86. Bölüm

LVIX - ŞAFAK SÖKMEDEN

Sultan Çakır
sultanakr

 

Helüüü, biz geldik. Nasılsınız? Umarım iyisinizdir. Bu bölümü yazarken bana ilham olan Psychedelic Anatolian Rock müziklerine çok minnettarım. Resmen yapay zekâ ile ürettikleri şarkıların müptelası oldum. Çıkamıyorum resmen dinlemekten. Sizin de dinleyerek okumanızı tavsiye ediyorum.

Sizi bekletmeden bölüme yollamak istiyorum, zira artık bazı şeylerin olması gerektiği o yerdeyiz. Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin;

-Keyifli Okumalar-

?

🙃

Bölüm Şarkıları;

Korkulacak Hiçbir Şey Yok, Bö

Yüce Dağ Başında Yağan Kar İdim, Anadolu Rock Cover

Acem Kızı, Psychedelic Anatolian Rock

Revelations, Blueneck

Açma Zülüflerin, Turkish Ritim House Rock Cover

Altaylardan Turana, Epic Anatolian Rock

Dallarımı Kırdılar, Psychedelic Anadolu Rock

Sarı Gelin, Bö & Serhat Durmus

 

🕊️

LVIX

Şafak, semanın kızıla çaldığı o ilk andan önce de başlar aslında. Sessizliğin en yoğun, karanlığın en katıksız olduğu o an, bir çatlağın habercisidir. Gecenin kadifeden koynunda, dünya kendini yeniden kuşanırken, ufukta bekleyen bir ışık vardır; sabrın ve vaadin ta kendisidir.

Önce, zifiri karanlık bir tutam incelir. Sanki dünyanın nefesi, gözle görülmez bir buğu gibi yayılır ufka. Yıldızlar, bir bir veda ederken, doğu tarafında, sanki bir fırçanın ucuyla çekilmiş gibi, soluk, billuri bir aydınlık belirir. Bu, gecenin son nefesi, gündüzün ilk duasıdır.

Sonra, o soluk çizgi, içine ateşi hapsetmiş bir sedef gibi parlamaya başlar. İçinden sızdırdığı altın ve şeftali tonları, gökyüzünün koyu lacivertine usulca karışır. Bulutlar, henüz şekilsiz gölgelerken, birden kenarlarından tutuşur. Sanki görünmez bir sanatkâr, evrenin tuvaline, ışığın en saf halini döker. Kuşlar, bu sessiz mucizeye, tek bir nota ile karşılık verir. O an, zamanın kendisi bile durur ve her şey, bu yaratılış sahnesine tanıklık eder.

Ve nihayet, güneş, ufkun eşiğinden, bir zafer alayı gibi değil, bir sevgi sözü gibi yükselir. Işık, artık bir çizgi değil, bir nehirdir. Ağaçların yapraklarında, bir damla çiyde, bir çiçeğin taç yaprağında pırıldar. Her şeyi sarmalar, bağışlar ve yeniden var eder. Şafak, bir kopuş değil, bir dönüşümdür. Karanlığın içinden süzülüp gelen bir aydınlık; umudun, ebedi ve değişmez kanıtıdır.

Lakin 1 Aralık'a bağlanan 30 Kasım gecesi, en uzun geceydi.

Sökmedi.

Şafak.

Saplanmadı şahine bıçak.

🪶

30 Kasım 2022 / El-Rukn Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi, Suriye

Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından

Korkulacak Hiçbir Şey Yok, Bö

Kaos, bir salgındır ve herkes taşıyıcıdır.

Hastalıklı düşünceye sahip bir beden, ışığın onu görmesini engellediği, cezaevinin kalın duvarları arasında duruyordu. Üzerine ikinci bir ten misali yapışmış siyah paltosunun yakalarını yukarıya doğru kaldırdı ve sol bileğindeki saate bakıp kollarını göğsünde bağladı. Hava o kadar hareketsizdi ki gökyüzü, ince bir yarıktan içeri süzülen ay ışığını bile içine çekmiş, cezaevi neredeyse nefes almayan bir canlının gövdesine dönmüştü.

Havadaki durgunluk artık tedirginlik taşıyordu. Bekleyişin ağırlığı, olası bir kıvılcımın yaratacağı yankıyı büyütüyordu.

Cezaevinin içerisi sakindi. Koridorlarda adım sesleri nadir ama derindi; tok ve ölçülüydü. Kulelerden düşen ışık demetleri zaman zaman beton zemini tarıyor, mahkumların gölgelerini dev çubuklara çeviriyordu. Kamera küçük kırmızı gözlerle yanıp sönerken, hoparlörlerden gelen aralıklı anonslar boşlukta kayboluyor; uzak bir yerde bir kapının kilidi takırdarken başka bir hücrede mırıldanan dua veya küfür rüzgâr gibi sürükleniyordu.

Tam o sırada uzak bir hücreden kısa, boğuk ama keskin bir metal sesi geldi. Ardından bir başka hücrede yatak gıcırdadı. Sesler küçük, önemsizmiş gibi yayıldı; oysa burada hiçbir ses önemsiz değildi. Durgunluğun içinde yankı büyür, büyür, sonunda ritim kazanırdı. O ritim, sabrın sonuna işaret ederdi.

Gardiyanlardan biri, kontrol koridorunda geziniyordu. Adımlarının sesi, demirin üzerine düşen saat tıklamaları gibiydi. Elindeki anahtar demetinin halkaları birbirine çarptı; çıkan ses, içerideki birkaç kişinin başını kaldırmasına yetti. Herkes sessizliğin sınırını ölçüyordu. Kimse konuşmadı.

Bir kişi hariç.

9. Hücrede kalan, mavi gözlü, sağ yanağında derin bir yarası olan kişi, parmaklarıyla demir kapıya hafifçe vurdu. İki kısa, bir uzun, üç kısaydı.

"Başlayın."

Sesi, demir kapının ardına uzanan bir büyü gibiydi. Bir hücrede birisi parmaklıkları yumrukladı; başka birinde su kabı devrildi. Sesler, birbirine çarpan taşlar gibi çoğaldı. Gecenin boğucu sessizliği yerini kısa, kesik nefeslere bıraktı.

Gardiyan, refleksle telsizine uzandı ama parmakları titredi. Çünkü artık koridorun öbür ucundan gelen uğultu bir insan kalabalığının sesine benziyordu. Hücre kapılarına vuran eller, metalin içinden yankılanan öfke, bir duanın ters çevrilmiş hali gibi yayılıyordu.

Siren sesi gecenin göğsünü yırtarken, cezaevinin kalın duvarları arasında bekleyen paltolu adam gözlerini yukarı kaldırdı. Göğsünde bağlı olan kollarını çözdü ve sağ elini havaya kaldırdı ve öne doğru hareket ettirdi.

"Şimdi," dedi.

Ve o tek kelime, geceye kaosu bulaştırdı.

Çünkü, o bir taşıyıcıydı.

Duvarların arasında onunla birlikte olan yirmi beş kişi hızla ellerindeki taramalı tüfeklerle koşmaya başladı. Duvarların arasından çıkan ilk ateş, geceyi yarmadı; gece zaten parçalanmıştı. Ateş, sadece yarıkları daha da aydınlattı. Tüfeklerin patlaması bir ritim tuttu. Küçük bir hücre kapısının açılma tıkırtısı, koridorun diğer ucundaki bakışları, adımları, nefesleri yönlendirdi.

Kulelerdeki ışıklar titredi; kameraların lensleri bir kuş gibi ürkekçe gölgeleri takip etti. Gardiyanlar ikiye bölündü. Biri kaçış yolunu kapatmaya koştu, diğeri telsizin düğmesine sertçe bastı; ses, kontrol odasında yankılandı ama dışarıdaki kargaşa içinde bir süre boşlukta asılı kaldı. Beton blokların arasında, alevlerin sıcaklığı soğuğu yuttu; duman tülbent gibi süzülüp koridorların köşelerinde kıvrıldı.

Koridorlarda koşuşturan ayaklar, metal kapılara çarpan eller, bir hücrenin arkasından fırlayan yüzlerin kısa, şaşkın ifadeleri... Hepsi aynı anda sahneye döküldü. Bazı mahkumlar küfretti, bazıları ağladı, bazıları ise sessizce bir hedefi izliyordu. Kaosun ortasında, kimi çevik eller bir ağacı andıran ortak bir hareketle etrafı sarıyor, kimi ise tek başına, kaderine meydan okurcasına ilerliyordu.

Üzerindeki paltosuyla bir gölge gibi ilerleyen adam, 9. Hücrenin önüne geldiğinde kapının önünde bayıltılmış gardiyanın üzerindeki anahtar demetini aldı. Hücreye ait olduğunu düşündüğü anahtarı parmaklarıyla kavrayarak hücreye yaklaştı. Anahtarı yuvaya soktu ve açtı.

Demir kapı büyük bir gürültüyle açıldığında içerideki adam, büyük bir adımla dışarıya çıktı ve onu çıkartan kişiye öylece baktı. Duman görmeyi zorlaştırdı, fakat karanlığın içinde gözler daha keskinleşti; her yüzün bir öyküsü, her elin bir hatırası vardı.

Sağından ona uzatılan silahı kavradı ve onun yanında ilerlemeye başladı.

Kaosun taşıyıcıları, salgını çoğaltmaya devam edecekti.

Kontrol odasındaki yetkili, gözlerini monitörlerden ayıramadı; panik bir kâğıt yığını gibi masanın üzerine düştü. Dışarıda olup bitenleri anlamlandırmak için yeterli zamanı yoktu. Çünkü içerideki olaylar birbiri ardına patlayan cümleler gibiydi; kısa, acı, geri dönüşü olmayan. Bir nöbetçi, kapıyı kapatmak için hamle yaptı ama koridorun tam ortasında yirmi beş kişilik grup onu durdurdu; göz göze bakışmaların arasında, korku ve öfke birbirini tanıdı.

Mavi gözlü adam, göğsüne kaldırdığı silahıyla nöbetçiyi alnından vurup etkisiz hâle getirdi. Yanındaki paltolu adam, büyük ve sert adımlarla kapatılamamış aralı kapıdan içeriye girdi ve yüksek önlemle korunan hücrelerin arasında yürümeye devam etti.

Tüm bu kargaşaları duyan ama tepki veremeyen biri vardı. Dudaklarında asılı kalmış bir gülümseme ile karanlıkta olsa dahi gördüğünü sandığı kapıya bakıyordu. Nefesi, bir canavarın hırıltısından halliceydi. Sanki, her şeyden haberi vardı.

Bugünü bekliyordu.

Olduğu hücrenin kapısı aralandığında yere çökmüş bedenini güçlükle ayaklandırdı ve sallanan bedenini rutubetli duvara yasladı. Titrek floresan ışığı yüzüne vurdu ve o an, ışıkla birlikte geçmişin izleri yüzüne geri döndü. Mavi gözlü adam, ileri atılarak içerideki kişiye yaklaştı ve koluna girip buradan çıkması için ona yardım etmeye başladı.

Karanlık, artık sadece karanlık değildi; içinde nefes alan, yaşayan her şeydi.

Koridora çıktıklarında, dumanın içinden sirenlerin kırmızı ışıkları geçiyor, her bir parıltı yüzlerine kısa ömürlü bir aydınlık vuruyordu. Kulelerden yükselen silah sesleri karanlığı delmeye çalışıyor, ama gecenin gürültüsü onları boğuyordu. Paltolu adam, koridorun sonundaki çelik kapıya yaklaştı. Anahtarı çevirdiğinde, kilidin sesi bir mühür gibi yankılandı. Kapının ötesinde serin, nemli ve ürkütücü gece vardı. Gökyüzü bulutlarla örtülmüş, yalnızca birkaç yıldız aralık bulup titrek ışıklarını yeryüzüne düşürmüştü.

Üçü, cezaevi avlusundan geçerken, yer yer devrilmiş projektörlerin altından süzülüp giden gölgeler gibi ilerlediler. Mavi gözlü adam, elindeki silahı hazır tutuyordu; diğerleriyle sessiz bir iletişim hâlindeydi. Kapının hemen ötesinde, motoru düşük devirde çalışan siyah bir arazi aracı bekliyordu. Farları kapalıydı, sadece sigara içen sürücünün kor ateşi karanlıkta bir anlığına parlıyordu.

Paltolu adam kapıyı açtığında mavi gözlü adam, kolundaki mahkûmu arabaya bindirdi ve öne geçti. Paltolu adam, mahkûmun yanına oturduğunda önde oturan mavi gözlü adam geriye dönüp baktı.

"Mimba'yı çıkarttın mı?" dedi, sesi boğuk bir uğultu gibiydi.

Paltolu adam cevap vermedi.

Duvarların üzerinde, kırmızı ışıkların içinde bir siluet belirdi. Paltolu adamın beklediği duvarın üstünde ve yüzlercesi yanıp söndü. Alarm kulesindeki nöbetçi, ellerini panikle havaya kaldırmıştı. O an, paltolu adam kolundaki küçük siyah kumandayı cebinden çıkardı. Başparmağını tuşa koydu. Bir saniyelik sessizlik oldu.

Dünya, nefesini tuttu.

Patlama oldu.

Cezaevi duvarı önce içe, ardından dışa doğru patladı; alev, gökyüzünü yuttu. Beton bloklar havaya savruldu, kuleler birer birer çöktü. Siren sesleri birden kesildi, yerini ölümcül bir uğultuya bıraktı. Karanlık, şimdi gerçekten yaşıyordu her nefes, her kıvılcım onun içinden geçiyordu.

Araç, sarsıntıyla birlikte geri vitese geçti. Paltolu adam başını öne eğdi, gözlerini kısa bir an için kapattı. Yanında oturan mahkûmun yüzü, alevlerin parıltısıyla aydınlandı. Yaralı, solgun ama garip bir şekilde huzurluydu.

Mavi gözlü adam, göğe yükselen alev kümelerine baktı.

"Bitti," dedi, kısık bir sesle.

Arka koltukta oturan adam, kafasını iki yana salladı. Gözleri, alevin içindeki gölgeler gibi hareket etti; sessizdi, ama içinde bir yemin yankılanıyordu.

Korkulacak hiçbir şey yok...

"Hayır," dedi, sesi sanki alevlerinden içinden geçiyordu. Bakışlarını cezaevinin yanık cesedinden çekti ve ön koltukta oturan mavi gözlü adamın ensesine baktı. "Asıl şimdi başlıyor."

30 Kasım 2022 / Şırnak

Mete Mert Çakır, Ağzından

Yüce Dağ Başında Yağan Kar İdim, Anadolu Rock Cover

Zaman, bir yara iyileşirken nasıl kabuk bağlarsa öyle geçiyordu. Ama her kabuk, altında taşıdığı anının ağırlığıyla bir iz olarak kalıyordu sende. Ve belki de insan, en çok bu izleriyle insandı.

Vücudumdaki her yara, savaş alanlarından, çarpışmalardan kalan hatıralar gibiydi. En derinleri daha dün gibi sızlarken, en acımasızı, görünmeyeni, kalbimin tam orta yerine gömülüydü. Kaybetmek... Nefesimi kesip aklımın iplerini koparan, zihnimin karanlık dehlizlerinde Bozkurt adını verdiğim o sanrıyı besleyen korkuydu. Ezelden beri onunla dolup taşan kalbim, tek bir varlığın adıyla da atmayı öğrenmişti: Asena Eyşan Çakır.

Gözlerimi kapattığımda, ilk karşılaşmamız bir mermi gibi saplandı beynime. O, küçücük bedenine giydirilmiş o absürt askeri üniformayla, yerdeki sarsılmış, oyun oynayan bedenime inat, dimdik ayakta duruyordu. Toprak gibi sıcak, toprak gibi sırlarla dolu bakışları bana dikilmişti. O bakışlarda, o an için sadece çocuksu bir merak olduğunu sanmıştım.

Ama yanılmıştım.

O toprağın bir balçık gibi sadece bedenimi değil, ruhumu da sarmalayıp, onun varlığıyla yeniden yoğrulacağımı hissedememiştim. Uyurken aramıza koyduğum o oyuncak tankın, aramızda çizilmiş sembolik bir sınırdan öte, bir gün gerçek bir kader çizgisine, hayat ve ölüm muhasebesine dönüşeceğini nasıl bilemezdim?

Zihnimin gri amfisinde, zamanın iki farklı perdesi aynı anda açıldı. Solumda, geçmişin sahnesi yeniden canlanıyordu. Yerde, şaşkınlıkla oturan küçük Mete ve onun karşısında, geleceğin ağırlığını daha o günden sırtlanmışçasına ayakta duran minik Eyşan. Çürük dişlerine inatla gülümsemekten asla vazgeçmiyordu.

"Adın ne?" diyordu. Elini uzatıp çürük dişlerini bana göstermek için daha da eğiliyordu. "Benimki Eyşan, senin ne?"

Sağımda, onu yeniden bulduğum sahneyi görüyordum. Her şeyin değiştiği o anı; yetişkin Mete ve karşısında, artık büyümüş olan Eyşan. İsminin alındığı, bakışlarının değiştiği, değişmek zorunda bırakılan o kadını izliyordum. "Ben Asena Gündüz," diyordu ama biliyordum adı, Asena Eyşan Boduroğlu olacaktı.

Ve tam ortamda, iki zamanın, iki benliğin kesiştiği o kritik noktada, bir başka gerçeklik daha beliriyordu. Üzerindeki hâki yeşili elbise, hayatın ve savaşın rengi gibiydi. Ayakta duruyor, elleri karnındaki yeni hayatın şişkinliğine yaslanmıştı. Ama onu asıl ele veren, gözlerindeki ifadeydi. Bana bakıyordu. Ve o bakışlarında, tanıdığım, içimde taşıdığım o amansız ürkeklik vardı. Korkunun, sevginin, sorumluluğun ve kocaman bir belirsizliğin birleştiği bir noktaydı o bakış. Geçmişin yaraları, şimdinin karmaşası ve geleceğin korkusu, tam da o anda, karımın gözlerinde somutlaşıyordu.

Bu, sadece bir an değil, hayatımın tüm döngüsüydü. Ve ben, bu döngünün tam merkezinde hem yaralı çocuk hem koruyucu baba hem de korkularıyla boğuşan bir adam olarak duruyordum.

"Geldi," dedi. Gözlerimin büyüdüğünü hissettim. "Suyum geldi."

Aralı dudaklarından kopan bir çığlıkla ona nasıl atıldığımı hatırlayamıyordum. Ellerimin hızını algılamakta zorlanıyordum. Onu nasıl kaldırdığımı, nasıl evden çıktığımızı, ne ara hastaneye vardığımızı bilmiyordum. Tek bildiğim, onun sağlıklı olmasıydı. Tek düşüncem, doğacak çocuklarımızın sağ salim gelmesiydi. Tek gayem, Asena Eyşan Çakır'ın varlığını, varlığımdan ayırmamasıydı.

Zihnimdeki Bozkurt'un pençelerini gözlerimden çektiğini, Eyşan'ın gözleri kapandığında anlayabilmiştim. Ameliyathanenin içinde attığı çığlıkları susmuş ve derin iç çekişlere dönmüştü. Ellerini sıkıca tutarak ona eğildiğimi hatırlıyordum.

"Eyşan!"

Derin, belki de kulaklarımı sağır edecek bir çığlık bırakmıştı. Gözleri, neredeyse kapanacak kadar kısık ama bir o kadar da her şeyi görebilecek kadar açıktı.

"Mete Bey, onu uyanık tutmanız gerekiyor. Zor bir doğum olacak, bilincinin açık kalması gerekli."

Hemen solumda ama sanki uzaktan gelen doktorun sesiyle dişlerimin birbirine kenetlendiğini hissettim. Bozkurt'un pençesi, yanağıma geçirilmiş sert bir yumruk gibiydi. Acıyla gözlerimin dolduğunu fark ederken Eyşan'ın alnında birikmiş terleri sildim.

"Onlara hiçbir şey olmayacak, kapa çeneni!" dedim, doktora ithafhen.

İşte o an Eyşan'ın gözleri irice açıldı. Gözlerindeki yorgunlukla sol gözündeki yaşın süzülmesini izledim.

"Dayan Eyşan, sana yalvarıyorum dayan! İki gözümün çiçeği, toprağım... ne olur bizim için dayan," dediğimi hatırlıyorum. Ellerimin parmaklarına kenetlendiğini, Eyşan'ın haykırarak tırnaklarını elime geçirmesini, kapanmış gözlerine rağmen gözünden akan yaşları izlediğimi görüyordum.

Canım, ruhum, toprağım, gözyaşım, vuslatım, karım, çocuklarımın annesi.

Dayan.

"Ömrüm, bizim için dayan."

Ve işte o an, zamanın tüm çizgileri bir noktada eridi. Geçmişte yerde oturan o küçük, korkmuş şaşkın çocukla, şu an ellerinde bir hayat mücadelesi tutan adam aynı kişiydi. Yaralı çocuk, koruyucu baba ve korkularıyla boğuşan erkek, hepsi bendim. Zihnimdeki Bozkurt'un kükreyişi, Eyşan'ın her bir çığlığıyla biraz daha sustu. Onun acısı, benim korkumdan daha gerçekti. Onun nefes alışı, benim tüm geçmiş yaralarımdan daha değerliydi.

Zihnimin içinde yer alan bütün anılarımı bir bıçak misali yırtan bir bebeğin ağlama sesiyle gözlerimin yandığını hissettim. Eyşan, gözlerini açtığında ve sağ yanağından bir yaşın aktığını bana gösterdiğinde ikinci damlanın ruhuma sızdığını fark ettim. Dudaklarındaki acıyla karışık gülümsemenin bütün kabuk bağlayan yaralarımı deştiğini hissettim.

"Saat 21:00. İlk doğan bebeğiniz Bilge Kaan Çakır."

O an anladım ki hayat, kabuk bağlayan yaralardan ibaret değildi. Asıl mesele, o yaraların üzerine ne inşa ettiğindi. Ben, Eyşan'ın gözlerinde kendi hikayemi taşıyan o küçük kızın karşısında duran adam değildim artık. Ben, onun gözlerinde kendi çocuklarımın hikayesini yazmaya hazırlanan bir baba, bir eş, bir insandım.

"Aralarında yalnızca on iki saniye farkla doğan ikinci bebeğiniz ise Toprak Luna Çakır."

Başımı sola doğru çevirdiğimde o küçük çocukların benliği silindi. Dudaklarından dökülen nefesleriyle ağlayan, iki evladı izledim. Üzerlerindeki kan ve ıslaklığı önemsemeden Eyşan'a doğru getirdiler. Göğsüne koyduklarında güldüğümü ama ona rağmen ağladığımı dişlerime ardı ardına dökülen yaşlarla anlayabilmiştim.

"Eyşan," diye fısıldadığımda, Eyşan, gözlerini evlatlarımızdan çekip bana baktı.

"Mete, bu sana çok benziyor," dedi.

Oğlumuzun ne kadar bana benzediğinden bahsederken kızımız, annesinin parmağını avcunda hapsettiğinde alt dudağımı dişledim. Kızımın ona olan benzerliğinden haberi yok muydu benim karımın? Toprağımdan bir parça dünyaya gelmişti. Ağlayarak ve gülerek alnımı Eyşan'ın alnına yasladım. Gözlerimin odağındaki yıldızıma ve etrafımızı saran iki ağlama sesine odaklandım.

Evren, sayısız boşluktan ibaretti ve ben, orada bir yuva kurmuştum.

O evrenin boşluğunda Bozkurt'un pençesinin savrulduğunu ve bir anının önüne fırlatılışımı izledim. Karşımda duran, bana öfkeli gözleriyle bakan babamı gördüm. Onun öfkesine rağmen gözlerimin yanışını yeniden yaşadım.

"Ben artık savaşmak istemiyorum," dedim, sesimdeki cam kırıklarıyla. "Ben karımla mutlu olmak istiyorum. Çocuklarımı sağ salim kucağıma almak istiyorum. Annesiz..." gözlerim dolduğunda çatık kaşları gevşedi. "Büyümenin ne demek olduğunu öğrenmelerini istemiyorum."

Babamın gözlerindeki öfkenin kırıldığını gördüm.

"Annesiz büyümenin ne demek olduğunu biliyorum," dedi. "Senin annen de... Her ne kadar şu an yaşıyor olsa da anneniz, size bir çocukluk borçlu."

Kaybettiğim zamanları nasıl geri alabilirdim ki? Caner'in değişmesi, benim Eyşan'ı ararken ki umutsuzluğum... bize senelerimizi kaybettiren bu öfkeyi içimden nasıl söküp atabilirdim?

Gözlerimi kapatıp dudaklarımı araladığımda sert sözlerini dinlemeye devam ettim.

"Ben de adaleti senin gibi dışarıda aradım evlat! Ama o dışarıda aradığın adalet emin ol, her şey bittiğinde seni o eski haline döndürmüyor."

Ağır ağır gözlerimi açtığımda uzunca babama baktım. On yaşımdaki halimin uzakta beliren ay yıldızlı bayrağa sarılı tabutu getirmelerini izlemesini seyrettim. Babam, elini omzuma koyduğunda annesiz büyümenin ne olduğunu hatırladım.

"Elinden her şeyini aldıklarında geriye sadece kim olduğun kalır oğlum," dedi, babam. İşte o an, gözlerindeki aynada onu izledim. Eşini kaybetmenin ne demek olduğunu, çocukları ile ne yapacağını bilemediğini ve çaresizliğini gördüm. Onun bana öğrettiği şeyleri aslında öğrenmek istemediğimi, onun ne kadar çabalasa da benim inatla onu her zaman kırdığımı fark ettim.

Bozkurt, pençelerini kazıyarak beni o anıdan uzaklaştırırken ameliyathanenin kapısı önünde bekleyen insanlara baktım. Babam ile gözlerimiz kesişirken dolu gözlerine inatla bana bakmaktan çekinmediğini gördüm. Bir çocuk, insana gerçeği en çıplak haliyle gösteriyormuş. Bir baba, kendi varlığını çocuğunun nefesinde bulurmuş.

"Arkanı dön."

Dudaklarımda yorgun bir tebessüm var oldu.

"Sırtımı mı sıvazlayacaksın yoksa oradaki yaralarımı mı sayacaksın?"

Babam, bir anda yakalarımdan tutup kendine doğru çekti. Alnımdaki saçların, alnına değdiğini hissettim.

"Senin gibi bir asker, hangi cehennemin taşını kaldırdı da altından çıktı, ha eşekoğlueşek?" diye bağırdı. "Ne yaptığını sanıyorsun? Karını mı koruyorsun, kendini mi yok ediyorsun? Kimden emir aldığını, kimin askeri olduğunu unuttun mu?"

Bu zamana kadar babam bana hep sinirliydi. Belki de sınırları esip geçtiğimdendi.

"Bende babamın bana laf sokması nerede kaldı diyordum," diye fısıldadım.

Ellerinin bir an için titrediğini gördüm. Gözlerinin en derinindeki bakışın nasıl kırıldığını izledim.

"Babansa, susup dinleyeceksin."

O anladım ki insan, bir evladın kalbinde yeniden doğuyormuş.

Babam, Eyşan ile Yonca'yı aynı odaya aldıklarında bana bakıp omzumu sıvazladığında gözlerindeki aynada kendimi izledim. Ben eskiden cesareti, kurşunların arasında tanımlardım. Şimdi biliyorum, cesaret o değilmiş. Cesaret, bir babanın gözlerinde kendini baba olarak görmekmiş.

Bunu, çok geç anlamıştım.

Özür dilerim, baba.

🥹

30 Kasım 2022 / Şırnak

Yazar, Ağzından

Toprak, demir kokuyordu. Bu, yağmurun yıkayamadığı, güneşin kurutamadığı bir kokuydu; toprağın derinliklerine işlemiş, onunla beslenmiş bir lanetti.

Hastanenin önünde ani frenle duran araçtan ilk inen Caner ile Mete'ydi. Arkalarındaki iki araçtan fırlayan Bora ve Barış, hızla acil servis kapısına koşup bekleyen sağlık ekiplerini çağırdı. Bu sırada Alev ile Mete, arabanın arka kapısından Eyşan'ı çıkarmaya çalışıyordu. Herkesi büyük bir telaş sarmıştı ki, diğer araçtan inen Yonca'nın pantolonunun ıslandığını Hümeyra Çakır ilk fark eden oldu.

"Kubilay! Yonca'yı tut!" diye bağırdı.

Hümeyra'nın çığlığını, Yonca'nın keskin feryadı takip etti. Geceye karışan bu ikinci çığlık, ilkinden daha acil, daha dehşet dolu bir anlam taşıyordu. Osman ise büyük bir soğukkanlılıkla, koşarak getirdiği ikinci sedyeyi onlara doğru taşıyordu.

Eyşan ile Yonca, farklı sedyelerde, farklı ameliyathanelere alınırken Kubilay ile Mete'de onlarla içeriye girmişti. Hümeyra Çakır, Alparslan Çakır, Barış, Alev, Bora, Ahmet, Osman, Deniz, Ayda, Cemile, Caner, Lara ve Kartal; ayakta kalmış bir şekilde öylece ameliyathanenin kapısında kalakalmıştı.

Koridorun buz gibi beyaz ışığı altında, onlarca çift göz, o kapıya dikilmiş, nefeslerini tutmuş bekliyordu. Her biri kendi korkusunu, diğerinin göz bebeğinde seyrediyor; her biri, içlerinden yükselen duaları, diğerinin sessiz çığlığıyla bastırıyordu.

Hümeyra Çakır, Alparslan Çakır'a baktığı sıra Alparslan Çakır, sağ kolunu kaldırdı ve karısını göğsüne doğru çekti.

"Korkma. Allah'ın izniyle sağ salim çıkacaklar oradan," dedi, sesi koridorun gergin sessizliğinde bir sığınak gibi çınlayarak. Ardından yüzünü karısına eğdi ve gülerek daha sıkı sarıldı. "Görüyor musun hatun? Bir zamanlar Yağmur Boduroğlu'nun Eyşan'ı doğurması için beklemiştik. Şimdi ise Eyşan, içerideki oğlumuzla kendi evlatlarını doğurmak için orada."

Hümeyra, gözünden akan yaşlara rağmen gülerek Alparslan'a sarılmaya devam etti.

Lara, bir yandan Caner'in, bir yandan Kartal'ın koluna öyle sıkı yapışmıştı ki, parmakları eklem yerlerinden ağrıyordu. Caner, alt dudağını dişleyerek ona baktı. Lara'nın doğumuna bir ay kalmıştı. Ve yakında, içerideki o belirsizliği, aynı çaresizlikle hissedecek olan onlar olacaktı. Bu düşünce, Caner'in yüreğine buz gibi bir iğne saplanmış gibi hissettirdi. Derin bir nefes alıp gözlerini kapattı.

"Ne olur," diye geçirdi içinden. "Hiçbirine bir şey olmasın."

Bekleyiş, uzun sürdü.

Alev, Barış'ın beline sarılmış bir şekilde yeri izlerken, Osman, sırtı duvara yaslı elleri açık dua ediyordu. Aralı dudaklarından dökülen mırıltılar, belki de göğe yükseliyor ve Tanrı'nın evine bir çağrı gönderiyordu. Bora ve Ahmet, yüzlerindeki mimiksiz ifadelerle birbirine bakıyor ama gözlerindeki endişeyi saklayamıyordu. Hepsinin tek bir dileği vardı. Her birinin sağlıklı bir şekilde kurtulmasıydı.

Gece en koyu halini aldığı an, yeni doğan bir hayatın çığlığı ve dökülen kan, şafağın getireceği hesabın habercisi oldu.

Saat, 21:00'du.

O an, her şeyi unuttular. Çığlıklar, kan, telaş, korku... Hepsi, o cılız, titrek, ama bir o kadar da güçlü sese yenik düştü. Bu ses, toprağın kanla beslenmiş lanetini bir anlığına boğan, yağmurun ve güneşin yapamadığını yapan bir arınmaydı. Hayatın ta kendisi, en vahşi, en ilkel haliyle, o buz gibi koridora indiği darbeyle çınlıyordu.

Ve ardından, dünyaya ilk gelen, Bilge Kaan Çakır oldu.

Alparslan Çakır ve Hümeyra Çakır, dudakları aralanmış bir şekilde birbirlerine bakarken Alparslan Çakır, kaşlarını kaldırarak dolu gözleriyle yüzünü, ameliyathanenin kapısına çevirdi. Caner, kahkaha atarak Lara'ya sarıldığı an, Bora ile Ahmet'te gürültüyle birbirlerine sarıldı.

İkinci bir bebeğin çığlığı yükseldiğinde herkes kapının önünde birbirlerine kenetlendiler.

Tam o ilk çığlığın saflaştırdığı havada, ikinci bir nefes yükseldi. Bu, ilkinin güçlü ve kararlı çağrısına yanıt gibiydi; daha yumuşak, daha ılık, tıpkı sabahın ilk ışıkları gibi. Sesi, bulutların arasından sızan güneşin, yeryüzündeki çiğ tanelerini yakarak ateşe dönüştürmesi gibi, koridordaki donuk endişeyi eritti. İçeriye, ameliyathanenin steril beyazlığına, altın rengi bir sıcaklık yayılmıştı sanki.

Ve o an, ikinci gelen bebek Güneş Eşver oldu.

Deniz ve Osman, gülerek birbirlerine bakarken gözlerindeki yaşları hiç kimse tutamıyordu. Bir ağlama sesi daha yankılandı, hastanenin duvarları arasında. Onun çığlığı, diğerlerinin aksine, keskin ve güçlü değil; derin ve titrek bir fısıltıydı adeta. Soluğu, gecenin en koyu yerinden sızan bir ışık gibi, koridordaki sevincin üzerine ince bir tül gibi serildi. Onun var oluşu, bir zafer çığlığı değil, bir vedanın kenarına düşmüş inci bir damla gibiydi; hüzünlü ama bir o kadar da büyüleyici.

Ve o an, üçüncü bebek, adına yakışır bir ağırbaşlılıkla, Toprak Luna Çakır oldu.

Ameliyathanenin kapıları silik bir sesle açıldığında küçük bir kuvöze alınmış, Güneş bebek çıkartıldı. Arkasından onu takip eden Kubilay ile sedyede getirilen Yonca vardı. Deniz ile Osman hızla atılırken peşlerinden onu takip eden Toprak Luna bebek ve Bilge Kaan bebek takip etti. Mete, sedyede yatan Eyşan'ın elini sımsıkı tutmuş bir şekilde ilerlerken bakışlarını anne ve babasına çevirdi.

"Anne, bebeklerle gidin, Eyşan ile Yonca'yı normal odaya alacaklar," dedi ve Eyşan'ın elini bırakmadan yürümeye devam etti. Herkes bebeklerin peşinden giderken yalnızca Alev ve Ayda, odaya alınmak üzere götürülen Eyşan ile Yonca'nın peşinden koşmuştu.

Odaya alınan Eyşan ile Yonca'nın etrafını kısa sürede Hümeyra Çakır ve peşinden gelen Güvercin Timi sardı. Her birinin gözünde, yeni bir hayatın mucizesine tanıklık etmenin paha biçilmez parıltısı vardı. Bir sessizlik içinde, kadim bir ritüeli yerine getirircesine, Hümeyra Hanım elindeki iki küçük kırmızı kurdeleden birini Alev'e uzattı. Alev, kurdeleyi Yonca'nın saçlarına zarifçe geçirip bağlarken, Hümeyra Çakır da aynı hassasiyetle Eyşan'ın alnına, saçlarının arasına, nazarlardan koruyacak incecik bir kırmızı şerit yerleştiriyordu.

Bu dokunaklı anı, elleri iki yanında, donup kalmış bir şekilde izleyen Mete'nin omzuna dokunan bir el böldü. Sağına döndüğünde, gözleri buğulanmış Caner'i gördü. Caner, gözlerini hızla kırpıştırdı, sonra ellerini Mete'nin kollarının üzerine koydu.

"Allah analı babalı büyütsün ikizim," diye fısıldadı, sesi yüklü duygulardan dolayı kalınlaşmıştı.

Bu sözler, Mete'nin içindeki tüm duygu barajını patlattı. Aniden, dolu gözleriyle Caner'e sarıldı. Caner de onu sıkıca kucaklarken, Mete'nin sesi boğuk bir şekilde kulağına ulaştı.

"Darısı başına, canımın yarısı. Allah sana da bu duyguyu, bu mutluluğu en güzel haliyle nasip etsin."

Caner, "Âmin," diyerek Mete'den ayrıldığı sırada içeriye giren hemşireler bebekleri getirmişti.

"Evet, onları görmek için sabırsızlandığınızı duyduk ve hemen getirelim dedik," dediler ve küçük sedyenin içindeki bebekleri, annelerinin yanlarındaki boşluğa yerleştirdiler. Koca koca adamlar, kendilerinin iri olmalarını önemsemeden bebeklerin olduğu sedyelere eğildiklerinde arkalarından gelen homurtuları duymazlıktan geldiler.

"Ya! Çekilin biraz da bizde görelim," dedi Alev.

Barış, kaşlarını kaldırmış bir şekilde gözleri kapalı bebeklere bakarken kafasını iki yana salladı.

"Ulan bunlar kedi yavrusuna benziyor," dediği an kafasına yediği şamarlarla susmak zorunda kalmıştı. Mete, kaşlarını yapmacık bir sinirle çattı.

"Daha el kadar bebeklerin yanında beni küfrettirme Barış, adam akıllı duanı et kenara çekil."

Tam o sırada Alparslan Çakır, derin ve uyarıcı bir öksürük sesi çıkardı. Bu, odadaki tüm gürültüyü anında kesen, otorite dolu bir sesti. Erkekler, bir anda birer ikişer kenara çekilip yaşlı çınara yol verdiler. Alparslan Bey, cebinden çıkardığı üç altını, her bir bebeğin kundağına nazikçe iliştirdi. Sonra, titrek ama güçlü elleriyle ilk olarak Bilge Kaan'ı kucağına aldı. Bebeğin minik yüzüne bakarken, gözlerinde yılların yorgunluğunu silip atan bir ışık parladı.

Kaşlarının altından Mete'ye baktı. Gözlerinde, zamanın ötesine uzanan bir sevgi ve bilgelik vardı.

"Senin bebekliğine çok benziyor," diye fısıldadı, sesi bir anı nehrinin usulca akışı gibiydi ve yeniden kucağındaki bebeğe döndü. Dudaklarındaki küçük tebessüm, bir güneş misali genişledi, yüzünü ısıtan sıcak bir ışığa dönüştü.

Küçük, ağır adımlarla yürüdü ve başını kaldırıp Mete'nin tam önünde durdu. Oğluyla torunu arasında yaşayan bir köprü gibiydi. Kucağındaki minik yükü, bu dünyadaki en kıymetli emaneti uzatır gibi, Mete'ye doğru hafifçe uzattı.

"Bir baba, evladının asla zarar görmesini istemez. Al kucağına, korkma."

Odayı, Alparslan Bey'in bu jestine saygıyla eğilen bir sessizlik kapladı. Herkes, bu nesiller arası geçiş anına, bu yürekten yüreğe aktarılan mirasa tanıklık ediyordu. Mete, derin bir nefes alıp tuttu ve babasının uzattığı oğlunu ilk kez kucağına aldı. Bebeğin hafifliği ve kırılganlığı karşısında içi ürperdi. Sol koluyla minik bedeni güvenle kavrarken, sağ elinin avucuyla da çaresizce sallanan başını, dünyadaki en değerli hazineyi taşıyormuşçasına bir hassasiyetle destekledi.

Tam o sırada kaşlarının altından Eyşan'a baktı. Hümeyra Çakır, çoktan onun kucağına Toprak Luna'yı vermişti bile. Eyşan'ın dudaklarındaki o saf, yorgun ve muzaffer gülümsemeyi gören Mete, gözlerini kapadı. Burnunu oğlunun ipeksi yanağına usulca değdirdi ve ciğerlerine çektiği o saf, sütümsü, yeni hayat kokusunu içine sindirdi. Aldığı o kokuyla gözlerini açtı ve tekrar Eyşan'a baktı.

"Çok güzel kokuyorlar," dediler aynı anda, sanki tek bir yürek iki ayrı bedenden konuşuyordu.

Bu ahenkli sözlerin üzerine Hümeyra Çakır, kıkırdadı. Eşine sımsıkı sarılarak başını salladı, gözlerinde binlerce anı ve tecrübe parıldıyordu. Kubilay, Yonca'nın yanına oturmuş bir şekilde kucağındaki bebeğiyle Yonca'nın alnını öperken Hümeyra Çakır, gülümseyerek onlara baktı.

"Cennetin kokusu derler," diye fısıldadı, sesi sevgi ve hüzünle titreyerek. "Fırsatını buldukça içinize çekin. Saklayamazsınız, bir ay sonra o büyülü koku uçup gidiyor."

Oda, bu kez birbiri içine geçmiş sevgi katmanlarıyla, sıcak ve dokunaklı bir sessizliğe büründü.

30 Kasım 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

Acem Kızı, Psychedelic Anatolian Rock

Derler ki hayat, bir nehirde sürüklenen rüzgârın kapıp savurduğu, suyun taşıdığı, şans eseri bir kıyıya vuran yaprak misali gelirmiş. Ben de öyle olacağını sanmıştım. Ta ki o küçücük ağırlık göğsüme yerleşene kadar.

Hayat bir yaprak değil, bir kök salmaktı. Öyle rastgele, savruk bir sürükleniş değil; bir çınar gibi toprağa tutunmanın, dallarını göğe uzatmanın ilk titreyişiydi. O minik eller, senin ruhunu tutan en güçlü kıskaçlara dönüşüveriyormuş.

Ve ben çok korkuyordum.

Ama bu, bir şeyi kaybetme korkusu değildi. Bu, bir emaneti taşımanın, bir kalbi dış dünyanın sertliğinden korumanın kutsal telaşıydı. Her nefes alışında, "Varım," diye fısıldıyordu. Ve sen, onun o var oluşunun en büyük sebebi olduğunu bilmenin ağırlığı ve gururuyla doluyordun.

Toprak Luna'nın nefes alışını hissediyordum. İncecik, bir kelebeğin kanat çırpışı gibiydi. İçimde büyüttüğüm o sıcaklık, şimdi kollarımdaydı. Dokuz ay boyunca hissettiğim o gizemli varlık, artık tenimde, nefesimde, her şeyimdeydi. Bu, tanımlanamaz bir duyguydu. Bir parçan senden ayrılıyor ama asla gitmiyordu. Tam tersine, seni daha çok 'sen' yapıyordu.

Ve biliyordum ki artık ben sadece Eyşan değildim. Ben bir sığınaktım, bir yuva, bir anneydim.

Mete'nin kucağındaki oğlumuzu tutuşunu gördüğüm an, kalbimdeki bombardıman çarpıntıları tutmak için çaba göstermedim. O iri, güçlü elleri, oğlumuzun minicik başını tutarken titriyordu. Ve yine biliyordum ki o da sadece Mete değildi. Bir dayanak, bir çatı, bir babaydı.

Biz, küçüklükten beri alnımıza yazılmış bir kaderin, bizi birleştirdiği son yazgıydık. Aynı kökten filizlenen iki ağaç gibi, aynı toprakta, aynı gökyüzüne doğru büyüyecektik.

Bizimle aynı odada sessizce bekleyen hemşirelerden biri, ağır ve sakin adımlarla bize yaklaştı. Yüzünde, bu özel anın kutsallığını bilen bir tebessüm vardı. Herkesin bakışları ona çevrilmişti.

"Artık annelerin bebekleri emzirme vakti geldi," dedi, sesi odayı dolduran tüm duygusal gürültüyü yatıştıran yumuşak bir melodi gibiydi. "Lütfen erkekleri dışarıya alabilir miyiz?"

Bu sözlerle odada bir ayrışma başladı. Hümeyra Anne, Alev, Ayda ve Cemile, sakin bir şekilde yerlerinde kaldılar. Onlar, bu kutsal ana eşlik edecek, rehberlik edecek kadim bir çemberin bekçileri gibiydiler.

Diğer tüm erkekler, bir anlık bir tereddüttün ardından usulca dışarı çıkmaya başladı. Mete ise küçük adımlarla yanıma geldi. Kucağındaki Bilge Kaan'ı, dünyanın en kıymetli hazinesini taşıyormuşçasına bir özenle bana uzattı. Onu kollarıma aldığım an, dudaklarını alnıma sıcacık bir mühür gibi bastırdı. O temas, "Ben buradayım," diyen sessiz, güçlü bir sözdü. Sonra, dönüp kapıya yöneldi, Kubilay'ı da yanına alarak odadan çıktı. Kapı usulca kapandı ve oda, bize kaldı. Dış dünyaya ait olan her şey perdenin arkasında kalmıştı. Geriye, en ilkel, en güçlü bağın kurulacağı o kutsal sessizlik kalmıştı.

Odadaki hemşirelerden biri Yonca'ya ilerleyip yanında durdu. Yonca, kucağındaki Güneş'i iç güdüsel olarak emzirmeye başladığında dudaklarımda büyüyen tebessüm ile kucağımda yatan bebeklere baktım. Hümeyra anne yanıma yaklaşıp yardım etmeye başladığında alt dudağımı ısırdım.

Aç kurtlar gibi kapalı gözleriyle göğsüme saldırdıklarında gülerek gözlerimi kapattım. Bu, çok değişik bir duyguydu.

"Neden kendimi bir inek gibi hissediyorum," diye fısıldadığımda Alev, gülerek ağzını kapattı. Odanın içinde yankılanan sessiz kıkırtılar, dudaklarımda büyüyen gülümsemenin öylece asılı kalmasına neden olmuştu. Küçük elleriyle bedenimi avuçlarken, tırnaklarıyla tenimi çizmelerini umursamıyordum.

"Sıklıkla emzirmeye ve emzirdikten sonra gazlarını çıkartmayı unutmayın," dedi hemşire, biz bebekleri emzirirken. "Emzirme işleminiz bittikten sonra babaları içeriye alıp bebeklerin nasıl gazını çıkartmaları gerektiğini öğreteceğiz."

Hemşirelerin verdiği bilgiyle kafamı salladım ama bakışlarım bir an olsun yavrularımdan ayrılmamıştı. Kısa bir süre bebeklerin ağzı göğsümden düşerken hemşirelerden biri kapıya yaklaşıp Mete ile Kubilay'ı çağırdı. Odaya yalnızca Mete ile Kubilay'ın girmesini beklerken arkalarından içeriye dalan Güvercin Timini görmek, beni nedense şaşırtmamıştı.

"Evet, şimdi bebeklerinizi kucağınıza alıp başını omzunuza yaslayın," dedi hemşireler, Kubilay ile Mete'ye bebekleri verirken. "Sağ elinizle sırtını sıvazlarken sol elinizle de destek olun."

Kucağımdaki Toprak ile kalırken Caner'e bakıp kaşlarımı kaldırdım.

"Sen niye dikiliyorsun orada? Bir ay sonra sizin de çocuklarınız doğacak. Gel, pratik yapmış olursun."

Caner, gözleri irileşmiş bir şekilde bana bakarken Mete'ye bakıp çenemle Caner'i işaret ettim. Mete, eli dolu olduğu için Bora'ya kafasıyla işaret verdi. Bora, Caner'i kolundan tutup yanıma yaklaştırdı ve Yağmur'u alması için onu hareketlendirdi. Caner, ürkütücü bir yavaşlıkta Toprak'ı almaya ürkerek yaklaştı. Dikkatlice kucağına aldığında yüzünde korkunç bir mimik vardı.

"Yok ben yapamayacağım, ya canı acırsa?"

Odada kahkahalar yükselirken Lara, Caner'e yaklaşıp nasıl tutması gerektiğini gösterdi. Caner'in yüzündeki korktuğunu gösteren mimikler bir bulut misali kaybolurken gözlerindeki naiflikle Toprak'a baktı. Toprak, başını Caner'in omzuna yasladığında Caner, küçük hareketlerle sırtını sıvazlamaya başladı.

İlk gazını çıkartan Kubilay olmuştu.

"Hoppala!" dedi, Deniz. "Mete abi önceliği senden beklerdik."

Mete, gülerek kucağındaki Bilge Kaan'a bakarak kafasını salladı.

"Kızların içinde gaz çıkartmaya utandı abisi."

Gözlerimi devirip kollarımı göğsümde bağladım. İkinci bir gaz sesiyle Toprak'ın da gazı çıkmıştı. Kartal, alayla Caner'e bakarken Caner, Lara'ya bakıp göz kırptı.

"Valla Caner, Mete'den daha başarılı çıktı bu konuda," dedi, Bora ve Mete'nin yanına yaklaştı. "Yazıklar olsun sana. El kadar bebeğin gazını bir türlü çıkartamadın."

Mete, göz ucuyla Bora'ya bakıp yüzünü buruşturdu.

"Bana hatırlat. Altındaki bezi değiştirirken yüzüne işettireceğim."

Odadaki neşeli hava, yeni doğmuş bu minik bebeklerin etrafında dolanıp duruyordu. Her birimizin yüzünde, bu kaçınılmaz, telaşlı, komik ve bir o kadar da muhteşem geleceğin düşüncesiyle beliren bir gülümseme vardı.

Mete, Bilge Kaan'ın gazını çıkarttığında gülerek bana baktı. İçimde, tanıdık bir şey kıpırdadı. Bir başarı hissi. Ama bu, bir düşmanı etkisiz hale getirmenin verdiği o içi boş, çabuk sönen zafer duygusu değildi. Bu, daha kalıcı, daha derindi.

Hemşire, gazı çıkan bebekleri yeniden yataklarına aldığında gözlerimi onlardan ayıramıyordum. Bakışlarım, yüzünü güneşin parlaklığından almış, annesinin burnunu tüm hatlarıyla taşıyan Güneş'e kaydı. Öne doğru buruşmuş dudaklarıyla uyuyan Güneş'ten bakışlarımı çekip Yonca'ya baktım.

O da bana bakıyordu.

Yonca'nın gözlerinde, hastane odasının soğuk floresan ışığına inat, sıcak ve derin bir ışıltı vardı. O bakış, "Biliyorum," diyor gibiydi, "içinden geçenleri biliyorum." Parmak uçlarıyla Güneş'in pamuksu yanağına zar zor dokundu, sonra avucumun üzerine kendi elini bıraktı. Avuç içlerimiz, ter ve yorgunlukla örülü bu gecede, sessiz bir ant içer gibiydi.

Kubilay, Yonca'nın yanına oturduğunda bir elini Yonca'nın eline, diğer elini ise benim elime koyup gülümsedi.

"Biri bana bu anı yaşayacaksınız deseydi gülüp geçerdim. Tıpkı bir rüya gibi hâlâ inanamıyorum."

Kubilay'ın bu tepkisine burukça gülümsedim. İçimde, tanımlayamadığım, ama tüm benliğimi saran bir duygu kabardı. Bu, bir sorumluluk duygusuydu belki de. Mete'de benim olduğum yatağa yavaşça çöktüğünde yavaşça ona baktım. Masmavi gözlerinden okunan bir bitişin hüznü değil, yepyeni bir başlangıcın ağırbaşlı huzuruydu.

Orada, geçmişin tüm hayaletleri, tüm kayıplarımız, tüm acılarımız, bu yeni başlangıcın bedelini ödemişçesine, nihayet huzura kavuşmuşlardı.

1 Aralık 2022 – 02:56 / İran

Selçuk Ege Turalı, Ağzından

Revelations, Blueneck

"Bir istihbarat görevlisinin en büyük silahı, etten bir yumruk değildir, Avcı. İradenin çelikten sıkılmış yumruğudur."

Zamanın çarkları, bir canlının ciğerleri gibi inip kalkmaya başlamıştı. Her dişlinin dönüşü, göğüs kafesinde demir bir yayı biraz daha geren, tiz bir sese dönüşüyordu. Sanki saatin sarkacı artık dünyaya değil, doğrudan nefes borusunun duvarlarına çarpıyor; her salınımda biraz daha daralan bir halka örüyordu.

Tam olarak Alperen'in hissettiği durum buydu.

Yüzünü bastırdığım büyük tenekenin yanlarını kavramış ve ellerini bana doğru savurarak nefes almak istediğini bana anlatmaya çalışıyordu. Sağ elimle saçını tutarken sol bileğimdeki saatime bakıp derin bir nefes verdim. Tamı tamına on beş dakikası dolmuştu. Bir anda yüzünü suyun içinden çıkartıp nefes almasına izin verdiğimde birkaç adım geri çekilip sandalyeye oturdum.

Alperen, öksürerek yerde cenin pozisyonunda uzanırken sağ bacağımı sol bacağımın üzerine atıp çenemi kaldırdım.

"Ne oldu Alperen, yoksa nefesini mi kestim?"

Alperen, gözleri büyümüş bir şekilde öksürürken bana baktı. Dudaklarının arasından söylemek istediği cümleleri sırf öksürdüğü için söyleyemiyordu. Gözlerindeki o ilkel korkunun içinde, henüz işlenmemiş bir cevher parlıyordu. Öfke ile çaresizliğin ince çizgisinde gidip gelen o bakışları okumak, benim için bir raporu taramaktan farksızdı.

"Konuşmak için önce nefes almayı öğrenmelisin, Avcı." dedim, sesim odanın soğuk beton duvarlarında yankılanırken. "Ciğerlerin oksijene, ruhun kontrole muhtaç. Hangisi daha önemli, hâlâ karar veremedin mi?"

Yerden kıvranan bedenine bakarken, aslında onu değil, yıllar önce aynı eşikten geçmiş kendi gölgemi görüyordum. Bu acımasız terbiye, onu kırmak için değil, içindeki o daha fazlasını dışarı çıkarmak içindi.

Alperen'in boğuk öksürükleri arasında duyulan o cızırtılı ses, bir çeşit yakarıştı. Belki de ona öğreteceğim ilk şey, yalnızca kendine güvenmenin ne demek olduğuydu.

"Öksürmen, ciğerlerinin hâlâ savaştığını gösteriyor. Fena değil." Sandalyede hafifçe geriye yaslandım, kayışlardan oluşan gölgemin yerdeki titreyen bedenin üzerine düşmesini izledim. "Ama asıl savaş," diye ekledim, işaret parmağımla şakağıma hafifçe vurdum, "buradaki kontrolü kaybettiğin an başlıyor."

Alperen, derin nefesler eşliğinde sırt üstü dönüp kollarını iki yana açtığında kaşlarımı kaldırdım.

"Yoruldun mu Alperen? Halbuki daha yeni başlamıştık?"

Alperen, bana inanamıyormuşçasına baktı ve kafasını iki yana sallayıp yerinde doğruldu.

"Daha yeni mi başladık?" diye sordu, hayretle. "Ulan! Bir saatten beri beni aralıksız boğuyorsun. Nereye daha yeni başladık?"

Bir kahkaha, boğazımdan sızan soğuk, keskin bir bıçak gibiydi. Tam 'Bir saat mi?' diye soracakken çalan telefonumun melodisiyle gözlerimi kırpıştırıp telefonu çıkarttım. Ekranda parlayan isimle tek kaşımı hafifçe kaldırdım ve aramayı cevaplandırıp ayağa kalktım.

"Efendim Orkun," dedim, yerde oturan Alperen'e elimi uzatırken. Alperen, elimi tuttuğunda onu yerden kaldırdım.

"Turalı, haberi duydun mu?"

Alnımda yükselmiş bekleyen tek kaşım, küçük bir reflekse eski haline döndü ve alnımın ortasında açılmaya başlayan obruğa kıvrıldı.

"Nasıl bir haber duymam gerekiyordu, Orkun?"

Telefonun ucunda küçük bir kâğıt hışırtısı duydum. Alperen, sağımızda duran masanın üzerindeki havluyu alıp yüzünü silerken kulağımdaki sessizlik içimi rahatsız etmeye başlamıştı. Tam ne olduğunu soracakken Orkun, boğazını temizledi.

"Suriye'deki Başkonsolosluktan aradılar Selçuk. 1 Aralık'ı bağlayan 30 Kasım gecesi, Suriye'deki El-Rukn Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'nde isyan çıkmış. İsyanı durdurmaya çalışmışlar fakat, sonrasında büyük bir patlama olmuş."

Gözlerim, Alperen'de takılı kaldı.

"İçlerinden kıl payı kurtulan gardiyanlardan birisi, bazılarının kaçtığını söylemiş. Elias Farouq'un güvenlik önlemleri alındığından dolayı kaçamayacağını belirtmiş fakat 9. Hücrede kalan kişinin kaçtığını görmüş."

Alperen, kaşları çatılmış bir şekilde bana bakmaya devam ederken, zihnim bir saniye içinde bin parçaya bölünmüştü. "9. Hücre" kelimeleri kafamda bir yankı gibi çarpıyor, her seferinde daha büyük bir anlam yükleniyordu. Orkun'un sesi bir an uzaklaştı, yerini kalbimin hızlanan atışları ve zihnimin alarm veren sesi aldı.

"O hücrede kim kalıyordu ki?" diye sordum.

Telefondaki sessizlik uzadıkça, için için büyüyen o korkunun şekil almaya başladığını hissettim. Geçmişin gölgeleri odanın köşelerinden süzülüp etrafımı sarmaya başlamıştı.

"Aras Demirkan."

Bu ismi daha önce duymuştum ama nereden olduğunu bir türlü hatırlayamıyordum. Zihnim aniden, tozlu rafları hızla tarayan bir kütüphaneciye döndü. 'El-Rukn' ve '9. Hücre' anahtar kelimeleriyle arşivi didik didik ediyor, o ismin üzerine düşmüş kırmızı bir 'GİZLİ' damgası hayal ediyordum.

"Tanıdık geliyor," dedim, sesim giderek daha kararlı hale gelerek. "Çok tanıdık. Ama bağlantıyı kuramıyorum."

Alperen, elini kaldırıp 'Ne oluyor?' dercesine salladığında işaret parmağımı kaldırıp onu durdurdum. Sandalyeye doğru dönüp ceketimi alırken dudaklarım, aklımdaki soruların cevaplarını almak için aralanmıştı.

"Sen neredesin şu an?"

Cevap gecikmedi.

"Suriye'deki operasyon merkezindeyim, cezaevine gideceğim."

Görmeyeceğini bile bile kafamı salladım.

"Operasyon merkezinde bekle. Caffar'dan bize bir helikopter temin etmesini sağlayacağım."

Kulağıma dolan hışırtılar çoğaldı.

"İki, iki buçuk saatlik bir mesafeden bahsediyorsun Turalı!" dedi, Orkun. "Sen gelene kadar şafak söker. Durumun aciliyeti vahim. Sen o adamın adını duymuş olabilirsin ama tanımıyorsun."

Kaşlarımın, alnımın ortasındaki çukurda sızladığını hissettim.

"O zaman kim bu adam? Söyle de bileyim!" diye bağırdığımda sesim, bulunduğumuz rutubetli alanın duvarlarında yankılanıp söndü.

"O adam," dedi, Orkun gergin sesiyle. "Zara Demirkan'ın oğlu. Ve emin ol, dengeleri sarsacak kadar önemli biri."

Hafızam, o an beni ihanet eden bir flaş patlamasıyla aydınlattı. Çok ama çok öncesiydi. Caner ile karşılıklı oturmuş, masanın üzerindeki evrakları inceliyorduk. O zamanlar Bünyamin'in varlığı söz konusuydu ve ben, tek başıma bir araştırma yapıyordum. Koordinasyon merkezinin kapısı aralandığında ikimizin de bakışları kapıya doğru çevrilmişti.

Mücahit, elinde tuttuğu bir zarf ile masaya yaklaşmıştı. Caner'in önüne bıraktığı an üzerindeki yazılar zihnimde bir perde gibi kıpırdadı. Bulanık bir dosya karesi, eski bir gazete kupürü gibi hafızamın derinliklerinden süzülüp kayboldu. Caner, Mücahit'in önüne koyduğu zarf ile arkasına yaslandı ve kaşlarını kaldırdı.

"Demek, İdlib'ten Suriye'ye taşıyacaklar," dedi.

Dirseklerimi masaya yaslayıp ona eğildiğimi hatırlıyordum.

"Kimi?"

Caner, zarftaki bakışlarını bana çevirmeden yükselmiş kaşlarını eski haline getirdi ve Mücahit'e zarfı geri uzattı.

"Alparslan albaya götürüp Eyşan yüzbaşıya haber ver," dedi. Mücahit koordinasyon merkezinden çıkarken bakışlarını bana çevirdi.

"Zara Demirkan ile Raşit Fas'ın oğlu, Aras Demirkan. Zara ile Raşit öldü ama dölleri hâlâ hayatta. Zamanında bizi kaçıran bir deliydi. Eyşan ile Alev'e az çektirmedi. Bu zamana kadar İdlib'teki yüksek korumalı cezaevinde tutuluyordu. Mimba'yı oraya gönderince Aras Demirkan'ı uzaklaştırma kararı almışlar. El-Rukn Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ne taşıyacaklarmış," dedi ve arkasına yaslanıp ellerini kolçağa yasladı. "Bende dün, Selami'den öğrendim. 9. Hücre'ye koyacaklarmış. Genelde o hücrede işkence çektirdiklerini duymuştum. Beter olsun, gebersin psikopat herif."

"Selçuk! Orada mısın?"

Orkun'un sesi, kulaklarımdaki uğultunun içinden süzülerek geldi. Zihnim, şimdi ile geçmiş arasında gidip geliyordu. Caner'in o gün söylediği "Bizi kaçıran bir deliydi," sözü, şimdi çok daha ağır, çok daha ürpertici bir anlam kazanmıştı. Telefonun diğer ucunda Orkun'un nefes alışverişini duyabiliyordum. Benim sessizliğim ve parçalanmış cümlelerim, ona her şeyi anlatmıştı.

Bir anlık tereddüt, sonra zihnimdeki tüm parçalar yerine oturdu. Olay yerinin ilk elden gözlemi her şeyden önemliydi ve Orkun'un orada olması altın değerindeydi.

"Buradayım," dedim, yavaşça. "Sen cezaevine geç, biz de helikopterle yanına geleceğiz."

Orkun, "Tamam," dedi ve telefon aramasını sonlandırdı. Alperen, havadaki elini indirmiş merakla bana bakarken kafasını iki yana salladı.

"Hayırdır Selçuk, neler oluyor?"

Sandalyenin sırtından aldığım ceketle bedenimi tamamen Alperen'e döndürdüm.

"Hemen Caffar'ı ara, bir an önce konsolosluğa geçsin. Suriye'ye gidiyoruz," dedim ve elimdeki ceketi giymeye başladım. "Sana ayrıntıları yolda anlatırım ama önce ikinci hattımı telefona takmam lazım. Caner'in numarası iki hatta da yok. Telefonunu bul ve bana mesaj olarak at."

Alperen, yere fırlattığım ceketini alıp telefonunu çıkartmaya çalışırken kapıya yöneldim. Her adımım, zihnimdeki aciliyet duygusunu daha da perçinliyordu. Gecekondudan çıkarken, dışarıdaki soğuğun yüzümü tokatlayan rüzgârıyla irkildim.

"Selçuk, beklesene! En azından neyle karşı karşıya olduğumuzu söyle!"

Arabanın yanına vardığımda kapıların kilidini açıp şoför koltuğuna oturdum. Alperen, yanımdaki koltuğa otururken torpido gözünü açıp uydu telefonuna uzandım. "Geçmişin en tehlikeli hayaletiyle, Alperen," diye cevap verdim, sesim soğuk ve kararlı. "Ve bu sefer sadece bizim için değil, tüm bölge için bir tehdit."

Telefonu açarken, Alperen'in yüzündeki endişeyi görebiliyordum. "Caner'i bir an önce arayıp bu konuyla ilgili haber vermem gerekli," dedim, tuşlara basarken. "Sen hemen helikopterin gidebileceği en hızlı rotayı çiz, Suriye'ye, El-Rukn Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ne gideceğiz."

Alperen bir an tereddüt etti, sonra başını sallayarak telefonuna sarıldı.

"Tamam hallederim ama tam olarak neler oluyor?"

Uydu telefonunun tuşlarına basarken, gözlerimi Alperen'e çevirdim.

"Zamanında Güvercin Timini kaçıran, Raşit Fas'ın oğlu Aras Demirkan, çıkan isyanda cezaevinden kaçmış. Ve bu kişi sadece bir mahkûm değil, Caner'in bile deli, psikopat olarak tanımladığı biri," dedim ve kaşlarımı kaldırıp elindeki telefonu gösterdim. "O yüzden sorularını sonraya sakla ve bir an önce koordinasyonu oluştur."

Bir yandan uydu telefonun açılmasını beklerken anahtarı kontağa takıp çevirdim. Yanan aracın farları uzağımı aydınlatırken el frenini çekip gaza bastım. Araba, gece karanlığını yaran bir ok gibi fırladı. Tekerlekler, ıslak asfaltta bir an için tutunamayıp çığlık attı. Uydu telefonu hala bağlantı kurmaya çalışıyor, kulaklıktan tekrarlayan bip sesleri geliyordu.

Göz ucuyla Alperen'e baktım; parmakları hızla telefonun ekranında geziyor, kaşları çatılmış bir vaziyette rotayı hesaplamaya çalışıyordu.

"Caffar'ı aradım ama açmıyor," diye homurdandı, ekrana vurarak. "Ana yola çık."

"Selami'yi ara, Caner'in telefonunu girmek üzereyim," dedim, direksiyonu ana yolun ağzına doğru kırarak. Gaz pedalı dibe kadar indi. Bakışlarım, Alperen'i buldu. "Mete'yi aramayı düşünüyordum ama Mete'ye bu haberi söylersem daha tedirgin olur. Eyşan'ı ürkütmeden doğru kararları verebilecek tek kişi Caner."

Tam o sırada, Alperen'in gözleri fal taşı gibi açıldı. "Selçuk, araba! ÖNÜNE BAK!"

Başımı çevirdiğimde, ana yolun kesiştiği noktadan gelen kör edici iki farı gördüm. Kamyonetin devasa gölgesi, aniden önümüzde bir canavar gibi belirmişti. Zaman bir an için yavaşlamış, her şey bir rüyanın ağır çekimi gibi ilerliyordu.

İçgüdülerim devreye girdi. Direksiyonu son bir umutla kırdım, fren pedalını sonuna kadar yere yapıştırdım. Lastiklerin yeri kavrama çığlığı, kamyonetin korna sesiyle birleşerek geceyi yırtıp attı. Camların parçalanma sesi ve metalin acıyla bükülme gürültüsüne karıştı. Başım bir şeye çarptı, gözlerimin önünde şimşekler çaktı. Vücudum emniyet kemeri tarafından vahşice geri çekilirken, dünyam bir fiske yemiş topaç gibi savrulup durdu.

Kulaklarımda yalnızca kendi azalan kalp atışlarımın uğultusu ve motorun tıslayan son nefesi vardı. Bir yanım sızlıyor, başım dönüyordu. Zorlukla gözlerimi açtım. Ön cam, örümcek ağı gibi çatlamış, üzerime toz ve cam kırıntıları yağmıştı. Aracın içinde ters duruyorduk.

İlk dürtüm Alperen'i kontrol etmek oldu. Başımı, boynumdaki sızıyı hissederek çevirdim.

"Alperen?"

Alnından süzülen koyu, kırmızı bir çizgi, saçlarına doğru ilerliyordu, gözleri kapalıydı. Gözlerimi zorlukla ona odakladım, parmaklarımı titreyerek boynuna götürdüm. Nabzı atıyordu. Güçlü ve düzensizdi. İçimdeki enkazın arasından bir nefes aldım. O yaşıyordu. Şimdi sıra, ikimizi de bu metal hurdadan çıkarmaktı.

Tam emniyet kemerimi açmaya çalışırken, bir gölge düştü üzerimize. Camlardaki çatlakların arasından süzülen loş ışık, bir siluet tarafından bloke edilmişti. Kocaman, insani formu aşan bir karaltı, ağır, vakur adımlar yaklaşıyordu. Kalbim bir an durdu, elim kemer tokasına kilitlendi.

Adımlar aracın yanında durdu. Metal gıcırtısıyla birlikte, yanımdaki kapı bir anda açıldı, dışarıdaki soğuk hava ve yağmur kokusu içeri doldu. Karanlığın içinden uzanan iri, nasırlı bir el, yüzümü çevirip bana doğru eğildi.

Gördüğüm, bana tersten bakan tanıdık yüz ile zihnimde birikmiş bir anı var oldu. Sürgüsü çekilen demir parmaklıkların ardındaki Mimba'yı izledim. Boynumda keskin acıyı hissederken zihnimin perdesi örtüldü ve beni şimdiye, ters durduğumuz o arabanın içine fırlattı.

"İyi uykular," dedi, Mimba. Her şey birbirine bağlanıyordu. Kaçış bir rastlantı değil, üstümüze oynanacak bir oyundu. Boynumdaki sızı giderek güçlendi, keskin bir iğneye dönüştü. Gözlerimi kapatmadan henüz duyduğum şey beni, benliğimden etti. "Elias Farouq, 'Rüyasında beni görsün,' dedi."

1 Aralık 2022 – 03:45 / Şırnak

Bora Yalaz Arınlı, Ağzından

Açma Zülüflerin, Turkish Ritim House Rock Cover

Bir askerin gözünden dünyayı görmek neydi, bunu hiç düşündünüz mü?

Dünya, bize renkli bir yer gibi gösterilir. Oysa biz onu griyle tanırız. Bir asker için dünya, dağın yamacında pusuda beklerken duyduğu rüzgârın sesidir. Bir kurşunun nereye isabet edeceğini bilmediğin o saniyedir. Bir canın gidip bir canın kaldığı çizgide, nefesini tutmaktır.

Biz dünyayı çocuklar gibi izleyemeyiz. Gözümüz bir çiçeğe değil, o çiçeğin altındaki toprağın nemine, kokusuna, oraya karışan kana gider. Çünkü o toprağın altına kimi bıraktığımızı biliriz. Ama bugün, karşımdaki koltukta oturan adam bütün ezberimi bozdu.

Beraber dağları aştığım, en kasvetli, en karanlık gecelerde sırt sırta verip nöbet tuttuğumuz adam, birlikte gömdüğümüz şehit arkadaşlarımızın acısını, kelimelere dökülemez o ağır yükü, omuz omuza taşıdığımız adam; şimdi başka bir savaşın içinde silahsız, üniformasız, çıplak ama dimdikti.

Tekli koltukta oturmuş, çıplak göğsüne yasladığı iki küçük bedeni izliyordu. Biri kız, diğeri erkekti. Onu o hâlde görmek, bir askerin gözünden bile tarif edilemeyecek bir şeydi. Bir sakinlik vardı yüzünde, ama içinde hâlâ asker duruyordu. O iki çocuk, onun yeni mevziisi olmuş gibiydi. Göğsünün üzerinde uyuyan her nefes, yeni bir yemin demekti.

Mete Mert Çakır, baba olmuştu.

Odanın içinde yalnızca Yonca ile Kubilay, Mete ile Eyşan vardı. Kubilay, uyuyan Yonca'nın yanındaki sandalyede kızını izliyordu. Dudaklarımdaki küçük bir tebessüm ile uyuyan Eyşan'ın yanından geçerek Mete'ye doğru yaklaştım. Mete, kaşlarının altından bana bakıp gülümsedi ve bakışlarını yeniden evlatlarına indirdi.

Bilge Kaan bebek, Mete'nin çıplak göğsünde, babasının koluyla destek bularak uyuklarken bir anda dudaklarını araladı. Dişsiz, çirkin damağıyla kocaman gülümsedi. Mete, bu sahneyle onun taklidini yaparak gülümsedi ve bana baktı.

"Hissetti babasının dağını," diye fısıldadığında çapkınca gülümseyerek yüzümü eğdim.

Bir an sustuk.

O sessizlikte, yılların bütün çatışma sesi kayboldu. Dışarıda gece soğuktu ama odanın içi sıcaktı. İçimde garip bir şey oldu. Ben, ölümün soğuk yüzünü her gün gören bir adam, o an hayatın en sıcak, en mucizevi haline şahit oldum. Gözlerim yandı. Dudaklarımın titrediğini hissedip doğrulduğumda Mete'nin alaylı sesini işittim.

"Şşt... ağlıyor musun lan sen?"

Gözlerimi kırpıştırıp yüzümü sağa doğru çevirdim ama yeniden kucağındaki bebeklere bakıp kaşlarımı çattım.

"Ne ağlayacağım be," diye fısıldadım. Gözümü yapmacık bir şekilde ovaladım. "Gözüme bebek pudrası kaçtı."

Mete, kaba bir şekilde kıkırdadığında hızla kucağındaki bebeklere baktı, ardından da Eyşan'ı kontrol edip bana bakışlarını çevirdi. Dudaklarını kahkaha atmamak için ısırırken elimi dudaklarıma koyup yüzümü eğdim.

Mete, kahkahasını yutkunup boğazını temizledi. "Güldürme beni, Çilingir," diye mırıldandı, sesi hâlâ gülümsemenin titremesiyle doluydu. "Eyşan daha yeni uyudu. Bebekler eğer uyanıp ağlarlarsa seni, gerçekten bebek pudrasıyla boğmak zorunda kalırım."

Gözlerini bana dikti, ama bakışları yumuşaktı. O koca, savaşlardan geçmiş adamın yüzündeki ifade, her şeyi anlatıyordu. Bu, onun yeni savaşıydı. Cephesi bu oda, silahsız, üniformasız, ama belki de şimdiye kadarki en önemli görevi.

"Pudrayı boş ver," diye ekledi, sesi bir fısıltıya dönüşerek. Bakışları yeniden göğsündeki iki küçük, sıcak hayata kaydı. "Baksana şunlara..."

Baksana şunlara derken ki sesi o kadar bana tanımadığım bir tonda gelmişti ki nasıl dile getireceğimi bilememiştim. Koltuğun önüne çöküp gülümseyerek Mete'yi izlemeye devam ettim. Mete, içli bir nefes alıp gözlerini bana çevirdiğinde çenemi kolçağa yaslayıp ona bakmaya devam ettim.

Gözlerinin içi, en karanlık gecede bile sığındığımız yıldızlar gibi parlıyordu.

"İşte," dedi, sesi o yıldızlar kadar uzak ve büyülü bir şekilde titreyerek. "İşte bizim savaştığımız her şeyin sebebi... şimdi ise kollarımın arasındalar."

İçimdeki o dev, sıcak şey bir daha kabardı, bu sefer ona engel olmadım. Yanağımdan süzülen o sıcak damlayı gizlemeye çalışmadan, sadece başımı hafifçe salladım. Evet. Anlıyordum.

Mete gözyaşımı gördü. Ama bu sefer alay etmedi, çünkü onun gözlerinde de aynı ıslak parıltı vardı. İkimiz de biliyorduk; bu, zayıflığın değil, tam da savaşmaya değer her şeyi bulmanın gözyaşıydı.

Burnumu çekip gözlerimi bebeklere çevirdiğimde burukça gülümseyerek yüzümü buruşturdum.

"Bunların hâlâ senin ürünün olduğunu kabul edemiyorum," diye fısıldadım. Mete, kafasını sağa doğru çevirip 'Ya sabır,' çekti ve ardından bana bakıp damağını şaklattı.

"Ben fabrika mıyım gerizekalı? Ayrıca bunlar ürün mü? Bebek ulan bebek."

"Fabrikadan hallice," diye mırıldandım, gözlerim hâlâ bebeklerdeyken. "Seri üretim gibi duruyor. Bir seferde iki tane."

Mete, boğazından derin, yarı gülerek yarı homurdanarak bir ses çıkardı. "Senin o kafanı..."

Cümlesini bitiremedi. Çünkü tam o sırada, kucağındaki kızı Toprak Luna, minik ağzını esner gibi açtı, burnunu hafifçe buruşturdu ve derin, masum bir uykuya geri döndü. Mete'nin yüzündeki yapay öfke, anında eriyip yerini saf, koruyucu bir huzura bıraktı.

"Gördün mü?" diye fısıldadı, "Çocuğum seni tanımadan bile isyan etmeye başladı saçmalıklarına."

Kaşlarımın altından Mete'ye baktım.

"Babasına bak, kızını al."

Mete, tek kaşını kaldırdı.

"Anasına bak, kızını al değil miydi o?"

Omzumu silktim.

"Anası senden zeki olunca, geriye sen kaldın."

Mete'nin gözlerinde bir şimşek çaktı, o eski, tehlikeli bakışı attı. Ama dudakları, kontrol edemediği bir gülümsemeyle titriyordu. Göğsündeki iki küçük yük, onu sadece bir baba değil, aynı zamanda dünyanın en yumuşak başlı insanı da yapmıştı.

"Öyle mi?" diye homurdandı, sesi alçak ve oynak. "Peki. Ama unutma, bu geri kalanın kucağında şu an senin iki küçük generalin uyuyor. İleride emirleri onlar verecek."

"Diliniz tutulsun emi. Bir susun da uyuyalım."

Eyşan'ın uykulu, yorgun sesi odanın sessizliğini anında paramparça etti. Ve sanki bir komutaymışçasına, Mete'nin kucağındaki iki küçük general harekete geçti. Önce Toprak Luna, incecik, isyankâr bir çığlık attı. Hemen ardından Bilge Kaan, daha derinden gelen bir ağlamayla ona eşlik etti. Korodaki bu iki yeni ses, sanki sihirli bir el değmiş gibi, Yonca ile Kubilay'ın kızı Güneş'i de uyandırdı. Bir an içinde oda, üç minik, güçlü sirenin senfonisiyle doldu.

Mete'nin gözlerinde bir an panik, sonra da çaresiz bir şefkatle karışık bir "işte başlıyoruz" ifadesi belirdi.

Ben ise koltuğun kenarında çömeldiğim yerden, burnumun ucuna kadar gelen bir kahkahayı zor bastırarak, bu kaosun ortasında, ne olduğunu anlamadan pörtlek gözleriyle bakan Yonca'ya, yorganı üzerinden atan Eyşan'a, telaşla bebeğini sallamaya çalışan Kubilay'a ve kucağında iki ağlayan bebekle ne yapacağını şaşırmış, dünyanın en güçlü, en savunmasız adamına baktım.

Bir askerin gözünden dünyayı görmek buydu işte.

Bir dağın yamacındaki ölüm sessizliği, bir odadaki üç minik canlının, yepyeni bir hayata uyanış çığlığı ile eş değerdi.

Gözlerim yine yanmaya başladı. Ama bu sefer, gülümsemekten. Eyşan, Mete'ye doğru ilerleyip Mete'nin kucağındaki bebekleri aldığında Mete, ayaklandı ve ensemi kavrayıp beni kapıya doğru sürükledi.

"Yürü git Allah'ın cezası," dedi ve kapıyı açıp beni odadan çıkarttı. "Çocuklar büyümeden gelme sakın."

Yüzüme kapanan kapıyı gülerek izlerken kafamı iki yana sallayıp ellerimi ceplerime soktum. İçime aç gözlü bir nefes çekip bizimkileri bulmak için hareketlendim.

Barış ile Alev, nişanlarından kalan kıyafetlerini değiştirmek için giderken Lara ile Caner'de onlarla yedek kıyafet almak için lojmana gitmişlerdi. Koridorun köşesinden bana doğru yaklaşan Ahmet'i gördüğümde elindeki poşete baktım. İçinde yemek olduğunu düşündüğüm poşetle bana yaklaştığında gülerek kapıya baktı.

"Sanırım ağlıyorlar?" diye sorguladı.

Arkamda bıraktığım o kapının ardındaki hayatın gürültüleri koridorda çınlıyordu. Kafamı sallayarak Ahmet'i onayladığım sıra, eliyle koltuğu gösterip yavaşça oturdu.

"Şimdi girmeyeyim o zaman, rahatsız olmasınlar," dedi ve arkasına yaslandı.

Tam yanına çökmek için hareketlendiğimde, koridorun diğer ucundan gelen koşu adımları içgüdülerimi harekete geçirdi. Ahmet'in yüzü anında gerildi, vücudu koltuktan bir santim yukarı kalktı. Arkamı döndüm.

Canpolat, nefes nefese karşımda durdu, avuçları dizlerine dayalı, ciğerlerine hava çekmeye çalışıyordu. Yüzü asfalt gibi griydi.

"Caner nerede?" diye soluksuz sordu.

İçime bir buz parçası saplandı. "En son Lara ile lojmana geçtiler. Ne oldu?"

Canpolat, zorlukla doğruldu, boğazını temizledi. "İstihbarat merkezine bir dosya geldi..." dedi, ancak cümlesini tamamlayamadı.

Koridorda ağır, ritmik ve çok sayıda adım sesi yankılandı. Bakışlarım Canpolat'ın omzunun üzerinden kaydı. Ahmet'in artık tamamen ayağa kalktığını, vücudunun gerginleştiğini hissedebiliyordum.

Alparslan Çakır, arkasında nizami durmuş bir müfreze ile bize doğru ilerliyordu.

Canpolat, sözlerini tamamlamak için bir nefes daha aldı, "Elias Farouq'un tutulduğu cezaevinde isyan ve patlama olmuş. Herkes ölürken yalnızca içlerinden biri o isyanda kaçmayı başarmış. Edindiğim bilgilere göre, bu kaçan kişi Güvercin Timi için bir tehdit," dedi.

Alparslan albay, Canpolat'ın yanından geçip bana baktı. Yüzü çelik gibi sertti, ama gözleri... Onun gözlerindeki o buz mavisi her zaman keskindi, ama şimdi ilk kez bu kadar koyu görüyordum. Mavilerinin etrafını saran beyazlık, incecik kırmızı kılcal damarlarla kaplanmıştı. O bakış, bir fırtınanın hemen öncesindeki elektrik yüklü havaydı. Gözleri, bir lazer gibi yanımdaki Ahmet'e kaydı.

"Ahmet Kurtuluş," dedi, sesi düşük ama her hecesi bir çekiç darbesi gibi ağır. "Şu dakikadan itibaren, bu kapının önünde kuş uçmayacak. Uçarsa, senden bilirim. Anlaşıldı mı?"

Ahmet'in "Emredersiniz Albayım!" cevabı odanın duvarlarında yankılanırken, o mavi buzul bakışlar tekrar bana döndü. İçimi bir sızı kapladı. Bu, sadece bir emir değildi; bir uyarıydı.

"Çilingir," diye seslendi, benim kim olduğumu hatırlatarak. "Derhal kışlaya dön. Hümeyra Çakır'ı bul. İkiniz, hazırlıklarınızı tamamlayıp Alev Atsız ile Suriye'ye gidiyorsunuz."

Bir şey dememize, bir soru sormamıza bile izin vermedi. Dönüp arkasında bıraktığımız o sıcak hayatın kapısını çaldı. Kapı açılır açılmaz, içeriden yükselen o minik, masum ağlama sesleri koridora bir anlığına daha güçlü yayıldı. Sanki korumak için yemin ettiğimiz her şey, o seslerde somutlaşmıştı. Sonra kapı hızla kapandı ve Alparslan Albay, o hayatın, o ağlamaların, o yeni başlangıcın tam ortasında kaldı.

Ben ise, dışarıda, artık tamamen değişmiş bir koridorda, üzerimize gelecek bir tehdidin soğuk gerçekliğiyle baş başa kaldım. Az önceki gülümseme, yüzümden silinmiş, yerini o tanıdık, ölümcül ciddiyet almıştı.

"Etme bu cefayı yâr yâr kanlım olursun
Bu kul senin kulun değil mi?"

1 Aralık 2022 – 04:16 / Şırnak

Alev Atsız, Ağzından

Altaylardan Turana, Epic Anatolian Rock

"Gerekli olan tüm kıyafetleri aldınız, değil mi?"

Lara'nın sesi, kulağıma ulaşan tatlı bir melodiden daha çok, zihnimin toparlanmasına yarayan bir işlev görüyordu. Elimde katlanmış duran pijama takımını açık el valizine koydum ve fermuarı kapatarak doğruldum.

"Her şey tamam," diyerek koltuğun üzerindeki valizi Barış'a doğru uzattım. Caner, Eyşan ile Mete'nin odasından elindeki küçük sırt çantasıyla çıktı ve omzuna takarak bize baktı.

"Bizim yarım akıllım, şimdi Eyşan ile bebeklerini bırakıp hiçbir yere ayrılmaz. O yüzden ona da birkaç kıyafet aldım."

Barış, elinde tuttuğu valizin saplarını kavrayarak tutuşunu sıklaştırırken alaycı bir bakışla kaşlarını kaldırdı.

"Seni de göreceğiz baba olunca aslanım. Elin ayağın birbirine dolaşınca, anlarsın Mete'nin ne çektiğini," dedi. Caner, gülerek kafasını iki yana salladı ve yanındaki Lara'yı kolunun altına alıp saçlarına küçük bir öpücük kondurdu.

"Valla sağlıklı bir şekilde dünyaya gelsinler, bana yeter badi. Gerekirse üstüme işesinler, sesimi bile çıkartmam."

Barış, elini sallayarak göreceğiz bakışı attı ama Caner, onun bu tavrını önemsemeden Lara ile kapıya doğru ilerledi. Barış, boştaki sol elini omzuma atıp beni kendine çekti ve yürümemi sağladı.

"Nişanımızın dünyaya ne kadar hayırlı olduğunu şimdi daha iyi anlamış oldum," diye fısıldadı kulağıma. "Baksana bir nişan yaptık, hayatımız sıfırdan üç bebekle yeniden başladı. Düğün yapsak herhalde dünyanın sonu falan gelecek."

Dirseğimle karnına vurup gözlerimi devirdim.

"Abartma istersen, Barış. Eyşan ile Yonca'nın zaten doğumları yakındı, bize denk geldi. Hayırlısıyla da doğumları gerçekleşti. Boş boğazlık yapma."

Barış, gülerek merdivenleri inmeye başladığında Caner ile Lara, çoktan lojmanın dış kapısından çıkmıştı. Onlara yetişip kapıdan çıktığımızda bineceğimiz Suv markası aracın yanındaki kirpi dikkatimi çekti. Barış, omzumdaki kolunu çektiğinde havadaki gerginliği hissedebiliyordum.

Kirpinin arka kapısı sertçe açıldığında içinden inen Hümeyra Teyze ile Caner'in adımları durdu.

"Anne, sen hastanede değil miydin?" diye sorguladı ama sorusu askıda kaldı. Çünkü Hümeyra Teyze'nin üzerindeki siyah takım elbise, yüzündeki sertlikle eş değer bir otorite taşıyordu. Üç adımda karşımızda durup çenesini dikleştirdi.

"El-Rukn Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'nde isyan çıkmış ve patlama olmuş. Patlama olmadan hemen önce Aras Demirkan kaçmış."

Hümeyra Teyze'nin dudaklarından dökülen cümleler devam ederken zihnim, yalnızca tek bir isimde takılı kalmama neden olmuştu. Parmaklarımın avcumda sıkıca kenetlendiğini hissettim. Tırnaklarımın avuç içlerime batmasına engel olamadığımda Barış'ın, elime dokunduğunu ve elimi kanatmadan ellerimizi birbirine kenetlediğini fark ettim.

Hümeyra Teyze'nin gözleri bana dikildi.

"Suriye'deki konsolosluktan aradılar. Tüm ekipler alarma geçti. Kerem albaya gönderilen yönerge ile Çilingir, ben ve sen Suriye'ye gidiyoruz," dediği an, Caner, bir adımla annesine yaklaştı.

"Eyşan? Mete'ye haber verdiniz mi?"

Hümeyra Teyze, Caner'e baktı.

"Baban, müfreze takımıyla hastanede güvenlik çemberi oluşturdu. Başlarında Ahmet ile sen duracaksınız. Şimdiye kadar da Mete'ye haber vermiş olmalı. Onu bu durumdan haber ettiğimiz anda sakinleştirebilecek ve aklının yerinde kalmasını sağlayacak tek çare sensin, Caner," dedi. O sırada ikinci bir kirpi bize doğru yaklaşmaya başladı. Çapraz olarak duran kirpinin arka kapısı açıldı ve içinden Bora indi.

Hümeyra Teyze, Bora'ya bakıp yeniden Caner'e döndü.

"Barış, Lara ve Caner. Siz Suv'un yanındaki kirpi ile hastaneye gidin." Hümeyra Teyze'nin bakışları bana çevrildi, gözlerinde çelikten bir kararlılık vardı. "Alev Atsız, sen bizimle 16. Filoya geliyorsun. Kerem Albay çoktan helikopteri ayarlatmıştır."

Hümeyra Teyze'nin sözleri havada keskin bir emir gibi çınlarken, midemde bir bulantı hissettim. Sanki zemini altımdan çekilmişti de boşluğa düşüyordum. Suriye... Aras'ın peşinden Suriye'ye gitmek... Soğuk terler sırtımdan aşağı süzülürken, Barış'ın eli benimkine daha sıkı kenetlendi. Parmakları, gerçekliğin yarattığı bu sarsıntıya karşı beni sabitleyen tek dal gibiydi.

"Onu oraya tek başına göndermem." Barış'ın sesi gergin çelik teller gibi gergin ve sertti. Gözlerinde fırtınalar kopuyordu. "Ben de geleceğim."

Hümeyra Teyze, başını yavaşça çevirip ona baktı. Bakışları, bir kapıyı son kez kapatırken çıkan ses kadar kesin ve nihaiydi. "Hayır, gelmiyorsun." Sesindeki ton, tartışmaya yer bırakmıyordu. "Senin görevin burada, Kokarca. Caner ve Ahmet'e hastanede destek olacaksın. Alev'in işi farklı. Keyfimizden götürmüyoruz herhalde."

Barış'ın çenesi gerildi, itiraz etmek için ağzını araladı ama Hümeyra Teyze'nin demirden bir heykel gibi hiç kıpırdamayan bakışları karşısında sözü boğazında düğümlendi.

"Barış Gömlekçi! Alev Atsız her ne yaşamış olursa olsun, o bir askeri pilottur. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ona ihtiyacı var." Sonra gözleri bana dikildi, bakışları adeta tenimi yakıyordu. "Ve Alev Atsız, yalnızca Güvercin Timi'ni tehdit eden bir birey için değil, Asena Eyşan Çakır'ın ve henüz yeni doğmuş bebeklerinin güvenliğini sağlamak için bizimle gelmek zorunda. Bu bir tercih değil, bir zorunluluktur, nokta!"

Nokta kelimesi, havaya vurulmuş bir çekiç darbesi gibiydi. Barış'ın parmaklarının daha da gerildiğini hissedebiliyordum. Yenilgiyi ve çaresizliği tüm ağırlığıyla omuzlarında taşıyordu. Ona baktım, gözlerime dolan sıcaklığı zorlukla geri ittim. Bu ayrılığın acısı, Aras'ın adını duyduğum andaki korkudan daha keskin ve daha derindi.

Parmaklarımızı ağır ağır ayırmak istedim. Sanki her bir parmak, birbirine tutunmuş hayatlarımızın son bağlarını koparıyordu. Tenimin sıcaklığından ayrılan her santimi, soğuk bir kaybın habercisi gibiydi. Barış'ın parmakları direndi, belli belirsiz bir titremeyle, son bir kez daha kenetlendi. Ama sonunda, o son temas da koptu.

Aramızda oluşan boşluk, sadece fiziksel değildi. İçimde, onun varlığıyla doldurduğum bir yerin aniden derin bir boşluğa dönüştüğünü hissettim. Avucum, bıraktığı sıcaklığın hayaletiyle yanıyordu.

Barış'ın gözlerine baktım. Öfkenin arkasında, dipsiz bir kuyu gibi duran bir korku ve çaresizlik vardı. Sessizce, "Geri döneceğim," der gibi başımı salladım. Bu bir söz değil, bir duaydı.

Sonra, dönüp Hümeyra Teyze ve Bora'nın yanında duran kirpi araca doğru yürüdüm. Her adım, onlardan biraz daha uzaklaştığımı hissedişimle ağırlaştı. Aracın soğuk metal kapısını açtım ve içeri adım attım. Kapı; arka camdan gördüğüm Barış'ın ayakta, çaresiz, bana bakan son halini, keskin ve nihai bir şekilde kapanarak o sahneyi sonsuza dek mühürledi.

Kirpinin içi, dışarıdaki dünyadan keskin bir şekilde ayrılmış, steril ve soğuk bir gerçeklikti. Motorun homurtusu, kulaklarımda yankılanırken, Hümeyra Teyze'nin bakışları yüzümde geziniyordu. Sessizliği, endişesinin ağırlığıyla boğuyordu beni.

"Alev," diye başladı, sesi alışılmadık derecede yumuşak, neredeyse incelikli bir tonda. "Aras Demirkan'ın sana neler yaptığını biliyorum. Ama bu, onun yeniden aynı şeyleri yapabileceği anlamına gelmiyor. Sen artık aynı kadın değilsin. Biz yanındayız."

Elimi, aniden ve istemsizce kaldırdım. Avcum açık, net bir 'dur' işaretiydi. Daha fazla sempatiye, daha fazla güven telkinine dayanamazdım. Bunlar, Aras'ın zihnimde bıraktığı o karanlık gölgenin yanında buharlaşıp gidecek kadar zayıf sözlerdi.

"Daha fazlasını yapabileceği anlamına geliyor ama Hümeyra Teyze," dedim ve elimi yavaşça indirdim. Sesim, aracın metalik iç hacminde soğuk ve metaldi. "Sempati beni korumaz. Onun ne olduğunu hatırlamak korur."

Gözlerini kıstı, dikkatle dinliyordu.

"O herif," diye devam ettim, her kelimeyi bilinçli seçerek, "sadece benim için değil, gerek Türkiye, gerekse tüm askeri sistem için büyük bir tehdit. Raşit Fas gibi bir piçin zekasını taşırken, Zara Demirkan'ın sinsiliğiyle harmanlanmış durumda. Ve şu an, bu iki canavarın en ölümcül yanlarını kuşanmış halde, dışarıda serbest."

Bakışları, yüzümdeki kararlı ifadeyi okuyor, sözlerimin altındaki stratejik zekayı değerlendiriyordu.

"Ve ben," dedim, son olarak. "Yalnızca dünyaya gelmiş üç bebek için değil, vatanımın bana olan güvenci için oraya sizinle geliyorum. Çünkü ben, yalnızca Yüzbaşı Asena Eyşan Çakır'a bağlı sıradan bir pilot değilim, Türk Hava Kuvvetleri'ne bağlı, 16. Filo F-16 pilotu Alev Atsız'ım."

Hümeyra Teyze'nin gözlerinde, o andan itibaren her şey değişti. Bakışlarındaki şüphe ve korumacılık, yerini saf, filtresiz bir saygıya bıraktı. Başıyla onayladı, artık beni bir kurban ya da korunması gereken biri olarak değil, sahada bir müttefik, operasyonun bir parçası olarak görüyordu.

Bora, ön koltuktan dönüp bana baktı ve gözlerinde nadir görülen bir onay parlıyordu.

"Filo'ya varıyoruz."

Araç sarsılarak ilerlerken, ben de içimdeki son sarsıntıları dindirdim. Barış'ın yüzü hâlâ zihnimde canlıydı, ama şimdi o görüntüyü sadece bir anı olarak değil, savaşmak için bir neden olarak kenara koydum. Avuç içlerimde, tırnaklarımın bıraktığı izler yerine, helikopterin kontrollerini kavrayacak olan pilotun ellerinin hayali vardı.

1 Aralık 2022 / Şırnak

Alparslan Çakır, Ağzından

Dallarımı Kırdılar, Psychedelic Anadolu Rock

Taşıdığım yük, sırtımı kamburlaştıracak kadar ağırdı.

O yük bana, telefonuma gelen bir bildiri ile gelmişti. Kendimi nasıl askeriyeye attığımı bile hatırlayamazken, karşımda duran karımın bana bakarak kafasını iki yana salladığını anımsıyordum. Gözlerinde her şeyin başladığının bilincini taşıyan bir ifade vardı.

"Ne yapacağız, Alparslan?" demişti bana. Çaresizlik, korku, endişe ama en çok da bize, hayatımıza dair bir şeylerin bir daha asla aynı olamayacağını hissediş sırtıma binen yüklerin toplamını oluşturuyordu. Hümeyra, gözlerimden durumumu anlamışçasına gözlerini kapatıp çenesini dikleştirdiğinde belli belirsiz kafasını salladı.

O da bu telefonların bir gün çalacağını ve hayatlarımızın bir kez daha altüst olacağını içten içe biliyordu.

Kapalı gözlerini açıp bana baktığında karşımdaki görüntüsü silindi. Onun yerini aynı gözlerin keskinliğine sahip, kucağındaki ağlayan oğlunu sallayarak uyutmaya çalışan Mete'nin gözleri aldı. Burukça gülümsedi ve gözlerini ağlayan bebeğine indirdi. Mete'nin, torunumu sallayışındaki o narin dikkati izlerken boğazım düğümlendi. Bu, ailemizin yeni bir başlangıcı, temiz bir sayfa olmalıydı. Sevinci, umudu, her şeyi temsil etmeliydi.

Ama şimdi Aras Demirkan'ın gölgesi, tam da bu saflığın, bu yeni başlangıcın üzerine düşmüştü. Mete'nin yüzündeki o buruk gülümseme, bana yıllar önce yaşadığı travmayı, o karanlık günlerin onun üzerinde bıraktığı izleri hatırlattı. Zorlukla yeniden inşa ettiği hayatının, tam da en mutlu anında bir kez daha tehdit altında olduğunu nasıl söylemeliydim?

Daha yeni doğmuş bebeklerinin sevincini kursağında bırakıp, ona hepiniz tehlikedesiniz nasıl diyebilirdim ki?

İçimde yanan kor, sönmeyecek kadar güçlüydü.

"Baba?" diye seslendi Mete, sesindeki o kırılgan güveni hissediyordum. Kucağındaki bebeği Eyşan'ın kucağına bırakmış ve kenarda duran tülbendi Eyşan'ın omuzlarına sermişti. Eyşan, bebeklerin üzerini örtüp onları beslemek için kendini hazırlarken Mete, bana doğru döndü. Başımla kapıyı işaret edip arkamı döndüm.

"Dışarıya gel," diye fısıldadım ve kapının kulpunu indirip odadan çıktım. Caner ile Barış, yanlarındaki Ahmet ve birkaç askerle kapının hemen ilerisinde duruyordu. Osman, Deniz, Cemile ve Ayda ise Lara'nın yanında bekliyorlardı.

Caner'in, "Baba," diye seslendiğini duyduğum sıra "Bir saniye Caner," dedim, sesimde tartışmaya yer olmadığını belirten bir tonla. Mete, odadan çıktığında kolundan hafifçe kavrayıp koridorun biraz ilerisine, pencerenin yanına çektim. Dışarıda yağmur yağmaya başlamıştı. Ona döndüm, doğrudan gözlerinin içine baktım.

Yüzünde bir soru işareti, gözlerinde ise babasının yıllar önce kurtardığı ama asla tamamen iyileşmeyen o çocuğun gölgesi vardı.

"Oğlum," dedim, sesimi alçak ama kristal kadar net tutarak. "Ciddi bir durum var. Elias Farouq'un içinde bulunduğu cezaevi çıkan isyan sonrası patlatılmış. Elias Farouq'un öldüğünü söylüyorlar ama Aras Demirkan cezaevinden kaçmış."

Mete'nin yüzündeki renk bir anda çekildi. Nefesi kesildi, gözleri fal taşı gibi açıldı. Travmanın o eski, kemirgen korkusu, tazecik babalık sevincinin üzerine bir karabasan gibi çökmüştü. Bedenini bir titreme aldı, gözlerini karısının ve bebeklerin olduğu odaya çevirdi.

"Baba... Eyşan... Bebekler..." diye kekeledi, soluğu hızlanmıştı. Panik, onu yeniden ele geçirmek üzereydi.

İki elimle omuzlarından yakaladım. Sarsılmaz, sert bir tutuşla. "Mete! Bak bana!" diye seslendim, sesim çelik gibiydi. "Dinle beni. Şu anda bu binada, bu koridorda, o odanın önünde Caner, Barış, Ahmet, Güvercin Timi var. Müfreze Ekibi tam teçhizatlı bir şekilde hastaneye yerleştirildi. Annen, Çilingir ve Alev; ne ve nasıl olduğunu öğrenmek için Suriye'ye gitti. Onlar hariç herkes burada ve ben de buradayım."

Mete, alt dudağını dişlerinin arasına alıp sertçe ısırırken bakışlarını bana çevirdi.

"Senin görevin şu an çok basit," diye devam ettim, sesimi biraz daha yumuşatarak. "İçeri gir, Eyşan'ın ve o bebeklerin yanında ol. Ayrıca unutma, o odada yalnızca Eyşan yok, bir zamanlar senin timinde de yer alan Yonca var. İkisi de yeni anne oldular. Sütlerinin kesilmemesi için stres ve korku yaşamamaları gerekli, anladın mı beni? O yüzden, sakinliğini koru evlat."

Mete bir an nefes aldı, sonra yutkundu ve zoraki bir baş hareketiyle onayladı. Yüzü hâlâ bembeyazdı ama gözlerinde, bana duyduğu o ilkel güven yeniden filizleniyordu.

"Git şimdi," dedim usulca.

Caner, Barış ve Ahmet bize doğru yaklaşıp durduklarında kaşlarımı çatarak Caner'e baktım. Caner, yüzünde bir profesyonellik taşırken gözlerinin derinliklerinde taşıdığı düşünceli sorgulayışı izleyebiliyordum. O da korkuyordu. Çünkü o da bir baba adayıydı. Ve ikizinin hissettiklerini kendi içinde de hissediyordu.

"Caner ve Barış," diye seslendim, emir verir tonumla. "Bu katın tüm çıkışlarına askerleri yönlendirin. Ahmet, çatıya bir keskin nişancı timi çıkar. Kimse giremez, kimse çıkamaz."

Mete, yanımızdan bir ateş gibi ayrılırken içimde yanan kor, artık gözle görülür bir alevdi. Sırtımdaki yük artık sadece bir anı ya da sorumluluk değil, somut ve ölümcül bir tehditti. O koridordan çıkıp emirlerimi vermeye başladığımda, her adımım sırtımdaki o kamburu daha da büyütüyordu. Her askeri noktaya yerleştirirken, her kontrol noktasını güçlendirirken aklım sadece bir kattaki o odadaydı.

Bu sefer kaybetme lüksümüz yoktu.

Taşıdığım yük, onların hayatlarıydı.

1 Aralık 2022 – 12:00 / Türk Başkonsolosluğu'na Bağlı Askeri Üssü - Halep, Suriye

Hümeyra Çakır, Ağzından

Yüce Dağ Başında Yağan Kar İdim, Anadolu Rock Cover

Şafak Şahin.

Bu, doğrudan Genelkurmay'ın kalbinden kopup gelen, en karanlık, en üst düzey operasyonların başlangıç işaretiydi. Benim için ise, savaşın sınır tanımadığı bu cehennem çukurunda, ailemi koruma içgüdüsü ile kutsal vatan görevinin kesiştiği, çelikten bir düğüm noktasına varıştı.

Hemen karşımda, rüzgârda asil ve hüzünlü bir şekilde dalgalanan Türk bayrağı, gökyüzünün solgun mavisi ile savaşın tozunu yutan toprağın kahverengisi arasında bir vicdan gibi duruyordu. Bu toprak parçası, Halep'in yıkık dökük, umutsuz sokaklarının ortasında beton ve çelikten inşa edilmiş bir vahaydı. Ancak bu vaha, aynı zamanda, her santimetrekaresine yüksek teyakkuz halinin kazındığı, nefes alışverişlerin bile kontrollü olduğu bir kaleydi.

Üç katlı beton bariyerler, üzerlerinde yer yer kurşun izleri ve pas lekeleri taşıyor, geçmişte yaşanan tehditleri adeta fısıldıyordu. Gözetleme kulelerinde, güneşin ışıltısını soğuran uzun namlulu keskin nişancı tüfeklerinin siluetleri, ufuk çizgisini tırmalıyordu. Sürekli devriye gezen, yüzleri maskeli, bakışları sert askerlerin bot sesleri, üssün nabzının attığını hatırlatırcasına düzenli bir ritimle yankılanıyordu. Burası güvenliydi, evet, ama bu, düşmanın sadece karşımızdaki Aras Demirkan'dan ibaret olmadığını, her an her yerden gelebileceğini sürekli hatırlatan, gergin bir sinir üzerine kurulmuş bir güvenlikti.

Solumda, 16. Filo'nun kartalı, F-16 pilotu Alev Atsız duruyordu.

Uçuş tulumunun omzundaki Türk bayrağı amblemi, onun ikinci derisi gibiydi. Mimiksiz yüzünde, yüksek G kuvvetlerine meydan okuyan bir disiplinle çizilmiş keskin hatlar vardı. Gözleri, yeşilin en derin tonundaydı ve bir ekrana bakarken bile, adeta ufku tarıyor, stratejik bir üstünlük arıyormuş gibiydi. Duruşu, bir savaş uçağının kokpitindeki o minimal, ekonomik hareketleri yansıtıyordu. Her bir kası kontrol altında, her nefesi hesaplıydı. O, bu kara operasyonunun gökyüzündeki uzantısı, havadaki ölümcül yumruğumuzdu.

Sağımda ise, gölgelerin efendisi, bir zamanlar Suikast Biriminde var olan ama şimdi Mücadele İtibar Teşkilatı için çalışan Çilingir vardı.

Üzerindeki sade, siyah üniformasıyla yüzüne geçirdiği maskesiyle tanınırlığını gizliyordu. Onun varlığı, bu askeri üssün sadece dış tehditlere değil, görünmez, sinsi iç tehditlere karşı da korunduğunun en somut kanıtıydı. En sıkı kilitleri, en girift sorunları, iz bırakmadan çözen bir ustaydı. Sessizliği bile yüksek voltajlı bir tehdit gibi etrafa yayılıyor, sadece duruşuyla bile "Ben, senin görmediğin, bilemeyeceğin savaşın ta kendisiyim," diye fısıldıyordu.

Biz, bu üç farklı dünyanın, bu üç farklı savaş alanının temsilcileri, Şafak Şahin'in gölgesinde, aynı kader ipiyle birbirine bağlanmıştık. Tek bir amacımız vardı: Aras Demirkan'ı bulmak ve etkisiz hâle getirmek.

Üssün beton zemininde, soğuk rüzgâr yüzümü yalayıp geçerken, gözlerimi tekrar ufka, Halep'in yaralı siluetine çevirdim. Silueti yarıp geçen, bize doğru yaklaşan iki bedenle onlara doğru yürümeye başladım. Alev'in disiplini ve Çilingir'in ölümcül sessizliği, benim etrafımda bir kalkan gibi örerken, onlarda benimle ilerlemişti.

Orkun Yel ve Caffar Toraman ile karşı karşıya durduğumuzda bir anlığına Çilingir'e bakıp gözlerini kıstılar. Kim olduğunu anladıklarında ise gözlerini yeniden bana çevirdiler.

"Hümeyra komutanım," dedi, Orkun. "Burada çok sıkıntılı işler dönüyor. Başkonsolosluk toprağı, Demirkan'ı yasal olarak koruyor, ama yine Demirkan'ın bağlantıları ve savaşın yarattığı belirsizlik, bu hukuki sınırları zorlayabilir."

Kafamı salladım.

"Bize bu hukuki sınırları zorlatacak birisi lazım," dedim ve Caffar'a baktım. "Selçuk Ege Turalı ve Alperen Gündüz nerede?"

Caffar, yanağının içini dişledi. Gözlerinde bir tereddüt belirdi ve ardından Orkun'a baktı. Orkun, boğazını temizlediğinde bakışlarımı yeniden Orkun'a çevirdim.

"Bu olaydan ilk haberi olanlardandılar. Ama şu an onlara ulaşamıyorum. Caffar, buraya gelmeden önce her yeri tarattı ama onlardan bir iz bulamadık."

Gözlerimdeki kararlılık, Orkun'un söyledikleri ve Caffar'ın verdiği yanıtla birlikte buz gibi bir şüpheye dönüştü.

"Ulaşamıyorsunuz?" dedim, sesim tehlikeli bir alçaklıkta. Her kelimeyi tartarak. "En son nerede ve ne durumdaydılar?"

Caffar, tereddütle devam etti. "Benim son iletişimim, dün geceydi. Alperen ile kaldıkları konumda çalışma yapıyorlardı."

Orkun, söze atladı.

"Ben onlara haberi verdiğimde planımız, Caffar'a bilgi verip helikopter ile burada toplanmaktı. Ama gelmediler. Sonraki iletişim girişimlerimiz yanıtsız kaldı."

İçimde bir şeyler koptu. Bu bir tesadüf olamazdı. Gözden kaçırdığımız bir nokta olmalıydı. Ellerimin titrediğini hissediyordum. Ama bu korkudan değil, saf öfkedendi. Aras Demirkan sadece kaçmamıştı. Oyununu çok daha erken başlatmış, ilk hamleyi çoktan yapmıştı.

Ve bunu tek başına yapabileceğini, hiç sanmıyordum.

"Birileri daha var," diye fısıldayıp ne ara kapandığını bilmediğim gözlerimi açtım. "Aras Demirkan, öylece yüksek güvenlikli bir cezaevinden, elini kolunu sallayarak çıkamaz! Mutlaka birileri ona yardım etmiş olmalı."

Bakışlarım bir an için Orkun'da takılı kaldığında yüz ifadesinin gerginleştiğini fark ettim. Kaşlarım ağırca çatılmaya başladığında Orkun, ellerini ceplerine soktu ve çenesini kaldırdı.

"Bir problemimiz daha var."

Dişlerimi birbirine kenetleyerek iyice sıktım. Diş köklerimin yerinden oynadığını hissedebiliyordum.

"Söyle," dedim, sesim çelik gibi soğuktu.

Orkun, alt dudağını dişlerinin arasına alıp bıraktı ve gözlerini kırpıştırdı.

"Siz gelmeden hemen önce istihbarat birimleri ile yaptığımız toplantıda birinin daha adı geçti. İki ay önce cezaevine farklı bir isimle giriş yapıp 9. ve yüksek önlemli tutulan hücreyi ziyaret eden bir kayıt var."

Gözlerimi kısarak Orkun'un yüzündeki her bir kasılmayı, her bir anlam yüklü ifadeyi okumaya çalıştım.

"Kim?" diye tekrar sordum, sesim bu sefer bir hançer kadar keskin ve alçaktı.

Orkun, sonunda kelimeleri zorlukla iteledi.

"Kayıtlara Mete'nin ismiyle giriş yapmış. Bunun olmasının imkânsız olduğunu ve yüz tanıma ile ses analiziyle ziyaretçinin kim olduğunun belirtilmesini istedik. Mete Mert Çakır'ın adını kullanarak giriş yapan kişinin, Eran Bağrı olarak bilinen, zamanında Miran Zafir'in propagandasını yaymak için kullanılan bir muhbir olduğunu öğrendik."

Eran Bağrı.

Orkun'un söylediği isim kulaklarımda patlayan bir bomba gibiydi.

O kadar derin ve kişisel bir şok yaşadım ki, bir an için hızla sağıma baktım. Çilingir, taş gibi duran varlık, bir anda bana döndü. O buz gibi gözler, bu sefer hiç alışık olmadığım bir ifadeyle yüzümde geziniyordu. O her zamanki yargılayıcı, hesap soran bakışlar değildi bunlar. İçlerinde, başa buyruk davranmanın geride bıraktığı ağır bir suçluluk vardı.

Zihnim anında Hakkâri'nin o sisli, soğuk dağlarına fırladı. Çilingir ve Mete'nin izlerini silmek için gittiğim o yere. O gece tek bulduğum şey Eran Bağrı'nın, alnından tek kurşunla vurulmuş karısının cansız bedeniydi.

Ve Çilingir, o suçluluk dolu gözleriyle o geceyi, Hakkâri'yi, o cesedi hatırlayıp hatırlamadığımı arıyordu. Onun bile için için yandığı bu vicdan azabı, benim içimdeki şoku ve öfkeyi katlayarak artırıyor, bana bu işin hesabını sadece düşmana değil, belki de geçmişin karanlık kararlarını verenlere de soracağımızı hatırlatıyordu.

"Bir dakika, bir dakika," diyen Alev'in sesini işittim. "Bu Eran Bağrı, bir zamanlar Eyşan'ın bahsettiği kişi değil mi? Hatta Miran Zafir'in bulunması için onu kullanacaklardı?"

Alev'in sesi, zihnimdeki karanlık girdabı anlık olarak dağıttı. Gözlerimi Çilingir'den ayırıp ona baktım.

"Doğru," diye onayladım, sesim hâlâ gergin ama daha kontrollü. "Hatta Caner vurulduğunda Mete ile Çilingir, onu bulmak için Hakkari'ye gittiler. Onu bir köprü olarak kullanıp Zafir'e ulaşmayı planladılar. Hatta ardından Rojin ile birlikte geri döndüler. Ta ki-"

Alev'e söylediğim tüm bu bağlantılar zihnimde bir şimşek gibi çaktı. Gözlerim yere çakılırken arkamızdan gelen adım seslerine odaklanamadım. Anılarımın en gerisinde, benimle büyümüş bir kadının varlığı tam karşımda belirdi. Gözlerim, devrildiği o boşlukta onunla birlikte durmaya devam etti.

"Hümeyra," dedi, Yağmur Boduroğlu. "Mimba'nın sahip olduğu bütün kaynaklar ele geçirildi. Kendine yeni bir alan aramaya başlamıştır bile. Yarın bir gün, olur ya kader bu, çocuklarımıza daha da güçlenerek musallat olursa ne yapacağız?"

Arkamda duran birinin varlığını hissediyordum.

"O hâlde o çocuklar, onu güçlendiği kişiyle alt edecekler. Unutma Yağmur. Tarih, her zaman en acımasızlığıyla tekerrür eder."

"Orkun Başkanım, İdlib'ten size acil bir çağrı var. El-Rukn'da çıkan isyan ile eş zamanlı olarak İdlib'teki cezaevinden de kaçan biri daha olmuş."

Rebl Al Mabir.

Gözlerim, düştüğüm bataklıktan yükseldi. Orkun, arkamdaki kişiye çatık kaşlarıyla bakarken kafasını iki yana salladı.

"Kimmiş kaçan şahıs, öğrenebildiniz mi?"

Arkamdaki bedenin ağzındaki isim, benim dudaklarımda öncülük etti. Büyüdü ve dilimden döküldü.

"Mimba."

Söktü.

Şafak.

Saplandı şahine bıçak.

🌩️

5 Aralık 2022 / Şırnak

Yazar, Ağzından

Sarı Gelin, Bö & Serhat Durmus

Lara, pencerenin kenarında oturmuş, dışarıdaki serin havayı içine çekmeye çalışıyordu. Caner, onu izliyor, yüzündeki sıkıntıyı fark ediyordu. Koridorda bekleyen ekip, her zamanki gibi tetikteydi. Barış, cebinde çalan telefonun ritmiyle telefonunu çıkartıp arayan kişiye baktı. Gördüğü isimle Caner'e baktı.

"Alev arıyor," dedi ve aramayı cevaplandırdı.

Caner, Lara'nın yanında dururken ellerini ceplerine soktu ve Barış'ı izlemeye başladı. Barış, kısa bir süre telefonun ucundaki Alev'i dinledi ve kafasını salladı.

"Tamam, bende iniyorum aşağıya," dedi ve aramayı sonlandırıp ayağa kalktı. Caner, sorgulayan gözleri Barış'ı izlerken Barış, elindeki telefonu cebine koyup Caner'e baktı.

"Alev, Hümeyra Teyze ile buraya geliyormuş. Onları karşılayıp geliyorum," dedi. Caner, kafasını sallayıp birkaç adım attı.

"Bende seninle geleyim," deyip ceketine uzandı.

Lara, bu habere döndü. Gözlerinde bir ışıltı belirdi, içeride geçen uzun saatlerden sonra bir nebze olsun normallik vaadi gibiydi bu. Caner'e döndü, sesi yalvarır gibiydi.

"Bende geleyim."

Caner'in yüzü gerildi. İçgüdüleri 'Hayır,' diye bağırıyordu. Dışarısı kontrol edilmesi en zor alandı. "Aşkım, biliyorsun... En güvenlisi burada beklemen."

Ama Lara'nın gözleri doldu. "Sadece birkaç dakika," diye fısıldadı, elini karnının üzerine koyarak. "Hem bebeklerimiz de temiz hava alsın. Lütfen?"

O "bebeklerimiz' kelimesi ve Lara'nın yüzündeki o kırılgan umut, Caner'in tüm savunmasını yıktı. Tereddütle, Barış'a baktı. Barış, gözlerini sıkıca yumup kafasını salladı.

"Çok durmayız, hemen içeriye geçeriz," dedi gözlerini açtığında.

Caner, yenilmiş bir halde başını salladı, içi bir kez daha cız etti. "Tamam," diye mırıldandı, sesi gergin. Lara'nın ceketini alıp ona uzattı. "Ama arkamdan çıkmayacaksın. Anlaşıldı mı?"

Lara, hızla Caner'in uzattığı ceketini alıp kafasını salladı. Lara, üzerine ceketini giyip Caner'in elini tuttu ve kapıya doğru ilerledi. Barış, büyük adımlarla önlerine geçip kapıyı açtı ve dışarıya çıktı. Kapının yanındaki iki askere bakıp kafasıyla koridoru işaret etti.

"Dışarıya çıkıyoruz, eşlik edin."

İki asker, Barış'ın emriyle köşe başlarında duran iki askere ıslık çaldı. Caner ile Lara'nın yanlarında yürümeye başladıklarında diğer iki asker, peşlerinden büyük adımlarla takip ettiler.

Hastane önüne adım atar atmaz, Lara derin bir nefes aldı. Yüzüne vuran serin rüzgâr, gözlerini kapattı. O bir anlık huzur, her şeye değerdi. Caner ise bir avcı gibi etrafı kolaçan ediyor, her aracı, her yayayı, her pencereyi tarıyordu. Askerler, onları görünmez bir zırh gibi kuşatmıştı.

Barış, elleri ceplerinde caddeden gelecek aracı bekliyordu. Uzaktan gelen bir motor sesi, önce trafiğin bir parçası gibiydi. Ama ses giderek yaklaştı, keskinleşti, anormal bir vınlamaya dönüştü. Bir şeylerin ters gittiğinin ilk işaretiydi. Caner'in iç alarmı anında devreye girdi. Yüzü değişti.

Ama her şey çok hızlı oldu.

İlk silah sesi, beton duvarlarda yankılandı. Bir tarama ateşiydi bu. Amaç belli değildi, panik yaratmaktı. Caner, Lara'nın bedenini sararken Barış, Caner ile Lara'nın önüne geçerek bir kartal edasıyla, kollarını onlara sararak sırtını kalkana çevirdi. Ardı arkasına sıkılan ateşlerle, yanlarında duran askerlerin silah sesleri karıştı.

Barış, etrafını saran askerlerle, yere çöktürdüğü Lara ile Caner'i kaldırarak binaya doğru sürüklemeye çalıştı. Ve tam o sırada, bir askeri araç köşeyi dönüp olay yerine yaklaştı. Camdan bakan Alev'in yüzündeki heyecan, orada ölüp gitti. Yerini, donakalmış, inançsız bir dehşet aldı.

Onlara ateş açan siyah araç, olay yerinden hızla uzaklaşırken Alev, aracın kapısını aralayarak hızla arabadan indi. Yanında onu korumaya çalışan askerlerin arasından elindeki silahıyla binaya girdiğinde Caner ile Lara, doğrularak ayağa kalktı.

"Barış?" diye fısıldadı, Alev.

Caner, Lara'nın kollarının yanından tutarak Lara'nın bedenini taramaya başladı.

"İyi misin," dedi, yüzünü ellerinin arasına aldı, "Bak bana, bir yerine bir şey oldu mu!" diye sarsarak sorarken Lara, ellerini karnına yasladı. Ürkek gözleriyle Alev'e dönmüş Barış'ın sırtını izledi.

"Caner... Barış."

Alev, elindeki silahı belindeki kılıfa koyarken Barış'a doğru koşmaya başladı. Barış, geriye doğru yalpalayıp yere devrilecekken Caner, hızla Lara'nın yüzünü bırakıp Barış'ı yakaladı. Ağırlığıyla geriye doğru sendeleyip Barış ile birlikte yere devrildi. Caner, Barış'ı bırakmadan dizlerinin üzerinde doğrulup Barış'ı sarmaladı.

"Barış!" diye bağırdı Caner, sesi panikle boğuklaşmıştı.

Alev, onlara ulaştı ve yere çömelerek Barış'ın diğer yanına geçti. Yüzünde donup kalmış bir şok ifadesi vardı. Elleri titreyerek Barış'ın yüzünü avuçladı ve kafasını ardı arkası kesilmeden iki yana salladı.

"Hayır... Hayır, hayır, hayır..." Bu kelime, Alev'in dudaklarından bir çığlık değil, donmuş bir nefes gibi döküldü. Bir anda Barış'ı omuzlarından tutup Caner'in dizleri üzerinden yüz üstü yere uzandırdı. Askeri atletinin koyu yeşil kumaşında, hızla yayılan daha koyu, ıslak lekeleri gördü.

"Sikeyim böyle işi! Barış, sık dişini oğlum." diye gürledi Caner. Sesindeki çatlak, o ana kadar sergilediği tüm kontrollü tavrı paramparça etmişti. "HEMEN BİR SEDYE GETİRİN!"

Alev'in elleri o lekenin üzerine bastırdı, baskı uygulamaya çalıştı, ama avuçlarının altındaki sıcak, yapışkan nem, gerçeği inkâr edilemez kılıyordu. Caner, Alev'in ellerinin kapatamadığı yerlerdeki kurşun izlerine büyük avuçlarını bastırarak kanamayı durdurmaya çalışırken, Alev gözlerini sıkıca kapayarak hıçkırıklara boğuldu. Barış'ın yüzünde bir acı ifadesi belirdi. Gözleri yarı aralık, boşluğa bakıyor gibiydi.

"Ağlama," diye homurdandı, sesi zorlukla çıkıyordu.

Koridorun sonundan, tekerleklerin betonda çıkardığı ses ve koşu adımları duyuldu. Sağlık ekibi, sedyeyle birlikte sonunda geliyordu. Alev, başını kaldırıp gelen ekibe baktı, sonra tekrar Barış'a eğildi. Gözlerinden süzülen yaşlar, Barış'ın solgun yanağına damlarken, ona baktı.

"Beni bu ellerimden nefret ettirme," diye fısıldadı, sesi titrek ve yalvarır gibiydi. Kafasını iki yana sallarken, gözlerinin önü sedyeyle gelen ekip tarafından kaplandı. "Annemin yaralarını bile saramayan bu ellerden ezelden beri nefret ettim, Barış. Beni bir de senin yaralarını kapatamadığım için kendimden soğutma."

Bu sözler, bir veda gibi çınladı. Sağlık görevlileri onu nazikçe kenara çekip Barış'ın başına üşüşürken, Alev olduğu yerde kaldı. Dizlerinin üzerinde, elleri kanlı, gözleri bomboş... Sadece izledi. Hayatının aşkının, bir sedyeye taşınışını izledi.

Lara, olduğu yerde kök salmış gibi duruyor, elleri hâlâ koruyucu bir şekilde karnında, gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Nefes alışverişi sıkışmış, hızlı hızlıydı. Az önceki huzur anı, yerini tam bir kâbusa bırakmıştı. Bir an için gözleri aşağıya indiğinde üzerindeki elbiseden açıkta kalan bacaklarına baktı.

Caner, Barış'ın sedyeye taşındığı andan gözlerini çekerek Lara'ya baktığında, onun bu donakalmış halini ve bacaklarında bir yılanın bıraktığı iz misali akan koyu, ıslak bir çizgiyi fark etti. O an, zaman bir kez daha dondu. Bu Barış'ın kanı değildi. Kaynağı daha yukarıdaydı, Lara'nın korumak için ellerini bastırdığı yerden, bacaklarına doğru süzülüyordu.

Lara, karnındaki ellerini bastırarak derin, yürek paralayan bir çığlıkla bağırdığında, Caner'in aralı kalmış dudaklarından hiçbir ses çıkmadı. Yüzündeki tüm acı, şok, öfke silinip gitmiş, yerini saf, donmuş bir dehşet almıştı. Omzuna çarparak onu ittiren Hümeyra Çakır, hızla Lara'yı kavrarken Mete Mert Çakır, koridorun başında göründü.

Alev, çöktüğü yerden kalkıp Lara'yı diğer kolundan tutarken Hümeyra Çakır'ın bağırışları koridorda yankılandı.

"Çabuk doktoru çağırın!"

Mete, Lara'nın bacaklarındaki kan izine, sonra onun ağrıdan kıvranan yüzüne kaydı. Hızla Caner'e dönüp kolundan tuttu. Caner, gözlerini Lara'nın bacaklarındaki kana sabitlemiş ve orada şoka girmişti.

"Caner..." diye inledi Lara, gözleri büyümüş, korku dolu. "Caner, acıyor... Bebeğim..."

Bu sözler, Caner'i harekete geçirdi. Şoktan sıyrılıp yeniden askere dönüştü. Annesinin ve Alev'in tuttuğu Lara'yı kucağına alıp hızlı adımlarla yürümeye başladı. Lara, Caner'in kucağında kıvranırken Caner, çenesi gerilmiş bir şekilde ilerlemeye devam etti.

"Caner... Canım çok yanıyor!" diye inledi Lara, sesi giderek zayıflayan bir çığlığa dönüştü.

"Biliyorum aşkım, biliyorum ömrüm," diye karşılık verdi Caner, sesi gergin ama şaşırtıcı derecede sakin. Gözleri dolmuş ve mavilerini çelik griye çevrilmesine neden olmuştu. Karşılarına çıkan doktor, Caner'i ameliyathaneye doğru yönlendirip getirdikleri sandalyeye bırakmasını sağladı. Caner, kanlı ellerini yumruk yaptı. Yumruklarını öyle bir sıktı ki, tırnakları avuçlarını kanattı.

"Ve biliyorum ki," dedi, dişlerinin arasından. Gözleri bir ateşin közü gibi yanıyor, mavisi tamamen grileşmişti. "Bugün döktükleri kan, yarın onları boğacağım nehir olacak. Benim adım da Caner ise o piçlerin son nefeslerini ben alacağım!"

-

BÖLÜM SONU

Merhabalar!!!!!!

Öncelikle şundan bahsetmek istiyorum ki 1 Aralık ile 5 Aralık arasında yaşanmış olayı diğer bölümde okuyacağız. Az çok benim yazım tarzımı öğrenmiş olduğunuzu varsayıyorum. Yorumlarda beni yalnız bırakmayın lütfen, neler hissettiğinizi, neler düşündüğünüzü ve tahminlerinizi benimle paylaşın. İlhamlarım yalnızca müziklerim değil, sizlersiniz de...

Bebeler doğduğunda her şeyin başlayacağını söylemiştim, değil mi? Çok küçük bir spoiler vermek istiyorum.

Bu yaşananlar daha hiçbir şey ve nelerin yaşanacağını;

Koyacağım son noktada okumanız dileğiyle

Sultan Çakır

dokuz kasım iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 09.11.2025 04:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sultan Çakır / GÜVERCİN / LVIX - ŞAFAK SÖKMEDEN
Sultan Çakır
GÜVERCİN

29.29k Okunma

1.47k Oy

0 Takip
88
Bölümlü Kitap
-AURORA-I - YEMİNII - İLK KURŞUNIII - MAVİIV - SORGUV - KANLI TÜYVI - SINIR7. BÖLÜM'DEN KESİTVII - GERÇEKDUYURU VE SOHBETKİTAP ADI VE KESİTVIII - TEKERRÜRIX - 25 SAAT 38 DAKİKA10. BÖLÜMDEN KESİTX - İSYANIN ARKASINDAKİ GÖLGEXI - YALANLAR VE İZLERİXII - SAVAŞIN SINIRINDAXIII - GECEYE SÜRGÜN AŞKXIV - KIRIK GÜVEN KOZASIXV - KIRILMA NOKTASIXVI - DUVARXVII - KANATLARI ISLAK GÜVERCİNXVIII PART I - SIRR-I MÜPHEMXVIII PART II - SÖNMÜŞ OCAK KÖZÜXIX - YÜKLÜ HATIRAXX - BÜLBÜLÜM ALTIN KAFESTEXXI - AL BAYRAĞIN GÖLGESİXXII - SONA BİR KALAA.E.BM.M.ÇXXIII - KORUN BIRAKTIĞI İZXXIV - BOZKURT VE TARUMARXXV - TEK KURŞUN SÖZÜXXVI - KARA KARIŞAN KANXXVII - ÖFKENİN KRİZ UYKUSUXXVIII - OMUZDA TAŞINAN YÜKXXIV - RUHU YUTAN BOŞLUKXXX - GERİ SAYIM SONUXXXI - YAKLAŞAN KASIRGAXXXII - HASSAS VE ZARİFXXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜII PART - XXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜXXXIV - AKREP VE YELKOVANXXXV - ŞEYTAN KILIKLI AZRAİLXXXVI - YOLUN SONUNDAKİ SAKİNLİKXXXVII - ECELİN GÖLGESİXXXVIII - OLASILIK VE KURAMXXXIX - KİMLİK KAYBIXL - BAHT VE TEKERRÜRXLI - KAYBOLAN ZAMANLAR- DUYURU -XLII - YANAN KÜLLERİN ARASINDAK.S.AA.O.ÖG.U.DGÜVERCİN HKK.XLIII - SERZENİŞİN KIYISINDAXLIV - DÜNE İÇİLEN ANT45. BÖLÜMDEN KESİTXLV - LEKE BIRAKAN İZLERMETE'DEN SİZE BİR MESAJ VAR!46. BÖLÜM'DEN KESİTBir İşçinin Günlüğü - DuyuruXLVI - KALPTEN GELEN YOL47. BÖLÜMDEN KESİTXLVII - KIRILAN SADAKAT-DUYURU-XLVIII - DİLDEKİ SÜKÛT-Duyuru-XLIX - SONUN DOĞURDUĞU İLK BAŞLANGIÇDUYURUDuyuruL - FİDES RUPTALI - ALARUM VINCULUMLII - SINAVLAR VE GEÇİŞLER-DUYURU-LIII - TANRILARIN UNUTTUĞU DÜŞÜŞ54. BÖLÜMDEN KESİTLIV - ÖLÜME GÖMÜLÜ BİR SEVDALV - EMANET VE YEMİNNeden bölüm yok - AçıklamaLVI - MÜHÜRLENMİŞ HAKİKAT57. BÖLÜMDEN KESİTLVII - SİS BÖLÜĞÜLVIII - OKYANUSTAN DOĞAN IRMAKLAR, ŞANSLI ÇÖL GEZGİNİLVIX - ŞAFAK SÖKMEDENLX - DİP KUYUSU- DUYURU -
Hikayeyi Paylaş
Loading...