kısık bir kahkaha attı. "Böyle mi?"
Ve sonra tüm ustalığını konuşturdu. Bir eliyle kalçamı kavradı, diğeriyle klitorisimi okşarken, ağzıyla beni paramparça ediyordu. Dili, keskin bir şekilde orayı talan eyliyordu. Kasıklarımda biriken ısı hızla yükseldi, gözlerim karardı.
"Barış, ben-"
Uyaramadım bile. Orgazm bir dalga gibi üzerime çöktüğünde, onun adını haykırarak boşaldım. Bedenim titrerken, Barış son bir kez yaladı, sonra yukarı doğru süzüldü. Yüzümün bir karış üstünde durdu, dudakları hâlâ ıslak ve parlaktı. Hiç beklemeden aralı dudaklarıma sızdığında inleyerek dudaklarında kalan tadımı aldım.
Aç bir kurt gibi öpüyor, yaralı bir kurt gibi inliyordu. Barış'ın sertliği ıslaklığıma değdiğinde ikimiz de nefesimizi tuttuk. Gözlerime baktı, okyanus fırtınası gibi karanlık, ama sadece benim için sakinleşebilen.
"Bak bana," diye fısıldadı, avuçları yanaklarımda, "hep böyle kal gözlerimde."
Ellerimizi yatağın üzerine kenetlediğinde doğrulup ağırca içime kendini itti. Hissettiğim gerginlikle başımı arkaya atarak dişlerimi dudaklarıma geçirdim. Barış, içimde bir milim bile kıpırdamazken dudakları çenemde gezindi. "İyi misin?" diye sordu, nefesi sıcacık yanağıma çarparken.
Arzu, acının içinde erimişti.
Kafamı sallayarak başımı kaldırdığımda ellerim sırtına yaslandı. Ne ara kapandığını bilmediğim gözlerimi açıp gözlerine baktığımda, alnında çıkan damarı gördüm. Gözlerinde beni incitmenin pişmanlığını taşıyordu. Kalçalarımı oynatarak ayaklarımı beline sarmaladım.
"Devam et, Barış," diye fısıldadığımda alnıma küçük bir öpücük kondurdu. Bedenim ona uyum sağlarken inledim, her santimi kabul edişimle Barış'ın gözleri kısıldı. Her hareketi özenle, adeta beni keşfeder gibiydi. İçimde derinleştikçe, gerginlik yerini sıcak bir dalgaya bıraktı. Dudaklarımız yeniden buluştu, bu öpüşümüzde bir ilkin heyecanı ve sonsuz bir tanışıklık vardı.
Kalçalarım ona doğru yükseldi, bedenim artık tamamen ona teslim olmuştu. Yavaş ritmi hızlandıkça, ellerim onun elinden koparak yastıkları kavradı. Barış'ın inlemeleri kulaklarımda çınlıyor, her dokunuşu ruhuma işliyordu. Sanki iki yarım küre yeniden birleşiyordu. Avuçlarım sırtında gezindi, her kasılmasını, her titreyişini kaydettim.
Ellerim saçlarında dolaştı, onu bana daha da yakınlaştırdım. Bacaklarım beline sıkıca dolandı, her hareketimizle daha derine çekiyordum onu.
"Daha fazla," diye inledim, nefesim boğazımda düğümlenirken, "her şeyini ver bana..."
Barış, hırıltılı bir soluk bırakırken gözlerimde gezindi.
"Her şeyim... her şeyimin değil mi zaten?"
Barış'ın ritmi hızlandı, bedenimizin çarpışması odada yankılandı. Bir elini aramıza soktu, parmakları klitorisime değdiğinde gözlerim karardı. Dudakları yüzümün her bir noktasında gezinirken sol bacağımı omzuna attı. İçime daha fazla yüklenirken boğazımdan kopacak olan çığlık onun dudaklarının arasında hapsoldu. Barış'ın dudakları çığlığımı yutarken, bedenimiz tek bir ritimle çarpmaya başladı. Omzuna attığım bacağım titriyor, parmaklarım sırtına çizikler bırakıyordu.
"Benimsin," diye hırladı dudaklarıma, her itişte bu sözü bedenime kazır gibiydi, "her damlan, her nefesin..."
Parmakları klitorisimde ustaca gezindi. Basıncı mükemmeldi ne fazla sert ne fazla yumuşak. Tam ihtiyacım olan yerde, tam ihtiyacım olan şekilde. Gözlerim yaşardı, nefesim kesik kesik kesiliyordu. Orgazm bedenimi bir volkan gibi sarstığında, Barış da içimde sıkıştı. "Alev, gevşet içini."
"Barış!" diyerek çığlık attığımda onu içimden çıkaracak kadar güçlü bir fışkırma oldu. Gözlerim sonuna kadar açılmıştı. Barış, kıpkırmızı olmuş suratıyla alt dudağını dişleyerek sağ elini belime attı ve beni yüz üstü çevirdi. Yüzüm yatağa yaslı kalırken kalçalarımdan tutup beni yükseltti.
"Benim sonum olacaksın, yemin ediyorum beni düşman değil, sen öldüreceksin Alev!" diye dişlerinin arasından tısladığında kalçama hafif bir şaplak attı. Üzerime bir mezar tabutu gibi eğilip göğsünü sırtıma yasladığında kalçalarımın arasındaki varlığını hissettim.
Muhtaçlıkla ona doğru kalçalarımı yükselttiğim sırada üzerime abanarak içime girdi. Hareketleri bu kez daha sert, daha umursamazdı. Islaklığımdan dolayı kolayca ritimlerini sağlıyordu. Bedenimi iki eliyle kavramış, her itişte daha derine ulaşıyordu. Yatağın çarşafı parmaklarımın altında buruştu, alnımdan sızan ter yastığa damladı. Her hareketiyle içimde daha derinlere ulaşıyor, beni paramparça ediyordu. Yüzümü yastığa gömmüş, çığlıklarımı bastırıyordum.
Bir eli saçlarımdan kavrayıp başımı hafifçe kaldırdı. Dudakları kulağıma değdi.
"Sesini duymak istiyorum," diye emretti, "beni senden esirgeme."
"Barış, yıkılacağım," dememe kalmadan titreyen dizlerimle yatağa yığıldığımda, Barış'ta üzerime yıkılmıştı. Yüzümü ona doğru çevirip gözlerine baktığımda ensemdeki saçlarımı okşayarak beni dudaklarına doğru çekti. Barış'ın dudakları benimkilere yapıştığında, tuzlu terimiz ve keskin arzumuz birbirine karıştı. Göğsünün ağırlığı altında ezilirken, kalbinin çarptığını hissediyordum; hızlı ve düzensiz, tıpkı benimki gibi.
İçimde kasıldığını hissettiğimde kendimi ona doğru ittirmeye başladım. Tüm kasları gerildiğinde içimde bir anda patlayan ritmi hissettim. Dudaklarıma yansıyan yankılı inlemeyle bedenim şiddetle titredi.
!BURADAN DEVAM EDEBİLİRSİNİZ!
Barış'ın gözleri gözlerimde dolandığında yorgunlukla gülümsedim. Sessizlik çöktü. Sadece çarpan kalplerimiz ve birbirine karışan nefeslerimiz vardı. Barış alnımdaki saçları geri itti.
"İşte evim," dedi, "senin kalbinde."
Beni kucaklayarak yatakta, daha rahat bir konuma aldığında ne ara yere attığımızı bilmediğim pikeyi aldı ve üzerimize örttü. Barış'ın parmakları saçlarımın arasından geçerken göz kapaklarım ağırlaştı. Terle yapışan tenimiz, çarşafta bıraktığımız izler, odada asılı kalan kesif nefesler... Hepsi bu anın kırılgan gerçekliğini örüyordu.
"Burası," diye fısıldadım kalbine dokunarak, "benim oldu. Hiç gitmediğim halde hep özlediğim yer."
Avucunu göğsüme bastırdı. Nabzımın hızlanışını hissettiğinde kaşları hafifçe kalktı.
"Yine bana çok koştun," diye mırıldandı, gülümsemesinde tatlı bir azarlama vardı, "kalbin deli gibi çarpıyor."
Alay etmesini görmezden gelerek ellerimle yüzünü avuçlarıma aldım. Alnındaki damarı, şakaklarındaki nabız atışını, dudaklarının kenarındaki o küçük yara izini, sol kaşının içindeki beni dahil her detayı ezberlemek istiyordum.
"Seninle nefes almayı öğrenmem gerekecek Barış," dedim, başparmağım alt dudağında gezindi, "daha yavaş, daha derin..."
Barış ansızın beni kendine çekti. Burnu burnuma değdi.
"Yapma," diye hırladı, "o şiirsel sesini. Yoksa yine başlayacağız."
Kahkaham odanın sessizliğini yardı. Onun da gülüşüne katıldığını duydum, alnımda titreyen nefesini hissettim. Ve o an anladım: Ev dediğimiz şey, işte buydu. Bir kahkahanın paylaşıldığı, terin kurumaya bırakıldığı, hiçbir şeyin acelesinin olmadığı o kusursuz an.
4 Temmuz 2022 – 22:00 / Şırnak
Caner Cenk Çakır, Ağzından
Mutlu Ol Yeter, İbrahim Tatlıses
Önümde yığılmış dosyalardan bakışlarımı kaçırmadan kendimi arkaya bıraktım. Sırtım, sandalye ile temas eder etmez gıcırdadı, ama ben kıpırdamadım. O an, yalnızca içimde büyüyen uğultuya kulak kesilmiştim. Sessizlik, odanın dört duvarı arasında ağırlaşıyor, dosyaların üzerindeki kırmızı mühürler gözümde büyüyordu.
Her biri bir hayat. Her biri bir sır.
"Kaç kişiyi daha harcayacağız bu sessizlikte?" dedim usulca. Koordinasyon merkezinde tek başımaydım, ama kelimelerim sanki duvarda yankılandı. Babama dair tuttuğum notlar hâlâ önümdeydi. Bazı kısımlar silinmiş gibiydi ama ben biliyordum. O susuyorsa bir sebebi vardı. Başımı dosyadan kaldırdım. Gözüm saate takıldı.
22:00.
Birden ayağa kalktım. Sandalyeyi geriye doğru sürüklerken ayaklarının çıkardığı sürtünme sesi odanın sessizliğini yırtar gibi oldu. Sonra onu yavaşça masaya doğru ittim, nizami bir şekilde yerine yerleştirdim. Askerdeydik. Dağınıklık affedilmezdi. Gömleğimin iki düğmesini gevşettim, boğazımdaki düğümle birlikte. Kapıya doğru yürürken parmaklarım kapı kolunu kavradı. Bastırıp aşağıya indirdim ve kendimi koordinasyon merkezinden dışarıya adeta kovdum.
"Caner."
Kapıyı kapatmak üzereyken arkamdan gelen sesle duraksadım. Mete'nin sesiydi. Bakışlarım sağa doğru çevrildiğinde bakışlarım üzerindeki ince, uzun kollu beyaz gömleğe kaydı. Bu saatte nereye gidiyordu ki? Bedenimi ona çevirip yürümeye başladığımda karşılıklı durduk. Dudaklarında buruk bir tebessüm oldu.
"Bu gece Eyşan ile Lara, biraz kız kıza oturacaklarmış." Omuzlarını hafifçe kaldırdı. "Biz de bir şeyler içmeye gidelim mi?"
Kaşlarımı hafifçe çattım.
"Kız kıza mı?" dedim, sesim alaycı sayılmazdı ama dalga geçmekten de uzak değildi. Mete başını eğdi, omzunu silkti.
"Lara öyle söyledi. Eyşan da 'karışmayın' dedi."
'Karışmayın' kısmını biraz taklitle, biraz gülümseyerek söylediğinde gözlerinin içi bir anlığına parladı. Hafif, neredeyse fark edilmez bir şeydi ama ben ettim. İçinden geçen duyguyu tanıyordum. Gülerek başımı iki yana salladım. O gülümseme ağzımda yarım kaldı.
"Tamam," dedim. "Gidelim."
Adımlarımız yavaşça karanlık koridoru doldurdu. Işıkların altında sırt sırta düşen gölgemiz, içimdeki çatlakları daha da büyütüyor gibiydi. Sessizliğimi fark ettiğini hissettim. Mete, ne zaman suskunluğa bürünsem içinde bir şeyleri kurcalamaya başlardı.
"Dosya babamızla mı ilgiliydi?" diye sordu, sesi kararlıydı ama yumuşaktı. Ben cevap vermedim. Veremezdim. Bir babanın suskunluğu, bazen en büyük itiraf olurdu. Hele o adam Alparslan Çakır'sa.
Merdivenlere yöneldiğimizde cebimden çakmağımı çıkardım. Avcumda evirip çeviriyordum. Metalin soğuğu avucumun içine işlerken, çakmak kapağını açıp kapadım.
"Birileri susarken birileri yanıyor, Mete," dedim. Ne ona açıklama veriyordum ne de kendime. "Ve bazı yangınlar, ilk kıvılcımı atanı bile yakar."
Mete başını eğdi, bir süre öyle kaldı. Askeriyeden çıkıp siyah zırhlı arabanın yanına vardığımızda kafasını kaldırdı. Sonra yüzüme baktı, gözleri mavi gecede daha da belirginleşmişti.
"O zaman bu gece sadece susalım. İçelim ve sadece insan gibi konuşalım. Asker değil, evlat değil. Sadece iki kardeş gibi."
Kardeş.
Bu kelime bir çivi gibi saplandı. Kafamı eğip güldüm. Gülmeye devam ederken kafamı kaldırdığımda onun da gülümsediğini fark ettim. Arabanın anahtarlarını çıkartıp şoför koltuğuna ilerlerken sol elimi kaldırıp ona doğru uzattım.
"Peki ama hesabı sen ödüyorsun!"
Mete, gözlerini devirerek kapıyı açtı.
"Bin hadi, bin! Allah'ın cimrisi seni."
Gülerek şoför koltuğunun kapısını açtım ve araca bindim. Mete, koltuğa oturup kapıyı kapattığında kapıyı çekerek anahtarı kontağa taktım. Adresimiz her zamanki gibi belliydi. Arabayı çalıştırıp gaza bastığımda, ayağımın altındaki torkun titrediğini hissettim.
Sessiz geçen on beş dakikalık yoldan sonra arabayı Zozan Meyhanesi'nin biraz gerisinde park ettim. Mete ile aynı anda arabadan indiğimiz an, meyhaneden yükselen keman seslerini duymaya başlamıştık. Arabayı kilitleyip aracın arkasına doğru geçtiğimde Mete'de yürümeye başlamıştı. Birlikte meyhaneden içeriye girdiğimiz an derin bir nefes aldım.
Eski taş binanın rutubetli ama sıcak kokusunu ilk defa özlemiştim. Mete ile her zaman oturduğumuz; sağ en köşedeki dört kişilik masaya doğru yürümeye başladık. Masaların çoğu doluydu ama bizim köşedeki yerimiz boştu. İnsan bu kadar savaşın, kanın ve yorgunluğun içinde bir masayı nasıl 'güvenli' ilan ederdi, bilmiyorum ama o masa, bize nefes alacak bir alan gibi gelirdi hep.
Karşılıklı olarak oturduğumuzda yanımıza yaklaşan Lütfü başıyla selam verdi.
"Hoş geldiniz komutanlar," dedi hafifçe eğilerek.
Mete, gülümseyip dirseklerini masaya yaslayarak eğildi.
"Hoş bulduk Lütfü. Her zamankinden," dedi ve yan gözle bana baktı, "Caner'inki bol acılı."
Gözlerimi devirip Lütfü'ye baktım.
"Sen bakma oğlum Mete abine. Her zamankinden, ama artık acısız olsun."
Lütfü, gözlerini büyütüp Mete'deki bakışlarını bana çevirdi.
"Hayatının aşkını buldun mu Caner abi?" diye bağırdı heyecanla.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Zamanında hep acılı şalgam içtiğimden, Mete ve Barış benimle ilgili bir iddiaya girmişti. Gerçek aşkı bulduğumda artık acısız içecektim, sözüm vardı. Mete'nin gülüşleri kulağımda yankılandığında gözlerimi açıp ona sinirle baktım. Tamam, itiraf ediyorum sahte bir sinirdi.
"Caner abin baba bile oluyor Lütfü." dedi Mete, gülümseyerek.
O cümle kalbimde bir bombardıman gibi patladı. Dudaklarımda küçük bir tebessüm belirirken, Lütfü'ye baktım ve usulca kafamı salladım. O an içimde kıpırdayan o şeyin adı mutluluktu. Ve korkuydu. Lara, artık sadece sevdiğim kadın değil, çocuklarımın da annesiydi. Hayatımın eşiydi, ikiziydi.
Varlığım, her şeyimdi.
Lütfü, şefkatle bakan gözleriyle gülümsedi ve yanımızdan ayrıldı. Üzerimdeki gömleğimin kol düğmelerini açarken Mete'ye karşılık gözlerimi kıstım.
"Benimle eğlenmekten zevk alıyorsun," dedim, gömleğimin kollarını kıvırırken, "bunu artık kabul etmen lazım."
Mete omzunu silkti, dudaklarının kenarında hâlâ o alaycı ama sevgi dolu gülümseme vardı.
"Seninle eğlenmek kolay, Caner. Aşık bir adam kadar tahmin edilebilir başka ne var ki şu dünyada?"
Başımı iki yana sallayıp göz devirdim ama o sırada içimden geçen tek şey, bu cümlenin ne kadar da doğru olduğuydu.
"Her şey bu kadar kolay değil," dedim sessizce. "Baba olmak... farklı bir korkuymuş. Savaşta kurşunlardan kaçmak gibi değil bu. Çünkü bu sefer kaçamazsın. Korumak zorundasın."
Mete başını eğdi, bir anlığına sessizleşti. O da bunu biliyordu. Benden çok daha önce anlamıştı.
"İkimizin de yarın sabah hâlâ nefes alacağının garantisi yok, ama birinin seni beklediğini bilmek... insana başka bir cesaret veriyor."
Lütfü, yanında tepsi taşıyan bir garsonla masaya geri geldiğinde Mete, masaya yasladığı dirseklerini çekip arkasına yaslandı. Masanın kenarına bir 70'lik bırakıldı. Ardından on iki çeşidinden mezeleri yerleştirildi. Lütfü, acısız şalgamları Mete ile benim bardağıma bölüştürdü. Yarım kalan şişeyi buz kovasının içine koyup gülümsedi.
"Afiyet olsun," dedi ve masadan ayrıldı. O uzaklaştığında masanın üzerinde sessizlik yeniden çöktü. Ama bu sessizlik, merkezdeki odanın duvarlarındaki gibi değildi. Bu defa huzurluydu. Bu defa yormuyordu beni. Sadece doluydu. Keman sesi hâlâ sürüyordu. Tellerin üzerinden geçen yay, akşamın damarlarına bir hüzün gibi işliyordu.
Mete, üzerindeki gömleğin kollarını kıvırdıktan hemen sonra rakı şişesini kavradı. Aramızdaki sessizlik, bardakların şıngırtısıyla ince bir çizikten geçmiş gibi oldu ama parçalanmadı. O hâlâ oradaydı. İçimizi kazımayan bir sessizlikti bu; üstü örtülmüş, anlaşılmış, konuşulmaya ihtiyaç duymayan cinsinden.
Mete, kadehlere üç parmak kadar rakı doldurduğunda, uzandım ve su şişesini kavradım. Su şişesinin serinliğini avuçlarımda hissederken, göz ucuyla Mete'ye baktım. Yüzünde tanıdık bir ifadeyle, dikkatlice dolan kadehlere bakıyordu. Hiçbir şey demedik. Su, rakının üzerine döküldüğünde anasonun o kendine has beyazlığı kadehte yayılırken, içimdeki bir şey de onunla çözülmeye başladı sanki.
Mete elini cebine attı, iki sigara çıkarıp birini bana uzattı.
"Yakmak mı, yakılmak mı?" diye sordu, dudaklarının kenarında o tanıdık alaycılık vardı.
Sigarayı aldım ama çakmağı ben çıkardım.
"Artık sadece karıma hizmet eden bir koca olmak istiyorum." Sonra bir nefes çektim. "Ama önce biraz daha yanmam gerekiyor, değil mi?"
Mete, başını iki yana sallayarak hafifçe güldü. Çakmağı yakıp sigaramı tutuştururken gözlerimin içine bakmadı. Belki de ikimiz de göz göze gelmekten korktuk o an. O, masaya eğildi, kendi sigarasını dudaklarına yerleştirdi. Elimdeki çakmağı ona doğru uzattım; başını hafif eğip ateşi yakaladı. Derin bir nefesle ciğerlerini doldururken gözlerini bir an kapadı, sonra sessizce geriye yaslandı.
İkimiz de aynı anda sigaraya ilk nefesi çektik. Duman, içimizde ne kadar kırık kaldıysa onları bulup yüzeye taşıdı. Küllük masanın sağ köşesindeydi. Sessizce, senkronize gibi, sigaralarımızı aynı noktaya yasladık. Aynı yerden yanmaya başladılar, tıpkı bizim gibi: aynı kökten, farklı yanıklar.
Mete kadehini kaldırdı. Dudaklarında bir tebessüm, gözlerinde geçmişten kopup gelmiş hüzünlü bir selam vardı. Kadehimi ona doğru kaldırdım.
"Sağlığına içiyorum ikizim," dedi Mete. "Sevdiğin kadınla, ömrünün sonuna dek huzura."
Gülümsedim ama gözlerim hafif buğulandı. Sesi bir an içimi oydu. Sonra toparladım.
"Sağlığına içiyorum ikizim," dedim. "Güvendiğin aşkla, hak ettiğin huzura."
Kadehleri tokuşturduk. Camların çarpışması değil, kalplerin birbirine dokunuşuydu sanki. Ardından, aynı anda masaya hafifçe vurdular elimiz.
"Çocukları unutmayalım ama."
İkimizin de dilinden dökülen aynı cümleye gülüştük. Kadehleri dudaklarımıza götürmeden önce, kısa bir bakıştık. O anda anladım ki biz, bu savaşın ortasında bile kardeş kalabilmişiz.
Kadehlerimiz ağır ama kararlı hareketlerle dudaklarımıza gitti. İlk yudum, dilimin ucunda bir serinlik bıraktı, sonra içimde tanıdık bir yangını uyandırdı. Mete kadehini masaya bıraktığında ben de hemen ardından bıraktım. Cam, tahta yüzeye nazikçe değdi. Sanki içimizdeki yükü de masaya bırakmış gibiydik.
İkinci kadehi doldururken göz göze gelmedik, ama sessizlik artık başka bir dile çevrilmişti. Kelimelerin sığınağına ihtiyaç duymadan, birbirimizi anlayabiliyorduk. Şarkı değişti, mezelerden yenildi.
Üçüncüde artık dilimiz biraz çözülmüştü. Anılar, önce gözlerimizde birikir, sonra sessiz bir iç çekişte kendini gösterirdi ya hani... Aynı öyle. Şarkı, notalarını yeniden değiştirdiğinde rakı şişesi son kez daha havaya yükseldi.
Mete dördüncü kadehten sonra sırtını sandalyeye yasladı. Omuzları biraz düşüktü, nefes alışları derindi. Elini yüzüne götürüp alnını ovuşturdu. Sonra başını bana çevirdi, gözlerinde sert ama kırılgan bir kararlılık vardı.
"Caner," dedi, sesi buğulu ama netti. "Her ne olursa olsun, sana olan güvenimi biliyorsun, değil mi?"
O an içimde bir şey kıpırdadı. Bir ağırlık, yerini başka bir şeye bıraktı. Belki de kardeşlik kadar ağır, ama bir o kadar da hafif bir güvene. Mete öyle bir bakıyordu ki bana, sanki içinde sakladığı her sorumluluğu, her sırrı, her korkuyu, o tek cümleyle avuçlarıma bırakmıştı sanki.
Başımı hafifçe salladım. "Biliyorum," dedim. Sesim titremedi ama içimden geçen onca şey boğazıma düğüm oldu. "Biliyorum ve senin bana duyduğun güveni her şeyin üstünde tuttum hep."
Mete, alt dudağını gergince ısırıp dirseklerini masaya yasladı ve başını kaldırıp bana baktı. Nefesini derin aldı, gözlerinde yaşlı bir nehir gibi akan geçmişin yorgunluğu vardı.
"Bana bir söz vermeni istiyorum."
Kaşlarımı kaldırdım.
"Ne sözü?"
Mete, bir süre gözlerime bakmaya devam etti.
"Eğer bana bir şey olursa, Eyşan ve çocuklarım sana emanet. Bana söz ver. Onları canından ayırmayacaksın."
Alnıma yükselmiş kaşlarımı düşürüp gözlerimi devirdim.
"Ya saçma saçma konuşup, ağzımızın tadını bozm-"
"Caner!"
Mete'nin sert sesiyle adımı söylemesiyle gözlerim yeniden gözlerine çevrildi. Mete'nin gözleri sertleşmiş, sesi ise kararlılıkla dolmuştu. Kaşlarımın çatıldığını hissettiğimde bir yumrunun boğazımda sıkışıp kaldığını hissettim. Mete'nin bakışı öylesine keskin ve yoğundu ki, kaşlarım çatıldığında bile oradan ayrılmadı. O yumru, boğazımda bir düğüm gibi durdu, nefesimi daralttı.
"Sonunu göremediğimiz bir yoldayız," dedi, sesi artık yumuşak ama sarsıcıydı. "Eğer bana bir şey olursa onlar sana emanet."
Gözlerimi kaçırmak istedim ama yapamadım. Onun yüreğindeki acıyı hissettim. Sessizliğin içinde yankılanan o derin sızı, kelimelerle anlatılamayacak kadar büyüktü. Gözlerindeki o kırıklık, yılların biriktirdiği yüklerin ağır izlerini taşıyordu.
Bir an için zaman durdu, dünya bizim etrafımızda yavaşça dönmeye devam ederken, ben sadece Mete'nin içindeki o çaresizliği ve korkuyu görmekle meşguldüm. Mete, hafifçe başını omzuna eğdiğinde burukça gülümsedi.
"Bana söz ver Caner."
Ruhumun çatırdama seslerini duydum.
"Söz veriyorum," dedim fısıldar gibi. "Onları korumak için, elimden gelen her şeyi yapacağım."
Mete, omuzlarını hafifçe yukarı çekip küçük bir nefes verdi. Gözlerindeki sertlik biraz yumuşadı, ama yorgunluk hâlâ oradaydı. Başını, eğdiği omzundan kaldırdı ve yüzünü sağa doğru çevirdi. Elini kaldırıp havaya yazı yazıyormuş gibi yapıp hesabı istedi. Bakışlarım masanın üzerinde yarım kalan rakı şişesine kaydı. Ardından Mete'ye doğru çevrildi.
Mete hesabı ödediğinde, kendimizi dışarıya attık. Arabaya bindiğimizi hatırlıyordum ama kışlaya nasıl vardığımızı bilmiyordum. Zaman, acımasız bir hırsız gibi sessizce süzülüyor, elimizden kayıp giden anları bir bir çalıyordu. Bunu en çok da sevdiklerimizden uzakken fark ediyorduk.
Duran arabadan anahtarı çıkardım, avuçlarımda soğuk metalin ağırlığını hissettim. Otoparkta yankılanan far ışıkları söndüğünde, Mete'nin zaten inmiş olduğunu fark ettim. Peşinden atladım, kapıyı hızla çekip kapattım. Kilit sesleri havada asılı kalırken, o ağır adımlarla kışlaya doğru ilerliyordu.
"Mete!"
Sesim, geceye karışan bir yalvarış gibiydi. Duraksadı. Üç adımda yanına vardım, döndüğünde gözlerinde aynı hüzün vardı. Kollarımı açtım, sırtına dokunduğumda o da sarıldı bana. Kalplerimiz aynı hızla çarpıyor, aramızda söylenmemiş her şey bu sessizliğin içinde yankılanıyordu.
"Sen benim diğer yarımsın." Ağlak bir fısıltı gibiydi sesim. "Ben sensiz yarım kalırım, Mete."
Elleri sırtımda biraz daha sıkılaştı, sanki bırakırsam uçup gidecekmişim gibi. Ama tutunduk. Her şeye rağmen, oradaydık. Hiçbir şey demedi, sadece sımsıkı sarıldı bana. Otoparkın loş ışığı altında, askeriyenin soğuk duvarları önünde, biz sadece iki kardeştik.
Biz iki kan, iki candık.
Aynı rahimde var olmuş, iki yarımdık.
🥺
5 Temmuz 2022 / Şırnak
Yazar, Ağzından
Bana Neler Vadettin, Bergen
Gündüz olmasına rağmen gökyüzü, suskun bir cehennemi andırıyordu. Güneş, gökyüzüne çivilenmiş bir azap topu gibi her şeyi kavururken, rüzgâr adeta nefes almayı bile unutmuştu. Şırnak'ın bu iç geçirten öğle sıcağında, asfalt zeminden yükselen dalga dalga buhar, zamanı bile büküyormuş gibi titriyordu. Havada yanık toprak kokusu, terle harmanlanmış barutun gölgesini taşıyordu.
Askeriyenin önünde dimdik duran Güvercin Timi, gölgeler kadar sessiz ama bir fırtına kadar tehditkârdı. Dizili bir tablo gibiydiler; disiplinin, kararlılığın ve geçmişin yükünü omuzlayan birer siluet gibi.
En önde Asena Eyşan Çakır duruyordu. Alnından süzülen tek bir ter damlası, bütün bir coğrafyanın yüküymüşçesine ağırdı. Gözleri çelik gibi sabit, bakışıysa keskin bir komutanın suskun haykırışıydı. Onun bir adım gerisinde, mavi gözlerinde nice yangınlar saklayan Mete Mert Çakır vardı. Yanında ise kardeşi gibi kaderle mühürlenmiş bir dost; Caner Cenk Çakır. Omuz omuza, suskunluklarında konuşan bir dil vardı.
Kışlanın kapısına yönelen zırhlı araçlar, sıcağın arasında adeta birer metal hayalet gibi ilerliyordu. Her bir tekerlek sesi, betonun üzerinde yankılanan bir zafer fısıltısı gibiydi. Araçlar, kurşun kadar ağır bir vakarla durduğunda, içeriden çıkan sessizlik, zamanın kısa bir süreliğine durduğu hissini veriyordu.
Kapılar açıldı. Toz dumanı arasında siyah kıyafetlerinin içinde karanlıkla yoğrulmuş siluetler belirdi. Hayalet Ekibi. Duruşları; ölümle dans etmiş, suskunlukla büyümüş adamlara aitti. Aralarındaki biri, başı öne eğik, elleri kelepçeli halde yavaşça ilerliyordu.
Mimba.
O an, güneş bile geri çekilmiş gibiydi. Havadaki sıcaklık değil, gözlerdeki sessizlikti yakıcı olan. Eyşan'ın çenesini sıktığını gören yalnızca Mete oldu. Ve Caner, o an kardeşinin yumruklarını sıkan parmaklarının içe gömüldüğünü fark etti. Çünkü bu sadece bir teslimat değildi. Bu, hesap gününün başlangıcıydı.
Gökyüzünde tek bir kuş süzülüyordu o sırada. Bir güvercin miydi, atmaca mı, seçilemiyordu. Ama gözleri onların üzerindeydi. Tıpkı kader gibi. Tıpkı intikam gibi.
Kuş uçarak uzaklaştı ama gölgesi, yere değil, yüreklerinin tam ortasına düşmüştü. Sessiz bir ağıt gibi süzülen kanat çırpışları, sanki geçmişin küllerini havalandırıyor, içlerinde hâlâ kor halde duran yangınları yeniden alevlendiriyordu.
Eyşan, bir adım attı. Toprağa basan botunun çıkardığı ses bile emre amade bir kararlılık taşıyordu. Yaklaştıkça, zırhlının gölgesine hapsolmuş Mimba'nın başı daha da eğildi. Teni, güneşin altında solmuş bir leke gibiydi; ama Eyşan'ın gözlerinde o leke değil, lekelenmiş onurlar, parçalanmış hayatlar, susturulmuş çığlıklar vardı.
Mete, onun ardından ilerledi. Bir süre hiçbir şey söylemedi. Dudaklarının arasından geçmeyen kelimeler, bakışlarına saplanmıştı. Kulağının dibinde yankılanan eski operasyon anıları, yutkunmasına izin vermiyordu. Yine de suskunluğun ortasında Eyşan'ın omzunun hizasında yürümek, onunla aynı ateşin ortasında yanmak gibiydi.
Hayalet Ekibinden biri öne çıktı, bu Kıyam'dı. Maskesinin altındaki gözleri, sanki ateşle dövülmüşçesine kızarıktı. Ceketinin omzunda kan izleri vardı ama maskesinden belirgin olan çenesi düzdü.
"Emri verdiğiniz gibi iti getirdik komutanım," dedi, sesi sanki yeraltından geliyormuşçasına boğuk. "Direndi ama canlı."
Mimba, başını kaldırmaya çalıştı ama Eyşan'ın gözleriyle çarpışınca yeniden düşürdü. O anda Güneş daha sert vurdu, sanki doğu sınırındaki dağların bile öfkesi taşınmıştı havaya. Mete, bir adım öne geçti. Bir eli belindeki silahın üstündeydi, ama çekmedi. Sadece baktı. Sonra Eyşan'a döndü.
"Ne yapıyoruz şimdi?" dedi, sesi kuru, ama içinde bir fırtınanın uğultusu vardı.
Eyşan gözlerini Mimba'dan ayırmadan kaşlarını kaldırdı.
"Önce konuşacağız. Sonra hatırlatacağız. Kim olduğumuzu. Ne için yemin ettiğimizi."
Arka planda askeriyenin nizamiyesi kapanırken çıkan metalik ses, bir dönemin kapandığını değil, yeni bir hesabın açıldığını haykırıyordu. Gökyüzü hâlâ suskundu. Ama artık o suskunluk, sükûnet değil, bir hesaplaşmanın habercisiydi.
Ve Güvercin Timi, o an sadece bir tim değil; adaletin, kanla yazılmış bir hikâyenin bekçileriydi.
Eyşan, bir adım kenara çekildiğinde, Mete omuzlarını genişçe gerdi. Çenesindeki çizgiler daha da keskinleşmişti. Kıyam'a dönüp gözlerini bir an kilitledi, sonra sadece başıyla içeriyi işaret etti. Kısa, net ve sert bir komut gibiydi. Söz gereksizdi artık; gözler konuşmuş, yeminler yeniden dile gelmişti.
Kıyam, Mimba'nın arkasına geçti. Bir asker gibi değil, bir yargıç gibi yürüyordu. Ellerini kelepçeli adamın omzuna koyduğunda, Mimba'nın bedeninden hafif bir irkilme geçti. O dokunuş, bir ölüm fermanının mühürlenmesi gibiydi.
Zırhlının yanından uzaklaşırken, kışlanın avlusunu adımlayan herkesin bakışları tek bir noktada birleşti: Mimba'nın yürüyüşünde. Ama asıl ağırlık, arkasındaki gölgelerdeydi. Eyşan'ın suskun ama yakıcı bakışında, Mete'nin içinde tutmaya çalıştığı volkan gibi bastırılmış öfkesinde de geziniyordu bu bakışlar.
Askeriyenin koridorlarında yankılanan ayak sesleri, bir tabutun başında çalınan marş gibi yankılandı. Her adımda, geçmişin ağırlığı omuzlarına biraz daha çöktü adamın. Mimba, nereye yürüdüğünü biliyor gibiydi. Orası bir sorgu odasından çok, gerçeğin gölgesinde kalan adaletin odasıydı. Ve bu kez sorgu, sandığından daha derin olacaktı.
Kıyam, Mimba'yı sürükler gibi sorgu odasına getirdi ve sandalyeye oturttu. Mimba'nın yüzünde günlerdir süren uykusuzluğun, belki de yıllardır süren kaçışın izleri vardı. Ama en çok da bir zamanlar gölgesine sığındığı kibirden geriye kalan çöküntü göze çarpıyordu.
Dışarıda kalan Eyşan, güneşin altında bir süre daha hareketsiz durdu. Dudakları aralanmadı ama gözleri konuşuyordu. Göz bebeklerinde parlayan kıvılcım, geçmişte yarım kalan cümlelerin şimdi tamamlanmak üzere olduğunu söylüyordu.
Mete yanına geldiğinde, bir süre ikisi de konuşmadı. Sadece nefes alışları duyuldu; biri öfkeyle bastırılmış, diğeri yarım kalmış bir dua gibiydi.
"Bu kez susturamayacak bizi," dedi Mete, yavaşça.
Eyşan başını çevirmedi. Sadece fısıldadı.
"Çünkü bu kez biz değil, tarih soracak," dedi ve büyük adımlarla yürümeye başladı. Mete, arkasından yürümeye başladığında Güvercin Timi, çoktan sorgu odasının önünde beklemeye başlamışlardı. Bora, elindeki dosyayla sorgu odasının önüne yaklaştığında Güvercin Timi, duvar yanında durmaya devam etti. Odaya girdiğinde önce Eyşan, ardından da Mete girdi. Kapı kapandığında, artık buradan çıkış yoktu.
Eyşan, göz ucuyla camın ardındaki odada oturan Mimba'ya bakarken arkasındaki kapı açılıp kapandı. İçeriye giren Albay Alparslan Çakır ile Tuğgeneral Fikret Yıldırım jet hızıyla Mimba'nın olduğu odaya girdi. Tek bir kelime etmeksizin doğrudan sorgu odasına yönelmeleri, içerideki atmosferi daha da sıkıştırdı. İkisi de üniformalarını değil, taşıdıkları yılların ağırlığını giymiş gibiydiler.
Bora, dosyayı masanın ortasına koyarken pimi çekilmiş bir el bombası bırakır gibiydi. Patlayacak olan kâğıt değil, o sayfalara yazılmayanlardı. Hiçbir şey söylemeden çıkarken kapının metalik sesi, odadaki sessizliğe bir mühür daha vurdu.
Mete, hâlâ hareketsizdi. Gözleri camın ötesine, Mimba'nın üzerine sabitlenmişti. Yanına gelen Bora, ellerini ceplerine sokup kısa bir iç çekişle başını yana eğdi.
"Yüzde doksan sekiz sustu," dedi alçak sesle. "Ama artık bizde olanlar onu susturmasa da yetiyor."
Mete başını hafifçe çevirdi. Sesi çok düşük ama kesindi.
"O yüzde ikilik ihtimal, işte tam da onun için buradayız Çilingir."
Alparslan Albay, sorgu odasındaki kameranın önüne geçmiş, Tuğgeneral Fikret Yıldırım ise Mimba'nın karşısına oturmuştu. Hiçbir hareket abartılı değildi; ama her biri, yılların disiplininin ve öfkenin kontrolle harmanlandığı bir aidiyet taşıyordu.
Mete, yavaşça Eyşan'a döndü.
"Hazır mısın?" diye sordu, ama bu bir teklif değil, bir andı.
Eyşan, gözlerini onunkilere kaldırmadan cevap verdi.
"Ben yıllardır buraya varmak için yaşıyorum."
Ve o an, duvardaki saatin tik takları, geçmişle geleceğin arasına sıkışan o anı mühürledi. Bu sadece bir sorgu değildi.
Bu, tarihin tanıklığında yapılan bir yüzleşmeydi.
Tuğgeneral Fikret Yıldırım, önündeki dosyayı elinin tersiyle masanın üzerinden savurdu. Sağ eli biraz önceki dosyanın yerini aldığında Mimba'nın bakışları, Tuğgeneralin sağ yüzük parmağındaki ay yıldızlı ülkücü yüzüğünde takılı kaldı.
"Beni tanıdın mı?" diye sordu. Yüzünde, yılların getirdiği kırışıklıklar olsa da gözleri, ilk günkü gibi yırtıcı aşkıyla bakıyordu. Sol eli masanın kenarını kavrarken, sağ elini hafifçe masanın üzerinde kaydırarak eğildi. Dirseği masaya yaslandığında öylece kaldı.
Tuğgeneral Fikret Yıldırım'ın sorusu, havaya bırakılan sıradan bir cümle değil, geçmişin içinden fırlayıp gelen bir kurşundu adeta. "Beni tanıdın mı?" derken, sesindeki ton ne öfke ne de sükûnetti; bu, beklemiş bir adaletin nihayet dile gelmiş hâliydi.
Mimba, bakışlarını yüzükten çekemedi. Yıllar önce gülerek karşısında sorguya çektiği insanlar geldi gözünün önüne ama şimdi o gülüşten eser yoktu. Gözlerinin içindeki boşluk derinleşti. Dudaklarının kenarı seğirdi, ama cevap vermedi. O an, geçmişin kanlı bir sayfası yavaşça açıldı.
Fikret Yıldırım'ın sağ eli, masanın üzerindeki hareketsizliğini bozdu. Parmaklarıyla masayı tıklatmaya başladı; yavaş, ölçülü ama tehditkâr bir ritimle. Bu ritim, dışarıdan biri için sıradan bir tedirginlik belirtisi gibi görünebilirdi. Ama Eyşan ve Mete için o ses, yıllardır bastırılmış hakikatin ayak sesleriydi.
Tuğgeneral Fikret başını biraz eğdi. Sanki geçmişteki bir ana geri dönmüş gibiydi, yüzündeki çizgiler daha da derinleşti. O yüzüğü, yıllar önce çatışmada kaybettiği bir dosta söz verirken takmıştı. Şimdi o söz, masanın tam karşısında suskun bir adama bakıyordu.
"Bundan yirmi yıl önce Van'da," dedi Yıldırım, "bir karakola baskın düzenlenmişti. Kadınlar, çocuklar, silahsız askerler... Hatırladın mı? Çünkü o gece seni telsizden dinlemiştim. Sesin hâlâ kulağımda. 'Bitirin hepsini' demiştin."
Fikret Yıldırım elini geri çekti, sandalyeye yaslandı.
"Sana seçenek sunmayacağım. Çünkü bu bir pazarlık değil. Bu, bir hüküm."
Ve sorgu odasında, ülkenin dört bir yanına dağılmış nice yarım kalmış öykünün ilk cümlesi yankılandı. Fikret Yıldırım, dudaklarını kıpırdattı.
"Anlat, Elias Farouq, nerede?"
Mimba, başını hafifçe kaldırdı. Dudaklarının kenarında alaycı bir kıpırtı belirdi. Gözlerini, karşısında yılların ağırlığını taşıyan Tuğgeneralin gözlerine dikti. Ardından başını yana eğip yavaşça omzunu silkti.
"Yine aynı masallar," dedi kısık bir sesle. "Siz soracaksınız, ben cevaplamayacağım. Ne tuhaf bir inat bu."
Dışarıdaki camın ardından izleyen Mete'nin kaşları çatıldı. Çenesi kilitlendi. Gözleri, Mimba'nın dudaklarına değil, onun ruhuna saplanmıştı. Fikret Yıldırım, ateş saçan gözleriyle Mimba'nın suratını süzdü.
"Bana laf ebeliği yapma seni buraya gömerim."
Mimba, gözlerini devirip derin bir nefes aldı. Gözleri sorgu odasının camına kaydığında kim olduğunu göremiyordu ama Eyşan ile göz göze geldiğini hissedip gülümsedi. Eyşan, gözlerini yüzünde hissettiği Mimba ile bir an için kasıldı.
Cama bakarken "Elias mı?" diye sordu, sesi neredeyse iğneleyici bir fısıltıydı. "Kim bilir... belki de şu an, siz konuşurken yeni bir haritaya yerleşiyor. Belki de sizin çizdiğiniz sınırların dışında bir cennet kuruyoruzdur."
Fikret Yıldırım'ın avuç içleri masaya sertçe indi. Metalin çıkardığı tok ses odada yankılanırken, gözlerindeki öfke artık saklanmıyordu.
"Cennet mi?" dedi, sesi öfkenin bileklerinde tuttuğu bir kırbaç gibi. "Yüz binlerin kanıyla sulanmış bir cehenneme, cennet mi diyorsun sen?"
Mimba gözlerini kısarak hafifçe başını Fikret Yıldırım'a çevirdi.
"Algı," dedi. "Bir tohum gibidir. Nereye ekerseniz orada büyür. Siz bize 'cehennem' dediniz. Biz kendi inancımızı diktik. Ve o inanç şimdi sınırlarınızı aşıyor, Tuğgeneral."
Dışarıdan izleyen Eyşan'ın boğazı düğümlendi. Mimba'nın sesi hâlâ kulaklarında yankılanıyordu. Dili, her kelimeyi birer kurşun gibi seçiyor, söyleyişinde bir tarikatın vaizi kadar inançlı bir tını taşıyordu.
Mete, öfkeli bir şekilde başını sağa sola çevirerek kütletti.
"Amip dölü. Vereceğim ağzına sıvazlayıp si-"
Bora'nın eli Mete'nin ağzına yaslandığında Mete; göz ucuyla, kaşlarını kaldırmış, ona bakan Eyşan'a baktı. Yarım kalan cümlesini yutkundu. Sabrı, içinden geçirdiği nice kurşunun kenarında sallanıyordu. Yanında duran Bora, elini Mete'nin ağzından çekip fısıltıyla konuştu.
"Ayıp ayıp, çocuklarından utan."
Mete, Bora'ya yan gözle bakarken içeride Fikret Yıldırım, sandalyesinden kalkmış ve elleri masaya yaslı bir şekilde Mimba'ya bakıyordu.
"Bir harita kuruyorsunuz ya," dedi. "O haritanın ortasına gömüleceksiniz. Anlat Elias nerede, yoksa bugün buradan bir kemik olarak bile çıkamazsın."
Mimba başını eğip kısa bir kahkaha attı; kuru, içi boş, her yankısı odanın duvarlarından geri sekip gerçeği inkâr eden bir ses gibiydi. Sonra yavaşça başını kaldırdı, dudaklarındaki sırıtış gölgelenmiş, gözleri derinleşmişti.
"Eğer ölmekten korksaydım," dedi sakince, "sizin sınırlarınızda yaşamayı seçerdim."
Fikret Yıldırım'ın gözleri daraldı. Bir an için nefesi durdu sanki. Elleriyle masaya biraz daha bastı, damarları belirginleşti. Sorgu odasındaki hava, neredeyse camın dışında bile keskinleşmişti.
Dışarıdan izleyen Eyşan, ellerini karnına yaslayarak derin bir nefes bıraktı. Bu adamın her kelimesi, geçmişte gömülü bir cesedin parmak ucu gibi toprağın üstüne çıkıyor, kalplerine dokunuyordu. Bu bir sorgudan çok, kendi inançlarını diriltmeye çalışan iki dünyayı izlemek gibiydi. Sol bacağının üzerine yükünü bıraktığında kollarını göğsünde bağladı.
Mete, başını eğip Eyşan'ın pozisyonuna bakıp gözlerini önündeki sandalyeye çevirdi. Sandalyeyi önüne doğru çektiğinde elini Eyşan'ın dirseğine yasladı. Eyşan, hiçbir şey demeden Mete'nin önüne koyduğu sandalyeye çöktü. Mete, dirseklerini sandalyenin sırtına yaslayıp çenesini Eyşan'ın omzuna yasladı.
Mimba, gözlerini Fikret Yıldırım'dan çekmeden konuşmaya devam etti:
"Elias, sizin gibi adamlarla pazarlık etmez. O hesap yapmaz, hesap sorar. O yüzden bu masada onun adını telaffuz ettiğiniz her saniye... sizi bir adım daha siler. O şimdi çoktan bir başka kıtanın karanlığında başka bir yüzle yürüyordur. Ama ruhu... belki şu an tam arkanızda duruyordur."
Fikret Yıldırım gözünü kırpmadan doğruldu. Ceketinin iç cebinden çıkardığı kırmızı mühürlü bir zarfı, sanki bir kefen parçası gibi masanın üstüne koydu.
"Elias Farouq, üç gün önce İran sınırında görüldü. Ama Elias, hâlâ Suriye'de gömülü sanılıyor, değil mi?"
Eyşan, o an omzundaki Mete'nin çenesini bile önemsemeden öne doğru eğildi. Elleri, dizlerinin üzerine yaslandığında tek kaşı sorguyla kıvrıldı. Mimba'nın yüzündeki kaslar titredi. Ve ilk kez gözleri kaçtı. Mete, bunu fark ettiği an doğruldu ve Bora'ya baktı. Bora'nın yarım ağız gülümseyerek Mete'ye baktı. Aynı anda ikisi de Eyşan'a baktıklarında Eyşan; kolları göğsünde bağlı bir şekilde, dudaklarındaki sinsi bir tebessüm ile sorgu odasına bakıyordu.
4 Temmuz 2022 / Revir
Eyşan, sedyenin üzerinde oturur bir şekilde beklerken kaşları öfke ve karmaşıkla çatıktı. Zihninden türlü türlü sahneler geçtiği, göz bebeklerinin delicesine sağa sola kaymasından belli oluyordu. Sanki kafasının içinde bir defter var ve oradaki tüm satırları yeniden okuyor gibiydi.
Olayları kafasında denkleştirdiği an, göz kapakları bir taş misali gözlerinin üzerine devrildi. Tam olduğu yerden kalkacaktı ki kenara koyduğu telefonun titrediğini gördü. Telefon, sessizce titrerken olduğu yerde dönüyor ve 'Abim' ismi ısrarla ekranın üzerinden silinmiyordu. Hızla eğilerek telefonu eline aldı ve aramayı cevaplayıp kulağına yasladı.
"Selçuk," diye mırıldandı sitemli bir ses tonuyla.
Telefonun ucundan gelen hışırtılara kulak asmadı.
"Eyşan, sana bir şey anlatmam gerek."
Eyşan, kaşlarını çatarak kafasını iki yana salladı.
"Selçuk, üzerimde bir dinleme cihazı varmış, sabah Caner söyledi."
Telefonun ucundaki adam, derin bir nefes verdiğinde Eyşan, bu sessizliğin sebebini anlamıştı. Çünkü, Selçuk'u bir o kadar da iyi tanıyordu. Eyşan, kaşlarını kaldırıp kafasını belli belirsiz salladı.
"Haberin vardı?" dedi. Bu kesinlikle soru sorar tarzda değildi. Doğrulamak amaçlıydı.
"Benimde dün haberim oldu. Selami ile Elias Farouq'un köpeğini sorguya çektik. Sana yerleştirilen cihazın kayıtlarını daha bu sabah için Caner'e teslim edebildik."
Eyşan, gözlerini kapatıp alt dudağını dişlerinin arasına aldı ve kafasını iki yana salladı.
"Eyşan, Bora'ya özel olarak bir dosya gönderdim. Yalnızca o açabilir. Yüz tanıması."
Eyşan, duyduğu cümleyle gözlerini açtığında revirin kapısında dikilen Bora'yı fark etti. Bora, kapıyı işaret ettiğinde Eyşan, sağ elini kaldırıp gel işareti yaptı ama Selçuk ile konuşmasına devam etti.
"O dosyada ne olduğunu cihaz çıktıktan sonra konuşun. Tuğgeneral Fikret Yıldırım'a da bir kargom var. Onu da iletsin."
Arama sonlandığında Eyşan, ağırca telefonu kulağından indirdi ve notlar kısmına girip parmaklarını ekranda gezdirdi. Telefonu Bora'ya çevirdiğinde Bora'nın bakışları kapıdan çevrilip telefona döndü.
Selçuk'un gönderdiği dosyayı gördün mü?
Bora, kafasını salladığında Eyşan'ın telefonunu eline aldı ve hızlıca birkaç cümle yazıp geri telefonu Eyşan'a verdi.
Tahir'in cesedinden çıkan şifreli verinin içeriği ile aynı. Elias ile Mimba'nın ortaklık imzaladığına ve toprak dağılımı yapacaklarına dair imzalı belgeler var. Ahmet'e dosyayı gönderdim. İnceletmeye gönderdi. Bünyamin'in de zamanında imzası varmış. Ayrıca Bünyamin, Tahir'e gönderdiği bir mesajda 'Elias Farouq'un İran'daki evindeyim,' yazmış.
Eyşan'ın dudaklarının kenarını hafifçe kıvrıldı ve Bora'ya bakıp gülümsemesini genişletti. Bora, işaret parmağını kaldırıp kaşlarını kaldırdı ve Eyşan'ın elindeki telefonu alıp yeniden parmaklarını ekranda gezdirdi. Geriye uzattığında omzunu silkip odanın kapısına doğru yürüdü.
Selçuk'un gönderdiği kargoyu açmak zorunda kaldım. Mimba'nın yerini bulmuşlar, Tuğgenerale iletilmesini istiyordu. Alev Atsız'a verdim. O, hepimiz koordinasyon merkezinde dururken getirecek.
Eyşan, kaşlarını çatıp klavyeye dokundu. Uzakta duran Bora'ya telefonu uzattı.
Ee, Tuğgenerale ne vereceksin?
Bora, hızla telefonu alıp cevabını yazdı ve Eyşan'a geri uzattı.
Elias Farouq'un İran'da olduğunu :)
Şu an
Fikret Yıldırım, sandalyesine oturdu ve çenesini kaldırdı.
"Vakit doldu Mimba. Hadi, bize gerçekleri anlat artık."
Mimba, birkaç saniye başını bile çevirmeden, gözlerini sabitlediği masa üstünde gezdirdi. Parmaklarını yavaşça birbirine kenetledi.
"Siz," dedi, kinayeliydi, "hep zamanla tehdit ediyorsunuz. Ama anlamıyorsunuz... Bizim tarafımızda zaman hiç ilerlemez. Çünkü bizim derdimiz, sizin geleceğiniz değil. Sizin geçmişiniz."
Fikret, eğilip ellerini masanın üzerine koydu.
"Sana son kez soruyorum. Elias, ne planlıyor?"
Mimba'nın dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı.
"Benim onu satmamı mı bekliyorsun?" dedi ve arkasına yaslanıp kelepçeli ellerini kıpırdattı ve avuçlarını tavana doğru çevirdi. "Peki, gerçekler acıtmasın narin canlarınızı?"
Mete, Mimba'nın sesindeki alayı anlamışçasına kaşlarını çattığında Mimba, yine cama doğru kafasını çevirdi. Nasıl bunu başardıysa yine Eyşan'a bakmaya başladığında Mete, hırıltılı bir nefes verdi.
"Elias, ondan alınan her şeyi, onun taşıdıklarından geri alacak."
Eyşan'ın eli karnına yaslanırken derince yutkundu. Duvarlarda yankı bulan Mimba'nın sesi, dolaştı ve bir tavan misali Mete'nin üzerine çöktü. Mete'nin yüzü kasılırken Bora'nın yüzü ona döndü.
"Mete!"
Her şey bir anda oldu. Kapı öfkeyle savrulup açıldığında, Mete rüzgâr gibi içeri daldı. Gözleri kıpkırmızıydı. Mimba henüz başını çevirip ne olduğunu anlayamadan, Mete'nin yumruğu çenesine yapıştı. Sert darbe Mimba'nın sandalyesini devirdi. Kelepçeli elleri havada savruldu, gövdesi arkası üstü yere çakıldı.
"Seni piç!" diye kükredi Mete. Üzerine çullandı. "O alacak dediğin şeyi, ben senin götünden sökerim!"
Yumruklar ardı ardına indi. Mimba'nın dudakları yarıldı, yüzü kana bulandı. Bora yetişmeye çalıştı ama Mete'nin hırsı karşısında yetersiz kaldı. Mete, Mimba'nın yakasını sol eliyle kavradı, sağ eliyle bir yumruk daha geçirdi.
"Ne oldu sustun ya kodumun çocuğu! Alacakmış ha? Siz anca benim sikimi alırsınız! Sen kimin kadınını tehdit ediyorsun orospu dölü!"
Her cümleyle birlikte bir yumruk daha attı. Mimba'nın yüzü tanınmaz hale gelmişti. Bora bir kez daha atıldı ama Mete onu refleksle geriye savurdu. Bora gürültüyle yere kapaklandı. O sırada Eyşan, sorgu odasının dış kapısını açtı. Ona bakan yüzler, içerideki gürültüleri duymaya başladığında Eyşan, Caner'i gördü.
"Caner, Mete'yi tutmanız lazım."
Caner dişlerini sıktı. Eyşan'ın yanından hızla geçip içeri daldı. Bora yerden kalkmış, tekrar Mete'ye atılmıştı. Caner de omzundan yakalayıp onu zorla geri çekti. Mete, Mimba'nın kan içindeki yüzüne bir postal darbesi geçirdi.
"Ecelin ben, Elias'ın alacağı tek şey de senin leşin olacak!"
Caner'le Bora, zor da olsa Mete'yi duvara bastırdılar. Nefesi göğsünden homurdanarak çıkıyordu. Gözleri hâlâ delicesine yanıyordu. Tuğgeneral Fikret Yıldırım, çatık kaşlarıyla belindeki kelepçeyi çıkarttı. Bir an için Mete'nin yanına gelip sol eline kelepçeyi taktı. Sonra bir hamlede Bora'nın tuttuğu sağ elini kıvırdı, diğer halkayı geçirdi.
"Sakinleşene kadar atın bunu nezarete," dedi tok bir sesle. "Bundan sonra hiçbir sorguya girmeyecek. Mimba'nın yanına yaklaşacak olursa ikinizden bilirim."
Bir sessizlik oldu. Mimba kanlar içinde kıpırdanırken, Mete başını yere eğmiş, gözlerini hâlâ düşman gibi dikmişti ona. Ayakları sürüklenirken, Caner ile Bora, Mete'nin koluna girdi. Sorgu odasından çıkarken bir kez olsun Eyşan'a bakmamıştı. Eyşan, içerideki Mimba'nın kanlı yüzüne bakarken Mete, çoktan Güvercin Timinin önünden geçirilmişti. Ahmet, kafasını iki yana sallayarak Barış ile içeriye girdiklerinde ayak sesleri, metalik bir yankı gibi koridorda yankılanmaya başladı.
Caner, bir an için durdu ve Mete'ye baktı. Mete, henüz geçmemiş öfke parıltılarıyla Caner'in gözlerinin içine baktı.
"Ne yapıyorsun lan sen?" diye fısıldadı Caner, öfkeyle. "Kendini mi yakmak istiyorsun?"
Mete, Caner'in yüzüne doğru yaklaştı.
"Ben o herifi oracıkta öldürmeliydim," dedi dişlerinin arasından. "Kadınımın adını anmasına bile tahammülüm yok."
Caner sertçe Mete'yi çekiştirdi.
"Kadını korumanın da bir sınırı var Mete! Sen askersin, hayvan değil!"
Mete, alaycı bir şekilde gülümserken yürümeye devam etti.
"Unuttun mu Zirve, benim Bozkurt olduğumu?"
Caner, bir şey demeden Mete'yi sürüklemeye devam etti. Nezaret kapısına geldiklerinde, bir asker kapıyı açtı. Soğuk, demir gibi bir koku yayıldı içeriden. Caner, bir an durdu. Yüzüne bakan Mete'yi itmek yerine, sadece hafifçe itti içeri. Mete içeri girdiğinde, arkasından gelen demir kapının gürültüsüyle irkildi. Gözleri kısa bir an Eyşan'ın hayalini gördü sanki. Karşısında duruyor, hiçbir şey söylemeden sadece bakıyordu. Yargılamıyordu ama affetmiyordu da.
Caner ile Bora, bir süre kapıya baktı. Ardından döndüler. Kapı kapanırken içeriden yalnızca Mete'nin boğuk nefesi duyuluyordu.
Tuğgeneral Fikret Yıldırım ile Albay Alparslan Çakır, çoktan toplantı yapmak için Alparslan Çakır'ın odasına gitmişti. Sorgu odasında, Eyşan hâlâ Mimba'nın başında duruyordu. Barış eğilmiş, kelepçelerini kontrol ediyordu. Mimba'nın burnu kırılmıştı. Dişlerinin arasında kan vardı. Gözleri hâlâ bulanıktı. Ahmet içeriye girip göz gezdirdi, sonra Barış'a döndü.
"Bu herifi burada tutmak hata. Konuşacağı varsa da artık konuşmaz."
Barış başını kaldırdı, Eyşan'a baktı. Kadının bakışları donuktu. Ne bakıyor ne görüyordu. Mimba'nın yüzündeki kan mıydı onu susturan, yoksa Mete'nin susarak gidişi mi?
Barış hafifçe seslendi.
"Komutanım?"
Eyşan, gözlerini Mimba'dan ayırmadan konuştu.
"Bir süre konuşmayacak. Ama biz onu konuşturacağız."
Sesi sakindi ama içinde fırtına esiyordu.
Koridorda, Caner yürürken elini boynuna götürdü. Durdu. Kafasını arkaya çevirip nezarethaneye baktı. Bora, birkaç adım ileride durmuş, aynı yöne bakıyordu. Derin bir nefes aldı, Caner'e dönmeden konuştu:
"Bir gün Bozkurt'u durduramayacağız diye korkuyorum, Zirve."
Caner, kafasını çevirmeden kafasını iki yana salladı.
"Çünkü o gün, bizde onunla yanacağız Çilingir."
5 Temmuz 2022 / Şırnak
Alparslan Çakır, Ağzından
Sen Bir Aysın, Sevcan Orhan
Vatan, ölüme koşarak gidenlerin omzunda yükselir.
Bu topraklarda yürüyen her asker, sadece emir taşımaz. Aynı zamanda bir neslin yükünü, bir halkın korkusunu ve bir milletin umudunu sırtlanır. Ama ya bir asker, sırtında sadece vatanı değil, kendi oğlunun adını da taşıyorsa?
Herkes beni Albay Alparslan Çakır diye tanıyordu. Disiplinli, sert, kuralları ezberlemiş bir adamdım. Emrin sorgulanmadığı, zaafın affedilmediği bir meslekte yıllarımı verdim ama babalığın bir kuralı yoktu. Ve hiçbir rütbe, oğlunu hedefte görmek kadar insanın ciğerine saplanan bir sızı bırakmazdı.
Mete Mert Çakır, benim oğlum; benim gururum.
Mete Mert Çakır, benim zayıf noktam.
Şimdi bir seçimle yüz yüzeydim. Ya komutan olup soğukkanlı kalacaktım. Ya da baba olacak, içimde fırtınalar koparken bile sükûneti oynayacaktım. Çünkü düşman yalnızca sınırın ötesinde değildi. Savaş meydanı, şimdi kendi yüreğimdi.
"Son istihbarat verileri açık Çakır," dedi Tuğgeneral Fikret Yıldırım, haritanın başında. "Elias'ın sınır hattında organize ettiği yapının artık sadece lojistik değil, psikolojik harp unsurları da barındırdığını görebiliyoruz. Amacı hem içerideki istikrarı bozmak hem de sınırın öte yanında kaosun kalıcı hâle gelmesini sağlamak."
Kafamı hafifçe salladım. Haritaya bakarken, gözlerim istemsizce güneydoğuda bir noktaya kaydı. İran. Bakışlarım haritada yer alan sınır çizgilerinde gezinirken zihnime, Mete'nin sorgu odasındaki hali düştü.
"Adımlarına dikkat et Mete. Çünkü Bozkurt'un pençesi kana bürünmüş ve geçtiği her yerde izini bırakıyor."
Artık Bozkurt'un pençesi değil, Mete'nin elleri kana bürünmüştü. Koruma içgüdüsü, onu kontrolsüzlüğe sürüklüyordu. Zaafları için saldırganlaşıyordu ve ben, buna engel olamıyordum.
"Güvercin Timini İran'a gönder, Alparslan."
Tuğgeneral Fikret Yıldırım'ın cümlesiyle gözlerimi haritadan ayırıp ona baktım.
"Mete'yi ne yapacağız?" diye sordum bir an.
Tuğgeneral Fikret Yıldırım, gözlerini haritadan ayırmadan yanıt verdi:
"Mete Yüzbaşının son vukuatı için tutanak tutacağım. Yetki aşımı var ama gerekçeleri... anlaşılır. Ancak anlaşılır olması, affedilir olduğu anlamına gelmez."
Ses tonu ölçülüydü ama kelimelerin arasına sıkışan soğukluk, rütbesinin ciddiyetini taşıyordu. Dizginlenemeyen bir asker, ne kadar yetenekli olursa olsun, kuruma zarar verirdi. Mete'nin zekâsı da öfkesi de fazlaydı. Ve bu, onu kırılgan bir bomba hâline getiriyordu.
"Onu görevden mi alacaksınız?" dedim, fazla düşünmeden.
Fikret Yıldırım, ilk kez başını kaldırdı. Gözlerindeki gri gölgeler, yılların tecrübesinden çok daha fazlasını barındırıyordu.
"Hayır. Onu sen dizginleyeceksin."
Bir an sessizlik oldu. Harita, odadaki tek ışık gibi parlıyor; sınır çizgileri, geçmiş operasyonların hayaletleri gibi zihnimde dolanıyordu. Nefesimi tuttum. Ayakta olmak ile yürüyebilmek arasındaki farkı Mete'nin gözlerinden biliyordum. Yürüyen ama içinden çoktan çökmüş bir adamdı. Şimdi timi İran'a sürmek, başka bir cepheye değil, cehennemin eşiğine adım atmak olacaktı.
Ağırca ayağa kalktığında ayağa kalkıp parmak uçlarımı masaya yasladım. Haritaların yanında duran beresini alıp başına taktı ve gözlerini son kez haritada gezdirip bana baktı.
"Unutma Alparslan. Devlet kaosla savaşır ama kaosa dönüşmez."
Bunun bir uyarı olduğunu biliyordum. Ama Mete için çok geçti.
Tuğgeneral Fikret Yıldırım, cebinden çıkarttığı kelepçenin küçük anahtarını masanın üzerine bıraktı ve arkasına dönerek odadan çıktı. Bakışlarım kapanan kapının ardından anahtara çevrildiğinde iç çektim. Masanın etrafından dolaşıp anahtarı alarak odadan çıktım.
Nezarethaneye vardığımda Mete'nin, elleri arkasında bağlı bir şekilde oturduğunu gördüm. Geldiğimi gören asker ayağa kalkıp nezaretin kapısını açtı. Mete, yere eğdiği başını kaldırdı. Göz göze geldiğimizde askere ithafen "Sen dışarıda bekle," dedim. Asker seri bir hareketle çıktığında başımın üzerindeki bereyi çıkartıp masanın üzerine bıraktım ve içeriye girdim.
"Ayağa kalk."
Hiçbir şey demeden, sadece baktı. Gözlerinde, birkaç saat önceki o kudurmuş öfke yerine şimdi daha derine sinmiş, buz gibi bir sessizlik vardı. Sanki içindeki yangın küle dönmüş ama külleri hâlâ duman tütüyordu. Emrimi yinelemeye gerek duymadım. Ayağa kalktı. Kolları hâlâ arkadan bağlıydı ama öylece duruşu bile tehdit gibiydi. Sanki gözlerini kaçırsa bile omzundan akan kin, göğsümde yumruk gibi duracaktı.
"Arkanı dön," dediğimde dudaklarında yorgun bir tebessüm oluştu.
"Sırtımı mı sıvazlayacaksın yoksa oradaki yaralarımı mı sayacaksın?"
Gözlerim karardı. Bir saniye bile düşünmeden, öfkeyle iki adımda yanına vardım. Üniformasının yakasına yapıştım. Başını hızla kendime doğru çektim, aramızdaki mesafeyi sıfırladım. Göz göze geldik, neredeyse alnımız birbirine değiyordu.
"Senin gibi bir asker, hangi cehennemin taşını kaldırdı da altından çıktı, ha eşekoğlueşek!?" dedim, dişlerimi sıkarak. "Ne yaptığını sanıyorsun? Karını mı koruyorsun, kendini mi yok ediyorsun? Kimden emir aldığını, kimin askeri olduğunu unuttun mu?"
Mete'nin dudaklarının kenarı tekrar kıvrıldı. Bu defa daha az alaycı, daha çok acı çeker gibi.
"Bende babamın bana laf sokması nerede kaldı diyordum."
Mete'nin o sözünden sonra, ellerim bir an gevşedi yakasında. Ama yalnızca bir an.
"Babansa," dedim, sesimi bastırmaya çalışarak, "susup dinleyeceksin."
Kıpırdamadı. Sadece başını hafifçe yana çevirdi. Gözleri gözlerime değmeden öteye baktı. İnadı değil, öfkesi değil. Sanki yorgunluğu ağır basmıştı. Ama o sözleri hâlâ kulağımdaydı. İçimde, boğazıma tırmanan o yumruyu bastırdım. Askerdim ben. Albay'dım. O, emir komuta zincirinde benim altımdaydı. Ama o an, gözümde ne rütbe kaldı ne duvar.
Sadece oğluma bakıyordum.
Kanlı elleriyle, parçalanmış vicdanıyla hâlâ dimdik duran bir çocuğa.
"Ben sana laf sokmuyorum Mete. Başına açacağın işlerden korumaya çalışıyorum."
Bu sözle beraber ellerimi yavaşça yakasından çektim. Aramızda küçük bir boşluk oluştu ama sessizlik hâlâ dizlerimize kadar yükselmişti. Mete başını eğdi. Gözleri yere kaydı. Arkasına geçip ellerimi kelepçeye uzattım.
"Şu ellerine bak," dedim ve gözümü kelepçelere diktim. "Sana bunu yapan düşmanın bile değil, senin kendi içindeki savaş."
Mete derin bir nefes aldı.
"İçimde ne kaldı ki baba?" dedi. İlk kez sesi yumuşadı ama hâlâ kırıktı.
"Ben bu ellerle, neredeyse doğmadan yok olduklarını düşündürdükleri çocuklarıma sarıldım. Onların sahte acısıyla kıvranan karımı kucakladım. Gözünden akan her damla yaşı parmaklarımın ucuyla sildim. Benim içimde öfkeden başka hiçbir şey kalmadı."
Sesi, kapalı bir odadaki yankı gibi içime çarptı. Yavaşça çözüldüm. O kelepçelerin kilidini açarken, sadece metal bir tık sesi değil, içimde yıllardır sıktığım bir düğümün çözülüşünü duydum.
Kelepçeler yere düştü. Mete ellerini öne aldı. Bileklerindeki izlere baktı bir süre. Orada bir iz değil, bir yük vardı. Görünmez ama ağır. Benim suskunluğum, onun kabullenişiyle birleşip içimizi örten siyah bir örtüye dönüştü.
"Biliyorum," dedim sessizce, "yaşadığınız acıyı içinden söküp atmak kolay değil. Ama oğlum, intikam adaletin kılığına girmiş bir zehirdir. İçtikçe yakar, sustukça büyür."
Mete bakışlarını bana çevirdi. Bu kez kaçmadı.
"Onlar benim gözümün içine baka baka canımı, canlarımı almakla tehdit ediyor. Ben onlardan ne alacağım baba? Adalet mi? Hangisi? Dosyalarda unutulan, masalarda çürüyen mi?"
Bir an, gözlerim onunkilerde asılı kaldı. Bir baba olarak susmalı mıydım, yoksa bir komutan gibi konuşmalı mıydım, bilmiyordum. Ama sustukça Mete'nin içinde büyüyen o sessiz yangının etrafımızı sarmasına izin veremezdim.
"Ben de çok bekledim," dedim. "Bir adaletin gelip kapımı çalmasını... Bir dosyanın sonunda birinin suçlandığını, yargılandığını görmeyi. Ama oğlum, bazı savaşlar dışarıda değil içeride kazanılır. Ya içine bakar ve savaşmaya devam edersin ya da dışarıya saldırıp sadece daha çok yıkım bırakırsın ardında."
Mete'nin yüzünde bir titreme oldu. Göz kapakları kısa bir an için düştü, sonra tekrar açıldı.
"Ben artık savaşmak istemiyorum," dediğinde sesinin kırıklara bölündüğünü fark ettim. "Ben karımla mutlu olmak istiyorum. Çocuklarımı sağ salim kucağıma almak istiyorum. Annesiz..." gözleri dolduğunda çatık kaşlarım gevşedi. "Büyümenin ne demek olduğunu öğrenmelerini istemiyorum."
Mete'nin gözlerindeki o derin kırgınlığı görünce nefesi kesildim. Sanki yıllar önce kendi yüzüme baktığım bir aynaydı karşımdaki.
"Annesiz büyümenin ne demek olduğunu biliyorum," dedim. "Senin annen de..." Duraksadım, kelimeler boğazımda düğümlendi. "Her ne kadar şu an yaşıyor olsa da anneniz, size bir çocukluk borçlu."
Mete, gözlerini kapatıp dudaklarını araladığında hızla sözünü kestim.
"Ben de adaleti senin gibi dışarıda aradım evlat!" dedim, ellerimi yumruk yaparak. "Ama o dışarıda aradığın adalet emin ol, her şey bittiğinde seni o eski haline döndürmüyor."
Mete ağır ağır gözlerini açtı. Uzun uzun bana baktı, sonra sessizce başını salladı. Yorgundu. Hem bedenen hem ruhen. Elimi omzuna koyduğumda Mete, gözlerini kaçırmadan gözlerime bakmaya devam etti. O an karşımda, sanki on yaşındaki Mete duruyordu. Gözlerinde, annesinin şehit naaşını izleyen biri vardı.
"Elinden her şeyini aldıklarında geriye sadece kim olduğun kalır oğlum," dedim. Gözlerinin içindeki çocuk, annesinin tabutuna sarılarak ağlamaya başladığında Mete, titreyen çenesini sıktı. O an, yaşadığı tüm kayıpların, acıların ve öfkelerin altında hâlâ dimdik duran o kırılgan çocukla yüzleştiğimizi anladım. O çocuk, bir yerlerde henüz adaleti aramayı bırakmamıştı.
Aradığımız adalet, şimdi kurumuş bir çeşmenin adıydı.
Suyu akmıyordu ama başında hâlâ dua okunuyordu.
🕊️
DİLERSENİZ BURADAN İTİBAREN BİR MOLA VERİN. ÇÜNKÜ BU BÖLÜMÜN İLERİSİ DE YUKARIDA YAZILANLAR KADAR UZUN OLACAKTIR
🕊️
6 Temmuz 2022 / Şırnak
Caner Cenk Çakır, Ağzından
Yitirmeden, Pinhani
Bir cehenneme gidiyorduk.
Bizi bekleyen cehennem, bildiğiniz gibi alevden duvarlar, kızıl gözlü zebaniler ya da sonsuz çığlıklar değildi. Bu cehennem, adı haritaya kazınmış bir şehirdeydi. Güneşin alnında, suskun dağların gölgesinde büyüyen bir sessizlikti. İçinde büyük bir kara kutu taşıyordu. O kutu, Elias Farouq'tu.
Biraz önce imzalanmış evrakı Çilingir'e uzatıp arkama yaslandım.
"Deniz Güler, Kubilay Cenk Eşver, Yonca Tombik Eşver ve Lara Akman Çakır'ın; Şırnak Özel Tim Taburunda kalacağına dair kimlik ve belgeleri."
Çilingir, evraktan bakışlarını çekip bir an bana baktı.
"Karını burada mı bırakacaksın?"
Derin bir nefes alıp verdim.
"Zorundayım Çilingir. Orada başımıza ne geleceğini bilmiyoruz. Büyük bir sorumluluk taşıyacağız zaten."
Çilingir, bir süre emin olamamış bakışlarıyla yüzümü süzüp geri evraka baktığında kollarımı göğsümde bağlayıp devam ettim.
"Güvercin Timi; başta Asena Eyşan Çakır olmak üzere, 2. Komuta sahibi Mete Mert Çakır, Osman Çavdar, Barış Gömlekçi ve Ahmet Kurtuluş'un pasaport bilgileri ve belgeleri evrakın içinde. Cephaneden mal sevkiyatı çıkartılacak, onlarda evrakın en sonunda."
Çilingir, gözlerini evraktan çekmeden dudaklarını araladı.
"Bizim pasaportları hazırladın mı?"
Kafamı salladım.
"Hazır, bir süre buraya da Kartal ile babam bakacak."
Çilingir, kafasını sallayıp evrakın dosyasını kapattı ve sandalyesinden kalktı.
"İran'daki konsoloslukta bizi Caffar karşılayacak. Ne yapacağımızı, nasıl bir yol izleyeceğimizi bize orada, o anlatacak."
Ayağa kalkıp kafamı salladım.
"Ben bir bizimkilere bakayım, en son hazırlık yapıyorlardı," dedim ve sırtımı Çilingir'e dönüp kapıya doğru ilerledim. Koordinasyon merkezinden çıkıp cephaneliğe yürümeye başladım. Bu durum yüzünden Lara'dan ayrı kalacaktım. Evet, görev her şeyden önce gelirdi ama içimde bir sıkıntı vardı.
Adım attıkça içimde büyüyen şey, sanki gökyüzünü bile kendi ekseninde şaşırtacak bir huzursuzluktu. Rüzgâr yönünü bilmez olmuştu; benim yüreğimse nereye sığınacağını.
Cephane kapısını gürültü ile yana çektiğimde sayımları kontrol eden Barış'ı gördüm. Ağır adımlarla sandıkların yanına yaklaştım. Silahlar, şarjörler, yedek donanımlar... Her biri kusursuz bir düzen içinde sıralanmıştı. Barış'ın düzeni dudaklarımda alaycı bir tebessüm oluşturmuştu.
"Vaay, Kokarca. Hünerlerinden hiçbir şey kaybetmemişsin," deyip ona baktığımda Barış, elinin tersiyle kalemi savurdu.
"Aklımı karıştırma Caner, siktir git."
Gülerek ona bakmaya devam ederken üniforma yakasının örttüğü morluğu gördüm. Gülüşüm dudaklarımda silinirken ensesindeki tırnak izlerine gözlerimi kısarak baktım. Aklıma gelebilecek bütün olasılıkları düşündüm. Parıldayan tek bir cümleyle kaşlarım yukarıya doğru kıvrıldı.
Yoksa?
Reis anladı.
Dudaklarımda muzip bir gülümseme oluştu. Elimi kaldırıp Barış'ın sırtına sertçe vurdum. Barış, inleyerek doğruldu ve elini sırtına koyup geriye kaçtı. Yüzündeki acıya karşılık şaşkınlıkla bana bakıyordu.
"Niye vuruyorsun Caner?"
Cevap vermeden ona imalı bir şekilde bakmaya devam ettim. Önce dudaklarımdaki gülüşe baktı ardından da gözlerimin boynuna baktığını fark ettiğinde elindeki kalemi bana attı. Başımı hızla sola doğru eğerek kalemden kurtulduğumda gözlerine baktım. Gözlerinin içi gülüyordu benim badimin.
"Vay be, Kokarca," dedim, başımı hafifçe yana eğip onu süzdüm. "Demek Alev'in pençelerinden kurtulmayı başaramadın ha?"
Barış'ın gözleri bir an genişledi. Yüzündeki acı ifadesi yavaşça eridi, yerini belli belirsiz bir sırıtış aldı. Dudaklarını büktü, gözlerini devirdi ve sahte bir öfkeyle:
"Caner, ciddi ciddi siktirip gideceksin şimdi," dedi, ama sesindeki o titreme beni kandıramazdı. Ellerimi teslim olur gibi havaya kaldırdım.
"Tamam, tamam," dedim geri adımlar atarken. "Ama şunu da bil ki, bundan sonra her 'Kokarca' dediğimde, sen o geceyi hatırlayacaksın."
Gülmemi durduramıyordum. Barış'ın yüzünde tam bir yenilgi ifadesi belirdi. Gözlerini yeniden devirdi, bu sefer daha uzun, daha dramatik. "Allah belanı versin," diye mırıldandı ama artık kendi gülümsemesini de bastıramıyordu. Kafamı iki yana sallayarak önüme döndüm ve cephaneliğin kapısına yaklaştığımda Barış'ın sesini duydum.
"Lan Caner! Bu imayı kimsenin yanında yapmayacaksın, değil mi?"
Dönüp son bir muzip bakış attım. "Tabii ki hayır," dedim. "Sadece herkesin yanında."
"Gel lan buraya!" diyerek bana doğru koşmaya başladığında kahkahayı atarak kaçmaya başladım.
"CANER!"
Kesinlikle buna değmişti.
Bir bakışım arkada bir önde koşmaya devam ederken Barış'ın duraksadığını gördüm. Adımlarımı yavaşlatıp nefes nefese ona bakarken Alev'e baktığını ve gördüm. Gülerek alkış yaptığımda Barış, göz ucuyla uzaktan bana baktı. Dudakları kıpırdadı ama ne dediğini anlamamıştım. Beni bırakıp Alev'e doğru yürümeye başladığında kahkaha atarak önüme doğru döndüm. Gövdem bir cisme çarptığında başımı eğdim.
"Caner, burnum!"
Kahkaham anında kesilirken burnunu ovalayan Lara'nın yüzünü avuçlarımın içine aldım.
"İyi misin yavrum?"
Lara'nın burnu hafif kızarmıştı, gözleri sulanmıştı. Yüzünü avuçlarımda tutarken, kaşlarını çatmış, bana öfkeli ama bir o kadar da komik bir ifadeyle bakıyordu.
"Caner, senin yüzünden burnum kırılacaktı!" diye söylendi, ama sesindeki o hafif titreme belli ki çok da ciddi değildi. Dudağımı büzüp burnuna küçük bir öpücük kondurdum.
"Senin güzel burnuna bir şey olsa, ben kendimi nasıl affederim?"
Lara, kaşlarının altından bana baktığında içli bir nefes alıp bıraktım. Yanaklarından ellerimi çekip sırtında kollarımı bağladım. Lara, göğsüme çenesini yaslayıp bana aşağıdan bakmaya devam ederken yüzümü biraz daha eğdim. Ondan ayrılmak istemiyordum. Kollarımın arasından bırakmak istemiyordum.
Lapis Lazuli gözleriyle bana bakarken, o an zamanın yavaşladığını hissettim. Savaşın, kayıpların ve belirsizliklerin gölgesi üzerimizde dolaşıyordu ama burada, tam da bu anda, dünyada sadece ikimiz vardık sanki. Bir anlığına, tüm karmaşanın içinde bulduğum en saf, en kırılgan huzuru onun kollarında yakaladım.
Dudaklarım hafifçe yanlara çekildi, huzurun bir yansıması oluştu.
"Gözlerinin içindeki geleceğimde dünyam duruyor be güzelim," dedim ve dudaklarımı alnına bastırdım. Dudaklarım, ismimin yazdığı tende soluklandı: "Canımın içi, her şeyim. Sensiz bir dünyada, ben bir hiçim."
6 Temmuz 2022
Yazar, Ağzından
Güneş, dağların ardından kavurucu bir sıcaklıkla yükselmişti. Gök, tozlu bir sarıya çalıyordu. Askerî helikopter, pistin tam ortasında hareketsiz duruyordu. Sıcak, betonun üzerinde neredeyse titreşiyordu; ama ne Eyşan'ın adımları yavaşladı ne de Mete'nin gözleri bir an olsun etraftan ayrıldı.
Güvercin Timi, Elias Farouq için pistte ilerliyordu.
Üzerlerinde siyah kısa kollu tişörtler vardı. Güneş tepede yakarken bile bu koyu renkten vazgeçmemişlerdi. Her birinin sırtında, göğsünde kurşunlara inat duran çelik yelekler parlıyordu. Yeleklerin altından sarkan hâkî kargo pantolonları, dizlerinde birikmiş terle ağırlaşmış gibiydi. Ama hiçbirinin adımı tereddüt etmiyordu.
En önde Asena Eyşan Çakır yürüyordu.
Çelik yeleğin altında, henüz dört aylık olan karnı neredeyse hiç belli olmuyordu. Yürüyüşü ne yavaşlamıştı ne de taviz vermişti; ama göğsündeki nefesin ritmi, eskisine kıyasla daha derindi. Sıcak yüzünü yakıyordu ama yüzüne sinmiş kararlılık, terin bile ona dokunmasına izin vermiyordu. Parmakları silah kemerine alışkın bir refleksle dokunduğunda, Mete onun tam arkasındaydı.
Mete Mert Çakır, karısıyla aynı ritimde yürüyordu.
Terden ıslanmış ensesini silmeden, gözlerini sabit tuttu. Güneşin altında metal gibi parlayan mavi gözleri, pistin ötesinde yükselen helikoptere kilitlenmişti. Omzunun arkasında Caner vardı; onun arkasında Osman, Bora, Ahmet...
Helikopterin birkaç adım ötesinde, Alev Atsız, üzerine tam oturan açık gri pilot tulumuyla yürüyordu. Güneş gözlüklerini alnına dayamış, gözleri kısıktı. Yanında, siyah gözlükleri gözünde duran Barış Gömlekçi vardı. Onunki savaş sessizliğiydi; dudaklarında sert bir çizgi, bakışlarında başlamak üzere olan bir şeyin ağırlığı.
Alev, Güvercin Timinin yaklaştığını gördüğünde güneş gözlüğünü burun kemiğine indirip helikoptere bindi. Kokpite geçti, tüm gösterge panellerini kontrol etti. Kabin içindeki ışıklar, sabit bir titreşimle göz kırpıyordu.
Pervaneler dönerken helikoptere ilk yaklaşan Eyşan oldu. Mete, Eyşan'ın koltuk altlarından tutup helikoptere bindirdi ve hemen arkasından kendisi de bindi. Sonra sırayla tim yerleşti. Mete, Eyşan'ın yanına oturdu. Parmakları kısa bir an, Eyşan'ın dizine dokundu; dışarıdan fark edilmeyecek kadar hızlı ama Eyşan'ın içine işleyecek kadar ağırdı.
Barış, gözlüklerini hiç çıkartmadan Alev'in olduğu kokpite bakmaya devam etti. Caner, yarım ağız onu izlerken kapıda bir siluet belirdi. Uzun boylu, siyah saçlı ve yeşil gözlü, koyu lacivert uçuş tulumundan kas fışkıran bir pilottu. Sol göğsünün üzerinde yazan KARADUMAN ismi gölgede kalmıştı.
Barış, önünden geçen karartıyla kaşlarını çattığında kokpitteki ikinci koltuğa oturduğunu fark etti. Adamın Alev'e gülümseyerek bir şey dediğini fark ettiğinde Barış, güneş gözlüklerinin üzerinden bakmaya devam etti. Caner ise Barış'ın sinirlendiğini anladığında kokpitte oturan adama çatık kaşlarıyla bakmaya başladı.
Herkes kulaklıklarını taktığında Eyşan, dudaklarını araladı.
"Alev, yardımcı pilot ile mi gideceğiz?"
Alev, kokpitten kafasını uzattığında gülümseyerek Eyşan'a baktı.
"Evet, helikopteri geri göndermem lazım," dedi ve önüne geri döndü. Alev, kontrol panellerinde küçük bir tuşlama yaptı.
"Yakıt seviyesi, navigasyon, ana sistem kontrolleri?"
Kulaklarında yankılanan Alev'in sesiyle Caner, Barış'a baktı. Barış, başını geriye atmış bir şekilde kokpite bakıyordu.
"Yakıt yüzde doksan iki, nav sistem çevrimde, tüm göstergeler yeşil. İniş takımları kilitli. Hidrolik normal komutanım."
Alev, başını bir kez salladı. Gözleri önde, elleri kontrol panelinin üzerinde sabitken telsizi eline aldı. Sesi net, ritmik ve prosedüre uygun şekilde yankılandı.
"Kule-1, burası Alfa Lima Echo Victor sıfır bir. UH-60 Black Hawk. 2. Pilot Pars Karaduman ile kalkış için hazır. Mürettebat ve teçhizat yükü tam. Talimat bekleniyor."
Telsizden kısa bir cızırtı geçti.
"Alfa Lima Echo Victor sıfır bir, burası Kule-1. Hava durumu uçuşa elverişli. Kalkış izni verildi. Tahmini varış, 16:43. Emniyetli uçuşlar. Allah yardımcınız olsun."
Alev, telsizi bıraktı, elini gaz koluna uzatırken Pars'a kısa bir bakış attı.
"Kalkış prosedürü başlıyor. Siklonu hissedeceğiz."
Pars gözlerini kırpmadan cevap verdi.
"Kilitliyim. Yükseliyoruz."
Motorun homurtusu arttı, kabin içindeki titreşim güçlendi. Helikopter, pistten yavaşça yükselirken içerideki herkesin kemerleri gerildi. Fakat bu sırada, arkada olanlar kokpite göre biraz daha sarsıntılıydı.
Barış, aniden gözlüklerini çıkarıp şaşkınlıkla öne doğru eğildi. Kaşları çatılmış, yüzü "ne dedi o şimdi?" ifadesine bürünmüştü.
"Kimin siklonu?!" diye bağırdı.
Onun bu çıkışı, içeride bir anda buz gibi bir sessizlik yaratmış gibi oldu. Ardından Caner, kahkahayı bastı. Bir elini karnına koymuş, diğer eliyle dizine vuruyordu. Ahmet, başını öne eğdi, sessizce güldü. Osman, kafasını cama çevirip gülümsedi. Bora, dudaklarının kenarını belli belirsiz kıvırdı ama sessiz kaldı.
Pars, başını kokpitten geriye çevirip omzunun üzerinden baktı. Gülümsememeye çalışsa da gözlerindeki pırıltı onu ele veriyordu.
"Mekanik türbülans. Güneydoğudan yükselen sıcak hava akımıyla kuzey rüzgârı çarpışıyor. İlk birkaç dakika tutunun," dedi teknik bir soğukkanlılıkla.
Barış, gözlerini kısarak Pars'a baktığında Pars, çarpıkça gülümsedi ve önünde dönüp Alev'in önündeki düğmelerden birkaçına bastı.
Bu sırada Mete, yanındaki Eyşan'a döndü. Gülmemeye çalışarak kaşlarını kaldırdı.
"Bir de çocukları bu ekiple büyüteceğiz ha?" diye fısıldadı.
Eyşan, yeleğinin altında belli belirsiz şişmiş karnını sıvazladı. Gözlerini kısıp hafifçe mırıldandı.
"İlk kelimesi 'siklon' olursa, şaşırmam. Gerçi bu aralar küfür duydukları için kesin küfür olur."
Mete, gözlerindeki kırılmayla yüzünü çevirdi. Helikopter, gökyüzüne doğru tırmanmaya devam ederken içerideki sıcak hava hem fiziksel hem de duygusal olarak dalga dalga yayılıyordu. Onlar İran'a doğru gidiyorlardı ama bu yolculuk sadece bir görev değil, her biri için ayrı bir sınav olacaktı.
6 Temmuz 2022 / İran
Mete Mert Çakır, Ağzından
Od, Şebnem Ferah
Her hikâyenin bir sonu vardır.
Ve bazı sonlar, başladığı günü affetmezdi.
Benim hikayem, tam olarak nasıl başlamıştı?
Belki de her şey, sınırları zorlamakla başladı. Yüreğimde hep bir sınır vardı. Sevdiğim herkesi korumak için çizdiğim, kendi kendime diktiğim duvarlardı. Sevdiklerim için her şeyi yapma isteğiyle kavrulmaktı belki de. Yasakları bölgeleri delip, kanunları çiğnemekti.
Bile isteye kendini ateşin içine atmaktı.
Benim hikayem, tam olarak böyle başlamıştı.
Yıllarca cebimde, kalbimin tam üzerinde taşıdığım küçük bir kızın portresi, yanımda canlı kanlı oturuyorken bile, onu özlemem mümkün müydü? Sarsılan arabanın içinde omzuma değen omzuyla, vurulmuş gibi hissetmem normal miydi? Bana her ne kadar kırgın olursa olsun, yaralı ellerimi tutmasının beni mutlu etmesi; kalbimi durduracak gülümsemesiyle bana bakması doğru muydu?
Pişman olmayacaktım. Hiçbir zaman bundan gariplik sezmeyecektim. Hatta ayaklarına kapanıp beni sevdiği için, benimle aynı duygulara sahip olduğu için belki de teşekkür edecektim. Sevgimin onda bıraktığı kırıntıları büyütüp, bana iki evlat vereceği için ömrüm boyunca ona tapacaktım.
Ateşler içinde yanıyordum ve bunu bile isteye yapmıştım.
İçinde bulunduğumuz siyah Transit tüm hızıyla İran'ın düz ve kıvrımlı yollarından geçerken yüzümü, soluma çevirdim. Eyşan'ın kafası hafifçe öne doğru eğilmişti. Benim narin kadınım uyukluyordu. Buna sebep olan da içinde, tek başına büyütmeye başladığı evlatlarımızdı.
Gideceğimiz yer uzak değildi ama yakın da sayılmazdı. On beş dakikalık bir mesafe kalmıştı. Onun konforunu sağlamak benim kocalık vazifemdi. Sağ elimi yavaşça kaldırıp Eyşan'ın yanağına dokundum. Eyşan, direnmeden başını omzuma yasladığında onu izlemeye başladım.
Gözleri tam kapanmamıştı. Kirpiklerinin arasından sızan o ince uyanıklık hâli... Tanıyordum onu. Uyumaya çalışıyordu ama tetikteydi. İçgüdüleri, yanında kim olursa olsun hep açıktı. Çocuklarımız bile, bu kadının içinde taşıdığı savaşçıdan haberdardı.
Elimi çekmeden yüzünün kenarına düşen bir tutam saçı arkaya ittim.
"Uyuyorsun sanıyordum," dedim, fısıltı gibi. Dudakları hafifçe kıvrıldığında kalbimin, göğüs kafesime sert bir yumruk attığını fark ettim. Hiçbir zaman değişmeyecek o döngüyü yaşıyordum. Ne zaman gülecek olsa kalbim, göğüs kafesime sığmıyordu.
"Tavşan uykusundayım," diye mırıldandı. "Bölmezsen sevinirim."
Gülmemek için alt dudağımı dişledim ama çoktan kıvrımlarım oturmuştu. Gözlerimi ön yola diktim ama zihnimin tamamı onun sesindeydi. Arada küçük bakışlar atsam da arada, kirpiklerinin arasından yolu izlediğinin bilincindeydim, bozmadım. Yola bakmaya devam ettim.
On beş dakika sonra konsolosluk binasının önüne vardığımızda Caffar, bizi elleri arkasında bağlı bir şekilde bekliyordu. Eyşan, kafasını kaldırdığında ayağa kalkıp Transit'in kapısına asıldım. İran'ın tozlu toprağına adım atan ilk ben olmuştum. Arkama dönüp elimi Eyşan'a uzattığımda Eyşan, elimi yakalayıp yavaşça karnını tutarak arabadan indi. Ellerimizi küçük bir an için ayırıp Caffar'a baktım ve gülümsedim.
Caffar, iki küçük adımla karşıma geçtiğinde gülümsedi ve arkasındaki ellerini çözüp sağ elini uzattı. Gülümseyerek uzattığı eli tuttum ve sıktım.
"Hoş geldiniz, keşke sizi daha iyi şartlar için misafir edebilseydim," dedi.
Burukça gülümseyip omzumu silktim.
"Hayat bu Caffar, hayatın ne getireceğini bilemezsin."
Gülümseyerek bir adım geriye çekildiğinde ellerini yeniden arkasında bağladı. Birkaç adım geriye çekildiğinde ensemdeki nefesi hissettim.
"Çekil de geçelim birader," diye seslendi Caner. "Arabanın içinde klima yok zaten, piştim anasını satayım."
Eyşan'a doğru bir adım çekilip Caner'e baktım. Caner, alnında biriken boncuk terleriyle arabadan inip eliyle kendine yelpaze yapmaya başladığında ardından inen Osman, Bora, Ahmet, Barış ve Alev derin bir nefes almıştı. Alev'de, Caner'in yaptığı gibi eliyle yüzünü serinletmeye çalıştı.
"Yemin ediyorum, helikopter daha serindi," dedi.
Barış, gözlüklerini burun kemiğinden yukarıya doğru kaydırıp Alev'e baktı.
"Yaa öyle mi Alev Hanım?" dedi, kinayeli bir sesle. "İnmeseydin helikopterden, ayrıca hiç inmeye de hevesli görünmüyordun, kikikiki diye de gülüyordun?"
Alev, gözlerini devirip Eyşan'a doğru yürümeye başladığında Barış, Alev'i yüzüyle takip etti. Caner, Barış'ın omzuna sıcak olmasını önemsemeden kolunu attı. Burnuyla havayı koklar gibi yapıp yüzünü buruşturdu.
"Havada bir koku var alabildiniz mi?"
Barış, gözlüklerini bir anda çıkartıp Caner'e baktığında Caner, muzipçe gülümsedi.
"Kıs-kanç-lık."
Barış, tam Caner'e vuracaktı ki Caner, hızla kaçtı ve kaşlarını çattı.
"Resmi bir yerdeyiz, vururum bacağından."
Barış, gözlerini devirip Ahmet'in yanına geçtiğinde Caffar, küçük bir öksürükle varlığını belli etti.
"Hadi güneşin altında fazla kalmayalım. Buyurun, içeriye geçelim."
Caffar, Eyşan, Alev ile önümüzden ilerlerken bizde onları takip etmeye başladık. Konsolosluk binasının kapısı açıldığında içeriden hafif bir serinlik dalgası yayıldı. Osman hemen ardımızdan geldi. Ahmet ve Bora onun peşindeydi.
İçeri girerken Caner hâlâ mırıldanıyordu:
"Sabahtan beri bir çay içemedim. Bak söyleyeyim, içeride çay varsa suskunluğumu satın alırsınız. Yoksa düşük çenemle yaşamak zorunda kalırsınız."
Ahmet, onun kulağına eğildi.
"Caner, karından ayrı düştüğün an çenen açıldı be oğlum. Ne olur sus bir beş dakika ya."
Caner durdu, gözlerini kıstı. Hüzünlü bir şekilde yürüyen Ahmet'i izlerken Caner'in yanından geçtim.
"Sen niye şimdi bana karımı hatırlatıyorsun ki?"
Caner'in sesine eklenmiş hüzünle yavaşça duraksadım. Arkama döndüm, başımla "Hadi" dercesine işaret ettim. Caner, yüzü düşerek yürümeye başladı. Buruk bir tebessüm ile omzuna kolumu atıp kendime çektiğimde içli bir nefes bırakıp benimle yürümeye devam etti.
Konsolosluğun içi, dışarıdaki kavurucu sıcaklığa inat serindi ama içerideki hava başka bir şekilde yoğundu. Sessizdi. Dışarıda kalan her şey, kapının ardında bırakılmış gibiydi. Caffar, yüksek tavanlı koridorda önden ilerliyor, sessizliğini bozmadan bizi üst kata çıkarıyordu. Ayak seslerimiz, mermer zeminde yankılanıyordu. Kolum hâlâ Caner'in omzundaydı ve bundan rahatsız olmuyorduk.
Eyşan, Alev'le yan yana yürüyordu. Alev'in dudakları kıpırdıyor ama sesi çıkmıyordu. Bir şey anlatıyor olmalıydı. Eyşan da arada başını hafifçe sallıyor, sonra karnına dokunuyordu. İçgüdüsel bir koruma hâliyle sarmalanmıştı.
Caffar, dönüp başıyla odanın kapısını işaret etti.
"Toplantı burada olacak. Sadece içeride konuşulacak olanlar, biraz dikkat gerektiriyor."
Caner, derin bir iç çekti.
"Dikkat gerektiriyorsa, beni en köşeye koyun. Yanlışlıkla nükleer butona basmayayım."
Osman başını iki yana sallayıp gülümsedi.
"Senin suratını nükleer buton sansak, çoktan dünyayı havaya uçurmuştuk Caner. Gerçi Mete bunu sık sık yapıyor. Özellikle sağ gözüne."
Kahkahalarımız konsoloslukta yankılandığında, bunların son gülüşlerimiz olduğunu hissedebiliyordum. Bir sona doğru yaklaşıyorduk. Caffar'ın bakışları hepimizin yüzünde gezinip en sonunda Eyşan'ın gözlerinde duraksadı.
"Burası sizin sınırınız," dedi Caffar. "İçeriye girdiğiniz an sınırlarınız zorlanacak."
İşte o an anladım ki başlangıçlar asla masum değildi. Ve benim hikayem, çoktan sonumu yazmaya başlamıştı bile.
6 Temmuz 2022 / Uluslararası Terörle Mücadele ve İstihbarat Koordinasyon Merkezi (UTMİK), Tahran Konsolosluğu, İran
Yazar, Ağzından
Toplantı salonu, göz alıcı bir ihtişam ve keskin disiplinin kesişim noktasıydı. Yüksek tavanlarda asılı büyük, ağır kristal avizeler, içeriye düşen loş ama sıcak ışık huzmeleriyle birlikte odanın tamamını kutsal bir mabet havasına bürüyordu. Parlak mermer zemin, İran motifleriyle işlenmiş koyu kırmızı ve lacivert halılarla kaplanmış, her adımda yankılanan sesler karanlık ahşap panellerle çevrili duvarlardan geri dönüyordu.
Odanın tam ortasında, geniş, koyu maun renginde, parlak cilalı bir masa uzanıyordu. Masanın etrafında siyah deri kaplı yüksek sırtlı sandalyeler yer alıyordu. Masanın ucunda, odanın atmosferine tamamen hâkim olan bir adam oturuyordu. Baştan aşağıya siyah giysilerle kuşanmış, kravatı bile siyah, yüzünde ağır ve kaskatı bir ciddiyetle hafif yaşlanmış yüzü zamanın ve sorumluluğun izlerini taşıyordu. Gözleri, odanın her köşesini ve içindekilerin en derin niyetlerini ölçer gibiydi.
Sağında Caffar, dimdik oturmuş, gözlerini dosyalardan hiç ayırmıyordu. Yanında Ahmet ve Bora dikkatle önlerindeki evraklara odaklanmıştı. Barış kaşlarını çatarak durumu takip ederken, Alev sakin ve soğukkanlı duruşuyla karşısındaydı.
Eyşan, hamile karnını nazikçe destekleyerek masada kararlı bir ifadeyle oturuyordu. Caner biraz rahatlamaya çalışsa da omuzlarındaki gerginlik saklanamıyordu. Mete Mert Çakır, masanın sonunda sessizce yerini almış, yaşlı adamın gözlerinden gözlerini alamıyordu.
Oda, sadece diplomatik bir toplantı yeri değil, aynı zamanda bir kaderin kesiştiği, sırların ve karanlıkların dans ettiği kutsal bir sahneydi.
Yaşlı adam önündeki dosyayı iki elinin parmaklarıyla öne doğru ittirdi. Dirseklerini masaya yasladı, çenesini kaldırdı ve odadakilerin gözlerinin içine derin bir ciddiyetle baktı.
"Tahran'a hoş geldiniz. Öncelikle kendimi tanıtmak isterim. Ben Hidayet Navvad, Burada, Uluslararası Terörle Mücadele ve İstihbarat Koordinasyon Merkezi'nde, operasyonların yönetiminden sorumluyum."
Bir an sessizlik oldu; herkes Hidayet'in kelimelerini sindiriyordu. Gözleri masanın etrafındakilerin üzerinde gezindi, derinlikli ve sorgulayıcı bir bakışla.
"Bugün burada bulunmanız, sıradan bir toplantıdan çok daha fazlasını ifade ediyor. Gelin, konuyu doğrudan ele alalım."
Hidayet, masanın ucunda ağır ağır doğruldu. Parmaklarını masanın üzerine hafifçe vurduktan sonra derin bir nefes aldı.
"Elias Farouq..." dedi, sesindeki sertlik odada yankılandı. "Son yıllarda bölgede artan terör saldırılarının arkasındaki en kritik isimlerden biri. Onun hareketlerini kontrol etmek, bu bölgedeki istikrar için hayati önemde."
Odadaki her yüzde bakışlarını gezdirdi ama tek bir kişinin gözlerinde duraksadı.
"Asena Gündüz," dediğinde Mete, sesli bir iç çekmişti. Bunu kimse önemsemedi. Çünkü Hidayet Navvad, arkasına yaslanıp parmaklarıyla ritim tutmaya devam etmişti.
"Şimdiye kadar Elias'ın kayıpları, onu durdurmak bir yana, her seferinde daha da güçlenerek geri dönmesine neden oldu," dedi Hidayet, sesi biraz daha sertleşerek. "Asena Gündüz'e karşı beslediği saf nefret, kemiğe dayanmış bir öfkeye dönüştü."
Mete, Hidayet'in sözleri odada yankılanırken derin bir nefes aldı; kalbindeki ağırlık daha da ağırlaşmıştı. Gözlerini hafifçe kapatıp, sessizce dişlerini sıktı. Bu savaşın ne kadar acımasız olduğunu ne kadar ölümcül bir oyunun içinde olduklarını bir kez daha anladı. Ama pes etmek yoktu.
Pes etmek, Eyşan'a ihanet etmek olurdu.
Mete, gözlerini açıp Hidayet Navvad'a baktı.
"Peki Elias Farouq nasıl durdurulacak? Sürekli elimizden kaçıp duruyor?" diye sorguladı. Hidayet, Mete'nin sorgulayıcı bakışlarına karşılık derin bir nefes aldı.
"Elinizden sürekli kayıp gitmesinin sebebi, iz bırakmadan hareket etmesi ve geniş bağlantılara sahip olmasıdır. Onu durdurmak için sıradan yöntemler yetmez."
Gözlerini masanın üzerindeki dosyalara çevirdi.
"İstihbaratın her katmanı kullanılarak, onun destekçileri ve finansal kaynakları kesilmesi gerekli. Gözü dört açmalıyız; bir hata, geri dönülmez sonuçlar doğurur."
Hidayet'in sözleri odada yankılanırken, herkes bir an sessizliğe büründü. Eyşan, hafifçe dosyaya eğildi, gözleri dikkatle satırlarda gezindi. Yüzünde kararlı bir ifade belirdi; içinde bulunduğu durumun ağırlığını bir kez daha hissetmişti.
Mete, gözlerini tekrar Hidayet'e çevirdi, sorgusu keskinleşti.
"Peki, bu destekçiler ve finans kaynaklarına nasıl ulaşacağız? İzlerini sürmek için hangi adımları atıyoruz?"
Hidayet, parmaklarını masada hafifçe tıklatarak yanıtladı.
"Bölgedeki tüm istihbarat ağlarımızı birleştireceğiz. Siber takip, yerel kaynaklar ve uluslararası iş birlikleri devreye girecek. Kapsamlı ve çok yönlü bir operasyon gerekiyor. Birbirimizi tamamlamalı, boşluk bırakmamalıyız."
Caner, hafifçe öne eğilerek, "Bu kadar geniş bir ağın içinde, hata yapma ihtimalimiz nasıl minimize edilir?" diye sordu.
Hidayet Navvad, Caner'in sorusunu duyunca hafifçe tebessüm etti. Sağ dirseğini masaya yaslayarak dikkatle Caner'e baktı.
"İsmin ne, çok tanıdık geliyorsun?"
Caner, bir an için üst dudağını yaladı ama yine de cevapladı.
"Caner Cenk Çakır?" dedi sorarcasına. Onu neyin beklediğini bilmiyormuşçasına gözlerini birkaç kez kırpıştırdı. Kaşlarını yukarıya doğru kıvırdı. Hidayet Navvad, hayranlıkla ona baktı.
"Mücadele İtibar Teşkilatı'nın göz bebeği," dedi sakin ama etkileyici bir sesle. "2019'dan beri attığın her adım, aslında nerede, ne yapman gerektiğini iyi bildiğini gösteriyor."
Caner, hafifçe kaşlarını çattı, küçümseyici bir bakışla karşılık verdi.
"Eksik olmayın. Genelde düşmanlarım... bunu sık sık söyler."
"Öhö, öhö."
Caffar, elini yumruk yapmış dudaklarının üzerine yaslamıştı. Uyarı maiyetinde kaşlarını kaldırıp indirdi. Caner, göz ucuyla Caffar'a baktığı sıra bu hareketini yakaladı ve sahte bir gülümsemeyle Hidayet Navvad'a bakmaya devam etti. Hidayet Navvad, gülerek kafasını iki yana salladı ve bir anda ciddileşti.
"Her neyse konumuza dönelim. Elias Farouq, İran sınırları içerisinde bir yerde. Köklü istihbaratımız çoktan çevreye yayıldı. Onu en çok endişelendirecek ve paniğe sevk edecek şey, şu an burada Güvercin Timi'nin varlığıdır."
Hidayet, masanın üzerindeki haritaya işaret ederek devam etti: "Ancak bu, aynı zamanda büyük riskleri de beraberinde getiriyor. Timin bulunduğu yer, düşman tarafından keşfedilirse, geri dönüşü olmayan sonuçlar doğabilir."
Eyşan, dosyayı kapatıp başını kaldırdı, bakışları odadakilerin üzerinde gezindi.
"Bize düşen hem timimizi korumak hem de Elias'ın peşine düşmek. Her adımımızı çok dikkatli atmalıyız."
Mete, kararlı bir ifadeyle ekledi: "İstihbaratın keskinliği ve saha operasyonlarının uyumu olmazsa olmaz. Bu ikisi bir araya geldiğinde ancak başarı mümkün."
Hidayet, derin bir nefes alıp masaya yaslandı.
"İşte tam da bu yüzden buradayız. Herkes görevini tam anlamıyla bilmeli ve yerine getirmeli. Elias Farouq'un sonunu hazırlamak için birlikte hareket edeceğiz."
Oda, kararlılık ve sessiz bir anlaşmayla doldu; herkes, önlerinde duran büyük mücadeleye hazırdı.
6 Temmuz 2022 / Eğitim ve Araştırma Kampı, İran
Asena Eyşan Çakır, Ağzından
Hasret, Sema
Hayatta hiç unutamadığınız anlar oldu mu?
Benim oldu.
Çayeli'nin ince sislerle örtülü sabahında, sahilin hemen kenarındaki kayalıklara yaslanmış, uzaklara dalmıştım. Denizden gelen serin rüzgâr saçlarımı hafifçe savuruyor, yüreğimse o sabahın sakinliğinde karmaşık duygularla çarpıyordu. Gözlerim ufuk çizgisinde, bulutların ardında kaybolan mavilikte gezinirken, içimde hem bir huzur hem de tarifsiz bir boşluk vardı.
İki gün sonra Şırnak'a gidecektik. Babam Şırnak'ta kalırken annemi, beni alması için göndermek zorunda kalmıştı. Askerlik maceram tam anlamıyla başlamış sayılmazdı ama içimde uçmaya başlayan bir kuşun ilk kanat çırpışı gibi hareketlenen kalbim soluklanıyordu.
Çocukluğumdan beri denize hep aynı yerden bakardım. Aynı kayalığın ucundan, aynı rüzgârla. Ama bu kez deniz bile farklıydı. Sanki içimdeki sessiz çırpınışı fark etmiş gibi, her dalga bir soru, her kıyıya vuruş bir cevap gibiydi. Elimi cebime sokup, kalın montumun yakasını biraz daha boynuma çektim. Burnumun ucunda soğuğun bıraktığı hafif bir sızı vardı.
Arkamdan yumuşak ayak sesleri yaklaştı. Kokusundan tanıdım. Bergamotla karışık yasemin çiçeği kokusu, rüzgârla birlikte kalbime doldu.
"Elin üşür diye termosla getirmedim," dedi, elindeki iki cam ince belli bardağı uzatarak. Sesine dönüp baktım. Gözlerinin çevresi yorgundu ama her zamanki gibi dimdikti. Yanıma, taşın üzerine dikkatlice oturdu. Gözlerim çaya, sonra onun yüzüne kaydı.
"Anne..." dedim, ama devamı gelmedi. Boğazıma oturan o ince düğüm, kelimeleri tutmuştu. Tam o anda, üzerindeki ceketinden keskin bir titreşim sesi geldi. Annem, elindeki çayı tutmam için bana uzattı. Çayı boş elimle kavradığım sıra annem çoktan telefonunu çıkartmıştı. Başını eğip ekrana baktı. Gülümsedi, iç geçirerek açtı.
"Efendim, Ethem?" dedi sitemle.
Babamın sesi uzaktan ama tanıdık bir neşeyle yükseldi.
"Oy sesine kurban olduğum! Ne yapıyorsunuz? Eyşan yanında mı?"
Gözlerimi devirdim ve denize bakmaya devam ettim. Babam sürekli annemi arayıp duruyordu. Tamam, aralarındaki aşkın gücüne hayrandım ama belirli belirsiz saatlerde araması bazen can sıkıcı olabiliyordu. Annem telefonu kulağından hafifçe uzaklaştırdı, başını hafifçe yana eğip bana baktı. Kaşlarını hafifçe kaldırdı. Bu, "Bak gördün mü yine başladı," bakışıydı.
"Ethem," dedi sonra, sesine belli belirsiz bir sabır yerleştirerek, "bu üçüncü araman. Merak etmene gerek yok, kızın sapasağlam. Hem burası Çayeli, uzay üssü değil."
Babam karşıdan bir şeyler söyledi, muhtemelen her zamanki gibi espriyle savunmaya geçiyordu. Annem içten bir kahkaha attı, sonra gözleri biraz doldu. Gülmekten değildi. Özlemekten...
"Tamam, uzatma," dedi annem yumuşak bir sesle. "Akşam ararsın tekrar. Hadi kapat şimdi."
Telefona son bir "Ben sizi çok seviyorum, ikinizi de," cümlesi sığdıran babamın sesiyle birlikte konuşma sona erdi. Annem telefonunu montunun cebine yerleştirdi. Sonra derin bir nefes alarak bana döndü. Çayını ona uzattığımda alıp avuçlarıyla kavradı.
"Biliyor musun..." dedi usulca, çayından bir yudum alırken, "Babanı ilk gördüğümde böyle biri olacağını hiç düşünmemiştim. Bu kadar çok konuşan, bu kadar çok seven..."
Gülümsedim. "Ben de bazen onun asker olduğuna inanamıyorum."
Annem başını salladı. "İnan, ben de. Ama onun da senin gibi bir yanı var Eyşan. Bir yönüyle dünyayı sırtlanıyor, diğer yönüyle sadece huzurlu bir sessizlikte soluk almak istiyor."
Bana baktı, gözlerinin içinde sanki zaman durmuştu. İçimde bir kırgınlık olduğunda bir an için babamın olmadığı bir dünya düşündüm. O kırgınlık büyüdü, içimde dallanıp budaklandı. Onun sesinin sustuğu, ayak seslerinin eve hiç uğramadığı bir hayatı hayal ettim. Kafamı hızla iki yana salladım.
Kalbim duracak kadar yavaşlamıştı.
"Anne," dedim. "Bir gün babamı kaybetseydin... ne hissederdin?"
Annem, sol eliyle omzumu sertçe dürttü.
"Kız! Ağzını hayra aç," dedi, sesi çatallaşmıştı.
Gözlerimi kaçırdım. Çayın buharı burnuma vurdu, ama içimin soğuğunu ısıtmıyordu.
"Ben bazen düşünüyorum," dedim usulca. "Ya hiç dönmezse? Ya bir gün, sadece sesi kalır kulaklarımızda, sadece kokusu yastıklarda?"
Annem sustu. Dudakları büzüldü, gözleri uzaklara kaydı. O an anladım... O da düşünmüştü bunu. Belki benden bile önce. Belki her sabah, uyanırken, onun koynunda olmayan yastığa dokunurken.
"Elini ayağını denk al Asena," dedi sonra. "Ben o adamı gözümle değil, kalbimle gördüm. Onu bir gün kaybedersem... nefes alsam da içime hava dolmaz. Gözüm her yerde onu arar ama hiçbir yerde bulamam. Ölmediğini düşünmek isterim, ama sesini unutmaktan korkarım. O gün geldiğinde, yaşadığım her şey yarım kalır, kızım. Ben yarım kalırım."
Sesi sertti ama içinde çatlaklar vardı. O çatlaklardan geçmiş akıyordu.
Gözlerim yandı. "Ben babamı seviyorum," dedim, "ama bazen onu anlamaya çalışmaktan yoruluyorum."
Annem bana döndü. Saçlarımı kulağımın arkasına itti, o yumuşak anne hareketiyle. "Yorulacaksın kızım," dedi. "Çünkü sevgi sadece kalpte değil, sabırda da büyür. Baban savaşla, sen sessizlikle büyüdün. Ama ikiniz de kırılgan yerlerinizi gösteremeyecek kadar dik yürümeyi öğrendiniz."
O an rüzgâr, çayın buharını savurdu. Denizin üzerindeki sis bir anlığına dağılır gibi oldu. Ve ben, içimde ilk defa şöyle düşündüm: Belki de bazı sevgiler yüksek sesle söylenemezdi. Sadece sessizliğe emanet edilirdi. Ama susulan her sevgi, bazen bir evladın göğsünde ağırlık yapardı. Ve o ağırlıkla yaşamayı öğrenmek, büyümekti.
Büyüdüğüm yol, zamanın bile hesaplayamayacağı bir rüzgârla savurup beni, gözlerinde mavi bir Karadeniz taşıyan; sesiyle sisli tepeleri çağrıştıran Mete Mert Çakır'ın önüne bıraktı. Zaman, o bakışın içinde bir çakıl taşı gibi yuvarlandı.
Ben, kendi içimde kırıldığım her yerde Mete'yi buldum.
"Hatun," dedi Mete, dudaklarının kenarına kondurduğu buruk bir tebessümle. "Yoruldun mu?"
Hem ruhen hem de zihnen yorgundum, ama ona rağmen kafamı iki yana salladım. Mete, oturduğum bankın boşluğuna oturduğunda bakışlarımı, güneşin parlak ışıkları altında parıldayan eğitim merkezinin gri beton duvarlarında gezdirdim. Gündüzün keskin aydınlığında, her köşe, her gölge sanki daha gerçek, daha sertti.
Mete'nin eli, kucağımda tuttuğu ellerime yaslandığında içli bir nefes alıp ona döndüm. Dizlerimiz birbirine yaslanırken, botlarımızın birbirine sürtme sesini duydum. Büyük bir çınar ağacının altında, yaprakların arada sallandırdığı gölgelerin altında göz göze geldik. Mete'nin gözlerinde derin bir sıcaklık vardı; sanki bütün yaşanmışlıklarımız, tüm kırılganlıklarımız orada toplanmış gibiydi.
"Mete," dedim bir an için. "Bana bir şiir okur musun?"
Mete'nin gözleri yumuşadı, dudaklarının kenarında hafif bir tebessüm belirdi.
"Burada mı?"
Gözlerimi devirdim. "Evet Mete. Şu an, burada, hemen."
Mete, dişlerini gösterecek kadar büyük bir gülümsemeyle kahkaha attığında bir an için nefesimi tuttum. Mete'nin gülüşü, ağır bir bulutun aralanıp ışığın içeri sızması gibiydi. Ardından ciddileşti, bakışlarını göğsümde bir yerlerde gezdirdi. Gözleri, gözlerime tırmandı.
"En güzel deniz; henüz gidilmemiş olanıdır," gözleri karnıma değdi, "En güzel çocuk: henüz büyümedi," gözleri yüzüme yükseldiğinde öylece bir turladı, "En güzel günlerimiz: henüz yaşamadıklarımız," alnını alnıma yasladığında çapkınca gülümsedi, "Ve sana söylemek istediğim en güzel söz: henüz söylememiş olduğum sözdür," dedi. Gülümseyerek geri çekildiğinde can alıcı bir şekilde göz kırptı.
"Demiş, Nazım Hikmet Ran."
Sesi, sanki içimde açılmamış eski bir yarayı okşadı. O anda, Mete'nin bana uzanan elinde, kelimeleriyle ördüğü güvenli bir dünya hissettim. Gözlerinin en içine bakarak zihnimden akan cümleyi dudaklarıma üfledim.
"Seninle her savaşın içinde kazanacağımı biliyorum; çünkü sen benim en büyük zaferimsin, Mete."
Mete'nin gözleri irileşti, derin bir nefes çekip uzun uzun tuttu. Ardından gözlerini kapattı, hafifçe gülümsedi ve içten bir kahkahayla "Ulan!" diye bağırdı.
"Kız boşluğuma geldi, nasıl cümleler onlar, deli!"
Kıkırdayarak ona baktım. Ellerimiz nazikçe ayrıldı, o elini omzuma koydu ve yüzümü göğsüne yasladı. Kalbinin güçlü atışları, yaşadığını, burada, tam yanımda olduğunu tüm varlığımla hissettirdi. Sessizce başımı eğdim, içimdeki boşluğu onun kalp ritmiyle doldurmaya çalıştım; o atışlar benim umutlarım, korkularım, kırgınlıklarımın içinde birer can simidiydi.
O an annemin, dudaklarını büzüp gözleri uzaklara kaydığında ne düşündüğünü anlayabilmiştim.
"Onu bir gün kaybedersem... nefes alsam da içime hava dolmaz. Gözüm her yerde onu arar ama hiçbir yerde bulamam. Ölmediğini düşünmek isterim, ama sesini unutmaktan korkarım. O gün geldiğinde, yaşadığım her şey yarım kalır, kızım. Ben yarım kalırım."
Eğer bir gün Mete'yi kaybedersem içimde kurduğum dünya sessizce yıkılır; dışımdaki herkes hâlâ yaşamaya devam ederdi.
Mete, yavaşça beni yasladığı göğsünden çekip yüzüme baktı ve burukça gülümsedi.
"Hadi yavrum, bizimkilerin yanına gidelim. Birazdan başlayacağız."
Kafamı salladığımda ayaklandık. Eğitim merkezinin arka alanına doğru yürümeye başladık; burası saha dışı çalışmalar için ayrılmış bir bölgeydi. Etrafımız, iki mayınlı alandan oluşan toprak parçalarıyla çevriliydi. Adımlarımız ilerledikçe, binanın keskin gölgeleri daha da belirginleşiyor; siperli alanların siluetleri yavaş yavaş uzaklaşıp belirsizleşiyordu.
Mete'nin aniden yükselen kahkahasını duyunca önce ona, sonra bakışlarının kaydığı yöne çevirdim. Caner, Barış'ın sırtına; Bora ise Ahmet'in sırtına binmiş, kahkahalarla neşeyle koşuyorlardı. O an, içimde ağırlaşan yorgunluk bir an için dağıldı; gençliğin, dostluğun ve kardeşliğin o saf enerjisi, gri gölgelerin arasında sıcak bir ışık gibi parlıyordu.
Gülümseyerek Mete'ye baktığımda ellerini arkasında bağlayıp gözlerini bana indirdi. Gülerek bana bakmaya devam ederken, kulaklarımın hemen yanından esen rüzgârın taşıdığı keskin bir uğultu ve ardında bıraktığı tortuyu işittim. O an zaman yavaşladı; gözlerindeki sıcak gülümseme dondu, yerini ani bir şaşkınlık ve acı dolu bir ifade aldı. Bir adım geriye yalpaladığında gözlerimin büyüdüğünü hissettim.
"Mete!" diye bağırdım, sesim çaresizliğin içinde boğuluyordu. Elimi uzatıp onu tutmaya çalıştım ama bedeninin ağırlığı beni yere çekiyordu.
"METE!"
Caner'in haykırışı kulaklarımda yankılandı. Mete ile yere çöktüğümüzde dünyadaki tüm seslerin bulanıklaştığını fark ettim. Göğsü kanıyordu. Mete'nin göğsü kanıyordu. Biraz önce kafamı yasladığım yeri kanıyordu. Yaşadığını, burada, tam yanımda olduğunu fark ettiren yeri kanıyordu.
O andan sonrası tamamen kaosu doğurdu.
Etrafımız ablukaya alınmış, Caner ile Bora, Mete'nin göğsüne yasladığım sol elimin üzerine sıkıca bastırıyordu. Mete'nin gözlerindeki o acıya rağmen bana bakarak gülümsediğini gördüğüm an, sağ elimi yüzüne götürdüm.
"Yaşayacaksın, duydun mu beni?" diye fısıldadım, sesim boğazımda düğümlenirken. Gözlerim gözyaşlarım ile dolmuş her kırpışımda biraz daha onu görmemi engelliyordu. Elinin titrek bir şekilde yanağıma konduğunu fark ettiğimde yanağımı avcuna bastırdı.
"Ağ...ağlama."
Sesi, kesik bir nefesin kırıntılarından güç almaya çalışıyordu. Caner, yüzünü ellerinin arasına aldı.
"Mete, sakın! Sakın, dayan oğlum, dayan," dedi ve yüzünü bırakıp arkasına doğru baktı. "NEREDE KALDI BU AMBULANS!" diye kükredi, Farsça. Yanağımdaki elin kaydığını hissettiğim an, gözlerimi Mete'nin gözlerine indirip yüzüne doğru eğildim.
Aldığım soluk "Mete," ismiyle onun yüzüne savruldu. Can nefesi olmak istedim. Canının nefesi, ben olmak istedim. Mete'nin dudakları hafifçe aralandı, gözlerini kısarak bana bakmaya çalıştı. Gözlerinin içindeki ışık, canının her zerresiyle mücadele ettiğini fısıldıyordu. Zorlukla konuştu, kelimeler boğazında takıla takıla geldi:
"Gözlerini... gözlerimden... ayırma."
Sesi neredeyse bir fısıltıya dönüşmüştü, nefesi kesik kesikti. Dudaklarının kenarında beliren o hafif gülümseme yüreğimi parçaladı. Ellerim titredi. Başımı iki yana salladım. Yüzüm onun yüzüne iyice yaklaştı, alnımı alnına dayadım.
"Hayır... hayır, Mete! Yaşayacaksın!" dedim, içimden kopan bir çığlıkla. "Yaşamalısın... bizim için... çocuklarımız için... benim için, ne olur..."
Parmaklarım, kanla kaplanmış beyaz tişörtünün üzerinde gezinirken içimde büyüyen panik dalgası sesime yansıdı.
"Lütfen... daha sana söylemem gereken çok şey var... daha sana sarılmam gerek... daha birlikte geçireceğimiz onca zaman var. Gitme. Mete, ne olur gitme..."
Mete gözlerini kapatıp açarken, arada kaybolan bilincine rağmen dudakları kıpırdadı.
"Sana... okuduğum şiiri... hatırlıyor musun? Henüz son sözümü... söylemedim."
Gözyaşlarım, onun yüzüne damlarken bir kez daha fısıldadım.
"Mete, lütfen...lütfen..."
Mete'nin sertçe yutkunduğunu duyduğumda elimin altındaki nabzının yavaşladığını hissettim. Kafamın içinde bir sinyal sesi yükselirken son anda Mete'nin fısıltısını son anda duydum.
"Sen... benim gömüldüğüm yersin."
Elimin altındaki nabzı durdu. Rize'mi içinde barındıran fırtınaları donuklaştı ve üzerini köpüklü dalgalarıyla örttü. Başı, karnıma düştü.
"HAYIR! METE!"
Haykırışım yankılanarak dağıldığında elimin üzerindeki eller bir anda dağıldı. Caner, Mete'nin yüzüne doğru eğildi.
"HAYIR! AÇ GÖZÜNÜ!"
Etrafımızın bir anda açıldığını sağlık ekiplerinin doluştuğunu fark ettiğimde bir güçlü kol yardımıyla ayağa kaldırıldığımı hissettim. Beni tutan kolların arasından kurtulmaya çalıştım. Beni tutan kimdi bilmiyordum ama Caner'i de aynı şekilde Bora tutuyor ve gitmesini engelliyordu.
"Bırak beni! Mete!" diye bağırırken gözlerim bulanıklaşmıştı. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken beni tutan kolları itmeye çalıştım. Ayakta duracak hâlim yoktu ama onun yanına gitmeden bir adım geri çekilmeye razı değildim.
Sedye yere konmuş, sağlıkçılar hızla Mete'nin göğsüne CPR uygulamaya başlamıştı. Elektrotlar yerleştirilmiş, biri defibratörü hazırlıyordu. Her "şok veriyoruz" sesi, göğsümün ortasına bıçak gibi saplandı.
Bir sağlık personeli bana yaklaşmaya çalıştı. Kulağımda yankılanan sesi duydum ama anlayamıyordum.
"Komutanım, sizi biraz uzaklaştıralım, müdahaleyi engelliyorsunuz-"
"Hayır!" dedim. "Ben olmadan yaşamaz! Beni bırakın!"
Çığlığım boğazımda çatladı. Mete'nin vücudu tekrar tekrar şoklandıkça bedenim irkiliyordu. Caner'in haykırışları, hiçbir türlü zihnime ulaşmıyordu. "Lütfen..." dedim, gözlerim sedyenin üstündeki hareketsiz vücutta. "Lütfen, gitme..."
O anda bir şey oldu.
Cihazdan bir "bip" sesi geldi. Sonra bir tane daha. Ve bir tane daha. Kısa ama kesin bir kalp atışı. Etraf bir anlık sessizliğe gömüldü. Sonra sağlıkçının sesi yükseldi.
"Nabız geri geldi! Nabız var! Hemen hastaneye götürmeliyiz."
Başımı kaldırdım. Gözlerim donmuşken, dudaklarım aralandı. Gözlerim kararmaya başlarken son gördüğüm şey Mete'nin taşınan bedeni oldu. Sedye, ambulansa doğru ilerliyordu. Yüzü hâlâ bana dönüktü, sanki içgüdüsel bir bağla beni bırakmak istemiyor gibiydi. Kulaklarım uğuldamaya başladı. Sesler boğuklaştı, sirenler geriden geliyormuş gibi uzaklaştı. Birisi adımı haykırdı ama anlayamadım.
Tutulduğum kollarda kendimi ağırlıksız bir boşluğa bıraktım.
Yalnızca içimde yankılanan bir ses kaldı geriye: "Sen... benim gömüldüğüm yersin."
6 Temmuz 2022 / İran
Yazar, Ağzından
Herkes Gider mi?, Cem Adrian & Aylin Aslım
Zaman, hastanenin duvarlarında yankılanmayan bir sessizliğe gömülmüştü. Dışarıda güneş, solgun bir bakır gibi gökyüzüne yapışmışken; içeride her şey, zamandan soyutlanmış, gri bir boşlukta asılı kalmış gibiydi. Bu koridorda, saatler değil, umutlar devriliyordu. Her saniye, sessiz bir dua gibi tavanlara çarpıyor, sonra çöküyordu gözlerin altına.
Eyşan, sol koluna bağlı serumla, plastik bir sandalyede oturuyordu. Dirseğindeki iğne acımıyor gibiydi artık; çünkü başka her şey ondan çok daha fazlaydı. Gözleri ameliyathanenin kapısına çakılmıştı. Göz kapaklarının altında birikmiş uykusuzluk, üstüne çökmüş bir dağ gibiydi. Ama gözyaşı yoktu. Artık ağlayamıyordu. Gözleri, öylece oraya kilitlenmişti. Sanki sadece o kapı açılırsa, tekrar nefes alabilecekti.
Caner, onun birkaç adım solunda yerde çömelmişti. Elleriyle başını sarmış, başparmaklarıyla şakaklarını bastırarak yere bakıyordu. Duruşunda, bir çocuğun oynarken kırdığı en sevdiği oyuncağın başında öylece kalakalması vardı. Onun sustuğu yerde, bağırmak istemişti belki ama kelimeler, diline değil; boğazına düğümlenmişti.
Barış, Caner'in hemen yanında oturuyordu. Gözleri duvara sabitlenmiş, sanki duvarın ardını görmeye çalışıyormuş gibi boşlukta bir noktaya takılı kalmıştı. Dudakları aralıktı ama içinden geçen her kelime, suskunluğa kurban edilmişti. Bedeninin etrafında bir zırh gibi sarılmıştı sessizlik, kıpırdamadan bekliyordu; çünkü içinde en ufak bir sarsıntı, içinde tuttuğu yasın taşması demekti.
Alev, hemen Eyşan'ın sol tarafında duruyordu. Gözleri, Eyşan'dan bir an olsun kopmuyordu. Bakışları, "Ben buradayım," diyen bir kardeşin, sessizce haykıran çırpınışıydı. Saçları, alnına dökülmüş, ama parmakları bir kez bile düzeltmeye yeltenmemişti. O an, zamanın düzenine değil; Eyşan'ın nefesine ayarlıydı.
Osman, Eyşan'ın hemen sağında, tek dizinin üzerinde duruyordu. Bir eli Eyşan'ın bileğini tutarken, diğeri boşlukta asılı kalmış gibiydi; ne yapacağını bilmez halde. Başını çevirmemişti. Gözleri, ameliyathanenin o soğuk ve gri metal kapısında sabitlenmişti. Her küçük aralanışta, her seste, irkilerek ayağa kalkacakmış gibi bir tetikteydi.
Koridorun sonundan ara ara geçen hemşirelerin ayak sesleri bile bu ağır havayı bölemiyordu. İçeride kimse konuşmuyordu. Konuşulacak şey kalmamıştı. Herkesin dilinde sadece bir dua, yüreğinde tek bir isim vardı.
Mete.
Ameliyathanenin kapısı hâlâ kapalıydı.
Ve kapının ardında, kader kalemiyle yazılacak yeni bir cümlenin noktasına karar veriliyordu.
Koridordaki sessizlik, ameliyathanenin kapısından sızan tek bir sesle yarıldı. Metalik bir tıkırtı, ardından derin bir nefes. Osman'ın parmakları Eyşan'ın bileğinde hafifçe sıkıldı, sanki ona tutunmazsa ikisi de yere yığılacakmış gibi.
Kapı açıldı.
Önce bir beyazlık, sonra uzun bir gölge belirdi. Doktorun yüzü maskesizdi, alnında ter izleri vardı. Gözleri, koridordaki beş çift göze birden dokunurken, bir anlık tereddütle durdu. O tereddüt, her şeyi anlatmaya yetmişti aslında. Ama yine de bir kelime lazımdı. Bir tek kelime.
Eyşan ayağa kalktığı an Osman ile Alev'de onunla hareketlendi. Eyşan'ın bacakları titriyordu ama bunu hissetmiyordu bile. Dudakları hafifçe aralandı, ama sesi boğazında kaldı. Sanki o kelimeyi duymazsa, gerçek olmayacaktı. Caner, çömeldiği yerden hızla kalkarken Barış ile Eyşan'ın arkasında durdu.
Eyşan'ın sol omzunun arkasında durdu. Yüzü bembeyaz kesmişti.
"Doktor Bey, ikizim nasıl?" diye sordu.
Doktor, başını hafifçe öne eğdi.
"Üzgünüm."
Caner, bir anda gülmeye başladığında kafasını iki yana sallamaya başladı.
"Hayır, yaşıyor," dedi kahkahalarının arasından. "O benim ikizim, ben hissederim, hayır Mete yaşıyor."
Doktor, acımasızlığın gerçekliğini bir kez daha yüzlerine vurdu.
"Üzgünüm, ama doğru. Başınız sağ olsun," dedi ve yanlarından geçip yürümeye başladı.
Eyşan'ın gözleri genişledi, nefesi kesildi. Sanki içine çektiği her şey birden boşalmış, yerine buz gibi bir yokluk dolmuştu. Osman'ın eli onu tuttu, ama o artık ayakta durmuyordu zaten. Ruhu bir an için bedeninden fırlamış, yere çakılmıştı. Eyşan, sonunda nefes aldı. Ciğerlerine dolan hava, bir çığlıkla dışarı fırladı. Ama çığlık ses değildi. Sessiz bir çığlıktı. İçinde parçalanan her şeyin yankısı.
Caner'in dudaklarındaki gülümseme aniden kesildi. Yüzündeki ifade dondu, gözleri boşluğa dikildi. Parmaklarıyla göğsünü yokladı, sanki orada bir yara bulacakmış gibi. "Hayır..." diye mırıldandı bu kez, sesi bir çocuğun inatçı fısıltısı gibi titreyerek. Sol gözünden bir damla yaş süzülürken gözleri, ağırca yerde çığlık çığlığa bağıran kadına çevrildi.
Yük, çok ağırdı.
Eyşan, gözlerini kapatıp kendini geriye doğru bıraktığında Osman ile Alev, gözlerindeki korku ve acıyla "Eyşan!" diye bağırdılar. Caner, gözlerini kapatıp açtı. Osman'ın yanında geçip yavaşça Eyşan'ın kolunu omzuna attı. Eyşan'ı yavaşça kucağına aldığında çenesi titremeye başladı.
Eyşan'ın göz kapakları hafifçe titredi. İçinde kopan fırtınayı bastırmaya çalışıyor gibiydi. Dudakları aralandı: "Mete..." Bu sefer bir isim değil, bir yakarıştı.
Caner'in dudakları aralanarak titredi. Gözlerinden akan yaşlar, çenesine doğru süzüldü. Dişlerini sıkarak ağır adımlarla hastane koridorunda yürümeye başladı. Müşahede odasına girdiğinde oturan hemşire hızlıca kalktı ve Caner'e sedyeyi gösterdi. Alev, kadına "Yeniden bayıldığını," söylerken Caner, Eyşan'ı sedyeye bıraktı. Bir hışımla odadan çıktığında sağ eli nefes alamıyormuşçasına boğazına yaslandı.
Uzaktan Ahmet ile Bora koşarak yaklaşmaya başladı. Bora'nın yanakları ıslanmış bir şekilde Caner'i iki omzundan tutup sarstı.
"Doğru değil, de. Bana doğru de!" deyip sarsarken Caner, boğazını tutarak gözlerini yumdu. Bora, bir kez daha Caner'i sarstığında Caner, boğazından kopan bir haykırışla hastaneyi inletti. Ahmet, Bora'nın yanında donakaldı. Caner, haykırışları içinde dizlerinin üzerine çökecekken Bora, hıçkırarak Caner'e kollarını sardı.
"Bora, Mete. Bora, Mete. Bora... Kardeşim Mete!" diye bağırmaya başladığında ikisi de dizlerinin üzerine yıkıldı. Caner'in çığlığı Bora'nın kollarında boğuldu. Caner'in parmakları Bora'nın sırtına gömülürken, "Mete... Bora, kardeşim Mete..." diye inliyordu. Her tekrarlayışta sesi biraz daha kısılıyor, sanki içinde bir şeyler paramparça oluyordu.
Ahmet, bir adım geri çekildi. Gözleri bu sahneyi kaydetmek istemiyordu. Elleri titreyerek yüzünü kapattı, ama Bora'nın hıçkırıkları kulaklarında yankılanıyordu. Mete'nin ismi. Her seferinde bir bıçak gibi saplanıyordu.
Osman, duvardan itibaren hızla yaklaştı. Caner ve Bora'nın çökmüş halini görünce duraksadı. Yüzündeki ifade dondu. Bir an, ne yapacağını bilemedi. Sonra yavaşça yanlarına çöktü. Elleri, Caner'in omzuna ve Bora'nın sırtına uzandı.
"Kalkın," dedi kısık bir sesle. "Mete'nin Eyşan'ı için güçlü durmak zorundayız."
Ama Caner duymuyordu bile. Başı Bora'nın omzuna gömülmüş, sarsıla sarsıla ağlıyordu. İkiz bağı kopmuştu. Artık yarısı yoktu.
Bir kuş tüyü, Şırnak'ın puslu semalarında savruluyordu. Rüzgârın kaprisine teslim olmuş, yükseliyor, alçalıyor, sonra yeniden göğe doğru çıkıyordu. Aşağıda, kentin tozlu sokaklarında hayat devam ediyordu ama o tüy, sanki zamanın dışında bir şahitti.
Alparslan Çakır, karargâhın loş odasında masasına eğilmişti. Elleri, üzerinde "ÇOK GİZLİ" damgalı dosyalara kenetlenmişti. Parmakları, kâğıtların kenarında hafifçe titriyordu. Gözlerindeki kararlı ifadenin altında, bastırılmış bir fırtına vardı.
Masasının köşesindeki kırmızı telefon aniden titredi. Alparslan, bir an tereddüt etti. Sonra ahizeyi kaldırdı.
"Efendim?"
Telefonun diğer ucundaki ses soğuk ve mesafeliydi: "Albayım Tuğgeneral Fikret Yıldırım, geldi."
Alparslan Çakır, kaşlarını çattı.
"Alsanıza içeriye oğlum!" dedi, sinirle. Ahizeyi kulağından çekip sertçe telefon yuvasına bıraktı. Ayağa kalktığında kapı açıldı ve içeriye Tuğgeneral Fikret Yıldırım girdi. Alparslan Çakır, yüzündeki kasılmış kaslarla Fikret Yıldırım'ın yanına ilerledi.
"Çocukların kusuruna bakmayın Tuğgeneralim. İdlib'ten gelen dosyaları inceleyecektim. O yüzden kimseyi almamalarını söylemiştim."
Tuğgeneral, başını iki yana salladı. "Alparslan," dedi, "Sana bir şey söylemem gerekiyor."
Alparslan Çakır, kaşlarını çattığında içinde anlamsız bir sıkıntı belirmişti. Tuğgeneralin cebinden çıkardığı mühürlü evrakı görünce, parmakları kendiliğinden sıkıldı.
"İran'dan bir haber geldi."
Odaya çöken sessizlik, Alparslan'ın kulaklarında çınlayan bir uğultuya dönüştü. Gözleri, Tuğgeneralin dudaklarına kilitlendi.
"Saat 16:15'te bizim çocuklar İran'daki, Eğitim ve Araştırma Kampı'ndaymış. Mete vurulmuş."
Alparslan'ın dünyası o anda durdu.
Tuğgeneralin sesi uzaklardan geliyordu artık. Boğuklaşan cümlelerin son sözcüğünü yakaladı: "evladımız şehit düşmüş."
Alparslan'ın gözleri genişledi. Ağzı hafifçe aralandı, ama ses çıkmadı. Sanki vücudu, beynine ulaşan bu bilgiyi reddediyordu. Kafasını iki yana salladığında bir hışımla arkasına dönüp telefonuna sarıldı. Rehberindeki Caner ismine tıkladı ve kulağına yasladı. Gülümseyerek Tuğgenerale baktı.
"Yalan bilgidir komutanım," dedi ama sesindeki tedirginlik belli oluyordu. Telefon açıldığında derin bir nefes aldı.
"Caner, oğlum Mete nerede?" diye sorguladığı sıra savrulan kuş tüyü ağırca pencereden içeriye sızdı. Alparslan'ın bakışları tüyü izledi. Tüy, Mete'nin çocukken babasına hediye ettiği oyuncak askerin yanına kondu.
"Baba Mete..."
Caner'in ağlayan sesini duydu. Parmakları boşaldı, kayıp giden telefon yere sertçe düşüp sekerek durduğunda gözlerini kapatıp dişlerini sıktı. Tuğgeneral Fikret Yıldırım, alt dudağını ısırarak Alparslan Çakır'a doğru adımladı. Ellerini kaldırıp Alparslan Çakır'ın omuzlarına yasladı.
"Başımız sağ olsun Alparslan."
Alparslan Çakır, gözlerini açıp Tuğgenerale baktı. Sol gözünden akan yaşla dudaklarını araladı. Zihninden geçen kelimelere rağmen, boş bir nefes döküldü. Göz kapakları gözlerinin mavisini örttüğünde başı ağırca geriye düştü. Tuğgeneral Fikret Yıldırım, büyük bir refleksle Alparslan Çakır'ı yıkılmaktan kurtarırken birlikte yere çöktüler.
"Buraya bakın, derhal!" diye bağırdı, kafasını kapıya çevirip. Kapı, sert bir hamleyle açıldığında içeriye giren askere baktı. "Sıhhiye personelini çağır, çabuk!"
Gözlerini çıkan askerden çekip Alparslan'a baktı. Sol eliyle yanağına küçük tokatlar attı.
"Alparslan, kendine gel Alparslan."
Dışarıda, Şırnak'ın üzerine akşam çökerken, o kuş tüyü yeniden havalandı. Rüzgâr onu alıp götürdü. Helikopterdeki Güvercin Timi üyeleri, başları önde oturuyorlardı. Ortalarındaki ay yıldızlı bayrağa tabuta bakıyorlardı.
Kuş tüyü, uçtu, uçtu ve tabutun üstüne kondu.
7 Temmuz 2022 / Şırnak
Caner Cenk Çakır, Ağzından
Neden, Gece Yolcuları
İnsan, kapalı kutu gibidir.
Kapağını açmadan içindekini bilemezsin. Ama bazı kutular vardır ki, ağzı aralansa bile içindeki karanlık dışarı sızar; yıllardır üst üste yığılmış acılar, susturulmuş çığlıklar, bastırılmış anılar bir volkan gibi dışarı fışkırmak için fırsat bekliyordur. Sen o kapağı araladığını bile fark etmeden, karanlık çoktan odanın köşelerine yayılmıştır. Sessizce. Sinsice. Ve bir bakmışsın ki nefes alırken bile içinde bir uğultu yankılanıyor. Bir ağırlık oturmuş göğsüne.
Kaldıramadığın, atamadığın, susturamadığın bir ağırlık.
Kaç kez ölüm gördüm? Kaç kez arkadaşlarımı sırtımda taşıdım? Kaç kere kan temizledim ellerimden, kaç kere göz göre göre "kayıplara" alıştım? Ama hiçbirini böyle yaşamadım.
Çünkü bu, Mete'ydi.
Biz, aynı annenin rahminden çıkmış iki parçaydık. Aynı gecelere küfrettik. Aynı uykusuzlukla yaşadık. Aynı hayalleri askıdaki üniformamıza astık. Aynı şeyleri hissettik. Aynı düşünceleri söyledik. Aynı toprağın içine gömülecekken neden ayrı topraklara düştük?
Bir bedenin içindeymişiz de biri aniden çıkarılmış gibi hissediyordum. Sanki beynim bir türlü bağlantıyı kuramıyor. Bütün algım sıfırlanmış durumdaydı. Benim kalbim, onun kalbine bağlıydı. O kalp durursa, ben de dururum. Bunu nasıl anlatırsın ki birine?
Önümde bir ordu sıralıydı. Şırnak'ın Özel Tim Taburundaki avlu, bugün şehidine son vedasını etmek için toplanmıştı. Üzerimdeki siyah gömlek ile, güneşin bağrında öylece duruyordum. Sağımda Lara ile Kartal duruyordu. Solda ise Mete'nin emaneti Eyşan.
"Bana bir söz vermeni istiyorum."
Kaşlarımı kaldırdım.
"Ne sözü?"
Mete, bir süre gözlerime bakmaya devam etti.
"Eğer bana bir şey olursa, Eyşan ve çocuklarım sana emanet. Bana söz ver. Onları canından ayırmayacaksın."
Alnıma yükselmiş kaşlarımı düşürüp gözlerimi devirdim.
"Ya saçma saçma konuşup, ağzımızın tadını bozm-"
"Caner!"
Mete'nin sert sesiyle adımı söylemesiyle gözlerim yeniden gözlerine çevrildi.
"Sonunu göremediğimiz bir yoldayız," dedi, sesi artık yumuşak ama sarsıcıydı. "Eğer bana bir şey olursa onlar sana emanet."
Hissetmiş, köpek.
Bakışlarımı ağırca ortada yer alan boş, beyaz örtülü masadan alıp bizimkilere baktım. En önde Osman duruyordu. Arkasında Ahmet, Bora, Barış, Kubilay, Yonca, Deniz...
Bora'nın bakışları bir an için Eyşan'a çevrildi. Gözlerini sımsıkı kapatarak başını eğdi. Biliyordum, kolay değildi. Sevdiklerini kaybetmek, hiç kolay değildi. Eyşan, karnındaki Mete'nin emanetleriyle ayakta durabilen en güçlü kadındı ama yorgundu. Bize düşen en zor vazife ise, Mete'nin emanetine sahip çıkabilmekti.
"Dikkat!"
Rap... Rap... Rap!
"Rap... Rap... Rap!"
Çocukken, Mete'yle ilk kez asker selamı çalıştığımız günü hatırladım birden. O an tam anlamıyla bir çocuk ciddiyetiyle yürümeye çalışıyordum. Ama komikti elbette.
Mete, kolumdan tuttu, gülerek bana baktı. Kahkahası hâlâ kulağımda çınlıyordu.
"Öyle değil akıllım, böyle yürüyeceksin."
Göğsü gururla kabarmış, yüzünde sert bir ifadeyle tam karşıya bakıyordu.
"Rap... Rap... Rap!"
Şimdi ise karşımda, masaya konulmuş, ay yıldızlı bayrakla sarılı bir tabutun içinde öylece duruyordu. Ben artık çocuk değildim. Ama her şeyden daha fazla, artık kardeşim de yoktu.
"Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu, Kahraman Bordo Bereli Yüzbaşı Mete Mert Çakır, İran'da icra edilen sınır ötesi bir operasyon sırasında şehit düşmüştür. Aziz şehidimize Allah'tan rahmet, kederli ailesine, silah arkadaşlarına ve yüce milletimize başsağlığı dileriz. Ruhu şad, mekânı cennet olsun."
Tuğgeneral Fikret Yıldırım'ın cümlesinden sonra Eyşan'ın hareketlendiğini hissettim. Ellerimi sıkıca önümde kenetleyip onun bir adım ötesinde yürümeye başladım. Tabuta yaslı duran, gülümseyerek bakan fotoğrafında bakışlarım takılı kaldı. Ayaklarım beni ileri taşırken, Mete'nin kahkahasının yankılandığı bir zamana saplanmıştı.
Eyşan, Mete'ye yakın dururken ben bir adım uzaktan durmaya devam ettim. Önümde kenetlediğim ellerimi sımsıkı kavradım. Tabuta sarılmak istemiyordum. İstemiyordum. İstemiyordum! Ben, kardeşimi alan ay yıldızlı bayrağa sarılmak istemiyordum. İstemiyordum. Sarılırsam onu bırakamazdım.
Ben, beni yarım bırakmış olan hiçbir şeye sarılmak istemiyordum.
Eyşan'ın "Mete," dediğini duydum. Dişlerimi kırmak istermişçesine sıktım. Eyşan, bir adım geriye doğru tökezleyecek gibi olduğu an, hızla ellerimi serbest bırakıp koluna girdim. Gözlerimi kapattım, ağzımın içinde yayılan o metalik tadı hissettim. O tat, zihnime düşmüş bir cümlenin altını çizdi.
"Söz veriyorum," dedim fısıldar gibi. "Onları korumak için, elimden gelen her şeyi yapacağım."
Eyşan'ın girdiğim kolunu, onun düşmesine izin vermeyecek kadar tuttum. Onu, bu karanlıkta yalnız bırakmayacak kadar sımsıkı tuttum. Onu, kardeşimin göz bebeği olarak tuttum. Mete'nin kanını taşıyan çocuklarının annesi olarak tuttum.
Ben, Mete'ye verdiğim söze tutundum.
14 Temmuz 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Çakır, Ağzından
Od, Şebnem Ferah
Göğsümün hemen üzerinde, kalbime yaslanmış kırık bir künye tutuyordum. Sol elimde ise kanatlarını açtığım bir mektubu kavramıştım. Üşüyordum, içim çok üşüyordu. Her ne kadar okumak istemesem de kendimi tekli koltuğa bırakıp arkama yaslandım.
Canım, bir tanem, kar tanem, yasemin kokulum, yolum, yordamım, yastığım, yoldaşım, yıldızım, toprağım, çocuklarımın annesi, biricik eşim;
Belki bu satırları hiç okuyamayacaksın. Belki de bir gün, bir çatışmanın ardından sessizlik çöktüğünde ya da gözlerin yine uzaklara daldığında, eline geçecek. Ne zaman ve nerede okursan oku, bil ki her kelimesinde seni ve çocuklarımızı düşünerek yazdım.
Nereden başlamalıyım, bilmiyorum. Yazmak istediğim cümleleri toparlamak için seni izliyorum şu an. Dudakların hafifçe aralanmış ve uyurken benim için güzel bir şarkı söylüyor. Şu an sana eşlik etmemek için kendimi zor tutuyorum.
Benim yokluğumda kestiğin saçların omuzlarının altına kadar uzadı. O uzayan saçlar, baş koyduğun yastıktan benim yastığıma doğru uzanmış. Yastığımı kıskanacağım hiç aklıma gelmezdi. O saçlarının yüzümde olmasını isterdim.
En savunmasız anınla, bembeyaz örtülerin içindesin. Ellerin iç güdüsel olarak yine ikizlerimizin üzerine kapanmış. Hoş, birlikte uyurken benim elim var diye koymuyorsun ama ben yokken istemsizce bunu yapıyorsun. Ben olmasam bile onları koruyacağını gösteriyorsun. Şimdi ben olmasam lafına takılıp da üzülme sakın, tuvalete de mi gitmeyeceğim canım...
Hafifçe mırıldandın şu an. Seni izlediğimi anladın büyük ihtimalle ve daha iyi izlemem için bana doğru döndün. Göz kapaklarının altındaki toprakların çok hafif titredi. Sana her baktığımda dudaklarımda oluşan o tebessüme engel olamıyorum be kadınım.
Kadınım, canım, can yoldaşım. Bu üç kelimeyi söylemekten asla vazgeçmeyeceğim.
Bir de karım... :)
Sadece şunu bilmeni isterim ki seni tanımak, dünyanın en karmaşık şifrelerini çözmekten bile daha zor ve bir o kadar da anlamlıydı. Senin yanında olduğum her an, sınırda yürümek gibiydi. Bir adımda ölüm, diğer adımda hayat vardı ama hep seninle yürümek istedim o sınırda. Çünkü sen Eyşan, hayatın ta kendisisin.
Seni aradığım zamanlarda, ilk kez adını duyduğumda, senin sıradan bir asker olduğunu düşünmüştüm ama seni bulduktan sonra gözlerine ilk baktığım an, yanıldığımı anladım. O gözler, kahverenginin en derin tonlarıydı ama içinde taşıdığı karanlık, dünyayı susturacak kadar güçlüydü. Ne zaman sana baksam, her defasında yeni bir acı, yeni bir hikâye keşfettim. Senin gözlerinde geçmişin kan kokusu, kaybın sessiz çığlığı ve bir türlü kırılmayan zincirler vardı. Ve biliyor musun? Seni her defasında o gözlerinle daha çok sevdim.
Gardını indirdiğinde gördüm seni, Eyşan. Bir anlığına da olsa zırhının çatladığını, sesinin titrediğini, elinin hafifçe sarsıldığını... O anlarda bile güçlüydün. Belki sen, o anları zayıflık olarak görüyorsun ama değildi. Gerçek güç, her şeye rağmen ayakta kalmaktır ve sen hep ayakta kaldın.
Hep.
Sana bunu hiç söylemedim ama bazen senden korktum. Merhametli olduğumu bilecek kadar beni tanıyor musun, demiştin. O an söyledim ve şimdi yine söylüyorum: Evet, tanıyorum. Hem de herkesten daha iyi. Çünkü merhametin bile kılıç gibi keskin, acımasızlığın bile gerektiğinde şefkat taşıyor. Senin adaletin bambaşka ve bu, seni tehlikeli kıldığı kadar güzel de yapıyor.
Sorgu odasında senin o soğukkanlı duruşunu izlediğimde seni bir kez daha tanıdım. Kimisi korkar sanırdı ama sen dimdik durdun. İşte o anlarda gözlerinde kaybolan bir şey gördüm. Suçluluk mu, pişmanlık mıydı bilmiyorum ama ben o anlarda seni yalnız bırakmak istemedim.
Hatırlıyor musun? Sana bakarken dudaklarımda kalan o sözcükler vardı. Söylemeye cesaret edemediğim... Şimdi söylüyorum:
Ben seni sadece bir asker olarak değil, küçüklüğümdeki o kız çocuğu olarak, bir kadın olarak, bir insan olarak sevdim. Geçmişinle, acılarınla, pişmanlıklarınla sevdim. Seni her hâlinle sevdim. Çünkü senin varlığın, karanlıkta yanmaya cesaret eden tek ışıktı.
Bile bile kanatlarını yaktığın Güvercin'e rağmen vazgeçmeyendi, senin varlığın.
Bazen düşünüyorum da acaba başka bir hayatımız olsaydı nasıl olurdu? Görevlerin, silahların, düşmanların olmadığı bir hayat? Belki de ikizlerimizin kahkahalarıyla dolan bir evde, seni izlerken içimin huzurla dolduğu bir hayat? Onların gözlerinde senin o derin bakışlarını, gülüşlerinde bizim gölgemizi görürdüm. Her sabah onların sesleriyle uyanmak, hayatın en güzel armağanı olurdu. Sana sabah kahvaltısında gülümseyerek günaydın diyebildiğim, seni beklemek zorunda kalmadığım, her ayrılığın son görüşme korkusu taşımadığı bir hayat, nasıl olurdu?
Ama seninle tanıştığımız yol böyleydi, değil mi? Küçük olmamıza rağmen kayıplarla, savaşlarla ve kanla örülüydü. Yine de seni o hayatın içinde arayıp bulmak, her şeye değerdi.
Belki bir gün, silahların sustuğu, intikamların son bulduğu bir yere gideriz ama o güne kadar, her adımında yanındayım. Çünkü sen nereye gidersen git, biliyorum ki kalbimde seninle olacak.
Varlığınla can bulup, yokluğunda ölecek;
Can Yoldaşın Mete
Gözlerimden akan yaşlarla kafamı iki yana salladım. Titrek bir nefes dudaklarımın arasından kaçarken kafamı kaldırıp oturduğum koltuktan ayağa kalktım. Küçük adımlarla yatağa doğru ilerledim. Ayağımdaki terlikleri çıkartıp elimi karnımın altına yaslayıp yatağa uzandım.
Beni saran kollarla sıcak, yaralı bir göğse çekildim.
"Şşş... Ben o mektubu sen ağla diye yazmadım hatun."
Zor olan kararlar hep kalpten geçenle çatışırdı. Bir seçim yapmak zorundaydım. Kalbimde bırakacağı hasarın bilincinde kalarak o kararı almıştım. Avuçlarımın içindeki mektubu sıkarak bana bakan yorgun, mavi gözlere baktım.
"Sana bir şey olacak diye çok korktum Mete. Kalbin durmuştu... Kalbin durdu ve ben gerçekten öleceksin sandım."
Mete, yorgun bir kıkırdamayla güldü ama hemen ardından içli bir nefesle beni daha sıkı sardı.
"Bunu yapmamız şarttı Eyşan. O herif, sen ya da ben olmadan o cihazı çalıştıramaz. Ee, seni de gözlerimin önünde vurdurtmayacağıma göre? geriye tek bir seçenek kalıyordu. Ben."
Gözlerimi onun gözlerinde gezdirdim.
"Caner ve Bora çok kötü Mete," diye fısıldadım.
Mete, gözlerini göğsüne kaçırdı.
"Kolay değil... Bir süre öyle kalacaklar. Ama karşılarına çıktığımda sağlam üç beş yumruk yiyeceğim, ona şüphem yok," dedi, buruk bir gülümsemeyle. Yeniden bana baktığında kaşlarını kaldırıp alaycı ifadesine büründü.
"Bir an nasıl da ölüyordum ama? Bütün plan bir an gerçek oluyordu."
Gözlerimi devirip bacağına vurdum. Mete, gözlerini büyüten bir inlemeyle kasıldı.
"Yavrum..." dedi, ağzı dolu dolu. "...nereye vurduğuna dikkat et."
Elimi vurduğum yere bastırdığında, avuçlarımın altında büyüyen varlığını hissettim. Sinirle geriye çekilecekken beni, daha sıkı kavrayarak kendine yasladı.
"Hatun, bir dur yaralıyım zaten, yapamayız," diye çemkirip eliyle göğsünü gösterdi. "Caffar'ın da eli amma isabetliymiş ha. Az daha yana kaydırsa tahtalı köye gönderme garantiliydi."
Gözlerimi devirip bakışlarımı göğsüne çevirdiğimde, derin bir iç çektim. Ağırca ölümle el sıkışmış, kendi elleriyle mezar taşını yontmuş Mete'ye baktım. Ne yazık ki mezar taşını ben yontmuştum. Ellerimi benim silahımdan çıkan kurşun yarasına, göğsüne yasladım.
"Benim için atan kalbin, hiç durmasın," dedim. Gözleri gözlerime kenetlenirken sağ eli, göğsünün üzerine yasladığım elimin üzerine kondu. Dudaklarında çarpık bir gülümseme oldu.
"Benden bu kadar kolay kurtulamazsın güzelim. Ne ölüm, ne savaş, ne de senin silahından çıkan kurşun, beni senden alamaz," dedi Mete, sesi zayıf ama inatla yankılanıyordu içimde. Bir sağ, bir sol gözüme baktı. "Çünkü ben ezelden, senin gözlerindeki toprağa gömüldüm."
-
BÖLÜM SONU
Öncelikle merhaba diyerek başlamak istiyorum. Çünkü her ne yaşasak da bir merhaba, aslında vedaların da bir gün sona ereceğini fısıldar ister istemez. Her şeyden önce kalemin benim elimde olduğunu hatırlatmam da fayda var. Daha fazlası spoilera girer ve ben bu konuyla ilgili herhangi bir bilgi vermek istemiyorum.
Neler olacağını kendiniz okuyup görün istiyorum.
İçimiz kan ağlayabilir, duygulanabiliriz, bazen dışarıdaki hayatta yaşadıklarımız bize ilham olmuş olabilir. Bu gibi durumlarda yalnızca tek bir şeyi önemserim. Her ne yaşamış olursak olalım, her karanlık kendi içinde bir aydınlık barındırır. Karanlık bir salonda bulunan lamba bile kendini yakması için bir nedene ihtiyaç duyar.
Eğer karanlığa girmekten korkmuyorsan, gözlerin alışmadan ışığı açmalısın. Çünkü karanlık, ışığı açtığında değil, onu benimsediğinde içine hapseder. Unutma, salona giriyorsan orada yanmak için bekleyen bir ışık kaynağı vardır. Çekinme; gezin odaların her birinde ve bulduğunda,
Işığı açmayı sakın unutma.
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle
Sultan Çakır
otuz temmuz iki bin yirmi beş
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.29k Okunma |
1.47k Oy |
0 Takip |
88 Bölümlü Kitap |