
SÜRPRİZZZZ! NASIL DA ŞAK DİYE ERKEN GELDİM AMA?
Helüüüü, nasılsınız, umarım iyisinizdir. Sizi hiç bekletmeden bölüme yolluyorum. Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar.

Bölüm Şarkıları;
Kül, Cem Adrian
Sanrılar, Perdenin Ardındakiler
Euthanasia, Nxw Time
Yaralarını Ben Sarayım, Berk Baysal
Büklüm Büklüm, Maalesef

LVI
🕊️
Yoksul olan maldan değil, hatıradan mahrum kalandır. Benim yoksulluğum, gözlerimin önünden can veren kardeşlerimdi.
Ben, deli değilim.
Ben, aklını kaybetmiş bir adam değilim.
Ben; hakikatin sırrını taşımış, bedelini ise cinnetle ödemiş bir yolcuyum.
Mehmet Akıncı
11 Temmuz 2022 02:32 / İran
Bora Yalaz Arınlı, Ağzından
Kül, Cem Adrian
Hayatımıza giren her insan, bizden bir parça alır. Ama aynı zamanda bize bir yabancı bir parçayı da bırakır. Kimi, içimizde hiç bilmediğimiz bir rengi gösterir, kimi, dokunmadığımız bir yarayı kanatır. Hiçbiri boşuna değildir. Çünkü aldıklarıyla bizi hafifletirler, bıraktıklarıyla da bizi dönüştürürler. Böylece sandığımız kadar bütün olmadığımızı anlamış oluruz.
Parçalarımız, tanıdığımız insanlara dağılmış durumdadır. Ve aynı şekilde, onların parçaları da bize yaşar. Belki de insan olmanın anlamı tam olarak burada gizlidir.
Mete’nin bende olan yeri, neredeyse Caner’in, Mete’deki olduğu konum gibiydi.
Aramızda kan bağı olmamasına rağmen, kardeşliği doruklarımıza kadar hissetmiştik. Bunu tatmanın en güzel anlarını yaşarken Mete’nin şehit olması, bizim yarım bırakmıştı.
Mete’nin gidişiyle anladım ki, bazı parçalar bizden kopup gidince asla yerine konulamıyordu. İnsan zamanla alışıyor gibi görünse de aslında o boşlukla yaşamayı öğreniyordu. Eksiklik, hayatın kalıcı bir parçası haline geliyordu.
“Bora.”
Barış’ın bana seslenmesiyle bakışlarımı ona çevirdim. Elindeki çay olan karton bardağa bakıp yeniden gözlerine baktım.
“İki günden beri hiçbir şey yemedin. Bari şunu iç.”
Elimi uzatıp çayı aldım ama içemedim. Sıcaklığı parmak uçlarımı yakarken bile, içimdeki boşluğa ulaşmıyordu. O an fark ettim; açlık sadece midemde değildi, ruhumda da derin bir açlık vardı. Mete’den kalan sessizlik, hiçbir lokmayla, hiçbir yudumla dolmuyordu.
Barış gözlerimi inceledi, bir şey söylemek ister gibi ama söyleyemeden sustu. Hepimiz aynı yükü taşıyorduk, ama kimse kelimelere dökmeye cesaret edemiyordu. Çünkü dile gelirse, gerçekliği daha da ağırlaşacaktı.
“Caner, Elias Farouq’un sorgusunu bitirmiş,” dediğinde elimdeki çayı usulca yanımdaki sandalyeye bıraktım ve ellerimi birbirine kenetleyip yeniden Barış’a baktım.
“Konuşmuş mu?” diye sorguladım. Barış, kafasını onaylarcasına salladığında yutkunarak bakışlarımı kaçırdım. Bünyamin, Ahmet’in sahte şehit olmasından sonra Elias Farouq için çalışmıştı. Benden daha çok sahiplendiği Ahmet’in, devleti yüzünden yok olduğu düşüncesiyle düşman ellerine sarılmıştı. Bunun tabii ki de affedilir bir yanı yoktu ama yaptıkları planın neye mâl olduğunu tüm tarih öğrenmişti.
“Büb hakkında bir şey demiş mi?” diye fısıldadım bir an için. Bünyamin’in adını söylemek içimden gelmemişti, onun yerine lakabını kullanmayı tercih etmiştim. Barış, kafasını iki yana salladığında gözlerimi kıpıştırdım. Hoş, ne söyleyebilirdi ki?
“Devamını Caner anlatır,” dedi Barış sonunda, sesi neredeyse fısıltıya yakın bir tonda.
Cümlesi kısa, ama içindeki ağırlık sonsuzdu. Bir an için göz göze geldik. Onun da söylemek istedikleri boğazında düğümlenmişti. O an anladım ki, sadece ben değil, hepimiz aynı yükün altında eziliyorduk.
“Dur lan, dur!
Birden konsolosluğun koridorundan yükselen Caner’in ve Osman’ın bağırışlarıyla hızla ayağa fırladım. Barış’ta benimle aynı şekilde ayağa kalkıp seslerin geldiği yere koşmaya başladığında peşinden ilerledim. Koridorun dar duvarlarında yankılanan sesler, sanki binanın temellerini bile titretiyordu. Köşeyi döndüğümüzde gördüğüm manzara nefesimi kesti.
Ahmet, Elias Farouq’un üzerine çullanmış bir şekilde yumruklarını savururken Caner ve Osman, tüm güçleriyle onu geri çekmeye çalışırken neredeyse birbirlerinin dengesini bozacak kadar geriliyorlardı. Barış, yanımda durup hızlıca durumu ölçüyordu; gözleri hem korku hem de ne yapacağını bilememenin karışımıyla donuklaşmıştı.
“Sen, iflah olmaz orospu çocuğunun tekisin! diye bağırdı Ahmet, Elias’ın yüzüne karşı. “Senin nefes alman bile haram piç.”
Yumruklarını inatla Elias’ın yüzüne savururken konuşmalarına devam etti.
“Bünyamin’miş. Biz, senin itin yüzünden bu hallere düştük amına koyduğumun evladı! Senin kardeşin olmasaydı şimdi o da burada olacaktı ve senin soluğunu kesmek için elinden geleni yapacaktı.”
Nefesimi tutarak bir adım daha ileri attım; kalbim sanki göğsümden fırlayacak gibiydi. Caner’i ve Osman’ı üzerindeki formalardan sertçe kavrayarak geriye doğru ittirdim ve Ahmet’in beline sarılacak sertçe geriye çektim. Ahmet, benim cüsseme nazaran biraz hafif kalıyordu, böylece onu kolayca çekebilmiştim ama o, inatla Elias’a doğru atılmaya devam ediyordu. Kollarımı iyice gerginleştirip geriye doğru sürüklemeye başlarken Caner ile Osman, hızla atılıp yerdeki Elias’ı kaldırmaya çalışıyorlardı.
“Bora bırak beni!” diye bağıran Ahmet’in sesi duymamış gibi yaparak geri geri yürümeye devam ediyordum. Konsolosluğun sorgu odasının kapısına bir tekme atarak açtım ve içeriye ittirip kapıyı kapattım. Ahmet, gözlerindeki öfkeyle kapıya bakıp çıkmak için bir atak yaptığında yakalarından tutup duvara yapıştırdım.
“Ne yapıyorsun lan sen! Hangi topraklarda olduğumuzu unuttun mu? Seni ters kelepçe almaları saniyelerini bile almaz!” diye yüzüne karşı kükrediğimde Ahmet, yakalarımı sertçe tutup duvara doğru döndürdü.
“Karışma. Beni de durdurma!”
Aynı kükremeyle bana karşılık verdiğinde bedenimi sola doğru ittirip kapıyı açmak için hareketlendi. Bir an için havaya kalkmış yumruğumu suratına geçirdiğimde geriye doğru yakalayıp yere düştü. Ahmet yere düştüğünde nefes nefese kalmıştı, gözleri öfke ve şaşkınlık arasında gidip geliyordu. Ben de kalbim yerinden çıkacak gibi atarken, dizlerimin titremesine engel olmaya çalışıyordum. O an fark ettim ki, öfke kontrol edilemez bir enerjiye dönüşmüştü ve hem Ahmet’i hem de kendimi tehlikeye atıyordu.
Ahmet, ağır nefesler alarak bana baktı; gözlerindeki öfke hâlâ canlıydı ama artık kontrolsüz değildi. Ben de bir adım geri çekildim, kaslarımın gerginliğini çözmeye çalışarak. İçimde hâlâ kaynayan öfke ve korku vardı ama aynı zamanda o an fark ettim: Bir sınır vardı ve o sınırı aşarsam, Mete’nin yokluğunda zaten kırık olan dünyamız tamamen yıkılacaktı.
Ahmet, gözlerine gözlerimden kaçırıp yüzünü sağa doğru çevirdi ve gözlerimi kapatıp ellerini yere bastırdı. Dudakları sanki bir daha hiç açılmayacakmış gibi kapandığında zihnimdeki anılar birer birer ağırca gözlerimin önüne akmaya başladı. Bünyamin’in sırf Ahmet için hain dediği bir yüzbaşıyı dövmesi geldi. Mete’nin bana çaresizce bakan gözleriyle gözlerimi kapatıp sırtımı kapıya yasladım.
İnsan bazen kendi hafızasından bile nefret ediyordu.
Gözlerimi açıp Ahmet’e üstten bir bakış attım. Ahmet, güçlükle ayağa kalktığında yere saplanmış bakışlarını bana çevirdi.
“Ben,” dedi fısıldayarak. “Hiçbir şeyi isteyerek yapmadım Bora.” Dişlerini sıktığında gözleri dolu doluydu. “Bünyamin’in kılına bile zarar gelmesini istemezdim.” Dişlerinin arasından tısladığı cümleyle gözlerimi devirerek kapıya doğru döndüm. “Beni suçlama artık!” diye hıçkırarak ağlamaya başladığında elim, kapı kulpunda öylece dondu. “Benim bir ailem yoktu Çilingir. Hiç olmadı. Üzüldüğümde, mutluluğumda, sevincimde omzuna yaslanıp sarılacağım bir kardeşim, annem ya da babam yoktu. Bir Bünyamin vardı. Ama artık o da yok.”
Son cümlesi, bir nefes kader sessizdi.
Kapının kulpunu hâlâ tutuyordum, ama elimdeki sertlik yavaş yavaş eriyip yerine bir boşluk hissi geliyordum. Ahmet’in gözlerindeki acıyı görmek, içimde bastırdığım öfkeyi bir anda yumuşatmıştı. Onun ağlaması, yalnızlığı ve suçluluk duygusu, bana Mete’nin yokluğuyla birlikte kazandığım boşluğu yeniden hatırlatıyordu.
“Sen,” dedim yavaşça. “Geri dönüşü olmayan bir yolu seçtin sadece. Ve biz o yolda Bünyamin’i gafil avladık.”
Ahmet, burukça gülümsedi ve gözlerini gözlerimde gezdirip kafasını usulca salladı. Gözlerini yüzümde gezdirdiği sıra buruk gülümsemesi yerini, titrek bir büzüşe dönüştü. Elinden her şeyi alınmış küçük bir çocuk gibi baktığında bana bir adım yaklaşıp kolumdan tuttu ve beni, kendine doğru çevirdi. Elini silahın kabzasına atıp kılıfından çıkarttı. Gözlerim irileşirken kabzayı elime tutuşturup kendi kalbine doğru yaslamaya zorladı.
“Lan, ne yapıyorsun çek şunu!” diye bağırdığımda kafasını hiddetle iki yana salladı.
“Çek vur beni.”
Kalbim deli gibi çarpıyordu. Ahmet’in bakışlarındaki çaresizlik, öfke ve teslimiyetin karışımı, içimde hem korku hem de merhamet uyandırıyordu. Silahın soğuk metali elimdeki, bir an donup kaldım; reflekslerimle aklım arasında savaş veriyordum.
“Ahmet abi, sakin ol, bırak şunu,” dedim ve silahı kavrayıp kalbinin üzerinden çekmesi için çekiştirdim.
Ahmet başını hafifçe salladı, gözlerindeki yaşlar ve titreyen dudaklar, onun kararının ağırlığını bana anlatıyordu. “Bora, anlamıyorsun,” dedi hıçkırarak. “Bana her defasında suçluymuşum gibi bırakıyorsun. Evet, haklısın. Bünyamin’i koruyamadım, bu yükü çekmek istiyorum. Şimdi çek vur beni.”
Kalbim donmuştu, parmaklarım silahın kabzasında titriyordu. Bir yandan onu durdurmak, bir yandan da elimi bırakmamak arasında kaldım. O an fark ettim ki, Ahmet’in içinde bulun hâl, öfke ve çaresizliğin ötesinde bir teslimiyet anıydı. Ve kararını ne olursa olsun, onun bu ağır yükle baş başa kalmasına izin vermeyecektim.
Parmaklarım silahın kabzasında titrerken, reflekslerim devreye girdi. Bir adım hızla yana kayıp Ahmet’in elini kavradım, silahı birlikte yere düşürmeye zorladım. Metalin sertliği elimde çarpıyor, ama onun öfkesini yönlendirmesine izin vermemeye kararlıydım. Silah, ellerimizden kayıp düşerken Ahmet’i kendime doğru çekip sarıldım.
“Bora çok özür dilerim, Bora. Ben çok pişmanım. Keşke o zamana geri dönebilsem. Keşke Bünyamin’i koruyabilecek başka yolları tercih edebilsem…”
Bedenini titrerken hissettim; kalbi hâlâ delice atıyor, nefesi kesik kesikti. Birlikte dizlerimizin üzerine devrildiğimizde daha sıkı sarıldım Ahmet abiye. Gözlerimin dolduğunu hissettiğimde sırtındaki sağ elimi kaldırıp saçlarını okşamaya başladım.
“Şşş, tamam… tamam,” diye fısıldadım.
Ahmet, titreyen bedenini hâlâ bana yaslamış, gözleri kapalıydı. İçindeki suçluluk ve pişmanlık nefes alışından bile hissediliyordu. Sırtına dokunan elimle onu sabitlemiş, aynı zamanda sakinleşmesine izin veriyordum.
Başımı onun saçlarına dayayarak hafifçe salladım. “Biliyorum,” dedim, sesim titrek ama sakin. “Biliyorum Ahmet abi. Abimi bu zamana kadar nasıl koruduğunu, ona nasıl dağ olduğunu biliyorum. Çünkü ben, Mete’yi korumayı senden öğrendim.”
Omuzlarından kavrayıp biraz kendimden uzlaştırdım ve kaşlarımı çattım.
“Şimdi artık ikimizde bize yaslanan insanlardan yoksunuz. Beni en iyi sen, seni en iyi ben anlarım. Bu saatten sonra artık dik durmalıyız. Çünkü ne senin ne de benim birbirimizden başka yaslanacak sırtı yok.”
Ahmet, gözlerini yavaşça açtı ve bakışlarını bana dikti. Gözlerindeki suçluluk hâlâ vardı ama yerini bir parça rahatlama ve kırılgan bir güven almaya başlamıştı. Bedenindeki titreme yavaşlıyor, nefesi düzeliyordu.
Biliyorum bu yaşadıklarımıza rağmen düzelmemiz kolay olmayacaktı ama şunu da biliyordum ki gelecek var oldukça biz, her şeye rağmen birbirimize kenetlenmeye sımsıkı devam edecektik.
11Temmuz 2022 – 03:05 / Şırnak
Asena Eyşan Çakır, Ağzından
Sanrılar, Perdenin Ardındakiler
Gece ayazının vurduğu pencerenin önünde duruyordum. Camın buğusuna dokunduğumda parmak uçlarım üşüdü; dışarının soğuğu, içimdeki karmaşayı yankılar gibiydi. Gökyüzü sessizdi ama ben, kendi içimdeki fırtınayı dinleyip duruyordum.
Arkamda Mete’nin nefes alışverişlerini duyuyordum. Her nefesi, yaşadığının bir simgesi olurken kalbimde ayrı bir fırtınanın başlangıcını doğuruyordu. Sessizlik ağırlaştıkça nefesim daralıyor ve her seferinde güçlü bir iç çekmeme neden oluyordu. ‘Ben kime savaş açıyorum, kime yeniliyorum?’ diye sordum kendime bir an için. Omzumun üzerinden Mete’nin yüzüne baktım.
Bir savaş başlattım. O savaşın içinde başarılarım kadar kayıplarım da oldu ama hiçbiri beni bu kadar yaralamadı. Bedenime kazıdıkları yara izlerimden daha ağırlarını ruhuma gömdüm ama hiçbiri beni bu kadar değiştirmedi.
Bir savaş başlattım, bir tek ona yenildim.
Mete Mert Çakır.
Benim bu savaştaki en büyük yenilgimdi.
Onu bir süreliğine odada tek başına bırakıp aşağıya, salona indim. Alperen ile Hümeyra anne ortalarda görünmüyordu. Yavaş adımlarla mutfağa girdiğim sıra Selçuk, kollarını göğsünde bağlamış, öylece kahve makinesinin bitmesini bekliyordu. Bakışları beni bulduğunda raftan bir bardağa uzandı ve kaşlarını kaldırdı.
“Kahve içecek misin?”
Kafamı ağırca salladığımda bir an için bakışları karnıma indi. Burukça tebessüm ettiği sıra yüzünü kavradığı bardağa çevirdi.
“Mete, cinsiyetlerini söylemek için beni aramıştı,” dedi ve kendi kahve bardağını makineden çekip benim için aldığı fincanı koydu. Latte seçeneğine basıp kendi kahvesini kenara bıraktı. “Mete’nin sesindeki o heyecan, hâlâ dün gibi kulaklarımda.”
Selçuk’un cümleleriyle ellerimi karnıma yaslayıp hafifçe parmaklarımı gezdirdim. Bizi birbirimize bağlayan, dünyaya geldiklerinde ise varlıklarıyla güç bulacağımız çocuklarımızı sevdim. Hoş, onları her daim seviyordum.
Makinenin bittiğine dair yankılanan küçük bir ses ile Selçuk, bardakları aldı ve mutfağın köşesinde, dışarıya bakan masaya doğru ilerledi. Peşinden adımlayıp sandalyeye oturduğum sıra arkasına yaslandı ve bakışlarını gözlerimde tuttu.
“Bu saatten sonra ne yapmayı düşünüyorsun Eyşan? Güvercin Timi ile Hayalet Ekibini İran’a, Elias Farouq’u almaları için gönderdin. Geldiklerinde ne yapacaksın?”
Bir an için sol bileğimde takılı olan saatime baktım. Saat, 03:30’du. Derin bir nefes alırken bakışlarımı yeniden Selçuk’a çevirdim. Zihnimdeki düşünceler sanki idamının gerçekleşmesini bekleyen bir anlayıştı. Fikirlerime ne zaman urganın geçirileceğini bilmiyordum. Bildiğim tek şey, bu fikrin gerçekleştiğinde yaşanacak sonuçlarıydı.
Kurtuluşum yoktu.
O urgan, zihnime vurulmuş prangaydı.
“Elias Farouq, tahminlerime göre önce İran’da sorguya tabii tutulacak. Ardından bizimkiler ile aynı araç içerisinde Şırnak’a getirilecek. Öldürülmeyecek, kan dökülmeyecek. Tamamen resmi çerçeveler içerisinde tutuklanacak.”
Selçuk, kaşlarını hafifçe çattığında göz bebeklerinin küçülmesini izledim. Çenesini kastı ve kafasını iki yana salladı.
“Öldürülmeyecek, kan dökülmeyecek,” dedi, beni tekrar edercesine. Sesi alaycıydı ama yüzünde hiçbir mimik oynamamıştı. Cümlesi bittiğinde yeniden çenesi kasıldı ve bakışlarını gözlerimden çekip kahve fincanına baktı.
“Peki bu zamana kadar onun döktüğü kanlara ne olacak, Eyşan?”
Bakışlarımı yüzünden hiç çekmeden hafifçe dirseklerimi masaya yaslayıp öne doğru eğildim.
“Neler yaşadığını, içinde hangi fırtınaların koptuğunu anlayabiliyorum Selçuk ama bu o öldüğünde sona ermeyecek. Sen yine aynı kâbusları görmeye, aynı acıyı daha dün yaşanmış gibi hissetmeye devam edeceksin. Eğer için soğuyacaksa, acıların dinecekse hiçbir kuvvet ve sınır dinlemem; alırım elime silahı öldürürüm onu. Sonuçlarına da katlanırım.”
Selçuk, sessiz kaldı. Bakışlarını kahve fincanından çekti, bana bakmadan camdan dışarıyı izledi. Tam bir şey diyecekken adım sesleriyle arkama baktı. Sandalyede yan döndüğüm sıra Alperen, elindeki telefon ile masaya yaklaştı.
“Bizimkiler Şırnak’a varmak üzereymiş. Bir an önce kışlaya gitmemiz gerekiyor.”
Bakışlarım Selçuk’u bulurken aklım Mete’nin varlığıyla dolmuştu. Selçuk, sesli bir iç çekti ve ayağa kalkıp Alperen’e baktı.
“Hümeyra Çakır, burada kalacak mı?”
O sırada Hümeyra annenin içeriye girmesiyle yavaşça ayağa kalktım. Hümeyra anne kafasını salladı ve kollarını göğsünde bağladı.
“Hayır kalmayacağım. Eyşan ile birlikte kışlaya geçeceğim.”
Selçuk, kafasını salladı ve yeniden Alperen’e baktı.
“Eyşan ve Hümeyra teyze ile kışlaya gidiyorsun Alperen. Eğer beni sorarlarsa benim seni geçici gönderdiğimi söylüyorsun. Elias Farouq’un burada olması nedeniyle benim burada olmam risk taşıyor. Ben Mete’nin yanında kalacağım.”
Selçuk’un kurmuş olduğu cümle ile Hümeyra anneye baktım. Hümeyra anne, kafasını salladı ve kollarını göğsünden çözerek eliyle mutfağın kapısını gösterdi.
“O halde oyalanmadan yola çıkalım,” dedi ve mutfaktan çıkan ilk o oldu. Alperen, Hümeyra anne mutfaktan çıktığı an Selçuk’a döndü.
“Sahiden hiçbir şey yapmayacak mısın?” diye sorduğunda Selçuk’a baktım. Selçuk, kafasını ağırca iki yana salladı.
“Elias’tan daha önemli bir mevzu var Avcı. O da Mete Mert Çakır’ın yaşıyor olması. Bu adam, o şerefsiz için şu an o yatakta yatıyor. Önceliğimiz onun sağlığını korumak ve gizliliğini devam ettirmek,” dedi ve bakışlarını bana çevirdi. “Ve sen, Ahmet ile oynadığınız bu oyunda asla bu fikir sizden çıkmamış gibi davranacaksın. Zamanı geldiğinde sanki her şeyi ben planlamış gibi lanse edeceksiniz.”
Kaşlarımı çatıp kafamı iki yana salladım.
“Saçmalama istersen Selçuk.”
Selçuk, elini hafifçe kaldırıp sözümü bitirmeme engel olmuştu.
“Senin kocanın ikizi, görüp görebileceğin en tehlikeli ve akıllı bir istihbarat görevlisi. Caner, eğer sizin bu oyununuzu öğrenirse bir daha yüzünüze bakmayı bırak, nefes bile aldırmaz. İkinci olarak Bora Yalaz Arınlı, Mete Mert Çakır’ın en yakın arkadaşıydı. Eğer bu planın da Ahmet’in başının altından çıktığını öğrenirse büyük kıyamet kopar.”
Alperen’e baktığım sıra Alperen, burun kıvırdı.
“Turalı, harbi boş konuşuyorsun.”
Selçuk, kafasını iki yana salladı.
“Bu hayatta iki duygudan korkacaksın Avcı; biri sevdiğini kaybetmiş, diğeri ise kaybedecek bir şey olmayandan. Çünkü her kayıp, geride kalan için bir uçurumdur. Atlamaya da kalmaya da o karar verir.”
Selçuk’un cümleleri ile bir anlığına kalbim hızlandı. O an ortamın sessizliği bile ağır geldi. Kaşlarımı çatıp bakışlarımı kaçırdım. Hiçbir şey söyleyemedim. Çünkü biliyordum ki cevabım ne olursa olsun, bu gece bir urgan birinin düşüncelerine vurulacaktı.
“Bizim işimizde kayıplar kaderdir,” dedi, Selçuk. Bakışlarım ona çevrildiğinde gözlerimin içine bakarak gülümsedi. “Ve her kahraman, kendi Truva atını içine alarak yıkılır.”
Urgan, sahibini bulmuştu.
Alperen ve Hümeyra anne ile evden ayrılıp arabaya bindiğimizde bakışlarım, akıp giden yolu takip ediyordu. Elias Farouq’un varlığı bizim için her zaman bir tehdit olacaktı ama onu yok etmek imkansızdı. Öte yandan Mimba’nın devam ettirilecek son bir sorgusu daha vardı. Çapraz sorguya alınacak olmaları, bir nebze işimizi kolaylaştıracaktı.
Ortalama on beş dakika sonra kışlaya vardığımızda bizimkiler henüz gelmemişti. Alperen, aracı otoparka park ettiğinde bakışları dikiz aynasından beni buldu.
“Ayda nerede kalıyor?” diye sorguladığında burukça gülümsedim.
“Misafirhanede, Cemile ile birlikte kalıyor. Şu an uyuyorlardır. Yarın sabah görüşürsün.”
Alperen, kafasını salladı ve aracın kapısına uzandı. Hümeyra anne ile aynı anda kapı kulpuna asılıp araçtan indiğimizde gözlerim, askeriyenin girişine takıldı. Alparslan Çakır, oradaydı. Tüm heybetiyle kapının önünde durmaya devam ederken üçümüz yanına doğru ilerlemeye başladık. Attığım her adımda ruhumu sıkan düşüncelerim, nefesimin de bunalmasına sebebiyet veriyordu.
Bu zamana kadar sakladıkları tüm sırlara nazaran benim yaptığım daha ağır basıyordu. Ve bu, benim karakterimi sorgulamama neden oluyordu.
“Alperen, dönmüşsün?” dedi, Alparslan baba önüne vardığımızda. Hümeyra anne, tüm zekasını konuşturarak söze atladı ve koluma girdi.
“Selçuk ile Alperen, Mete’nin şehit olduğunu öğrenmişler. Selçuk, Alperen’i buraya tek başına göndermiş.”
Alparslan babanın gözlerine baktığımda bana baktığını fark ettim. Gözlerinde sönmüş bir fırtınanın izlerini taşıyan izleri, benim topraklarımda şüpheye düştüğü an, gözlerimi hafifçe kıstım.
“Elias Farouq’un Şırnak’a getirildiği günü mü seçmiş?”
Hümeyra anne, kafasını iki yana salladı.
“Onunla bir ilgisi yok Alparslan. Selçuk’un iz üstünde olduğu durumlar varmış. Ondan dolayı gelmedi. Yoksa Selçuk bu fırsatı asla kaçırmazdı.”
Alparslan babanın gözlerindeki şüphe kırıldığında çaktırmadan derin bir nefes aldım. Büyük oynuyorduk, karşımızdaki insanın büyük düşündüğünü önemsemeden.
Alparslan baba, tam dudaklarını aralamış, Alperen’e bakarak bir şeyler söyleyecekken Kubilay ile Deniz, koşarak yanımıza geldi.
“Alperen!”
Kubilay’ın yerli yersiz gelmelerini seveceğimi hiç düşünmezdim.
Alperen, durumu fark ederek kollarını iki yana açtı ve ona koşarak gelen Deniz ile Kubilay’a sarıldı. Hümeyra anne, Alparslan babayı çekiştirerek yanımızdan ayrılmasına neden olduğunda rahat bir nefes bırakıp onlara döndüm. Deniz, burukça gülümseyerek Alperen’den ayrıldığında Alperen, gözlerini Deniz’de sabit tuttu.
“Ayda nasıl Deniz?”
Deniz, burukça gülümsemesine rağmen, gözlerinin içindeki parıltıyla Alperen’e bakmaya devam etti. Her ne yaşanırsa yaşansın, içimizde yaşadığımız aşk, gözlerimizden bile belli oluyordu.
“İyi abi, senin kadar olmasa da kendi canımdan ayırmadım. Gözüm gibi baktım emanetine,” dedi. Alperen’in sağ dudağının kenarı memnuniyetle kıvrılırken derin bir nefes aldı ve bıraktı.
“Ona iyi bakacağını biliyordum koçum, eyvallah.”
Kubilay, burun kıvırarak bana baktığında gözlerindeki eğlenceli bakış bir balon gibi söndü. Gözlerini ve yüzünü boğan hüzün sisi, kalbimi sanki bir başkasının avcuna bıraktı ve sıkışmasına neden oldu. Bana böyle bakmalarını istemiyordum. Mete, yaşıyordu. Benim kocam yaşıyordu ama bunu kimse bilmiyordu. Ve onlar öğrenene kadar ne yazık ki bu bakışlara maruz kalmak zorunda kalacaktım.
Tam o sırada Kubilay’ın bakışları gökyüzüne yükseldi ve kulaklarıma pervane sesi nüksetmeye başladı. Geceyi yırtan o uğultu, karanlığın içinden gelen bir metalik bir fısıltı gibiydi. Önce rüzgârın savurduğu kuru otlar hışırdadı, sonra toprak titreşmeye başladı. Helikopter Şırnak toprağına indiğinde derin bir nefes alarak yüzümü o alana doğru döndüm ve ellerimi arkamda bağladım. Gelen yalnızca bir helikopter ya da bizimkiler değildi.
Kaderimizi de beraberinde getiriyordu.
Helikopterin kapısı açıldığında ilk olarak Ahmet ile Bora göründü. İkisi birden hareket ederek toprağa ayak bastılar ve yüzlerini birbirlerine dönerek kapının yanında beklemeye başladılar. Pervanelerin gürültülü sesi dışında duyduğum tek şey, kalbimin hızlanmış atışlarıydı. Yanımdaki Alperen ile Deniz’in konuşmasını işitiyordum ama zihnimden geçirebilecek güce sahip değildim.
Helikopterin içinden görünen siluet ile nefesimi tuttum. Caner, Elias Farouq ile helikopterden indi ve o andan itibaren omzunu dikleştirerek bize doğru yürümeye başladı. Elias Farouq’un elleri kelepçe ile bağlanmıştı, Caner ise onun koluna girmişti. Varlığı bile tehdit ederken şimdi, bir nefes kadar uzağımdaydı.
“Hayır, hayır, hayır!”
Zihnimde yankı bulan ses ile kasıklarımda hissettiğim acı sanrıydı.
“Geç kaldım. Özür dilerim, çok geç kaldım.”
Mete’nin sesi sanrıydı.
“Benim karımı ve çocuğumu gözlerimin önünde öldürdüler.”
Selçuk’un sesi sanrıydı.
“N’olur yalvarıyorum sana. Lütfen kurtar onları. Lütfen, kurtarın onları.”
Lara’nın sesi sanrıydı.
Karşımda bir tek gerçek duruyordu. O gerçek, elleri kelepçeli bir şekilde bana doğru yaklaşıyordu. Gözlerimiz kesiştiği an Caner, bunu fark etmiş olacaktı ki hızla elini kaldırdı ve Elias Farouq’un kafasını yere eğdirdi. Caner’e baktığımda ise o bana bakmıyordu. Yanımızdan jet hızıyla geçtikleri an, yalnızca arkalarından bakmak durumunda kalmıştım.
“Elias Farouq, an itibariyle Türkiye sınırları içerisinde tutukludur. Yarın sabah 08:00’de sorgusu yapılacak,” dedi, Bora. Yanımdan ayrılırken gözlerim gökyüzüne tırmandı. Dağların ufkunda belirmeye başlayan kıvılcımlar yakındı.
Şafak, yaklaşıyordu.
Oysa biz, hep bu gecede kalacaktık.
11 Temmuz 2022 – 07:00 / Şırnak
Yazar, Ağzından
Euthanasia, Nxw Time
Evrende hiçbir seçim kaybolmaz.
En ufak bir karar, bir bakış ve bir kelime, geleceğin yönünü sessizce değiştirir. Birinin yaşaması, bir diğerinin ölmesi bazen bir saniyelik tereddüde, bazen de küçücük bir ‘evet’ ya da ‘hayır’a bağlıdır. Kelebek etkisi, aslında kaderin görünmez iplerini hatırlatır. Biz fark etmesek de yaptığımız her şey zincirin halkalarına eklenir ve bir gün bunu fark ettiğinde çoktan fırtına başlamıştır.
Sen, sadece onun ortasında savrulmayı bekleyen bir yolcusundur.
Soğuk floresan ışıkları, odanın gri duvarlarına sert bir beyazlık vuruyordu. Sessizlik, sadece metal sandalyenin bacaklarının zemine sürtünmesiyle bozuluyordu. Elias Farouq, bilekleri kelepçelenmiş halde sandalyeye oturtuldu. Nefesi ağır, gözleri derin bir huzursuzlukla etrafı tarıyordu.
Kapının açılmasıyla içeri giren bir asker, elinde tuttuğu bir çantayla içeriye girdi. Yüzünde hiçbir ifade yoktu., yalnızca görevini icra eden mekanik bir disiplin taşıyordu. Elias Farouq’a yaklaşıp çantayı açtı. Önce kalın kayışlarla Farouq’un kollarını sabitledi. Ardından göğsüne, nabız ve solunumu ölçecek sensörleri yerleştirdi. Elias Farouq, metal uçların tenine değmesiyle istemsizce irkildi. Asker, cihazın ekranını açtığında makine artık hazırdı. Elias Farouq, ilk kez kaçamayacağı bir savaşın ortasında olduğunu anladı.
Kendi nabzıyla, nefesiyle ve suskunluğuyla baş başa kalmıştı.
Öte yandan koordinasyon merkezinde derin bir sükûnet gizliydi. Caner Cenk Çakır ve Bora Yalaz Arınlı, masanın en başında; Asena Eyşan Çakır’ın sağ ve sol yanında duruyorlardı. Üzerindeki siyah gömlek ve pantolonlara nazaran Eyşan’ın üzerinde üniformaları vardı. Masanın etrafına toplanmış Güvercin Timi ve Hayalet Ekibi, Elias Farouq’un sorgusu için bir aradaydı.
Tuğgeneral Fikret Yıldırım, Albay Alparslan Çakır ve Hümeyra Çakır, koordinasyon merkezinden içeriye girdikleri an herkes hazır ola geçti. Masanın öbür ucunda durduklarında Tuğgeneral Fikret Yıldırım, çenesini hafifçe kaldırdı.
“Elias Farouq’un bu zamana kadar yaptığı her şey kayıt altına alınmıştır. O yüzden yeniden bir sorguya tabii tutulmayacaktır. Direkt olarak tutuklu olarak yargılanacak,” dedi.
Eyşan, sorgularcasına Hümeyra Çakır’a baktı ama Hümeyra Çakır, ona bakmıyordu. Tuğgeneral Fikret Yıldırım, üzerindeki bakışlara aldırmadan Albay Alparslan Çakır’a konuşması için bir bakış attı. Alparslan Çakır, Asena Eyşan Çakır’a baktı ve gözlerini kıstı.
“Şüpheci ve itiraz dolu bakışlarında haklısın Yüzbaşı fakat sende biliyorsun ki gerek Elias Farouq’un kabarık dosyası gerekse İstihbarat yardımcımız Caner Cenk Çakır’ın İran’da yaptığı sorgu sayesinde, elimizde onu tutuklamamıza yarayacak bütün delillerimiz mevcut. Adaleti engellemeye gerek yok, yeterince kaybettik.”
Eyşan, derin bir iç çekip bakışlarını masanın üzerinde kaçırdı ve hiçbir şey söylemedi. Omuzlarını dik tutmaya çalıştı. Alparslan Çakır, ellerini arkasında bağlayıp çenesini havaya kaldırdı.
“Bu zamana kadar yaşatılan her şeyin yaşatılması için uğraş verdiniz. Acı çektiniz, kayıplar verdiniz. Elias Farouq, adaletin kollarına teslim edilecek,” dedi ve Eyşan’a bakarken devam etti. “Bu yolda emeğiniz büyük. Tüm sevabınızla ve günahınızla Kara Kutu’yu alt ettiniz.”
Eyşan, gözlerini masadan çekti ve Alparslan Çakır’a baktı.
“Geç kalınmış bir zafer, zafer değildir. Kana bürünmüş kayıp ise bir zaferin yenilgisidir,” dedi. Alparslan Çakır, gözlerini hiç kaçırmadan Eyşan’a bakmaya devam ederken Caner, sol bileğindeki saate baktı ve ardından bakışlarını Bora’ya çevirdi. Düz bir bakışla gözleri birleştiğinde Alparslan Çakır, son kez konuştu.
“Bu vakitten sonra artık Hayalet Ekibi aramızda olmayacak. Selami Varol önderliğinde herkes kendi ait oldu yere dönecek. Gelmiş, geçmiş olsun,” dedi ve arkasını dönüp koordinasyon merkezinin kapısına doğru yürümeye başladı. Tuğgeneral Fikret Yıldırım ile Hümeyra Çakır odadan ayrılırken Eyşan’ın bakışları Caner’e çevrildi.
“Bu kadar kolay mıydı?” diye sorguladı. Caner, hiçbir şey demeden Eyşan’a baktı ve yalnızca kaşlarını kaldırdı. Derin bir nefes alarak kaşlarını indirdiğinde gözleri Selami’ye çevrildi. Küçük adımlarla masanın etrafından dolaştı ve Selami’nin yanına geçti. Elini uzattığı sıra Selami, elini uzatarak buna karşılık verdi.
“Her şey için sağ ol Selami. Seninle çalışmak güzeldi,” dedi. Selami, burukça gülümseyerek tokalaşma merasimini sona erdirdi ve ekibine döndü. Ekibine küçük bir baş hareketiyle komut verip dışarıya doğru yönelmelerini sağlarken Osman’ın bakışları Eyşan’ın üzerinde mıhlanmıştı.
Hepsinin içinde emin olmakta zorlandıkları bir durum vardı. Kolay değildi ve olmayacaktı. Çünkü hiçbir zaman olmamıştı.
Albay Alparslan Çakır, askeriyenin arşiv odasına hazırlanmış sorgu odasına giriş yaptığında görevli olarak bıraktığı asker onu kapının önünde karşıladı. Alparslan Çakır, Elias’ın üzerine bağlanmış kabloları incelerken yüzüne, bir kez olsun bakmamıştı. Elias Farouq’un karşısındaki sandalyeyi çekti ve yerleşip ellerini masanın üzerinde birleştirdi.
“Sana birkaç soru soracağım. Düz cevaplar vereceksin. Oyalamak, başka bir şey demek yasak. Gülmek yasak, alay etmek yasak. Eğer bunlardan birini yaparsan,” dedi ve bacağında takılı olan silahı çıkartıp sürgüyü çekti ve masanın üzerine bıraktı, “Tek bir mermi ile bitiririm işini.”
Elias Farouq, karşısında oturan Alparslan Çakır’ın soğuk bakışlarına gözlerini dikti. Arşiv odasının loş ışıkları, duvara yansıyan gölgelerini sanki arkalarındaki canavarmışçasına yansıtıyordu. Alparslan, Elias’ın sessiz kalmasına dayanamayarak öne doğru eğildi. Göz bebeklerinde, yoğurulmuş bir kararlılık vardı. Dudaklarının kıyısında, yalnızca ölümün kendisine ait o kaçınılmaz ciddiyeti saklıydı.
“Senin için bu masa, hayatınla ölüm arasındaki son sınır,” dedi alçak ama yankılı bir sesle. “Cümlelerin, senin kurşunların olacak. Ya kendini vuracaksın ya da bizi hedef alacaksın. Ama şunu bil ki ben, hiçbir mermiyi boşa harcamam.”
Elias Farouq, sıkılmış bir şekilde arkasına yaslandığında Alparslan Çakır, çenesini dikleştirdi.
“Levan Reşid hakkında ne biliyorsun?” diye sordu.
Elias, tek kaşını istemsizce kaldırdı. Nabzını ölçen alet hafifçe yükselmeye başladı. Elias, bu soruyu beklemiyordu. Alparslan Çakır, sandalyeye yaslanıp Elias’ı izlemeye devam etti. Kararlı bir sessizlikle bekledi. O an odanın içindeki tüm zaman durmuş gibiydi. Saniyeler dakikaya, dakikalar sonsuzluğa dönüşüyordu.
Cihazın ekranında beliren ritmik dalgalar, bir anlığına hızlandı, sonra tekrar düzensizleşti. Alparslan Çakır, gözlerini hiç kırpmadan bu değişimi izledi. O soğukkanlı duruşun ardında, avını sabırla bekleyen bir yırtıcı vardı.
“Demek tanıyorsun...” dedi, Alparslan Çakır. “Peki, Merhamet Kampı?”
Elias’ın parmakları, masanın kenarında görünmez bir ritim tutmaya başladı. Bu, korkunun mu yoksa inatla bastırılmış öfkenin mi dışavurumuydu, belli değildi. Dudaklarını birbirine bastırdı, gözlerini yere indirdi. Ama odadaki sessizlik, gözle görülür bir basınç gibi üzerlerine çöktü. Alparslan Çakır, itinayla hem Elias’ı hem de kabloların bağlı olduğu cihazın seyrini seyrediyordu. Ekrandaki değişiklikle Alparslan Çakır, kollarını göğsünde bağladı ve iyice sandalyede yayıldı.
Gözlerinde küçük bir kıvılcım parladı. O, öyle ir kıvılcımdı ki sanki bir an için oldukları odayı yakıp kavuracak kadar öfkeyle harmanlanmıştı.
“Merhamet Kampı’nda ne planladın da oğlumun ve kızımın parmak izlerini aldın?”
Elias, bu soruyla gülecek gibi oldu ama yalnızca dudaklarını ıslatmakla yetindi. Sağ omzunu umursamazsa çekip indirdi.
“Bunun ne önemi kaldı albay?” dedi ve kelepçeli ellerini birbirine kenetleyerek masaya eğildi. “Oğlun ölmedi mi?”
Alparslan Çakır’ın bakışları keskinleşti. Derin bir nefes aldı. Göğsü genişleyip daraldı ama ses tonu değişmedi. Aynı ölüm sessizliğiyle kaplıydı.
“Benim evlat acımı diline dolaman sana kurtuluş kapısı açmaz it. Ancak, mezarını kazdırır.”
Sözlerinin ardından ayağa kalktı, sandalyesini sertçe geri sürükledi. Yavaş adımlarla Elias’ın arkasına geçti. Parmaklarını Elias’ın saçlarına geçirip geriye doğru kavrayarak çekiştirdi. Elias, dişlerini birbirine bastırarak Alparslan Çakır’ın elinden kurtulmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Alparslan Çakır, Elias’ın kulağına eğildi.
“Sen bana oğlumu hatırlatmaya çalışırsan, ben sana bütün ölülerin yükünü hatırlatırım. Asena Eyşan Çakır’ın zamanında nasıl aileni öldürdüğünü, Rojin’in başına ne geldiğini dinlemek zorunda kalırsın. Tekrar ve tekrar,” dedi neredeyse fısıldayarak.
Elias Farouq, dişlerinin arasından tıslayarak inlediğinde çırpınmaya başladı. Alparslan Albayın elinden kurtulması imkânsızdı. Elias, en iyi bildiğini sandığı şeyi yapmak için kendini hazırladı.
“Sonuç değişmedi albay,” diye dişlerinin arasından tısladı. “Açtığınız mezara kendi canlarınızı da gömdünüz.”
Alparslan Albayın avcu Elias’ın ensesine indi. Masaya çarpan metalin ve insan etinin sesi, odadaki havayı bıçak gibi kesti. Elias’ın burnu masada kan birikintileri saçarken Alparslan Çakır, bir kez daha Elias’ın kafasını masaya geçirdi.
“Seni öldürmeyeceğim Kara Kutu,” dedi ve Elias’ın çenesinden yakalayarak kendi yüzüne doğru çevirdi. Gözlerindeki kıvılcım artık derin bir alev topuna dönüşmüştü. “Sen, geç kalınmış bir adaletin soğuk hücresinde geberip gideceksin. Göz koyduğun toprak bile senin mezarın olmayacak. Leşin bir çöp gibi dört duvarın arasında çürüyüp gidecek.”
Elias Farouq, acımasızca gülümsedi. Burnundan dudaklarını kaplayarak akan kan, dişlerine sızdı.
“Senin oğlun toprağa girdi ya, o yeter bana Albay. Oysa ki tercihim çocuklarıydı. Nasip değilmiş.”
Alparslan Çakır, genişleyen burun deliklerinden derin bir nefes alarak bir kez daha Elias’ın kafasını masaya vurdu. Elias, gözlerini kapatarak masaya yaslı bir şekilde bayıldığında Alparslan Çakır, masanın üzerindeki silahını aldı ve bacağına yerleştirerek askere baktı.
“Burada olan burada kalır. Götür, soran olursa merdivenlerden düştü dersin,” dedi ve arşiv odasından ayrıldı. Koridorda yürürken ayak sesleri, boşluğun içinde yankılanıyordu. Her adımı, sanki geçmişin üzerine düşen ağır bir damga gibiydi. İşte tam da bu, kelebek etkisinin kendisiydi. Küçük gibi görünen bir hareketin, büyük fırtınalara sebep olacağının kaçınılmaz bir zincir halkasıydı.
Ve Alparslan biliyordu ki; zincir çoktan örülmeye başlanmıştı. Onun adımları sadece bu karanlık koridorun duvarlarında yankılanmıyor, aynı zamanda yarınların kaderini de şekillendiriyordu. Her adım, bir hayatın yönünü değiştirecek kadar güçlüydü.
Her nefes, ileride açılacak bir yaranın işaretiydi.
11 Temmuz 2022 – 07:36 / Şırnak
Hümeyra Çakır, Ağzından
I Hold You, Clann
Hayat, her düşüncenin gölgesidir.
İnsan, zihninde neyi büyütürse onun suretiyle karşılaşır. Bir şüpheyi büyütürsen, gölgesi karanlık olur; bir umudu beslersen, gölgesi ışığa benzer. Gölge, sahibinden kaçar gibi görünse de aslında onunla var olur. Hatıralarımız, korkularımız ve sevinçlerimiz gölgenin rengini belirler.
Bazen gölgenin üzerine düşen ışık, bizi olduğumuzdan büyük, bazen ise küçük gösterir ama hiçbir zaman kaybolmaz. İşte bu yüzden hayat; yalnızca nefes almak değil, zihnimizin gölgesine nasıl bir biçim verdiğimizi anlamaktır.
Çünkü insan, kendi gölgesinden saklanamaz.
Tam karşımızdaki sedyede yatan bir terörist ele başı, bu zamana kadar kaybettiğimiz her şeyin başlangıcını oluşturuyordu. Katlettiği canlarımız, hayatımızda önemli yerlere sahip olan insanların anılarını tekrar tekrar zihnimde yankı bulmasına neden oluyordu.
Elias Farouq’un yaralı halini gördüğümüzde Tuğgeneral Fikret Yıldırım’ın; “Ne olmuş buna?” diye sorguladığını hatırlıyordum. Onu taşıyan görevli askerin ise “Kaçmaya çalıştığını, kaçarken de merdivenlerden yuvarlandı,” dediğini hatırlıyordum. Kimin yaptığını ve nelerin olduğunu az çok tahmin edebiliyordum.
Alparslan yapmıştı.
Çünkü insan, kendi gölgesinden saklanamazdı.
Revirden silinen bedenlerimiz koridorun orta yerinde duraksadığı anlarda Tuğgeneral Fikret Yıldırım’ın bana döndüğünü görmüştüm. Gözlerim bir an için arkasında kalan bedende takılı kalırken Fikret Yıldırım’ın cümleleri zihnime ulaşmaya başlamıştı.
“Mimba ile yaptığımız son sorguda bize künyenin nerede olduğunu söyledi.”
O an bütün sesler sustu. Zihnimin içindeki her şey dondu. Bakıştığım kişiden gözlerimi alıp Tuğgeneral Fikret Yıldırım’a baktım ve kaşlarımı hafifçe yükselttim. Devam etmesini bekler gibi bakmaya devam ettim. Fikret Yıldırım’ın göz bebekleri hafifçe küçüldü. Sanki anıyı yok etmek istiyormuşçasına baktı.
“Yağmur Boduroğlu’nun mezarındaymış.”
Dişlerimin birbirine çarptığını fark ettim. Çeneme vuran acıyla gözlerimin kısılmasına engel olamadım.
“Onu oradan almak lazım Hümeyra. Emanet, yerine ulaşmalı,” dedi ve beni o koridorda tek başıma bırakıp gitti. Bakışlarım yeniden beni izleyen siluete çevrildiğinde gülümseyerek bana elini salladı. Karşımda o an bir ayna olsaydı diye düşündüm. Yüzümün aldığı şekli görmek istedim. Floresan ışığının tepemden vurduğunu biliyordum. Gölgemi görmek isteyerek o siluete arkamı döndüm ve kafamı öne eğerek yürümeye başladım.
Gölgem yoktu, yerini değiştirmişti.
İnsan gölgesinden kaçamazdı, değil mi?
Burukça gülümsedim ve ayaklarımın beni ezbere götürdüğü o mezarlığın önünde duraksadım. Dizlerim kendiliğinden kırılıp yere çökmeme sebep olduğunda ellerimi Yağmur’un mezar toprağına bastırdım. Gözyaşlarım göz pınarlarıma hücum ederken kafamı iki yana sallayarak toprağı hafifçe eşelemeye başladım.
“Mezarını bile rahat bırakmadılar,” diye fısıldadığım sıra parmaklarıma dolanan zinciri fark ettim. Zinciri çekiştirerek topraktan ayırdığımda iki metalin birbirine çarpma sesini işittim. Sağ elimle zinciri sıkıca kavrarken sol elimi yükseltip künyeyi avcuma yasladım.
Mehmet Akıncı
05/04/1975
0 Rh (-)
Rize
Künye, geçmişe aitti.
İlk kanın döküldüğü kişiye aitti.
Hıçkırıklarım dudaklarımın arasından dökülerek havada yankılanmaya başlarken bir çift ayakkabı sesi işittim. Topraklı elimin tersini ağzıma bastırırken adım sesleri yaklaştı, ama ben arkama dönmeye cesaret edemedim.
“Yoksul olan maldan değil,” dedi o ses. “Hatıradan mahrum kalandır. Benim yoksulluğum, gözlerimin önünde can veren kardeşlerimdi.”
Gözlerimi sımsıkı kapatıp sol avcumun içinde kalmış künyeyi sıktım. Sağ omzumun üzerine konulan eli hissettiğimde gözlerimi açtım ve sağıma baktım. Eyşan, bir eli karnında annesinin mezarına bakarken sol eliyle omzumdan güç alıyordu. Gözlerim arkasına çevrildiğinde ise onu gördüm.
Gözlerin birikmiş yaşlarla beni izleyen Mehmet’i.
“İnsanın ismini kaybettiğinde öldüğünü sanırdım. Meğerse insan, isminin taşıdığı yükü kaybettiğinde ölürmüş. Çalınan şeyin basit bir künye olmadığını, boğazımda düğümlenen çığlığın bir ömre bedel olacağını,” dedi Mehmet ve ağırca dizlerinin üzerine çöküp başını sağa doğru eğdi. “Aklımın direkleri bir bir yıkıldığında öğrendim.”
Eyşan, gözlerini kapatıp hıçkırdığında sessiz bir gözyaşı, bir çığlık kadar ağırca yanaklarıma yuvarlandı. Mehmet, ağlak bir şekilde Eyşan’a baktı ve kafasını iki yana salladı.
“Oysa çalınan, bir ömrün kefaretiydi,” dedi ve elini Eyşan’ın saçlarına bıraktı. Usulca okşamaya başlarken Eyşan, gözlerini açtı ve dolu gözleriyle Mehmet’i izledi. Mehmet, burukça gülümsedi ve yüzündeki tebessümle gözlerini kırpıştırdı.
“Ben deli değilim güzel kızım. Ben, annenin kuzeniyim. Ben, bir askerim. Ben, kahrından ölmüş bir ananın evladıyım,” dedi ve gözlerinden yaşlar boşalırken yüzündeki tebessümü yitirdi.
“Ben; hakikatin sırrını taşırken, bedelini cinnetle ödemiş bir yolcuyum.”
Eyşan, hıçkırırken kafasını şiddetle iki yana salladı ve başını sola doğru eğdi.
“Lütfen,” dedi, “Lütfen Mehmet abi söyleme böyle.”
Mehmet, gözlerini bana çevirdiğinde sol elini bana uzattı. Elimdeki künyeyi avcuna bıraktığımda gözlerini yumdu ve usulca elini sol bacağına koydu.
“Mühürlenmiş hakikatler, bir mezarın içinde yine mühürlenmiş. Gerçek, yine bir mezarın içine saklanmış,” dedi ve ağırca Eyşan’a döndü.
“Sakladığın ne ise er ya da geç ortaya çıkacak. Geçmiş, tekerrür etmekle yükümlüdür. Gizlediğin şeyin kaybolmasını istemiyorsan onu vaktin varken açığa çıkar. Çünkü mühürlediğin hakikat, boş bir mezarın çoktan var olmasına neden olmuş.”
Mehmet’in kurduğu cümleyle Eyşan’a baktım. Eyşan ile gözlerimiz kesişirken Mehmet, yanımızdan kalkarak uzaklaşmaya başladı. Eyşan, kaşlarını hafifçe çattığında gözlerimi ağırca arkasında kalan mezar taşına çevirdim. O an gerçek, yüzüme çarptı.
Çünkü mühürlediğin hakikat, boş bir mezarın çoktan var olmasına neden olmuş.
Mezar taşı, Mete Mert Çakır’a aitti.
Gözlerimi bin bir güçlükle mezar taşından çekip Eyşan’a baktığımda onunda bana baktığını gördüm. Eyşan, her ne kadar babasının gözlerini taşıyor olsa da Yağmur’um gibi bakıyordu. İnatçılığını, hırsını, güzelliğini, zekasını annesinden alan bu kız çocuğu; farkında olmadan kanının taşıdığı aklı kullanıyordu.
Eyşan, bu zamana kadar aldığı ve uyguladığı tüm kararlarda babasının izinden gidiyordu.
Bilmiyordu ki atasından kalan gücün bir gün sonu olacağını.
11 Temmuz 2022 – 08:30 / Şırnak
Yazar, Ağzından
Annem, Kibariye
Sabahın ilk ışıkları askeriyenin soğuk duvarlarına vururken Güvercin Timi, kahvaltı yapmak için çoktan yemekhanenin kapısında belirmişti. Ayda, abisinin geldiğini öğrenmiş ve çoktan Alperen’in yanında yerini almıştı. Caner ile Lara, masanın ilk iki sandalyesinde otururken Ayda ile Alperen tam karşılarına oturmuştu. Alperen’in sağına Deniz, Kubilay, Osman ve Barış; Lara’nın soluna da Yonca, Cemile ve Alev oturmuştu.
Masada eksik olan Eyşan ise Hümeyra Çakır’ın eşelediği toprağı düzeltmiş ama bir türlü annesinin mezarından kalkmamıştı. Hümeyra Çakır, Alparslan Çakır’ın odasındaki koltukta sessizce otururken Alparslan Çakır, düşünceli bakışlarıyla pencereden görünen mezarlığı izliyordu. Keskin bakışlarını bir an olsun belirgin siluetten çekmemişti.
Kahvaltı masasındaki Eyşan’ın yokluğunu fark eden ilk Caner olmuştu.
“Eyşan nerede?” diye sordu, Osman’a. Osman, derin bir nefes alıp bakışlarını Caner’e çevirdi.
“Mezarlıkta, annesinin orada.”
Caner, Lara’ya küçük bir bakış atıp sandalyesinden kalkacağı sıra Alperen, hafifçe elini uzatıp Caner’i durdurdu.
“Her şey üst üstüne geldi Caner. Bırak, biraz yalnız kalsın.”
Caner, sandalyesine ağırca geri çökerken Ayda, abisine baktı.
“Mete abinin şehit olması hepimizi sarstı ama Eyşan’ı daha çok üzdü. Karnındaki çocuklarla tek kaldı.”
Deniz, bir an için eğilip Ayda’ya baktı.
“O nasıl söz iki gözüm? Biz ne güne duruyoruz?”
Caner, Lara’ya bakarken masadaki derin sessizliği Alperen bozdu.
“Ben birkaç saate yanınızdan ayrılacağım. Geri dönmem lazım.”
Ayda, sanki vurulmuşçasına bakışlarını bir anda abisine döndürdü ve kaşlarını çattı. Alperen, göz ucuyla Ayda’ya bakıp tek kaşını kaldırdı.
“Bitmedi mi hâlâ görevin?”
Alperen, kaldırdığı tek kaşını ağırca indirirken derin bir nefes aldı ve Ayda’yı cevapsız bırakarak önüne döndü. Ayda, dolan gözlerini kırpıştırarak Alperen’e doğru döndü.
“Daha ne kadar ayrı kalacaksın benden? Hiç özlemedin mi beni abi? Neden bu kadar çabuk dönüyorsun?”
Alperen, yine bir şey diyemezken Deniz, hafifçe Alperen’in arkasına doğru eğilip Ayda’nın koluna dokundu. Ayda ise onu görmezden gelerek abisine bakmaya devam etti.
“Sana diyorum abi! Daha ne kadar sürecek bu ayrılık?”
Alperen, çenesi gerilmiş bir şekilde sertçe Ayda’ya baktı.
“O sesinin tonuna dikkat et. Nimet çarpmazsa ben çarparım,” diye usulca fısıldadığında Ayda, sertçe sandalyesini ittirdi ve koşarak kantinden uzaklaştı. Deniz, çatık kaşlarıyla Alperen’in yanından kalkıp giden Ayda’nın peşinden koşmaya başladı. Kubilay, üfleyerek oturduğu sandalyeden kalktı ve koşarak Deniz’e yetişmeye çalıştı. Alperen, gözlerini sıkıca yumarak yumruklarını sıktı.
Caner, Alperen’e bakarken dudaklarını araladı.
“Seni kaybetmekten korkuyor. Ona bunu yaşatmaya hakkın yok,” dedi ve Lara’nın elini tuttu ve kendiyle birlikte masadan kaldırdı. Alperen, bir hışımla masadan kalkıp kantinden ayrıldı. Ayda, koşarak kendini askeriyenin dışına attığında yeri belliydi. Mezarlığın yanından ayrılmış Eyşan’ın yanıydı.
Eyşan, küçük adımlarla kışlaya girdiğinde ağlayarak koşan Ayda’yı gördü. Kaşları çatılmış bir vaziyette duraksadığında Ayda, Eyşan’ın önünde durup yüzünü buruşturdu. Eyşan, ne olduğunu anlayamazken Ayda’nın arkasından koşan Deniz’i gördü. Bir anda Ayda Eyşan’a sarıldığında Eyşan, derin bir nefes alıp Ayda’ya sarıldı.
Deniz ile Kubilay, birbirine sarılan iki kadının yanında dururken Alperen, bir hışımla askeriyeden çıktı ve sarılan iki kadını gördü.
“Ayda!”
Kışlada yankılanan Alperen’in sesiyle Kubilay, kaşlarını çattı ve yumruğunu avcunda toparladı.
“Badimin kayınçosu demeyeceğim, Allah ne verdiyse döveceğim az kaldı.”
Deniz, sırtını Ayda’ya dönüp Alperen’e bakarken Alperen, onlara doğru büyük adımlarla yürümeye başladı. Kubilay, Deniz ile Ayda’nın önüne geçecek gibi olduğunda Deniz, elini Kubilay’ın önüne gerip geçmesini engelledi. Alperen yanlarına vardığında tek eliyle Deniz’in kolundan kenara doğru çekiştirip Ayda ile Eyşan’ın ayrılmasını sağladı. Alperen, Ayda’nın kolundan tutup kendine doğru çevirdi ve hızla sarıldı.
Ayda, hıçkırıklarının arasından çırpınırken Alperen, yüzü buruşmuş bir şekilde Ayda’yı tutmaya çalışıyordu.
“Bırak beni!” diye bağırarak ağlamaya devam etti ama Alperen, Ayda’yı bırakmadı. Alperen, sımsıkı Ayda’ya sarılırken buruşan yüzünü Ayda’nın omzuna gömdü.
“Ben canımı nasıl bırakırım?” diye mırıldandı ama kimse, Ayda’nın hıçkırığından duymadı.
“Abi beni bırak!” diye yeniden bağırdı Ayda. Alperen’in kolları sıkıştıkça Ayda’nın gücü tükeniyordu. Dizlerinin bağı çözüldüğü sıra Alperen ile kışlanın ortasında yere çöktüler. Ayda’nın hıçkırıkları yankılanırken Alperen, hafifçe kendini geri çekip Ayda’nın yüzünü avuçlarının arasına aldı.
“Ben gözümün nurunu nasıl bırakırım? Ben anne ve babamın bana emanetini nasıl bırakırım Ayda? Senin kulağın dediklerini duyuyor mu?” dedi ve yeniden sarıldı. “Ben, canımı nasıl bırakırım?”
Ayda’nın hıçkırıklarına karışan Alperen’in cümleleriyle Eyşan, yeniden dolan gözlerini kaçırdı. Tam o sırada gözleri dolmuş iki adamı gördü. Caner ile Bora, yan yana durmuş, yerde duran iki kardeşi izliyorlardı. Eyşan, gözlerini kırpıştırdığında Caner ile Bora’nın gözünden akan yaşları gördü. Kendi yanağına akan yaşlar değil, onların gözünden akan yaşlar aktı ruhuna. Yaktı kavurdu geçtiği yerleri.
“Rastlarsa gözlerin yaşlı yavruna
Suçunu bağışla sarıl boynuna
Biz bize yaşarken geldik oyuna
Eller kadir kıymet bilmiyor annem
Senin kadar kimse sevmiyor annem"
Eyşan, o an yaptığı seçimlerin ve sonucu olduğu kararların neye yol açtığını daha iyi anladı. Pişmanlık, göz bebeklerine yansıyan bir geçmişi barındırıyordu. Evet, geriye alamayacaktı ve sebep olduğu her karar, karşısına çıkacak fırtınada söz sahipliği yapacaktı.
Öbür yandan Mete’nin olduğu evde duran Selçuk Ege Turalı, üzerindeki gömleğin üstten iki düğmesini gevşetmiş bir şekilde kanepede oturuyordu. Arada gözleri elinde tuttuğu tabletten çekilip Mete’ye dönüyor, durumunun iyi olduğundan emin olduğu vakit yeniden tablet ekranına geri dönüyordu. Kaşları hafifçe çatıldığında derin bir nefes aldı ve gözlerini kısarak tableti biraz daha kendine yaklaştırdı.
“124 askerin şehit edildiği bölge, halen çözülemeyen bir sır perdesiyle örtülü. Yapılan saha analizlerinde bölgenin, terör unsurlarının uzun süredir kullandığı gizli bir nokta olduğu ihtimali güçlenmektedir. Araştırmacılarının da görüşleri, bu alanın örgütün barınma, planlama ve saklanma amaçlı oluşturduğu stratejik bir merkez olduğuna işaret etmektedir.”
Kürtçe yazılmış paragrafı okudu, Selçuk. Düşünceli bir şekilde dudaklarını birbirine bastırırken sağında duran defterini yanına çekti ve kafasını sağa doğru çevirdi. Kalemi eline alıp kâğıda bastırdı.
İdlib – İran – Suriye – Merhamet Kampı
Selçuk’un gözleri yazdığı dört kelimenin üzerinde uzun süre asılı kaldı. Bu isimler, zihninde birbirine bağlanan düğümler gibi ağırlaşıyor, yıllardır saklanan sırların iplerini çözer gibi oluyordu. Selçuk, gözlerini defterden çekip Mete’ye baktı. Kafasını koltuğa yaslayıp bir süre Mete’nin nefes alışverişlerini izledi. O an fark etti ki bazen en ağır yük, savaş meydanında değil, alınan ve alınacak kararların gölgesinde taşınıyordu.
Başını yasladığı yerden kaldırıp yeniden kalemi eline aldı. Defterin boş satırına kalemin ucunu dokundurdu.
BÖLGESEL AĞIN MERKEZ NOKTASI?
“Turalı?”
Selçuk, yazmayı bırakıp kulağına gelen kısık sesin sahibine odaklandı. Ona zorlukla açılmış göz kapaklarının arasından bakan Mete’ye baktı. Gülümseyerek elindeki kalemi bıraktı ve kanepeden kalkıp Mete’nin yattığı yatağa doğru yaklaştı.
“Günaydın uykucu,” diye alay etti ama bir yandan da tepede asılı olan serumu kontrol etti. Bitmeye yakın olan serumun kablosuna bakıp yeniden Mete’ye döndü. Mete, güçlükle dudaklarını aralayıp konuşmak için zorladı.
“Eyşan nerede?”
Selçuk, hafifçe kıkırdadı.
“Tamam ulan en aşık sensin.”
Mete, Selçuk’un alaycı tavrını önemsemeden etrafına bakındı. Selçuk, bu durumu uzatmamayı tercih etti.
“Annenle birlikte askeriyeye geçtiler. Malum, burada fazla kalırsa Caner ile Bora peşine takılacaktır,” dedi.
Mete, kafasını belli belirsiz salladı ve gözlerini göğsündeki yaraya çevirip derin bir nefes bıraktı. Selçuk, dudaklarındaki tebessümü ağırca kaybedip yavaşça Mete’nin omzuna dokundu.
“Ağrın var mı?”
Mete, kafasını iki yana salladı.
“Bu benim ilk yaram değil Turalı. Alıştığım bir yaralanma türü.”
Selçuk, gözlerini devirdi ve yatağın kenarına oturup Mete’ye bakmaya devam etti.
“Çok büyük oynadınız Mete. Hiç korkmadın mı?”
Mete’nin gözleri, Selçuk’un buz mavilerinde duraksadı.
“Korktum,” dedi beklemeden. “Ama ölmekten değil, canımın canı yanacak diye. Eyşan’ın ya da doğacak çocuklarımızın tek bir kılına dahi zarar gelse ben yaşayamazdım zaten Selçuk.”
Selçuk, bir süre cevap vermedi. Sessizlik, görünmeyen bir sis misali etraflarını sararken bu sisi dağıtan yine Mete oldu.
“O itin nefes alması bile haram iken şu an yaşıyor olduğuna dua etmesi gerek. Kaç mazlumun ahını aldı ama ona rağmen bir nefesi kesilmedi.”
Selçuk, yine sessiz kaldı. Sadece Mete’ye bakmakla yetindi. Mete, derin bir iç çekip boğazını temizledi ve dudaklarını ıslatıp gözlerini kaçırdı. Selçuk, bir anlığına dudaklarını araladı. Bir şey diyecek gibi oldu ama sonra vazgeçmiş gibi kapattı. Mete, bu hareketi görmedi. Selçuk, hareketini tekrarladı ama bu sefer sesi kısıkta olsa çıkmıştı.
“Caner’e hiç acımadın mı Mete?”
Mete’nin boşluğa takılan gözleri dondu. Selçuk’un gözlerine bakmadı ama Selçuk, Mete’nin düşüncelerini okumayı başardı. Selçuk, kafasını sola doğru eğdi ve kaşlarını kaldırdı.
“Caner’in eskiden Eyşan’a yaptıklarını bile bile ona güvenmeyi tercih ettin. Ona inandın, sahip çıkacağından emin oldun. Peki ya Bora? Ahmet’in Bünyamin’e yaşattırdığı anının gözlerinin önünde canlanmasına sebep oldun? Hiç mi acımadın Mete? Hiç mi düşünmedin hallerinin ne olacağını?”
Mete, o andan sonra ilk defa bakışlarını Selçuk’a çevirdi. Dudakları sımsıkıya kapalıydı. Sanki içinde hakikati saklıyordu. Ve o hakikat, Selçuk’un yaralarını kanatacak, kanatmayı bırak yeniden parçalayacak güce sahipti.
“Karşısındaki kişiyle aynı yerinde yarası olan her insan, o yarayı aynı şekilde oluşmuş sanır Selçuk. İşlenişinin ve o insanda bıraktığı hasarı bilemez. Ben senin aynan değilim, sende benim. Aynı yerde açılmış yaralar seni ağlatırken beni ölüme sürükler,” dedi ve ağırca uzandığı yerden doğrulmaya çalıştı. Selçuk, Mete’yi her ne kadar engellemeye çalışsa da Mete, inadıyla doğrulup arkasına yaslandı.
“Bizim seninle tek bir ortak noktamız var. Açılan yaraya sebep olan aynı kişiydi.”
Selçuk, ellerini dizlerinin üzerine yaslayıp iç çekti. Tırnakları avuç içlerine gömülürken Mete, hafifçe başını eğerek Selçuk’un yüzüne baktı.
“Unutma Turalı. Bizi öldürecek olan yara değil, o yaranın hâlâ açık kalmasına izin vermemiz. Eğer aynı kişiden yara aldıysak, belki de aynı kişiye karşı yan yana durmalıyız.”
Selçuk, Mete’nin cümleleriyle başını hafifçe kaldırıp Mete’ye baktı.
“Ben intikamla adaletin arasındaki çizgide kaybolmuş o adamım. Senin doğruların, benim yanlışlarımı sorgulatır.”
Mete, alaycı bir tavırla gülümsedi.
“Benim doğrularım senin yanlışlarını sorgulatacaksa bil ki benim doğrum zaten baştan yanlıştır. Unuttun mu? Ben Mete Mert Çakır’ım. Bu zamana kadar bütün yanlışlarımda ismimi kaybetmiş o adamım.”
Selçuk, anladığı imayla gözlerini kapatıp burnundan nefeslenerek gülümsedi. Dudaklarının kenarında yarım kalmış bir gülümseme, içinde kabaran hüzne engel olamıyordu.
“Bütün yanlışlarında ismini kaybetmiş bir adam...” diye tekrarladı Selçuk, alçak bir sesle. “Peki ya doğru olan tek bir şeyin varsa, o ne olurdu?”
Mete, dudaklarında büyüyen bir zafer tebessümüyle hiç beklemeden cevap verdi.
“Eyşan.”
Selçuk, Mete’den bakışlarını ayırmadan gözlerini birkaç kez kırptı. Sakince yutkundu ve dudaklarını yalayarak araladı.
“Eyşan’a, her şey bittiğinde bu planın benim başımın altından çıktığını söyleyeceksiniz dedim. Ahmet ile Bora’nın arası zaten daha yeni düzeldi sayılır. Caner ile de aranız bozulmasın.”
Mete, kafasını iki yana salladığında Selçuk, Mete’yi durdurdu.
“Mete, hiç kimse senin bile isteye ölümün kıyısına yürümene izin vermez. Sen, ölümden döndün Mete. Bu kaçıncı ölümden dönüşün? Ya bu sefer bir kurtuluşun olmasaydı?”
Mete, burukça gülümsedi.
“İhtimaller Selçuk, ihtimaller. Bir gün bunun son kurşun olacağını hiç kimse bilemez.”
Selçuk, kaşlarını hafifçe çattı.
“Hiç kimse bile isteye ölüme meydan okumayı da istemez. Sen, sırf karını ve çocuklarını korumak için kurşunu yedin. Her ne olmuş olursa olsun, Caner ve Bora bunun farklı yollardan çözülebileceğini senin yüzüne vuracaklardır.”
Mete, Selçuk’un cümlesine sessiz kalarak gözlerini kaçırdı. Zaman, bir bulutun gökyüzünde süzülmesi kadar yavaş ve amansız derecede hızlı geçip giderken askeriyede toplanan Güvercin Timi, Elias Farouq’u adalete teslim edecek olan aracın hazırlanmasını izliyordu. Kışlanın ortasına çekilmiş aracın önünde bekleyen görevliler eşliğinde kapı aralandı.
En önde Eyşan duruyordu. Sağında Caner dururken solunda Bora vardı. Caner’in sağ omzunun hemen arkasında Lara ile Kartal dururken diğer tüm tim, Bora’nın arkasına doğru dizilmişti. Hepsi, geçmişlerinde yaralara sebebiyet vermiş bir elebaşının geçmiş kalmış adalete teslimiyetini bekliyordu.
Elias Farouq, burnuna takılmış banda rağmen başı dik bir şekilde yürüyordu ama omuzları çökmüştü. Eyşan’ın gözleri hafifçe kısılırken çenesi yukarıya doğru yükseldi. Ellerini arkasında bağlarken Elias’ın araca bindirilişini izledi. Geçmişi önündeydi, yaraları kabuk bağlamaya hazırdı, peki ya Eyşan?
Omuzlarını bir kez olsun düşürmeden bu anı izlemeye devam etti. Elias Farouq, hakkında çıkan müebbet hapis cezası ile yargılanacaktı. Bu onlara yetmezdi ama başka bir yolu yoktu. Toprağa bile leşi düşmeyecekti.
Kubilay, kaşları havalanmış bir şekilde Eyşan’ın sırtına baktı.
“Bu kadar mıydı? Bitti mi?”
Eyşan, gözlerini giden araçtan çekmeden kafasını salladı. Araç, kışlanın demir parmaklıkları arasından çıkıp giderken yüzünü time doğru dönüp Kubilay’a baktı.
“Bitti,” dedi derin bir nefes verirken. Omuzları dikti ama gözlerindeki yorgunluk ağırdı. Gözlerini yeniden birkaç kez kırpıştırdı ve başını hafifçe arkaya doğru eğdi. Gözleri gökyüzünde gezinirken dudaklarında acının tatlı bir tebessümü oluştu. Elleri karnında birleşirken yanaklarına düşen yaşları hissetti. Yonca, Eyşan’ın ağladığını gördüğü anda Kubilay’ın yanından ayrıldı ve Eyşan’a sarıldı. Tüm Güvercin Timi bir anda Eyşan’ın etrafını sardı ve kollarını birbirlerine kenetledi.
Ne emir ne de rütbe vardı. Sadece aynı acıya ve aynı davaya bağlı yürekler vardı.
Her yaranın bir hikâyesi vardı.
Bazılarının izi kaldı bazılarının ise hiç geçmeyecek, kanamaya devam edecek yarası.
14 Temmuz 2022 / Şırnak
Mete Mert Çakır, Ağzından
Yaralarını Ben Sarayım, Berk Baysal
Boşluk.
Gözlerimi araladığımda ilk hissettiğim şey, göğsümün içinden yırtılırcasına yükselen bir sancıydı. Öyle bir sancıydı ki nefes almak değil, nefesi hatırlamak bile külfet geliyordu. Sanki zaman etrafımda akmıyor, benden uzaklaşıyordu.
Nefesimin kısık olduğu, göğsümdeki yaranın bir ateş misali yandığını hissettiğim anlarda bir sisin içinden iki siluet belirmişti. Askeri disiplinin yankısını taşıyan bir ritimle bana yaklaşan iki kişiydi.
Biri bir kız, diğeri bir erkekti. Kızın bakışlarında Eyşan’ın o kahverengi ateşi, gür saçlarının dalgalarında annesinin inadı vardı. Erkek ise sanki bir aynadan süzülüp çıkmış gibiydi. Mavi gözleriyle, sert çene hatlarıyla bana benziyordu. Ama ikisini de tamamlayan şey, üzerlerine ikinci bir deri gibi oturmuş üniformalarıydı.
Kamuflajlarının sağ göğsünde aynı kelime yazıyordu.
ÇAKIR
Gözlerim o soyadda donup kaldı. Göğsümdeki kurşun izinden daha ağır vurdu bana. Çünkü ilk defa bu hallerini görüyordum. Geleceğin bir yansıması belki de tam karşımda duruyordu.
Kız bir adım öne çıktığında omuzlarındaki apolet gözlerimin kamaşmasına neden oldu. Parlak üç yıldızlar bana, annesi kadar güçlü bir yüzbaşı olacağının bir habercisiydi sanki. O kız, ‘Baba...’ dedi. Sesini duymadım ama yüreğim işitti.
Oğlana baktığımda sustuğunu gördüm ama bakışlarında binlerce söz vardı. Gözlerini göğsümdeki yaraya dikmiş, sanki öylece o izden benimle hesaplaşıyordu.
Onlara bakarken zaman kırıldı. Sanki kendi soyumun yankısını dinliyordum. Eyşan’ın kanıyla benim kanım, tek bir gövdeye bürünmüş, geleceğin nöbetçileri olmuştu. İçimde garip bir sızı oluştu. Onları görüp de dokunamamak parmaklarımda ağrılarla dolu bir his bırakmıştı.
Uyuşmuş bir bedenin içinde tutsak bir ruh gibi kıpırdamaya çalıştım fakat en ufak hareketim, derimin altına gömülmüş kızgın bir bıçak gibi acıyı yeniden uyandırıyordu. Karanlık üzerime çöktüğünde, en koyu perdesinden sıyrılarak gözlerimi araladım. Etrafımda uğultudan başka bir şey yoktu. Göğsümün tam ortasında hissettiğim yanma, yalnızca bir kurşunun soğuk hatırası değildi.
Bu acı, Eyşan’a olan sevgimin ağırlığını taşır gibi derin, yakıcı ve kutsaldı.
“Mete...”
Kadife bir sesin, ruhuma dokunduğunu işittiğimde ona bakmaya kendimi zorladım. Yüzünde kararlılığın ince çatlaklarından süzülen suçlulukla bana bakıyordu gözümün çiçeği. Ama ben onu hayatta kalmışlığıyla okudum. Çünkü bu planın, bu kurşunun ve bu acının tek bir anlamı vardı.
“Eyşan,” diye fısıldadım güçlükle. İçimde sanki yıllardır susturduğum duyguların, korumaya çalıştığım bir kadının ve yarım kalan cümlelerin izi vardı. Her nefes alışımda sanki ciğerlerim yerine Eyşan’ın adı doluyordu ciğerlerime.
Gözyaşları doldu göğsümdeki boşluğa. Tenim tenine değdikçe onun yaşlarıyla ıslandı. Silemediğim, ona dokunamadığım her saniye boyunca kendimi sorguladım. Bana, ‘Bana döndün,’ dediğinde yüzümdeki buruk bir tebessümün varlığıyla kıvrandım. Ellerimi bedeninde gezdirmek, ona sımsıkı sarılmak isterken yalnızca cümlelerim döküldü zorlukla açılmış dudaklarımın arasından.
Benim yolum hep ona dönüyordu.
Zaman, yürümeye yeni başlamış bir çocuğun ilk adımları gibi savsak bir şekilde ilerlerken elimdeki kırık künye ile Eyşan’a bakıyordum. Ona emaneten verilen eşyalarımı yatağın üzerine bıraktığında poşetin içinde kalan, katlanmış kâğıdı izliyordu. Gözleri benimkilerle buluştuğunda çenemle işaret ettim.
“Okusana.”
Eyşan, hafifçe titreyen elleriyle künyeyi elimden aldı ve kâğıt ile birlikte tekli koltuğa yürüdü. Sırtım yatak başlığına yaslı bir şekilde onu izlerken Eyşan, onun için yazdığım mektubu okumaya başladı. Ezbere bildiğim her satırında döktüğü gözyaşıyla çenemi biraz daha sıktım. Künyemi tutan eli kalbine yaslanırken derince yutkundum.
Ölümün kapısına kendi ellerimle yürümüştüm. Onun adını ise kalbimin yanına damgalayarak geri dönmüştüm. Şimdi bu mühür, sadece bir yara değil, Eyşan’a olan sevgimin yanık kokulu şahitliğiydi.
Eyşan yanıma uzandığında kollarımı kaldırarak ona sımsıkı sarıldım. Ölebilirdim, onsuz kalabilirdim. Onu bir daha göremeyebilirdim. Kokusunu içime çekemeyebilirdim. Tüm bu olasılıkların içinden geri gelmek bana kaderimin verdiği bir lütuf muydu bilmiyordum ama ezelden beri gömülü olduğum topraklarına bakarken yavaşça yerimde doğrulup üzerindeki tişörtü sıyırdım. Açılmış şişkin karnına eğilip dudaklarımı bastırdım.
Eyşan’ın taşıdığı ikizlerimiz, sıcak bir ada gibiydi. Yılların yükünü değil, içinde büyüyen bir umut küresini taşıyordu. Parmağım onun göbek deliğinin çevresinde gezindi, sanki orada bir harita vardı ve ben, hırsla değil hayranlıkla bu haritanın çizgilerini okumaya çalışıyordum.
Eyşan, titrek bir nefes çektiğinde parmaklarım bir an gezinirken tereddüte düştü. Bu dokunuş, benim hayatıma attığım damganın taze kanıtıydı, onun huzuru benim kanımın bedeliydi. Gözlerimi, ellerim onun karnına yaslı bir şekilde bırakırken gözlerine çıkarttım. Tereddüt, Eyşan’ın topraklarında bir balçık misali çekildi. Bana doğrulttuğu suçluluk değil, güvenin kırık bir aynasıydı. Ve ben o aynaya bakarken içimde eskiden yokmuş gibi duran bir sakinlik yayıldı.
Tam o sırada küçük, ani bir çarpıntı hissettim parmak uçlarımda. Dünyaya atılmış minik iki tekme, var olduğunu, beklediğini ve bizimle olacağını üsteleyen küçük iki isyan gibiydi. Parlak bir yıldırım gibi geçti bedenimden, ağrının acı tuzu bir anda tatlıya döndü.
Gözlerimin dolduğunu hissettim ama bu utanma değil bir şükrandı. Parmağımın ucunda büyüyen miniklerin ritmi, bana bütün yaptığım seçimin anlamını fısıldıyordu sanki. Eyşan’ın soluk alışı, benim susturduğum korkunun cezası değil, ödülüydü.
Eyşan, ellerini yanaklarıma yaslayıp yüzüme doğru eğildiğinde ona doğru çekildim. Gözleri kapalı bir şekilde dudaklarını dudaklarıma bastırdığında gözlerimin kapanmasına izin verdim. Dudaklarımız birbirine yaslı bir şekilde mıhlanırken parmaklarımın altındaki kıpırtılar devam ediyordu.
O tekmeler, kanımın ödediği fiyata değdiğini gösteriyordu.
Nefes almak için nefesim, benden ayrıldığında alnını alnıma yasladı.
“Sen nefes aldığın sürece,” dedim soluk soluğa. “Ben çektiğim acıyı nimet sayarım.”
Eyşan, parmak ucuyla hafifçe göğsümdeki yara bandına dokundu. Sanki acı bir anda kayboldu. Parmak uçlarında bile şifam gizliydi.
“Sen... bizim için ölümü göze aldın.”
Burnumu burnuna sürttüm.
“Hayır. Ben ölümü göze almadım. Ben seninle, sizinle yaşayabilmek için ölümü susturdum. Ölüm yanı başımda olsa bile siz yanımdaysanız, ben hep yaşamı seçeceğim.”
1 Ay Sonra
Bir ay geçmişti. Ama sanki yıllar yaşanmış gibiydi. Her şeyin, herkesin içinde daha ağır, daha yavaş geçtiği bir vakit diliminin içine gömülmüştük. Eyşan, belli günlerde kışladan bize gelirken annem ve Selçuk, daima yanımdaydı. Göğsümdeki dikişler henüz alınmamıştı. Kalbimin tam orta yerinde sabit duran bandaj, artık gözüme o kadar da çok batmıyordu.
Kendi içimdeki düşüncelerim annemin bir anda ağzıma sokuşturduğu pekmezli ekmekle bölündü. Şaşkınlıkla mırıldanırken Eyşan’ın kahkahaları ona bakmama neden oldu. O kahkaha, her ne yaşanırsa yaşansın bana en ağır dağları unutturuyordu.
Eyşan’ın gülüşünü bozmak için değil, ona karşılık vermek için küçük bir ballı ekmek hazırlayıp dudaklarına yaklaştırdım. Eyşan, dudaklarını araladığında göz göze geldik. Zaman büküldü, gözlerimin içine işleyen o kahverenginin derinliğinde kayboldum. O lokmayı aldığında başparmağımda kalan balı dudaklarıma götürüp sildim.
Herkes kahvaltısını yapmaya devam ederken bir an için ruhum, zihnime bir sanrının sızısını paylaştı. Caner ile Bora olsaydı, şu an benimle bu durum için dalga geçerlerdi. Bakışlarım annemi bulurken elimdeki çatalı tabağımın kenarına bıraktım.
“Caner ile Bora nasıl?”
Sorduğum soru, masanın ortasına pimi çekilmiş bir bomba misali yuvarlanmıştı. Annem, ağzındaki lokmayı birkaç saniyeliğine çiğnemeyi durdurup bana baktı ve ardından yutkunup kahve fincanını eline aldı.
“Bora iyi, Mücadele İtibar Teşkilatını çok iyi bir şekilde idare ediyor. Caner ise Lara ile bebeklerinin cinsiyetlerini öğrendi bugün,” dedi ve kahvesinden bir yudum alıp masaya bıraktı. “Kızları olacakmış.”
Caner’in kızları olacaktı.
Gözlerimi dalgın bir şekilde Eyşan’ın yüzüne çevirdim. Dudaklarıma bir tebessüm yerleşti ama gözlerimin içindeki sarsıntıyı saklayamadım. Caner, benim ikizim şimdi iki kız babası olacaktı. Onun bu tatlı heyecanına ortak olamamak içime devrilmiş bir dağ kadar ağır gelmişti.
Eyşan, masadaki elimin üzerine elini koydu. Parmağının hafif baskısıyla birlikte Selçuk’un sesini işittim.
“Bu durumu daha ne kadar devam ettireceksiniz? Elias Farouq’un hücrede olduğu bilgisini aldık, ortaya çıkmak için daha neyi bekliyorsun?”
Bir an için masada bir sessizlik oluştu. Dudaklarım düşünceli bir şekilde büküldü.
“Bir anda aralarından çıktım Selçuk. Öylece içlerine yeniden giremem. Ayrıca daha hiç nasıl geri döneceğimi düşünmedim,” dedim, usulca. Annem ile bakışlarımız buluştuğunda ellerini masanın üzerinde birbirine kenetledi.
“İsim değişikliği olmayacak, yeniden Mete Mert Çakır olarak hayatına devam edeceksin. Geri döndüğünde askeriye seni sorgulamayacaktır. Bir görev gibi düşün, gitmek zorundaydın ve gittin.”
Selçuk, parmağını şıklatıp odağı üzerine çekti.
“Bir göreve gittiğini söyleriz. Meskun mahal görevi. Bunun için şehit olman gerektiğini ve artık görevin bittiğini, geri döndüğünü söylersin.”
Kafamı ağırca iki yana salladım.
“Yemezler Selçuk. Çünkü benim bütün özel görevlerimin vekili Caner Cenk Çakır. Ezelden, askere başladığımız ilk andan beri bunu Caner yönetiyor ki geçmişte bunu yaptığı da vardır. Ayrıca Elias Farouq’un da teslim olması benim ölümüme bağlıydı. Kimse salak değil.”
Selçuk, gözlerini devirdi.
“Ama onları kandırmayı başardın Bozkurt. Demek ki insanlar bazen salak olabiliyormuş.”
“Hayır Selçuk,” dedim, sesimdeki keskinliği gizlemeden. “Ben kimseyi kandırmadım. Onlar görmek istediklerini gördüler. Caner, benim ikizim değil mi? İkizim. Öldüğümü elbet ilk zamanlar düşünmek istemedi ama sonra ne oldu? Araştırmadı, arkasında durmadı. Çünkü gözlerinin önünde vurulduğumu gördü. İnsanların gözlerini hakikate değil, yanılsamaya çektim ben.”
“Yeter.”
Selçuk ile gözlerimizin bağı, Eyşan’ın kelimesiyle ona çevrilmişti. Eyşan, bakışları kahvaltı tabağına düşmüş bir şekilde öylece duruyordu. Kafasını kaldırıp ikimize baktı ve çenesini dikleştirdi.
“Biz kötü bir şey yapmadık. Olması gerekti ve oldu. Evet, herkesin acı çekmesine neden olduk, yıkıldılar ama hâlâ nefes almaya devam ettiler. Hiç kimse kalbindeki yarayı kapatamadı ama herkes hayatına devam etti,” dedi ve bana bakarak devam etti.
“Ve sen öylece geri döneceksin. Belki sana kırgın bakacaklar, küsecekler ama günün sonunda yaşadığın için şükredecekler.”
Eyşan, bakışlarını benden ayırmadı. Gözlerindeki ne kınama vardı ne de hüzün. Sadece derin bir kabulleniş saklıydı. Selçuk, sessizce başını salladı. Sanki söyleyecekleri vardı ama yutkunup sustu. Biliyordum, o da gerçeği görmüştü. Bizim yolumuzda ne zafer ne de mağlubiyet vardı. Sadece devam etmek yazılmıştı.
İçimden geçenleri dile getirmedim. Yalnızca elimin üzerinde kalmış Eyşan’ın elini döndürüp parmak boğumlarının arasından parmaklarımı geçirip kenetledim. Avuç içindeki sıcaklığın ruhumdaki sızıya tampon olmasını sağladım.
Geri dönecektim.
Tek bir dileğim vardı.
Kırgınlığın içinde yaşamak istemiyordum.
14 Ağustos 2022 / Şırnak
Caner Cenk Çakır, Ağzından
Ölsem Yeridir, Yüzyüzeyken Konuşuruz
Göğüs boşluğuma sinsice çöreklenen bir sancı vardı; kalbimin etrafına kement atmışçasına sıkıyor, aldığım her nefeste boğazımda düğümlenen bir cümleye dönüşüyordu. Oysa ki susması, dinmesi ve yok olması gerekmiyor muydu? Sanki varlığını bana hatırlatmak için inadına orada kalıyordu.
Mete’nin yokluğunu bana unutturmuyordu.
Ben ise onu bir nebze unutmak için kendimi toparlamaya çalışıyordum.
Başımı kaldırmadığım evraklarımın arasından Lara ile vakit geçirmeye zaman ayırmaya çalışıyordum. Katıldığım toplantıların arasından Eyşan’ı yalnız bırakmamaya çalışıyordum. Boş kaldığım zamanlarda uykudan daha çok Bora ve Barış ile oturuyordum. Kalbimin odacıkları bin bir parçaya bölünmüştü ama ruhum, hep yalnızdı.
Bugün uykusuzluğumun dördüncü günüydü. Biraz uyumak için odaya girdiğimde gözlerim yatağın üzerinde oturan kadınıma çevrildi. İncecik ipek tenine sarınmış havlunun altında, omuzlarına dökülen kızıl alev saçlarından süzülen su damlaları, sırtında bir gözyaşı gibi ağır ağır yol alıyordu. Her acımın içinde onun varlığı, benim için sadece bir görüntü değil, ruhumun damarlarına işlenmiş bir uyuşturucu gibiydi.
Adımlarım, karanlıkta işlenen bir günahın itirafına yaklaşır gibi ağırdı. Yanına vardığımda sandalyedeki havluyu aldım. Saçlarını kurulamaya başladığımda ellerim titremiyordu. Hayır, bu titizlik onun tenine duyduğum kutsal açlığın göstergesiydi.
Lara, dikkatle gözlerini benden ayırmadan izliyordu. O an onun bakışlarında kendi yansımamı gördüm. Hem eksik hem de tamamlanmış bir adamdım. Dudaklarımda küçük filizlenmeye başlamış tebessüm, bir dua gibi büyüyordu. Saçlarını kurulamayı bitirdiğimde Lara, üzerindeki havluyu teninden ayırıp sutyenine uzandı. Ellerim yardım etmek için tereddütsüz devreye girdi.
Tenine değen en ufak dokunuş bile, ruhumun en derin yarıklarına işleyen bir merhem gibiydi.
İç çamaşırlarını giyip yeniden yatağa oturduğunda önünde diz çöktüm, ben başımı geriye doğru yaslarken sıcak ellerini yüzüme koydu. Yanaklarıma değen avuçları, alnıma işlenen kadim bir mühür gibiydi. Ellerimi kalçalarının yanına yaslayıp usulca okşadım ve ellerinin yanaklarımdan ayrılacağını bile bile dudaklarımı şişkin karnına yasladım.
Kızlarımız olacaktı.
Bu zamana kadar kadınlara iyi davranamamış olan birine verilebilecek en zorlu sınavdı.
Dudaklarımı Lara’nın karnından çekip yeniden ona baktığımda, az önce dudaklarında kıvrılan o oyunbaz tebessüm yerini hüzünle örtülmüş bir bakışa bıraktı. Bana, sanki içimde sakladığım en derin yarayı görüyormuş gibi baktı.
“Eyşan ile hiç konuşuyor musun?” diye sordu.
İçimde bir sızı, derimin altını parçalayan bir kor gibi büyüdü. Soruyordum, konuşuyordum ama hiç Mete’nin adı geçmiyordu. Saçlarımın rengini değiştirdiğim günden sonra gözlerini gözlerimden hiç kaçırmamıştı. Benden çekinmiyordu aksine, biraz daha iyi gibiydi.
Ne kadar olabilirse...
“Evet,” dedim sonunda, derin bir nefes verirken. “Fırsat buldukça onu da ihmal etmemeye çalışıyorum. Ama Mete’nin yokluğunu ona unutturamam Lara. Kendim bile zor dayanırken bunu ona yapamam.”
Sözlerim dudaklarımdan dökülürken Lara, başını yana doğru eğdi. Bana öyle bir baktı ki gözlerindeki merhamet, Mete’nin yokluğunu örtmeye çalışan bir örtü gibiydi. Yanağımdaki elini çekmeden usulca parmaklarını gezdirdi.
“Zor olacak ama bunu atlatacaksınız. Unutacaksın demiyorum Caner. Acıya alışacaksınız. Yaran belki de hiç kapanmayacak ama gerek bizim çocuklarımız gerekse Eyşan’ın ikizleri merhem olacaktır.”
Burnumdan küçük bir nefeslenip burukça tebessüm ettim. Kafamı sallayıp dudaklarımı büktüm. Lara, ellerini yanaklarımdan çekip omuzlarıma bıraktı.
“Hadi uyu biraz. Gözlerinin altı şişmiş. Yakışıklılığından çok fazla ödün kaybetmeye başladın Caner Cenk Çakır,” dedi Lara, alaycı bir tavırla. İstemsizce gülmeye başladığımda diz çöktüğüm yerden yükseldim ve ellerimi yatağın üzerine yaslayarak Lara’nın üzerine doğru eğildim.
“Bak sen,” dedim uzatarak. “Dün öyle demiyordun güzelim? Caner, ben seni aşeriyorum diyordun. Resmen gece üzerime atladın hatun.”
Lara, elini hızla kaldırıp koluma vururken omuzlarından yatağa doğru ittirdim. Lara, yalancı bir çığlıkla beni durdurmaya çalışırken alnımı alnına yaslayıp gülmeye başladım.
“Dur deli. Bir yerin ağrıyacak. Ayrıca utanmana gerek yok karıcığım. Benim tenim senin tuvalin. İstediğin her şeyi yapabilirsin.”
Lara, beni omuzlarımı ittirerek üstünden atmaya çalışırken kendimi geriye doğru sırt üstü bıraktım.
“Sapık,” dedi yataktan kalkarken.
“Kocaya sapık denmez.”
Gözlerini kıstı. Dudaklarında hoşnut olmayan sahte bir kıvırma belirdi.
“Kocam olman beni her zaman utandırman anlamına gelmiyor Caner,” dedi sahte bir sitemle.
“Utanınca suların daha da artıyor.”
Lara, şaşkınlık ile dudaklarını araladığında elini kaldırıp bacağıma vurdu.
“Ya Caner!”
Gözlerimi devirip dirseklerimi yatağa yasladım.
“Hoşuna gidiyor biliyorum, naz yapma yavrum. Sende seviyorsun.”
Lara, ellerini beline attığında derin bir iç çekerek başımı omzuma doğru eğdim. Kıvrımlı beline inat öne doğru çıkık karnı, arzuyla dolu bir bakış atmama neden olmuştu.
“Hiçte bile.”
Çarpıkça gülümsedim.
“Daha hızlı Caner, yala beni Caner, öp beni Caner, yut beni Caner.”
“CANER!”
Kafamı geriye atarak bir aydan beri atmadığım kahkahayı koyuverdim. Gözlerim kapalı bir şekilde kahkaha atmaya devam ederken yatağın çöktüğünü hissettim. Dudaklarımın üzerine kaplayan sıcak bir ten ile kahkaham düğümlenirken Lara, gülüşümden öpmeye başlamıştı. Ellerimi beline atıp karşılık verdiğim sıra dudaklarını ayırmadan konuştu.
“Hep böyle gül, olur mu?”
Kalbim sıkıştı, göğsüm daraldı. İçimdeki fırtına kükredi. Yaşla dolan gözlerimi aralayıp Lara’nın bana tepeden bakan lacivertlerine baktım. Gökyüzüm ve geleceğim, gözlerimdeki boşluktan sızarak ruhuma doldu. Geçtiği yerdeki yaralarımı bir nebze olsun sustururken Lara, alnını alnıma yasladı.
“Sen varsan, ben hep gülerim Lara. Yeter ki sen hep yanımda ol.”
Lara, gülümseyerek dudaklarıma son bir buse kondurup doğruldu.
“Her zaman Caner, buruşuk suratını görene kadar seninle olacağım.”
Damağımı şaklatarak alnımı alnına sürttüm.
“Kader bizi ayırana dek ben senden vazgeçmem. Ölüm gelse bile son nefesimi seninle veririm.”
Cümlelerim bir karanlık gibi üzerimize çökerken zaman dilimini kaybetmiştim. Sol yanağım yastığa mıhlanmış, yüz üstü bir şekilde üstüm çıplak uzanırken bulmuştum kendimi. Tanıdık bir zil sesinin melodisi ile kendimi sırt üstü devirirken başımı sağa doğru çevirdim. Büyük bir iç çekerken komodinin üzerindeki telefonuma uzanıp gözlerimi kıstım.
Çilingir
Aramayı cevaplandırıp gözlerim kapalı bir şekilde telefonu kulağıma yasladım.
“Efendim Bora.”
Sesim, boğuk ve pürüzlü çıkmıştı.
“Uyan Caner, sana attığım konuma gel ve kimseye bir şey söyleme,” dedi ve benim bir şey dememi beklemeden telefonu kapattı. Telefonu kulağımdan çekerken çatık kaşlarımla ekranı inceledim. Üstten gelen bildirime tıkladığım sıra sırtımı yataktan kaldırmaya çalışıyordum. Bora’nın attığı konumu inceleyip kaşlarımı olabildiğince çattım.
Çilingir: Çabuk gel.
Çilingir: 15 dakika içinde burada ol Zirve.
Bir şey olmuştu ya da olacaktı. Bu her ne ise içimde bir sıkıntıya yol açmıştı.
14 Ağustos 2022 / Şırnak
Bora Yalaz Arınlı, Ağzından
Büklüm Büklüm, Maalesef
Siz hiç yazın ortasında, güneşin toprağı ateşe çevirdiği, gökyüzünü delicesine parlattığı bir mevsimin ortasında kışı yaşadınız mı?
Ben yaşadım.
Şimdi ise hiç kimsenin daha önce bilmediği bir kıraathanenin içinde, gazetelerle kaplanmış camlarının arasında üç kişi oturuyorduk.
“Daha neyi bekliyoruz Çilingir?”
Caner’in sesiyle gözlerimin daldığı duvardan bakışlarımı çektim ve sağımda oturan Canpolat’a baktım. Canpolat, alnına dökülmüş saçlarını geriye doğru ittirip Caner’e baktı. Canpolat, Caner’e Şenol’un yerine atanmış bir istihbaratçıydı. Suikast Biriminden özel olarak atandırmış ve Caner’in bunu bilmemesine özen göstermiştim. Ta ki bugüne kadar.
Çünkü ne ile karşılaşacağımızı bilmiyordum.
Caner, gözlerini devirerek sırtını yasladığı sandalyeden doğruldu ve dirseklerini masaya yaslayıp bana baktı.
“Bana burada neler olduğunu anlatacak mısın artık Bora? Niye beni buraya çağırdın?”
Kalbim, göğsümde buzdan bir çemberin içindeydi ve o çember daralmıştı. Bir an için yeniden Canpolat’a bakıp Caner’e odaklandım.
“Canpolat Yıldız. Şenol şehit olduktan iki hafta sonra Suikast Biriminden seni koruması için atandı. Sana söylemedim çünkü Şenol’dan başka birini kabul etmeyeceğini biliyordum.”
Caner’in gözlerindeki hüzünlü kırılmaya şahit olurken yüzü tam tersi öfkeliydi.
“Buna gerek olduğunu nereden düşündün? Ben kendimi koruyabiliyorum.”
Başımı salladım.
“Elbette korursun ama etrafındakileri de korumakta sana kalmıştı, hatırlarsan.”
Caner, alt dudağını dişlerinin arasına alıp yüzünü sağa doğru çevirdi. Ellerini kolçağa koydu ve sandalyeden kalkıp bana döndü.
“Bu mu?”
İçimi sıkan, mevsimlerimi alt üst eden hakikatin çıplak yüzünü Caner’e fısıldadım.
“Canpolat, unuttuğum bir hakikati yüzüme vurdu Caner. Bende seni bu zamana kadar inandığımız tüm inancımızı yok edecek bir yere götüreceğim.”
Caner, şüpheyle kaşlarını çatarken ayağa kalktım. Canpolat’ta bizimle birlikte ayaklanırken Caner, elini kaldırıp beni durdurdu.
“Ağzında bir şeyler geveleyip duruyorsun Bora. Adam akıllı konuş benimle, ne oluyor bu siktiğimin yerinde!”
Son cümlesinde yükselen sesi, bir nebze olsun içimi siken o duygudan kurtulmama neden olmamıştı. Aksine, yükselen öfkenin bizi nereye savurabileceğini tahmin etmemi zorlamıştı.
Hiçbir şey demeden kapıya doğru yürüdüm ve kapıyı açıp Caner’in geçmesini bekledim. Caner, bir rüzgâr gibi eserek ilerlerken Canpolat’ta peşinden ilerledi. Arkalarından çıkıp kapıyı kapattım ve kapının önünde bekleyen araca doğru ilerledim. Şoför koltuğuna yerleştiğim sıra Caner yanıma, Canpolat ise arka koltuğa geçmişti. Caner, başını cama yaslayıp öylece durmaya başladığında kontağı çevirip arabayı çalıştırdım.
On beş dakikalık yol sonunda Caner’in başını camdan ayırıp bana baktığını hissettim. Bakışlarım onu bulurken kaşlarını çatmış bir şekilde bu sefer evi izlediğini fark ettim. Elimi kulpa götürüp Caner’e son bir kez daha baktım. Bu, belki de onu son sakin göreceğim haliydi.
“İn, Caner.”
Caner, beklemeden araçtan inerken peşinden indim. Caner ile eve giderken Canpolat, arkamızdan geliyordu. Kapının önünde durduğumuzda işaret parmağımı dudaklarımın üzerine yaslayıp cebimdeki anahtarı çıkarttım. Kilidi tek seferde açıp kapıyı ittiğimde Caner, aralanmış kapıdan içeriye girdi. İçeriden gelen tıkırtılarla koltukta oturan siluet ayağa kalktı.
Bakışlarım bir an olsun Caner’in gözlerinden ayrılmazken kulaklarımı sağır eden, bir yanımın toprağa gömülmüş bir ölü gibi soğuduğunu hissettiren o sesi duydum.
“Akşam ne yiyeceğiz Selçuk?”
Mete, mutfaktan çıktığında elindeki kahve bardaklarıyla kapı ağzında durakladı. Caner’in çatık kaşları düz haline dönerken dudakları ağırca aralandı. Gözleri Mete’nin çıplak üstündeki, göğsüne yapışık sargıda takılı kaldı. Mete, elindeki kahve fincanlarını yanındaki konsola bırakırken Selçuk, ağırca ayağa kalktı.
Bazen insan, inandığı bir yalanın çöküşünü yaşadığında kendi damarlarında akan kanın bile donduğunu hissederdi. Caner, tam olarak öyle duruyordu. Sanki donmuştu, gözlerini bile kırpmıyordu.
Ölüm bir aldanıştı.
Mete, yaşıyordu.
Bir aydır gömdüğüm yas, mezarından çıkıp karşımıza dikilmişti.
Caner, aralı dudaklarını kapatıp gözlerini kırpıştırdı. Sanki nefes bile almıyordu. Yeniden dudaklarını araladığında açgözlü bir şekilde nefes çekip tuttu. Cümlelerini bulamıyormuş gibi bir hali vardı. Mete, ona doğru bir adım attığında Caner, geriye doğru bir adım attı.
“Oyun muydu?”
Tek bir cümle çıktı, Caner’in ağzından. Mete’nin adımları sabitçe kaldığında yutkunma sesini uzaktan duyabilmiştim.
“Oyun muydu dedim sana!” diye bağırdı, Caner. Evin içinde yankılanan sesi, bir an için Mete’nin gözlerinin kapanmasına neden olmuştu.
Mete, “Mecburdum,” diye fısıldadı.
Caner, mutluluktan epey uzak histerik bir kahkaha bıraktı.
“Mecburdun,” dedi, alaycı bir tonla. “Kendini öldü olarak göstermeye mecburdun. Bizi bir enkaza çevirmeye mecburdun. Karını üzmeye mecburdun. Beni, mahvetmeye mecburdun, öyle mi!?”
Sonlara doğru yeniden yükselen sesiyle Mete, gözlerini açtı ve Caner’e baktı. Gözlerinde en ufak pişmanlık kırıntısı yoktu sadece üzüntü vardı. Bunu yaptığı için pişman değildi sadece üzgündü. Bizi üzdüğü için, üzgündü.
Pişman, değildi.
Mete, Caner’e yaklaşacaktı ki Caner, elini havaya kaldırıp onu durdurdu.
“Sakın bir adım daha atayım deme! Lan sen ne yaptığının farkında mısın? Eyşan lan Eyşan, senin karın perişan oldu. Aşkından ölüp tutuşan sen, nasıl Eyşan’ı bıraktın? Hiç mi acımadın kıza, hiç mi acımadın bana, hiç mi acımadın çocuklarına?”
Boğazımda bir düğüm, usulca çözüldü.
“Caner,” dedim, boğazımdaki pürüzle. Boğazımı temizleyip devam ettim. “Eyşan biliyormuş.”
Caner, kafasını çevirip öyle bir baktı ki bana sanki o an inandığı tüm her şey başına çökmüştü. Tüylerimin ürperdiğini hissederken Selçuk, boğazını temizledi.
“Elias Farouq, Mete ile Eyşan’ın parmak izlerinden oluşan bir mekanizma oluşturmuş. O yüzden Mete, kendini şehit olarak gösterdi. Eğer o göstermeseydi Eyşan, bu plana kendini dahil edecekti. Birinin gerçek bir şekilde vurulması gerekiyordu. Sonuç olarak Elias Farouq, ait olduğu deliğe tıkıldı.”
Caner, ona tiksinircesine bir bakış attığında Caner’in son sakin anlarını yitirdiğini anlayabilmiştim.
“Bunların hepsi senin başının altından çıktı değil mi, it?” dedi ve Selçuk’a doğru yürüyüp yakalarından sertçe kavradı ve kendine doğru çekti. “Senin zamanında öldüremediğin bir piçin, bize nelere mal olduğunu görebildin mi?” diye yüzüne karşı kükredi.
Hızlı adımlarla Caner’in yanına gidip çekmeye çalışsam da Caner, bir türlü Selçuk’un yakalarını bırakmıyordu.
“Daha kaç kere insanların hayatıyla oynayacaksın Viran Ege? Sırada kim var, ben mi?”
Mete, sert adımlarla Caner’e yaklaşıp kolundan tuttuğunda Caner’in Selçuk’u tutan elleri bir anda gevşedi ve Mete’den uzaklaştı.
“Dokunma bana!”
Mete, ani bir şekilde Caner’in kollarını tuttu. Caner ise onu ittirerek ellerinden kurtulmaya çalıştı. En sonunda ittirmeyi başardığında Mete’nin burnundan küçük bir kan sızıntısı akmaya başladı. Caner, küçük bir yumruk atmıştı, ayrılmak için.
“Buna mecburdum Caner. Karımı ve çocuklarımı korumak için buna mecburdum. Evet biliyorum üzüldüğünüzü, perişan olduğunuzu ama yaşıyorum.”
Caner, hayretle Mete’ye bakarken ellerini havaya kaldırdı.
“Yaşıyor musun? Sen yaşadığını sanırken biz ölüyorduk lan! Seni değil, bizi gömdüler o toprağa. Ben kaç gece uykusuz kaldım, biliyor musun sen? Karımın yanında kaç gece gözyaşı döktüm, hıçkırarak uyandığım zamanlar benim karım beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Her gece kâbus görerek uyandığım sabahlarda karım irkilerek uyanıyordu. Sırf korkup da çocuklara bir şey olmasın diye ben kaç gece ondan ayrı yattım, biliyor musun sen? Sen yaşadın ama ben öldüm Mete. Ben öldüm.”
Mete, dolan gözleriyle Caner’e bakarken Caner, kafasını iki yana salladı.
“Ağlaman hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Ben senin yokluğunda yeterince senin için gözyaşı döktüm. Geriye ne zaman dönersin bilmiyorum ama,” dedi ve tişörtünün bel kısmını hafifçe kaldırarak Mete’nin silahını, kemerinden çıkartıp sehpanın üzerine fırlattı. “Bu zaman kadar bana emanet ettiğin karını, kendin koru. Çünkü ben, bundan sonra kimseye eyvallah etmeyeceğim.”
Caner, bir hışımla arkasını dönüp kapıya doğru ilerledi. Aralı kapını ağzında durup omzunun üzerinden Mete’ye baktı. Söyleyecek bir şeyi var mıydı bilmiyordum ama hızla aralı kapıdan çıkıp gittiğinde bakışlarımı Mete’ye çevirdim. Gözleri bana döndüğünde dudakları aralandı.
“Bora,” dedi.
Neden diye sormak istedim. Neden bana haber vermediğini, bunu bizden gizlediğini, bunca acının yalnız başına çekileceğine değer miydi diye sormak istedim. Bütün konuşamadığım cümlelerin, kalbimde aksaklığa neden olduğunu hissettiğimde titrek bir nefes çektim ve yutkunarak arkamı döndüm.
“Bora, lütfen. Böylece gitme. Otur, konuşalım.”
Gözlerim kapıda mıhlı kalırken mutluluktan öte bir tebessüm kapladı dudaklarımı. Hiçbir şey demeden öylece kapıdan çıktım. Peşimden gelen ayak seslerinin Canpolat’a ait olduğunu biliyordum. Hızlı adımlarla apartmandan çıktığımızda Caner’in, aracın ön koltuğunda oturduğunu fark ettim. Seri adımlarla şoför koltuğuna oturdum ve aracı çalıştırdım. Canpolat, arka koltuğa oturduğu an gaza yüklendim.
Aracın içinde bir sessizlik hakimdi. Bir an için uzatılan sigarayı fark ettiğimde eğilip sigara dalını dudaklarımın arasına sıkıştırdım, geri doğruldum. İki kere yanıp sönen çakmağın ardından sigaramdan büyük bir nefes çektim ve camları araladım. Sol dirseğim cama yaslanırken sağ elimi direksiyona sabitledim. Göz ucuyla Caner’e baktığımda onun da sağ dirseğini cama yaslayıp yolu izlediğini gördüm.
Aracı zihnimdeki konuma sürüp durdurduğumda bitmek üzere olan sigarayı söndürüp Caner’e baktım. Caner, sigarasından kalan son nefesi çekip gözlerime baktığında gözlerinin dolduğunu fark ettim. Dudakları titrek bir şekilde aralandığında yüzünde büyük bir gülümseme oluştu.
“Yaşıyor.”
Göz pınarlarıma hücum eden yaşlarla gülümsedim ve kafamı hiddetle salladım.
“Yaşıyor,” diye fısıldadım.
Caner, bir anda kapıyı açıp dışarıya fırladığında hızla arabadan inip aracın önüne doğru dolaştım. Caner, gökyüzüne bakarak gülerek ağlamaya başladığında bende gülmeye başladım. İnsan gülerken ağlayabilir miydi? Yanağına akan yaş, umurunda olur muydu?
Caner, gökyüzüne bakan gözlerini bana çevirdiği sıra sol elini omzuma koyup beni sertçe kendine çekti. Kollarını sımsıkı etrafıma dolarken sarılışına karşılık verdim.
“Yaşıyor Bora, kardeşim yaşıyor. Ölmemiş,” diye boğukça fısıldadığında kafamı salladım.
“Yaşıyor Caner. Mete yaşıyor.”
Caner’in omuzları titriyordu. Bir yanım onunla birlikte ağılıyordu, diğer yarım ise hâlâ inanmakta zorlanıyordu. O kadar çok ölümün ardından gelen bu tek kelime, sanki koca bir orduyu diriltmişti.
Mete Mert Çakır yaşıyor.
Caner ile birbirimizden ayrıldığımda kafasını hızla salladı.
“Ben hissetmiştim,” dedi titrek bir sesle. “Kalbim biliyordu. Bir şeyler eksikti ama ölmemişti.”
Bir süre ikimiz de konuşmadık. Güneşin bunaltıcı sıcağı yüzümüze vuruyor ve içimdeki kışın bir nebze olsun kırılmasına neden oluyordu. Caner’in Mete’ye söyledikleri aklıma düştüğünde kırılgan gözlerle Caner’e baktım.
“Peki şimdi ne yapacaksın Caner? Mete’ye söylediklerinde gerçekçi miydin?”
Caner’in gözlerindeki pişmanlık ruhumu bir zehir gibi sardı. Kafasını ağırca iki yana salladı. Kalçasını kaputa yaslayıp kollarını göğsünde bağladı ve bakışlarını uçurumdan yayılan dağlık manzaraya çevirdi. Arada esen rüzgâr saç uçlarını uçuştururken dudaklarını büktü.
“Bana söylemesi gerekliydi Bora ama söylemedi. Çünkü bu işe izin vermeyeceğimin farkındaydı,” bakışlarını bana çevirdi. “Başka yolu olmaz mıydı ki?”
Ellerimi ceplerime sokup omuzlarımı silktim.
“Bilmiyorum Caner. Eyşan’ı ve çocuklarını korumak için çıkmış oldukları bu yol, hepimizi bir süreliğine yaralı bırakmaya sebep oldu. Bir ay, Caner. Bir ay boyunca hiç mi Eyşan’ın saklamış olduğu bir şeyleri bulamadık?”
Caner, gözlerini devirerek yeniden uçuruma baktı.
“Ona da ayrı kırgınım zaten. Yalnız iyi rol yaptı, inandık.”
Gözlerimi ufka diktim. Dağın üzerindeki bulutların gölgelerini izlerken alt dudağımı hafifçe ısırdım.
“Belki de başka bir yolu yoktu,” dedim, dalgınca. Gözlerim Caner’i bulduğunda kaşlarını hafifçe çattığını fark ettim. “Ben, planın Selçuk’un başının altından çıktığını düşünmüyorum. Keza Eyşan’ın da öyle. Sonuçta bile isteye Mete’nin gözlerinin önünde vurulmasını istemezdi.”
Gözlerim Caner’in gözbebeklerine sabit kalırken ruhumu görüp görmediğinden emin değildim ama çatık kaşları düzleştiğinde acımı izlediğini gördüm. Dudakları ağırca aralandığında çok geçmeden birbirine bastırarak kafasını çevirdi.
“Tabii ya, Ahmet.”
Her yaranın bir hikâyesi vardı ama bizimkisi hep aynı yerdeydi. Ve hep aynı yerden, farklı şekillerde kanamaya devam ediyordu. Durduramıyorduk. Canımızı yakmaya devam ederken elimiz kolumuz bağlı bir şekilde sonunu bekliyorduk. Daha başımıza ne gelebilir dedikçe başka bir hikâye yeniden doğuyordu.
Bakışlarım Caner’de takılı kalırken burnumdan küçük bir soluk bıraktım.
“Peki, şimdi ne yapacağız?” diye sordum.
Caner, dudaklarını araladı, sanki ciğerlerine sığmayacak kadar büyük bir nefes varmışçasına sesli bir şekilde nefesini bıraktı. Yaslandığı araba kaputundan kalçasını ayırarak bana döndü.
“Bu, bu şekilde olmaz Bora. Babamın durumunu biliyorsun. Mete’yi gördüğünde olası bir kriz geçirebilir. O yüzden Mete’yi görmeden onun yaşadığını bizim söylememiz gerekli.”
Bu doğru olabilir miydi ki? Düşünceli bakışlarımı gördüğünü bildiğime rağmen kafamı salladım. Caner, önden dolaşıp aracın yanına doğru ilerlerken kapının yanında bekleyen Canpolat’ı gördü. Birkaç saniye bekleyip elini Canpolat’a doğru uzattı.
“Madem bu saatten sonra birlikteyiz, aramıza hoş geldin. Bir nefes kadar yakınımda ama bir o kadar da uzak olacaksın. Zor biriyimdir ama anlaşılabilirimdir.”
Canpolat, dudaklarındaki sahici bir gülümseme ile Caner’in uzattığı elini tutup tokalaştı.
“Şehit Şenol Barlas ile aranızdaki bağı duydum. Evet, onun kadar olamam ama olmak için elimden gelenin en iyisini yaparım.”
Caner, bunu duyduğunda burukça gülümsedi ve kafasını salladı. Araca bindiklerinde şoför koltuğuna ilerleyip kapıyı açtım ve son bir kez daha ufka baktım. Olasılıkların bir dağ kadar büyük bir sırrın arkasına gizlendiği bu durumda yine gerçeği öğrenmiştik. Kardeşimiz yaşıyordu. Sırtımı yasladığım, sırtını yaslamasına izin verdiğim dağım yaşıyordu.
Mete Mert Çakır, yaşıyordu.
14 Ağustos 2022 / Şırnak
Alparslan Çakır, Ağzından
Anamnesis, Joel Lyssarides & Georgios Prokopiou
Her insan bir gün, kelimelerin bile diz çökmediği bir yaşa gelir. Ne emirlerin yankısı kalır duvarda ne de silahın soğuk çeliği parmakta bir anlam taşır. Geride yalnızca yaşanmışlıklar ve bıraktığı izler kalır.
Ben, o yaştayım.
Yıllar boyunca dağlarla konuştum, rüzgârla pazarlık ettim, barutla kardeş oldum. Karımı kaybettiğimi sandım, yıkıldım. On yaşındaki oğullarımı yalnız bırakarak büyümelerine neden oldum. Neden olduğum her sonuç, yazmak istediğim bir anı defterine işlenmiş devrik cümleleri yaratmıştı.
Ve ben, her cümlenin içinde bir mezar kazdığımı çok sonra fark etmiştim.
Zaman alnıma kazıdığı cümlelerle konuşurken her bir çizgi bir savaşın, bir kaybın ve bir gecenin sessiz tanığı gibi içime işlemeye başladı. Onları gördüğüm ilk ana savruldum. Kapıdan içeriye girdikleri o anı hatırladım. Karşımda dik duran, kanımı taşıyan iki evladım; şimdi üzerlerindeki teğmen üniformalarıyla mezun olmuş bir şekilde buradalardı.
Aynı kaderin iki farklı kelimeleri gibiydiler.
Caner Cenk Çakır.
Onda kendimin yansımasını izledim. Çizgili çene hattında, keskin bakışlarında, sözsüz bir öfke vardı. Asker adımlarını taş zemine vurduğunda geçmişte ben yankılandı o seste. Yürüyüşünde bile bir buyruk, bir disiplin, bir hüküm vardı. Benim gibi bakıyordu dünyaya; soğuk, dikkatli ve merhametin sınırlarını daima ölçerek.
Mete Mert Çakır.
Gözlerinde bir yıkımın sessizliğini taşıyordu. Yüzünün sahip olduğu sert çehre ve bakışları tamamen annesine benziyordu. Sertti, keskin ve kırılmaz, geri adım atmak nedir bilmeyen bir tavrı vardı. Öfkeliydi, Mete Mert Çakır. Soluklarından ateş parçalarının savrulduğunu hissetmiştim. Ama o öfkenin merkezinde, ölümle bile yarışacak derin bir merhamet saklıydı.
Mete Mert Çakır’ın öfkesi bile vicdan kokuyordu.
O gün, Caner’in gölgesi kadar keskin, ama Mete’nin ışığı kadar yakıcı bir gün yaşadığımı anlamıştım. Biri beni temsil ediyordu, diğeri beni yargılıyordu. O gecenin şafağında hiç uyuyamamıştım. Sanki rüzgârın sesi bile geçmişimin dikenlerini sürüklüyordu arkasında.
Zaman aktıkça zihnim, bir bahçeye dönüşmüştü. Her köşesinde anıların solmuş çiçekleri değil, batmaya hazır dikenleri vardı. Caner ile Mete’nin sahip olduğu kudret damarlarından akarken, Caner’in sorgulamadan yanımda durması, Mete’nin var olan öfkesinin arttığını görmeme engel olamıyordu. Birini arıyordu. Zamanında en yakın dostum olan, kan bağım olmasa da kardeşim gibi saydığım o adamın kızını arıyordu. Bulduğunda iyileşecek olan oğlum, sınırlarını zorlayacak kadar delirdiğinde artık harekete geçme zamanımın geldiğini anlamıştım.
Deniz, toprağına geçte olsa kavuştuğunda gözlerimin önüne bir anı ansızın düştü. Eskiden bana ait olan bir gülüşün kırık ucu, şimdi başkasının rüyasında kanıyordu sanki.
“Alparslan,” dedi düştüğüm o anıdaki siluet. Gözlerimin önündeki karanlık kalktığında bakışlarım karşımdaki adamın kahverengi topraklarına saplandı. Siyah gözbebeklerinin etrafını saran ateşten toprağı öylesine harmanlıydı ki içindeki obruk bile onu yutmaya cesaret edemiyordu.
“Efendim Ethem?” dediğimi hatırladım. Dudaklarımda sahici bir gülümseme vardı. Ona baktığımda, gördüğümde, duyduğumda, konuştuğumda, hissettiğimde her zaman olurdu. Ethem, parmaklarının ucunda döndürdüğü rakı bardağını yavaşça bırakırken dudaklarını büktü ve gözlerini gözlerimden kaçırdı.
“Ya sana bir şey söyleyeceğim ama dalga geçeceksin, bunu sürekli ağzında dolayıp kafamı sikeceksin diye çok korkuyorum,” dedi, düşünceli bir ses tonuyla. Bir an için dudaklarımdaki gülümsemenin eriyeceğini sandım. Ama gözlerine bakınca o tuhaf daha önce hiç görmediğim çekingen bakışı kaşlarımı havalandırmama sebep olmuştu.
“Söylesene Ethem,” dedim, meraklı bir tonla. “Merak etme, söyleyeceğin şeye göre yarın sabah unuturum ben onu.”
Ethem’in dediğim cümleye karşı gözlerini devireceğini düşündüm ama olmadı. Daha ciddi bir mesele varmış gibi hissettim. Dudaklarımdaki gülümseme küçük bir tebessüme çevrilirken Ethem, derin bir nefes alıp dirseklerini masanın üzerine yasladı.
“Biliyorsun ki benim hiç oğlum yok ama gözümün ilk ağrısı, tüm varlığıyla bana can olan bir kız evladım var,” dedi. Cümlesinin devam edeceğini sandım ama etmedi. Dudaklarımdaki tebessüm aniden genişlerken dişlerimi göstererek sırıttım.
“Mete’yi oğlun olarak görmüyor musun? Sonuç olarak Eyşan ile bebeklikten gelen bir bağları var.”
Ethem’in kurduğum cümleden sonra sinirlenip kafama bir sille çakacağını düşünmüştüm ama bu da olmadı. Sakin bir şekilde gözlerini gözlerime diktiğinde sırıtışım ağırca silindi. Zihnim, unutmakla hatırlamak arasında ince bir bıçak sırtıydı artık. Her hatırlayışım biraz daha parçaladı beni; her unutuşum biraz daha silikleştirdi kim olduğumu.
“İçinde olduğumuz durumdan dolayı ayrı kaldıklarını, birlikte büyüyemediklerini sende biliyorsun Alparslan,” dedi Ethem, soğuk ama canlı bir şekilde. “Zamanı geldiğinde yollarının bir yerde kesişeceğinden eminim. Bu nasıl olur bilmiyorum ama şayet bir gün Eyşan’ın hayatında kimse olmazsa o kişinin Mete olmasını isterim.”
Gülümsemek için kendimi zorladım ama bunu yapamadım. Ethem, rakı bardağına uzanıp derin bir yudum aldığında öylece onu seyrettim. Bardağı geri yerine koyduğunda sağ elini yeniden masaya yaslanan dirseğine koydu ve bakışlarını tekrardan gözlerime çıkardı.
“Kanla kaplanmış bir balçık toprağına saplandık Alparslan. Yarın ne olacağımız meçhul. Kimin sağ kalıp kimin şehit olacağını bilmiyoruz. Eğer şayet Yağmur’uma ya da bana bir şey olursa-"
“Şöyle konuşma Atmaca!” diye sözünü bir bıçak gibi sert bir tonda kestim. “Herkes düşer, biz düşmeyiz. Düşemeyiz. Senin bana benim sana sözüm var. Kimse kimseyi ardında bırakmayacak, anlıyorsun değil mi?”
Ethem, burukça sahiplendiği bir tebessümü dudaklarına ekti.
“Düşmez kalkmaz bir Allah’tır, bunu en iyi sen biliyorsun. Ayrıca bir daha sözümü kesersen seni kulaklarından tavana asarım. Şurada ciddi bir konu konuşuyoruz.”
Gözlerimi devirerek burnumdan sert bir nefes bıraktım. Rakı kadehini kavrayıp tek bir nefeste dibini gördüm ve ağzımdaki acı tadı yutkunarak bardağı masaya geri bıraktım. Damağımda kalan uyuşukluğun, dilime akmak isteyen cümlelerimi engellemesine izin verdim.
“Alparslan,” dedi Ethem, bir kez daha. Gözlerim takılı kalan rakı kadehinden ayrıldığında kaşlarımın altından Ethem’e baktım. Kirpiklerimin kaşlarımın hemen altına doğru baskı yaptığını hatırlıyordum. Ethem, gözlerini devirerek çenesiyle beni işaret etti.
“Beni sikecekmiş gibi bakma. Ben doğruları söylüyorum. Eyşan, yakında Hudut görevinden dönecek. Senin oğlu bir yeniden görsem diyorum, dünya gözüyle.”
Aldığım nefesin, ciğerlerime sığmadığını fark ettiğim sıra göğsüm şişerek alçaldı.
“Mavi Ateş Timi bugün, Şanlıurfa’ya göreve gitti Ethem. Bir sene sürecek.”
Ethem’in bakışlarındaki hayal kırıklığını izledim. Gözleri ağırca rakı kadehine çevrilirken dudakları büküldü.
“Sende gidiyorsun. Beni, bu koca Şırnak’ta yalnız bırakıp sende gideceksin,” dedi. Gözlerime yeniden baktığında başını sağa doğru yatırdı. “Gitmesen olmaz mı be Alparslan. Beni buralarda bir başıma koymasan, olmaz mı?”
Ankara’ya gidecektim. Mücadele İtibar Teşkilatı’nın ilk kuruluş merkez üssü orasıydı. Oradan Raşit Fas’ın izini sürecektim. Hümeyra’nın yaşadıklarının intikamını almak için oraya gitmem şarttı. Yüzümü buruşturarak Ethem’e baktığımda kafasını salladı.
“Zorundasın biliyorum Alparslan, biliyorum.”
Bilirdi Ethem beni. Ben konuşmasam da ne dediğimi anlardı. Bakmasa da beni görür ve hissederdi. Tıpkı benim onu hissedip düşündüğüm gibi.
Gözlerimiz yeniden birbirine tutunduğunda bu masadaki son gecemiz olduğunu çok sonradan öğrenecektim. Bir daha onu göremeyeceğimi, düşüncelerini hissedemeyeceğimi, onunla dalga geçip sinirlendiremeyeceğimi kupkuru bir toprağa dokunduğumda anlayacaktım.
Bir çift mezar taşının önüne vardığımda görecektim.
“Vasiyetimdir Alparslan,” dedi, Ethem. Sanki bir gün bu anın yaşanacağını bilmiş gibi. “Benim kızım, senin kızındır. Oğlun Mete ise benim hiç var olmamış oğlumdur. Böyle bilirim böyle sayarım. Onları korumak senin vazifendir. Kızımın gözünden bir yaş akarsa da senden bilirim.”
O andan sonra sanki biri, içimdeki perdeyi usulca aralayıp beni kendi zihnimden dışarıya ittirdi. Zamanın büküldüğünü hissederken gözlerimin önündeki her şey, suda eriyen bir mürekkep gibi çözülerek dağıldı. Az önce olan dünya, bir su damlasının içinde küçüldü ve yok olup gitti.
Sessizliğin içinde birikmiş anılarım, kendime sapladığım dikenlerimdi. Zaman hiçbir zaman onları çıkartmıyordu. Derine ittikçe canımı yakarak oradaki varlıklarını hatırlatıyordu. O derinlikteki kendi kanımın sıcaklığında uyandığımda karşımda yeniden ateşle kavrulmuş toprakları gördüm.
Bu sefer karşımdaki onun tohumuydu.
“Sana açıklamam gereken bir şey var baba,” dedi, Ethem’in bana emanet ettiği kızı, kızım. Oğlumun yegane varlığı, Eyşan.
Kaşlarımı kaldırarak ona baktığımı hatırlıyordum.
“Mete yaşıyor. Bunların hepsi planlanmış bir fikirden ibaretti.”
Açıkçası bundan sonrası pek de dinlememiştim. Ethem’in bana söylediği cümleler, zihnimin en ücra köşelerinden savrulup kulaklarıma dolarken gözlerimin dolduğunu hissetmiştim.
Kızımın gözünden bir yaş akarsa da senden bilirim.
Ah Ethem, ah cânım dostum.
Kıymetli varlığım, yoldaşım.
Gözün arkada kalmasın.
Bu zamana kadar döktüğüm gözyaşlarının intikamını yine kızın aldı.
Ethem’e, ‘Senin kızın, bir daha asla tamamlanmayacak bir cümlenin içinde yaşattı beni bir aydır,’ diyemedim. O cümlenin öznesi olduğumu söyleyemedim. Bir kelimenin eksik olduğunu, nefesimin kesildiğini görmedin be Ethem. Her sabah mezarlığın yolunu tutarken adımlarımın toprağa değil, kalbime bastığını kimse bilmeyecekti. Toprağın, oğlumu geri vermeyecek kadar inatçı olduğunu söylediğimi kimse duymayacaktı.
Oysa ki toprak inatçıydı.
Biz, Güvercin’in kanatları altına sıkışmış bir geçmiştik.
Onun topraklarında yaşamaya çalışıyorduk.
“Baba?”
Gözlerimin daldığı boşluktan odaya giren iki siluete baktım. Bora ile Caner, kapının önünde durmuş bana bakarken; parmaklarımın arasında sönmüş sigara izmaritini kül tablasına bıraktım. Masanın üzerinde duran sigara paketinden bir tane daha çıkartıp yakarken bakışlarım onların üzerinde takılı kalmıştı.
Bora ile Caner, birkaç adım yaklaşıp masanın önünde durduğunda sigarayı yeniden parmaklarımın ucuna sıkıştırdım. Büyük bir nefes zehir çekip dalı dudaklarımdan ayırdım. Parmaklarımdaki sigara ile karşımdaki koltuğu gösterdim.
“Otursanıza,” dedim, zehrin dumanı havaya süzülürken. Caner ile Bora birbirine bakıp karşımdaki koltuğa çöktüklerinde az çok ne için geldiklerini anlayabilmiştim. Bora, kısa bir süredir Suikast Birimi ile telefon trafiği saylamış ve Caner için bir istihbaratçı ayarlamıştı. Ondan önce ben davranıp kim olduğunu araştırırken beni Mete’nin olduğu eve götüreceğinden bihaberdim. Eyşan’ın dediklerinin doğruluğu kanıtlandığında sırrı içime gömüp askeriyeye geri dönmüştüm.
“Baba, bizim sana bir şey söylememiz lazım,” dedi Caner, düşünceli bakışlarla. Hiçbir şey demeden yalnızca gözlerimi bir kez ağırca kapatıp açtığımda Bora’ya baktı. Birkaç saniye bekledikten sonra yeniden bana döndü.
“Mete yaşıyormuş baba.”
Sigaradan derince yeniden bir nefes çekip üfledim ve yarımında olan sigarayı küllüğün içinde söndürdüm. Tüten duman, ağırca havaya süzüldü ve kirli bir kokuyu burun deliklerime solumama sebep oldu. Boğazımı temizleyerek Caner’e baktığımda kaşları hafifçe çatıldı.
“Senin haberin var mıydı?”
Kafamı iki yana salladım.
“Hayır, daha üç gün önce öğrendim. Neden olduğunu da biliyorum. Bunu kimin planladığını da biliyorum. Sonuçlarını da hep beraber izleyip bizzat içine dahil olup yaşadık. Demem o ki öfkeliysen eğer önce öfkeni yok et, sonra Mete karşımıza çıktığında ona sıkıca sarıl. Çünkü ben öyle yapacağım oğlum.”
İçime ekilen o evlat acısını söküp atmam için Mete’ye sarılmam gerekliydi. Yaşadığını binlerce, yüzbinlerce kez zihnime kazımam lazımdı. Ona şu an ki yaşıyla değil, ilk doğduğu andaki gibi sarılmam lazımdı. Çünkü ben, onunla birlikte yeniden nefes almaya başlamıştım.
Öldüğüm yerden yavaş yavaş yeniden dirilmem gerekti.
15 Ağustos 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Çakır, Ağzından
Sen Ağlama, Badem
Ben, bir yazarın kalbinden dökülen paslı virgüldüm.
Bir nefes kadar kısa, bir ömür kadar ağırdım. Devam etmeyi unutan bir cümlenin ara yerinde kalmıştım. Defterin kenarına kazınmış bir ismin yanındaki cümleyi devam ettiremeyecek kadar yorgun düşerek üzerinin çizilmesine neden olan, iz bırakmış bir andım. Sanki hayatım, yazılmamış bir romanın vicdan azabıydı.
Sen benim elimin titremesiydin. Her harfim sana dokunduğunda biraz eksildim ben, biraz yandım. Yazıldıkça silinen olasılıkların, okunmadan eskitilen bir anı gibi kaldı zihnimde. Sen benim söyleyemediklerimsin.
Karşımda Güvercin Timi tüm savunmasızlığıyla karşımda dikiliyordu. Her biri dudaklarımdan neden buraya çağırıldıklarının yankısını duymayı beklerken kelimelerim; kabuk bağlamış yaralar gibi, dıştan sessiz içten iltihaplıydı.
Dün gece, Selçuk beni aramış ve Caner ile Bora’nın onları bulduklarını söylemişti. Şimdi ise karşımda hiçbir şey olmamış gibi durmaları beni ürkütüyordu. Bakışlarımın onların yüzünde olduğunu fark ettiğim an çekip time baktım. Herkes meraklı bir şekilde beni izlerken ellerimi önümde, karnımın izin verdiği kadarı birleştirdim.
“Bu zamana kadar benim her sözüme güvendiniz, ben ne dersem onu yaptınız. Bir kez olsun bile beni tereddütle karşı karşıya bırakmadınız.”
Arkamda duran kapının çaldığını işittim. Herkesin gözü arkamdaki kapıya çevrilirken çenemi dikleştirdim. Kimin geldiğini biliyordum. Kalbim, varlığını hissetmişçesine delicesine çarpmaya başladığında yutkunarak cümlelerime devam ettim.
“Mecbur kaldığımız bir olayın içine sizi de dahil etmek zorunda kaldık. Elias Farouq’un planlarını bitirmek ve onu alt edebilmek için bunu yapmamız gerekliydi. Sizi üzdüğüm ve hayal kırıklığına uğrattığım için özür diliyorum,” dedim ve bir adım geriye gidip kapıyı açtım. En önde Ahmet olmak üzere ardında Mete ile girdiğinde odada büyük bir şaşkınlık yankısı dağıldı. Ahmet, Mete’nin arkasına geçip kapıyı kapattığında ellerimi yeniden önümde kenetleyip timin şaşkınlıklarını izledim.
Yonca, dudakları aralanmış bir şekilde Kubilay’ın koluna sarılmış Mete’ye baktı. Kubilay, Osman, Deniz, Alev, Barış ve Lara gözleri pörtlek bir biçimde bana bakıyordu. Bora ile Caner ise çeneleri dik bir şekilde Mete’yi süzüyordu.
“Mete abi.”
İlk konuşan Yonca oldu. Fısıltısı bir çığlık misali duvarlara çarpıp yankı bulduğunda Barış’ın Caner’in omzuna vurduğunu gördüm.
“Lan! Siz niye şaşırmadınız?”
Caner, göz ucuyla Barış’a bakıp ağzının içinde “Dün öğrendik,” diye geveledi. Deniz, şaşkınlığından sıyrılan ikinci kişi oldu. Yavaşça timin arasından ayrılıp Mete’ye doğru adımladı. Gözleri kısık bir şekilde önünde durdu. Dudaklarının büküldüğüne ve titrediğine şahit oldum. Eli omzuna dokunduğunda Kubilay ile Osman’da Deniz’in yanına yaklaşıp Mete’nin karşısında durdular.
Mete, Deniz’in dolu gözlerini fark ettiğinde sertçe yutkunup bana baktı ve ardından yeniden onlara odaklandı.
“Bana kızmayacak mısınız?” diye sordu. Deniz, Kubilay ve Osman; Mete’nin sesiyle irkilerek sıçradıklarında Barış, hepsini sağa sola ittirerek Mete’yi kollarının arasına aldı.
“Ne kızması ulan!” diye sitem ederken Mete’ye sıkıca sarıldı. “Yaşıyorsun amına koyayım. Buradasın oğlum, buradasın lan!”
Deniz, Kubilay ve Osman birden Mete’ye sarıldığında Yonca ile Alev’de dolu gözleriyle yanlarına yaklaştı. Caner, yanına usulca yaklaşan Lara’yı kolunun altına alıp başının üstünü öperken kaşlarının altından Mete’yi izliyordu.
Birini sevmek, onun savaşına dönüşmekti. Ben bunu onunla öğrenmiştim.
Mete, herkesin ona sarılmasına rağmen bana baktığında gözlerimi ondan ayırmadan öylece durdum. Her atışında yanan kalbimin, bir gün kül olacağını bile bile baktım ona. Mete benim sustuğum cümlelerin sonu değil, virgülünden dökülen anısıydı. Bitti sanmıştım, oysa ki sadece yeniden yazılmak üzere silinmiştik.
Hâlâ oradasınız. Kırık bir harfin gölgesinde, titreyen parmak uçlarımdasınız. Adınızı anmaya cesaret edemediğim bir satırın tam ortasındasınız. Ve her satır başında siz kokuyorsunuz.
“Çok pis tufaya geldik,” dedi Bora. Mete’nin bakışları o anda benden kopup ona çevrildiğinde ona sarılan kolları küçük bir incelikle ittirdi ve Bora’ya doğru ilerlemeye başladı. Bora, gülmemek için dudaklarını bükerken kaşlarını çattı.
“Gelme bana pis hayalet.”
Mete, inci dişlerini sergileyerek güldüğünde Bora, artık gülmesini durdurmadı. Mete, ona sarıldığı an Bora, derin bir nefes alarak Mete’yi kollarının arasına aldı. Bora’nın yüzündeki gülümseme tuzla buz olurken yüzü buruştu ve gözlerini kapatarak yüzünü omzuna yasladı. Omuzları sarsılarak hıçkırmaya başladığında gözlerimin dolmasına engel olamadı. Bora, Mete’nin sırtına sertçe bir kere vurdu ama sarılmasını kesmedi.
“Canımı yaktın Bozkurt. Hiç mi acımadın bana? Hiç mi düşünmedin yaralarımı?”
Mete, Bora’nın serzenişine sessiz kaldı ama sanki kanayan yaraların sızıntısını azaltmak için kollarını daha çok Bora’ya sardı. Bir öksürük sesi duyduğumda bakışlarım otomatik olarak birine çevrildi. Kolunun altındaki Lara’yı özgür bırakmış Caner’e.
Mete, Bora’yı saran kollarını gevşetip Bora’ya bakarak uzaklaştı ve Caner’e ağırca bakışlarını çevirdi. Caner ile birbirlerine olan bakışları sanki odanın içinde asırlarca sürmüş gibi ağırdı. Ağırlaşan zaman kırıldığında Caner, sadece bir kez gözlerini kapatıp açtı ve elini kaldırıp Mete’nin kolunu tuttu. Sertçe kendine çekerek diğer kolunu da sırtına yasladı. Sanki göğsüne sokmak istermişçesine sarılmaya başladığında aynı şekilde Mete’de onu kucaklamıştı.
“Bir daha sakın, sakın beni bununla imtihan etme.”
“Etmem,” dedi Mete, kollarını Caner’e biraz daha sararken. Alev’in yanıma geldiğini hissettiğimde bakışlarımı güçlükle onlardan çekip Alev’e baktım.
“Seni çakal. O bayılışların hep numaraydı değil mi?”
Kaçamak bakışlarımı Alev’e gönderip yeniden Caner ile Mete’yi izlemeye devam ettim. Kolumda hissettiğim sızıyla Alev’e sertçe baktığımda cimciklediği kolumu ovaladım.
“Kulaklarından seni tavana asarım Alev. Hamileyim ben, yapma bana şöyle şeyler.”
Alev, bir kez daha beni cimcikledi. Bir adım geriye çekilirken kafasını seni gidi seni şeklinde salladı.
“Bayılma numarası yaparken hamileyim demiyordun hanımefendi?”
Gözlerimi devirerek güldüğümde Mete ile Caner’in ayrılmış olduğunu, Mete’nin de yanımıza geldiğini gördüm.
“Karımı rahat bırak havacı. Yoksa gerçekten bir hayalet olup kabuslarında seni yatağına işetirim.”
“Hop hop,” diyen Barış, ışık hızıyla yanımızda belirdi. “Yavaş ol birader.”
Mete gülerek Barış’a baktı.
“Yoksa senin kabuslarına mı girmemi tercih ederdin Kokarca?”
Barış, Alev’i kolunun altına alıp çenesini dikleştirdi.
“Onun başına gelecek her şeyi ben üstlenirim.”
Alev’in bakışları Barış’a çevrildiğinde gözlerindeki ışıltılara karşılık derin bir iç bıraktım. Mete, kafasını iki yana sallayarak beni kolunun altına çekti ve timin karşısında durmamızı sağladı.
“Sizi bununla sınadığımız ve üzdüğümüz için gerçekten özür dileriz ama buna mecburduk. Hatice’ye değil, neticeye odaklanın. Buradayım ve yaşıyorum. Karım ve çocuklarımın geleceği içindi. Hiç de pişman olmadım. Yine olsa yine yaparım.”
Gözleri ağırca beni bulduğunda dudaklarında buruk bir tebessüm oldu. Sanki etrafımızda kimse yokmuş gibi gözlerime odaklı kaldı.
“Bir cümleye sığmaz, bir ömür yetmez benim yangınım. Bir kere düştüm bu sevdaya, ne yapalım? Her kelimesinin yanında bir mezar kazdı bende.”
Bora’nın “Başladı bizim mesai,” dediğini işitsem bile gözlerimi Mete’den çekemedim. Gözlerindeki ağırlık, hem sakin hem de derin bir fırtınayı saklıyordu. Sanki bütün hayatını, bütün yorgunluğunu ve bütün umudunu aynı anda bana veriyordu. O bakış, bir yazarın yarattığı en kusursuz karakterin portresiydi. Öyle canlı, öyle gerçek ve öyle dokunaklıydı ki, kendimi bir romanın içinde kaybolmuş gibi hissettim.
Bana yazılmış en değerli paragrafımdı Mete.
“Ben bir yazarın kurgusu değilim,” dedi Mete, sanki içimi okuyormuş gibi. “Senin kalbinden düşen barut kokulu bir hikâyeyim. Ellerinle değil, yaralarınla yazdın beni.”
Hepimiz, kaderin kaleminden düşmüş kelimelerden ibarettik. Mühürlü kalmış bir hakikatin parçalarından oluşan zincirler ağırca kırıldığında Mete’ye kollarımı sararak sarıldım. Sıcak göğsüne yanağımı yaslarken, üniformasının altından göğsüne vuran ritmi dinledim.
Yaralarımla yazdığım o adamı sevdim.
Hakikat, yitik bir mühür gibi,
Zincirler ardında sessiz bir dileği.
Kalemin ucunda titrer bir umut,
Virgüller düşer, duraklar bekler derinliği.
Her satır bir nehir gibi, akıp kırar sessizliği,
Mühür kırılır, erir usulca izi.
Hakikat parlar, süzülür kıyametin sesi,
Sessizce bekler, zamanın ötesi.
-
BÖLÜM SONU
Huuuh!
Merhabalar, nasılsınız? Umarım iyisinizdir. Bana göre asırlar süren aradan sonra yeniden buradayız. Çok beklettim, değil mi? Duyuruyu okumuşsunuzdur, gerekçelerimi sıralamıştım. Çok yorucu bir yıl yaşadım. Gerçi henüz de bitmiş sayılmıyor. Her neyse, içinizi sıkmadan yorumlarınızı okumak istiyorum.
Bölümü nasıl buldunuz?
Bundan sonra sizce bizi neler bekleyecek?
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle...
Sultan Çakır
sekiz ekim iki bin yirmi beş
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.29k Okunma |
1.47k Oy |
0 Takip |
88 Bölümlü Kitap |