80. Bölüm

LV - EMANET VE YEMİN

Sultan Çakır
sultanakr

Hellllüüüüü! Yine, yeniden ve maalesef biz geldik. Şaka şaka iyi ki geldik bence.

Sence?

Bu bölümü normalde daha erken yayınlamayı planladım, taslaklarımı hazırladım fakat küçük bir motor kazası geçirdim. İş yerinde de problemler oldu, ondan dolayı geciktik. Her neyse;

Bir önceki bölüm için çok güzel yorumlar aldım. Ayrı ayrı teşekkürlerimi iletiyorum. Bende sizi seviyorum :D Nasıl da hoplattım ama kalbinizi? Bir daha böyle şeyler yapmayacağım. (şüpheli) Bu arada Selami'nin soyadını unuttum, önceki bölümlerde de bulamadım, o yüzden Varol olarak kullanacağım bilginiz olsun.

-Keyifli Okumalar-

:)

☹️

Bölüm Şarkıları;

Yak Gel, Funda Arar

Cry, Cigarettes After Sex

Everything In Its Right Place, Radiohead

Perihelion, Max Richter

Till I Collapse, Eminem

Bir Karanfil, Emir Can İğrek

Gözlerin, Barış Akarsu

Adagio for Strings, Op. 11, Leonard Bernstein

🕊️

LV

Karındaşım, yoldaşım, aynı soluğumu paylaştığım diğer yarım;

Bu mektubu yazarken hayatımda hiç titrememiş olan ellerim, ilk defa hayatın en saf anlarından birine tanıklık ettiği için titriyor. Bugün, sen baba olduğunu öğrendin. Ve ben... her ne kadar dalga geçmiş olsam bile, ben de yıllardır beraber sırtladığımız onca acının içinden ilk defa ışıkla parlayan bir gün gördüm.

Biliyorum, sen bana çoğu zaman büyük gibi görünsen de gözlerinin içindeki çocuk hiç büyümedi. O çocuk, hep gökyüzüne bakan, hep bir yerlerde sevdiği kadını arayan biriydi. Ve işte şimdi, gökyüzü sana bir cevap verdi. Küçücük, minicik, ama koca bir evren taşıyan iki kalbin sesiyle.

Mete;

Biz iki kardeş, kurşunların arasından geçtik, mezarların yanından yürüdük, defalarca kendi hayaletimizi gömdük. Ama bu... Bu başka. Bu, senden çok daha büyük ama senin kadar güzel bir şey. Artık sadece bir komutan, bir savaşçı, bir dost ya da bir kardeş değilsin. Artık bir babasın.

Ve ben seni hiç bu kadar gururla izlememiştim.

Düşünsene, bir gün o minik varlıklar büyüyecek, yürümeyi öğrenecek. Belki bir gün onlara geçmişi anlatırken, "Ben de amcanız Caner gibi dik kafalıydım," diyeceksin. Belki o zaman, birlikte geçirdiğimiz o çocukluk günlerine gülümseyerek döneceksin. Belki o çocukların gözlerinde, bizim hiç yaşayamadığımız bir huzuru göreceksin.

Sen baba olmayı hak eden adamlardansın, Mete. Çünkü sen, canını bile sevdiği kadının hayatı için gözünü kırpmadan ortaya koyan adamlardansın.

Ve biliyorum ki bu yeni hayat, senin içinde yarım kalmış ne varsa tamamlayacak.

Gözlerinden öpüyorum

İkizin, Caner

6 Temmuz 2022 / Şırnak

Yonca Tombik Eşver, Ağzından

"Buyur çiçeğim, istediğin gibi açık."

Kubilay'ın önüme koyduğu karton bardaktaki çaya bakıp gülümsedim. Ellerim istem dışı şişkin karnıma yaslanırken gözlerimi Kubilay'a çevirdim.

"Teşekkür ederim," diye fısıldadığımda Kubilay, yanağımdan küçük bir makas alıp yanımdaki yerine oturdu. Sol eli, karnımın üstündeki eli örttüğünde gülümseyerek dokundu.

"Lafı bile olmaz, çay çekmiş çocuğumun canı. Rize'nin çayı gibi olmasa da tüm Şırnak'ın çayları feda olsun kızıma."

Lara'nın yalancı öksürüğü ile ona baktığımda burun kıvırdı.

"Sırf yanımda kocam yok diye mi yapıyorsunuz bunu bana?" diye sordu. Deniz, sandalyeyi Kubilay'ın yanına çekip oturduğunda omzunu silkti.

"Kubilay'ın her zamanki halleri Lara yenge. Sen aldırma bunlara. Çay iç, iyi gelir."

Lara, burun kıvırarak çaya baktı ama yine de elini karton bardağa uzatıp küçük bir yudum aldı. Derin bir nefes alıp etrafıma bakındım. Koordinasyon merkezinde bizden başka kimse yoktu.

"Kartal abi nereye gitti?" diye sorduğumda Lara, elindeki çayı bırakıp omzunu silkti.

"Bilmiyorum ki. Acil bir telefon geldi, hemen geliyorum, siz de burada bekleyin dedi, gitti."

Kafamı anlayışla salladığım sıra koordinasyon merkezinin kapısı duvara çarpılıp açıldı. Hepimizin başı kapıya doğru çevrildiği sıra Kartal abinin yüzünün bembeyaz kestiğini fark eden ilk Lara olmuştu.

"Kartal, bir sorun mu var?"

Kartal, kapıyı kapatmadan masaya hızlı adımlarla geldi ve ilk önce Lara'ya baktı. Lara, eli yüreğinde ayağa kalkarken kaşlarımın ağırca çatıldığını hissettim. Kötü bir şey olmuştu.

"Alparslan Albay, fenalaşmış."

Yavaşça ayağa kalkmak için hareketlendiğimde Kubilay, kalkmak için yardımcı oldu. Deniz, Kartal abiye bakarken kaşlarını şaşkınlıkla havalandırdı.

"İyi mi peki, neden rahatsızlanmış?"

Kartal abi alt dudağını dişlerinin arasına aldığında gözlerini kapattı. Ellerini masaya yasladığında Lara, hızla onun yanına doğru yürüdü.

"Kartal, neler oluyor artık söyler misin?"

Kartal, kafasını kaldırıp gözlerini açtı ve Lara'ya baktı. Titreyen alt dudağını gördüğüm an parmak uçlarımla masadan destek almak zorunda kaldım.

"Mete şehit düşmüş," dedi sonunda. Sesi çatallandı. "Helikopterle buraya getiriyorlar."

"NE?"

O kelime, odanın içinde patlayıp dört bir yana çarptı. Zaman durdu. Gözlerim dondu. Kalbim durmadı belki ama içimden bir şey sonsuza kadar sustu o an. Gözlerimin önüne zihnime işlenmiş her anı düşerken Kubilay, kafasını iki yana salladı.

"Yine oyun oynuyorlardır?" diye söylendi ama Kartal, kafasını iki yana salladı. Kartal, gözlerini ağırca Lara'ya çevirdiğinde Lara, kalbinin üzerindeki elini yavaşça indirdi.

"Caner?"

Kartal'ın yutkunuşunu duydum.

"Caner ile konuşmaya çıkmıştım, doğruymuş Lara," sesi kısıldı. "Mete, gerçekten şehit olmuş. Eyşan, sürekli bayılmış. Güç bela kendine geldiğinde hastaneden çıkabilmişler."

Kartal'ın söyledikleri kulağımda büyük bir yankı bırakırken ağırca Kubilay'a baktım. Gözleri dolu bir şekilde bana bakarken yavaşça karnıma baktı. Sol gözünden bir damla yaş düşerken gözleri kapandı ve hızla kafasını eğdi. Deniz, yavaşça koltuğa çöktüğünde onun da iki gözü çeşme gibi açılmıştı.

"Olay nasıl olmuş?" diye sordu, Deniz. Kartal, ellerini yasladığı yerden çekip sağ eliyle yüzünü sıvazladı.

"Soramadım Deniz, Caner bile çok kötüydü telefonda."

Lara, ağırca koltuğuna çökerken kafasını iki yana salladı.

"Kolay mı? Kardeşi..." dedi ama dudakları aralı kaldı. Gözlerini her kırptığında bir göz yaşı düştü, yanaklarının hemen üstüne. İnanmak istemiyordum, Mete abi şehit olamazdı. Eyşan abla bunu nasıl kaldırabilirdi?

Sevdiği adamın sahte şehit olduğunu öğrendiğinde bile ne kadar üzülmüştü. Bunu nasıl kaldırıp hayatına devam edebilirdi ki?

Aralı kapıdan bir asker koşarak girdiğinde bütün bakışlarımız oraya çevrildi.

"Helikopter geldi komutanım, altı kişiyi yönlendirdim."

Kartal, Lara'nın yanına geçip koluna girdiğinde hızla Kubilay, elini belime koyup yönlendirmeye başladı. Attığımız her adım sanki hayal dışıymış gibi gerçekleşirken kışlaya inmiş helikopterin sesini işitebiliyorduk. İçimde bir yerden bir şeylerin koptuğunu hissettim. Sanki midemden değil, kalbimin tam ortasından gelen bir sancıyla yürüyordum. Ayaklarım geri dönmek isterken vücudum ilerlemeye mecburdu. Herkes suskundu; helikopterin pervane sesi bile artık bir çığlıktan farksızdı.

Helikopterin döner pervanesi durduğunda kapısı açıldı. Osman, Ahmet ve Bora aşağıya indiklerinde başları öne eğilmişti. Ardından Barış ve Alev indiğinde koşar adım helikoptere doğru yürümeye başladık. Yaklaştıkça üzeri ay yıldızlı bayrağa sarılmış tabutu görebiliyordum. Gözümden akmaya başlayan yaşlar, zihnimdeki sesler karışmaya başladı.

"Timime kadın almayı düşünmüyorum Barış."

Gözlerini bana çevirdi. Çakmak bakışlarına rağmen, dudağının köşesi küçük bir kıvrımla kavislenmişti.

"Ama bir çiçeğe gözüm gibi bakabilirim."

"Mete abi," diye fısıldadığımda karşılıklı oturan Caner ile Eyşan'ı gördüm. Ortalarındaki tabuttan gözlerini alamıyorlardı. Caner, ağırca yüzünü eliyle sıvazlayıp burnunu çekti ve ayağa kalkarak helikopterden indi. Gözleri kan çanağına dönmüş bir şekilde Lara'ya baktı. Helikopterden inmek üzereyken Kartal'ın yönlendirdiği altı asker helikopterin yanına yaklaştı.

Kartal, elini kaldırıp onları durduğu sıra Eyşan abla ayağa kalktı ve tabuta dokunup alt dudağını dişledi. Eyşan abla, başı yerde helikopterin kapısına doğru yaklaştı. Caner, seri bir şekilde aşağıya indiğinde sırtını kapıya döndü. Eyşan abla, Caner'in omzuna tutup aşağıya destek alarak indiğinde yere çökecek gibi oldu. Osman ile Caner, hızla Eyşan'ı tuttuğunda Eyşan abla, hıçkırarak ağlamaya başladı.

Kubilay'a bile o anda sarılmaya utanırken Kubilay, beni kendine çekip yüzümü göğsüne bastırdı.

Utandım.

Eyşan ablanın gözyaşları karşısında teselli arayışına sığınmaktan utandım.

7 Temmuz 2022 / Şırnak

Lara Akman Çakır, Ağzından

Yak Gel, Funda Arar

6 Temmuz 2022 günü, hiç kimse uyumamıştı.

Uyuyamamıştı.

Bir masanın etrafında toplanmamıştık, herkes ayrı bir noktada oturmuştu. Eyşan ile Alev, Cemile ve Ayda farklı bir masada, Osman, Kubilay ve Yonca bir masada, Caner, Barış ve ben bir masada oturmuştuk. Ahmet, Bora ve Kartal, Alparslan Albay ile Hümeyra anneyi çıktığı Hakkâri görevinden almak için gitmişlerdi.

Sabah Şırnak'a vardıklarında, Şırnak'ın etekleri artık yas ile bürünmüştü.

"Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu, Kahraman Bordo Bereli Yüzbaşı Mete Mert Çakır, İran'da icra edilen sınır ötesi bir operasyon sırasında şehit düşmüştür. Aziz şehidimize Allah'tan rahmet, kederli ailesine, silah arkadaşlarına ve yüce milletimize başsağlığı dileriz. Ruhu şad, mekânı cennet olsun."

Mete, şehit olmuştu.

Şimdi ise koluma girmiş Eyşan ile önümüzden ilerleyen altı kişiyi takip ediyorduk.

En önde Bora, Mete'nin fotoğrafını taşıyordu. Caner ile Barış en başta, Ahmet ile Kartal ortada Osman ile Deniz en sonda ay yıldızlı bayrağa sarmalanmış tabutu taşıyorlardı. Alev ile göz göze geldiğimizde önüne döndü ve Eyşan'ın koluna daha sıkı sarıldı. Mete'nin defnedileceği yere vardığımızda tabutu yavaşça mermere indirdiler. Eyşan ile Alev durduğunda adımlarımı durdurdum. Bakışlarım Caner'de sabit kaldı.

Çenesi, hiç olmadığı kadar kasılmıştı. Boynundaki ve alnındaki damar, kendini sıktığı için belirginleşmişti. Ne dün ne de bugün konuşma fırsatımız olmamıştı. Yalnızca giymesi için eline bir siyah gömlek tutuşturduğumda öylece yüzüme bakmıştı. Bayrağı kaldırıp tabutu açtılar ve beyaz kefeni toprağın içine yavaşça bıraktılar.

Bir görevli, elindeki küreği Caner'e doğru uzattığında Caner, göz ucuyla küreğe bakıp gözlerini kırptı. Elini uzatıp aldığında küreği yere sapladı ve düşük omuzlarıyla küreğe aldı ilk toprağı yarığa savurdu. İki kere tekrarlayıp elindeki küreği Bora'ya uzattı. Bora ise elindeki fotoğrafla mermere oturmuş bir şekilde duruyordu. Kafasını iki yana sallayıp kafasını eğdi. Ahmet, küçük adımlarla Caner'e ilerleyip elindeki küreği aldı ve toprakla doldurup devam etti.

Hümeyra anneyi arayan gözlerim odağını bulduğunda gözlerinden akan yaşların nemini fark ettim. Çok sakin olması, bir anneden beklenen bir durum değildi ama o normal bir anne değildi. O, profesyonel olmasına rağmen içinde acısını taşıyan bir anneydi.

Ağırca Eyşan'a baktığımda gözlerinin toprakta olduğunu fark ettim. Onun da yanaklarında, nemi kalmış gözyaşlarının izi vardı. Ellerini karnına yaslamış bir şekilde yavaşça yere çöktü. Alev'de onunla yere çöktüğünde başını yere eğdi ve omuzları titreyerek sessizce ağlamaya başladı.

Caner ile göz göze geldiğimiz sıra, göz ucuyla Eyşan'a baktı. Gözleri iyice kızarmış, alnındaki damar ise daha da belirginleşmişti.

Sevdiğim adam ikizini, Eyşan ise ruhunun eşini kaybetmişti.

Küçük adımlarla Caner'e doğru yürümeye başladığımda Caner, iki adımla yanıma yaklaştı ve saçıma küçük bir öpücük bırakıp sırtını dikleştirdi. Yarık, tamamen toprakla doldurulduğunda Alev, Eyşan'ı çöktüğü yerden kaldırmaya çalıştı. Eyşan, kafasını iki yana salladığında Caner, ona doğru yürüyüp ellerini uzattı ama Eyşan, gözlerini kapatıp açtı ve Caner'e baktı.

"Biraz onunla kalmak istiyorum, lütfen."

Caner, tereddütle Hümeyra anneye baktı. Hümeyra anne, Eyşan'ı çöktüğü yerden kaldırıp koluna girdi.

"Siz gidin oğlum, biz buradayız," dedi.

Caner, kafasını belli belirsiz salladığı sıra Barış, Alev'e yaklaştı. Kafasıyla işaret verirken Alev bir an tereddüt etti ama saygı duyup ayağa kalktı. Eyşan, Ahmet ve Hümeyra anne ile mezarlıkta kalırken Caner ile ben, mezarlıktan ayrılmıştık. Caner, arabayı dağ evine çektiğinde onun ne kadar yıkıldığını anlayabiliyordum.

Omuzlarımın üstüne kaymış baş örtüsünü kenara bırakırken Caner, üzerindeki gömleğin düğmelerini açmaya başladı. Gözleri yere sabitti.

"Ben," dedi yorgun sesiyle, "bir duş alayım."

Üzerindeki siyah gömleği çıkartırken merdivenleri tırmanmaya başladı. Gözlerim onun siluetini kaybolana kadar onda takılı kaldı. Caner, canının yarısını kaybetmişti. Hepimiz, bir dağın gölgesindeyken o dağ şimdi kırılmıştı. Ellerim karnıma yaslandığı an gözlerimi kapattım. Onlarda ikizdi. Tıpkı benim Kartal ile ikiz olduğum gibi...

Şimdi ise Caner, yemeğini, suyunu, oksijenini paylaştığı diğer yarımını kaybetmişti.

Ben, Caner'i nasıl iyileştirebilirdim ki?

Küçük adımlarla merdivenleri tırmanıp odaya çıktım. Gömlek, yukarıya çıkan merdivenin ilk basamağında asılı kalmıştı. Sağlam adımlarımla üst kata çıkmaya başladım. Küvetin olduğu alana geldiğimde Caner, küvetin içinde kollarını dizlerine sarmış bir şekilde, öylece duruyordu. Gözleri iyice kızarmış ve hâlâ ağlamamak için kendini tutuyordu.

Üzerimdeki elbiseyi çıkarıp iç çamaşırlarımla küvetin içine girdiğimde yanına oturdum ve ellerimi yüzüne koyup bana bakmasını sağladım. Gözlerini, sabitlediği duvardan ayırıp gözlerimin içine baktığında derin bir nefes verdim.

"Caner."

Caner'in dudakları titreyerek araladığında yüzü buruştu. Yanaklarını ıslatan yaşlarla hıçkırarak ağlamaya başladığında alnını omzuma yasladı. Ellerim kumrala döndürdüğü saçlarında dolaşırken hıçkırıkları kulaklarımda yankılanıyordu. Gözlerimden akmaya başlayan yaşlarla sırtına sıkıca sarıldığımda kollarını belime dolayıp beni iyice kendine çekti.

"Lara, ben ne yapacağım?" diye sordu, titrek nefeslerinin içinde. "Lara, Mete... Lara, kardeşimi kaybettim ben yapacağım?"

Caner'in sesinde öyle bir acı vardı ki, o an bütün kelimeler benden uzaklaştı. Söyleyebileceğim her şey, ağzımda eriyip yok oldu. Sadece onu tutabildim. Sadece nefesini duyabildim. Ve onunla sessizce yandım.

Bilmiyorum sevgilim, inan ki bende bilmiyorum. Hiç kardeş acısı yaşamadım. Allah'ta kimseye yaşatmasın.

Caner'in elleri belimde kilitlendi. Küvetin içinde zaman durmuştu sanki. Suyun ılıklığı bedenimizi sararken, içimizdeki yangın hiçbir şeyle sönmüyordu. Sadece varlığımızla birbirimize ilaç olabiliyorduk, belki de teselliden çok ölü toprağı gibiydik birbirimize.

Başını hafifçe kaldırdı. Gözleri, bütün acısını ve yasını üzerime bırakmak ister gibi titriyordu. Dudaklarının kenarında yarım kalmış bir cümle vardı.

"Sadece bir kez daha sarılmak isterdim ona," diye mırıldandı. "Sadece bir kez daha 'Caner' desin isterdim. Gözlerimin içine bakarak. Bu kadarına razıydım."

Gözlerini yeniden kapadı. Bu kez daha sakin bir nefes verdi. Başını yine omzuma yasladı. Ne kadar suyun içinde öylece durduk bilmiyordum ama içli nefes alışverişleri normale döndüğünde başını, yasladığı omzumdan kaldırmadan boğazını temizledi.

"Hissetmiş, inanabiliyor musun?" dediğinde saçlarını okşamaya devam ettim. "Bana bir şey olursa Eyşan ve çocuklarım sana emanet, dedi Lara."

Hafifçe ürperdiğimde başını omzumdan kaldırdı. Gözleri yüzümde dolanırken ellerimi eline aldı.

"Hay sikeyim. Ellerin buz gibi olmuş," dedi dişlerini sıkarak, "Daha kendi karıma bile bakamıyorum," yüzü buruştu, küvetin içinde ayağa kalkarak beni kucağına aldı. Seri bir şekilde küvetten çıktığında kenardaki havluya sarmaladı. "Onlara nasıl bakacağım?"

Ellerimi havlunun içinden çıkartıp Caner'in yüzünü avuçladım. Caner, ellerimi yüzünden alıp avuçlarıma öpücüklerini kondururken yeniden hıçkırarak ağlamaya başladı. Dudaklarımın arasından içli bir hıçkırık çıktığında Caner, ağırca dizlerinin üzerine eğilmeye başladı. Onunla yere çöktüğümde beni kucağına alıp iyice kollarıyla sarmaladı.

"Ben," dedi. "Ben sanıyordum ki... ne olursa olsun, ben ayakta kalırım." Gözbebekleri hafifçe titredi. "Ama şimdi... şimdi bir çukura düştüm, Lara. Ve o çukurun dibinde ben değilim. Ben yokum."

Dudaklarıma bir cümle geldi ama yutkundum. Çünkü bazı cümleler yaraya sürülen tuzdu. Ve ben onu daha fazla acıtmak istemiyordum.

"Sen varsın," dedim sonunda, sesim neredeyse bir dua gibiydi. "O çukurun dibinde bile sen varsın. Çünkü hâlâ bana sarılabiliyorsun. Hâlâ 'ben' diyebiliyorsun Caner."

Dudakları hafifçe aralandı.

"Senin yanında parçalanmama izin var mı Lara?" dedi fısıltıyla. "Güçlü olmak istemiyorum."

Ellerimi yanağına yaslayıp dudaklarımı alnıma yasladım.

"Benim yanımda güçlü olmak zorunda değilsin Caner. Ama dışarıya çıktığında güçlü olacaksın. Çünkü artık sorumluluklarından ziyade Mete'ye verdiğin sözlerin var. Caner Cenk Çakır, Mete Mert Çakır'ın beş dakika önce doğmuş abisisin. Benim kalbim, Eyşan'ın ise omuzdaşı olacaksın. Sadece kendin içinde değil, Mete'nin emanetleri ve bizim için nefes alacaksın."

Yutkundum ve boğazımı tırmalayan o sözcükleri fısıldadım.

"İleride çocuklara anlatacaksın mesela. 'Bakın,' diyeceksin, 'sizin bir amcanız vardı. Aslan gibi, mert bir adamdı.' Onu yaşatacaksın, acıya rağmen."

O an gözlerime baktı. Öyle bir bakıştı ki, bir yanımı darmadağın etti. Ağırca gözlerini yumup yanağımdan öptü, bir teşekkür gibi, bir vedaymış gibi. Sonra başını yere eğdi.

"Beni bırakma olur mu?" dedi, sesinde ilk kez yalvarış gibi bir şey vardı. Kollarımı boynuna sarıp sarıldım. Caner, sanki gidecekmişim gibi beni daha çok sarmalayıp yüzünü gerdanıma sakladı.

"Bırakmam sevgilim," dedim. Kaybettiğimiz her şeyin altında, hâlâ sahip olduklarımızı hatırlayarak sadece sarılmaya devam ettik. Çünkü bazı acılar konuşulmazdı. Sadece sevdiğinin tenine sığınılırdı.

7 Temmuz 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

Cry, Cigarettes After Sex

Bazı ölümler, yaşayanların içindeki hayatı da beraberinde götürür.

Bu zamana kadar ölmekten hiç korkmadım. Aldığım her nefes için vereceğim nefes borcum var dedim. Askerdim ben, şehadet şerbetini içerim diye düşünmüştüm. Hayatıma giren, âşık olduğum, varlığıyla güçlendiğim adamın neredeyse ölmesine sebep oluyordum.

Karşımdaki mezar, bunun en büyük şahidiydi.

"Eyşan, gittiler."

Hümeyra annenin sesiyle derin bir nefes alıp kolundan çıktım ve elimi yüzüme sürüp kenarda bizi bekleyen araca doğru yürümeye başladım. Ellerim karnıma sarılıyken Hümeyra anne, arka kapıyı açıp binmem için kenara çekildi. Araca binip sağa doğru kayıp oturması için yer bıraktım. Hümeyra anne de arabaya bindiğinde Ahmet, şoför koltuğuna binip kontağı çevirdi.

Hümeyra anne, Ahmet'e bakıp derin bir nefes aldı.

"Mete'nin durumunda bir gelişme var mı? Aradılar mı?" diye sordu.

Ahmet, burukça gülümseyip dikiz aynasından önce bana, ardından da Hümeyra anneye baktı.

"Haberler iyi kurşunu çıkartmışlar, şu anda uyuyormuş. Yarın sabaha uyanır dediler."

Aldığım nefes, veremeyeceğim kadar yoğundu.

Bir oyunun içine hapsolmuştuk. Bu oyunu tasarlayanda önümüzde oturan Ahmet'ti.

4 Gün Önce

Mete ile odada sarılırken kapı sesiyle birbirimizden ayrılmak zorunda kalmıştık. Mete, gözyaşlarıyla nemlenmiş yüzümü, şefkatli bir şekilde silip önüne döndü.

"Gel!"

Kapı aralandığında derin bir nefes verdim. Ahmet, içeriye girip kapıyı kapattı ve bize doğru yürüyüp masanın önündeki koltuğa oturdu. Kızgın ama bir o kadar da tereddütlü bakışları bana çevrildi ve ardından Mete'ye döndü.

"Sana sabah dediğim şeyi ne çabuk unuttun Mete?"

Kaşlarım hafifçe alnımda büzüşürken Mete'ye baktım. Ahmet, ona sabah ne söylemişti ki? Ahmet, çatık kaşlarını düzeltip kafasını iki yana salladı.

"İyice saldırganlaşmaya başladın Bozkurt, kendine gel. Tamam bir Bozkurt olabilirsin ama ruhunun derinliklerindeki Hekimoğlu'nu unutma, unutturma," diye ekleyip bakışlarını bana çevirdi.

"Yorucu bir zamana giriyoruz. Bora'dan aldığın bilgileri bana vermiştin ya, şu Mimba ile Elias Farouq'un birlikte çalışacağı ile alakalı. Heh, işte o dosyada bir bilgi vardı."

"Ahmet."

Mete'nin Ahmet'e uyarıcı ses tonuyla ismini söylemesi çatık kaşlarımın daha da belirginleşmesine neden olmuştu. Sol elimi kaldırıp Mete'nin omzunu dürttüm.

"Sözünü kesme, anlatmaya devam et Ahmet."

Ahmet, göz ucuyla Mete'ye baktı ve çenesini dikleştirdi.

"Elias Farouq'un büyük bir planı var. Sihaları, askeriyedeki tüm teknolojik aletleri devre dışı bırakan bir mekanizma tasarlanmış. Zamanında ikinizde eline düştüğünüz için, parmak izlerinizi almışlar. Canlı bir şekilde sizin izlerinizle çalışan bir mekanizmadan söz ediyorum ve bir gün sizin ikinizi de alacak olursa o mekanizmayı çalıştırabilecek. Ama eğer biriniz ölürse,"

"Ahmet Kurtuluş!"

Mete, sertçe elini masaya vurduğunda bunu beklemediğim için irkilmiştim. Mete, bir an için bana baktı ve gözlerini kapatıp burnundan sert bir nefes verdi.

"Bu dediğin olmayacak," dedi.

Mete'deki bakışlarımı Ahmet'e çevirdim.

"O halde ikimizden birisi ölürse ya da öldüğüne inanırsa bu mekanizma çalışmayacak?" diye sorarcasına sorguladığım sıra Ahmet, kafasını ağırca salladı.

"Ama biraz riskli, Mete'ye anlattım."

Yeniden Mete'ye baktım.

Mete, "Öldüğümüze inanması için canlı bir kanıt lazım. Onun olduğu bir toprakta vurulma şartı da taşıyor. Bora, Ahmet'e Selçuk'un ona mesaj attığını söylemiş, Ahmet'te, Elias Farouq'un İran'da olduğunu Tuğgenerale söyleyin demiş. Böylece bizi İran'a göndermek zorunda kalacaklar. Ahmet'in de planı şu ki Caffar'a söyleyip ikimizden birini hem bizimkilerin önünde hem de onun olduğu topraklarda öldü diye göstermek," dedi.

Birkaç saniye bekleyip olayın ciddiyetini zihnimde, ihtimalleri ile düşünmeye çalışırken Mete'nin kafasını iki yana sallandı.

"Unut bunu, Eyşan. Aklının ucundan bile geçirme. Sana biraz önce dediklerimi, asıl sen ne çabuk unuttun?" dediğinde gözlerimi kırptım.

"Peki ya ne yapacağız? Caffar ile konuşsak bile bu durum çok riskli. Kendi silahı ile atış yapamaz bu bir. Mete, zaten benim gözlerinin önünde vurulmama katiyen izin vermez-"

"Bunu anlaman güzel."

Mete'nin araya girmesine gözlerimi devirdiğim sıra Ahmet, ellerini dizlerinin üstüne yaslayıp Mete'ye baktı.

"Sen karının ölmesini istemiyorsan, o zaman sen karın için öleceksin. Ölümün sana gelmesine razıymışsın ya."

Dehşetle açılan gözlerimle Mete'ye baktığımda, çenesini germiş bir şekilde Ahmet'i izlediğini fark ettim. Ahmet, bakışlarını Mete'den çekmeden dudaklarını araladı.

"Bizim silahlarımızda olmaz. Kurşunlar ve keskin nişancı tüfeği kayıtsız olmak zorunda, bunu da bir tek Eyşan'ın silahı ile yapabiliriz. Çünkü bir tek Eyşan'ın keskin nişancı silahı kendine ait ve kayıtsız."

Mete ile gözlerimiz kesiştiğinde derince yutkundum. Mete'nin dudakları buruk bir tebessüme büründü.

"Senin silahından çıkan kurşunla vurulmak da varmış be güzelim."

Elimi sertçe omzuna vurdum.

"Salak salak konuşma, ya ölürsen? Ya yanlış bir yerine gelirse kurşun, o zaman biz ne olacağız diye düşündün mü gerizekalı!" Gözleri büyüdü. "Elinin yerine kafanı mı duvara vurdun sen? Olmayan beynin mi hasar aldı da karşıma geçmiş benimle böyle konuşuyorsun?" Mete'nin dudakları şaşkınlıkla aralandı. "Benim kurşunlarımın nasıl bir gücü var biliyor musun sen? Girdiği yerde, saçmalarını bırakıyor. Özel olarak, yalnızca kendim için ürettirdim ben onları. Vücuduna girdiği andan itibaren ilk saniyelerinde nefesini kesiyor. Gelmiş bana senin kurşununla ölmek varmış diyorsun. Ağzından çıkanları ne kendin duyuyorsun ne de beni önemsiyorsun."

"Ahmet gözlerini kapat."

"Ahmet niye gözlerini kapatıyor? Çok mu utandın, ağlayacak mısın seni çocuk gibi azarladığım için he? Bak bir de karşımda dişlerini göstererek gülüyor. Salak herif, kıt beyinli. Bir de benim kocam olacaksın. Ulan baba olacaksın baba, gelmiş burada bana ölü-"

Dudaklarımda hissettiğim dudaklarla konuşmam kesilirken, yanaklarıma yaslanan ellere tutundum. Göz ucuyla Ahmet'e baktığımda arkasını dönmüş bir şekilde koltukta oturduğunu fark ettim. Mete, dudaklarını benimkilerden ayırdığında gözlerindeki parıltıların, gözlerimden akıp ruhumun en diplerini aydınlattığını fark ettim.

Kafasını iki yana sallayıp gülümsemesine devam etti.

"Planı yapıyoruz Ahmet," dedi ve ellerini çekip Ahmet'e baktı. Ahmet, bize doğru döndüğünde ellerim ağırca karnıma yasladı.

"Ne bizimkilerin de babamın bu durumdan haberi olacak. Yalnızca annemin haberi olacak. Çünkü onun askeriyeyle bir ilişkisi yok ve arkamı temizlemekte oldukça ustadır. Caffar'ı arayıp planı ona da anlat. İran'a gittiğimizde Caffar, Eyşan'ın silahını kullanarak beni vuracak," gözlerini bana çevirdi. "Ölmez sağ kalırsam annemin, ilk beni şehit olarak gösterdiği zamanda kaldığımız evde kalacağım. Böylece ne Elias emeline ulaşacak ne de ben, gözlerimin önünde karımın ölüme yaklaşmasını izleyeceğim."

Ahmet, kafasını salladığında ayağa kalktı.

"O halde önce Hümeyra teyze ile konuşup Caffar'ı konferansa alacağım. Siz de bu boşlukta neler yapılacağını konuşup bana haber verin," dedi ve odadan çıktı. Mete'ye baktığımda onun da bakışları bana çevrildi.

"Mete," diye kısık sesle fısıldadım. "Herkes yıkılacak."

Gözleri gözlerimde gezindi.

"Bazı yıkımlar, temeli daha sağlam yapmak içindir. Eğer bana bir şey olur diye de korkuyorsan korkma, bana hiçbir şey olmayacak."

Yanağımın içini dişledim.

"Mete, ya gerçekten ölürsen? Ya Caffar iyi nişan alamazsa?"

Mete, burukça gülümsedi.

"Orasını bilemem ama en azından sana bir şey olmayacak."

Şimdi

Ahmet, Hümeyra anne ile konuştuktan sonra Caffar'ı ikna etme meselesini Hümeyra anneye bırakmıştı. Hümeyra anne, benim keskin nişancı tüfeğini Caffar'a teslim etmiş ve planı işletmeye koymuştu. Mete, gerçekten kalbinin hemen uzağında bir noktasından, Caffar tarafından vurulmuştu.

Kalbi durmuş ve neredeyse ölecekti.

Hümeyra anne, biz dışarıda feryatlar koparırken içeride, Mete'nin durumundan haberdardı. Doktoru ayarlamış olması sayesinde ölmediğini anlayabilmiştim. Bu yaptığımız planın bize nasıl bir sorun teşkil edeceğini bilmiyordum ama ömrümden ömür çaldığının farkındaydım. Ya gerçekten ölseydi? O zaman ben ne yapardım?

Benim biricik sevgilim, ruhumun eşi, canımın içi.

Ömrümüz bir olsun.

Allah'ım ne olur, verdiği son nefes, aldığım son nefesim olsun.

"Şu an için İran'a gitmemiz dikkat çekebilir," diyen Hümeyra annenin sesiyle cama dönmüş bakışlarımı Hümeyra anneye çevirdim. "Caffar, zaten onun yanında. Uyandığında da Şırnak'a transferini yapacak."

Kafamı belli belirsiz salladığımda Hümeyra anne, derin bir iç çekip dizimi sıvazladı.

"Hadi ama kızım sıkma canını, Mete iyi ve daha da iyi olacak. Bunların hepsi sizin ve doğacak çocuklarınızın geleceği için."

Sıkıntılı bir nefes verip bakışlarımı Hümeyra anneye çevirdim.

"Elias, sizce gerçekten de teslim olacak mı?"

"Olacak," dedi Ahmet. "Çünkü artık saldırması için bir gerekçesi kalmadığını düşünecek."

Hümeyra anne, Ahmet'in cümlesiyle kafasını salladı.

"Kesinlikle Ahmet'e katılıyorum. O mekanizmayı çalıştıramayacak olması Elias Farouq'un sonunun geldiğini işaret ediyor. Bu da Elias'ın artık kaçacak noktası kalmadı demek."

Ahmet'in aracı durdurduğunu fark ettiğimde etrafıma baktım. Kışlaya vardığımızı gördüm. Arkasına dönüp bize baktı ve tüm ciddiyetiyle kaşlarını hafifçe çattı.

"Burada sana çok iş düşüyor yenge. Gerek Caner gerekse Bora Mete'nin sahte ölümüyle yıkıldılar. Seni Mete'nin emaneti olarak görüp üzerine düşeceklerdir. Aman diyeyim bir şey çaktırmamaya çalış. Bora'yı ben bir şekilde hallederim ama Caner sende. Keşke Lara yengeye söyleseydik."

Ahmet, bir bakıma Lara'ya söyleme konusunda haklıydı ama ona rağmen kafamı iki yana salladım.

"Mete'nin ilk bu şekil olayında hızla gelip ben üzülmeyeyim diye söylemişti. Bu sefer Caner üzülmesin diye gidip söyleyebilir. Bu riski alamazdık."

Ahmet, düşünceli bir şekilde kafasını salladı ve önüne döndü.

"Peki, Bora?" diye sordu, düşünce karışmış ses tonuyla. Yeniden kafamı iki yana salladım.

"Mete, nasıl benim vurulmama karşı çıktıysa Bora'da aynı şekilde karşı çıkardı Ahmet. Böyle bir oyun oynamamıza asla izin vermezdi. Kimse sevdiği insanın gözleri önünde can çekişmesini istemez."

Sen izledin ama?

İç sesimle yutkunmaya zorlandım. Buna mecbur olmuştum biliyordum ama iç sesim sonuna kadar haklıydı.

"Tuğgeneral Fikret Yıldırım'a bilgiyi verdim. Onun her şeyden haberi var."

Hümeyra anneye bakıp onaylarcasına kafamı salladım.

"İyi yapmışsınız. Sonuçta bir mezar açıldı ve içerisine gerçek bir beden kondu. Sahipsiz olsa bile, vatanın emaneti, son yolculuğuna uğurlandı."

Hümeyra anne, dudaklarını büzüp elini ağırca karnıma yasladı.

"Sizde artık daha dikkatli olun yavrucuğum. Yanında Mete yok ama bizim çocuklar seni gözlerinin önünden ayırmazlar."

Biliyordum.

Ve bu bana acıdan başka bir şey vermiyordu.

Kafamı sallayıp araçtan indim ve kapıyı kapatıp ellerimi ceplerime soktum. Yavaş adımlarla askeriyeye doğru ilerledim. Üzerime gelen duvarlardan sıyrılıp yatakhane koridorunu arşınladım. Mete ile bize ait olan odamıza girip kapıyı kilitledim ve yatağa doğru yaklaştım. Yatağa oturup ayakkabılarımı çıkarttım, yatağa uzandım. Mete'nin başını koyduğu, kokusunu bıraktığı yastığa sarılıp gözlerimi duvara sabitledim.

3 Gün Önce

Benliğim uyku ve uyanıklık arasındaki arafta süzülürken kapıdan gelen tıkırtılara gözümü açtım. Komodinin üzerinde yanan lambaya nazaran odada bir loşluk vardı. Omzumun üzerinden odanın içine baktığımda Mete'nin, üzerindeki gömleğinin düğmelerini açtığını gördüm. Gözleri, üzerindeki gömlekten çekilip gözlerimi bulduğunda loş ışığa rağmen bakışlarındaki şefkati gördüm.

"Uyandırdım mı yavrum?" diye sordu. Sesi hafif çakırkeyif olduğunu belli ediyordu. Sırt üstü dönüp kafamı iki yana salladığımda, üzerindeki gömleği omuzlarından sıyırdı ve elinde küçük bir top yapıp kirli sepetine bıraktı. Altındaki pantolonun kemerini açıp banyoya doğru yürüdü.

Caner ile konuşması gerektiğini söyleyip birkaç saatliğine Lara ile vakit geçirmemi söylemişti. Soran olursa da 'Lara ile kız kıza vakit geçireceğini söylersin,' demişti. Demek ki Caner ile bir şeyler içmeye gitmişti.

Banyodan gelen su sesi kesildiğinde banyodan odaya geçti. Artık üzerinde yalnızca boxerı vardı. Yatağa yaklaşıp yanıma uzandığında bedenini bana doğru döndürdü. Alnıma derince bir öpücük kondurduğunda dudaklarından naneli nefesi burnuma nüksetti.

"Teşekkür ederim," diye usulca fısıldadı.

Hafifçe kıkırdayıp bedenimi ona döndürdüm. Aramızda kalan karnıma bakıp yeniden gözlerimin içine baktı. Su köpüğüne dönmüş gözleri, gözlerimde gezinirken kaşlarımı alnıma doğru yükselttim.

"Ne için teşekkür ediyorsun ki? Caner ile vakit geçirmek istediğini söyledin sadece?"

Mete, kafasını iki yana sallayıp sol elini boynumun altından geçirdi. Sağ elini ise belimin üzerine koyup burnunu burnuma sürttü. Başım omzuna yaslanırken gözleri, gözlerimde gezindi.

"Seni, Caner'e emanet ettim Eyşan. Ondan bir söz almam gerekliydi. Eğer bana bir şey olursa ömrünün sonuna kadar seni koruyacağına söz aldım."

Gözlerimin dolmasına engel olamadım. Kafamı hızla iki yana salladım.

"Sana bir şey olmayacak. Duydun mu? Her an vazgeçebilirim Mete. Sana bir şey olmasını istemiyorum. Bunu kaldıramam."

Gözümden akan yaşlar ile Mete, dudaklarını yanağıma bastırdı. İçimdeki korku arttı. Ellerim, gözyaşlarıyla yeniden nemlenmiş yanaklarına yaslandı. Burnunu kulağıma doğru sürükleyip derin bir nefes aldı.

"Başımıza nelerin geleceğini bilmiyoruz Eyşan. Olurda gerçekten şehit olursam-"

Cümlesini bitirmesine izin vermeden yüzümü çevirip dudaklarımı dudaklarına bastırdım ve Mete'yi susturdum. Öpmüyordum, yalnızca bastırıyordum.

"Lütfen Mete, lütfen bana bunu yapma," diye acıyla inlediğimde Mete, burnundan sert bir soluk çekti.

"Benimle ruhunu paylaş, sonmuş gibi dokunayım sana. İzin ver, bu gecenin sabahı olmasın Eyşan."

Sesi titriyordu. İçindeki yangını dizginlemek ister gibi konuşuyordu ama kelimeler, boğazından çıkan her hece, derin bir vedanın izini taşıyordu. Belimdeki elini çekip yüzüme dokundu. Parmakları titrekti, sanki her dokunuşunda ezberlediği bir hayali silmekten korkuyordu.

"İçimi siken bu histen nefret ediyorum," dedi hıçkırarak. "Ama eğer bu benim son gecemse, seni son kez hissetmek istiyorum. Gerçek olduğunu, yaşadığımı anlamak için..."

Gözlerimi kapadım. İçimde bir şey paramparça oldu. Sessizce değil; içimi yırtarak, kaburgalarımı sarsarak... Dudaklarımı onun dudaklarından ayırdım, yanağından süzülen gözyaşlarını tek tek öptüm. Damağımda yayılan tuzlu sıvıyla dudaklarımı ıslatıp dudaklarına kenetlendim.

Mete, başparmağıyla boynumla yanağım arasındaki o hassas noktayı okşarken, bütün bedenim onun dokunuşunda titredi. O an kalbimin atışını değil, parçalanışını duydum. Mete, beni öpmeye başladı. Öyle bir öpüştü ki bir yangının içinde son kez nefes almak gibiydi.

Hasret vardı içinde, bizi yıllarca ayırmış gibi.

Veda vardı, sanki birazdan ellerimden kayıp gidecekmiş gibi.

Acı vardı, ona ait her duyguyu içime saplayan bir bıçak gibi.

Ve öfke vardı.

Kaderin bizi böyle bir gecede, böyle bir ihtimalle baş başa bırakmasına duyulan hiddeti gibi. Ellerim, yüzünü kavradı. Bir an olsun kopmak istemedim. Zaman durmuştu. Gökyüzü susmuştu. Birbirimizin ruhunda son kez var oluyormuşçasına dokunmaya başladık birbirimize.

Önce parmak uçlarım, onun yüz kemiklerini izledi. Sanki yolumu kaybedersem, onu yeniden bulmak için ezberlemem gereken bir haritaydı. Nefeslenmek için dudaklarımız ayrıldığında alnımı alnına yasladım. Gözlerinden bir damla yaş, dudağıma düştü. Islak. Sıcak. Kırık.

Göğsüme kapandı sonra. Başını kalbime yasladı. Ve orada, içimde taşıdığım her şeyi duyar gibi sustu. Parmakları boğazımdan köprücük kemiğime, oradan omzuma aktı. Titrekti. Korkak değil ama hassastı. Sanki dokunduğu her yer, çatlamış bir cammış gibi bir histeydi.

Ben, onun boynuna dudaklarımı bastırdım. Teninin tuzuyla gözyaşının acısı karışıyordu. Birbirimize sarılmıyorduk artık, birbirimize tutunuyorduk. Boğulan iki insan gibiydik. Birinin nefesi, diğerinin kurtuluşu olacaktı.

"Eğer sabahı görürsem-" dedi fısıltıyla.

"Göreceksin," dedim hemen. Hızlı, öfkeli.

"Göreceksin, çünkü ben sana sabahı zorla getireceğim Mete. Gerekirse geceden çalarak sana-"

Ama o, sözümü bitirmeme izin vermedi. Dudaklarıma kapandı. Sağ eliyle omzumdan hafifçe yatağa bastırdı. Sırt üstü döndüğüm sıra askısı düşmüş geceliğimi aşağıya doğru çekiştirdi. Ellerim sırtında gezindi, parmak uçlarım omurgasını izledi. Dudakları köprücük kemiğime yaslanırken ağlamaya başladı. Yüksek sesle değildi ama içini sarsan, göğsünü daraltan bir ağlayıştı bu.

"Ben hiç böyle sevilmedim," dedi, "Hiç kimseye böyle dokunmadım..."

İçli nefesler çekerek elimi saçlarına daldırıp yüzüme doğru çekiştirdim. Mete, kolaylıkla yüzümü yüzüne eşitlerken dudaklarını gözyaşlarımla ıslatıp yeniden dudaklarıma yapıştı. Kalbim duracak gibiydi. Her dokunuşunda içimde başka bir kapı aralanıyordu. Sanki acının, arzuya dönüştüğü o sınırdaydık.

Sağ eli, omzumdan süzüldü. Geceliğimin askısını yeniden yakalayıp biraz daha indirdi. Kumaş, sol göğsümün üstünden aşağıya kayarken ben nefesimi tuttum. Mete, başını eğip göğüs boşluğuma yaklaştı. Burnunu, göğüs kafesimin hemen altına, o yumuşak ve kırılgan noktaya sürdü. Tenim ürperdi. Ama bu üşümekten değil; onun dokunuşunda gizlenen her kırgın duygunun içimi alev gibi sarmasındandı.

Islak, titrek bir öpücük bıraktı. Göğsüm, onun soluğunda kıpır kıpır olurken, bir elini karnıma yerleştirdi. Avucu, sıcak ve nazikti. Geceliğimin altından parmakları yavaşça yukarı doğru süzüldü. Şişkin karnımdan, kaburgalarımın kıvrımına kadar, geceliği yavaşça yukarı sıyırdı. Göğüslerimin altına kadar çekti kumaşı ama acele etmiyordu. Sanki her santimde bir dua ediyordu içinden.

Sanki bir savaştan sağ çıkan bir adam gibi, taparcasına dokunuyordu bana.

Gözlerimi açtım. Onu izledim. Yüzüme değil, karnımda taşıdığım geleceklerimize bakıyordu.

"Mete..." dedim boğuk bir sesle.

Başını kaldırdı. Gözlerinde ne istek vardı ne de sabırsızlık. Sadece bir hayranlık taşıyordu. Derinlerinde ise tarifsiz bir şefkat barındırıyordu.

"Bu zamana kadar her konuda savaştım, kazandım," dedi, "Ama bir tek sende yenildim."

Dudakları yeniden eğildi. Bu kez göğsümün kenarına, kalbimin çırpındığı yere kondu. İçimdeki bütün direnç çözüldü. Bir kadın değil, bir asker değil, sadece ondan başka hiçbir şeyi istemeyen, hiçbir savaşı umursamayan biri oldum. Tüm gece boyunca, birbirimize her dokunduğumuzda, içimizden bir parça daha sökülüyordu. Mete, bedenimi yeniden ve yine ona ait kıldığında bizim için bir zamana değil, bir sonsuzluğa dönüştü. Yorgun başı karnıma yaslanırken elleri belimde uyuyakaldı.

Kalbim, delice ve kontrolsüzce atmaya devam ediyordu. Atmıyor, çarpıyordu. Her çarpışında boğazıma bir sıcaklık tırmanıyor, göğsüm genişliyordu. Sanki bütün vücudum, "yaşasın" diye bağırıyordu.

Yaşasın, yaşasın, yaşasın...

Gözlerimi kapattım, kulaklarımda yalnızca onun nefesini duydum. Her inişinde biraz daha sakinleşiyor, her çıkışında biraz daha bana ait oluyordu. Bizim sessizliğimiz ise kelimelerden daha gürültülüydü. Ve kalbim, durmadan, inatla, meydan okurcasına çarpıyordu.

Yaşasın... Çünkü bu an, ömrümün en diri anı.

Yaşasın... Çünkü yarın gelse bile, biz bu gecede kalacağız.

Şimdi

Yaşıyordu ama ben yarımdım.

Yastığa burnumu gömüp hıçkırıklarımı bastırmaya çalıştım, ama içimdeki sızı her nefeste biraz daha büyüyordu. Dizlerimi karnıma çekip kendime sığınmak istedim; sanki böyle yaparsam parçalarım bir arada kalacaktı. Bir elimle karnımı tutuyor, diğer elimle yastığı göğsüme bastırıyordum. Onun kokusu ciğerlerime doluyor, her doluşunda bir bıçak gibi içimi deşiyordu. Gözyaşlarım yastığı ıslatırken, sanki o ıslaklık sadece gözlerimden değil, içimdeki bütün yarıklardan akıyordu.

Bedenim onunla doluydu, ruhum ise ondan yoksundu. Ve ben, ikisinin ortasında paramparça duruyordum. Bütün dünya varlığını sürdürürken, ben sessizce yok oluyordum.

7 Temmuz 2022 / İran

Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından

Everything In Its Right Place, Radiohead

Hava, gün batımının ardından hâlâ sıcaklığını koruyordu. Ufukta turuncu ile morun birbirine karıştığı bir perde asılıydı. Yavaş yavaş yaklaşan gece, şehri ağır adımlarla teslim alırken, sokak lambalarının solgun ışıkları birer birer yanıyordu. Toz, akşam esintisinde hafifçe savruluyor; yerdeki çatlak kaldırım taşlarının arasına doluyordu.

Gecekondunun içerisi, günlerdir süren bir kavganın ardından bırakılmış izlenimi veriyordu. Duvarda asılı mantar panodaki notların bazıları, sökülüp uçlarından sarkmış; bazıları yırtılıp yere düşmüştü. Eski halının üzerinde, loş ışıkta parıldayan cam kırıkları sessizce yatıyordu. Odadaki tek ışık, masanın üzerindeki lambadan yayılıyor; gölgeler, duvarlarda kıpır kıpır geziniyordu.

Elias Farouq, o sarımsı ışığın altında tablete bakıyordu. Parmak uçları cihazın kenarına sabitlenmiş, bakışları ekranın derinliklerine gömülmüştü.

"Neden her seferinde işime çomak sokuyorsunuz?"

Sesi, bir buzdağının çatlayarak denize karıştığı an kadar sakin ama derinden gelen bir tehdit taşıyordu. Kafasını iki yana sallayarak elindeki tableti bıraktı.

"Kâmil!"

Odanın kapısı aralandığında, saçı sakalı birbirine karışmış, üzerindeki şalvar ve çizgili gömleğiyle bir adam girdi. Hislerini kaybetmiş bakışlarıyla Elias Farouq'a baktı.

"Beka da'awtani ya Elias?" (Bana mı seslendin Elias?)

Elias Farouq, sağ gözü titrerken omzunun üzerinden kapıya baktı.

"Hal hunaak ahad huna ismuhu Kâmil ghayruk, ya ghabi!" (Senden başka burada Kâmil diye birisi mi var aptal!)

Kâmil dediği kişi, elini önünde bağlayıp başını eğdiğinde Elias kafasını sola doğru çevirdi.

"Bir de bu adamlarla ülke kurmayı düşünüyorum," diye söylenip yeniden Kamil'e döndü.

"Hal huna akhbar min Mimba?" (Mimba'dan haber var mı?)

Kâmil, başını eğdiği yerden kaldırmadan iki yana salladı.

"Hayır," dedi Arapça. Elias Farouq, arkasına yaslanıp gözlerini devirdi.

"Peki Güvercin Timinden bir haber var mı? Adamlar burnumuz dibine kadar geldi, elim kolum bağlı kaldım, hiçbir şey yapamıyorum," diye söylendiği sıra Kâmil, gülümseyerek kafasını kaldırdı. Çürük dişlerini göstererek sırıtmaya devam etti.

"Kara haber tez duyulur beyim. Güvercin Timinden bir asker dün şehit olmuş. Lakabı Bozkurtmuş. Adı, Mete Mert Çakır. Apar topar İran'dan şehitlerini Şırnak'a geri götürmüşler. Şu an hiçbiri İran'da değil."

Elias Farouq'un yüzündeki tüm mimikler dondu. Ağırca kaşları çatılmaya başladığında yüzü sinirle buruştu.

"Ne dedin sen?"

Kâmil, gülerek cevapladı.

"Ölmüş dedim beyim," dedi Arapça. "Bizden bulmasa bile bir başka birinden bulmuş belasını."

Elias Farouq'un gözleri irileştiğinde çenesi kasıldı. Ayağa bir hışımla kalkıp adamın yakalarından tuttu ve duvara bastırdı.

"Ya kalb!" (Ulan it)

Kamil'in yüzündeki sırıtış anında korkuya çevrildi.

"Ben aylardan beri ne ile uğraşıyorum lan! O iki yüzbaşıya gün yüzünü dar etmek için kendimi kapattım buraya! Yaptığım mekanizma o olmadan çalışmayacak göt herif! Bir de gelmiş karşımda pişkince gülüyor musun lan sen?"

Odanın havası ağırlaşmıştı. Dışarıdaki gece, içerideki gerilimle yarışıyordu. Elias'ın gözlerindeki ateş, sanki bütün bu karanlığı yakacak gibiydi. Kâmil, irileşen gözleriyle Elias'a bakarken dilini yutmuş gibi davranıyordu. Elias, Kamil'in yakalarından tutarak kendine doğru çekti ve kapıya doğru ittirdi.

"Siktir git lan, gözüm görmesin seni!" diye bağırdı. Kâmil, kaçarcasına odadan çıktığında Elias'ın gözleri, odanın içini hararetli bir şekilde dolaştı. Elleriyle saçlarını kavradı, parmakları arasında hafifçe çekiştirdi. Masadaki lambayı sertçe itti; ışık yanarken hafifçe titredi. Tableti yere fırlattı, cihaz çarpıp çatladı.

"Bıktım artık!" diye bağırdı, sesi odanın duvarlarında yankılandı. Sandalyeyi geriye doğru savurup yere devirdi. Masanın üzerindekileri birer birer savurdu; kalemler, kağıtlar, küçük eşyalar yere düştü, etrafa saçıldı.

"Tam her şeyi bitirecekken nasıl olurda şehit düşer!" diye bir kez daha bağırıp masayı tuttu ve sol tarafa doğru savurdu. Yere yığılan dosyalara sertçe tekme attı, odanın soğuk duvarları arasında yankılanan öfkesiyle doldu taştı. Ellerini saçlarına geçirip yere çöktü. Dizleri yerdeki kağıtların üzerine yaslanırken sırtı kambur bir şekilde kaldı.

Yolun sonu Elias. Artık pes et.

Elias Farouq, iç sesiyle kafasını delirmişçesine iki yana sallamaya başladı. Gözlerinden akan yaşlar kafasını sallamasıyla yanaklarına düşerken 'Hayır,' diye fısıldadı.

"Pes edemem Rojin."

Gözlerini kapatıp yere, evrakların üzerine uzandı. Yerde cenin pozisyonu alıp ellerini omuzlarına yaslayıp, kendine sarılırmışçasına sıkıca sardı. Bir öne bir arkaya giderken bedeni geçmemiş öfkesinden dolayı hâlâ titriyordu. Derin bir nefes aldı ve ağırca bıraktı. İçindeki fırtına, dışarıya vurdukça biraz olsun hafiflemiş gibi görünse de ruhunun derinliklerinde sarsıcı bir boşluk açıyordu.

"Yeniden başlayacağım," dedi kararlılıkla, "Bu sefer hata yok. Bu sefer kazanan ben olacağım."

Uzun bir süre sonra yavaşça doğruldu, ellerini yere bastı ve titreyen vücudunu toparlamaya çalıştı. Masaya doğru süründü, parçalanmış tabletin kırık camlarına baktı; orada, dağılmış planlarının parçaları gibi duruyordu. Kafasını odanın kapısına çevirdi ve sarsak adımlarla kapıya ilerledi.

Kapıyı açtığında Kâmil, kapının önünde duruyordu. Bakışları kesiştiği an Elias Farouq, dudaklarını araladı.

"Adamları güvenli yerlere dağıt, sende ortalıktan kaybol," dedi ve arkasına döndü. Kâmil, bir adım yaklaşıp Elias'ın tam kapatacağı kapıyı tuttu.

"Sen ne yapacaksın beyim?" diye sordu.

Elias Farouq, Kamil'e baktı.

"Beni almalarını bekleyeceğim," dedi.

Kapı kapandı.

8 Temmuz 2022 / Şırnak

Yazar, Ağzından

Perihelion, Max Richter

Sabahın ilk ışıkları, yorgun bir gecenin küllerinden doğan altın renkli bir ihtişamla dağın arkasından usulca yükseliyordu. Güneş, sanki utangaç bir çocuk gibi, önce ışıklarını yamaçların üzerinden süzdü; sonra ağır ağır, tüm varlığıyla ufka asıldı. Dağın eteklerindeki taşlar bile o an, gölgelerinin boyunu kısaltan bu sıcak kucaklamaya sessizce teslim oldu.

Eyşan, ahşap bankta oturuyordu. Omuzlarına değen sabah serinliği, tenine incecik bir örtü gibi sarılmış, dudaklarının kenarına fark edilmez bir titreme bırakmıştı. Gözleri uzaklarda, sabahın kızıl ve amber tonlarının gökyüzünde birbirine karıştığı o büyülü çizgideydi. Nefesini derin ve usulca çekiyor, içine dolan o temiz, dağ kokulu havayla beraber bütün gece birikmiş düşüncelerini de arındırmaya çalışıyordu.

Kahverengi gözlerine düşen güneş, taze sürülmüş toprağın üstünde gezinip her zerresine altın tozu serpen bir sabah ışığı gibiydi. O derin bakışlarda, dağ yağmurlarının ardından toprağın koyulaşan rengi, ıslandıkça canlanan o bereketli koku saklıydı. Her ışık kırıntısı, bakışlarının derinliklerinde filizlenecek bir tohum gibi yer buluyor, sanki uzun bir kışın ardından baharın ilk nefesini orada, o kahverenginin içinde alıyordu.

Rüzgâr, vadi boyunca esip gelen taze ot kokusunu saçlarının arasına dolarken, sessizlik öyle bir sessizlikti ki, insanın yüreğine ağır ama huzurlu bir taş bırakıyordu. O an dünya, bir anlığına duruyor gibiydi; yalnızca güneş, Eyşan'ın yüzünde yavaşça gezinen sıcak bir parmak gibi yükseliyordu.

Eyşan, oturduğu yerden dağların kıvrımlarına baktı; her taşın, her gölgenin, her kuşun kanat çırpışının ona bir hikâye fısıldadığına inanmak istiyordu. Fakat o sabah, hikâyeler sessizdi. Yalnızca güneş konuşuyordu; altın renkli dilinde "yeniden başla" diyen sessiz bir çağrı vardı.

Adım seslerini işittiğinde kulakları kabardı ve gözlerini bir kez kırptı. Başını ağırca sağ omzuna doğru çevirdi. Göz ucuyla gelen kişiye baktığında Bora'nın olduğunu gördü. Omuzlarını yükselten bir nefes alıp yeniden önündeki manzarasına döndü.

Bora, koca heybetiyle bankın ucuna çöktü; oturuşuyla bile ahşap hafifçe gıcırdadı. Gözleri hâlâ karşıdaki dağlara kilitlenmiş olan Eyşan, başını yavaşça çevirip ona baktığında, Bora'nın kehribar gözlerinin kıpkırmızı olduğunu gördü. Renkleri, güneşin ışığında dahi solmamış; ağlamaktan iyice belirginleşmişti. Kirpiklerinin diplerinde hâlâ kurumamış yaş izleri vardı.

O an Eyşan, Bora'nın o iri ve dimdik duruşunun ardında saklanamayan bir yıkımın titreşimini hissetti. Sesini çıkarmadı ama gözleri her şeyi söylüyordu: Mete'yi kaybettiklerine inanmıştı. Ve bu inanç, bütün heybetinin altındaki kalbi lime lime etmişti.

Gözleri, Bora'nın kehribarında saklı o kızıllığa takılıp kaldı. O kızıllık, yalnızca ağlamanın değil, kaybetme korkusunun, kabullenemediği bir ihtimalin ve boğazda düğümlenen binlerce kelimenin yankısıydı. Eyşan, bu bakışlarda kendi sessiz çığlığını da gördü.

Gözlerini yeniden ufka çevirdi. Güneş yükseliyordu ama içlerinden geçen zaman hâlâ bir gece kadar karanlıktı.

Bora, derin bir nefes alarak gözlerini Eyşan'dan ayırdı ve o da dağlara bakmaya başladı.

"Yıl 25 Aralık 2015," dedi Bora. O an Eyşan, yeniden Bora'ya baktı ama Bora, ona bakmadı. Kollarını göğsünde bağlayıp çenesini kaldırdı ve burukça gülümseyip devam etti.

"Ankara'da bir at çiftliği vardı. Yeni yılın gelişini kutlamak için dört kişi oraya gitmiştik. Barış, Caner, ben ve Mete. Bir ateş yakıp etrafında toplanmıştık. 2016'nın bize ne kadar zorlu geleceğini düşündüğümüzden dolayı, bunu fırsata çevirip son kez kafa dinleriz demiştik. Hepimiz o gece dört kişiydik ama biri hep iki kişiydi," dedi.

Bora, dolan gözlerini kapattı. Sol yanağına düşen yaşı Eyşan gördü.

"O hep seni sevdi Eyşan. Her saniye, her dakika, her saat, her ay, her yıl... Bir an bile olsa seni dilinden düşürmezdi. Düşüncelerinden ayırmazdı. Çok dalga geçtim onunla. Bir orduyu yöneten adam, nasıl olur da bir kadına bağlı kalır diye çok söylendim. Zaman geçtikçe onu daha iyi anladım."

Gözlerini açıp Eyşan'a baktı ve başını kendi omzuna doğru eğdi.

"Onun vatanı sendin. Senin uğruna can alıp, senin uğruna can verebilecek bir insandı o. Kaderinde seninle olmak varmış ki son nefesini bile senin gözlerinin içine bakarken verdi."

Eyşan, o an yüzünü buruşturarak sola doğru kafasını çevirdi. Boğazını tırmalayan bir hıçkırık koptuğunda ellerini yüzüne yasladı. Bora, kafasını eğdiğinde iki yana salladı.

"Bunları seni üzmek için söylemiyorum yenge," diye güçlükle fısıldadı, Bora. Eyşan, ellerini yüzünden çekti ve derin bir nefes alıp Bora'ya baktı. Bora, ağlamasına rağmen kinle dolmuş gözleriyle Eyşan'a bakmaya devam etti.

"Ona bunu yapanların kim olduğunu bulmak lazım. Senin sevdiğin adamı, Caner'in ikizini, benim ise sırtımı yasladığım dağımı aldılar. Kanı yerde kalmamalı."

Bora'nın son sözleri, Eyşan'ın göğsüne saplanan soğuk ve ağır bir hançer gibiydi. Gözlerindeki yaş, öfkesinin ateşini söndüremiyordu. Eyşan, bakışlarını ondan ayırmadan derin bir nefes aldı; nefesi, sanki göğsünde sıkışmış tüm acıyı ve kararlılığı aynı anda taşıyordu.

O an, sabahın sessizliği dağların ardında yankılanan görünmez bir yeminle bozuldu. Güneş, artık sadece dağların doruklarını değil, Eyşan'ın kahverengi gözlerindeki toprak kokulu öfkeyi de aydınlatıyordu.

"Hayalet Ekibi ile Güvercin Timini birlikte çalıştıracağım Bora. İki ekip, Elias Farouq'un olduğu ine inecek ve bana intikamımı getirecek."

Bora, çenesini kaldırıp kafasını salladığında burnunu çekti ve elinin tersiyle göz yaşlarını sildi. Eyşan'ın gözlerine bakarken bir anlığına yeniden gözleri doldu ve kafasını sağa çevirdi.

"Ulan," dedi buruşan yüzüyle. Yaşlar yeniden dökülmeye başladığında Bora, hafifçe hıçkırmaya başlamıştı. "Sen ruhunun eşini kaybettin ama ben Mete'yi kaybettim Eyşan. Çok özür dilerim ama ben de kardeşimi kaybettim. İçim içime sığmıyor. Abimden sonra Mete'yi kaybetmek çok koydu bana."

Eyşan, ağırca elini kaldırdı ve Bora'nın omzuna koydu.

Bora, "Bir insan, kaç kere ailesini kaybeder?" diye sordu ve kafasını iki yana sallayıp hızla banktan kalkıp Eyşan'ın yanından uzaklaştı. Eyşan, uzaklaşan Bora'nın sırtına bakarken yüzünü buruşturdu ve kafasını iki yana salladı.

"Özür dilerim Bora," diye fısıldadı. "Hiç saymadım."

Eyşan'ın fısıltısı dudaklarından dökülürken, Bora çoktan ufuk çizgisinin bir parçası olmuştu. Sabahın serinliği, bankta tek başına kalan Eyşan'ın omuzlarına daha ağır çöktü.

8 Temmuz 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

Till I Collapse, Eminem

Aynanın karşısında duruyordum.

Üniformalarım vücuduma oturmuş, her dikişi ve her apoletiyle beni bir görev bekçisine dönüştürüyordu. Ellerimin arasında tuttuğum bordo bereyi, sol omzumdaki apoletin altına sıkıştırırken nefesim istemsizce hızlandı. Parmağım bereyi hafifçe bastırırken; soğuk kumaşı, bana hem ağırlığını hem de sorumluluğunu hatırlatıyordu.

Gözlerim, demir dolabın üzerinde asılı duran Mete'nin üniformasında geziniyordu. Kumaşın çizgileri, apoletlerin parlaklığı, her bir düğme sanki onun her hareketini, her kararını, her anını bana fısıldıyordu. O üniforma hâlâ sıcak bir anıyı taşır gibi; ama aynı zamanda kaybın, özlemin ve içimdeki boşluğun da simgesiydi.

Elim hafifçe titredi ama bakışlarım ondan ayrılmadı. Bu üniforma, sadece bir kumaş parçası değil; onun geride bıraktığı cesaretin, kararlılığın ve bana olan bağlılığın yansımasıydı. Bir an için kendimi onun yanında gibi hissettim; nefes alışı, duruşu, hatta sessizliğinin ağırlığı bile önümde duruyordu.

Bakışlarım ağırca aynaya çevrildiğinde çenemi dikleştirip sağ göğsümün üzerinde yazan soyadına baktım. 'Çakır' soyadını taşıyor olmam, yaşadığımın en büyük simgesiydi ve ben, bu soyadın sahibi olan Mete Mert Çakır için, her şeyi göze alabilirdim. Ellerimi karnıma yaslayıp burukça gülümsedim. Sadece soyadını değil, çocuklarını da taşıyor olmam, benim kanımın daha da güçlü kalmasına neden oluyordu.

Aynadaki yansıma yalnızca artık sadece benim değil, onun da yansımasıydı.

Hızla odanın kapısına ilerleyip yatakhaneyi terk ettim. Yaklaşık on beş dakika önce Ahmet'ten Hayalet Ekibini ve Güvercin Timini koordinasyon merkezinde toplamasını istemiştim. Hümeyra anne, Alparslan babanın iyi olduğuna emin olmuş ve İran'a, Mete'nin yanına gitmişti. Ama herkes onu Hakkari'ye gitti sanıyordu.

Her şey kusursuzca planlanmış bir plandı ve her biri, Elias Farouq'un sonunu getirecekti.

Koordinasyon merkezinin önüne vardığımda kapıyı açıp içeriye girdim. İçerideki herkesin bakışları bana çevrildiği sıra kapıyı kapatıp masaya doğru ilerledim.

Alparslan Albay, her seferinde olduğu gibi en baştaki sandalyeye oturmuştu ama çökmüştü. Caner, onun hemen sağında, ayakta duruyordu. Üzerinde siyah gömleği vardı, tamamen siyahlara bürünmüştü. Gördüğüm saç detayı ile neredeyse duraksayacaktım.

Caner, yeniden saçlarını siyaha boyatmıştı.

Lara'nın hemen yanındaki boşluğa oturup arkama yaslandığımda Osman, uzakta kalan suyu önüme doğru yaklaştırdı. Hayalet Ekibi, Güvercin Timi üyeleriyle karışık oturmuştu. Bizimkilerin yüzü açıkken onların yüzündeki maskeler duruyordu. Ağırca suyuma uzanıp şişeyi açtım ve bir yudum alıp bıraktım.

Alparslan Albay, "Hepiniz neden buraya toplandığımızın farkındasınız," diye söz başladığında bakışlarım yanında duran Bora'ya çevrildi. Bora, elindeki evrakları Hayalet Ekibinin ve Güvercin Timinin önüne dağıtmaya başladığında Caner'e baktım. Ellerini arkasında bağlamış bir şekilde dururken bakışlarım karnının yanlarına doğru giden silahlarda takılı kaldı. Biri kendine aitken diğer silah, Mete'ye aitti.

Seni Caner'e emanet ettim Eyşan.

Mete'nin zihnimde dolaşan cümlesiyle gözlerimi Ahmet'e çevirdim. Ahmet, önündeki evraktan gözlerini ayırıp göz ucuyla bana baktığında tek kaşını hafifçe kaldırıp indirdi. Gözlerimi kırpıştırıp önüme bırakılmış evraka bakmadan masaya doğru eğildim. Kollarımı masaya yaslayıp çenemi kaldırdım.

"Hayalet Ekibi ile Güvercin Timi, aynı anda ve organize olarak çalışacak. Seçtiğimiz kişiler, belirlenmiş noktalara gönderilirken, diğer kalan Güvercin Timi üyeleri Şırnak'taki diğer görevlerimize ve sorumluluklarımıza devam edecek," dedim ve Selami'ye baktım.

"İran'daki istihbarat ekibi ile iletişime geçin. Kendileri Elias Farouq'un bütün finansal ve bağlantılarının olduğu dokümanları bizimle paylaşacaklar. Örülmüş örümcek ağını dağıtırsak eninde sonunda örümcek karşımıza çıkacaktır."

Selami, kafasını sallayıp arkasına yaslandığında Alparslan Albayın öksürüğünü duydum. Bütün bakışlar ona çevrildiğinde kafasını okuduğu evraktan kaldırıp elinde tuttuğu kalemi bıraktı.

"Operasyonun adı Yaralı Pençe. Bu operasyonda yer alacak isimleri okuyorum," dedi ve evraka baktı. "Giz, İz, Osman Çavdar, Caner Cenk Çakır, Kıyam, Bora Yalaz Arınlı, Ahmet Kurtuluş, Barış Gömlekçi, Alev Atsız, Selami Varol, Kirpi ve Sessiz yer alacaktır."

Kaşlarımı çatıp dilimi dişlerimin arkasında gezdirdim.

"Albayım, sanırım beni saymayı unuttunuz," dedim, sesi istemsizce biraz yükselmişti. Alparslan Albay bana bakmadan kafasını iki yana salladı.

"Sen bu operasyonda olmayacaksın, Eyşan Yüzbaşı."

Alnımda kaşlarım daha da çatılırken, ellerimin yumruk olduğunu fark ettim.

"Ne demek olmayacağım? Unuttuysanız hatırlatmam da fayda var, albayım," dedim, öne doğru eğilip kaşlarımı kaldırdım. "Bu, benim meselem."

Alparslan Albay elini ağırca masaya yaslayıp ayağa kalktı; herkes hemen arkasından ayağa kalktı. Ben de hızla kalkarken ellerimi masaya yaslamak zorunda kaldım. Osman'ın koluma uzandığını hissettiğim an, kolumu bir hışımla kendime çektim. Alparslan Albay'ın bakışları, ağırlığını omuzlarıma bırakarak bana çevrildi.

Göz göze geldiğimiz anda, kalbimde bir volkan gibi patlayan öfkeyi hissettim. Her nefes alışım, sadece adaletin, sadece Mete'nin hatırasının sesi gibiydi. Ellerim hâlâ masada sıkıca bastırılmış, parmaklarım beyazlaşmıştı; kaslarımın gerildiğini hissedebiliyordum.

"Albayım," dedim, sesi titremeden ama keskin, "bu operasyon benim meselem. Bunu ben bitireceğim. Ve kimse beni durduramaz."

Masadaki sessizlik, odanın soğuk havasını daha da yoğunlaştırdı. Herkes bana bakıyordu; Hayalet Ekibinin maskeli yüzleri bile gerilimi okuyordu. Caner'in yüzünden hiçbir şey okunmuyordu. Bora ise sıkıntılı bir şekilde bir bana bir de Alparslan babaya bakıyordu.

"Eyşan Yüzbaşı, sen bize Mete'nin emanetisin. O yüzden bu görevde yer almayacaksın."

Bir anda gözlerimi kısıp alayla gülümsedim ve ellerimi masadan ayırıp doğruldum. Başımı dik tutarak ona bakarken, kalbimdeki öfke bir kez daha kabardı.

"Kendi ağzınızla söylediniz Alparslan Albayım. Ben, Mete Mert Çakır'ın, sizlere bıraktığı bir emanetim," dedim ve masadan ayrılarak tam masanın karşısına geçip çenemi kaldırdım.

"Karşınızda ne Boduroğlu ne de Gündüz sıfatıyla yer alıyorum. Soyadı Çakır, kanında ve karnında Mete Mert Çakır'ın varlıklarını taşıyan bir asker olarak duruyorum. Bir öldük ama bin dirildik. Akıttıkları kan yalnızca onun kanı değil, benim de kanımdır."

Göz ucumla Caner'e baktığımda başını eğip gülümsediğini görmüştüm. O da göz ucuyla babasına baktığında kafasını iki yana salladı.

"Karşımızda sanki Mete var, değil mi Albayım?" dediğini duydum; sesindeki burukluk ve hayret birbirine karışmıştı. Alparslan Albay, gözlerini bana dikti; buruk bir gülümsemeyle omuzlarını düşürdü.

"Çok dikkatli olacaksınız," dediğinde onay verdiğini anlayabilmiştim. Artık durmak yoktu; Yaralı Pençe başlıyordu ve ben bu savaşın tam ortasında, Mete'nin adını taşıyan bir gölge olarak yerimi almıştım.

9 Temmuz 2022 / Suriye

Alperen Gündüz, Ağzından

İçim Yanar, Şahin Kendirci

Hasret, bir memlekettir.

İnsan, oraya ayak basamaz ama ruhu her an orada dolaşır; sokaklarında anılar gezinir, caddelerinde düşler yürür. Orada zamanın kendine özgü bir ritmi vardır; bazen ağır ve acıtır, bazen hafif bir meltem gibi geçer. Her köşesi, eksik bir parça gibi kalpte yer eder; ulaşamazsın ama her nefeste hissedersin.

Hasretin sınırlarını ölçmek mümkün değildir, çünkü o bir vatan değil, bir ruh halidir; varlığınla büyür, seni şekillendirir ve çoğu zaman seni yalnız bırakır. Her hâl, seni bir parça daha sen yapar; seni özleminle olgunlaştırır. Ve sen, oraya gidemezken, orası hep seninle gelir; rüyanda, düşüncende, iç çekişinde...

Ulaşamadığın ama her zaman içinde yaşattığın bir yerdir.

Hasretim, içinde bulunduğum ve olmak istediğim yerin her bütününü kapsıyordu. Kız kardeşime olan özlemim burnumda tüterken, yanımda oturmuş, kahvaltını sakince yapan adamın gülen gözlerine bile hasrettim. Selçuk, eski Selçuk değildi bunun farkındaydım. Hiçbir zamanda olmayacaktı.

Sıradan bir kahvaltı sofrasında otururken çalan telefonumla bakışlarımı, omzumun üzerinden arkama çevirdim.

Civciv'im.

Gülerek hızla masadan kalkıp telefona eğildim ve aramayı cevaplayıp kulağıma yasladım.

"Güzeller güzelim, ay parçam nasılsın?"

Ayda'nın neşeli sesini duymayı beklerken solgun nefesini işitmiş olmam, tüm yüzümdeki mimiklerin derince taş kesilmesine neden olmuştu.

"Abi," dedi hissiz bir sesle. İçime dolan sıkıntıyla Selçuk'a baktığımda Selçuk, kaşlarını çattı ve kafasını sorgularcasına iki yana salladı.

"Ne oldu abim, bir sorun mu var? Her şey yolunda mı?"

"Biz iyiyiz ama... bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Mete abiler İran'a gitmişlerdi. Orada bir durum oluşmuş ve," dedi ve uzun bir süre bekledi. Her şey sanki biraz daha ağırlaşmış, zaman duraklamış gibiydi. Selçuk'un bakışları üzerimdeydi; bir yandan anlayışla, bir yandan da merakla süzüyor, içimdeki sıkıntıyı sezmiş gibiydi.

"Abi, Mete abi şehit oldu."

Cümle, masadaki tüm sesleri yutmuş gibiydi. Bir an için kahvaltı, fincanlar, ekmek kırıntıları, hatta Selçuk'un kaşlarının çatılması... Hepsi donup kalmıştı. İçimde bir boşluk açıldı; nefes almak güçleşti, yutkunmak boğazımda düğümlendi.

"Ne... ne dedin?" diye mırıldandım, sesim titriyordu. Telefonu hâlâ kulağımdaydı; sesi uzak, sanki başka bir dünyadan geliyordu. Selçuk, ayağa kalkıp bana doğru yaklaştı. Sessiz ama her hareketiyle beni takip ediyordu; omzuma dokunacak gibi, ama bir an duraksıyor, adımlarını ölçüyordu.

"Siz görevdesiniz diye arayamadım. Sabah müsait olursunuz diye aramak istedim."

Gözlerimi masa üzerindeki boş tabağa diktim; bir süre hiçbir şey göremedim. Gördüğüm tek şey, içimdeki acının yavaş yavaş tüm benliğimi sarıyor oluşuydu. "Mete... şehit oldu..." kelimeleri hâlâ kulaklarımda çınlıyordu.

Mete, gerçekten şehit mi olmuştu? Peki Eyşan abla? O nasıldı?

"Eyşan nasıl?" diye sorguladığımda Ayda, kısa bir süre iç çekti. Selçuk, omzumu dürttüğü sırada Ayda'nın sesini duydum.

"Perişan oldu abi."

Yutkunup, ağırca Selçuk'a baktım.

"Ayda, ben seni sonra arayacağım güzelim. Dikkat edin," diye mırıldanıp telefonu kulağımdan çekip aramayı sonlandırdım. Selçuk, tek kaşını kaldırmış endişeli bir şekilde bana bakmaya devam etti.

"Hayırdır oğlum, bembeyaz kestin? Ne olmuş? Bizimkilerden biri ne bir şey mi olmuş?"

Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp gözlerimi kırpıştırdım. Ben bunu Selçuk'a nasıl söyleyebilirdim ki? Tarih, tüm acımasızlığıyla tekerrür mü etti diyecektim? Senin karınla çocuğunu aldılar, Eyşan'ı da karnında çocuğuyla, tek mi bıraktılar diyecektim?

Selçuk, ellerini omuzlarıma koyup sarstı.

"Oğlum söylesene!" diye yüzüme karşı bağırdığında gözlerimi yumdum.

"Mete şehit olmuş."

Bir anda ve tek nefesle söyledim. İçimde bir boşluk açılmıştı, hasretim, kaybın ve çaresizliğin ortasında bir memleket gibi büyüyordu. Omuzlarımdaki eller yavaşça yerini boşluğa bıraktığında gözlerimi açıp Selçuk'a baktım. Mavi buz kristalleri gözlerimde donmuştu. Nefesini tutmuş gibiydi, çünkü hiçbir tepki vermiyordu. Bir anda gülerek kafasını iki yana salladı.

"Yine oyun oynuyorlardır," dedi ve elini cebine sokup telefonunu çıkarttı. Bir bana bir de telefona bakmaya başladı. "Bizim bu salakların her zaman bir planı vardır. Yine bizimle taşak geçiyorlar."

Telefonda her ne yaptıysa kulağına yasladı ve sol eliyle gülümseyerek telefonu gösterdi.

"İzle şimdi," dedi ve gülümseyerek beklemeye başladı. Arama cevaplanmış olacak ki kaşlarını kaldırarak dudaklarını araladı.

"Kız kardeş, ne yapıyorsunuz bakalım?"

Kısa bir süre Eyşan'ı dinledi. Dudaklarını ıslatıp yutkundu ve gözlerimin içine bakarken tek kaşını kaldırdı.

"Ben bir şey duydum Eyşan, doğru mu?"

Gözlerindeki buz kristalleri kırıldı. Yukarıya kıvrılmış tek kaşı birden eski haline döndüğünde gözleri yere doğru çevrildi. Aralı olan dudakları kapandığında âdem elmasının hareketlendiğini gördüm. Selçuk, gözlerini kapattığında kulağındaki telefon beyaz ekrana döndü. Telefonu kulağından çektiğinde avcunun içinde sıktı.

"İran'a gidiyoruz Alperen," dedi yanımdan geçmeden hemen önce. "Kız kardeşim benden birini korumamı istedi."

9 Temmuz 2022 / Şırnak

Caner Cenk Çakır, Ağzından

Bir Karanfil, Emir Can İğrek

'Güç, silahın namlusunda değil; o namluyu ne zaman kaldıracağını bilende saklıdır,' demişti Mete, çalıştığımız ilk silah dersinde. O sözün ağırlığı, silahın soğukluğundan bile daha fazla hissettirmişti kendini bana. Böylelikle silahtan çıkan her kurşun nasıl hedefi parçaladıysa, o sözde zihnimde büyük bir iz bırakmıştı.

Şimdi ise omuzlarımdan geçen kılıfa bağlı iki silahı taşımakta zorlanıyordum.

Sağ elimi ağırca kaldırıp sağ karın boşluğuma uzanan kılıftan kabzaya dokundum. Kabzayı kavrayıp kılıftan çıkarttım ve sol elimle altından destekleyerek arkama yaslandım. Başparmağım kabzaya işlenmiş CCÇ yazısında gezinirken derin bir iç çektim.

"İsimlerimizin kısaltması olacak Melih amca."

Mete, elindeki iki silahı Melih amcaya verdiğinde Melih amca, silahlara bakıp gülümsedi.

"Birisine MMÇ, diğerine ise CCÇ yazacağım. İstediğiniz bir simge var mı?"

Bakışlarımı Melih amcanın tuttuğu silahtan çevirip Mete'ye baktım. Mete'nin sağ dudağının kenarı muzip bir sırıtışla kıvrıldı.

"Benim silahımın şarjör kapağının altına güvercin simgesi yapalım," dediğinde gözlerimi devirip Melih amcaya baktım. Melih amca kaşlarını kaldırmış bir şekilde bana bakıyordu. Yüzümde hiçbir mimik belirmezken Melih amca eliyle kendi silahımı gösterdi.

"Senin silahında, aynı yere senin istediğin bir simge yapalım mı?"

Kafamı sallayarak Mete'ye göz ucuyla baktım.

Silahın şarjör kapağına bakıp burukça gülümsedim.

"Pençe olsun."

Zihnimdeki anı, zirvenin etrafını sarmış bir bulut misali çökerken silahı yeniden kılıfa soktum. O zamanlar aşka inanmayan bir adamın yalnızca tek bir bağı vardı, o da kardeşlikti. Şimdi ise aşka inanmış ama kardeşini kaybetmiş bir adamdım.

Ve bu, sahip olduğum gücü sorgulayacak kadar bana ağır gelmişti.

"Caner."

Sağımdan yaklaşan Bora'nın adım sesleriyle oturduğum sandalyede ona doğru döndüm. Elinde tuttuğu evrak dosyasıyla masaya yaklaşıp dosyayı önüme bıraktı ve doğrulup yanımdaki sandalyeyi çekti. Oturduğunda gözleri bir dosyada bir de bende gezindi.

"Eyşan'ı bu operasyona dahil etmek ne kadar doğru bir karar olacak?" diye sorguladığında sıkıntıyla büyük bir nefes bıraktım. Bakışlarım Bora'nın endişeli bakışlarından ayrılıp önümdeki kabarık dosyada gezindi. Dosyanın kime ait olduğunu söylememe bile gerek yoktu.

Elias Farouq, yaşından çok suça sahipti.

"Bilmiyorum Bora," dedim usulca. "Ama Eyşan'ı da duydun. Onu bu karardan vazgeçirebilecek bir söz, bir emir, bir güç yok artık."

Bora bir süre sessiz kaldı; parmakları masanın kenarını yoklar gibi gezindi. Sessizliği içimi oyarken bakışlarım ona çevrildi. Gözleri dosyada takılı kalmış bir şekilde dudakları aralandı.

"Yengeyi burada bırakmanın bir yolunu bulmalıyız. Mete, eğer yaşıyor olsaydı bunu kolaylıkla yapabilirdi," dedi ama son cümlesinde sesinin burukluğunu saklayamadı. "Elias itini almaya gittiğimizde yengeye bir şey olursa öbür tarafta Mete'ye bunun hesabını veremeyiz," diye fısıldayarak cümlesini bitirdi.

Bakışlarım solumdaki silaha kaydı. Soğuk metal, sanki Mete'nin yokluğunu hatırlatmak için oradaydı. Kaşlarımı kaldırıp aralı kalmış dudaklarımdan bir nefes çektim ve gözlerimi kapattım. Yüzümü Bora'ya çevirdiğimde gözlerimi açıp ona baktım.

"Eğer Selçuk burada olsaydı, bir nebze Eyşan'ı ikna edebilirdi," diye söylendiğim sıra Bora, kafasını iki yana salladı.

"Aradım ama açmadı. Alperen'i de aradım onun da telefonu kapalıydı. Büyük ihtimalle görevdeler," diye cevap verdi.

Ellerimi dosyaya uzatıp kapağını açarken gözlerimi kaçırdım.

"O halde oraya gittiğimizde geride kalmasını sağlamamız gerekli."

Bora'nın kafasını salladığını hissetsem de dönüp bir daha ona bakamadım. Önümdeki dosyada yazan bilgileri okurken koordinasyon merkezinin kapısı aralandı. Bakışlarım kapıya çevrildiği sıra Barış'ın geldiğini gördüm. Yüzü biraz endişeli gibiydi. Kaşlarım çatıldığında kapının yanından ayrılmadan bana baktı.

"Badi, Lara'nın yanına bir gitsen iyi olur," derken oturduğum sandalyeyi geriye ittirmiştim. "Eyşan ile Alev yanında, sizin odada kusuyormuş."

Barış'ın cümlesi devam ederken kendimi çoktan koordinasyon merkezinin dışında bulmuştum bile. Adımlarım hızla hareket ederken yatakhanenin koridoruna girdim. Odamızın açık kapısından içeriye girdiğimde Lara'nın öğürme sesleri yükseliyordu. Kendimi banyoya attığımda sırtını sıvazlayan Eyşan ile Alev'i gördüm. Alev, beni görüp geri çekilirken Lara'nın yanına çöktüm.

"Lara?" derken ellerimi Lara'nın yanaklarına düşen saçlarına atıp yavaşça ensesine doğru ittirdim. Eyşan, Lara'nın yanından kalkıp geri çekilirken gözlerimi Lara'nın yüzünde gezdirdim. Lara, beyaz kesmiş yüzüyle bana döndüğünde yüzünü avuçlayıp dudaklarımı alnına bastırdım. Hissettiğim sıcaklık, yüreğime bir endişe tohumu serpmişti. Dudaklarımı alnından çekip yüzünü süzdüm.

"Lara sen yanıyorsun, ateşin var senin?"

Lara, kafasını iki yana salladı.

"Hayır, sıcakladım. Ondan öyle hissediyorsun," dedi buruk sesiyle. Kafamı iki yana sallayıp oturduğu yerden kaldırmaya çalıştım.

"Kalk, revire götüreceğim seni," deyip kaldırmaya çalışırken banyoda Yonca'nın sesini duydum.

"Caner, bir sakin mi olsan? Bende kusarken böyle oluyordum. Hava sıcak olduğu için terlemiştir."

Endişeli gözlerimi Lara'nın gözlerine çevirdiğimde Lara, belli olmayan ama küçük bir tebessüm ile bana bakıyordu. Yanağını tuttuğum ellerime doğru yanağını eğdi.

"Yonca haklı Caner, ben iyiyim. Yalnızca karnımdaki iki yaramaz biraz canları sıkılmış gibi benimle dalga geçiyorlar."

Alt dudağımı dişleyip gözlerimi kırpıştırdım. Lara, ayağa kalkmak için hareketlenirken belinden tutarak dengesini kurmasına yardımcı oldum. Dudaklarımı yeniden alnına bastırdığımda ateşin artık orada olmadığını fark ettim. Bu hiçbir şeyi değiştirmedi.

Çünkü ateş, artık benim içimdeydi.

Lara'yı banyodan çıkartıp odaya geçirirken Alev, Yonca ve Eyşan peşimizden geliyordu. Aklımdaki düşünceler bir bir sıralanırken içlerinden bir tanesi dudaklarımdan döküldü.

"Bu kusmalar ne kadar sıklıkla oluyor ya da olacak?" diye sordum ve Yonca'ya baktım. Yonca, omzunu silkip kafasını omzuna doğru eğdi ve düzeltti.

"Bende her gün oluyordu ama mesela Eyşan ablada olmuyordu. Kişiden kişiye değişebilir. Genelde yemek yiyince ya da yemek kokusunda oluyordu."

Alev, kaşlarını çattı.

"Ama Lara sabah kahvaltı yapmadı ki?" dediği an, kaşlarımı çatıp Lara'ya baktım.

"Sen niye kahvaltı yapmadın?" diye sordum ve kolumdaki saate bakıp yeniden Lara'ya döndüm. "Saat 12:00. Sen bu saate kadar aç mı kaldın yavrum?"

Lara, gözlerini devirip yatağın üzerine oturduğunda Eyşan'a bakıp gözleriyle kapıya baktı. Eyşan, Alev ve Yonca odadan çıkıp kapıyı kapattıklarında dizlerimin üzerine çöküp başımı geriye yatırdım. Lara'nın yüzüne bakarken kafamı iki yana salladım.

"Güzelim, neden kahvaltı yapmadığını söylemedin bana? Tamam kahvaltıyı kaçırmış olabiliriz ama bir şeyler yaptırır söylerdik kantinden?"

Lara, dudaklarını büzdü ve ellerini yanaklarıma yasladı. Ellerine iki küçük öpücük bırakıp tek kaşımı kaldırdım.

"Zaten aklında bir sürü sorun var Caner, bir de benimle uğraşmanı istemedim."

Bu kadının dudaklarından neler dökülüyordu?

Kurumuş dudaklarımı yalayıp yüzüne doğru yaklaştım. Gözlerim gözlerinde gezinirken bende onun yüzünü avuçladım.

"Yavrum, sen benim neyimsin? Karımsın, değil mi? Benim her zaman önceliğim senin ve çocuklarımızın sağlığı olacak. Ne demek seninle uğraşmayacağım?" Alnımı alnına yasladım. "Ayrıca uğraşmak değil, ilgilenmek. Benim görevim, seninle ilgilenmek Lara. Eğer ben şu an hâlâ nefes alıyorsam bunun sebebi sizlersiniz."

Lara'nın gözleri dolduğunda burnumu burnuna sürtüp damağımı şıklattım.

"Doldurma lacivertlerini," derken Lara gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı ve hafifçe başını öne eğdi. Avuçlarımda titreyen yüzü, bana ne kadar savunmasız olduğunu gösteriyordu. Bir yandan içim yanıyor, bir yandan da onu koruyabilme gücüyle gururlanıyordum. "Her ne olursa olsun, senin yanında olacağım. Ne kahvaltını atlaman ne hasta olman ne de korkuların... Beni asla durduramaz. Sen ve çocuklarımız her şeyden önce gelir."

"Caner..." diye fısıldadı Lara, sesi kırık ve nazikti. Gözlerini açtığında yüzünde hafif bir gülümseme belirmişti. O an içimde bir yumruk sıkıldı; kelimeler kifayetsiz kalıyordu. Ellerimi hâlâ yüzünde tutarken, parmaklarımı saçlarına doladım ve başını hafifçe kendime doğru çektim.

Dudaklarını burnuma yasladığında burukça gülümsedim.

"Seni çok seviyorum, Caner," diye fısıldadı.

"Ben daha çok Lara," dedim. "Ben daha çok seviyorum."

Lara, dudaklarını burnumdan çekip kafasını yana eğdi ve dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Dudaklarının yumuşaklığı ve hafif nemi, içimde bir sıcak dalga yarattı. Başımı hafifçe yana eğip dudaklarımı hafifçe açarak onun dudaklarıyla kendi ritmimi eşleştirdim.

Öpücük yavaş, derin ve ihtiyatlıydı, ama içinde kelimelerle anlatılamayan bir yoğunluk vardı; her dokunuş, birbirimize duyduğumuz güveni ve sevgiyi sessizce ifade ediyordu.

9 Temmuz 2022 / Şırnak

Ahmet Kurtuluş, Ağzından

Geçiyor Zaman, Semicenk

İnsan, ruhu hatıralarla dolu bir günlüktür.

Her düşünceyi, bilgiyi, yaşadıklarını, anılarını içinde biriktirir. Kimi zaman bu hatıralar birer hazine gibi değerli ve parlaktır; kimi zaman da ağır bir yük gibi omuzlarına çöker, nefesini keser. Her gün, her an, ruhun sayfalarına yeni bir satır ekler; bazıları sessizce, fark etmeden, bazıları ise çığlık çığlığa yankılanarak işlenir.

İnsan, kendini anlamaya çalıştıkça, geçmişin gölgeleriyle yüzleşir; her hatıra bir ip, bazen bağlar, bazen de yol gösterir. Ama en önemlisi, insan, hatıralarıyla bütünleşerek yaşar; onları silmek mümkün olmasa da anlamlandırmak ve kabullenmek mümkündür.

Karşıma oturmuş, masanın üzerindeki dosyaya bakan Bora'yı izliyordum. Mete'nin ölüm haberi onun sarsılışına şahit olmama neden olurken, gerçeği saklıyor olmam da beni derin bir yanlışa sürüklüyordu. Evet, Mete ölmemişti ama karşımdaki adamın zihninde bu dolanıyordu.

Bünyamin Boraç Arınlı, ben şehit olduğum için devletine küsmüştü.

Bora Yalaz Arınlı ise gerçekleri öğrendiğinde, buna sebep olan ben olduğum için bana küsecekti.

O anda fark ettim ki, insanların kalbinde yer açmak, bazen en zor görevlerden biri oluyordu. Herkesin beklentisi, kendi doğruları, kendi acıları vardı ve ben, onların hepsinin ortasında, sessiz bir tanık olarak duruyordum.

Mete'nin yokluğuna dair yalan, ağır bir gölge gibi üzerime çökmüştü. Her bakışta, her sessizlikte, Bora'nın zihnindeki boşluğu dolduruyordum ama bilerek değil, zorunluluktan. Herkesi korumak için yaptığım her şey, bir yandan beni kendimden uzaklaştırıyordu.

Ve işte tam o anda, kendime sordum: "Gerçekler insanları özgür kılar mı, yoksa zincirler mi?"

Biliyorum, Bora için bu gerçeği açıklamak demek, herkesin hayatını değiştirmek ve yapılmış planların boşa gitmesi demekti. Ama bu sorumluluk da ruhumun sayfalarına işlenen bir başka satır olacaktı; silinmeyecek, unutulmayacak bir satır.

Kafamın içinde fırtınalar koparken, masanın üzerindeki dosyaya bir kez daha baktım. Elias köpeğinin bu zamana kadar yapmış olduğu her şey, bir zamanlar Bünyamin'in de içinde olduğu bilgileri barındırıyordu. Vatanına ihanet etmiş bir adamın, arkasındaki gerekçe affedilemezdi ama geçmişe lanet okuttururdu.

"Bu gece İran'a yola çıkacağız," dedi Bora ve bir anda kafasını kaldırıp bana baktı. Gözlerinin etrafı kıpkırmızı ipliklerle sarılmış, ruhunu yaralayan her sızı yansımıştı. Yutkunmakta güçlük çekerken bozuntuya vermeden kafamı salladım.

"Biliyorum, Hayalet Ekibi ile Güvercin Timi hazırlık yapıyorlar."

Bora, tek kaşını kaldırıp sorgularcasına yüzümü süzdü.

"Peki, sen niye buradasın o zaman? Gidip onlara yardım etsene?"

Gözlerinde doğan öfke parıltısını izledim. Bünyamin'de mi bu şekilde hissetmişti? Kardeşi olarak saydığı beni kaybettiğinde her seferinde Mete'ye böyle mi bakmıştı?

Derin bir nefes alarak dirseklerimi masaya yasladım.

"Senin için buradayım," dediğimde alaycı bir gülümseme ile yeniden yüzümü süzdü.

"Yoksa benden şüphelenmeye mi başladın?"

Kaşlarımı anlamadığım için çattığımda gözlerindeki öfke büyüdü.

"Korkma Zafir, aynı kanı taşıyor olabilirim ama ben, Bünyamin değilim," dedi, gözlerim kısıldı. "Ben vatanıma ihanet etmem."

Alnımın ortasındaki çukur kapanıp duygularımı içine hapsettiğinde yüzümde yalnızca yanlış anlaşılmış bir ruh vardı. Hızla kafamı iki yana salladığım sıra Bora, okuduğu dosyayı kapattı ve sandalyesini geriye ittirip ayağa kalktı. Ellerimi masaya koyup ayağa kalkarken Bora, kapıya doğru ilerlemeye başlamıştı. İki adımda yetişip kolundan tuttum ve kendime çevirdim.

"Bora yanlış anladın, ben öyle demek istemedim."

Bora, bir hışımla kolunu kendine doğru çekti.

"Ne demek istedin peki? 'Ben abinin yaşarken ölümünü seyredemedim, sen de sevdiğin, kardeşin yerine koyduğun adamın arkasından nasıl acı yaşıyorsun, izleyeyim mi?' demek istedin?"

Kelimeleri duyduğum anda ciğerlerime bıçak saplanmış gibi hissettim. Gözlerimin önünde Bora'nın acısı, öfkesi ve hayal kırıklığı bir arada patlıyordu. Derin bir nefes aldım, boğazımda düğümlenen kelimeleri zorla serbest bıraktım.

"Bora, niyetim seni acınla vurmak değil. Benim istediğim tek şey yalnız kalmaman," diye fısıldadım, sesim neredeyse titriyordu. Bora'nın gözlerinde bir an için beliren şaşkınlığı gördüm. Öfke ve acı arasında sıkışmış bir bakıştı bu; ama o bakışın içinde bir kırılma da vardı.

"Sen ne anlarsın acıdan?" diye mırıldandığında dişlerimi sıktım.

"Ben, bana sırtını yaslamış bir adamı kaybettim. Yediğim, içtiğim, giydiğim ayrı olmayan, aynı toprağa adım bastığım, kanımı paylaştığım, kanını verip beni yaşama bağlayan adamı kaybettim lan ben. Bu vatan ve sevdiği kadından başka bir istediği olmayan bir adamı kaybettim ben. Sen ne anlarsın kardeşi kaybetmekten?" dedi ve dönerek kapı kulpuna uzandı.

Ruhumdaki günlüklerin kanla kaplanmış satırları zihnimde yankılanırken bir hışımla aralanan kapıya elimi koydum ve kapanmasını sağladım. Bora'nın yakalarından tutup kapıya yasladığımda öfke ile karışık şaşkınlığına, sabır da eklenmişti.

"Ben ne mi anlarım!" diye yüzüne kükredim. "Sen mecbur bırakılmayı hiç yaşadın mı Bora? Alparslan Çakır, Mavi Ateş kurulduktan iki ay sonra verdi bana o görevi ama ben kabul etmedim. Aynı teklifi Bünyamin'e yaptığında gittim ve kabul ettim. Bünyamin'i korumak için gittiğim o göreve mecbur bırakıldım ben!"

Sertçe kendime doğru çekip yeniden kapıya yapıştırdığımda gözlerim dolmuştu.

"Sen Mete'nin mezarına elini bile sürmezken ben, Bünyamin'i kendi ellerimle gömdüm o kara toprağa! Şimdi bana gelip de acıdan anlamazsın diyemezsin Çilingir."

Bora'nın gözlerinden akan yaşlar yanaklarına düştüğü an, beni göğsümden ittirdi. Ellerim yakalarından uzaklaşırken kapıya dönüp omzunun üzerinden bana baktı.

"İkisi farklı şeyler Zafir. Mete'nin şehit olmasına ben sebep olmadım," kapıya dönüp kulpu indirdi, "Ama sen abimin ölmesine sebep oldun," dedi ve araladığı kapıdan çıktı.

İnsan, ruhu hatıralarla dolu bir günlüktü.

Bazı defterlerde, hangi sayfayı çevirirsen çevir, mürekkebi silinmeyen bir suçluluk hep kalıyordu.

Bora'nın koordinasyon merkezinden çıkıp gitmesinden hemen sonra, cebimde titreyen telefonun sesini işittim. Derin bir nefes verip telefonu çıkarttığımda arayan ismi okudum. Aramayı cevaplandırıp hızla koordinasyon merkezinden çıktım.

"Biste, deçim le lay Eyşan." (Bekle, Eyşan'ın yanına gidiyorum.)

Caffar, beni telefonun ucunda beklerken Eyşan'ın çalışma odasını tıklatıp odaya girdim. Eyşan'ı, Mete'nin masasında gördüğümde gözlerimiz kesişti.

"Konuş," dediğimde Eyşan, kaşlarını kaldırıp sorgularcasına bana baktı. Telefonu kulağımdan çekip hoparlörü tuşladım.

"Hoparlördesin Caffar, sen yine de sessiz konuş."

Eyşan, oturduğu yerden ağır ama hızla kalktığında burukça gülümseyip telefonu yaklaştırdım.

"Müjde, Mete gözlerini açtı. Gelmiş, geçmişler olsun."

Aldığım nefesi ağırca burnumdan verirken Eyşan, büyük bir nefes alıp verdi ve ellerini yüzüne sürüp öylece sandalyesine oturdu.

"Allah'ım şükürler olsun," diye fısıldadığını duyduğum sıra Caffar, konuşmasına devam etti.

"Siz İran'a geçtikten birkaç sonra yeniden uyutup Şırnak'a transferini yapacağız. Eyşan, sende bizimkiler ile İran'a gelecek misin?"

Eyşan, gözlerini düşünürcesine kırpıştırdı, birkaç saniye düşündü. Oraya gittiğimizde Eyşan'ın Mete'yi görecek hem görecek fırsatı olmayacaktı hem de Caner ile Bora onu asla orada yalnız bırakmazdı.

"Bence," dedim. "Burada kalman daha mantıklı Eyşan. En azından Caner ve Bora oradayken, Hümeyra teyze ile burada Mete'yi yerleştirirsiniz."

Eyşan, bir an için düşündü ve hızla kafasını sallayarak beni onayladı.

"O halde Hümeyra teyzeye söylüyorum ben, Şırnak'ta karşılamasını Eyşan yapıyor," dedi Caffar. Arama sonlandığında telefonu cebime koyup Eyşan'a baktım. Gözleri dolu bir şekilde beni izlerken başımı sağa doğru yatırdım.

"Bunu da atlattı Bozkurt, endişelenme artık yenge."

Eyşan, yeniden büyük bir nefes alıp verdi ve kafasını iki yana salladı.

"Bir karar aldık ve bu kararın başımıza neler getirebileceğini hesaplayarak yaptık Ahmet. Mete'ye bir şey olsaydı kendimi asla affetmezdim."

Omzuma eğdiğim başımı düzeltip koltuğa çöktüm. Mete ile aramda, Bora kadar bir yakınlık yoktu ama Mete, yaşına nazaran içlerinde en olgunlarıydı. Acısını ve düşüncelerini içinde yaşarken aşkını her daim paylaşmaktan hiç utanmazdı. Burukça gülümseyerek Eyşan'a bakmaya devam ettim.

"O senin için ölmeye bile hazırdı yenge."

Eyşan, burukça gülümseyip kafasını salladı.

"Biliyorum. Ama her zaman ilk tercihim, bir nefes kadar yanımda olması. Ben, onsuz yapamam Ahmet."

Bu iki insan, bir orduyu yöneten insanlardı. Ama gel gör ki ikisi de bir aşka yenik düşmüştü. Bize düşen de bu aşka saygı duyup onların yollarına çıkan engellerde yanlarında durmaktı.

9 Temmuz 2022 / İran

Selçuk Ege Turalı, Ağzından

Böyle İyi, No. 1

"Yalnız kalacaksın kardeş, yapayalnız..."

Bazı haberler, duyguları ardından sürüklerdi.

İnsanın kalbine, hiç istemediği halde kök salan bir acıyı bırakır, ardından da sessizliğiyle boğardı. Alperen'in Suriye'de söylediği cümle önce dilimi, sonra da bir an için kalbimi paramparça etmişti. O an tüm zihnim susmuş ve ne yapacağımı bilemez bir duruma gelmiştim. Ta ki Eyşan'ı arayana kadar.

Kız kardeşim, yine bir şeylerin peşindeydi ve bu sefer başarılı olacaklardı.

Korkmuştum.

Bir an için zihnimi kaplayan tüm duyguların anlamı korkuya devrilmişti. Korku, en çok da insanı çaresiz bıraktığında gerçek yüzünü gösterirdi. Ellerim titrerken, gözlerim boşluğa dalmışken anladım ki, bu sadece Eyşan için değil, hepimiz için bir dönüm noktası olacaktı. Bir an için gerçekten de Mete'nin şehit olduğunu ve Eyşan'ın karnındaki bebekleriyle yalnız kaldığını düşünmüştüm.

Parmak boğumlarımın beyaz kestiğini fark ettiğimde direksiyonu sıkmayı bıraktım. Sağdan uzanan bir dal sigaraya bakıp dudaklarımı öne doğru açarak sigarayı aldım. Alperen, çakmağı alevlendirip sigaramın ucunu yaktığında geriye çekilip sol elimi direksiyondan ayırdım. Sigaranın dumanını üflerken aralık olan camdan dirseğimi hafifçe çıkarttım.

"Buradan sola döneceğiz, Ege."

Alperen'in dediğini yapıp ilerideki dönemeçten sola döndüm. Çorak yola girdiğimizde araba hafifçe sallanmaya başlamıştı. Hızımı yavaşlatıp sigaranın külünü dışarıya çırpıp geri bir nefes daha aldım.

"Eyşan neden böyle bir plan yapmak istemiş ki?"

Alperen'e Eyşan'ın dediklerini anlattığımda bir yandan Mete'nin şehit olmadığına sevinirken öbür yandan da merakla sarmalanmıştı. Nedeni çok basitti. Elias piçini ininden, Şırnak topraklarına geri götürmekti. Bu sefer başarılı olacaktık ve o herifi sonsuza dek ya toprağa ya da demir parmakların arkasına gönderecektik.

Bir sıhhiyenin önünde yaklaştığımızda arabayı uygun yere park edip sigarayı, aracın içinde küllüğe söndürdüm. Gözümdeki gözlüklerin üzerinden sıhhiyenin kapısına baktığım sıra elindeki telefonuyla dışarıya çıkan Caffar'ı gördüm. Çok geçmeden telefonum çalmaya başladığında aramayı reddedip aracın kapısını araladım. Alperen ile aynı anda arabadan indiğimizde Caffar, bize doğru yaklaşmaya başladı.

Caffar, "Görüşmeyeli uzun zaman oldu Viran Ege," dedi ve elini uzattı. Burukça gülümseyerek uzattığı elini sıktım ve kafamı salladım.

"Öyle oldu Caffar."

Caffar, elini çekip Alperen'e baktı ve yeniden bana bakıp kafasıyla içeriyi gösterdi.

"Hadi gelin, Mete uyandı. Sizi yanına götüreyim."

Alperen ile içeriye girdiğimizde burnuma dolan dezenfektan kokusu, uzun zamandan beri alışık olmadığım bir kokuyu barındırdığı için yüzümü buruşturmama neden olmuştu. Burnumu çekip adımlarımı hızlandırdığım sıra Caffar, krem rengi kapının önünde durup kapıyı araladı. İçeriye girdiğimizde fark ettiğim ilk kişi Hümeyra Çakır olmuştu.

Gülümseyerek bize baktı.

"Hoş geldiniz."

Alperen ile kafamızı sallayarak selam verdiğimizde bakışlarımı sedyenin üzerinde, göğsünde bir bandajla uzanan Mete'ye çevirdim. Yüzü solgun olsa da gözlerindeki mavi, hâlâ dimdik ve inatçıydı. O an, savaşın ve acının ondan çok şey almasına rağmen hâlâ aynı Mete olduğunu gördüm.

Gözlerimizi birbirine kilitlediğimizde dudaklarım burukça kıvrıldı. Boğazımda düğümlenen sözcükler içimde kalırken Mete hafifçe gülümsedi. Sessizlik, yalnızca monitörün düzenli bip sesiyle bölünüyordu. Küçük adımlarla Mete'nin yattığı sedyeye yaklaşıp gülümsememi büyüttüm.

"Ya Mete Mert Çakır," dedim alaycı ama nazik bir tonda. "Karının kurşunuyla vurulmakta varmış."

Mete'nin dudaklarından kısa bir kahkaha kaçtı, hemen ardından acıyla yüzünü buruşturdu. Elini göğsüne götürmeye çalışınca refleksle uzandım, parmaklarımı onun bileğine koyup durdurdum.

"Zorlama," diye fısıldadım.

Caffar, küçük bir kıkırdamayla bir an için dikkati kendi üzerine çekti.

"Valla hareketsiz durmasaydı işim zordu. İki yüz metre uzaktan vurmak zorunda kaldım. Allah'tan yengenin silahı iyiymiş."

Tebessüm ederek yeniden Mete'ye döndüğümde gözlerindeki o tanıdık parıltı küçük bir nefeslenmeme sebep oldu. Her şeye rağmen Mete'ydi o ya. Her ne olursa olsun pes etmeyen, pes ettiğini anlayacağı yerde bir durup soluklanan Mete'ydi. Asla geri adım atmayan Mete'ydi o.

Mete Mert Çakır'dı.

"Bizimkiler İran'a gelecekmiş, Elias piçi için," dedi Mete, nefesini toparlamaya çalışarak. "Caffar Ahmet'i aramış, Eyşan gelmeyecekmiş. Bizi orada bekleyecekler. Siz bizimle mi geleceksiniz?" diye sorduğunda kafamı salladım.

"Evet. Bizzat kız kardeşim seni bana emanet etti."

Mete gözlerini kapatıp yavaşça gülümsedi. O öyle bir gülümsemeydi ki hem yorgunluğu hem de içindeki Eyşan'a olan özlemini aynı anda hissettirebiliyordu. Gözlerini açıp derin bir nefes bıraktı ve dudaklarını yaladı.

"Bunu duymak... iyi hissettirdi," dedi, ağırca. "Kokusu burnumda tüttü toprağımın."

Gülümseyerek Caffar'a döndüm ve çenemi dikleştirip ciddileştim.

"O hâlde işlemleri hallettirip bir an önce transfer hazırlıklarını tamamlayalım. Alperen ile Hümeyra teyzeyi önden gönderelim. Bende Mete ile Şırnak'a dönerim."

Caffar, kafasını salladığında Hümeyra teyze ile Alperen, odanın kapısına doğru yaklaştı. Birlikte odadan çıktıklarında Caffar, kafasıyla kapıyı işaret etti.

"İşlemleri halledip geliyorum," dedi ve odadan çıktı. Mete'nin yanındaki sandalyeye oturup gülümseyerek Mete'ye bakmaya devam ettim. Mete, ağırca boğazını temizleyip dudaklarındaki tebessümü yitirdi.

"Mimba elimizde, Şırnak'ta."

Mimba'nın Şırnak'ta olması iyi bir durumdu.

"Konuşturabildiniz mi?"

Mete, kafasını iki yana salladı.

"Pek değil, konuşmadı orospu çocuğu. Ayrıntılarını kendin de biliyorsun zaten. Elias'ın ne yapmayı amaçladığını da."

Düşünceli bir şekilde başımı sağ omzuma doğru yatırdım.

"Bu planı yapmak ne kadar doğruydu Mete? Biz bile ilk öğrendiğimizde çok şaşırdık tabii ki ben inanmadım ama diğerleri inanmış. Peki Caner, onu hiç merak etmiyor musun?" diye sorguladım.

Mete, bakışlarını arkamdaki duvara çevirip dudaklarını araladı. Kısa bir süre boyunca bir şey demedi ve dudaklarını kapattı. Burnundan küçük bir nefes verip gözlerini yeniden bana çevirdi.

"Dağılmıştır," dedi dalgınca. "Vurulduğumdaki bağırışlar kulaklarımdan hiç silinmiyor Selçuk. Rol yaptığını bilsem bile Eyşan'ın çığlığı bile hâlâ silinmedi. Allah'tan gözüm arkada değil. Hepsi onun yanında."

Aklımdaki soruyla kaşlarımı kaldırıp başımı eski haline getirdim.

"Peki, baban?"

Mete'nin gözleri, gözlerimde takılı kaldı.

"Annem, babamın haberi ilk duyduğunda bayıldığını söyledi. Evlat acısı Selçuk, babamı en iyi anlayabileceklerden biri de sensin."

Evlat acısı...

Bir şey demeden öylece gözlerine baktım. Ona o an o kadar çok şey söylemek istedim ama hepsi bir an için boğazımda düğümlendi; kelimeler yetmedi. O acıyı unutmak mümkün değildi. Yıllar önce, elimden kayıp giden çocuğumun hatırası hâlâ içimde taze bir yara gibi duruyordu.

O günleri düşündüm; çaresizliğim, ağlamaktan yorgun düşmüş ellerim, susturamadığım çığlıklar... Ve en kötüsü, hiçbir zaman söyleyemediğim "Seni seviyorum" kelimeleri... Hepsi boğazımda düğümlenmişti. Gözlerimin önünde birini kaybetmek, sadece geçmişin acısını hatırlamakla kalmıyor, aynı zamanda yeni bir yıkıma davetiye çıkarıyordu.

"Zor tabii," diye fısıldadım en sonunda. "Sende evlatlarını kucağına aldığında Mete, o zaman anlayacaksın."

Mete, gözlerini ağırca kapatıp öylece duraksadı.

O duraksayışı izlerken içimde bir sancı daha yükseldi. Her zamanki gibi, güçlü ve dimdik duran o adamın, gözlerini kapatıp bir an bile olsa kırılabilir olduğunu görmek bana geçmişi hatırlattı. O kayıp evlat... Bu kez aynı acıyı bu adamın hissetmemesi için elimden geleni yapacaktım.

"Eyşan'ı korumak demek vatanı korumak demekti Selçuk. Peki, evlatlarımı korumak... buna ne isim verilir?"

Gözlerini açtığında gözlerim, gözlerindeki o yorgun maviyi inceledi. Sessizliği, sözcüklere sığmayacak kadar derindi. Ama o anda fark ettim ki, bazen kelimeler yetmezdi. Duygular, bakışlarla ve sessizliğin yüküyle aktarılırdı. Burukça gülümseyerek elimi omzuna yasladım.

"Yaşama bağlılık," dedim usulca. "Çünkü nefes almak için bir sebebin vardır."

İçimden sessizce fısıldadım.

Evlatlarını korumak Mete... sadece onları yaşatmak değil, kendini yeniden ayakta tutmak, geçmişin gölgesiyle savaşmak demektir. Kaybettiklerini bilerek, bir daha asla vazgeçmemek demektir.

Omzuna yasladığım elim hem destek hem bir sözleşme gibiydi. Gözlerimiz konuşuyordu; kelimeler eksik kalsa da hislerimiz her şeyi anlatıyordu. Her nefeste bir karar verdim: ne geçmişin acısı ne de geleceğin belirsizliği, onları korumaktan beni alıkoyamayacaktı.

Ve düşündüm ki gerçek güç, korkularını ve kayıplarını yutup, sevdiklerinin hayatını kendi hayatın kadar değerli kılabilmekti.

Caffar kısa süre sonra geri döndü. Elinde belgeler ve birkaç çanta vardı.

"Her şey hazır," dedi, gözlerini benden ayırmadan. "Uçuş saatine kadar bekleyeceksiniz. İran sınırında ekstra önlemler aldım. Plan değişmedi, Şırnak'a sorunsuz döneceksiniz. Hümeyra teyze ile Alperen yola çıktılar."

Kafamı hafifçe sallayıp Mete'ye döndüm.

"Evine dönmeye hazır mısın Mete Mert Çakır?"

Mete başını hafifçe salladı. Gözlerindeki o mavi parıltı, yorgunluğun ve acının arasına serpilmiş bir umut gibiydi.

"Hazırım Selçuk Ege Turalı," dedi. İçimde, Eyşan'ın bana yüklediği sorumluluğun ağırlığını hissetmekle birlikte, kontrol bende olduğu sürece planın başarıya ulaşacağına inanıyordum. Caffar ile birkaç talimatı kontrol ettikten sonra, odaya gelen hasta bakıcılar eşliğinde Mete'yi sedyesi ile helikopter pistinin olduğu alana transferini yapmak için yardımcı olduk.

Yanımızda kalan Türk doktor, son kontrollerini yapıp bakışlarını bana çevirdi.

"Şırnak'a inene kadar Mete Bey'i uyutacağız. Sarsıntılardan dolayı acısını hissetmemesi onun güvenliği ve rahatı için iyi olacaktır."

Kafamı sallayarak onay verdiğimde elindeki iğneyi açılmış damar yoluna enjekte etti. Gülümseyerek yüzümü Mete'ye yaklaştırdım.

"İyi uykular Bozkurt, Eyşan seni bekliyor olacak."

9 Temmuz 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

Gözlerin, Barış Akarsu

Ruhumda kozasından çıkmış bir kelebek vardı.

O öyle bir kelebekti ki, kanatları sıradan bir rengin değil; sanki gökyüzünün bütün tonlarının, yeryüzünün bütün sırlarının nakşedildiği bir atlasın dokusuyla işlenmişti. Kanat çırptıkça içimde bir fırtına kopuyor, rüzgârın en derin yerinde Mete'nin adı yankılanıyordu.

Onun gözlerine her baktığımda, içimdeki kelebeğin kanatları daha hızlı çarpıyordu. Bir çift mavi denizdi o gözler. Ne zaman içine düşsem, kıyısı olmayan bir sonsuzlukta kayboluyordum. Bazen hırçın bir dalganın coşkusunu, bazen de dingin bir gökyüzünün huzurunu barındırıyordu bakışlarında. Ve ben her defasında kendimi, o denizin ortasında savunmasız bir gemi gibi hissediyordum; direksiz, pusulasız ama garip bir şekilde güvende.

Çünkü biliyordum ki, dalgalar beni ne kadar savursa da onun gözlerinde boğulmak bile bir lütuftu.

Mete'nin adı dudaklarımdan dökülmese bile kalbimin en derin odalarında yankılanıyordu. Onu düşündüğümde nefesim bile ağırlaşıyor, göğsümde çarpan kalbin atışları birer birer onun ismini mırıldanıyordu. O bana yalnızca bir sevgili değil, yüreğimin siperiydi. Savaşın ortasında bile gözlerim onun yüzünü arıyordu; barut kokusunun içinden sıyrılıp bana hayatın hâlâ yaşanmaya değer olduğunu hatırlatıyordu.

Bazen, parmak uçlarımda hissettiğim hayali bir dokunuşuyla titriyordum. Ellerini düşündüğümde, o ellerin nasırlarında saklı bütün hikâyeleriyle bana uzanışını hayal ediyordum. Ve o an, içimdeki kelebek kanatlarını açıp gökyüzüne doğru yükseliyor, ama asla uzaklara gitmiyordu. Hep Mete'nin kalbinin üzerinde konacak bir dal arıyordu.

Onu sevmek, ateşe dokunup yanmamak gibiydi. Onu sevmek, ölümle yaşam arasındaki ince çizgide gözlerimi kapatıp cesurca yürümekti. Ve ben, bütün yaralarıma rağmen, bütün yangınlarıma rağmen, Mete'yi sevmekten hiç vazgeçmedim.

Çünkü ben biliyordum: Ruhumdaki kelebeğin kanatlarını taşıyan tek rüzgâr, onun adıyla esiyordu.

İran'a gitmeyecektim. Onun yerine bizimkilerin bensiz gitmesini halletmek için Hümeyra anneden de yardım istemiştim. Hümeyra anne, yolculuğun gebeliğim için tehlikeli olabileceğini söylediği an, Caner, Bora ve neredeyse bütün tim benim burada kalmam için neredeyse ayaklarımdan askeriye kolonuna bağlayacaklardı. Normal şartlarda onlara direnirdim ama direnmemek için bir sebebim vardı.

Kocam uyanmıştı.

Mete Mert Çakır, gözlerini açmıştı.

Ve şimdi Hümeyra annenin gönderdiği adrese gelmiş, onları bekliyordum.

Ev, iki katlı dubleks bir villaydı. Salon ve mutfak ayrı olarak dizayn edilmişti. Merdivenlerden çıkıldığında yalnızca üç oda bulunuyordu. Birisi Hümeyra annenin çalışma odası, biri Mete az bir süre kalmış olsa da Mete'ye tahsis edilmiş bir oda, diğeri ise klasik bir misafir odasıydı. Misafir odası tam teşekküllü olmasa bile sade bir steril odaya çevrilmişti.

Mete'yi bekliyordu.

Kapı çalındığında oturduğum koltuktan kalkıp büyük adımlarla kapıya doğru yaklaştım. Kulpu indirip kapıyı araladığım sıra Hümeyra anne ve Alperen'i karşımda gördüm. Gülümseyerek girmeleri için geriye çekildim. İçeriye girdiklerinde kapıyı kapatıp onlara döndüm. Bakışlarım Alperen'e çevrildiğinde burukça gülümsedim.

"Kilo vermişsin Avcı," dedim, alaycı bir tonda. Alperen, kıkırdayarak kaşlarını kaldırdı.

"Sende kilo almışsın Güvercin."

Gözlerimi devirip ellerimi karnımdaki ikizlerime yasladım.

"Onlar kilo değil Alperen, çocuklarım."

Alperen küçük bir kahkaha attığında Hümeyra anne, omzuma dokundu.

"Gel yavrucuğum ayakta kalma."

Hümeyra annenin sözünü dinleyip koltuğa geçtiğimde meraklı bakışlarımı Hümeyra annede gezdirdim.

"Mete nasıl anne?" diye sorguladığımda Hümeyra annenin gözlerindeki umutlu parıltı biraz olsun rahat nefes almama yardımcı oluyordu.

"İyi kızım, maşallah turp gibi. Onlarda yarım saate burada olurlar. Zaten odası hazır, yalnızca geldiğinde uyuyor olacaktır. Uçaktaki sarsıntıdan acısı olmasın diye uyutup getireceklerdi."

Hümeyra annenin sözlerinden sonra içimde biriken kaygı biraz olsun hafifledi. Ama yine de kalbim göğsümün içinde uslanmaz bir kuş gibi çırpınıyordu. Uyuyarak gelecekti. Evet, bu belki onun için en iyisiydi, ama ben özlediğim o gözleri kapalı görmeye tahammül edemeyecektim. İçimdeki kelebek, kanatlarını sabırsızca çırpıyor, sanki birazdan göğsümden çıkıp bütün evi dolaşacakmış gibi kıpırdanıyordu.

Koltukta otururken gözlerim ellerime kaydı. Avuçlarımı açıp kapattım; ona dokunacağım anı düşündükçe parmak uçlarım yanıyordu. Onu en son gördüğüm an, gözlerimin önünde bir ateş gibi canlandı. Yorgun ama inatçı bakışları... yüzüne sinmiş acının içinde bile bana hayat bahşeden tebessümü... bir an olsun gözlerini gözlerimden ayırmaması...

Ve şimdi, yeniden kavuşacaktık.

Ama bu kez farklıydı.

Ben yalnızca bir asker değildim artık; içimde taşıdığım iki canla, onun çocuklarıyla tamamlanmıştım. Bunu ona hissettirmek, ona göstermek istiyordum.

Su içeceğimi söyleyip bir an için kendimi mutfağa attım. Elleriyle yoğrulmuş sıcak bir hamur gibi titreyen ruhumu sakinleştirmek istercesine tezgâhın kenarına yaslandım. Perdeden sızan akşam ışığı içeri düşüyor, odanın içinde loş bir altın rengi yayılıyordu. O ışığın içinde, sanki Mete'nin siluetini görür gibiydim. Yanağıma değen hayali dokunuşunu hissettim.

"Çok özledim seni, Mete..." diye fısıldadım kendi kendime. Sesim o kadar ince, o kadar kırılgandı ki, eğer duvarların kulağı olsaydı bile duyamazlardı.

Elimdeki üç bardak suyla geri salona döndüm. Koltuğa yeniden yerleştiğimde Alperen'in şakalaşmaları bile zihnimdeki o yoğunlukla yankılanıp kayboluyordu. Hümeyra anne ile konuşmalarını duysam da zihnim bir süzgeç görevi görüp onları duymamı engelliyordu.

Salonda aniden yankılanan zil sesiyle irkildim. Kalbim sanki göğsümden kopup yere düşecekmiş gibi şiddetle atmaya başladı. İçimdeki kelebek, kanatlarını öyle bir hızla çırpıyordu ki, ruhumun bütün dengesi altüst oldu. Hümeyra anne ve Alperen, ayağa kalkıp kapıya ilerlerken koltuktan yavaşça kalktım.

Az sonra kapı açılacaktı.

Az sonra, rüyalarıma işleyen yüzü yeniden karşımda olacaktı.

Ve ben, bütün yorgunluğuma, bütün yaralarıma rağmen, ona ilk kez dokunuyormuş gibi titreyerek sarılacaktım.

Mete Mert Çakır gözlerini yeniden açtığında, artık sadece vatanına değil; bana, bize, çocuklarımıza da dönmüş olacaktı.

Hümeyra anne kapıyı açıp kenara çekildiği an, içimdeki kelebek kanatlarını öyle bir hızla çırptı ki, göğsümdeki bütün hava çekildi. Eşiğin önünde bir sedye vardı. Ve o sedyenin üzerinde bütün rüyalarımın, hayallerimin, acılarımın adı yatıyordu. Sedyeyi taşıyanlardan biri Selçuk'tu. Gözleri benim gözlerimle buluştuğunda, içindeki onca yorgunluğa rağmen dimdik duran bir dostun, bir kardeşin kararlılığını gördüm. Diğeri ise Türk bir doktordu; elleri sağlam, yüzü dikkatliydi. Sedyeyi taşırlarken Mete'nin en ufak sarsıntıdan zarar görmemesi için öyle bir özen gösteriyorlardı ki, içimdeki minnet gözlerimden yaş olup taşmak istedi.

İçeriye girdiklerinde Alperen, hızla onlara yardım etmek için sedyenin ortasından tuttu, Hümeyra anne kapıyı kapattı. Mete'yi yukarıya çıkartmaya başladıklarında peşlerinden dikkatlice ilerledim. Mete için hazırlanmış odaya girildiğinde Alperen, Mete'yi tüm ağırlığına rağmen yavaş ve dikkatli bir şekilde kucaklayıp yatağa yatırdı.

Yatağın yanına geçip titrek bir nefes bıraktım. Yavaşça boşlukta kalan bir alana oturduğumda gözlerimi yüzünde gezdirdim.

O, bembeyaz çarşafın arasında bir uykuya dalmış gibiydi. Yüzünde, savaşın gölgesini taşıyan o çizgiler vardı ama aynı zamanda bana huzur veren o tanıdık güzellik de oradaydı. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir solgunluk, kirpiklerinin gölgesinde ise tarifsiz bir dinginlik vardı.

Sanki bütün fırtınalardan geçmiş, şimdi bana dönüyordu.

Ayaklarım geri geri gitti, ama aynı anda kalbim öne doğru koştu. Sanki gövdemle ruhum birbirinden ayrıldı.

"O iyi mi?" diye sorguladım, sesim neredeyse fısıltıydı. Gözlerimi ondan ne kadar çekmek istemesem de yalnızca birkaç saniyeliğine doktora bakıp yeniden Mete'ye döndüm.

"Mete Bey uçuş boyunca uyutuldu. Endişe etmeyin, şu an çok iyi."

Doktor, üzerine örttükleri pikeyi hafifçe karnına doğru sürüklediğinde seslice yutkundum. Çıplak göğsündeki bandaja ağırca elimi uzattığım sıra, doktor benden önce davrandı.

"Şimdilik dokunmayın Eyşan Hanım. Dikişleri henüz çok taze. Bandaj olsa bile enfeksiyon kapma olasılığı yüksek."

Hızla elimi çekip kafamı salladım. Selçuk, omzuma dokunup sıvazladı ve boğazını temizledi.

"Alperen, Hümeyra teyze, Çağrı Bey çıkalım, biraz hasret gidersinler."

Selçuk'un ricasıyla doktor, sırt çantasını önüne doğru alıp içinden bir iğne çıkarttı. Mete'nin damar yoluna takıp içindeki sıvıyı enjekte etti.

"Beş dakikaya ayılmış olur. Herhangi bir ağrı durumda seslenmeniz yeterli olur," dedi ve herkes ile çıktı. Kapı kapandığında odanın içinde ağır bir sessizlik kaldı. Sanki nefes bile almıyordu duvarlar. Benim ve Mete'nin kalbi dışında hiçbir şey çarpmıyordu. Ellerim titriyordu. Tereddütle, korkuyla, hasretle ve sonunda cesaretle ellerine uzandım.

O eller...

Ne kadar özlemiştim.

Parmaklarımı onun nasırlı parmaklarının üzerine kapadım. O an bütün bedenimden ince bir ürperti geçti. Ellerinin sıcaklığı, damarlarının belirgin hatları, bana onun hâlâ burada, hâlâ benim olduğunun kanıtıydı.

Gözlerimden yaşlar süzülürken, başımı yavaşça eğip ellerini kaldırdım ve dudaklarıma götürdüm. Dudaklarım ellerine değdiğinde, içimde aylarca susuz kalmış bir toprak gibi çiçekler açtı. Onu öpmek, nefes almak gibiydi. Onu hissetmek, yeniden doğmak gibiydi.

Sonra kokusu geldi burnuma.

Ah o koku...

Barutun, toprağın ve aynı zamanda bana ait olan o tanıdık güvenin kokusu. Sanki göğsümde sakladığım bütün anılar şimdi boğazıma tırmanıyordu. Yüzümü avucuna yasladım, gözlerimi kapattım. İçimdeki kelebeğin kanat sesleri kulaklarımda çınladı.

"Mete..." diye fısıldadım, sesim titredi. "Nefesime yeniden nefes oldun ya sen. Ben başka hiçbir şey istemem."

Tam o sırada, parmaklarının çok hafif bir kıpırdanışını hissettim. Öyle ince, öyle belli belirsizdi ki ama benim için gökyüzünden düşen bir yıldızdan daha gerçekti. Başımı hızla kaldırıp yüzüne baktım. Kirpiklerinde kımıldayan bir titreşim vardı.

Doktorun sözleri zihnimde yankılandı: 'Beş dakikaya ayılır...'

Kalbim sanki göğsümü yarıp dışarı çıkacaktı. Ellerini daha sıkı tuttum, çenemi onun elinin üzerine yasladım. Birazdan gözlerini açacaktı. Ve ben, bütün yaralarıma, bütün yorgunluğuma rağmen, yeniden onun gözlerinde kaybolacaktım.

Kirpiklerinin titrediğini gördüm. Yavaşça, ağır bir perde aralanır gibi göz kapakları aralandı. O mavi, yıllardır içine düşmekten yorulmadığım deniz, yeniden bana bakıyordu.

Kalbim boğazıma yükseldi, nefesim kesildi. Dudaklarım titreyerek kıpırdadı.

"Mete..."

Bir anlık bir sessizlik oldu. Gözleri bana odaklanmaya çalışırken yüzüne o tanıdık yorgun tebessüm yerleşti. Dudakları zorla aralandı, sesi boğuk ama kararlıydı.

"Eyşan..."

Adımı böyle söyleyişi ile sanki gökyüzü yeniden rengini buldu. Gözlerimden yaşlar boşaldı, avuçlarımda hâlâ onun ellerini sıkıca tutuyordum. Gözleri yorgunca yanaklarıma düşen yaşlarda gezinirken çenemde tuttuğum elini kıpırdatmaya çalıştı.

"Ağlama," dedi güçlükle. "Silemiyorum, ağlama."

Aldırmadan kafamı iki yana salladım.

"Çok korktum," diye kısıkça inledim. "Sana bir şey olacak diye çok korktum. Mete, ben sensiz ne yapardım?"

Elini bırakmadan yüzüne doğru eğilip dudaklarımı yüzünün her bir noktasında sürükledim. Kaşlarını, alnını, burnunu, yanaklarını, gözlerini, kirpiklerini, sol gözünün altında varlığını bildiğim ama şu an olmayan gamzesini ve en sonunda dudaklarından öptüm.

Dudaklarıma en yakın yerden, burnumu burnuna değdirdim. Hıçkırıklarımın arasında fısıldadım.

"Döndün... bana döndün."

Mete gözlerini kırpmadan bana baktı, dudaklarının kenarında çok hafif bir gülümseme belirdi. Yanağını yanağıma sürtüp gözyaşımı sildi ve ardından dudaklarını bastırıp gözlerimin içine yeniden baktı.

"Benim yolum hep sana dönüyordu, Eyşan."

Karnımda hissettiğim tekmelerle ağır ama hızlı bir şekilde Mete'nin elini karnıma yasladım. Mete'de karnımdaki tekmeleri hissetmiş olacaktı ki gözlerini kapatıp yorgunca gülümsedi.

"İyiler," diye fısıldadı.

Kafamı sallayıp burukça gülümsedim.

"Çünkü babaları da iyi."

Gözlerini açtığında tebessümünün ardında derin bir minnet vardı; sanki bütün acıların içinden yalnızca bu an için geçmişti. Parmaklarını karnımda kıpırdattı, ardından bakışlarını yeniden bana çevirdi.

"Onları hissetmek..." diye fısıldadı, sesi titrek ama içten. "Sanki yeniden doğmuşum gibi."

Nefesim göğsümde düğümlendi. Elleri hâlâ karnımdaydı ve ben o ellerin sıcaklığıyla daha da sarsılıyordum. Başımı eğip dudaklarımı parmaklarının üzerine bastırdım.

"Mete," dedim, içli nefeslerimin arasından. "Senin yokluğunda onlar bana nefes oldular. Ama biliyor musun? Asıl sen... sen onların nefesisin. Sen olmadan yarım kalacaklardı."

Mavi gözleri ışıldadı, dudaklarının kenarı titreyerek kıvrıldı. Bir damla gözyaşı yanağından süzüldü, ama bu gözyaşında acı değil; sonsuz bir şükür vardı. Ona doğru eğilip dudaklarımı gözyaşına bastırdım.

"Elimi tuttukları gün..." dedi, sesi kısık ve derinden, "...hayatımın en büyük savaşı kazanılmış olacak. Çünkü o an, onların babası olabildiğimi bileceğim."

Kendimi tutamayıp yüzünü avuçlarıma aldım. Yanağına eğilip titreyen bir nefesle yeniden öptüm.

"Zaten öylesin. Onlar daha doğmadan seni tanıyorlar, Mete. Her kalp atışımı senin adınla duyuyorlar."

Dudaklarımı yanağından alnına doğru sürükleyip soluklandım.

"Canım yanar, dünyam yıkılır ama bir daha seni bırakmam."

Mete, nefesini boynuma bıraktı. Dudaklarının kenarından çıkan o boğuk ama kesin fısıltı, kalbimi paramparça etti.

"Helalimsin de diyecek misin?" deyip güçlükle kıkırdadı. Mete'nin alaycı tavrıyla gözlerimi devirip alnına alnımı yasladım.

"Bildiğin şeyi neden söyleyeyim aslanım?"

Mete, şaşkınlıkla kaşlarını kaldırıp çarpıkça gülümsemeye çalıştı ama yalnızca çalıştı. Dudakları yalnızca bükülmüştü.

"Hatun, senin içine ben mi kaçtı?"

Kahkaham boğazımda düğümlendi, gözyaşlarımla karışıp dudaklarımda buruk bir tebessüm oldu. Elimi saçlarının arasına daldırıp nazikçe okşadım.

"Sen zaten içime çoktan kaçtın Mete," dedim fısıltıyla.

Mete, gözlerini yorgun ama ısrarla bana dikti. Nefesi kesik kesikti, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kıvrım vardı.

"İyi ki... içinden çıkmamışım," diye mırıldandı.

Bir an sustum, sedyenin yanında ona daha da sokuldum. Kollarımı başının etrafına doladım, sanki tüm dünyayı üzerimize yığsalar bile bırakmayacakmışım gibi.

"Çıkamazsın zaten," dedim kararlı bir fısıltıyla. "Sen bendesin, Mete. Kanımda, kalbimde, nefesimde... Çıkamazsın."

Mavi gözleri gözlerimde gezindi, ardından güçsüz bir tebessümle gözlerini kapadı.

"Yaşamayı sadece nefes almaktan ibaret sanırdım. Yaşam senmişsin Eyşan. Yaşam, senin nefesinmiş. Bana yaşama sebebimi sen verdin ve bu, senin yokluğunla son bulacak. O yüzden sen oldukça bende olmaya devam edeceğim."

Başını arkaya eğip alnıma dudaklarını yaslarken, dudaklarının arasından çıkan o tek kelime yüreğime mühür gibi düştü.

"Helalim."

Biraz yüzümü geriye çekip saçlarını geriye atarak okşadım. Gözlerimden taşan bütün çaresizlikle dudaklarıma döküldü cümlelerim.

"Benim nefesim de sensin, Mete. Benim ömrüm, benim yolum sensiz yarım, sensiz karanlık. Artık seni bırakmam. Ne olursa olsun, bir daha asla bırakmam. Seni asla böyle bir yola sürüklemem."

Sanki sözlerim bedenine can, kalbine ritim katıyordu. Göz kapaklarının arasından sızan yorgun mavi parıltı yeniden bana döndü. O an, içimdeki kelebek kanatlarını açıp sessizce kondu; ne gökyüzüne, ne uzaklara... Mete'nin yüreğine.

Artık ne savaş, ne acı, ne de ölüm bizi ayırabilirdi.

Çünkü biz, her şeye rağmen yeniden hayata başlamıştık.

Gözlerin mavi bir gece gibi,
Ve ben o gecede kaybolmuş bir yıldız.
Ellerin ellerimde ısınınca,
Dünya sustu, zaman dondu.

Dudakların alnımda,
Nefesin boynumda,
Her fısıltın içimde bir çığlık,
Ve ben sessiz, ama bütün benliğimle sana aitim.

Sana tutuldum, senin varlığında yaşıyorum, seninle tamamlanıyorum.

10 Temmuz 2022 / İran

Yazar, Ağzından

Aber Sie, Ayliva

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, gökyüzünün en derin ücrasında var olan iki yıldız varmış. Liora ve Kael yıldızları, birbirinden ayrı ama aynı kalbin parçalarıymış. Geceleri gökyüzünde yan yana parladıklarında dünya denge içinde olurmuş. Rüzgârlar huzurlu eser, sular berrak akarmış.

Bir gün göklerin kıskanç ruhu, onların ışığını ayırmaya karar vermiş. Liora'yı doğuya, Kael'i batıya savurmuş. İkiz yıldızlar birbirlerini göremez olmuş. Ama işin garip yanı, ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, saçtığı ışıkları aynı anda parlamaya devam etmiş.

Rivayet edilir ki o günden sonra dünyaya doğan ikiz çocuklar, bu yıldızların yankısıymış. Onlar ayrı bedenlerde yaşasalar da aynı kalpten doğdukları için birbirlerini hissederlermiş.

Biri ağladığında diğeri boğazında düğüm hisseder, yaralandığında diğerinin teni sebepsiz yere sızlar, sevinince ötekinin kalbine sıcak bir rüzgâr dolarmış. Halk buna şöyle bir cümle söylemiş; "İkizler, yıldızların sırrını taşır. Onların bağını yalnızca ölüm ayırabilir, ama ölüm bile tamamen değil; çünkü biri göğe döndüğünde, diğerinin gölgesi hep ışığa bakar."

Ve derler ki hâlâ geceleri, doğu ile batı ufkunda aynı anda iki parlak yıldız yanıp sönerse, bu Liora ile Kael'in birbirini selamladığı andır. O gece doğan ikizler ise hayatları boyunca ruhlarının birbirine bağlı olacağına inanılır.

Her ne kadar Mete ölmemiş olsa bile Caner, Mete'nin şehit olduğunu sanıyordu. Kendi içinde tarifsiz bir boşluk açılmıştı. Kalbinin yarısı, bir daha hiç dolmayacakmış gibi eksilmişti. Asfalt yolda akıp giden kalabalık aracın içinde bakışlarını camdan yukarıya çevirdi, Caner.

Her ne düşünüyorsa, gözlerini bir an için kapattı ve yüzünü aşağıya indirerek yolu izlemeye devam etti. Araba arada sallandığından dolayı omuzları sağa sola doğru hafifçe sallanıyordu. Siyaha boyattığı saçların aralarına dolan ışık kırıntılarıyla, camdaki yansımasına bakıp içli bir nefes bıraktı.

Mavi gözlerinde, göğün en derininde saklanan bir fırtına gizliydi. O gözler, bir zamanlar umutla parlayan denizlerken şimdi dalgasız bir hüzne gömülmüştü. İçinde hem özlemin hem de suçluluğun yükü vardı; sanki gözbebeklerinin maviliği, ardında sakladığı acıyı daha berrak gösteriyordu. Bakıldığında, gözlerindeki hüzün bir kıyıya vuran dalganın geri çekilişini andırıyordu: Sessiz, çaresiz ama iz bırakmadan da gitmeyen.

Aracın içinde, en önde yer alan Selami, baktığı tabletten kafasını kaldırıp omzunun üzerinden arkasında oturan ekibe baktı.

"Beş dakika sonra Konsolosluktan iletilen konuma varacağız. Son hazırlıklarınızı tamamlayın."

Selami'nin komutuyla, herkes silahlarının şarjörünü kontrol etmeye başladı. Caner, ağırca kafasını eğip elindeki keskin nişancı tüfeğini inceledi.

Mavi gözlerinde saklı o fırtına, tüfeğin soğuk çeliğine yansıdı sanki. Parmakları, alışkanlıkla namlunun üzerinde gezinse de zihni hâlâ o hüznün pençesindeydi. Metalin ağırlığı, kalbinin yüküyle birleşince nefesi kısa ve kesik çıktı.

Yan koltuktaki Osman şarjörünü yerine oturtup sertçe çektiğinde, araçta yankılanan ses Caner'in düşüncelerini bir anlığına böldü. Gözlerini silahın üzerine eğdi, mekanizmanın her parçasını kontrol ederken kendine sessizce fısıldadı.

"Odaklan Zirve, şimdilik sadece görev var," dedi.

Ama kalbinin derininde, kardeşinin yokluğuna inandırdığı kendisiyle, hâlâ bir yerlerde onu hissettiğine inanan ruhu çarpışıyordu. Görev için susması gerekiyordu; içindeki ikiz hisleri ise susmayı reddediyordu.

Aracın içinde ağır bir sessizlik hâkimdi. Motorun uğultusu, tekerleklerin asfalt üzerinde çıkardığı monoton ses, gerilimin fon müziği gibiydi. Her şarjörün yerine oturmasıyla çıkan klik sesleri, o sessizliği bölen kısa ama keskin darbeler gibi yankılandı.

Barış, kemerinin üzerinde duran tabancasını kontrol ederken gözlerini kısa bir anlığına Caner'e çevirdi. Onun mavi gözlerinde saklı hüznü gördü ama hiçbir şey söylemedi. Bu timde kelimelerden çok bakışlar konuşurdu; herkes, diğerinin zihninde fırtınalar koptuğunu bilse de dudaklarını mühürlerdi.

Caner, tüfeğin dürbününü silerken omuzlarının gerginliği fark ediliyordu. Elleri titremiyordu ama gözlerinin içinde gizlenen dalgalanma, timin en dikkatli üyesinin bile fark edebileceği türdendi. Onun için bu görev, sadece bir emir değil; aynı zamanda içindeki boşluğu doldurma çabasıydı.

Ön koltukta oturan Bora, camdan dışarı bakıyordu. Dışarıdaki şehir ışıkları yüzüne vurduğunda, bakışlarındaki kararlılık daha da keskinleşti. Dudakları arasından tek bir kelime bile dökülmedi; o sessizlik, Selami'nin verdiği beş dakikalık sürenin her saniyesini daha ağır kılıyordu.

Aracın içinde son kez mekanizma sesleri duyulduktan sonra sessizlik yeniden hâkim oldu. Bu kez sessizlik, beklenen fırtınanın öncesindeki uğursuz bir sükûnet gibiydi.

Selami dikiz aynasından göz ucuyla onlara baktı.

"Son bir dakika."

Caner, başını kaldırıp camın karanlığına baktı. Gözlerindeki hüzün, bir anlığına buz kesmiş bir kararlılığa dönüştü. Motorun uğultusu ağırlaştı, tekerlekler hız keserken herkes nefesini tuttu. Silahların metal kokusu, araçtaki gerilime karışıyordu.

Frenin iniltisiyle araç sertçe durdu. O an, içerideki bütün sessizlik bozuldu.

"İniyoruz!" diye komut verdi Selami.

Kapılar aynı anda açıldı. Çelik çizmeler asfaltı tokatlayan bir ritimle yere indi. Gecenin karanlığında timin hareketi tek vücut gibiydi; hiçbir ses birbirinden ayrılmıyordu. Karşılarında, duvarları rutubetle kabarmış, pencereleri tahtalarla örtülmüş eski bir gecekondu vardı. Çatısı yarı çökmüş, karanlığın içinde gölge gibi yükseliyordu.

Güvercin Timi ve Hayalet Ekibi bir anda karışık olarak ikiye ayrıldı. Osman ve Kubilay yan kanatlara açılırken, Caner ön cephede ilerledi. Barış ve Bora arka kapıyı çevirmek üzere harekete geçti. Adımlar, çatının altında saklanan sessizliğe meydan okuyan birer gölgeydi.

Gecekondunun pencerelerinden içeriden belli belirsiz bir ışık sızıyordu. Rüzgâr, teneke çatıyı titrettiğinde kalp atışları daha da hızlandı. Caner, Sessiz'in yardımı ile kapının açılmasının ardından hızla içeriye daldı. Ardından gelen ekip yeniden sağ ve sola dağılarak iki kapının yanlarında durdu ve hızla kapıyı açıp silahlarıyla kolaçan ettiler. Caner, açılan kapıdan içeriye sızdığında koltukta oturan Elias Farouq'a tüfeğini doğrulttu.

"Çök!" diye bağırdığı an, Elias Farouq, tüm ciddiyetiyle dizlerinin üzerine çöküp ellerini ensesinde bağladı. Osman ve Giz, Elias'ın yüz üstü yatmasını sağlayıp kaba bir kontrolle üzerini aradı. Üzerinde silahı yoktu. Çünkü Elias'da artık kaçamayacağının farkındaydı. Selami, hızla içeriye girdiğinde gözleriyle etrafı taradı.

"Sessiz, buradaki evrakların hepsini toparla. Toparlamadan önce fotoğraflarını çekmeyi unutma," dedi ve belinden sarkan cırtlı, siyah kelepçeyi çıkartıp Elias'a ilerledi. Sol dizinin üzerine çöküp Elias'ın bileklerini bağladı. Caner, omzuna yasladığı tüfeği bacağının yanına indirip gözlerini Osman'a çevirdi.

"Kolay mı oldu bu?"

Osman, omzunu silkip Elias'ı ayağa kaldırdı.

"İşimize gelir," dedi ve Giz ile Elias'ı çekiştirerek yürütmeye başladı. Gecekonduda olan bütün evraklar, Sessiz tarafından fotoğrafı çekilip toplanırken ekip, Elias'ı araca bindirdi. Artık, konsolosluğa gidilecek ve orada ilk sorgusuna başlanacaktı.

11 Temmuz 2022 – 00:01 / İran

Caner Cenk Çakır, Ağzından

Adagio for Strings, Op. 11, Leonard Bernstein

İnsan, kaybolduğu yere dönermiş.

Ben de döndüm. Ama kaybolduğum yer bir coğrafya değildi; kendimdi. Kendi içimde, ikizimin yokluğunda yandığım, boğulduğum o karanlıkta kaybolmuştum. Şimdi bu gece, ellerimdeki silahın soğukluğuyla, kalbimdeki boşluğun üzerine basarak yeniden buradaydım.

Gece ağırdı. Hava, sanki üzerine kurşun yüklenmiş gibi boğuyordu ciğerlerimi. Nefes aldıkça içime yalnızca karanlık doluyordu. Arabanın içinden çıktığımız an, İran'ın bu arka sokağı bana mezar sessizliğiyle baktı. Gecekondunun çürümüş duvarları, kırık pencereleri sanki ben içeri girdiğimde, orada beni bekleyen kaderi çoktan biliyordu.

Konsolosluğa varmış ve kendimi bir anda soğuk, rutubetli bir odanın içinde bulmuştum. Odada bir masa ve karşılıklı konulmuş iki sandalye vardı. Elias'ın ilk sorgusunu ben yapacaktım. Kinci bir insan değildim ama intikamcıydım.

Odağımdaki kameranın son kontrollerini yaparken arkamdaki odanın kapısının açıldığını işittim. Sessiz bir şekilde kameranın kaydını başlatıp solda yer alan sandalyeye çöktüm ve önümdeki kabarık dosyaya bakmaya başladım. Giz, Elias Farouq itini, karşımdaki sandalyeye oturttu ve bileğindeki değiştirdikleri metal kelepçe ile masanın ayağına sabitledi.

Elias'ın yüzü her zamanki gibi soğuktu. Gözlerinde pişmanlık değil, meydan okuyan bir donukluk vardı. Zincirin masanın ayağına sürtünürken çıkardığı metalik ses, odanın sessizliğini keskin bir bıçak gibi yardı.

Başımı kaldırıp ona baktım.

Zihnimin en derin köşesinde Mete'nin haykırışları, gözümüzün önünde patlayan Özel Tim Taburu, bu zamana kadar gölgesinde sığındığım Şenol, sevdiğim kadının ikizi Kartal'ın acıyla inleyişleri, omzumdaki acı ve Eyşan'ın çektikleri bir film şeridi gibi gözlerimin önüne uzandı.

Zihnimdeki görüntüler üst üste binip bir fırtına gibi patlıyordu. Her bir kare, kalbimi sıkıyor, göğsümü birer demir parçası gibi eziyordu. Elleri kelepçeli bir adamın masaya bağlanması, etrafımdaki sessizlik, içerideki metalik koku... Hepsi, geçmişin acı yankılarıyla birleşiyordu.

Gözlerimi Elias'tan ayırmadan derin bir nefes aldım. İçimde hem öfke hem suçluluk hem de koruma isteği vardı. Bu adam, sevdiklerimin acısını tattı; ama artık sıra bendeydi.

İçimdeki hınç, göğsümden boğazıma doğru yükseldi ama yüzüme taş gibi bir maske örttüm. Bakışlarımı dosyaya indirip kapağını açtım. İçinde fotoğraflar vardı. Yıkılmış evler, şehit düşmüş askerler, paramparça bedenler... Hepsi onun izini taşıyordu. Fotoğraflardan birini masaya kaydırdım. Mete'nin adı o kâğıtlarda yankılandı sanki.

"Kara Kutu kod adıyla tanınmış, Elias Farouq. Şu andan itibaren İran hükümetinin bana verdiği yetkiyle seni sorguya tabi tutma hakkına sahibim. Bu odada yer alan kamera anbean kayıt tutuyor olacak. Bu topraklarda konuşmama hakkına sahipsin fakat Türkiye'ye dönüldüğünde, burada edindiğin bütün haklar ve ayrıcalıklar, kullanılmış ve geçersiz sayılacak. Türkiye Cumhuriyeti yasaları önünde vereceğin cevapların ağırlığıyla yüzleşeceksin."

Gözlerimi dosyadan kaldırıp Elias'a sapladım. Odanın rutubetli duvarları, nefesimizin ağırlığıyla daha da daraldı. Kamera sessizce kayda devam ediyor, her bakışımızı, her nefesimizi tarihe kazıyordu.

Elias geri yaslandı, kelepçenin metal sesi tekrar duyuldu. "Sor bakalım asker," dedi soğukkanlılıkla. "Bakalım hangi cevabım seni daha çok yakacak."

Sessizliği bir anlık boşluk gibi hissettim; ama içimdeki dikkat kesilmiş alarm hâlâ yanıyordu. Her nefes, her titreyen parmak ucu, bu odadaki dengeyi bozabilirdi. Çenemi kaldırıp kesik bir nefes aldım.

"Zimmetli olan cephanelerinizi nerede saklıyorsunuz?"

Elias bir an sessiz kaldı, sonra soğukkanlılıkla karşılık verdi.

"Bu bilgiyi verme yükümlülüğüm yok, asker. Sana karşı yasal bir bağım da yok."

Cevabı not ettim ve tonda tek bir kırılma göstermeden devam ettim.

"Yeniden tekerrür ediyorum. İran hükümeti bana bu topraklarda seni sorgulama yetkisi verdi. Bu odadaki kamera, her sözünü ve davranışını kaydediyor. Bu nedenle sorumu cevapsız bırakamazsın. Türkiye'ye döndüğünde, bu odada edindiğin haklar geçersiz sayılacak ve vereceğin her yanıt Türkiye Cumhuriyeti yasaları önünde delil olarak kullanılacak," diyerek biraz önce söylediklerimi bir papağan misali tekrarladım.

Elias'ın gözlerini dikkatle süzdüm. Her hareketini, her tereddüttü kayda geçiriyordum. Konuşmam resmi, ciddiyetle ve geri dönüşsüzdü.

"Şimdi tekrar soruyorum. Zimmetli cephanelerinizin bulunduğu yeri tam olarak belirtin. Bu soruya verdiğiniz yanıt, sorgunun devamında göstereceğiniz iş birliğinin temelini oluşturacaktır. Anlaşıldı mı?"

Elias başını hafifçe salladı, odadaki sessizlik tekrar yoğunlaştı. Bu resmi sorgu prosedürü, onun psikolojik direncini ölçmek ve suçların ağırlığını kayıt altına almak amacıyla tasarlanmıştı. Elias, soğukkanlılığını koruyarak cevap verdi.

"Konumlar, operasyon kodları ve erişim şifreleri yalnızca yetkili kişiler tarafından bilinir. Bunu açıklamak yasal bir zorunluluk değil."

Başımı hafifçe salladım, not defterime kısa bir işaret düşerek resmi tonumu korudum.

"Bu yanıt, kayda geçmiştir. Ancak itirazınızın sorgu sürecini etkilemeyeceğini bilmenizi isterim. Türkiye'ye döndüğümüzde burada kayıt altına alınan her bilgi delil olarak kullanılacaktır. Dolayısıyla itirazınız, hukuki olarak geçersizdir."

Elias gözlerini bana dikti, nefes alışverişi hafifçe hızlandı. Ama ben geri adım atmadım. Sessiz ve kararlı duruşum, odadaki atmosferi tamamen resmi bir disiplin havasına çevirdi.

"Şimdi, ikinci soru; bu cephaneliklerin kullanım ve dağıtım kayıtlarını detaylandırın. Hangi kişi ve birimler tarafından erişim sağlanmıştır?"

Kamera, odadaki her hareketi kaydederken, odadaki sessizlik resmi bir protokolün ağırlığını taşıyordu. Sorgu, sadece cevap almak değil, aynı zamanda tüm suç zincirini belgelemek için titizlikle yürütülüyordu.

Elias, derin bir nefes verdi ve gözlerimin içine baktı.

"Cephanelikler, Tahran'ın kuzey bölgesinde üç ayrı depoda saklanıyor. İlk depo, şehir merkezine yakın, eski bir depo binasında. İkinci depo, askeri üslerin batı sınırına yakın, gizli bir alanda. Üçüncü depo, kırsal bölgedeki eski bir fabrikanın içinde. Her depoya erişim için ayrı şifreler ve yetkilendirilmiş kişiler bulunuyor. Listeyi size sunabilirim."

Kameraya bakıp yeniden Elias'a baktım.

"Depolardan sorumlu birimler," diye devam ettim, "bu bilgilerin doğruluğunu kontrol edeceğiz. İsmini verdiğiniz kişiler, Türkiye'ye döndüğümüzde sorgu için doğrudan bilgi kaynağı olacak. Şimdi, her depodaki cephaneliğin miktarı ve türünü açıklayın."

Elias ağır ve resmi bir tonda yanıt verdi.

"İlk depoda hafif silahlar ve mühimmat var, yaklaşık 5.000 adet mermiyle birlikte. İkinci depoda ağır silahlar, roketatar ve makineli tüfekler mevcut, miktarı 2.000 civarında. Üçüncü depoda ise karışık mühimmat ve patlayıcı malzemeler bulunuyor, sayısı yaklaşık 1.500 civarı."

"Son olarak," dedim, resmi üslubumu koruyarak, "bu depolara erişim sağlayan kişilerden sorumlu olan birimler ve operasyon kodlarını ayrıntılı olarak listeleyin. Tüm bilgiler eksiksiz olmalı."

Elias başını hafifçe salladı, derin bir nefes aldı ve belgeleri açıklamaya devam etti. Sorgu hem resmi hem de hukuki çerçevede titizlikle ilerliyordu.

Zaman, bir film rulosuna bağlı gibiydi. Her saniye, kameranın sessiz kaydında bir kareye dönüştü. Üç saat süren sorgu sonrası arkama yaslanıp dosyanın kapağını kapattım. Ellerimi dosyanın üzerinde kenetleyip dişlerimi gergince sıktım ve bıraktım.

"Seni, İran hükümetinin bana vermiş olduğu resmi yetkiye dayanarak; vatana ve ulusal değerlere karşı işlenmiş ihanet ile devlet kaynaklarının kötüye kullanılması ve suistimal edilmesi suçlarından resmen tutukluyorum. Bu tutuklama, ilgili tüm kayıt ve belgelerle birlikte yürütülecek resmi sorgu prosedürleri kapsamında yapılmıştır ve hakların, Türkiye'ye döndüğünde yasal merciler önünde korunacaktır."

Elias hafifçe gülümsedi; gülümsemesi soğuk, ölçülü ve meydan okuyucuydu. Dudaklarının kenarındaki o ince kıvrım, alaycı bir memnuniyet taşıyordu; sanki tutuklanmış olmanın ağırlığını değil, kendini hâlâ bir adım önde hissetmenin rahatlığını gösteriyordu. Gözlerinin donuk bakışı, bu gülümsemeyle birleşince, odadaki sessizliği daha da yoğun ve baskın hâle getiriyordu.

Ben de gülümsedim, ama bu gülümseme farkındalık ve kararlılıkla karışıktı. İçimde bir tuhaflık hissettim: Bir yandan Elias'ın soğukkanlı alayına karşı bir zafer duygusu, diğer yandan onun hâlâ bir oyun peşinde olabileceği tedirginliği vardı. Gülümsemem, onun soğuk meydan okumasına karşı hem disiplinli bir yanıt hem de kendi kontrolümü koruduğumu gösteriyordu. Bu kısa anlık etkileşim, sorgu odasında güç dengelerinin sessiz bir savaşı gibiydi.

Elias, hafifçe öne doğru eğildiğinde masaya ayağına bağlı olan kelepçeleri şıngırdadı.

"Beni tutukladın asker, bravo. Ama beni tutuklaman, senin ölen ikizini maalesef geri getirmeyecek."

Sözleri, odadaki sessizliği bir anda keskin bir bıçak gibi böldü. Elias'ın kelimeleri, sadece fiziksel bir meydan okuma değil, aynı zamanda içimdeki yaraları deşen bir hançer gibiydi. Gülümsemem bir an içinde silindi; yerine başımdan aşağıya dökülen, içimi boşaltan bir ağırlık çöktü. İçimde bir karmaşa yükseldi: öfke, acı, suçluluk ve kaybın sızıntısı bir araya gelmişti. Nefesim ağırlaştı, göğsümdeki baskı artmıştı.

Gözlerimi gözlerinden kaçırmak istedim ama bunu yapamazdım. Onun karşısında savunmasız olamazdım. Caner Cenk Çakır'dım ben. Karşımda oturan hainin önünde acı çekemezdim. Gözlerimi kırpıştırıp ağırca kafamı salladım.

"Sende haklısın," diye fısıldadım usulca. "Neticede hislerimiz karşılıklı. Seni tutuklamış olmam, Rojin'i sana geri vermeyecek. Ancak ölürsen, ona kavuşabilirsin."

Üff, sapladı.

İç sesimi duyumsamazlıktan gelerek karşımdaki piçin gözlerine bakmaya devam ettim. Yüzündeki acı çeken ifadeyi gördüğümde dudaklarımın zafer kıvrılmasına bürünmesine izin verdim. Başta sakin ve alaycı görünen yüzü, ağırca gerginleşmeye başladı. Belirginleşen alnındaki damarları ile kızarmaya başladı.

"Ya kalb!" (Seni köpek!) diye dişlerinin arasından tısladığında oturduğum sandalyeden ayağa kalktım. Masanın ayağına takılı olan kelepçeleri çekiştirmeye başladığı sıra tripoda bağlı kameranın kaydını durdurup tripoddan çıkarttım. Elias, ağzına gelen tüm küfürleri Arapça saydırırken kamera ile kapıya yaklaştım. Kelepçelerin şıkırtıları Elias'ın haykırışlarına karışırken kapının kulpunu kavrayıp indirdim. Sorgu odasından çıkıp kapıyı kapattım ve kamerayı, bizi camın arkasından izlemiş olan Caffar'a uzattım.

"Elias Farouq'un bir an önce Şırnak'a transferi için işlemleri hızlandır lütfen Caffar. Daha fazla İran'da kalmayacağız."

Caffar'ın bakışları, siyaha boyadığım saçlarımda gezinip gözlerime indi. Kaşlarını çatıp kafasını hafifçe sol omzuna doğru çevirdi.

"Senin saçların kumral değil miydi?"

Caffar'ın sorduğu soru beni, Mete'nin gömüldüğü o günün gecesine götürdü.

Lara, bana ait olan yastığı kucağına almış bir şekilde, yatağın tam ortasında uzanıyordu. Alıp verdiği derin nefeslerinden uyuyor olduğunu biliyordum. Sağ ayağındaki çıkan çorabın yatak ucuna düştüğünü fark ettiğimde ağırca ilerledim ve çöküp çorabı elime aldım. Lara'nın yüzüne bakarken ayağını tuttum ve çorabı nazikçe giydim. Çünkü benim karım, çorapsız uyuyamıyordu.

Hafifçe kıpırdanıp yastığıma sarılırken dudaklarıyla minik hareketler yaptı. Kalbim göğsümde deli gibi çarpıyordu ama yüzümde tek bir hareket yoktu. Gözlerimi kırpıştırıp eğildim, alnına sessizce bir öpücük bıraktım ve doğruldum. Komodinin üzerindeki poşeti fark ettim; sol elimi enseme götürüp tişörtümü bir hamlede çıkarttım ve komodine bıraktım. Poşeti elime alıp merdivenlerden sessizce çıktım.

Banyoya girdiğimde aynanın karşısında durdum. Poşetin içinden boya kutusunu çıkardım; aynaya bakmadan eldivenleri taktım. Kendi yansımama gözlerimi çevirdiğimde, yanağıma süzülen birkaç damla yaşın titremesiyle birleştiğini gördüm. İçimde bir çatışma vardı; geçmişin acısı, suçluluk ve ikizimin kaybı, aynadaki yansımamla birleşmişti.

"Aynalar madalyondur Caner. Orada gördüğün, bazen o halin olur, bazen de olmaya zorlandığın halin."

Kabın içindeki boyayı, eldivenli elimle bir tutam alıp bir hamlede saçlarıma sürttüm.

"Neden saçlarını inatla siyaha boyuyorsun Caner?" diye sordu Mete, yüzünü havluyla kurularken. Aynada olan bakışlarımı onun yansımasına çevirdim.

"Seni benimle sürekli karıştırıyorlar Mete. Kızlar, yanlışlıkla sana gelmesin diye saçlarımı uğruna feda ediyorum. Bu kıyağımı unutma," dedim ve kıkırdayarak yeniden saçlarımı boyamaya döndüm.

Gözlerimden akmaya devam eden yaşlar, çenemde birikerek göğsüme damlarken titreyerek saçlarımı boyamaya devam ettim.

"Biraz konuşabilir miyiz, Eyşan?"

Eyşan, kapıyı açıp içeriye girdiğinde yüzüme kapıyı kapatacağını düşünmüştüm ama bunu yapmamış, kapıyı aralık bırakmıştı. Yavaş adımlarla peşinden içeriye girerken masasına ilerledi. Kapıyı kapatıp karşısındaki koltuğa oturdum. İnatla bana bakmayı reddediyordu. Mete ve onun mutluluğu için oynadığımız bu oyunda acı çektiğini biliyordum ama bunu yapmak zorundaydık. Ya bir gün gerçekten şehit olsaydı Mete, o zaman neler olurdu?

"Eyşan," diye seslendim ona. Bakışlarını yüzüme çevirdiğinde yalnızca alnıma baktı. Neden yengem olacak bu kadın gözlerime bakmayı istemiyordu ki? Kaşlarım çatıldığında omuzlarını yükseltecek bir nefes aldı.

"Gözlerime bakmaktan çekiniyorsun," dedim usulca.

Israrla alnıma bakmaya devam etti. Sanki kafamı parçalayacakmış gibi bakıyordu.

"Evet, Mete'yi hatırlatıyorsun."

Dürüsttü ve bu dürüstlüğü içimde bir yankı uyandırmıştı.

Aynaya yansıyan görüntüm ile boyalı eldiveni usulca elimden sıyırdım ve biten kabın içine bıraktım. Küvetin kenarına oturup saçımdaki boyanın saçlarıma işlenmesini beklerken gözlerimi banyonun açık kapısına çevirdim.

"Caner! Şu siktiğimin küvetinden çık artık!"

Mete'nin zihnime dolan sesiyle burukça gülümsedim. Sanki bir an için tüm heybetiyle merdivenleri tırmanıp buraya gelecekti. Sırtımı yasladığım yerden ona baktığım sırada benim keyfimi bozacak hareketler yapacak ve bende ona su atarak sinirlerini bozacaktım.

Ama ne gelen vardı ne de gölge kadar bir işaret. Sadece boş koridorun sessizliği ve içimdeki çarpıntı kaldı. Mete'nin sesi zihnimde yankılanıyor, varlığıyla yokluğu birbirine karışıyordu. Bir an için gülümsemem, anlık bir hüzünle yer değiştirdi; kalbimde hem özlem hem de boşluk hissi büyüdü.

Tenimi titreten banyonun soğuk havası, gerçekliği hatırlattı. Hayal ile gerçek arasındaki ince çizgide, Mete'nin varlığı bana hem güç hem de hüzün veriyordu. İçimdeki buruk gülümseme, geçmişin sıcak anılarıyla acının keskinliğini bir arada taşıyordu.

Saç diplerimin sızısıyla, saçımdaki boyayı temizleme vaktimin geldiğini anlayabilmiştim. Altımdaki şortu çıkartıp yalnızca boxerım ile küvete girdim ve derin bir nefes alarak kendimi suyun içine kaydırdım. Bedenim ve yüzüm suyun altında dururken ellerimi saçlarıma götürüp nazikçe karıştırmaya başladım. Siyah boyanın artıklarının berrak suya karıştığını hissedebiliyordum; her hareket, üzerimde biriken ağırlığın biraz daha akıp gitmesini sağlıyordu.

Ruhumun karanlığı, etrafımdaki her anı giderek gölgelerin içine çekiyordu. Dişlerimi sıkarak tuttuğum nefesi burnumdan verirken boğukça inledim. İçimdeki acının yankısı, suyun berraklığına karışan siyahlıkla birlikte bulanmış, her damla hem fiziksel hem de ruhsal bir boşalmanın habercisi olmuştu.

Mete, aynada boyamaya devam ettiğim saçlarıma bakıp dudaklarını büzdü.

"Ne yani şimdi ben, bana benzeyen bir ikizim var diyerek milleti kıskandıramayacak mıyım?"

Küvetin içinde bir hışımla doğrulduğumda göğsümü yükselten bir nefes aldım. Parmaklarım saç diplerimi koparmak istermişçesine çekiştirirken dişlerimin arasından keskin bir nefes alıp gözlerimi sıkıca kapattım.

"Sus, n'olur sus."

Aynaya sırtımı dönüp elimdeki boyayı saçlarına doğru savurdum. Mete, bir hamlede geri çekilip boyadan kurutulurken kahkaha atarak onu kovalamaya başladım.

"O zaman sen bana benze ikizim!" diye bağırarak banyodan çıktım. Mete, küfrederek benden kaçmaya devam ederken merdivenlerden hızla iniyordu. Üzerindeki beyaz tişörte elimi sürüp durduğumda Mete, birden durdu. Ağırca omzunun üzerinden bana bakıp gözlerini kıstı.

"Bunu yapmamış ol Caner. En sevdiğim tişörtümü lekelediğini söyleme."

Kaşlarımı kaldırarak gülümsedim.

"Lekelemedim, boyadım."

Mete, bir anda bana dönüp ellerini havaya kaldırdı.

"Yedim ulan seni," geri merdivene dönüp yukarıya tırmanmaya başlarken Mete, arkamdan bağırdı. "Gel lan buraya, Caner!"

Banyodan çıkıp üzerimi giyindim ve kendimi Mete'nin odasına attım. Yatağın üzerine oturup komodinin yanındaki çalışma masasının üzerindeki fotoğrafımıza baktım. Birbirine omuz omuza sarılmış, kadraja bakarak gülümseyen, bakanın hangimizin kim olduğunu ayırt edemeyeceği fotoğrafımızı elime alıp başımı onun yastığına koyup gözlerimi kapattım. Çerçeveyi göğsüme yaslayıp hıçkırarak ağlamaya başladığımda gözlerimi kapatıp burnuma yastığına bastırdım.

"Caner?"

Gözümün önünde sallanan el ile Caffar'ın yüzü görüşüme girdi. Gözleri yanağıma düştüğünde ağladığımı fark etti. Güçlükle yutkundum ve burukça bir gülümseme kondurdum dudaklarıma. Aynaya her baktığımda Mete'yi görmemek için saçlarımı boyadığımı Caffar'a söyleyemedim.

"Ben bu hayata Mete ile geldim, Caffar. Ama şimdi yalnız kaldım. Ve var olduğum sürece tek kalacağım. Ruhumun siyahlığını sadece Lara aldı; Mete'nin şehit olmasıyla geri döndü. Kalbim Lara ile atmaya devam edecek, ama ruhum ebediyen onun yokluğuyla sarılacak. Mete, Eyşan'ı bana emanet etti ve ben, Mete'ye benzerken yengemi koruyamam. O yüzden saçlarımı yeniden siyaha boyadım."

Çünkü ben; aynaya her baktığımda, olmaya zorlandığım halimi göreceğimi bile bile kendimden vazgeçmiştim.

-

BÖLÜM SONU

Huh...

Ah be Caner'im. Dış görünüşünden fırtınalar estirirken, içinde kırıklığını taşıyan hassas kalplim. Seni bu duruma düşürdüğüm için çok özür dilerim...

Evvet dostlar. Elias Türkiye topraklarına geri getirilecek ve burada da sorguya tabi tutulacak. Sorguya kimler girecek, tabii ki de meçhul. Mete, vatanının topraklarında gözlerini yeniden açtı. Eyşan, ise rahat bir nefes aldı ama durumlar bakalım nasıl ilerleyecek.

Başlangıçta söylediğim gibi, bölümü daha önce yayınlayacaktım ama başıma gelen felaket fırtınası yüzünden ne kitaba ne de kendime adapte olabildim. Küçük bir kazaydı, iyiyim sorun yok. Karma denilen şey bu demek sanırım :)

Her neyse; lafı fazla uzatmıyorum. Bir sonraki bölümün taslaklarını oluşturmaya başladım. bu bölüm hakkında yorumlarınızı çok merak ediyorum. Sizin tahminleriniz neler? Bana ilham olabilecek düşünceleriniz var mı? çünkü buradan itibaren süreç artık bir noktaya kadar hızlanacak, bilginiz olsun. O halde;

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

Sultan Çakır

yirmi dört ağustos iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 24.08.2025 02:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sultan Çakır / GÜVERCİN / LV - EMANET VE YEMİN
Sultan Çakır
GÜVERCİN

29.3k Okunma

1.47k Oy

0 Takip
88
Bölümlü Kitap
-AURORA-I - YEMİNII - İLK KURŞUNIII - MAVİIV - SORGUV - KANLI TÜYVI - SINIR7. BÖLÜM'DEN KESİTVII - GERÇEKDUYURU VE SOHBETKİTAP ADI VE KESİTVIII - TEKERRÜRIX - 25 SAAT 38 DAKİKA10. BÖLÜMDEN KESİTX - İSYANIN ARKASINDAKİ GÖLGEXI - YALANLAR VE İZLERİXII - SAVAŞIN SINIRINDAXIII - GECEYE SÜRGÜN AŞKXIV - KIRIK GÜVEN KOZASIXV - KIRILMA NOKTASIXVI - DUVARXVII - KANATLARI ISLAK GÜVERCİNXVIII PART I - SIRR-I MÜPHEMXVIII PART II - SÖNMÜŞ OCAK KÖZÜXIX - YÜKLÜ HATIRAXX - BÜLBÜLÜM ALTIN KAFESTEXXI - AL BAYRAĞIN GÖLGESİXXII - SONA BİR KALAA.E.BM.M.ÇXXIII - KORUN BIRAKTIĞI İZXXIV - BOZKURT VE TARUMARXXV - TEK KURŞUN SÖZÜXXVI - KARA KARIŞAN KANXXVII - ÖFKENİN KRİZ UYKUSUXXVIII - OMUZDA TAŞINAN YÜKXXIV - RUHU YUTAN BOŞLUKXXX - GERİ SAYIM SONUXXXI - YAKLAŞAN KASIRGAXXXII - HASSAS VE ZARİFXXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜII PART - XXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜXXXIV - AKREP VE YELKOVANXXXV - ŞEYTAN KILIKLI AZRAİLXXXVI - YOLUN SONUNDAKİ SAKİNLİKXXXVII - ECELİN GÖLGESİXXXVIII - OLASILIK VE KURAMXXXIX - KİMLİK KAYBIXL - BAHT VE TEKERRÜRXLI - KAYBOLAN ZAMANLAR- DUYURU -XLII - YANAN KÜLLERİN ARASINDAK.S.AA.O.ÖG.U.DGÜVERCİN HKK.XLIII - SERZENİŞİN KIYISINDAXLIV - DÜNE İÇİLEN ANT45. BÖLÜMDEN KESİTXLV - LEKE BIRAKAN İZLERMETE'DEN SİZE BİR MESAJ VAR!46. BÖLÜM'DEN KESİTBir İşçinin Günlüğü - DuyuruXLVI - KALPTEN GELEN YOL47. BÖLÜMDEN KESİTXLVII - KIRILAN SADAKAT-DUYURU-XLVIII - DİLDEKİ SÜKÛT-Duyuru-XLIX - SONUN DOĞURDUĞU İLK BAŞLANGIÇDUYURUDuyuruL - FİDES RUPTALI - ALARUM VINCULUMLII - SINAVLAR VE GEÇİŞLER-DUYURU-LIII - TANRILARIN UNUTTUĞU DÜŞÜŞ54. BÖLÜMDEN KESİTLIV - ÖLÜME GÖMÜLÜ BİR SEVDALV - EMANET VE YEMİNNeden bölüm yok - AçıklamaLVI - MÜHÜRLENMİŞ HAKİKAT57. BÖLÜMDEN KESİTLVII - SİS BÖLÜĞÜLVIII - OKYANUSTAN DOĞAN IRMAKLAR, ŞANSLI ÇÖL GEZGİNİLVIX - ŞAFAK SÖKMEDENLX - DİP KUYUSU- DUYURU -
Hikayeyi Paylaş
Loading...