85. Bölüm

LVIII - OKYANUSTAN DOĞAN IRMAKLAR, ŞANSLI ÇÖL GEZGİNİ

Sultan Çakır
sultanakr

Helüüü, biz geldik. Nasılsınız? Umarım iyisinizdir. Bu bölümdeki bazı noktalar kafanızı karıştıran cümleler ve ayrıntılar içermektedir. Ona göre, dikkatli okuyun. Oy ve yorumlarınızı da eksik etmeyin, şimdiden teşekkür ediyorum.

-Keyifli Okumalar-

Bölüm Şarkıları;

In And Out Of Love, Sharon den Adel & Rivo

Bu Şehir Girdap Gülüm, Anatolian Lab

Bir Çift Göz, Norm Ender & Ebru Gündeş

Merdo, Psychedelic Anatolian Rock (Aşık Mahzuni Şerif)

Lost Voice, Lorien Testard

Batsın Bu Dünya, BBD Korosu

Oy Asiye, Anadolu Rock

LVIII

🕊️

Merdo,

Öncelikle şunu söylemeliyim; bu mektubu, Bora'nın doğum günü için planladığımız sürprizin detaylarını son kez gözden geçirdiğim şu an, yani 15 Ağustos 2016 gecesi yazıyorum. Belki de bu satırları okuduğunda yıllar geçmiş olacak, kim bilir neler yaşanmış, neler değişmiştir...

Ama içimde bir his, bu mektubun bir gün sana, belki de tam ihtiyacın olan bir zamanda ulaşacağını söylüyor.

Bora'nın yüzündeki o çocuksu heyecanı bir görsen. Abisinin onun için bir şeyler planlıyor olması, onu hâlâ çocukluğumuzdaki gibi mutlu ediyor. Sen de bilirsin, o hepimizin korumaya çalıştığımız, saf yürekli küçük kardeşimiz oldu. Bu sürpriz partide her şeyin kusursuz olmasını istiyorum. Müzik listesini senin hazırlayacağın konusunda ısrar etmemin sebebi de bu. O en çok senin seçtiğin şarkılara eşlik ediyor, en çok senin yanında kendini 'güvende' hissediyor.

Biliyor musun, ikinizin aranızdaki o ayrılmaz ipliği izlemek, bana hep Ahmet'i hatırlatıyor. Evet, kan bağım yok Ahmet'le, ama onunla yaşadığım kardeşlik, bana kanın suretten ibaret olduğunu öğretti. İşte siz de öylesiniz. Bora'nın kanından abisi benim, ama onun canını, ruhunu en iyi anlayan, en çok güvendiği insan sensin. Ve bu, beni hiç incitmedi, aksine inanılmaz bir gurur ve huzurla doldurdu.

Çünkü benim küçük kardeşim, benim en iyi dostumun koruması ve dostluğu altında. Dünya ona ne kadar sert davranırsa davransın, onun sende sarsılmaz bir limanı olduğunu bilmek...

İşte bu, bir abi için her şeyden kıymetli.

Ahmet ile aramızdaki bağ nasıl ki zaman ve mesafe tanımıyorsa, sizin aranızdaki güven de öyle olacak. Bunu kalbimde hissediyorum. Sizin ikiniz, birbirinizin aynasısınız, tamamlayan parçasısınız. Bazen birbirinize çok kızacaksınız, belki günlerce konuşmayacaksınız. Ama lütfen o zamanlarda bu mektubu hatırla. Bu bağ, bu güven, asla kırılmasın. Biriniz düştüğünde, diğeri mutlaka elini uzatsın. Tıpkı Ahmet'in bana, benim ona yaptığımız gibi.

Siz ikiniz, benim iki ayrı parçamsınız. Biri etim, kemiğim; diğeri ise ruhumun en yakın dostu. Ve sizin birbirinize olan bağınız, benim size olan sevgimin en büyük teminatı. Bunu asla bozmayın. Birbirinize sımsıkı tutunun.

Eğer bu mektup, adını bile bilmediğim bir gelecekte eline geçerse ve aramızda... aramızda artık o eski sıcaklık kalmamışsa, lütfen şunu hatırla: Bir zamanlar, sıcak bir Ağustos gecesinde, senin ve Bora'nın hayatımdaki en önemli insanlar olduğunuzu düşünerek bu satırları yazdım. Bora'ya söyleyemediğim, belki de asla söyleyemeyeceğim birçok şeyi sana yazabiliyorum. Çünkü sen Mete Mert Çakır'sın. Her zaman anlayışla dinleyen, her koşulda yanımda olansın.

Neyse, duygusallığa fazla kapıldım galiba. Unutma, doğum gününde her şeyi sen yöneteceksin, ben sadece arka planda kalıp onun mutluluğunu izleyeceğim.

Her zamanki gibi...

İkinizi de kanımla canımla seviyorum.

Abiniz ve Daima Dostunuz,
Bünyamin Boraç Arınlı

🪶

3 Eylül 2022 – 21:00 / Kıbrıs

Yazar, Ağzından

In And Out Of Love, Sharon den Adel & Rivo

Sergi, otelin en alt katında, yük tavanlı salonunda düzenlenmişti. Sanki bir zehrin, en tatlı şerbetle sunulduğu bir ziyafet sofrası gibiydi. Kristal avizeler, parlak mermer zeminin üzerine loş, altın rengi bir ışık döküyor, bu yapay aydınlık, odanın dört bir yanına serpiştirilmiş tablolardaki karanlık temalarla alay ediyordu. İnsan, ışığın mı yoksa gölgelerin mi daha çok olduğuna karar veremiyordu.

Hava, ağır parfüm kokuları, pahalı kokteyllerin keskin buğusu ve yeraltından sızan bir tehdidin elektrik yüklü sessizliğiyle doluydu. İnsanlar, ipek ve takım elbiseler içinde, yumuşak bir caz ezgisinin ritminde kıpırdanıyor, yüzlerinde kusursuz sosyal maskelerle birbirleriyle mırıldanıyorlardı. Ama eğitimli bir göz, aynı maskelerin altındaki gergin çene hatlarını, etrafı tarayan hızlı bakışları, bir elin ceketin altında, muhtemelen bir silahın yakınında nasıl dinlendiğini görebilirdi.

Duvarlarda asılı soyut resimler ve karanlık portreler, bu şatafatlı dekorun sadece bir kamuflaj olduğunu fısıldıyor gibiydi. Her tablo, ardında saklanan sırlar için mükemmel bir perdeydi. Bu, sadece bir sanat sergisi değil, güç, para ve ihanetin kesiştiği tehlikeli bir arenaydı.

Caner, Barış ve Alev, en iyi kıyafetleriyle avlarını avlamak için bu arenaya inmişlerdi.

Caner, bu kalabalığın içinde, lacivert takımının yarattığı sakin bir hilal gibiydi. Gözlerinin rengini taşıyan bu kumaş, onu gözlem yapmak isteyen her bakışa karşı geçirmez bir kalkan gibi sarıyordu. Yüzündeki ifade, bir sanat koleksiyoncusuna yakışır bir dinginlik taşıyordu; hafif bir merak, biraz da sıkılmış bir küçümseme. Ama bu maskenin ardında, bir saat mekanizması gibi sessiz ve dakik işleyen bir zihin vardı. Onun için bu sergi, bir tablolar galerisi değil, hareket halindeki düşman unsurların canlı bir haritasıydı.

Barış, üzerindeki siyah takımı ile kendi içindeki karanlığın yalnızca bir yansımasını taşıyordu. Alev, sol çaprazında ilerken koruyucu ve saplantılı tutkusunu en ince ayrıntısına kadar adımlarına işliyordu. Aynı adımların arasından Alek Mirov'un karşısına geçtiklerinde Caner, yüzündeki dinginlik ile bara doğru ilerledi.

Bir kokteyl almak için bara doğru ilerledi. Hareketleri yavaş ve ölçülüydü. Her adımı, bir satranç tahtasında atılan bir hamle gibi hesaplıydı. Amacı, salonun daha az dikkat çeken, personel girişlerine yakın köşelerine doğru bir rota çizmekti. Fernando Kruhzer, değerli bir tablonun peşindeymiş gibi görünmeli, ama asıl hedefi, bu şatafatlı dekorun ardındaki kirli sırlara ulaşan bir kapı bulmaktı.

O sırada Alev ile Barış'ın karşısında durak Alek Mirov, yüzündeki çarpık bir tebessümle Alev'i baştan aşağıya süzdü. Barış'ın ifadesiz yüzünün ardında bekleyen canavardan habersizdi.

"Kendimi iyi bir ressam sanırdım. Oysaki Tanrı, sizin varlığınızla beni alt etti," dedi ve Alev'e elini uzattı. Alev, kaşlarını kaldırıp ellerini önünde nazikçe bağladı. Mirov'un uzattığı eli görmezden gelerek, ona soğuk ve hesaplı bir gülümsemeyle baktı. Sesindeki yapay tatlılık, zehirli bir balı andırıyordu.

"Tanrı'nın sanatı yorumlamasına yardım etmek biz fanilere düşer, Bay Mirov," dedi. "Ben sadece... değerli varlıkları doğru yatırımlarla buluşturan bir küratörüm. Ve siz, sanırım portföyünüzü çeşitlendirmek istiyorsunuz."

Barış, tek bir kıpırtı bile yapmıyordu. Sadece Mirov'un her hareketini, her kasılmasını izliyor, onu bir avın hareketlerini okuyan bir yırtıcı gibi tarıyordu. Mirov, Alev'in el sıkışmayı reddedişini ve doğrudan işe girişini hafif bir sürprizle karşıladı, ama aynı zamanda bu tavrın cazibesine de kapılmış görünüyordu. Elini yavaşça çekti.

"Çok doğrudur, Bayan Müller," diye karşılık verdi, sesinde yağlı bir alçakgönüllülük vardı. "Yatırımlarımın... daha egzotik alanlara yayılması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de dijital sanatlara."

"O halde," diye atıldı Alev, sözünü kesercesine, "bizi doğru galeriye götürmeniz gerekecek."

Mirov'un gözlerinde bir anlık oluşan parıltı hızla söndü. Kendinden emin ve işine odaklanmış tavrıyla kafasını salladı, onayladı. Eliyle solda yer alan koridoru işaret ettiğinde Alev, önlerinden yürümeye başladı. Barış, tam adımını atacaktı ki Alek Mirov onu durdurdu ve Alev'in de böylece durmasını sağladı.

"Korumanızda mı bizimle gelecek?" diye sordu.

Barış'ın çenesi sıkıldı. Alev, kafasını iki yana salladı.

"Güvenli, Bay Mirov," dedi gülümserken. "Roberto olmadan hiçbir yere gitmem. Bu, değişmeyecek bir kural."

Mirov, bir iç çekti. Barış'ı görmezden gelmeye karar verdi. Omzunu silkti ve bir kez daha kafasını salladı.

"Pekâlâ. Nasıl istiyorsanız öyle olsun," dedi ve Alev'in yanında yürümeye başladı. Barış'ın çenesi kasıldı ama ona rağmen Alev ve Alek Mirov'un arkasından ilerledi. O sırada Caner, personele ayrılmış bir koridora sızmıştı. Bir kapıyı açtığında içeride, duvarda asılı bir tablonun arkasına saklanmış, küçük bir güvenlik kayıt ve veri depolama ünitesi olduğunu fark etti.

"Kaybolmuş gibi görünüyorsunuz, Bay Kruhzer. Sergi alanı tam tersi tarafta."

Caner, tabloya yöneldiği sırada arkasından gelen sesle durmak zorunda kaldı. Omzunun üzerinden yavaşça ona seslenen kişiye döndüğünde sakince gözlerini kırptı. Melissa, koridorun girişinde, kolları göğsünde bağlı, yüzünde tehlikeli bir gülümsemeyle duruyordu. Caner, sahip olduğu sakinliğini takındı.

"Merakım beni buraya sürükledi, hanımefendi," dediği sıra Melissa'nın yüzünde alaycı bir tavır belirdi.

"Buranın personele ayrıldığı tüm kapılarda yazıyor Bay Kruhzer."

Caner, gözlerini kısarak sinsi bir tavra büründü. Küçük adımlarla Melissa'ya doğru ilerlerken ellerini ceplerine soktu.

"Bazen en ilginç sanat eserleri, halka açık olmayan yerlerde saklıdır, Melissa Öztürk," dedi ve tam önünde durduğunda sağ elini bir anda çıkarttı. Parmaklarının arasında sıkışmış olan şırıngayı kadının boynuna sapladı. Melissa Öztürk, gözleri büyümüş bir şekilde geriye yalpaladı. Caner, kadının yere düşüşünü onun kollarından tutarak yavaşlattı ve bayılmasına izin verdi. "Ve ben, iş üstündeyken rahatsız edilmekten hiç hoşlanmam."

Caner, Melissa Öztürk'ün baygın bir şekilde yerde uzanmasını umursamadan tabloya ilerledi. Tablonun çerçevelerinden tuttu ve duvardaki askısından ayırarak yere indirdi. Karşısına çıkan, duvara gömülmüş güvenlik kasasının numaralı kilitlerine bakıp kafasını iki yana salladı.

"Sen git o kadar yüksek korumalı bir ağı patlat. Ardından gel, siktiri boktan bir kasanın içinde sakla. Sizin ben kafanızı sikeyim," dedi ve sol cebindeki telefonunu çıkartıp kasanın şifresini çözmek için harekete geçti.

Koridorun loş ışığında, Caner'in yüzündeki sinsi ifade yerini saf, işine odaklanmış bir ciddiyete bırakmıştı. Melissa'nın baygın bedeni arkasında bir süs gibi uzanıyordu, onun varlığı artık sadece bir engelden ibaretti ve o engel aşılmıştı.

Telefonunu hızla kasanın dijital paneline bağladı. Parmakları ekranda dans ediyor, önceden hazırlanmış bir uygulama, şifreleme protokolünü delmek için saniyede binlerce olasılığı test ediyordu. Duvarın soğuk yüzeyine yaslanmış, ekranın titrek ışığı gözlerinde yansıyordu. Zihni, Barış ve Alev'in ne durumda olduğunu düşünmekten kendini alamadı. Mirov'u nereye götürmüşlerdi? Barış, o içindeki canavarı kontrol edebiliyor muydu?

"Hızlan, Caner, hızlan," diye fısıldadı kendi kendine. Her saniyenin önemi vardı. Melissa'nın yokluğu en geç on dakika içinde fark edilebilirdi.

Telefondan hafif bir "bip" sesi geldi. Ekranda yeşil bir tik işareti belirdi. Kasanın elektronik kilidi açılmıştı.

Caner, dudaklarının kenarında ince, zafer dolu bir gülümsemeyle, kasanın metal kolunu aşağı itti. Kapak, hafif bir tıslamayla açıldı.

İçeride, beklediğinden daha az şey vardı. Birkaç yığın para, bir pasaport ve en önemlisi, kalın, siyah bir dosya. Onu hızla çekip açtı. İçinde, "Arı İstasyonu"na yapılan saldırının teknik detayları, sızdırılan SİHA verilerinin listesi ve daha da önemlisi, bu bilgilerin satıldığı veya satılacağı kişilere ait iletişim bilgileri ve hesaplar vardı. Tüm operasyonun kanıtı avuçlarındaydı.

"Bingo," diye mırıldandı.

Sağ elini kulağına götürürken bir yandan da kasanın içini boşaltıyordu.

"Tüm liste ve belgeler bende. Bir an önce Alek Mirov'un kişisel bilgisayarına ulaşın."

Dosyayı ceketinin iç cebine sıkıştırdı. Melissa'yı orada, baygın halde bırakarak koridordan aynı sakin ve ölçülü adımlarla uzaklaştı. Şimdi sıra, takımını bu labirentten çıkarmaya ve Kıbrıs'ın karanlık sularında kaybolmaya gelmişti. Ama önce Barış ve Alev'in, Mirov'la olan tehlikeli dansını sonlandırmaları gerekiyordu.

Barış ile Alev, Mirov'un yönlendirdiği ofise giderken Caner, koridordan ayrılmış ve çoktan Kıbrıs'ta hazırda bekleyen ekipleri oldukları alana doğru yönlendirmişti. Alek Mirov, ofisin kapısını açıp Alev'in girmesini bekledi. Alev, içeriye girdikten sonra Barış'ın geçmesine izin vermedi ve öne geçip ondan önce davrandı. Barış, fark ettirmese de gözlerini devirerek peşlerinden içeriye girdi.

Klasik ve sade görünümlü bir ofisti, Alek Mirov'un ofisi. Büyük bir çalışma masasının tam ortasında duran laptop, Alev'in gözünde parlayan bir mücevhere dönüşmüştü. Ağır adımlarla masanın karşısındaki koltuğa ilerledi ve oturdu. Barış onun hemen yanında ayakta kalırken Mirov, yürüdü ve masanın başına geçip döner sandalyeye çöktü.

Alev, kaşlarını kaldırarak başını sağa doğru eğdi.

"Evet Alek Mirov, bana yapacağım yatırıma değecek bir şey vermenizi istiyorum," diyerek söze başladı. Mirov, bakışlarını Alev'in üzerinde gezdirirken Barış, kendini sıkmaktan neredeyse kıpkırmızı kesilmişti. Bakışlarının arkasındaki canavar, parmaklarının boğumlarının bembeyaz olmasına neden olmuştu.

"Emin olun ki sizin varlığınız, benim size vereceklerimden daha değerli. Lakin mademki iş konuşacağız, bunu sonraya erteleyebiliriz," dedi ve bakışlarını laptopuna indirdi. Laptopunu açtı, parmaklarını klavyede hızla dolaştırdı.

"İşte, Bayan Müller," dedi, ekranı Alev'e doğru çevirerek. "Size sunduğum fırsatın sadece küçük bir ön izlemesi."

Alev, ekrana odaklandı. Gözleri, akan verileri, şifreli dosya isimlerini hızla tarıyordu. Caner'in aradığı kanıtlar buradaydı. Sadece birkaç dakikalık erişim yeterli olacaktı. Usulce, bileğindeki saate benzeyen, ama aslında veri aktarım cihazı olan alete dokundu. Aktarım başlamıştı.

O sırada Caner, sergi alanının dışındaki koridorda, karşısındaki kamuflajlı ekiple duruyordu. Kulağına sızacak herhangi bir ses için dikkatle bekliyordu. Tam köşede, duvarın arkasında, takım elbiseli bir adamın varlığı yer edindi. Adam, gözlerini kısmış bir şekilde Caner'i izlerken yumrukları, parmaklarının boğumlarını beyazlatacak kadar avuçlarının içinde kapandı. Geriye çekilip oradan ayrılırken eli cebindeki telefonuna sarıldı.

Caner'in gözleri serginin yapıldığı yerin kapalı kapısında dururken kaşları anlık olarak çatıldı ve yüzünü sola doğru çevirdi. Köşeyi kapatan duvara baktı. Herhangi bir gölge göremedi ama içinde tuhaf bir sıkıntı belirdi. Küçük adımlarla dikkatini çeken bölgeye doğru yürümeye başladı.

Sağ eli belindeki silahın kabzasını kavradı ve çıkarttı. Güvenlik kilidi açık olan silahı iki eliyle kavrayıp bir anda köşeyi döndü ve silahı kaldırdı ama kimse yoktu.

"Veriler ilgi çekici gözüküyor, Bay Mirov."

Alev'in sesi ile verileri aktardığını anladı ve bedenini ekiplere çevirip kafasıyla işaret verdi. Kamuflajlı, onlar için çalışan Kıbrıs'ta görev yapan Türk askerleri bir anda sergi alanına giriş yaptı. Kapıdan, sessiz ve ölümcül bir verimlilikle içeri süzülen kamuflajlı askerler, sergi salonundaki şatafatlı hayatı bir anda dondurdu. Caz müziği, yerini keskin ve anlamlı emirlere bıraktı.

"Herkes olduğu yerde kalsın!"

Şık giyimli konukların yüzlerindeki sıkılmış ifadeler, şok ve korkuya dönüştü. Kristal avizelerin altında artık sadece korku ve belirsizlik dans ediyordu. Operasyon, kamuflaj perdesini yırtmış ve tüm gerçekliğiyle ortaya çıkmıştı.

Bu arada, ofiste Alev, bileğindeki cihazdan gelen hafif bir titreşimle veri aktarımının tamamlandığını anladı. Gözlerini Mirov'dan ayırmadan, yüzünde soğuk bir zafer ifadesi belirdi.

"Teşekkürler, Bay Mirov," dedi, sesi artık 'Farah Müller'den çok, Alev Atsız'ın varlığına benziyordu. "Demo son derece aydınlatıcıydı."

Mirov, dışarıdaki karmaşanın seslerini duymuştu. Yüzü bembeyaz olmuş, ağzı hafifçe aralanmıştı. Durumu anlamıştı. Gözleri laptopunun ekranına, sonra Alev'e kaydı. Yavaşça ayağa kalktı, yüzünde büyük bir öfke vardı.

"Siz..." diye boğuk bir ses çıkardı. "Siz kimsiniz?"

O sırada hızla masanın çekmecesine uzandı ama Barış, ondan hızlı davrandı. Onu masaya doğru itti, bileklerini arkasında tutarak üzerine doğru eğildi.

"Biz," diye cevap verdi Barış, sesi odayı donduran bir soğukluktaydı, "senin gibi piçleri avlayan avcılarız."

Tam o sırada ofisin kapısı tamamen açıldı ve başında Caner'in olduğu iki asker içeri girdi. Caner'in gözleri önce Alev ile Barış'a, ardından da Barış'ın elleri arkasında tutup masaya yasladığı Alek Mirov'a kaydı.

"Alek Mirov," dedi Caner, sesi resmi ve tartışmaya yer bırakmayacak kadar net. "Türkiye Cumhuriyeti adına, devlet sırlarını sızdırmak ve terör örgütüne yardım ve yataklık etme suçundan tutuklanıyorsunuz."

Caner'in arkasındaki askerler, Barış'ın tuttuğu Alek Mirov'u alıp kelepçelerken Caner'in gözleri Alev ve Barış'a çevrildi.

"Eve dönme zamanı."

3 Eylül 2022 – 23:59 / Şırnak

Osman Çavdar, Ağzından

Bu Şehir Girdap Gülüm, Anatolian Lab

Zaman, bedenimi bir sarmaşık gibi sarıyordu.

Başımın üstünde, kadifeden bir pelerin gibi duran gece, altın iğnelerle tutturulmuş yıldızlarla bezenmişti. Beni, bildiğim tüm gerçeklerin ötesine, sınırsızın eşiğine çekiyordu. Ayaklarımın altındaki toprak titreşiyor, nehirler yukarıya, gökyüzündeki o ıslak yıldızların arasına akıyordu.

Rüyamın bu ilk sahnesinde, zihnimin karanlık odalarına sızmış bir hırsız gibi, sessiz ve tedirgindim. Her şey mümkündü; unuttuğum her anı, vazgeçtiğim her dilek, kelebeğe dönüşmüş bir mürekkep lekesi misali uçuşuyordu etrafımda. Bu, aklın sınırlarının eridiği, ruhun çorak topraklarında filizlenen bir dünyaydı.

Yine aynı yerdi.

Rüyanın o sarmal kuyusundan aşağı bırakıldığımda, kendimi hep bu karanlık ormanda buluyordum. Çamlar, geceye karışmış devasa, sessiz bekçiler gibiydi; gövdeleri, üzerlerine düşen ay ışığını emip yok eden kadifeden birer kalkan gibiydi. Havada, toprak ve çürümenin ağır kokusu, bir kehanetin habercisi gibi asılı duruyordu.

Ağaçların arasında açılan bir çayırlıkta, her zamanki gibi onlar duruyordu. Biri narin, diğeri daha güçlü duruşlu iki siluet, yerde duruyorlardı. Yüzlerini hiç seçemiyordum; gözlerimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, önlerine bir perde çekilmiş gibi, özellikleri bu gece karanlığına karışıp gidiyordu. Onlara doğru bakan, sırtı bana dönük bir adam daha vardı.

Omuzları, taşıdığı görünmez bir yükün ağırlığıyla çökmüş gibiydi. Her defasında olduğu gibi, ona seslenmek, o dönüp da yüzünü gösterene kadar bu lanetli tekrarı kırmak istiyordum. Ama boğazıma düğümlenen bir korkuyla, sadece izliyor, bu üç sessiz figürün oynadığı ve beni deli eden bu sırrın sahnesinde, hareketsiz kalıyordum.

Ne zaman onlara doğru bir adım atacak olsam, alnımda soğuk bir terle, yumruklarım sıkılı halde uyanıyordum. Çözülmemiş o sırra, o bitmeyen sahnenin ortasında kayboluyordum. Cevaplar önümde olmasına rağmen, her seferinde bir adım geride kalıyordum. Ve bu sefer bunun olmasına izin vermeyecektim.

Toprağa basan adımlarımı bir daha hareket etmeyecekmişçesine iyice bastırdığımda önümdeki bedenin onlara doğru ilerlediğini gördüm. Gözlerimin büyüdüğünü hissederken ormanı saran bir bebek çığlığı ile irkildim. Yerde duran iki siluet, kafalarını çevirip sesin nereden geldiğini bulmaya çalışırken önümde duran adam hareketsizdi.

Sanki, bunun bilincindeydi.

Kulağıma ulaşan adım sesleriyle farkında olmadan omzumun üzerinden arkama döndüğüm an, artık o ormanda değildim. Çınarın gölgesinde sığınmış bir adamın yeniden önünde var olmuştum. Yeşil gözlerine pusmuş güneşin ışıltıları, gözlerimi kamaştıran bir ahenge bürünmüştü.

"Gök, bir kez daha yere eğilecek," dedi, yeniden. "Ve toprağın içinden biri çıkacak; adı unutulmuş olanı hatırlatacak. Sen, o adı unutulmuş olanı hatırlayacak mısın, Osman? Yoksa unutacaklardan biri mi olacaksın?"

Altımdaki toprağın titrediğini hissettim. Önce uzak bir gök gürlemesi sanıp aldırmadım, ta ki o sarsıntı göğsümün kafesine çelik bir yumruk gibi inene kadar. Kulaklarımı, dünyayı yarıp geçen bir canavarın çığlığını andıran siren sesleriyle karışık, büyük ve küstah bir patlamanın gürlemesi doldurdu. İçgüdüsel bir refleksle yüzümü sola çevirdim ve o an, zamanın donduğunu hissettim.

Askeriyenin bulunduğu yerde, gökyüzünü yırtan devasa bir siyah-turuncu alev bulutu yükseliyor, gündüzü kana buluyordu. Sanki yerin bağrından kopup gelen cehennemi bir çiçek, bir anda açmış ve her şeyi yutmaya hazırlanıyordu. Gözlerim, bu imkânsız manzaraya inanamayarak, dumanların içinde savrulan enkaz parçalarını ve göğe vuran alev dillerini izlemekten başka bir şey yapamıyordu.

Şaşkınlıkla birkaç adım geri yalpaladım. O sırada arkamdan gelen keskin bir fren sesi, patlamanın gürültüsünü yarıp kulağıma ulaştı. Donakalmış bir halde arkama, sesin geldiği yöne döndüm. Orada, bir arabanın içinde, korkuyla bana bakan gözler gördüm. Ve hiçbir şey düşünemez halde, dudaklarımdan tek bir kelime döküldü:

"Anne."

Gözlerindeki korku büyüdü, büyüdü ve tüm görüşümü kapladı. Siyah bir lekeye dönüştü.

"Osman."

Annemin, gözlerinden akan yaşları gördüm. Ona doğru ilerleyecekken araç, geri viteste ilerlemeye başladı.

"Anne, bekle."

Annem, kafasını ısrarla iki yana sallarken aracın kapısını yakalamaya çalıştım.

"Osman!"

Arabanın kapısını tuttuğumda annemin hıçkırıkları yüzümün buruşmasına ve kapıya daha çok asılmama neden olmuştu.

"Anne ne olur gitme!"

Çığlığım boğazımda düğümlenirken, delice peşinden koşuyordum. O an, ayağım görünmez bir taşa, belki de umutsuzluğun ta kendisine takıldı. Dengemi yitirdim ve dizlerim asfaltın sert yüzeyine çakıldı. Acı, iki bıçak gibi bacaklarımdan yukarı saplanırken, tek umudum olan o araba, gözümün önünde uzaklaşıp küçüldü. Çaresizlik içinde, yere eğilmiş başımın önüne düşen gözyaşlarımı izlerken, bir çift el omuzlarımdan yakalayıp beni gerçekliğe çekti.

Kapalı gözlerimi zorlukla açtığımda Cemile'yi gördüm. Üzerime çökmüş, gözleri korkudan büyümüş, yüzümü tarıyordu. Onun gözünden süzülen bir damla, ter içindeki şakağıma değip aktı. Bu birleşmiş nem, rüyanın son kalıntılarını da silip süpürdü. Orada, katı zeminde, birinin beni bulduğu yerde yatıyordum. Alevler sönmüş, sirenler susmuştu. Geriye sadece Cemile'nin nefesinin sıcaklığı ve için için yanan bir acı kalmıştı.

Cemile, avuçlarının içiyle alnımda biriken terleri silerken, bileklerinden yakalayıp elini göğsümün üzerine, hâlâ deli gibi çarpan kalbimin üstüne koydurdum. Avucunun sıcaklığı, katıksız bir gerçeklik gibi kaburgalarımdan içeri sızıyordu. Derin, titreşimli bir nefes aldım ve gözlerimi sıkıca yumdum; o karanlık manzarayı kovmak istercesine.

"Geçti, Osman. Sadece bir kabustu," diye fısıldadığı sesi, yıkık bir kalenin surlarında yankılanan ninniyi andırıyordu. Cemile'yi tuttuğum bileklerimden göğsüme uzanması için kendime doğru çektim. Yüzünü yükselip alçalan göğsüme yasladığında gözlerimi açıp tavana baktım. Bunun yalnızca bir kâbus olmadığını biliyordum.

Ama o bildiğim gerçekliğin, karşımıza nelerin getireceğini henüz bilmiyordum.

4 Eylül 2022 – 00:01 / Şırnak

Alev Atsız, Ağzından

Bir Çift Göz, Norm Ender & Ebru Gündeş

Öfke, kılıç tutan eli titretirdi.

Barış, sahip olduğu öfkeden arınmış bir şekilde karşımda otururken, gözlerinin arkasındaki karanlığın farkındaydım. Bu zamana kadar her anında kontrollü olan bir adamın, yalnızca benim için dengesini kaybetmiş olması içimi burkan bir yapıya evrimleşiyordu.

Kontrol bir savaşçı için her şeydi ama ben, Barış için bir zaaftım.

İçinde bulunduğumuz uçak yavaşça Şırnak'ın semalarına giriş yapıp iniş işlemine geçtiğinde kapalı gözlerini açtı ve ruhumun en derinliklerine bakarcasına beni izledi. İçinde kabaran fırtınanın, yerini hiç bilmediğim bir sükunete bıraktığını bana hissettiriyordu.

Ve o sükûnet, bana ait değildi. Benim dünyam çelikten bir gürültü, onunki ise derin bir sessizlikti. Ama şimdi, o sessizliğin tam ortasında, benim varlığımla dalgalanıyordu. Gözlerime baktığı her an, üzerime çöken o ağır zırhın parça parça döküldüğünü hissediyordum. Onun için taşıdığım her korku, her endişe, yerini anlamsız bir huzura bırakıyordu. Bu, savaş meydanlarında asla tadamayacağım bir teslimiyetti.

"Evimizdeyiz," dedim. Sesim, alışık olduğum o sert tonu yitirmiş, adeta onun sükunetinden bir parça çalmıştı. Bu iki kelime, sadece ona değil, kendime de bir söz vermek gibiydi. Bu gece, bu şehirde, onunla birlikte olmak her şeyden önemliydi.

"Zaten oradaydım," diye fısıldadı. Cevabı, bir sadakatti. Bana, korkularıma ve onları dindirebileceğime dair inancının bir kanıtı.

Uçağın tekerlekleri piste değdi, bir sarsıntıyla gerçek dünyaya geri döndük. O an, dışarıda bizi bekleyen tehlikeleri, yapılması gerekenleri düşündüm. Öfkem, bir an için yeniden uyanmak istedi. Ama sonra Barış, kolunu uzattı ve bileğime dokundu. Dokunuşu, bir kılıcın kınına girişi kadar kesin ve sakinleştiriciydi.

O dokunuşla anladım: Onun için savaşırken bile asıl düşman, dışarıda değil içimdeydi. Ve onun sükuneti, o düşmanı yenmek için sahip olduğum en keskin silahtı. İniş takımlarının sesiyle dolu olan kabinde, tek duyabildiğim şey, onun dingin nefesleri ve kendi kalbimin yavaşlayan atışlarıydı.

Caner, oturduğu koltuktan kemerini çözüp kalktığında Barış'ta onunla ayaklandı. Kemerimi çözüp bende ayağa kalktığım sıra Barış, geçmem için eliyle kabini gösterdi. Hiç beklemeden adımlarımı hareketlendirip sıkıcı ve boğucu kabinden çıkmak için açılmış kapıya ilerledim.

Kapıdan çıktığım andan itibaren üzerime bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun sertliğiyle yüzleştim. Soğuk damlalar yüzümde, giysilerimde patlıyor, adeta Şırnak'ın enkaz kokan toprağını üzerime serpiyordu. İçeride bıraktığım o sıcak, dingin dünyayla dışarıdaki bu acımasız gerçeklik arasındaki tezat, bir şamar gibi çarpmıştı yüzüme. Başımın üzerinde hissettiğim karartıyla birlikte yüzümü sola dönmeye fırsat bile bulamadı.

Sadece Barış'ın 'Koş,' dediğini işitebildim.

Üzerimize gerdiği kabanıyla birlikte askeriye binasına doğru koşmaya başladık. Üçümüz aynı anda askeriye girdiğimizde Barış, başımızın üzerine gerdiği kabanı çekti ve Caner'e baktı. Caner, alnına yapışmış saçlarını geriye yatırdığında Barış, ona bakarak gülmeye başladı.

"İşte tam inek yalamış gibi oldun."

Caner, gözlerini devirip Barış'ın ensesine sertçe vurdu.

"Komik seni. Sen bir daha şaka yapma," dedi ve yürümeye başladı. Barış, tuttuğu kabanı silkeleyip bana göz kırptı ve peşinden yürümeye başladı. Caner'in arkasından yürürken, koridorun soğuk ve çıplak ışıkları altında, içeriye taşıdığımız kaosun izleri su gibi akıp gidiyordu. Ayak seslerimiz ıslak betonda yankılanıyor, Barış'ın hâlâ hafifçe gülen nefesi, metalik ve resmi kokan bu yere tuhaf bir sıcaklık katıyordu.

Koordinasyon merkezine girdiğimizde bizi ayakta bekleyen Alparslan albay ile kapıyı kapatıp peşlerinden içeriye girdim. Alparslan albay, bakışlarını üzerimizde gezdirdiği sıra Caner, elindeki evrakı ve benim taşıdığım saati teslim etti. Alparslan albay, gözlerindeki parıltıyı saklamadan başını salladı.

"İyi işti çocuklar, elinize sağlık. Ayrıntıları yarın sabah burada konuşuruz. Şimdi gidin ve dinlenin."

Esas duruşa geçip aynı anda 'Sağ ol,' demiş ve koordinasyon merkezinden ayrılmıştık. Caner'in askeriyenin önüne çektirdiği arabaya doluşup lojmana vardığımızda yine koşar adım apartmana girmiştik. Barış ile yan yana kaldığımız dairelerin önünde duraksadığımızda Caner, elini salladı ve hiçbir şey demeden yukarıya doğru çıkmaya başladı. Çantamdan anahtarımı çıkartıp kapının kilidine takacakken göz ucuyla Barış'a baktım.

Elleri cebinde öylece kapıya bakıyordu.

Gözlerimi kırpıştırıp anahtarı yuvaya soktum ve kilidi açıp kapıyı araladım. Yüzümü sağa doğru çevirdiğimde sakince yutkundum.

"İçeriye girmeyecek misin?"

Barış, ellerini ceplerinden çıkartıp bana doğru döndü. Koridorun loş ışığında gözleri, bir gece vakti gölgelerle oynayan kedininki gibi parlıyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar kolumu tutarak benimle daireye süzüldü. Kapı, arkamızdan güm diye değil, neredeyse bir iç çekiş gibi hafifçe kapandı.

Aniden sırtımı soğuk duvara dayandı. Onun vücudunun sıcaklığı, ıslak giysilerimizin arasından bile hissediliyordu. Bir eli, yanaklarıma hafifçe dokundu, başparmağı çenemde dolaşırken, gözleri gözlerimde mıhlanmıştı. İçinde, bugün tüm gün kıpırdamaya hazır bekleyen o fırtınayı görüyordum; ama artık kontrolden çıkmış, özgürce esiyordu.

"Sadece gireceğim yer ev değil," diye fısıldadı, nefesi dudağıma değiyordu. "Senin içinde olacak."

Cümlesi bitmeden dudaklarını dudaklarıma yasladı. Bu, uçakta hissettiğim o dingin beklemenin tam zıttı, büyük bir açlıkla gelen bir fırtınaydı. Tüm bastırılmış korkunun, koruma içgüdüsünün ve sahip olma arzusunun dışa vurumu gibiydi. Bir elim saçlarına daldı, diğeri ise onun sırtında, ıslak ceketinin kumaşını sımsıkı kavradı. İçimdeki savaşçı, tüm savunmalarını indirmiş, tek bir dokunuşla teslim olmuştu.

Barış'ın dudakları benimkilerde gezindiği bir sırada, elleri saçlarıma doğru kaydı. Parmak uçları, görev nedeniyle taktığım o siyah peruğun pürüzsüz dokusunda gezindi bir an. Sonra, hiç acele etmeden, neredeyse bir ayin ciddiyetiyle, onu başımdan çekip aldı.

Serin ve nemli hava, anında terle yapışmış alnıma, enseme değdi. Ama asıl özgürleşen, peruğun altına hapsolmuş kızıl saçlarım oldu. Omuzlarıma, sırtıma bir ateş seli gibi döküldüler. Belki bir saat önce bir kamufle aracı, bir maske olan bu saçlar, şimdi en mahrem, en çıplak halimdi.

Barış, bir anlığına öpüşmeyi bırakıp geri çekildi. Gözleri, kızıllığın karanlık koridorda yarattığı kontrastta yanıyor gibiydi. Bir elini uzatıp, bir tutam saçı nazikçe parmaklarına doladı. Dokunuşu, bir sahiplenişten ziyade, hayranlık ve nihayet ulaşılmış bir hakikatin kabulü gibiydi.

"İşte," diye fısıldadı, nefesi hâlâ sıcak ve hızlı. "Benim Alev'im."

Bu sözler, bir kibrit çakıp barutu tutuşturdu. "Benim" kelimesi, bir sahiplenmeden ziyade, nihayet buluşan iki ruhun tanınması gibiydi ve bu, içimdeki her ketum duvarı yerle bir etti.

+23+

Saçlarında dolaşan ellerimi bir anda çekip onu göğsünden, karşımdaki duvara doğru ittirdim. Bu sefer bedenimin ağırlığıyla ona bastırıp öpmeye başladığımda Barış, boğazından kopan bir hırlamayla parmaklarını saçlarıma daldırdı. Öpüşümüz, yumuşak bir temasın ötesine geçti; bir dilenme, bir cevap verme, bir savaş ve teslimiyet dansına dönüştü. Dudaklarımız birbirini kovaladı, ısırdı, yalvardı. Nefesimiz ortak bir ritim buldu; hızlı, derin ve acil.

Ellerim artık sadece dokunmuyor, keşfediyordu. Onun gömleğinin düğmelerini çözen ellerim titriyordu. Avuç içlerim, onun göğsünün sıcak, sert düzlemini ararken, o da ceketimin omuzlarından aşağı kaydırarak yere bıraktı. Üzerimdeki yük hem fiziksel hem de metaforik olarak hafifliyordu.

Nefeslenerek "Barış..." diye inledim, başım hafifçe geriye düşmüş, boynum savunmasız ve gergin bir halde. İsmi dudaklarımdan bir dua, bir sığınak gibi dökülüyordu. Dudaklarını boynumun o hassas çizgisinde gezdirirken, duyularımı baştan çıkarıyordu. Barış, beni belimden kavrayıp yatak odama doğru ilerletirken üzerimdeki elbisenin fermuar yerinden tuttu ve iki yana sertçe çekiştirdi.

Kumaş, bir hışırtıyla ayaklarıma düştü. Onu itmeye, kontrolü yeniden ele almaya çalıştığımda, iki eliyle bileklerimi tekrar kavradı ve beni yatağa doğru, üzerine yatar bir şekilde yönlendirdi. Ağırlığı, üzerimde beklenmedik ve bunaltıcı bir şekilde gerçekti. Gözleri, karanlıkta parlayarak, beni delip geçiyordu.

Dili, boynumun çizgisinde, köprücük kemiğimde gezindi, her dokunuş içimde bir kasılma, bir titreme yaratıyordu.

"Her zerrende benim olduğunu hissedene kadar unutmayacağın bir gece yaşatacağım," diye fısıldayıp hafifçe doğruldu ve sutyenimin önünden kopartarak göğüslerimi serbest bıraktı.

Soğuk hava, aniden açığa çıkan göğüslerimin derisiyle temas etti, tenimde ürpertiyle karışık bir sıcaklık yayıldı. Barış'ın gözleri, karanlıkta bir çakmak çakması gibi parlıyor, bedenimi bir av gibi süzüyordu. Bir anlık şaşkınlık ve savunmasızlık içinde kıvranırken, o, bu zayıf anımı bir fırsata çevirdi.

"Sikeyim, çok güzelsin," diye fısıldadı ve avuç içi, göğsümde ağır iddialı bir daire çizerken diğer göğsümü ağzının içine aldı. Parmak uçları, hassas derimi yakarcasına bir sıcaklık yayarak, bedenimin onun dokunuşuna verdiği her tepkiyi, her titremeyi kaydediyordu. Nefesim kesiliyor, ciğerlerimde yanma hissiyle derin bir nefes almaya çalışıyordum.

"Barış... lütfen..." Kelimeler boğazımdan zorlukla çıkıyor, bir yalvarıştan çok bir itiraf gibi süzülüyordu.

Göğsümü avuçlayan eli iç çamaşırıma yaslanırken ağzının içindeki göğsümü bırakıp yüzünü yüzüme eşitledi.

"Lütfen ne, Alev?" diye sordu, başı hafifçe yana eğik, bakışları hâlâ üzerimde. "Söyle. Duymak istiyorum."

Cevap veremiyordum. Vermek istemiyordum. Onun bu acımasız hâkimiyeti altında erimek, direncinin her bir parçasını kırmasına izin vermek, içimde uyandırdığı utanç verici bir heyecanla birleşiyordu. İtiraf etmekten korktuğum şey buydu. Kontrolü kaybetmek, ona bu kadar mutlak bir şekilde teslim olmak, beni korkutuyor ama aynı zamanda hiç olmadığım kadar canlandırıyordu.

Yanıtımı alamayınca, bir anlamda istediği itirafı sessizce vermiş oldum. Baskınlığı daha da keskinleşti. Dudakları, göğsümün üstündeki çizgiyi takip ederek yeniden aşağı indi. Her öpüş, her ısırış, bedenimde bir kasılma, zihnimde bir beyaz flaş patlamasına neden oluyordu. Dişlerinin tenimde bıraktığı hafif acı, zevkle öyle bir karışıyordu ki, hangisinin nerede başlayıp nerede bittiğini ayırt edemiyordum.

İçimdeki bu iç savaş, bedenimin ona verdiği net yanıtla alay ediyordu. Kalçalarım istemsizce ona doğru kalktı, onun bedenine doğru bir arayış içindeydi. Nefes alışverişim hızlandı, göğsüm hızlı hızlı inip kalkıyordu.

"Demek kelimelerle söyleyemiyorsun," diye mırıldandı dudakları göğsümün üstünde, sesi titreşimleriyle tenime işliyordu. "Ama bedenin her şeyi anlatıyor, Alev. Bana teslim olmak istediğini... Bunun seni ne kadar dehşete düşürdüğünü... ve nasıl da canlandırdığını."

Sonra, avucu nihayet iç çamaşırımın ince kumaşını aştı ve sıcak, sert eli, en hassas yerime ulaştı. Bir çığlık boğazımda düğümlendi, gözlerim fal taşı gibi açıldı. Tüm bedenim bir yay gibi gerildi. Göğsümdeki dudakları keskin bir inlemeyle ayrıldı ve yüzümü yüzüne eşitledi.

"Off," diye inledi, yüzüme karşı. Parmakları beni yavaş, amansız ve çok iyi bilen bir ritimle keşfediyordu. "Bana aklımı kaçırtacaksın."

Barış'ın sözleri ve dokunuşuyla eridiğim o anda, içimde ani bir direnç dalgası yükseldi. Onun üstünlüğüne boyun eğmek istiyordum, ama kendi gücümü de unutmak istemiyordum. "Daha değil," diye fısıldadım, sesimde bir kararlılıkla.

Barış'ın üzerimde kurduğu bu hipnotik hakimiyeti kırmam gerekiyordu. Onu sırtüstü yatağa devirdiğimde, şaşkınlıkla parlayan gözlerinin içinde kendi yansımamı gördüm; alev alev, kızıl saçlarımla çıplak bir savaş tanrıçası gibi.

Üzerine çöktüm, dizlerim kalçasının yanına saplanırken, pantolonunun kemerini çözmek için eğildim. Metal tokasının soğukluğu, parmak uçlarımı yakıyordu. Fermuarın sarsak sesi odada yankılandı. Pantolonunu kalçalarından, uyluklarından aşağı çekiştirirken, kasılmış karın kaslarına, sertleşmiş kalçasına kasıtlı, ağır çekim dokunuşlarla değdim. Onun nefesinin kesildiğini duyabiliyordum.

Son engel olan boxerının lastiğini iki yana çektiğimde, onun tüm erkekliği öfkeyle ve arzuyla uyanmış bir halde karşımda durdu. Ona bakmaktan kendimi alamadım; gergin kasıkları, kalın damarları ve tamamen bana, bu ana ait olan o sert, kusursuz çizgiler... İçimde açılan boşluk, acı bir acıyla burkuldu.

Önce dudaklarımla göğsünün ortasına, o derin oyuğa bir öpücük kondurdum. Dilimle terinin tuzlu tadını aldım. Sonra ağzımı, karnının altındaki o hassas çizgi boyunca, kasıklarına doğru gezdirdim. Her bir kas seğirmesini, her iç çekişi kaydediyordum. Nefesi hızlanmış, yumrukları yatakta sıkılmıştı. Onu deliye döndürdüğümü biliyordum, tıpkı beni deliye döndürdüğü gibi.

Tam dudaklarım, onun en hassas noktasına, sadece bir nefes mesafesindeyken, bir kasırga koptu.

Barış'ın parmakları aniden saçlarıma daldı, köklerinden yakalayıp acıtacak kadar sertçe. Bir çığlık boğazımda kesildi. Tüm dünya altüst oldu ve sırtım yatağa çakıldı. Üzerimdeki ağırlığı, bir dağ gibiydi. Gözleri, şimdi tamamen vahşi ve çılgınca parlıyordu.

"Benim ölmemi istiyorsun," diye inledi, öpüşü bir cezaydı artık. Dudaklarımı ısırdı, dili ağzımın her köşesini fethederken nefesimi çaldı. Bir eli, üzerimde kalan son giysi parçasını, o tangamı yakaladı ve tek bir sert hareketle koparıp attı. Tamamen çıplaktım. Savunmasız, titreyen, onun karşısında.

"Ölürüm yavrum," diye hırladı dişlerinin arasından. Bacaklarımın arasına girerken ateşi tenimde yanıyordu. "Senin için ölürüm. Her gün, her nefeste."

Kasıklarımda hissettiğim varlığıyla dudaklarımı talan etmesini önemsemeden araladım. Gözlerimiz bir anlık duraksamayla birbirine takılı kaldı. Ruhu, ruhuma akarcasına saçlarımda dolandı ve yeniden gözlerime ulaştı.

"Ama bugün değil," dedi ve sertçe içime girdi. Bu seferki birleşme, daha öncekilerin hiçbirine benzemiyordu. Daha derin, daha vahşi, daha nihaiydi. İkimizin de içinde biriktirdiği tüm tutku, korku, özlem ve sahiplenme, bu tek hareketle dışarı vurulmuştu. İçimdeki her kas, bu ani istilaya karşı seğirdi, sonra ona sarıldı, onu daha derine çekti.

Attığım çığlık boğuk, hayvansı ve kendimden geçmişti. Parmaklarımla sırtını kazıdım, tırnak izlerimi bırakarak. Her itişi, beni yatağa daha derine gömerken, her çekişimiz bir diğerine daha sıkı kenetlenmemizi sağlıyordu. Nefeslerimiz, terlerimiz ve fısıltılarımız odanın boşluğunda bir aşk ve savaş şarkısına dönüşmüştü. Bu, bir insanın diğerini bu kadar katıksız, bu kadar arsızca sahiplenişiydi.

Bir eli, belimin gerilmiş kemerlerine, orada biriken gerginliğe yerleşti. Sıcak, büyük avucuyla kaslarımı ovuşturdu, baskı yaparak onları gevşetmeye zorluyordu. Delirmişçesine öpüşürken bir elini kalçama indirdi. Avucunun sıcaklığını hissettiğin an şaplak sesi kulaklarımda derin bir yankısını bıraktı. Tenimde yanan bir sıcaklık yayıldı. Canım yanmıştı, ama bu acı, içimdeki haz dalgasıyla birleşip katlanılmaz bir zevke dönüştü. Bir çığlık daha attım, bu sefer şaşkınlık ve arzunun karışımı bir sesti.

"Resmen beni sağıyorsun amına koyayım," diye inledi, sesi gergin ve nefes nefese. Parmakları, az önce şaplak attığı yanan etin içine adeta kancalar gibi gömüldü, beni kendine doğru çekerek daha derin bir birleşmeye zorluyordu. "Gevşet kendini!"

Bu küfür, bir bıçak gibi saplanıp içimdeki son direnci de paramparça etti. Onun bu çıplak, arsız isteği karşısında eriyip gittim. Tüm bedenim, kontrolüm dışında titremeye başladı. Kasıklarımın derinliklerinden, bir bıçak misali keskin ve kaçınılmaz bir titreme yükseldi, ondan gelen her şeyi içime çekmek istercesine ona doğru aktım. İçimdeki kasılmalar öyle şiddetli, öyle nihaiydi ki, Barış, boğazından kopan boğuk bir inlemeyle kendini zoraki bir şekilde geri çekti.

Gözlerim, bir anlığına, karnının gergin, terli kaslarına doğru fışkıran sıvıların izini sürebildi. Bu manzara, az önce yaşadığım patlamanın somut, vahşi bir kanıtıydı.

Tam o sırada, zihnimin süzgecinden geçiremediği, anlamlandıramadığım küfürler ve övgüler döküldü dudaklarından. "Şuna bak..." diye hırladı, gözleri kaslarının üzerinde parlayan sıvıda gezinirken. Sonra, bir yaratığın içgüdüsüyle, beni hızla yüzüstü çevirdi. Yatağın çarşafı, yüzüme yapışan teri ve nefesimi emdi.

Göğsünü tam sırtıma, omurgam boyunca yasladı. Bir eli boynumun ense köküne, diğeri kalçamın üstüne yerleşti, beni hareketsiz ve savunmasız tutarak. Aşağısında, onun sert ve ıslak varlığı, hâlâ titreyen, hassas vajinamın girişinde, nazikçe değil, talepkârca yoklandı. Nefesim kesildi, bir sonraki hamleye hazırlandım.

"Durmayacağım," diye fısıldadı kulağımın içine, sesi hâlâ küfürlerle kısık ve pürüzlü. "İçini taşırmadan çıkmayacağım."

Tüm ağırlığı ve niyetiyle, içime yeniden abanıverdi. Bu seferki giriş, daha doluydu, daha nüfuz edici. Çünkü artık hiçbir perde, hiçbir direnç kalmamıştı aramızda. Sadece onun arzusu ve benim ona olan tam, çıplak teslimiyetim vardı. Onun bu küfürlü, çılgınca yalvarışları, beni daha da derinlere, daha vahşice kasılmaya itiyordu. Sonra, boğazından kopan uzun, derin bir inilti duydum. "Bu bir!"

Sıcaklık hissi, içimdeki son kasılmaları tetikleyen bir dalga gibi yayıldı. Kalçama vurduğu avcuyla yatağa tamamen yapışırken Barış, sanki boşalmamış gibi hâlâ içimde sert varlığını koruyordu. İnlemelerimiz odanın içinde yankılanıp üzerimize devrilirken Barış içimden çıkıp yatağa uzandı ve beni üzerine çekip kucağına oturttu. Omuzlarından destek alarak onu kabul ettiğimde parmaklarını saçlarıma daldırdı ve inleyerek öpmeye başladı.

Kucağında zıpladıkça kalçalarını yukarıya doğru ittirerek beni karşılamaya devam ediyordu. Bacaklarım titreyerek, belim güçsüz, ama onun talimatıyla, onun arzusuyla hareket ediyordum. Her hareketimizde, aramızdan sızan ılık, yapışkan sıvıyı uyluklarımın içinde hissediyordum. Bu, onun bende bıraktığı somut, arsız bir izdi. Bir zafer işareti. Bir mülkiyet damgası.

Dudaklarımız birbirine yapışık, nefeslerimiz ortak, tuzlu terimizin ve gözyaşlarımızın tadı ağzımızda karışmıştı. O, içimdeki son kıvılcımları da çekip alırken, ben de onun dudaklarından, boğazından, ruhundan son bir şeyler daha koparıyordum gibiydim. İkimiz de bu geceyi sonuna kadar yaşamak, birbirimizi bu ateşte tamamen yakmak için savaşıyorduk.

Bir an için dudaklarımız birbirinden ayrıldığında, gözleri arkama, yatağın ucuna, duvardaki büyük aynaya çevrildi. O siyah inciyi andıran gözleri, karanlıkta bir şimşek gibi çakarak tekrar bana döndü. Anlamıştım. Beni kollarının arasında kaldırdı, hiçbir bağlantımız kopmadan, yatağın ucuna, tam o aynanın karşısına taşıdı. Sırtımı, onun ter içindeki sert göğsüne yaslanacak şekilde oturttu.

Buğulu, odağı olmayan gözlerim, aynadaki yansımamızla buluştuğunda, açgözlü, kesik bir soluk çektim. Görüntü nefes kesiciydi. Kızıl saçlarım dağınık, yüzüm bir tutam zevk, utanç ve yorgunlukla allak bullak olmuş, gözlerimin içi kocaman ve karanlıktı. Ve onun kolları, beni çıplak ve savunmasız bir şekilde sarmalamış, sahiplenmişti.

Yanağını yanağıma yasladı. "Bak," diye fısıldadı, sesi hâlâ arzudan kısılmış, nefesi kulağımı yakıyordu. Aynı anda, kalçalarını hafifçe kaldırdı ve o ıslak, aşina varlığı, yeniden, bu sefer ayna karşısında izleyerek, içime soktu. Yavaş, derin, amansız bir giriş.

Gözlerim irileşmiş bir şekilde, aynadaki birleşmemize kitlendim. Onun her sert darbesi, sadece bedenimi değil, aynadaki o görüntüyü de sarsıyor, beni hem izleyen hem de yaşayan kişi olarak ikiye bölüyordu. İçim dağılıyor, eriyor, ama görüntü sapasağlam kalıyordu. Onun bana olan hükmedişi, beni benliğimden ediyordu.

"Görüyor musun?" diye tekrarladı, dudakları kulağımın kenarında, bakışları aynada benimkilerle kenetlenmiş. Bir eli, çenemi hafifçe kavrayıp yüzümü aynaya doğru çevirdi, kaçamayacak kadar net görmemi sağladı. "Senin çaresiz, teslim olmuş halin, beni bu hâle getirdi."

Parmakları göğsümde, karın boşluğumda gezindi, aynada her hareketini izlerken. "Bak kendine, Alev," diye hırladı, ritmini hızlandırarak. "Kimsin sen? Ve kimin için böylesin?"

Cevap, aynada, onun kollarında eriyen, gözleri devrilmiş, ağzı aralık o kadının yansımasıydı. Onun Alev'iydim. Sadece ve sadece onun. Ve bu son, yıkıcı, ayna karşısındaki birleşme, bu gerçeği en derin, en karanlık hücrelerime kadar mühürledi.

"Konuş," dedi dişlerinin arasından. "Kimin için böylesin?"

Derin bir nefes bıraktım.

"Senin," dedim, sesim bir fısıltıdan ibaretti, nefesim hala düzensiz. "Sadece senin için."

Bu itiraf, Barış'ta bir patlamayı tetikledi. Boğazından derin, hayvansı bir inilti koptu. "Ah, Alev..." diye hırladı ve bu sefer adım bir küfür, bir dua, bir zafer çığlığı gibiydi.

Sol eli boynuma, nefes borumun her atışını hissedebileceği narin bir noktaya yaslandı; bir tehdit değil, mutlak bir hakimiyetin son işareti. Diğer eli belimin kenarını, kalçamın kavşak noktasını kavradı, beni kendine doğru çekerek her bir hareketin daha derin, daha nüfuz edici olmasını sağladı.

Aynadaki bakışlarım bir an olsun ayrılmadı. Kendimi izliyordum; başımın onun omzuna geriye yaslanışını, gözlerimin kamaşmasını, dudaklarımın titreyerek aralanışını... Onun beni nasıl yönettiğini, bedenimin onun her komutuna nasıl cevap verdiğini görüyordum. Bu, kendimi tamamen kaybetmekle, nihayet kendimi en çıplak haliyle bulmak arasındaki o ince çizgiydi.

"Evet... işte böyle amına koyayım," diye soludu kulağımın içine, sesi giderek daha gergin, daha vahşi. "Daha derinliklerini ver bana."

Ritmi artık kontrolden çıkmıştı. Hızlı, sert, amansız darbelerle içimde ilerliyor, aynadaki görüntüyü sarsıyor, beni hem izleyen hem de yaşayan kişi olarak parçalıyordu. Artık dayanamıyordum. Gözlerim son bir kez aynada kendi çaresiz, muzaffer ifademle buluştu ve sonra sırtımı ona dayayarak, başımı geriye atarak, onun adıyla son bir çığlık attım. Bu, bir teslimiyetin değil, bir ait oluşun son noktasıydı.

Benim çığlığımı duymuş, içimdeki son kasılmaları hissetmiş olacaktı ki, Barış'ın kendini tutan son ipi de koptu. Gözleri arkaya doğru kaydı, bakışları buğulandı ve kontrolü tamamen elinden bıraktı.

"Siktir, siktir, siktir...!" diye haykırdı, sesi odanın içinde bir yankı gibi çınlayan, tüm bastırılmış arzunun, gerginliğin ve sahiplenmenin boşaldığı ham, çıplak bir küfürdü bu.

İçimdeki varlığı son bir kez, son derece derin ve titreyerek kök saldı. Sıcak bir dalganın içimi dolduruşunu, onun kendini bana bırakışını, her damlasını verişini hissettim. Bu, sadece fiziksel bir boşalma değil, ruhunun da en karanlık, en aç köşesinden gelen bir teslimiyetti.

Üzerime, sırtıma ağırlığıyla yaslandı, nefesi hızlı ve sıcak bir şekilde enseme çarpıyordu. İkimiz de aynanın karşısında, ter, nefes ve birbirimizin varlığıyla yoğrulmuş, tamamen bitmiş bir haldeydik. Hareket edecek, konuşacak halimiz yoktu.

Aynadaki görüntü artık sarsılmıyordu. Sadece, birbirine kenetlenmiş, savaştan çıkmış iki savaşçının, zaferin ve yenilginin aynı anlama geldiği o garip, huzurlu barışı yansıtıyordu.

"Bu iki," dedi ve içimden çıkan varlığından sızmaya devam eden yapışkan sıvılara aldırmadan beni kucağına aldı ve odanın içindeki banyoya girdi.

Musluğun sıcak koluna uzanarak üzerimize akmasına izin verdi. Su, saçlarımızdan, omuzlarımızdan aşağı süzülürken, tüm yorgunluğu, gerilimi ve geçmişi temizliyor gibiydi. Gözlerimi kapattığım sıra, göğsümde ve içimde gezinen, temizlik perdesi arkasında yeni bir oyuna davet eden parmaklarıyla inleyerek gözlerimi açtım. Barış, dudaklarında var olan yorgun ama tatmin olmuş bir tebessümle dudaklarıma yapıştı. Bir eliyle sırtımı seramik fayansa yaslayıp dengelerken, diğer elindeki oyunu bitirip parmaklarını içimden çıkarttı.

"Daha seninle işim bitmedi yavrum," dedi, sesi suyun şırıltısına karışan, derin ve söz dinlemez bir sıcaklıkla.

Bacaklarımı beline doğru sardım, o da kollarıyla desteğini sağlamlaştırdı ve kendini bana, suyun ortasında, yeniden bıraktı. Bu seferki doluluğu, önceki vahşetin aksine, yavaş, ıslak ve ilanihaye sürecekmiş gibi derin bir sükunetle geldi. İçimdeki her şeyi, her köşeyi bilen bir sakinlikle yerleşti oraya.

! BURADAN DEVAM EDEBİLİRSİNİZ !

Bir kıkırdama yükseldi boğazımdan, yorgunluğun ve mutluluğun saçma bir karışımı. Bu ses, onun da dudaklarındaki gülümsemeyi genişletti. Dudaklarına yaslandım ve bu seferki öpüşümüz, acelenin, hırsın, sahiplenmenin değil; paylaşılan bir sırrın, kazanılmış bir huzurun ve bitmek bilmeyen bir "daha fazlasının" tadını çıkarmanın ifadesiydi. Suyun altında, tenimiz birbirine yapışmış, nefeslerimiz buhar olup uçmuşken, biz sadece bizdik.

Ve bu, her şeyin başlangıcıydı.

4 Eylül 2022 – 02:56 / Şırnak

Bora Yalaz Arınlı, Ağzından

Merdo, Psychedelic Anatolian Rock (Aşık Mahzuni Şerif)

Zaman, suyun içinde ağırlaşmış, bir buğuya dönüşmüştü. Şırnak'ın kurak topraklarına düşen yağmur taneleri şimdilik akışını kesmiş, yerini belirsiz bir sakinliğe bırakmıştı. Etimi büken, estikçe nefesimi kesen soğuğa rağmen, üzerimdeki siyah, ince uzun kollu gömleğimle askeriye binasının önünde dikiliyordum.

Kapıdaki nöbetçi er, donuk bakışlarıyla ufku tarıyor, benim varlığımı görmezden geliyordu. Sanki orada, bu nemli ve soğuk gecede, bir hayalet gibiydim. İçimde bir şeyler kıpırdıyordu; bir endişe mi, yoksa uzun süredir bastırdığım bir öfke mi, emin değildim. Cebimdeki kâğıdın buruşuk kenarını parmak uçlarımla hissediyordum. O kâğıt, her şeyin başlangıcıydı.

Bir an için gözlerimi kapadım. Kulaklarımda, çok uzaklardan gelen müziğin sesi, geceye ince bir yırtık açıp kayboldu. Sonra, ayak sesleri o anı yok etti. Sert, tok, asfalta vuran çizmelerin ritmik sesi gözlerimi açmama neden oldu. Gördüğüm siluet, binanın gölgeli kapısında, elinde iki tane karton bardakla bana yaklaştı. Gözleri, bulunduğum karanlığın içini anında deşiyor, adeta ruhumu okuyordu.

Elinde tuttuğu karton bardağın birini bana uzattığında dudaklarımın kenarı titredi. Küçük bir tebessümün varlığı silikçe belirdi.

"Al zıkkımlan," dedi.

Buharı üstünde bardaklardan birini aldığımda ise boşta kalan eliyle üzerimi işaret etti.

"Bana tarzan diyene bak hele. Bu havada gömlekle dışarıya mı çıkılır deli?"

Gözlerimi devirerek gülmeye başladığımda sol elimi cebime sokup bardağı dudaklarıma yaklaştırdım. Küçük bir yudum aldığım sıra içinde sıvının kahve olduğunu anlayabilmiştim. Bardağı dudaklarımdan indirdiğimde yüzümü sola doğru çevirip üzerini süzdüm.

"Sen de haklısın Mete," dedim sonunda, sesim kahvenin sıcaklığıyla biraz yumuşamıştı. "Sigara içmek isteyince montumu almayı önemsemedim bir an. İçerken de soğuk havaya alıştım, bu sefer de içeriye giresim gelmedi."

Mete'nin gözleri, üzerimde dolaşan şüpheci bakışlarını geri çekmedi. "Sigara bahanesi de güzelmiş. Seni tanıyalı kaç yıl oldu, Bora?"

Bir yudum daha kahve aldım.

"On," dedim sakince.

On yıllık dostluğumuzda hiç iyi bir yalancı olamamıştım.

Mete'nin sıkıntılı nefesini işittim.

"Ee, o hâlde ne bu yüzündeki düşünceli hâl?" diye sorguladığında gözlerimi gözlerinden çekip sis inmiş dağlara baktım. Zihnimin gerisindeki karanlıkta var olan bir kadının gözlerini üzerimde hissediyordum. O kadın... Zihnimin gerisindeki karanlıkta oturan, kaleminin ucuyla kaderimi çizen kişiydi. Onun gözlerini sırtımda hissediyordum. Her bir kelimem, her bir duraksamam, onun zihninden süzülen bir kurgunun parçasıydı.

Bu geceyi o yazmıştı ama devamında nelerin olacağını o bile bilemiyordu.

"Hiç," dedim sonunda, sesim çok daha uzaklardan geliyormuş gibi. "Sadece... bu gece çok tuhaf hissediyorum. Sanki her şey önceden yazılmış da biz sadece satır aralarında ilerliyormuşuz gibi."

Mete bir anlam verememişti. Omzuma dostça bir tokat attı. "Felsefe yapma bana. Karşında şair duruyor haberin yok."

Gülerek yeniden Mete'ye baktığımda Mete'de gülerek kafasını iki yana salladı ve kahvesinden bir yudum aldı. Sigara paketini çıkartıp içinden bir dalı dudaklarına sıkıştırdı ve yaktı. Semaya yükselen gri duman, bir toz bulutu misali dağılırken göz ucuyla bana baktı.

"Senin o kafandaki fırtınaları bilirim," diye mırıldandı, dumanı ciğerlerinden salarken. "Ama bu seferki başka. Cebindeki o kâğıdın seni bu hale getirdiğini biliyorum. Çünkü bende aynı o boktan mektubu aldım."

Şaşkınlıkla Mete'ye bakmaya devam ederken Mete, sigarasından bir nefes daha çekti. Kül, karanlıkta bir an parladı. Mete hem sigarasını hem de kahvesini içerken uzun bir süre ikimizde konuşmadık. Zaman yeniden suyun içinde ağırlaştı. Yağmur yeniden yağmaya başladı.

Mete'nin sigarasından yükselen duman, soluk bir hayalet gibi geceye karışıyor, kahvesinden gelen buhar ise artık neredeyse görünmez oluyordu. Bu sessiz anlar, cebimdeki kâğıdın ağırlığını daha da hissettiriyor, zihnimin arka planında izleyen o kadının varlığını daha belirgin kılıyordu.

Nihayet Mete, bardağını bitirip izmaritini içine atarak söndürdü. Sesi, buz gibi havayı yararak sessizliği bozdu.

"Okudun mu peki?" dedi, ellerini pantolonun ceplerine sokarken. Sadece kafamı iki yana salladım ve bakışlarımı kaçırdım.

"Sen?" dedim. "Sen okudun mu peki?"

Bir süre oluşan sessizlikle yeniden ona baktım. Mete, bana hiç bakmadan kafasını belli belirsiz salladı. Bana bakmasa da gözlerinin içindeki kırılganlığı izledim. Yüzünde her ne kadar sağlam bir maske taşısa da ellerinin bir anlık titremesini gizleyemedi.

"Okudum," dedi ve gözlerini gökyüzünde gezdirdi. "Hiç iyileşmemiş bir yarığı, yeniden deştim."

Derin bir nefes alarak cebimdeki kâğıt parçasını çıkarttım. Üzerindeki posta pulu eskiydi. Üzerindeki Atatürk resimli pulun sol köşesinde 2016 yazıyordu. Yıllar önce yazılmış, postalanmış, bir yerlerde kaybolmuş ve şimdi; her şey bittikten, acılar soğuduktan sonra karşımıza çıkmış bir hayalet gibiydi.

İleri tarihli, Bünyamin Boraç Arınlı'nın kaleminden yazılmış bir mektuptu.

Bu mektup, bir ihanetin gölgesinde kaybolmuş bir sevginin kanıtıydı. Bünyamin'in bize ihanet etmeden önceki son samimi, belki de saf duygularıyla yazdığı sözcüklerdi. Onu kaybetmemizin acısını, bu mektup daha da katmerli hale getiriyordu.

"Bora," dedi, Mete. "Bünyamin'in her şeyi mahvetmeden önceki halini okumaya hazır mısın?"

Elimde tuttuğum kâğıt, aniden dayanılmaz bir ağırlığa büründü. Bu, bir cevap değil, yara iziydi. Mete'nin de dediği gibi, iyileşmemiş bir yarığı yeniden deşmek gibiydi.

Kafamı iki yana sallayıp kâğıdı Mete'ye doğru uzattım.

"Al, ben bunu okumayacağım."

Mete, kâğıdı alıp kamuflaj pantolonunun fermuarlı gözüne koydu ve bakışlarını uzakta gezdirdi. Bir süre daha öylece, yağmurun altında, geçmişin ağır yüküyle dikildik. Sonra Mete, dönüp binanın kapısına doğru yürüdü. Ben de onu takip ettim. Adımlarımız, kuru zeminde yankılanırken, içimde Bünyamin'in o eski, samimi sesinin yankılandığını hissettim.

Okumamıştım mektubu, ama zihnim onun satırlarını yazmaya, o mutlu günlerin hayali resimlerini çizmeye çoktan başlamıştı bile. Ve biliyordum ki, bu hayaller, gerçeğin ta kendisinden çok daha acıtacaktı.

Mete ile onun odasına giriş yaptığımızda Mete, çalışma masasına yerleşti. Karşısında kalan koltuğa kendimi bıraktığım sıra kenardaki dosyayı çekip bana baktı. Dirseklerini masaya yaslayıp yüzüne o ezbere bildiğim ciddiyetini, tüylerimi ürperten bakışını kuşandı.

"Yeni oluşturduğumuz Güvercin Timinin yedek timine, bir istihbarat görevlisi seçeceğiz. Eyşan, bunu kendisi istedi. Gizli tutulması gerektiğini, timden kimsenin bilmeyeceğini söyledi," dedi.

Arkama yaslanıp kaşlarımı kaldırdım.

"Senin ağzına takılan bir diş var mı?" diye sorguladığımda gülümsedi. O öyle bir gülümsemeydi ki zihnimdeki tüm yaramaz Mete'nin kilitlerini açmıştı. Önündeki dosyayı bana doğru ittirdi ve arkasına yaslandı. Uzanıp dosyayı elime aldığımda sandalyesini bir sağa bir sola döndürmeye başladı. Parmakları kolçakta ritim tutarken başını arkaya yasladı.

"Aybüke Ovacık. İstanbul doğumlu. 28 yaşında. Dil ve Kriptoloji mezunu. Üstün bir analiz yeteneği var ve özellikle şifre çözümünde eşsiz bir kariyere sahip. Zamanında Eyşan ile, Asena Gündüz zamanında birtakım çalışmalarda birlikte görev almışlar. Eyşan'ın aklına takılan bir isim oldu."

Dosyayı açtım.

İlk sayfaya iliştirilmiş kimlik fotoğrafı, odanın loş ışığında adeta parladı. Buğday sarısı saçları, omuzlarına kadar inen dalgalı bir ırmak gibiydi. Yüzü zarif hatlara sahipti, ancak asıl dikkat çeken, o saçların çerçevelediği gözleriydi. Çivit mavisiydiler, neredeyse lacivert...

Renkli bir fotoğraf olmamasına rağmen, o gözlerin tonu siyah-beyaz baskıda bile belli oluyor, içlerinde hem keskin bir zekanın soğuk parıltısını hem de derinlerde saklı, kişisel bir trajediye işaret eden bir nemi barındırıyor gibiydiler. Bakışları, dosyayı inceleyen beni değil, sanki lensin arkasındaki kameramanı izliyormuşçasına dolaylı ve derindi.

İnce, düzgün bir burnun altındaki hafif aralık dudaklar, bir gülümsemeden ziyade, "Sana söyleyemediğim çok şey var" der gibi bir ifade taşıyordu. Bu kadın, sadece bir veri değil, okunması gereken karmaşık bir metin gibiydi.

"Aybüke'yi time yerleştirmedeki amacımız, timin son sınavı olacak olması. Yedek time bir görev verilecek. Ve o görevde isminin önemli kılındığı büyüklerimizden biri olacak. O ismi bir başkasına söyleyip söylemediği, yani ihanet edip etmeyeceği test edilecek. Aybüke'de burada devreye giriyor. Onların başında bir yüzbaşı olarak duracak ama içten içe onları sınayacak."

Gözlerimi fotoğraftan ayırıp Mete'ye baktım. O hâlâ sandalyesinde hafifçe sallanıyor, parmakları kolçakta sabit bir ritim tutturmuştu.

"Çok güzel," dedim, dosyayı masaya bırakarak. "Ama bu kadar şeye gerek var mıydı? Yani, timde sızıntı olduğunu düşünmek... Biraz fazla paranoyakça değil mi?"

Mete'nin sandalyesi aniden durdu. Bütün oynak halini bir kenara bırakıp bana düzgün ve ciddi bir şekilde baktı.

"Biz alelade bir tim kurmadık, Çilingir. Güvercin Timinin adını taşıyacak ikinci bir tim inşa ediyoruz. Zamanında Mavi Ateş Timine nasıl yapıldıysa aynı şekilde onlara da uygulanacak."

Zihnime düşen anıyla gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Mete, gözlerini kıstığında boğazımdan kaçan kıkırtıyı durduramadım. Sesli bir şekilde gülmeye başladığımda Mete, kaşlarını çatarak bana bakmaya devam etti.

"Ne gülüyorsun lan? Komik bir şey mi var?"

Gülmekten gözlerimden yaşlar geliyordu. "Caner'in bana kız ayarladığı geceyi hatırladım da," diye zorlukla konuşabildim.

Mete'nin yüzü anında dondu.

"Caner, bana 'sosyalleşmem' için o kızı -Sanem'i- getirmişti. Ama sen içeri adımını atar atmaz, kızın gözleri fal taşı gibi açıldı. Beni bir kenara itti, 'Özür dilerim ama sen mükemmelsin' diyerek doğru sana yürüdü!"

Mete, gözlerini devirerek yüzünü buruşturdu.

"O kız bir psikopat kadar ısrarcıydı!"

"Psikopat mı?" diye kıkırdadım. "Sen tuvalete saklanmıştın, o da kapıyı tırnaklarıyla tırmalayarak 'Aşkım, lütfen çık, seninle tanışmak istiyorum!' diye inliyordu! Sonra sen pencereden kaçmaya çalıştın, ama pantolonun kapı koluna takıldı ve yarı çıplak bir şekilde sallandın!"

Mete yüzünü elleriyle kapattı. "Sus, lütfen sus..."

"En iyi kısmına gelmedim bile!" diye atıldım. "En sonunda dayanamayıp tuvaletten fırladın, kırmızı yüzünle ve yırtık pantolonunla, tüm bara bağırdın: 'BEN GEYİM! ANLADINIZ MI? GEYİM!'"

İkimiz de kahkahalara boğulduk. Mete'nin o anki yüz ifadesi aklıma geldikçe daha çok gülüyordum.

"O günden sonra Caner bir daha bana asla kız ayarlamadı," diye, gözlerimdeki yaşları silerek ekledim. "Ve sen de bir ay boyunca 'Mete Abi, sen gerçekten...' diye soran herkesi kovalamak zorunda kaldın."

Mete, yüzündeki küçük bir tebessümle kafasını iki yana salladı.

"Şimdi ise evde beni bekleyen, yıllarca aradığım, karnında çocuklarımızı taşıyan, aşkından ölüp bittiğim bir karım var."

Sözleri odadaki neşeli havayı anlamlı bir sakinliğe dönüştürdü. Bu bakış açısı karşısında gülümsedim. "Demek ki her deliliğin içinde bir hikmet varmış. Sen bu zamana kadar hiç ona ihanet etmedin. Kimseyi kendine yaklaştırmadın."

"Tek gayem sevdiğim kadını bulabilmekti Bora," diye tamamladı Mete, sandalyesinde doğrularak. "Şimdi, meseleye dönelim. Aybüke hakkında konuşuyorduk. Bu konuyla senin ilgilenmeni istiyorum. Kimliğini açık etmekten kaçınacak bir şekilde dosyasını hazırla ve bana ulaştır. Bizde gerektiği anda Aybüke'yi timin karşısına çıkartalım."

Başımı sallayarak onayladım.

"Tamam, dediğiniz gibi olsun," diyerek ayağa kalktım. Dosyayı alıp kapıya doğru yürüdüm. Tam çıkarken Mete'nin sesi beni durdurdu.

"Bora."

Döndüm.

Masasında, arkasında oturuyordu, gözlerinde o eski, derin dostluğun sıcaklığı vardı.

"Yarın akşam Eyşan yemek yapacak. Masaya bir tabak fazladan koyacağını söyledi."

Mete'nin sözleri göğsüme, beklenmedik ve yumuşak bir darbe gibi saplandı. İçimde anlık bir sıcaklık dalgası yayıldı. Bir aile sofrasının sıcaklığı, paylaşılacak bir yemek... Bunlar, bizim gibi adamlar için lüksten de öte, neredeyse unutulmuş bir düşten farksızdı.

Yüzümde her zamanki sakin ifadeyi korudum ve hafifçe başımı salladım. İçimde kopan o minnettarlık ve duygu fırtınasını bastırarak, sesimin en normal, en durağan tonuyla cevap verdim.

"Tamam," dedim ve kapıyı açıp odadan çıktım. Koridorda ilerlerken, dosyadaki bilgiler zihnimde dolanıyordu. Köşeyi döndüğüm an, beklenmedik bir yükle çarpıştım. Sert ama kadınsı bir omuzdu. Hızlı bir refleksle karşımdakinin geriye yalpalayacak olan kolundan tutup dengede kalmasını sağladım.

Elimi çekip çarpıştığım kişinin yüzüne baktığımda, buğday sarısı saçları ve çarpıcı çivit mavi gözleriyle karşılaştım. Dosyadaki fotoğraf canlanmıştı adeta. Ama yüzümde hiçbir tanıma ifadesi yoktu.

"Önüne baksana," dedi, sesi net ve vurgulu. "Dev gibisin, koridorun yarısını kaplamışsın. İnsan nereye adım attığını göz ucuyla da olsa kontrol eder."

Bu sözlerle birlikte, dosyada okuduğum "üstün analiz yeteneği" ve "kendinden emin" ifadeleri zihnimde canlandı. Gerçekten de öyleydi. Fiziksel olarak daha küçük olmasına rağmen, duruşu ve bakışlarıyla bulunduğu alanı sahipleniyordu. Göz ucuyla üzerini öylece süzüp kaşlarımı kaldırdım.

"Sen küçüksen ben ne yapayım? Yerden bir karış boyun var, gözüme zor görünüyorsun."

Aybüke'nin gözlerindeki çivit mavisi bir an daha da keskinleşti, dudaklarının kenarında küçük, meydan okuyan bir kıvrım belirdi.

"Boyla değil, beyinle bakılır etrafa. Görünüşe göre sende ikisi de eksik."

Sözünün kesilmesini beklemeden devam etti, hafifçe başını yana eğerek, "Kör de değilsin herhalde? Yoksa o koca kehribarlar sadece süs mü?"

Gözlerimi istemsizce kırpıştırdım. "Kör olmasam da senin gibi bir cüceyi fark etmek için durup bakmam gerekiyor demek ki."

"Cüce mi?" diye gülümsedi, ama gülüşünde hiç sıcaklık yoktu. "Biliyor musun, tarihte en büyük zararlar hep kendini dev sanan insanlardan gelmiştir. Şanslısın ki bugün acelem var, yoksa sana bunun küçük bir dersini verirdim."

Hafifçe öne eğildim, ona doğru. "Ders mi? Senin gibi birinin bana verebileceği tek ders, boy farkını nasıl telafi edeceğim olurdu herhalde."

Aybüke hiç beklenmedik bir hareketle, bir adım geri çekilmek yerine bana doğru daha da yaklaştı. O keskin çivit mavisi gözleri, artık tam olarak benimkilerle aynı hizadaydı. Sesini alçaltarak, neredeyse fısıldar gibi konuştu.

"Boy farkını telafi etmek mi? İlginç bir teklif. Ama ben daha çok, kendini fazla büyük sananları yerlerine oturtmak konusunda uzmanımdır. İstersen deneyebiliriz."

Zihnim bir anlığına tamamen boşaldı. Dosyada yazan her şeyden çok daha fazlasıydı. Onu tutmak için uzandığım kolumdaki kaslar gerginleşti. Nefesimi tutmuştum. Aybüke, bir anlık suskunluğumu zafer işareti gibi okumuş olmalı ki, dudaklarında ince, bıçak gibi bir gülümseme belirdi. Hafifçe doğruldu.

"Görüşürüz, dev," dedi, sesi yine o alaycı tondaydı.

Ve ben, onun koridorda uzaklaşan sırtını izlerken, elimde hâlâ onun kolunda hissettiğim sıcaklığın hayaletiyle, tek bir kelime edemeden öylece kaldım.

4 Eylül 2022 – 04:39

Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından

Lost Voice, Lorien Testard

Kadim bir efsaneye göre, ruhun en ağır yükü unutulmaktı. İnsan, ölümden sonra bir hiçlik kuyusuna düşer ve orada, bir daha asla anılmayı beklerken, yavaş yavaş varoluşunun son izleri de silinip gidermiş. Bu kuyunun duvarları, kayıp anıların enkazıyla örülü, dibi ise mutlak bir sessizlikle kaplıymış. Kimse bilmezmiş ki, aslında bu kuyu somut değil, yalnızca unutulan her ruhun taşıdığı içsel bir cehennemmiş.

İşte o kuyunun ta kendisiydi burası.

Dört tarafı nemli taşlarla çevrili, tavanından sürekli bir damlanın inatla düştüğü, zamanın anlamını yitirdiği bir hücreydi. Duvarlar yosun bağlamış, havada toprak, küf ve çürümenin ağır kokusu asılıydı. Zifiri karanlık o kadar mutlaktı ki gözlerin açık veya kapalı olması fark etmezdi. Yerde, taş döşemenin üzerinde, uzun süreli hareketsizlikten oyulmuş insan izleri görülürdü.

Yerde, taş döşemenin soğuk yüzeyine adeta kazınmış bir beden uzanıyordu. İskeleti, incecik bir deri tabakasıyla zar zor örtülmüş, köprücük kemikleri bir çadır iskelesi gibi sert hatlarla dışarı fırlamıştı. Kaburgalarının her bir çıkıntısı, soluk alıp verişte hafifçe kıpırdayan bir mezar taşı gibi belirgindi. Vücudu, karanlığa karışmak istercesine soluk, neredeyse mermer beyazı bir renge bürünmüştü.

Yalnızca eklem yerlerinde, uzun süre hareketsiz kalmanın ve nemin yarattığı morarmış lekeler, bir çürüyen çiçeğin yaprakları gibi dağılmıştı. Elleri, iki cansız kuş gibi, göğsünün üzerinde hareketsiz duruyor; tırnak yatakları morarmış, parmak uçları yerin soğuğundan buz kesmişti.

Saçları, yağ ve kirin birbirine yapıştırdığı pas rengi bir yığın gibi, taşlara yayılmıştı. Yüzü ise kollarıyla örtülü olduğundan yalnızca gölgeler arasında kaybolmuş çenesinin sivri ucu ve her saniye biraz daha derine çöken bir çukuru seçilebiliyordu. Tüm bedeni, hayatta kalmaktan çok, ölümle gecikmiş bir buluşmanın eşiğinde titreşen bir mum alevi gibiydi.

Hücrenin kapısı aralandı ve koridordan sızan soluk bir ışık huzmeleri hücrenin zeminine düştü. Işık, toz taneciklerini dans ettirerek yerdeki hareketsiz formun üzerine vurdu.

Işığın dokunduğu an, yerdeki beden bir elektrik çarpmışçasına canlandı. Işığın aydınlattığı yüzü görmemek için bir çırpınma başladı. Kollar, çelikten birer yay gibi fırlayarak yüzü örttü. Beden, karanlığın daha derinliklerine, ışıktan kaçarak sürüklendi. Taşların üzerinde sürüklenen bedenin sesi, hücreye yayıldı.

Kapı, ağır ağır tekrar kapandı ve hücre, bir kez daha o kesif karanlığa ve damlayan suyun ritmik matemine bırakıldı. O, karanlık köşede, efsanedeki gibi unutuluşun ağır yükü altında, varlığını ve yokluğunu yeniden sorguluyordu.

Yerde yatan beden, bulunduğu hücrede birinin daha olduğunu biliyordu. Onu umursamadan yerde uzanmaya devam etti.

"Gerçekten sonunun bu olmasına izin mi vereceksin?"

Yerdeki beden, duyduğu sesle hafifçe kıpırdandı ve gözlerini karanlığa dikti. Kurumuş dudaklarını ayırmak, aylardır konuşmayan ses tellerini titreştirmek, bir dağı yerinden oynatmak kadar zor geldi. Dudakları çatlamış, birbirine yapışmıştı; onları ayırmaya çalışırken ince bir çatlak oluştu ve acıyla irkildi. Boğazından, tozlu bir rafın üzerinden bir kitabın kaldırılması gibi, hışırtılı ve gıcırtılı bir ses çıktı.

"Se... sen?"

Bu tek hece, hücrenin ağır sessizliğinde sönüp giden bir kibrit alevi gibiydi. Ama o an, kendi sesini duymak varlığının bir kanıtı gibiydi. Gözleri, sesin geldiği yöndeki karanlığı delmeye çalışıyor, orada bir şeyler, bir şekil, bir yüz arayışıyla büyüyordu.

"Evet, benim," dedi, ayakta bekleyen siluet. Sesi, hücrenin nemli havasında titreşerek yayılıyor, her hecesiyle zihinde yankılanıyordu. "Ama fazla vaktim yok, hemen çıkmam gerekli. Seni burada bırakmayacağım. Vakti geldiğinde buradan kurtulacaksın."

Ayaktaki beden kapıyı çaldığında yerdeki beden sürüklenerek ona yaklaşmaya çalıştı.

"O zamana kadar ölmemeye çalış," dedi ve arkasındaki kapı aralandı. Yerdeki beden gözlerine çarpan inatçı ışıkla yeniden kendini sakladığında kapı hızla ve gürültülü bir şekilde kapandı.

Yerdeki beden, kapının kapanış sesiyle irkildi. Gözlerine çarpan ışığın keskin izleri, karanlığa adapte olmuş retinasında hâlâ yanıp sönüyordu. Kollarıyla yüzünü örtmüş, taşların üzerine çömelmişti. Kalbi, göğüs kafesinde bir yabancı kuş gibi çırpınıyordu.

Ölmemeye çalış.

O sesin sözleri, karanlıkta bir ninni gibi tekrar ediyordu zihninde. Yıllardır ilk kez bir umut ışığı görmüştü. Hem de gerçek bir ışık değil, sadece bir söz, bir vaatti. Ama bu vaat, bu zifiri karanlıkta güneşten daha parlaktı.

Yavaşça kollarını yüzünden çekti. Kuru ve çatlak dudaklarını geren bir gülümseme var oldu. Yerden doğrulmaya çalıştı, uzun süredir kullanmadığı kasları protesto edercesine ağrıdı. Ama o, bu acıyı umursamadı. Sırtını nemli duvara dayadı ve başını arkaya yasladı.

"Ölmemeye çalış," diye fısıldadı kendi kendine. Sesinde, o gülümsemesi gibi hem acı hem de umut vardı. Artık sadece hayatta kalmak için değil, o sesin dönüşünü görmek için de yaşayacaktı. "Öldürmek için."

Bu kez sözcükler hücrede bir yılan tıslaması gibi yankılandı. Yılların birikmiş çaresizliği, öfkenin siyah bir ırmağına dönüşmüştü. Gözleri, karanlıkta bile ateş saçan iki kor gibi yanıyordu. Elleri titreyerek yumruk oldu, tırnakları avuçlarını kanatıncaya dek battı. Bu acı, ona sadece hayatta olduğunu değil, hâlâ savaşacak gücü olduğunu da hatırlattı.

"Beni bu karanlığa gömen herkes," diye hırladı, dişleri sıkılı, "kendi yarattıkları canavarla yüzleşmeye hazır olsun."

Dudaklarında yeniden beliren o kanlı gülümseme, bu kez bir lanetten farksızdı.

4 Eylül 2022 – 07:30

Mete Mert Çakır, Ağzından

Batsın Bu Dünya, BBD Korosu

Şırnak'ta hava kapalı, yağmur durmuştu. Sabahın o ilk ışıkları, geceden kalan bulutların arasından sızmaya çalışıyordu. Gökyüzü, sanki kirli bir yün yumağı gibi; siyahla grinin her tonu birbirine karışmıştı. Ufuk çizgisinde, bulutların daha ince olduğu yerde, soluk bir aydınlık kendini belli ediyordu. Ama güneş yoktu, o henüz kendini gösterecek gücü bulamıyordu bu ağır gökyüzünün altında.

Etrafta, yağmurun bıraktığı nemli toprak kokusu vardı. Dağların tepeleri hâlâ bulutlara değiyor, sisle kaplanıyordu. Sanki gökyüzüyle yeryüzü birbirine karışmıştı. Bu manzara, insanın içine bir ağırlık çökertiyor, ama bir o kadar da huzur veriyordu. Belki de bu, her şeyin durduğu, bir anın kendini hissettirdiği bir sessizlikti.

Pencereden o ağır, gri gökyüzüne bakarken, sırtıma dokunan o bildik, yumuşak eli hissettim. Yavaşça arkamı döndüm. Eyşan oradaydı. Gözleri, Şırnak'ın yağmurlu toprağını andıran o derin, sıcak kahverengisiyle bana bakıyordu. İçinde, sanki filizlenecek bir tohumu saklıyormuşçasına, bir ışık, bir sıcaklık vardı.

Huzurum, tam karşımdaydı.

Dudaklarımda kendiliğinden bir tebessüm belirdi. Elim, adeta kendiliğinden hareket ederek yanağına gitti. Başparmağımı, yanağının yumuşak kenarında gezdirirken, o incecik çizgiyi hissettim.

"Ne ara geldin?" diye sordum, sesim belki biraz fazla yumuşak, biraz fazla şaşkındı. "Söyleseydin ben almaya gelirdim seni." Gözlerinin içindeki o toprak rengi, şimdi biraz daha ıslak, biraz daha parlaktı. İçimi öyle bir okşuyordu ki...

"Caner bıraktı bizi," dedi, gözlerindeki o sıcak kahverengide derin bir anlayışla. "Sabaha kadar nöbette olduğunu biliyordum. Seni daha fazla yormak istemedim."

Başparmağım hâlâ yanağındaydı. Bu inceliği karşısında içim bir başka ısındı. Gözlerimin altındaki yorgunluk halkalarını saklamaya çalışmıştım ama o her şeyi fark etmişti zaten.

"Yorulmak mı?" dedim, onu usulca kendime çekerken. Pencereden sızan loş sabah ışığı, yüzünü aydınlatıyordu. "Senin varlığın benim için bir nefes kaynağıyken benim nasıl yorgun olabileceğimi düşünürsün ki?"

Eyşan'ın dudaklarında var olan gülümseme, içimi ısıtan bir güneşe dönüştü. Yanağını okşayan baş parmağımı alt dudağında bir tüy misali sürükledim.

"Beni nasıl da avutuyorsun," dedi, dudağındaki parmağımı umursamadan. "Bütün gece nöbetteydin, her yerin taş kesmiştir. Ama sen inatla böyle gülümseyebiliyorsun."

Yüzümü yüzüne eğerek alnına küçük bir buse kondurdum ve belindeki sol elimi şişkin karnında gezdirdim.

"Çünkü siz varsınız," diye karşılık verdim. "Senin bir bakışın bütün yorgunluklarımı alıp götürmeye yetiyor."

Elimi karnının üzerinde daha sıkı tuttum. O küçük, henüz dokunamadığımız ama varlığını her an hissettiğimiz mucizelere yakın olmak, bütün gece nöbette beklerken hissettiğim tüm yorgunluğu, buhar olup uçurdu. Eyşan, gülümseyerek elimin üzerine elini koydu ve çenesini kaldırdı.

"Anlat bakalım Mete yüzbaşı, gece neler yaptın?" diye sorguladı. Kıkırdayarak elimin üzerindeki elini tutarak onu koltuğa doğru yönlendirdim ve oturmasını sağladım. Koltuğun hemen önündeki sehpaya oturup bacaklarını bacaklarımın arasına sıkıştırdım.

"Öncelikle çok sıkıcı bir geceydi. Hiçbir olay olmadı. Aybüke Ovacık'ın dosyasını Bora'yla paylaştım. Konudan artık haberi var. Dün akşam Aybüke, buranın lojmanına yerleşti. Saat 08:30'da toplantı ayarladık. Hem Bora ile tanışır hem de o sırada nasıl hareket edeceğimizi düşünürüz."

Eyşan'ın yüzünde yumuşak bir ifade belirdi. "Ben de uyuyamadım," diye itiraf etti. "Yatakta dönüp durdum. Sonra dayanamayıp kalktım ve buraya geldim. Biliyor musun, neredeyse Caner beni arabaya almayacaktı? 'Arabada bir ikiz taşıyan yeterli, ikincisi bana fazla gelir' dedi."

Gözlerimi devirip derin bir nefes verdiğimde Eyşan, kıkırdayarak ellerini, dizlerinin üzerine bıraktığım ellerimin üzerine bıraktı.

"Ama neyse ki Lara gibi bir eltiye sahibim. Caner'i boşamakla tehdit ederek, çocuklarının velayetini de alacağını söyledi. Caner'in yüzünü görmen gerekti."

Bu sözlerle birlikte kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. "Lara gerçekten onun dilinden anlayan tek insan," dedim, başımı sallayarak. Eyşan'da kafasını sallayarak beni onaylarken damağımı şaklatıp gözlerimi kıstım.

"Harbi seni arabaya almadı mı Caner?"

Eyşan, gözlerini devirerek gülmeye devam ettiğinde gözlerimi kırpıştırarak ona bakmaya devam ettim.

"Hayatım klasik Caner'in sabah huysuzluğu. İlla gıcıklık yapmasa olmaz, biliyorsun."

Kaşlarımı yapmacık bir gerginlikle çattım.

"Onun huysuzluğunu si-"

Eyşan'ın bir anda elini ağzıma kapatmasıyla cümlenin sonuna sıkıştırdığım küfrüm avcunda mırıltıya dönüştü. Eyşan, kaşlarını çatarak kaşlarıyla karnını işaret etti.

"Mete, bebekler duyuyor. Küfür yok demiştik."

Gözlerimi devirerek elini ağzımdan çektim.

"Tamam, tamam. Sustum."

Eyşan'ın eli ağzımdan çekilirken, yüzüme yapışan oyunbozan ifadeyi takındım. "Peki ama Caner'in bu huysuzlukları yüzünden dilimi mi yutacağım?" diye sızlandım, sesim bilerek biraz daha tizleşerek.

Eyşan'ın dudaklarındaki gülümseme daha da belirginleşti. "Dilini yutmak yerine, ona güzel bir ders düşünebilirsin belki," dedi, göz kırparak. "Mesela... onun arabasının lastiklerine 'En İyi Baba Adayı' yazılı bir sticker yapıştırmak gibi."

Bu fikirle yüzüm aydınlandı. "Daha iyisini yapalım karıcığım," diye mırıldandım, ona doğru eğildim. "Arabasının arka camına pembe, pullu bir 'Bebek Var' sticker'ı yapıştıralım. Hem de öyle kolay çıkmayan cinsten."

Eyşan, gülerek kafasını salladığında kafamı iki yana sallayıp ayağa kalktım.

"Hadi bakalım, birazdan Aybüke koordinasyon merkezine geçer. Bizde yavaştan merkeze geçelim."

Eyşan'ı koltuktan kalkarken nazikçe destekledim. Hamileliğin bu aylarında her hareketi biraz daha özen gerektiriyordu. "Yavaş ol, hiç acelemiz yok," diye mırıldandım, elini tutarak. Odadan çıkıp ilerlemeye başladığımız vakit göğsümde sıcak bir kararlılık hissi uyandı. Her ne durumda olursak olalım, işimize odaklanmamız gerektiğini biliyordum. Ama içimde, bu gücü bana veren kadının yanımda olmasının verdiği derin bir huzur vardı.

Koordinasyon merkezine girip kapıyı kapattığımda Eyşan, küçük adımlarla masaya doğru ilerledi. Masanın üzerinde, üzeri peçete ile örtülmüş bir bardak portakal suyu duruyordu. Bora, bizi gördüğünde okuduğu dosyayı kapatıp gülümsedi.

"Günaydın Çakır ailesi."

Eyşan, gülümseyerek "Günaydın," dedi ve sandalyeyi çekip otururken Bora, onun sağında duran bardağı nazikçe önüne kaydırdı.

"Al bakalım yenge, şifa olsun. Sever misin bilmiyorum ama biraz limon da sıktırdım."

Göz ucuyla Eyşan'a baktım. Yüzündeki o minnettar ifadeyi görünce içim rahat etti. Bora'ya dönüp başımı hafifçe sallayarak teşekkür ettim. Bu küçük detaylar, aramızdaki bağın ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu.

"Düşünmen yeter badi, eksik olma," diye ekledim, masadaki diğer dosyalara göz atarak. "Aybüke'den haber var mı?"

Bora, kaşlarını kaldırarak küçümseyici bir gülümseme takındı. Tam dudaklarını aralayıp konuşacaktı ki aralanan kapı ile bakışları kaydı. Bora'nın yüzündeki küçümseyici ifade yerini profesyonel bir nötrlüğe bıraktı. Gözlerimi ondan çevirip kapıya yönelttiğimde, Aybüke'nin orada durduğunu gördüm.

Aybüke, kapıyı kapatıp masaya yaklaştığında Eyşan'ın ayağa kalkmasıyla ayağa kalktım. Eyşan, Aybüke'ye kollarını açarak yaklaştığında Aybüke'de gülerek Eyşan'a sarıldı.

"Komutanım, sen çok güzel olmuşsun," dediği sıra, Eyşan, kıkırdadı ve hafifçe geri çekildi.

"Yaptık işte bir şeyler," dedi ve gülmesine devam ederken kafasını iki yana salladı. "Sende hiç değişmemişsin be Aybüke. Hâlâ en son gördüğüm gibisin, yıllar sanki hiç sana uğramamış gibi."

Aybüke, omzunu silkerek Eyşan'dan ayrıldı ve bana bakıp kafasını eğip kaldırdı.

"Merhaba komutanım," dedi.

Tebessüm ederek kafamı eğip kaldırdım. Aybüke'nin bakışları Bora'ya kaydığında yüzündeki mimikler bir anda dondu. Gülümsemesi silinirken gözlerimi hafifçe kısıp Bora'ya baktım. Bora, henüz oturduğu sandalyeden kalkmamış ve öylece Aybüke'ye bakıyordu. Tanıyormuş gibi, ama bu tanışıklıktan hiç de memnun olmadığını gösteren bir ifadeydi.

Odanın içi, ikisinin arasında gidip gelen bu ağır, anlam yüklü sessizlikle doldu. Ben Eyşan'a baktım, o da bana baktı, ikimiz de bu ani değişimi anlamaya çalışıyorduk. Eyşan, aralarındaki bu keskin bakışı kırmak adına onlara seslendi.

"Siz, tanışıyor musunuz?" diye sorguladı.

Eyşan'ın sorusu odadaki gergin sessizliği anında dağıttı. İki ayrı ses, aynı anda ve farklı tonlarla cevap verdi.

"Hayır."

"Evet."

Aybüke'nin 'hayır'ı hızlı, keskin ve neredeyse savunmacıydı. Bora'nın 'evet'i ise daha yavaş, düşünceli ve buz gibi bir sakinlik taşıyordu. Bu çelişkili cevaplar üzerine odadaki gerilim iyice arttı. Aybüke, Bora'ya bakarken gözlerini kıstı. Bora ise sandalyesinde hafifçe geri yaslandı, yüzünde anlaması güç bir ifadeyle.

"Yani," diye sözlerine devam etti Bora, sesi alaycı bir yumuşaklıkla, "sizce tanışmıyor muyuz, Aybüke Hanım? İlginç."

Aybüke'nin yüzü bembeyaz olmuştu. Dudakları hafifçe titredi, ama toparlanmakta gecikmedi. "Yanlış hatırlıyorsunuz olmalı," dedi, sesi gergin ama kontrollü.

Bora'nın dudaklarında ince, hiç de samimi olmayan bir gülümseme belirdi. "Öyle mi? Peki, o halde karıştırmışımdır herhalde." Ama gözleri hâlâ Aybüke'yi delip geçer gibiydi. Bora, gözlerini bana çevirip o samimi olmayan gülümsemeyle kaşlarını kaldırdı.

"Söylemeyi unuttum, askeriyeye bir tane kedi girmiş. Dün yanlışlıkla kuyruğuna bastım," dedi.

Göz ucuyla Aybüke'ye baktığımda yüzünün sinirden kızardığını gördüm.

"Umarım, pençelerini size geçirmiştir."

Bora, burnundan nefeslenerek alayla güldü ve ona baktı.

"Dev gibi biri olduğum için ne yazık ki işlemedi. Pençeleri de kendisi gibi cüceydi."

Aybüke, tamamen ona doğru dönüp ellerini beline yasladı.

"Sen bana baksana!" dediği an, Bora, ellerini masaya koyup ayağa kalktı. Gözlerinin kehribar tonu, en koyusuna evrimleşiyordu. "Baktım, ne oldu?"

Eyşan, Bora'nın tam ayağa kalktığı o kritik anda, sakin ama son derece otoriter bir sesle araya girdi.

"Yeter."

Sesi odayı kaplayıp her iki tarafı da dondurdu.

"Aranızda her ne yaşandı bilmiyoruz ama burası bunun yeri değil. Burada hepimiz aynı takım için çalışacağız. Kişisel meseleleriniz varsa, onları özelde çözün," dediği sıra, Aybüke ona doğru döndü.

"Ama Eyşan."

Eyşan, elini kaldırıp Aybüke'nin sözünü kesti.

"Aybüke lütfen. Görüyorum ki çoktan tanışmışsınız ama birbirinizin kim olduğu hakkında bir bilgi sahibi değilsiniz," dedi ve eliyle Bora'yı gösterdi.

"Bora Yalaz Arınlı, namı değer Mücadele İtibar Teşkilatı'nın Başkanı. Eski Suikast Birimi Ekibinden Çilingir."

Eyşan'ın sözlerinin ardından odadaki gerilim hafifçe sönümlendi, ancak Aybüke'nin yüzündeki şaşkınlık ifadesi gitgide derinleşti. Gözleri Bora'ya kenetlendi, bu kez öfkeden ziyade derin bir hayretle bakıyordu. Dudakları hafifçe aralandı, sanki söyleyecek bir şeyler arıyordu ama kelimeleri bulamıyordu.

Bora ise Eyşan'ın bu açıklamasından sonra biraz daha rahatlamış görünüyordu. Yüzündeki ifade, 'Evet, ben buyum, bir sorun mu var?' der gibiydi. Eyşan, Aybüke'nin bu tepkisini görünce sözlerine devam etti.

"Evet Aybüke, karşındaki kişi sıradan bir asker değil. Ve sen," diyerek Bora'ya döndü, "Aybüke Hanım'ın sadece bir kripto uzmanı olmadığını da bilmelisin. O, bizim en değerli istihbarat analistlerimizden biri ve bu görev için özellikle seçtim."

Bu karşılıklı açıklamaların ardından odada yeni bir denge kurulmaya başlandı. Artık birbirlerinin kim olduklarını biliyorlardı ve bu bilgi onları daha temkinli, ama aynı zamanda daha saygılı bir iletişime zorluyordu.

Kafamı sallayarak masayı işaret ettim.

"Evet, Eyşan haklı. Lütfen yerlerinize geçin ve artık konumuza başlayalım," dedim. Aybüke, Bora'nın karşısındaki sandalyeye geçerken Eyşan'da onun yanına oturdu. Masanın etrafında dolanıp ilk baştaki koltuğa oturdum ve dirseklerimi masanın üzerine yaslayıp çenemin altında ellerimi birleştirdim.

Cümleler, bir film gibi akıp giderken bakışlarım bir Aybüke'de bir de Bora'da gezindi.

Cümleler, bir film gibi akıp giderken bakışlarım bir Aybüke'de bir de Bora'da gezindi. İkisi de göz temasından özenle kaçınıyor, sanki birbirlerine bakışları değerse yeniden alevlenecek bir yangın varmış gibi davranıyorlardı. Aybüke, not defterine odaklanmış gibi yapıyor, Bora ise sürekli olarak dosyalarla meşgulmüş taklidi yapıyordu.

"Güvercin Timi'nin yedek ekibi için hazırlanan senaryolar burada," diyerek dosyaları önlerine doğru ittim. "Aybüke Hanım, sizin 'Nazlı' kimliğinizle ilgili tüm arka plan detayları bu mavi klasörde. Bora, senin koordinasyon protokolün ise kırmızı olanın içinde."

Aybüke, mavi dosyayı usulca açtı. Yüz ifadesi tamamen profesyonel bir nötrlüğe bürünmüştü, ama parmaklarının hafif titremesi içindeki gerginliği ele veriyordu. Bora ise dosyayı sanki bir bomba imha eder gibi, ağır ve dikkatle inceliyordu.

Eyşan, bu sessiz ve gergin çalışma ortamına sonunda dayanamadı. "Belki," diye söze girdi, sesi yumuşak ama anlamlı bir vurgu taşıyordu, "ilk olarak basit bir güven egzersiziyle başlasanız iyi olur. Mesela, birbirinize 'merhaba' demek gibi."

Odanın havası tekrar gerildi. Aybüke ve Bora'nın aynı anda yutkunduğunu görebiliyordum. İkisinden de hiçbir cümle çıkmazken Eyşan, derin bir nefes alarak konuşmasına devam etti.

Bir saate yakın yapılan toplantının ardından Eyşan, önündeki evrakları toparlayıp Aybüke'ye baktı.

"O hâlde hayırlı olsun Aybüke. Umarım, kazasız belasız bu görevi sağ salim bitiririz."

Aybüke, buruk bir tebessüm ile karşılık verip ayağa kalktı. Eyşan, ayağa kalkıp elini Aybüke'ye uzattı. Aybüke, Eyşan'ın uzattığı eli sıkıp dosyayı aldı. Eyşan, kendine ait notlarını alıp kaşlarını kaldırdı.

"Gel sana askeriyeyi gezdireyim," dedi ve Aybüke'nin koluna girerek onunla koordinasyon merkezinin kapısına doğru ilerledi. Merkezden ayrıldıklarında ellerimi masanın üzerine koyup dosyaya bakan Bora'ya baktım.

"Dev demek?"

Bora, dosyadan başını kaldırmadı, sayfaları çevirmeye devam etti. Ama omuzları gerginleşti.

"Öylesine takıldı işte," diye mırıldandı, sesi bastırılmış bir öfkeyle. "Dün koridorda çarpıştık. Bana 'dev' dedi, ben de ona 'cüce' dedim. Bu kadar basit."

Sandalyeme oturup geriye yaslandım, onu izliyordum. "Bu kadar basit olsaydı, Eyşan araya girmek zorunda kalmazdı. Ve sen," diye vurguladım, "şu an bana bakmıyorsun bile. Doğru söyle, aşık mı oldun lan?"

Sonunda başını kaldırdı. Gözlerindeki kehribar rengi, içeride bir fırtına olduğunu açıkça gösteriyordu. Bora'nın yüzündeki ifade öfkeden şaşkınlığa, oradan da inanmaz bir gülmeye dönüştü.

"Ne?!" diye boğuk bir sesle çıkıştı, neredeyse sandalyesinden fırlayacak gibiydi. "Aşk mı? Sen kafayı mı yedin, Mete?"

Gözlerini devirdi, bu sefer dosyaya değil, bana bakıyordu. "O kadın... o... bir böcek gibi. Sinir bozucu, küstah, ve..." Kelimeleri tükenmiş gibiydi. Elini masaya vurdu. "Aşk falan değil bu. Tam tersi, içimde uyandırdığı his... daha çok... onu bir yastığa boğma isteği gibi bir şey."

Bora'nın o gergin halini görünce dayanamadım. Yüzümde kocaman bir sırıtışla sandalyeyi yanına yaklaştırdım ve masaya hafifçe yaslandım.

"İyi ya badi," dedim, göz kırparak. "Demek kavga ederek flörtleşiyorsunuz. Klasik! İlk aşklar hep kavgayla başlar derler."

Bora bana öyle bir baktı ki, neredeyse bakışlarıyla beni delip geçecekti.

"Ne aşkı lan!"

"Evet, evet," diye alaycı bir tonla cevap verdim. "Bak, şimdi bile yüzün kıpkırmızı oldu. Aşk işte, ne yapalım!"

Bora ayağa fırladı, sandalyesi geriye doğru gıcırdayarak kaydı. "Kıpkırmızı falan değilim! Öfkeden kızardım ben, öfkeden!" diye bağırdı, parmağıyla kapıyı işaret ederek. "O kadın daha iki dakika içinde tansiyonumu fırlattı!"

Ama tam o sırada kapı açıldı ve Caner içeri girdi. Bora'nın bu halini görünce durdu, kaşlarını kaldırdı. "Ne oldu? Sesiniz koridordan duyuluyor."

Bora anında toparlandı, yerine oturdu ve dosyayı karıştırmaya başladı. "Hiç," diye mırıldandı. "Mete saçmalıyor yine."

Caner, ne olduğunu çözmeye çalışır gibi bana döndü. "Hayırdır?"

"Ne yapayım," dedim, omuz silkip. "Derdimiz bitmiyor. Baksana, badimizin yüreğine ateş düşmüş."

Bora'dan derin bir inilti yükseldi. "Hasbinallah ve nimel vekil!" dedi ve bir anda bana doğru döndü. "Sikerim oğlum seni."

Caner'in gözleri fal taşı gibi açıldı, ağzı kulaklarına varmıştı. "Vay be, demek öyle bir şeyler dönüyor," yanıma oturup, "Kimmiş kız?" dedi.

Bora, bu sefer ikimize de öyle bir baktı ki, odanın sıcaklığı bir anda düşmüş gibi oldu. "Caner, sen de mi?" diye homurdandı, sesi tehlikeli bir alçaklıkta. "O kadınla aramda hiçbir şey yok. Anladınız mı? Hiç. Bir. Şey. Yok."

Ayağa kalktı, dosyayı kapattı ve kolunun altına sıkıştırdı. "Ve eğer işinize yarayacaksa," diye ekledi, kapıya doğru yürürken, "o 'hiçbir şey'i görev bitene kadar buzdolabında tutmayı planlıyorum. Şimdi, eğer müsaadeniz varsa, gerçek işimi yapmaya gidiyorum."

Gülerek Bora'ya seslendim. Bora, yeniden sabır çektiğinde kahkaha atarak ayağa kalktım.

"Aşkın insanı aptallaştırdığını biliyordum ama bu kadar çabuk sende etki edeceğini düşünmemiştim," dedim, güçlükle. "Salak! Senin yerin burası, nereye gidiyorsun?"

Bora, kapıda dondu. Yavaşça döndü, yüzünde öfke ve sabır karışımı bir ifadeyle. "Mete," dedi, sesi buz kesmiş gibi. "Üç saniye içinde çeneni kapatmazsan, doğacak çocukların çenesiz bir babayla büyümek zorunda kalacak."

Ben ise gülmemi tutamadım, bu sefer daha da katılarak. "Tamam, tamam," diye zorlukla konuşabildim, gözlerim dolmuştu. "Pes ediyorum."

Bora'nın dudaklarında, zafer kazanmışçasına küçük, sivri bir gülümseme belirdi. "Akıllıca bir karar," dedi, sesi hâlâ soğuk ama tatmin olmuş bir tonda. Sonra kapıyı açtı ve bu sefer gerçekten çıkıp gitti.

Kapanan kapıya gülümseyerek baktım. İçimden, "İyi yaptın, kaçabildiğin kadar kaç," diye geçirdim. Ama biliyordum ki o kapıdan çıkmak, içinde kopan fırtınadan kaçmak değildi. Bora, o inatçı, dimdik duruşuyla her şeyin üstesinden gelebileceğini sanırdı. Ama bazı savaşlar vardı, en sert kabuğu bile çatlatırdı.

Aybüke'nin varlığı, Bora'nın o mükemmel kontrol duvarında bir çatlak oluşturmuştu bile. Ve ben, o çatlağın büyüyüp onu nasıl değiştireceğini merakla bekliyordum. Belki de sonunda, unuttuğu kalbinin içinde bir insan olduğunu hatırlayacaktı.

30 Kasım 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

Oy Asiye, Anadolu Rock

"Abicim beni bir salın!"

Barış'ın bağırışı evin salonunu kaplamıştı. Gülerek yanımda duran Alev'e baktığımda, daha çok gülmekten ziyade yüzünü kaplayan heyecanlı mimikleriyle kapının arkasında beklettiğimiz Barış'ı görmeye çalışıyordu. Alev'in parmakları heyecandan benim kolumu sıkıca tutmuştu.

"Aç artık," diye fısıldadı, sesi titreyerek. "Dayanamayacağım."

"Dur, biraz daha eziyet çeksin," dedim ama içimdeki heyecan onunkinden farksızdı. Bugün Alev ile Barış'ın yüzüklerini takacaktık. Elimi açtığım kapı aralığından nazikçe uzatıp parmaklarımı büküp açtım.

"Daha fazlasını istiyorum, yeşil Money."

Kapının arkasından yükselen bir oflama sesiyle Caner'in sesini duydum.

"Yemin ediyorum çocuklarının beşik parasını şu an itibariyle çıkartmış bulunuyor. Tamı tamına 1000 Dolar verdik."

Gülerek parmaklarımı hızlandırdım. Avcuma konan paralarla geri çekildim ve kapıyı açtım. Barış, üzerine giydiği takım elbisesini düzeltip Alev'e baktı ve gülümsedi. Arkasında duran Caner, onu içeriye ittirdiğinde kendine gelip eve girdi. Elinde tuttuğu büyük gül buketini Alev'e verdi. Alev, kaşlarının altından ona bakarken gözlerimi devirip gülümsedim.

"Hadi, hadi geçin içeriye."

Hümeyra annenin sesiyle salona doluştuğumuz sıra, Yonca ile kendimizi güçlükle koltuğa bıraktık. İyice belirginleşmiş karnım, Yonca'nın karnından daha büyüktü. Doğuma sayılı günlerimiz kalmıştı ve biz evet, nişan için bugünü tercih etmiştik. Alev ile Barış, onlar için ayarladığımız sandalyelere çökerken Mete, başımda dikildi.

"Ağrın, sancın, krampın var mı güzelim? Ne bileyim böyle işeyecek gibi oluyor musun?"

Gözlerimi devirip elimi sertçe Mete'nin omzuna vurdum. Mete, yüzünü buruşturarak omzunu ovalarken kaşlarımı çattım.

"Beni strese sokuyorsun, yapma," diye homurdandım. "İyiyim ben, bir şey hissettiğimde söyleyeceğim dedim ya Mete."

Mete, derin bir nefes alarak doğruldu ve annesine baktı. Hümeyra anne, sıkıldığımı anlayacak olmuştu ki Mete'yi yanımdan alarak uzaklaştırdı. Alev'e dönüp derin bir iç çektim. Gözlerimi yeniden üzerinde gezdirirken dudaklarımda buruk bir tebessüm oluştu.

"Fazla resmisin güzelim."

Zihnimde dolanan cümlesiyle tebessümüm büyüyerek geniş bir gülümsemeye dönüştü. Alev'in üzerindeki, saçlarına tezat ama bir o kadar da yakışan krem rengi bir elbise, sanki onun için tasarlanmış bir ikinci bedendi. İçimde, kan bağının yalnızca bir simge olduğunu bilerek kardeşim saydığım kadının, artık evlenip kendi yuvasını kuracak bir kadın olduğunu görmenin karmaşık duyguları dalga dalga yayılıyordu.

Çok şey yaşamıştık ve her biri, bizi birbirimize kenetlemekten alıkoymamıştı.

Her zorluk, aramızdaki bağı daha da güçlendirmiş, bizi kanın ötesinde bir 'aile' yapmıştı.

"Hepimiz hayırlı bir birleşme için burada toplandık," diye cümleye başladı, Alparslan baba. Herkes bir anda sus pus olurken Alev'in bakışları Alparslan babanın yüzünde takılı kaldı. Alev'de benim gibi aynı kaderi yaşıyordu. En mutlu anımızda yanımızda olmayan ama varlığını hissettiren o duyguyu biliyordum.

Anne ve babası yoktu, Alev'in.

Ama bizler vardık.

Alparslan babanın sesi, salonun dingin havasında yankılanırken, Alev'in yüzündeki o küçük, hüzünlü tebessümü gördüm. Bu, onun en büyük gününde, gökyüzüne bakıp kimseyi görememenin sessiz acısıydı. Ama sonra, gözleri salonda dolaştı. Hümeyra annenin ona uzattığı sevgi dolu bakışlarda, Caner'in gururlu duruşunda, benim ona doğru eğilmiş bedenimde ve hatta Yonca'nın elini tutuşumda... Evet, bizler vardık.

Biz, onun seçtiği ailesiydik.

Kan bağı değil, hayat bağıyla kenetlenmişti kalplerimiz. Alparslan baba konuşmasını sürdürürken, usulca yerimden kalktım. Alev'in yanına gidip elimi onun omzuna koydum. O an, sadece bir kardeş değil, ona söz verdiğim gibi, bir destek, bir sığınaktım. Hafifçe bana yaslandı, başı omzuma değdi. İhtiyacı olan tek şey buydu; yalnız olmadığını hissetmek.

Alparslan baba, cümlelerini bitirip yüzükleri Caner'e verdiğinde Caner, burun kıvırarak yüzükleri bana uzattı.

"Bu hikâyenin başlangıcını sen oluşturdun Eyşan, yüzüklerini takmakta sana düşer," dedi ve avcuma, yüzüklerin bulunduğu kutuyu bırakıp yanıma kaydı. Avucumda hissettiğim o küçük kutunun ağırlığı, tüm dünyayı omuzlarımda taşımak gibiydi. Gözlerim bir anlığına buğulandı. Caner'in bu beklenmedik jesti, sadece bir görev devretmek değil, ailenin tam bir güven ve onay beyanıydı. Ben, bu yüzüklerle resmen bağlanacak düğümün son ilmeğini atmak üzereydim.

Kutuyu açıp birbirine kırmızı kurdele ile bağlanmış iki yüzüğü çıkarttım. Önce Alev'e döndüm. Alev, sağ elini havaya kaldırdığında heyecandan titrediğine emin olduğum elini nazikçe kavrayıp yüzüğü, yüzük parmağına ağırca taktım.

Bir an için gözüm, Alev'in gülüşünde takılı kaldı. Yıllardır savaşın, kayıpların ve yorgunluğun arasında bir yerlerde unuttuğumuz "mutluluk" denen şey, tam da oradaydı; Alev'in parlayan gözlerinde, Barış'ın ellerindeki titremede, herkesin nefesindeki sevinçte.

Kalbim doldu, taşacak kadar hem de.

"Hatırlıyor musun, bir gün 'biz de mutlu olabilir miyiz?' demiştin. İşte cevabı burada, Alev. Bu yüzük sadece bir cevap değil; senin hak ettiğin huzurun ta kendisi. Ve ben, senin o huzuru bulduğuna tanık oluyorum," Alev'in gözleri dolduğunda gülümsedim, ama benim de gözlerim dolmuştu.

"Şimdi sadece seni birine emanet etmiyorum, Alev. Ben seni bir ömre uğurluyorum. Ama unutma, senin savaşın da sevincin de benimle bölüşülür."

Alev, tebessüm ederek Barış'a bakarken Barış'a döndüm ve burnumu kıvırdım.

"Hoş, seni takım elbiseli bir adamın yanında görmek biraz tuhaf, kabul ediyorum. Barış'ın dikkat etmesi gerekli, sonuçta sen kolay sahip olunacak bir kadın değilsin."

Salonda yükselen kahkahalarda Caner ile Mete'nin kahkahasını ayırt edebilmiştim. Barış, kafasını iki yana sallayarak bana baktı ve yeniden Alev'e bakmaya devam etti. Barış'a ait olan yüzüğü takıp aralarındaki kurdeleyi sıkıca tuttum ve derin bir nefes ettim.

"Allah tamamına erdirsin," diyerek uzatılan makasla kurdeleyi kestim. Salonda kopan alkışla Barış, Alev'in yanaklarından tutarak dudaklarını alnına bastırdı. Gülümsedim ama bir şey, içimde hafifçe sızladı. Bu evin duvarları, o kadar çok anı tutuyordu ki; her bir kahkahanın, her bir sessizliğin, her bir kaybın yankısı hâlâ içindeydi. Ve biz, bütün o geçmişin üstüne inatla bir gelecek inşa etmeye devam ediyorduk.

Alev'in parmağındaki yüzük, yalnızca iki insanı değil, hepimizi birbirimize biraz daha bağlamıştı.

Yonca ağlamamak için elini ağzına götürmüştü. Caner, gözlerini kaçırmaya çalışsa da dudaklarının kenarı belli belirsiz kıvrıldı. Ardından aklına bir şey gelmişçesine gözlerini büyüterek ellerini birbirine çarptı.

"Yenge! Makas kesmiyor yapmadın. Çabuk, kurdeleyi ortasından bağlayıp bir daha kes."

Alev, histerik bir kahkaha atarak Caner'e baktı.

"Kumandan da para almazsınız diye düşünmüştüm ben şekerim!"

Salonda patlayan kahkaha ile gülmeye başladığımda zihnimde bir uğultu oldu. İçimde derin ve sıcak bir dalganın yükseldiğini hissettim. Önce hafif bir sızlama, sonra aniden boşalan bir ıslaklık. Sanki vücudumun tüm kontrolü, doğanın kadim ve acil ritmine bırakılmıştı. Gülümsemem dondu, nefesim kesildi.

Ayağımın altındaki halıda koyu, ıslak bir leke belirdi. Elbisemin açık bıraktığı bacaklarımdan sızan sıvıyı gördüm. İçimdeki o minik, hareketli varlıklar, artık çıkma vakti geldi diye baskı yaparcasına aşağıya doğru güçlü, sarsıcı bir baskı hissettirdi. Bu bir kramp değil, bir kasılma da değildi; daha ziyade okyanusun çekilmeden önceki o derin, güçlü kabarması gibiydi. Karnım taş gibi sertleşti, bir an için nefes alamadım.

Elim istemsizce karnıma gitti. Parmak uçlarım, o sert, gergin topu hissedebiliyordu. Yonca'nın yüz ifadesi değişti, kahkahası boğazında kaldı. "Eyşan abla?" diye fısıldadı, gözleri faltaşı gibi açılarak.

"Geldi," diyebildim sonunda, sesim tuhaf bir sakinlikle çıktı. "Suyum geldi."

Odamdaki tüm neşeli gürültü, yerini elektrik dolu bir sessizliğe bıraktı. Bakışlarım Mete'de takılı kaldı. Donmuş bir şekilde birbirimize baktım. Bir başka dalga, daha güçlüsü geldi. Sırtıma ve kasıklarıma vuran bu baskıya kendimi bıraktım. Boğazımı yaran bir çığlıkla ellerimi karnıma koyduğum an Mete'nin bana atılması bir oldu.

"Eyşan!"

Mete, yere çömelmiş haldeki bedenimi kollarının arasına aldı. Yüzü bembeyazdı ama sesi kararlıydı. "Ben buradayım, bırakma kendini. Ben buradayım."

Etrafımız bir anda hareketlendi. Nasıl arabaya geldiğimi bilmiyordum ama Hümeyra annenin, "Çantası! Arabayı çalıştırın!" diye bağırdığını hatırlıyordum. Alev, hemen yanıma çömelmiş, alnıma terini silerken, "Nefes al, güzelim, nefes. Bak, böyle, nefes al, ver, al ve ver," diye tekrarlıyordu.

Bir başka dalga, daha güçlüsü geldi. Sırtıma ve kasıklarıma vuran bu baskıya kendimi bıraktım. Bu acı değil, amacı olan muazzam bir güçtü. İçimde bir yarık açılıyor, bir hayat, kendi yolunu yaparak dışarı çıkmak istiyordu. Ve ben, o yolun kapısıydım.

Gözlerimi açtığımda bedenimin sarsılarak beyaz floresanların altında ilerleyişini izledim. Dudaklarımdan kopan her çığlıkla ellerimi tutan parmaklar biraz daha kenetleniyor ve sesleri daha da karmaşık bir şekilde bana sunuyordu. Gözlerimi kapatıp açtığımda Mete'yi üzerine giydirdikleri yeşil önlükle görebilmiştim.

"Hadi yavrum ıkın!"

Ses, beynimin içinde yankılanıyordu. Floresan ışıkların acımasız aydınlığında her şey bir girdap gibi dönüyordu. Ama o ses, bir çapa gibiydi. Tüm benliğimle ona tutundum. Mete'nin ellerini sımsıkı kavradım, tırnaklarımı batırarak. Bir sonraki dalganın enerjisini hissediyor, için için büyümesini bekliyordum. Ciğerlerimdeki tüm havayı topladım, çenemi göğsüme dayadım ve tüm gücümle, hayatımın en büyük mücadelesini vermek için ıkındım.

"Dur, nefes al!"

Alabiliyor musun, Eyşan?

Ses, ince, yankılı ve metalik bir uğultunun arasından sızarak ulaştı bana. Doktorun uzaklardan gelen çağrısı değil de zihnimin paramparça olmuş labirentlerinden fırlayıp gelen bir haykırıştı. O an, bedenimle aramdaki bağın inceldiğini, neredeyse koptuğunu hissettim. Tenim, ruhuma ağır gelmeye başlamıştı.

Nefes alabiliyor musun, Eyşan!

Bu bir emir değil, kadim ve unutulmuş bir içgüdünün hatırlatılışıydı. Çok eskiden, hayatın ta kendisinden öğrendiğim bir dersi yeniden keşfediyordum. Gözlerimi, dünyaya yeniden gelircesine, ağır ağır araladım. Yüzümde, terle karışmış saçlarımın soğuk dokusunu hissettim. Ciğerlerim, aç bir canavar gibi havayı yutuyor; her nefes, ciğerlerimde çöl sıcağı gibi yanıyor, ama bir türlü doymuyordu.

Etrafımda hüküm süren karanlık, boş değildi. İçinde mavi, gümüş ve kan kırmızısı ışık parçacıkları kıvranıyor, göz kapaklarımın ardında evrenin nabzı atıyordu. Ve ben artık sadece bir beden değildim. Sadece düşünceydim, sadece sancıydım.

Kafamın arkasından bir elin bastırdığını hissettiğim an, soluğum yeniden kesildi. Boğazımdan ciğerlerime uzanan bir alev yürüyordu. Arkamda bağlanmış ellerimi fark ettiğim an, bir can çekişme dansına başladı bedenim. Hayatın sudan doğup suda son bulduğu o kadim döngüyü hatırladım. Yoksa ben de aynı döngünün son halkasında mı debeleniyordum?

Ruh, insanın dipsiz bir kuyusudur. Sen ruhunda dolaştığını sanırsın ama onun ne kadar derin olduğunun hiçbir zaman farkına varamazsın. Ta ki biri çıkıp orayı talan edene kadar.

"Eyşan!"

Mete'nin sesini duyduğum an, başım o sudan yeniden çıkartılıyordu. Bedenim yanıyor, kaslarım yırtılıyor, ruhum kaburgalarımın arasından dışarı taşmak istiyordu. Bir çığlığın nefes çeken aralı dudaklarımın arasından koptuğunu, kulaklarıma ulaşan yankısından anlıyordum. Acıdan değil, doğumun ilahi ağırlığından olduğunu görüyordum.

"Yanacaksınız, yakacaklar. Canınızın yanmasını önemsemeyecekler," diyen komutanın o soğuk ve yabancı sesi zihnimi kemirirken, boynumu saran urganın sert dokusunu hissettim. Nefesim tıkanırken, çaresiz ve bağlı ellerimle karşı koyamamanın ezikliğini yaşıyordum.

Kulaklarımda bir uğultu yükseldi. Kalp atışlarım mıydı, yoksa makinelerin mekanik ritmi mi? Artık ayırt edemiyordum. Her şey aynı titreşimde çarpıyor, içimdeki fırtına ile dışımdaki kaos bir olup beni yutuyordu. Yeniden suya gömüldüğüm an, dünya bana çelikten bir disiplinlikle karşılık verdi.

Ruhumun talan edilmiş kuyusundan; saf tutmuş yüzlerce askerin önünde, titreyen bacaklarımla, bir sıranın en önüne fırlatılmıştım. Göz ucuyla tribünlere baktığımda bana bakan anne ve babamı gördüm. Yüzleri uzak mesafeden bile sert görünüyordu ama biliyordum ki içlerinde gizli bir gurur vardı.

Yüzüme düşen bir damla ile nefesim yeniden kesildi. Talan edilmiş kuyuma geri döndüğümde bunun fazla sürmeyeceğini anladım. Çünkü yeniden nefes almaya başladığımda karanlık, etrafımı saran bir çerçeveye dönüşmüştü. Yanıp sönen ritmik mavi ve kırmızı ışıklar yüzüme vuruyor ama yerde sürünen bedenin varlığını gizleyemiyordu.

Bu, Tanrı'nın kusursuzca işlediği bir cinayetin tuvaldeki ilk boya darbesiydi.

"Mete!"

Caner'in geceyi yırtan çığlığı, bedenimde bir zelzeleye sebebiyet verirken makineden yükselen tiz bir sese karıştı.

"O benim ikizim, bırakın onu!"

Dudaklarından dökülen her feryat, Mete'nin üzerine sessizce çekilen bir örtü gibiydi. Ellerimi yüzüme yapıştırıp çığlık attığımda, Caner çoktan ekipler tarafından güçlükle uzaklaştırılmıştı. İçimi dağlayan, kemiklerimi un ufak eden bir acıyla, bu sefer soruyu boşluğa haykırdım.

"Bunu neden görüyorum!"

Artık, dizlerimin üzerine çökmüş ve sadece ağlıyordum. Zaman çözülürken gerçeklik, bir sıvı gibi akmaya devam ediyordu. Sancılar içimde dağlara dönüşüyor, her biri bir zirve, her biri bir ölüm gibi karşıma çıkıyordu.

"Hiçbir doğum ölüm değildir."

Ellerimin yüzümden sıyrılmasına yardımcı olan bir ses duymuştum. Parmaklarımın arasından benimle konuşan anneme baktım. Dudaklarında işlenmiş en güzel tebessümüyle beni izlerken dizlerini kırarak önüme çöktü. Ona baktıkça her sancı yeniden ruhumun en derinine saplanıyordu. Göğsümün içi daralıyor, kalbim koca bir taş gibi orada kıpırdamadan duruyordu.

Zaman, doğumun kan kokan sessizliğinde esniyordu.

Annemin yüzüne sabitlenmiş gözlerimi her kırptığımda tavanın beyazı, kar yağıyormuş gibi iniyordu.

"Anne," diyorum, "keşke şimdi burada olsaydın."

Sancının içinden geçerken annemin omzumdaki elini izliyordum. Gerçek miydi bilmiyorum ama hissedebiliyordum.

"Yalnız değilsin kızım," diyordu, "Hiç olmadın."

Boğazımı bir urgan gibi bağlayan çığlığı söküp atarken kafamı iki yana sallayıp yaşamın ellerine yapışıyorum. Mete'nin dolu gözlerine yansıyan aynada kendimi görüyorum.

"Dayan Eyşan, sana yalvarıyorum dayan! İki gözümün çiçeği, toprağım... ne olur bizim için dayan."

Sol gözümden akan yaşı hissettiğim an, derin bir nefes çekip dişlerimi kırarcasına birbirine bastırdım. Ellerimin arasında sıkı sıkıya tuttuğum çarşaf, yırtılmış bir duanın kenarını andırıyordu. Gözlerimi, Mete'nin gözlerinden ayırdığımda olasılıkların parlayan uçumlarımda buldum kendimi.

Eğer bir adım daha geç atmış olsaydım ölecektim.

Eğer o emri vermemiş, o kurşunu susturmuş olsaydım, ölecektim.

Eğer kalbimi değil, aklımı dinleseydim, kaybedecektim.

Her eğer zihnimde yankılanan bir çan gibi çaldı. Karanlık bir suyun içinde yüzüyormuş gibi nefes aldım. Her kabarcıkta verdiğim kararları, pişmanlıkları ve kurtuluşumu izledim.

İnsanın kalbi, Tanrı'nın sessizliğidir. Sen, her verdiğin kararda bir iz bıraktın. Bu izleri bırakmasaydın nelerin olabileceğini ve nelere sebebiyet vereceğini gördün. Öldün, şimdi yeniden doğmak için buradasın.

Ruhumun kuyusuna yansıyan o renkleri görmeye başladım. Kahverengi ve mavi boyalar, kuyunun derinliklerine doğru süzülürken gözlerimi açtım. Dudaklarımdan dökülen keskin bir çığlıkla derin bir sessizliğin başlangıcını yazdım.

"Hadi, son kez daha ıkın Eyşan. Bunu yapabilirsin!" diyen doktor ile dediğini yaptım. Sağ gözümden akan yaşla iki farklı ağlama sesi duydum. Ruhumun gözyaşları yanaklarıma dökülürken bakışlarım Mete'ye çevrilmişti. Islanmış yanaklarıyla bir bana bir de ağlayan ikizlerimize baktı.

Gözyaşları yanaklarımdan süzülürken, başım yastığa düştü. Nefes nefese, tükenmiş bir halde, ama her şeyi unutturan bir hafiflikle...

İki küçük, ağlayan evlatlarımızı, kan ve yağlara bulaşmış halde, göğsümün üstüne koydular. O an, zaman durdu. Onun sıcaklığını, çıkan o minicik ellerin titreyişini, hayatımın en büyük mucizesini hissettim. Parmaklarımdan biri, o minicik avuca değdi ve avuç içi, içgüdüsel olarak parmağıma yapıştı.

Mete, ağlayarak alnımdan öptü. "Eyşan," diyebildi sadece, sesi tamamen kısılmış halde. Sol göğsümde yatan, Mete'nin tıpatıp küçüklüğünün kopyası olan oğlumuza bakıp Mete'ye baktım.

"Mete, bu sana çok benziyor."

Mete, titreyen alt dudağını dişlerinin arasına sıkıştırıp sağ göğsümde yatan kızımıza baktı.

"Kızımız da aynı annesi gibi, pek güzel maşallah."

Gözlerimiz birbirine kenetlendiğinde Mete, gözünden akan yaşlarla kafasını belli belirsiz salladı.

"Caner haklıydı. Bu hikâyenin başlangıcı hep sendin. Ama şu an anlıyorum ki sen sadece bir başlangıç değil, her şeyin ta kendisiymişsin. Bizim evimiz, aşkımız, şimdi de bu iki minik kalp... Hepsi senin okyanusundan doğan ırmaklar," dedi ve alnını alnıma yasladı, "Ve ben, bu sonsuzluğa tutulmuş en şanslı çöl gezginiyim."

Benim canım yandı.

Senin çok yandı mı?

Anne.

-

BÖLÜM SONU

OFFFFFF! Ağlamaktan yazamıyorum lan!

Bebelerimiz doğdu, inanamıyorum! Bebeler geldi, BEBELER!!!!!

Ben daha fazla konuşmak istemiyorum. Lütfen beni yalnız bırakmayın, yorumlarda buluşalım. Her bir oy, altın değerinde veletlerimize armağan edilecektir.

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

Sultan Çakır

altı kasım iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 06.11.2025 07:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sultan Çakır / GÜVERCİN / LVIII - OKYANUSTAN DOĞAN IRMAKLAR, ŞANSLI ÇÖL GEZGİNİ
Sultan Çakır
GÜVERCİN

29.29k Okunma

1.47k Oy

0 Takip
88
Bölümlü Kitap
-AURORA-I - YEMİNII - İLK KURŞUNIII - MAVİIV - SORGUV - KANLI TÜYVI - SINIR7. BÖLÜM'DEN KESİTVII - GERÇEKDUYURU VE SOHBETKİTAP ADI VE KESİTVIII - TEKERRÜRIX - 25 SAAT 38 DAKİKA10. BÖLÜMDEN KESİTX - İSYANIN ARKASINDAKİ GÖLGEXI - YALANLAR VE İZLERİXII - SAVAŞIN SINIRINDAXIII - GECEYE SÜRGÜN AŞKXIV - KIRIK GÜVEN KOZASIXV - KIRILMA NOKTASIXVI - DUVARXVII - KANATLARI ISLAK GÜVERCİNXVIII PART I - SIRR-I MÜPHEMXVIII PART II - SÖNMÜŞ OCAK KÖZÜXIX - YÜKLÜ HATIRAXX - BÜLBÜLÜM ALTIN KAFESTEXXI - AL BAYRAĞIN GÖLGESİXXII - SONA BİR KALAA.E.BM.M.ÇXXIII - KORUN BIRAKTIĞI İZXXIV - BOZKURT VE TARUMARXXV - TEK KURŞUN SÖZÜXXVI - KARA KARIŞAN KANXXVII - ÖFKENİN KRİZ UYKUSUXXVIII - OMUZDA TAŞINAN YÜKXXIV - RUHU YUTAN BOŞLUKXXX - GERİ SAYIM SONUXXXI - YAKLAŞAN KASIRGAXXXII - HASSAS VE ZARİFXXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜII PART - XXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜXXXIV - AKREP VE YELKOVANXXXV - ŞEYTAN KILIKLI AZRAİLXXXVI - YOLUN SONUNDAKİ SAKİNLİKXXXVII - ECELİN GÖLGESİXXXVIII - OLASILIK VE KURAMXXXIX - KİMLİK KAYBIXL - BAHT VE TEKERRÜRXLI - KAYBOLAN ZAMANLAR- DUYURU -XLII - YANAN KÜLLERİN ARASINDAK.S.AA.O.ÖG.U.DGÜVERCİN HKK.XLIII - SERZENİŞİN KIYISINDAXLIV - DÜNE İÇİLEN ANT45. BÖLÜMDEN KESİTXLV - LEKE BIRAKAN İZLERMETE'DEN SİZE BİR MESAJ VAR!46. BÖLÜM'DEN KESİTBir İşçinin Günlüğü - DuyuruXLVI - KALPTEN GELEN YOL47. BÖLÜMDEN KESİTXLVII - KIRILAN SADAKAT-DUYURU-XLVIII - DİLDEKİ SÜKÛT-Duyuru-XLIX - SONUN DOĞURDUĞU İLK BAŞLANGIÇDUYURUDuyuruL - FİDES RUPTALI - ALARUM VINCULUMLII - SINAVLAR VE GEÇİŞLER-DUYURU-LIII - TANRILARIN UNUTTUĞU DÜŞÜŞ54. BÖLÜMDEN KESİTLIV - ÖLÜME GÖMÜLÜ BİR SEVDALV - EMANET VE YEMİNNeden bölüm yok - AçıklamaLVI - MÜHÜRLENMİŞ HAKİKAT57. BÖLÜMDEN KESİTLVII - SİS BÖLÜĞÜLVIII - OKYANUSTAN DOĞAN IRMAKLAR, ŞANSLI ÇÖL GEZGİNİLVIX - ŞAFAK SÖKMEDENLX - DİP KUYUSU- DUYURU -
Hikayeyi Paylaş
Loading...