
"Sana soruyorum," demişti Eyşan, Kutlu Sönmez'e. "Sekiz şehit vermiş bu vatanın toprakları yangın yerine dönerken, bir senin yüreğin mi kül oldu?"
11 Kasım 2025 tarihinde hepimizin yüreği kül oldu.
TSK'ya ait C-130 tipi askeri kargo uçağının Azerbaycan-Gürcistan sınırında düşmesiyle, 20 kahramanımızı şehit verdik. Bir uçağın içinde, görev başında, vatan hizmetinde olan yirmi can... Yirmi aileye bir anda çöken bir ateş...
Her birinin arkasında bir hikâye, bir anne, bir baba, bir eş, bir evlat kaldı. Bu acının tarifi yok.
Böylesine bir olayın ardı yastır.
İsyandır.
BAŞIMIZ SAĞ OLSUN.
Bu bölüm, yitirdiğimiz kahramanların aziz hatırasına ithaf edilmiştir.
-İyi okumalar-
Bölüm Şarkıları;
Time, Hans Zimmer
Krimata, Yüksel Baltacı
Hacel Obası, Mihriban
Karabulut, Yüksel Baltacı

🕊️
LX
"Yer yer açıldı hâne-i tende çerağ-i ye's.
Etti kazâ derûn-i dili dâğ dâğ-ı ye's."
(Vücutta yer yer umutsuzluk çırası açıldı.
Yazdı, bütün gönlü umutsuzluk yarası içinde bıraktı.)
İntibâh – Namık Kemal
🪶
5 Aralık 2022 / Şırnak
Mete Mert Çakır, Ağzından
Time, Hans Zimmer
Şehrin ışıklarından uzak, yeri ve göğü birleştiren bir yalnızlığın tam ortasına bırakıldığım o geceyi hatırlıyordum. Ayaklarımın altında, uğruna can vereceğim toprak; başımın üstünde, yönümü kaybettirmeyecek yıldızlar vardı. Ve bütün evreni dolduran o sessizliğin içinde, yalnızca rüzgârın teller arasından geçerken çıkardığı o ıslığı andıran uğultuyu işitebiliyordum.
Üzerimdeki parkanın sol cebinde rüzgârdan sığınan sol elim, iki parmağımın arasına sıkıştırdığım, sigara tutan elimin aksine sıcaktı. Sigarayı her çekişimde, dudaklarıma değen parmaklarımdan, havanın ne kadar soğuk olduğunu bir kez daha hatırlıyordum. O metalik soğukluk, tenime işliyor ve neredeyse yapışacakmışçasına çekip gidiyordu. Bu küçük, acımasız temas, sırtıma bir ürperti salarak beni bu anın, bu gerçekliğin tam ortasında tutuyordu.
Sonsuz bir uyanıklığın, sürekli bir bekleyişin ve vatanın en uç, en sert sınırında olmanın kutsal yalnızlığını yaşadığım o yerdeydim.
Bu yalnızlığımı kıran, karanlığın içinden süzülen sert adım sesleriyle kulaklarımın kıpırdadığını hissettim. Bu adımlar telaşsız, ağırbaşlı ve tanıdık adımlardı. Arkamı dönmeye gerek kalmadan yanımda durduğunda derin bir nefes aldım. Sigaranın pis ve inatçı kokusuna rağmen, rüzgârın bile kıskandığı o bilindik, kardeş kokusunu içime çektim.
Yüzüm, Caner'e doğru çevrildiğinde bana bakmadığını, kaşları çatık bir vaziyette sınırın ötesine baktığını gördüm. İkimizin de soluk alışverişi, rüzgârın uğultusuna karışıp gitti. Yavaşça başını çevirdi, gözleri benimkilerle buluştu. O an, aynı annenin rahmini paylaşmış iki insanın, aynı kaderi de paylaştığını bir kez daha anladım.
Bu sessiz anlaşmanın ortasında, ağzından tek bir cümle döküldü, buz gibi ve ağırdı.
"Yarın burada olmayacağız."
Sözleri havada asılı kaldı. Akçakale'deki bu sınır nöbeti, bizim son gecemizdi. Yarın öğleden sonra, ihanetin gölgesiyle kaplı Cudi Dağı'nın yollarına düşecektik. Bildiğim bu ayrıntıyla kafamı sallayıp gözlerimi ondan kaçırdım. Parmaklarımın ucunda sönmeye yakın olan sigaradan son bir zehir çekip, izmaritini solumda duran varilin içine attım.
"Biliyorum," dedim, sağ elimi üstümdeki parkanın cebine yerleştirirken. "Ama yarından sonra neler olacağı konusunda hiçbir fikrim yok."
Caner, sessiz kaldı. Bu sessizliği yırtan tek bir köpek ulumasını işittim. Uzaktan, incecik ve ürpertici bir ses. İstemsizce gözlerim, o karanlık coğrafyada bir şeyler, herhangi bir şey seçmeye çalışarak sınıra dikildi. Her bir taşın, her bir tümseğin yerini ezbere biliyordum artık. Ama bu gece, o bildik manzaranın ardında farklı, yabancı bir şeyler vardı. Ulamanın kesilmesiyle çöken sessizlik, öncekinden daha ağırdı.
Bir kadının çığlığı, geceyi aniden yırtıverdi. Sesi o kadar yakın ve çaresizdi ki, tellerin hemen ötesindeki karanlık boşluğun içinde can çekişen bir kuşun son çığlığı gibi saplanıp kaldı kulaklarımda. O ince, titrek ses, rüzgârın uğultusunu ve kendi kalp atışlarımı bir anda silip süpürdü.
Gözlerimle Caner'in gözleri bir anda buluştu. İkimizin de yüzündeki donuk ifade, aynı anda çelikleşti. Tüfeklerimizin soğuk metalini avuçlarken, parmaklarımız tetiklerin üzerinde kendiliğinden konumlandı. Adım sesleri çoğalırken Caner ile sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladık.
Gecenin sessizliğini paramparça eden kurşun sesleri, zifiri karanlığın içindeki en vahşi, en acımasız ritmi çalıyordu. Kulaklarımızı sağır eden bu koronun ortasında, Caner'in keskin ve gergin sesi bir hançer gibi saplandı.
"Saat on yönü, kalabalık!"
Bir makinenin dişlileri gibi aynı anda döndük. Rotamız, sesin geldiği o tehlikeli noktaya kilitlendi. Ensemde, bize yetişen Mavi Ateş Timi'nin fertlerinin hızlı ve derin nefeslerini, savaşın metalik kokusuna karışmış ter buğusunu işitebiliyordum. O kaotik anın içinde, parçalar bir bir yerine oturuyordu: Kalabalık bir grubun kovaladığı bir kadın... Kadının, Yonca'nın arkasına sığınışı... Ellerimizde güvende olduğunu bilmemize rağmen, peşlerindeki o gruba doğru ateş ede ede ilerleyişimiz...
Ve sonra, her şey bittiğinde, Caner'in yavaşça eğilip, bir gölge yığınının yanında durduğunu gördüm. Sesi, o ana kadarki tüm gerginliğinden sıyrılmış, yumuşak ve şaşkındı.
"Bozkurt, burada bir çocuk var."
Sözleri ortalığa çöken toz bulutunun içinde asılı kaldı. Zaman, o küçük, kıpırtısız bedene bakakaldığımız o anda dondu. Caner'in yanına çöktüm, onun elleriyle usulca araladığı çalılıkların gölgesinde, korkudan taş kesilmiş bir çocuk vardı. Yüzü toprak ve gözyaşıyla bulanmış, incecik bedeni titrer gibiydi. Ama onu asıl ele veren, gözleriydi.
Karanlıkta, korkudan öyle büyümüşlerdi ki; içinde kaybolduğu o korkunç geceyi, bütün korkuyu ve şaşkınlığı yansıtan iki kara kuyu gibi, önce Caner'e, sonra bana bakıyorlardı. O bakışlarda, henüz söze dökülmemiş bir çığlık, bir yardım dileği vardı. Bu masum yüzün güvenliğini sağlamanın, tüm o sınırı korumaktan çok daha ağır ve insani bir sorumluluk olduğunu hissettim.
Sağ elimi ağırca kaldırıp çocuğa uzatacakken çocuğun gözleri kapandı. Korkuyla titrediğini hissederken, aslında gecenin ne kadar soğuk olduğunu unuttuğumu anlamıştım. Çocuğa uzanan elimi hızla kendime çekip üzerimdeki parkayı çıkarttım. Caner'in çalılıkları iyice açmasıyla, elimdeki parkayı çocuğun omuzlarına koydum.
Çocuk, kıstığı gözlerinin arasından bana ürkekçe bakarken, yüzümde sıcak ve güven verici bir tebessüm belirdi.
"Korkma," dedim, sesimi geceye en yumuşak haliyle bırakarak, "bizden sana zarar gelmez. Biz, Türk askeriyiz."
Çocuk, sözlerimi anlamamışçasına yüzüme bakakaldı, sonra gözleri yavaşça yanımda duran Caner'e doğru kaydı. Caner, hiç tereddüt etmeden hafifçe eğildi ve sol göğsünün üzerindeki Türk Bayrağı'nı ona gösterdi. O kırmızı ve ay yıldızın, loş gecede bir sığınak gibi parladığı o anda, çocuğun kıstığı gözleri irice açıldı. Aniden, bir kuş yavrusunun sıcak bir yuvaya sığınışı gibi, kendini Caner'in göğsüne bıraktı.
Caner'in gözleri, bu beklenmedik ve saf güven karşısında irileşti. Kolları, bir an için havada asılı kaldıktan sonra, yavaşça, neredeyse bir tövbe edercesine, o küçük ve titrek sırtı sarmalamak için aşağı indi. Çocuğun sırtından düşen parkamı, usulca yeniden omuzlarına çekip düzelttikten sonra ayağa kalktı. Göğsüne adeta yapışan çocuğu sıkıca kavrayarak bana döndü; sesi, gecenin soğuğundan daha keskin bir aciliyetle titriyordu.
"Vücudu buz gibi. Bir an önce içeriye geçelim."
Bir göz kapatıp açma saniyesinde, geceyi yırtan projektörlerin keskin beyazlığından, kantinin sarı ve sıcak ışıklarına geçivermiştik. Dışarıdaki barut ve toprak kokusunun yerini, demlik çayın buğusu ve ısıtılan çorbanın ağırbaşlı kokusu almıştı. Kulaklarımda hâlâ o çığlığın yankısı varken, şimdi çay kaşıklarının teneke tıngırtısı ve çocuğun hâlâ kesik kesik olan nefes sesi doluydu. O karanlık, tehlikeli sınırdan, bu sıcak, güvenli duvara; zamanın iki ucu arasında savrulmuş gibiydik.
Caner'in kucağından asla inmek için hareketlenmeyen çocuk, yine onun ellerinde tuttuğu kaşıktan çorba içiyordu. Çorbası bitene kadar hiç kimse konuşmamıştı. Ta ki Caner, biten kasesin içine kaşığı koyana kadar.
Dirseğimi masaya dayayıp hafifçe onlara doğru eğildim.
"Konuşabiliyor musun?" diye sordum, sesimi olabildiğince yumuşatarak. Çocuk, zihninden geçenleri toparlar gibi önce bana, sonra yeniden, sığınağı olan Caner'e baktı. Derin bir nefes alıp Caner'e döndüm. O, gözlerini kısıp çocuğa odaklanmıştı.
"Navê te çi ye?" (Adın ne?)
Çocuğun yüz ifadesi anında değişti. Bana diktiği bakışlarını bir çırpıda Caner'e çevirdi ve gözlerinde, tanıdık bir ses duymanın verdiği saf bir ışıltı belirdi. Dudakları, küçük ve güvensiz bir tebessümle titreyerek aralandı.
"Ahmo," dedi.
Caner, göz ucuyla bana hızlıca bakıp dikkatini yeniden çocuğa verdi.
"Ew zilamên ku te dişopandin, kî bûn, Ahmo? Tu wan nas dikirî?" (Seni kovalayan o adamlar kimdi Ahmo? Onları tanıyor muydun?)
Çocuk, cevap vermek için dudaklarını yeniden araladığı sırada, arkamızdan gelen çaresiz bir sesle irkildik.
"Ahmo!"
Çocuk, Caner'in kucağında bir anda doğruldu, gözleri kapıya dikildi.
"Dayê!" (Anne!)
Caner, çocuğun kendini atmak üzere olduğunu anlar anlamaz kollarını gevşetti. Ahmo, yerden fırlayarak annesine doğru koştu. Kadın, adeta ayakta duramayacak gibi yığılıverdi yere ve oğlunu, hayatının tüm kuvvetiyle, kollarının arasına çekti.
"Kurê min! Gelek tirsî me! Ez ziman dikim bê tu tiştekê bibêje!" (Oğlum! Çok korktum! Sana bir şey olacak diye çok korktum.)
Gözyaşları yanaklarından süzülürken, kelimeler boğazında düğümleniyordu. Onların bu dokunaklı buluşmasını izlerken, Çilingir sessizce yanıma yaklaştı.
"Çocuğun babası, dağda dolaşan bir çiftçiymiş. Zorla terörist yapmışlar. Adam, vatanına ihanet ettiğinde çocuğunu da yanına almak için, bir grup piçle geri gelmiş ama kadın istememiş. O yüzden kaçmışlar."
Bu, sıradan bir kaçakçılık ya da sızma değildi. Bu, bir ailenin paramparça oluşunun, bir babanın eli silah tutan bir yabancıya dönüşümünün en acı sahnelerinden biriydi. Ahmo ve annesi, bu karanlık hikâyenin ortasında savrulan iki masum hayattı.
Sandalyeden ayağa kalktığımı ve onların yanına, yere çömeldiğimi hatırlıyordum. Ahmo'nun annesi, oğlunun yüzünü bağrına basarken, gözlerinde derin bir minnet ve sığınak arayışıyla bana bakmaya başlamıştı. Onun o çaresiz bakışlarına, elimden geldiğince sıcak ve güven verici bir ifade yerleştirerek karşılık verdim.
"Tu êdî ne hewce yê tirmankirinê yî," dedim, sesim kantinin sessizliğinde berrak ve sakin. "Tu û kurê te li erdê Tirkiyeyê ne. Tu carî li vir ne kes dikare ji we re xerabî bike." (Artık korkmana gerek yok. Sen ve oğlun Türk topraklarındasınız. Hiç kimse size burada bir daha zarar veremez.)
Tam o sırada, annesinin boynundan yüzünü çeken Ahmo, önce kendisini güvende hissettiği liman olan Caner'e, sonra da sözlerimle ona yeni bir umut veren bana baktı. Onun o masum ve artık korkudan arınmış bakışlarına, içten bir tebessümle karşılık verdim. O an, bu küçük ailenin korku dolu hikâyesinin bir sayfasını kapattığımızı ve yeni, daha aydınlık bir bölümün ilk cümlesini yazdığımızı hissettim.
Anne ve oğlu, güvenli bir alana gönderilmek üzere hazırlanan evrakı imzalayıp Sosyal Güvenlik Birimi'ne teslim ettikten sonra, kantinin o bildik sessizliğine ve çay kokusuna geri dönmüştüm. Caner, bir sandalyede oturuyor, hâlâ üzerinde duran ve artık Ahmo'nun minik bedeninin iziyle ısındığını hissedebildiğim parkamı düşünceli düşünceli katlıyordu. Kucağında tuttuğu parkayı bana doğru uzattı.
Parkayı alırken, ağzımda belli belirsiz bir tebessümle çarpıkça gülümseyip kaşlarımı kaldırdım. Aradaki tüm o söze dökülmemiş endişeyi, rahatlamayı ve paylaşılan insanlığı bu küçük sataşmaya sığdırdım.
"Kucağına da pek yakışmıştı," dedim, alaycı ama yumuşak bir ses tonuyla.
Caner, boş kalan ellerini dizlerine koydu. Gözleri hâlâ kantinin dışındaki karanlıkta, henüz bitirmiş olduğumuz o karmaşık gecede gibiydi. Hafifçe sallandı sandalyede. O an, yüzündeki nadir, korunaksız ifadeyi gördüm. Okumayı bildiğim, sert, mizacı kirli olan Caner gibi bakmıyordu.
Bu yıllar öncesine, henüz dağların ve sınırların tozuyla kaplanmamış, sadece bir çocuk olan Caner'e ait bir bakıştı. O küçük Ahmo'nun saf güveni, onun içindeki en katı odaların birinin kapısını aralamış, içeriden çocukluğun soluk ışığının sızmasına izin vermişti. Sadece bir saniyeliğine, bir göz kırpma anı kadar sürdü, ama ben onu gördüm.
Kaşlarını kaldırarak "Savaşların, sınırların ve kaosun barındığı bir dünyaya çocuk getirmek?" diye mırıldandı, sesi alışılagelmiş sertliğini kaybetmiş, adeta karanlık ve yıpratıcı bir gerçekliği ilk kez sorguluyormuş gibi düşünsel bir tona bürünmüştü. "Annesiz büyümüş bir çocuğun gözünden dünyaya baktığında, dışarıdaki savaşın ne kadar yıkıcı ve büyük olduğunu daha iyi anlıyorsun."
Gözleri bana çevrildiğinde, kafasını, içinde cevap aradığı o ağır sorunun yüküyle iki yana salladı.
"Ben, bu kadar zalim bir dünyaya çocuk getirmezdim, Mete."
O söz, bir lanet gibi havada asılı kaldı ve beni, söylediği o zalim ana fırlattı. Bir anda, kantinin rahatlatıcı buğusu dağıldı ve yerini keskin bir toz ve kan kokusu aldı. Eyşan'ın yanındayken kurşun sesleriyle ne olduğumu anlayamazken kendimi onun yanından, nefes nefese aşağıda bulmuştum.
Caner'i gördüm.
Karşımda, gözleri faltaşı gibi açılmış, sevdiklerinin hayatının elinden akıp gidişini izleyen bir adam vardı. Lara'nın bacaklarından sızan o kırmızı nehir, onun sözlerini boğuyor, hayallerini yıkıyordu.
"Caner! Caner, acıyor... Bebeğim..."
Lara'nın çığlığıyla irkilen Caner'in koluna dokundum. Teni buz gibiydi. O dokunuş, onu bir hipnozdan uyandırırcasına harekete geçirdi. Hiçbir şey söylemeden, yüzünde taşlaşmış bir ifadeyle eğildi, Lara'yı kucağına aldı ve o ağır yüküyle, hiç durmadan, hiç arkaya bakmadan yürümeye başladı.
Yanımızda bizimle yürüyen askere bakmıştım. "Ne oldu burada?" diye sorguladığımda bana, hava almak için dışarıya çıktıklarını hem de Alev Atsız ile annemi karşılamak için beklediklerini, o sırada gelen araçla tarandıklarını söylemişti. Barış'ın Lara ile Caner'i korumak için onlara bir kalkan olduğunu ve ardından durumun ne hâle çevrildiğini anlatmıştı.
Caner, Lara'yı doktorun yönlendirmesiyle ameliyathanenin önünde bekleyen sedyeye bıraktığında, Lara içeriye alındı. Kapılar onun arkasından kapanırken, koridorda kalan Caner'e baktım. Vurulmuş Barış'ın kanına bulanmış ellerini öyle sıktı ki, eklemleri bembeyaz kesildi. Yumruklarını indirdiğinde, gözleri kaynayan bir ateş misali parlıyor, içindeki çaresizliği yakıp kül etmeye çalışıyordu.
Alev'in ameliyathane kapısının yanındaki duvara yaslandığını ve hıçkırarak ağladığını gördüm.
"Bugün döktükleri kan, yarın onları boğacağım nehir olacak. Benim adım da Caner ise o piçlerin son nefeslerini ben alacağım!" diye gürledi ve sırtını bize dönüp koridorda ilerlemeye başladı. İki adımda onu yakalayıp kolundan tuttuğumda, kolunu bir yılan gibi sertçe kurtardı ve yürümesini sürdürdü. Yeniden yetişip önüne geçtim. "Nereye gidiyorsun?" diye sertçe sordum, nefes nefese. Caner, hiç tereddüt etmeden göğsüme bastırarak beni itti ve yoluna devam etti.
"Çekil önümden Mete!"
Yeniden önüne atıldım ve bu sefer iki kolundan sıkıca yakaladım. "Nereye gidiyorsun dedim sana!" diye bağırdım, sesim koridorda yankılandı. Caner, öfkeyle beni yakalarımdan kavradı, parmakları köprücük kemiğime batarcasına.
"SANA ÇEKİL ÖNÜMDEN DEDİM!" diye kükredi, yüzü bir parmak mesafede, göz bebekleri iğne ucu kadar küçülmüştü. Ani bir güçle beni kenara ittirdi. Sırtım duvara çarparken, koridordaki farklı adım seslerini işittim. Kimin geldiğini önemsemeden yeniden Caner'e atıldığımda Caner, bu kez bir canavar gibi çırpınarak kollarını kurtarmaya çalıştı.
"Bırak lan beni, bırak!"
Bedenini kollarımla sararak, onu bu ölümcül karardan geri döndürmeye çalışırken, bir kolum boynuna dolandı, diğeri belini sıkıca kavradı. Nefesi sıcak ve hızlıydı, çırpınan bir kuş gibi titriyordu. Her hareketi, onu kaybetmekten duyduğum korkunun büyüklüğünü bana hatırlatıyordu. "Yapma," diye hırladım kulağına, "Şu an Lara'yı orada yalnız bırakıp gidemezsin!"
Ama o, sadece daha güçlü direndi, sözcüklerim ona ulaşamıyormuş gibi. Tam onu tutmakta güçlük çekeceğim o kritik anda, babam Caner'in önünde tüm heybetiyle dikilip ellerini Caner'in yanaklarına yasladı.
"Caner!" diye gürledi, sesi koridordaki tüm gürültüyü bastırdı. "Sakin ol ve derhal kendine gel."
Caner, dişlerinin arasından bir savaş atı gibi hırıl hırıl soluyarak sertçe nefesini bıraktı. Gözlerindeki öfke, yerini derin bir ıstıraba bırakmıştı.
"Bırakın beni," diye inledi, sesi artık bir kükreme değil, içten gelen bir yalvarıştı. "Anlamıyor musunuz?" Sözleri boğazında düğümlendi. "En yakın arkadaşım, sırf bizi korumak için vurulurken benim karım, onun şokuyla düşük yapmak üzere. Bize bunları yaşatan o piçler dışarıda kol gezerken, ben nasıl sakin dururum?" Gözlerindeki öfke, buğulanarak gözyaşına dönüştü, ilk damla yanağından süzülürken, "Senin yaptığın plan bu kadar bizi çaresiz bırakırken, elimizde hiçbir şey yokken," diye haykırdı, sesi tekrar yükselerek, "bana nasıl sakin ol diyebilirsin!"
Caner'in sözleri bittiğinde koridorda sadece Alev'in hıçkırıkları duyuluyordu. Caner, kafasını hiddetle iki yana sallayıp babamın ellerinden kurtulmaya çalışırken babam, Caner'in yüzünü biraz daha sıkı kavradı.
"Dinle evlat," dedi yüzüne yaklaşarak. "Eğer şimdi öylece çekip gidersen, o kız içeriden çıktığı gibi seni soracaktır. Hiçbir şey olmamışsa bile, senin gittiğini öğrenip daha da üzülecek. O yüzden pervasızca hareket etmeyi bırak. Lara'nın sana ihtiyacı var, evlat."
Caner'in direnci, bu son cümleyle birlikte bedenini terk etti. Omuzları çöktü, boynu büküldü. Babam, göz ucuyla bana baktığında kollarımı gevşettim. Babam, Caner'e kollarını sarıp sarıldığında Caner'in titreyen sırtını gördüm.
"Korkuyorum. Ben onlara bir şey olacak diye çok korkuyorum, baba."
Caner'in tüm o kükreyişi ve öfkesi, bu korkunun üzerini örtmek için giydiği zırhın son parçalarıydı. Ve şimdi, o zırh düşmüştü. Alt dudağımı dişleyerek içimdeki, onunla hissettiğim o acıyı dindirmeye çalıştım. Aynı annenin rahmini paylaşmış iki insanın, aynı kaderi de paylaştığını son kez anlamam, o koridorda, etrafımızı saran çaresizliğin ortasında oldu.
Babam, gözlerini bir anlığına kapayıp derin bir nefes aldı, avucunu Caner'in ense köküne, saçlarının arasına yerleştirdi. Hafif, sakin bir ritimle okşamaya başladı.
"Biliyorum oğlum," diye fısıldadı, sesi yorgun ama son derece netti. Çenesini Caner'in omzuna dayadı. Gözlerini açtığında, bakışlarımız birbirinde kenetlendi.
"Çok kan var."
Babamın bakışlarında, yatağın etrafında birikip karanlık bir göl oluşturan, parlak ve iğrenç bir kırmızılık vardı. O kanın kokusu burnumu yeniden yakıyordu.
"Sana, sınırlarım var demiştim. Eğer birisi ya da birileri o sınırı aşarsa tahammülün olmayacağını belirtmiştim."
Babamın bakışlarında, beni uyarmak için kullandığı o keskin, taş kesilmiş ifade vardı. Kendi kurduğum o katı sınırların, en çok da beni esir aldığını anlamamıştım o zaman.
"Geç kaldım!"
Babamın bakışlarında, dizlerimin üzerine çökmüş, taş zemine ellerimi vurarak haykıran, çaresiz ben vardım.
"Biliyorum," dedi yine babam, sesi hâlâ bir fısıltıydı. Ama bu kez bu kelime, sadece Caner'in korkusuna değil, bilinen bir geçmişin yaşanmışlığına isyan etmekti. Çünkü biz; aynı korkunun farklı halleriyle orada, o koridorda, bekliyorduk. Hepimizin sırtında aynı ağırlık, yüreğimizin en derininde aynı çıplak korku vardı. Babamın Caner'i tutan kolları, benim dimdik duruşum ve aramızda gidip gelen o kadim bakış... Hepsi aynı şeyi söylüyordu: Bekleyiş.
Bekleyiş, en acımasız sınavdı.
5 Aralık 2022 / Şırnak
Caner Cenk Çakır, Ağzından
Krimata, Yüksel Baltacı
Yanağımı yasladığım soğuk pencere pervazından, aşağıda, dışarıda oynayan çocukları izlediğimi hatırlıyordum. Açık camdan yüzüme vuran karın rüzgârı, sırtımı sıcak tutan sınıfın sıcaklığına tezattı. İnsanları izlemeye ve gözlemlemeye o zamanlar başlamıştım. İnsanların nasıl güldüklerini, nasıl koştuklarını, nasıl özgürce bağırdıklarını kendi zihnimde bir çetele tutarak ayrıştırmaya çalışmıştım.
"Zirve, tek kişiliktir."
Derste, gözlerimin içine bakarak bana bu sözü söyleyen öğretmenin, aslında ne demek istediğini o gün anlamamıştım. O camdan bakarak insanları izleyen çocukluğumun, zihnim ile ebediyet arasında çizdiği görünmez sınırı çok sonradan öğrenecektim.
Pencere pervazının soğuk metalinin yerini, keskin nişancı tüfeğimin soğuk çeliği aldığında; oyun oynayan çocukların yerini, karanlıkta sürünen gölgeler almıştı. Ama değişmeyen tek şey, hep bir perdenin, bir sınırın ardında olmamdı. Dürbünümün lensi, o çocukluk camının yerini almıştı.
Şimdi gözlemlediğim şey, kahkaha değil, ölümdü.
Koşu değil, sürünmeydi.
Özgürlük değil, tehditti.
Ve yine, tıpkı o çocukken olduğu gibi, izliyordum.
"En yüksek noktası, en yalnız kaldığın yerdir. Orada, sadece sen ve yargıların kalır."
Öğretmenim haklıydı.
Zirve, tek kişilikti ama dibin bir ayna olduğunu unutmuştu.
Zirveden düşüp dibe vurma sonucunda, kayıplarımla, pişmanlıklarımla ve anılarımla yüzleşeceğimi söylememişti. Zirveden dünyayı izleyip analiz yaparken, dipte kendime nasıl bakacağımı öğretmemişti. Zirveden inmeyi izletirken, dipten nasıl tırmanacağımı göstermemişti.
Ve şimdi ben, o öğretilmemiş dersin tam ortasındaydım.
Yanağımı yasladığım soğuk duvardan Lara'yı izliyordum. Yine bir camın ardından bakıyordum. Hayatımın en değerli parçasının soluk alışverişini izliyordum. Ve dibin soğukluğu, yanağımı yasladığım o pencere pervazından çok daha keskin, çok daha acıtıcıydı.
Zirve, artık benim için, en yüksek noktadan düşeceğim yeri izlediğim yerdi.
"Korku ve şoktan dolayı küçük bir komplikasyon gelişmiş. Lara Hanım ve bebekler şu an sağlıklı ve iyiler," diyen doktorun cümlelerini hatırladım. "Fakat hâlâ olası bir düşük söz konusu. Lara Hanım'ın doğuma kadar stres yaşamamasına ve korkmasına sebebiyet verilecek hareketlerden kaçınılması gerekli Caner Bey."
Bu sözler, dibin aynasında gördüğüm çaresiz adamın yüzüne çarpan bir tokat gibiydi. Öfkem ve intikam arzum, anlamsız bir gürültüye dönüştü. Zirvedeki o eski yargılarım, yerini tek bir, kesin, sarsılmaz gerçeğe bıraktı.
Önceliğim, onları korumaktı.
Bu, ömrümce verdiğim tüm muharebelerden daha zorlu bir taarruzdu. Çünkü bu sefer, kendime karşı savaşacak, içimdeki fırtınayı bir limanın durgunluğuna çevirecektim.
Camın önünde duran bedenimi soldaki kapıya çevirip kulpu kavradım ve kapıyı araladım. İçeriye girip kapıyı kapattım ve sırtımı yasladım. Burnuma dolan antiseptiğin gıcık kokusunu bastıran, portakal çiçeğime baktım. Yorgun bedenine inat yüzünde var olan ışıltısı, beni güçlendirebilecek kadar değerli bir mücevherdi.
Sırtımı yasladığım kapıdan ayırıp yattığı yatağa doğru ilerledim. Gözleri, geldiğimi hissetmişçesine ağırca aralanırken dudaklarıma küçük bir tebessüm kondurdum. Elleri, karnına yaslı bir şekilde doğrulmaya çalıştı.
"Bebeklerim..."
Adımlarımı hızlandırıp kalkmaması için ellerimi omuzlarına yasladım.
"Şş... Sakin ol güzelim, iyiler. İyisiniz."
Lara, aç gözlü bir nefes alıp kendini yavaşça yatağa bıraktığında bakışları, gözlerimde dolandı.
"Barış? O nasıl oldu?"
Boğazımdaki düğüm, kelimeleri boğuyordu. Bilmiyorum Lara, bilmiyorum. Korkuyorum. Henüz doktorlar bir şey söylemedi. Alev dışarıda, ağlıyor. Elimizden hiçbir şey gelmeden, öylece bekliyoruz. Tüm bu çığlık, sessizliğimin ardında hapsolmuştu.
Sol elimi kaldırıp saçlarını okşadım.
"O iyi, daha da iyi olacak."
Bu, onun iyiliği için söylediğim ilk yalandı. Dilimde bir pas, yüreğimde bir ağırlık bıraktı. Lara'nın gözlerinde, henüz kurşunlanmamış bir acı vardı.
"Caner..."
Sesinin titreği, içimdeki barut fıçısına sıçrayan bir kıvılcım gibiydi. Yatağın kenarına oturdum, elimi onunkinin üzerine koydum. Parmakları buz gibiydi.
"Barış..." diye fısıldadı, kelime boğazında parçalanırken. "O... eğer ben..."
Sus. Lütfen sus.
Ama susturamadım.
"...eğer ben ısrar etmeseydim dışarı çıkmak için, o şimdi-"
İçimde bir şey koptu. Bir bıçak gibi saplanan o "eğer" kelimesini kesecek tek şeyin temas olduğunu biliyordum. Öne eğildim ve dudaklarımı onunkilerine bastırdım. Bu bir öpüş değil, bir sığınaktı. Onun kendi kendini yiyişini durdurmanın tek yolu.
"Bir daha," diye homurdandım, sesim bir çelik yumruk kadar sert, bir tüy kadar yumuşak, "o kelimeyi ağzına alma. Senin bunda bir suçun yok Lara. Suç, onlarda. Acıyı, korkuyu ve şimdi de bu suçluluk duygusunu bize yükleyenlerde. Sana bunları hissettirmelerine bir izin daha vermeyeceğim."
Başparmağımla göz çukurunun altında biriken nemi sildim. Göz kapakları, sözlerimin ağırlığına yenik düşmüşçesine kapandı. Bir an, nefes alışverişimiz senkronize oldu. Odayı, yatıştırıcı bir sessizlik kapladı. Bu, fırtınanın gözüydü; geçici, kırılgan, ama bir o kadar da hayati. İçimdeki savaş hâlâ sürüyordu, ama bu küçük barış anında, onun için savaşmanın ne demek olduğunu sonunda anlamış gibiydim. Bu, düşmanları yok etmek değil, ona bu sessizliği verebilmekti.
Lara, kapalı gözlerinin arkasındaki karanlığa yorgunluğuyla sarılırken, onu geçici olarak yalnız bırakmak için odadan çıktım.
Ameliyathane kapısının yanında duvara yaslanmış Alev'e baktım. Barış'ın kanıyla bulanmış ellerini birbirine kenetlemiş bir şekilde öylece yere bakıyordu. Onun o donuk, şok halindeki çaresizliği, bana kendi yansımamı gösterdi. Biraz önce ben de öyle değil miydim?
O an anladım ki, içimdeki fırtınayı dindirmek, onlara olan borcumdu.
Küçük adımlarla Alev'e doğru yaklaşıp önünde durduğumda yüzümü eğmeden ona baktım. Alev, yüzünü kaldırıp bana baktığında gözlerinde çok tanıdık bir şey vardı. Tıpkı benim gibi, kaybolmuş, korkmuş ve her şeyden öte, öfkeliydi. Bu öfke, onu da beni de yiyip bitirebilirdi.
"Yapılanların hesabını soracağız," diye fısıldadım, sesim hiç beklemediğim kadar sakin çıkmıştı. Ona, elimi uzattım. "Barış'ın içeride yatmasına sebep olan herkes bunun bedelini canıyla ödeyecek. Karımın korkmasına neden olan herkes, bedelini, canıyla ödeyecek."
Sözlerim odada asılı kaldı. Alev'in gözleri doldu, ama bu sefer öfkeden değil, yıkılmışlıktandı. Ona uzattığım eli tuttu. Ellerinde Barış'ın kanı vardı, ama şimdi o eller birbirini tutuyor, düşmemek için birbirine kenetleniyordu. Yavaşça onun ayağa kalkmasını sağladığımda sırtını duvara yaslayıp elimi bıraktı.
Alev, dolu gözleriyle bana bakmaya devam ederken kafasını iki yana salladı.
"Çok kötü Caner. Durumlar senin sandığın kadar kolay değil. Hiçbir şey, göründüğü gibi de değil."
Kaşlarımı çattığımda Alev, burnunu çekip kurumuş kanlı ellerini umursamadan üzerindeki uçuş üniformasının cebine yöneltti. Fermuarı açıp içinden bir zarf çıkarttı ve bana uzattı.
"Sandığımızdan daha güçlü bir şekilde geliyorlar."
İntikamı, yanağımı yasladığım dip kuyusundan izledim.
1 Aralık 2022 / Türk Başkonsolosluğu'na Bağlı Askeri Üssü - Halep, Suriye
Alev Atsız, Ağzından
Her şey sapa sarmıştı.
Geçmişte yaşanan her şey, önümüzdeki geleceğin kirli yollarında da karşımıza çıkmaya devam ediyordu. Tam her şey düzelecek derken sıfırdan başlıyorduk. O sıfır noktası ise bizim her seferinde yorgun olduğumuz o noktayı simgeliyordu. Dağıldığımız yerden parçalanmaya başlıyorduk.
"Mimba'nın kaçtığına emin miyiz?"
Mimba, kaçmıştı.
"Evet, hatta en son İran sınırına girerken görülmüş. Ve bir daha izini bulamamışlar."
Orkun ile emir altında çalışan askerinin konuşmalarından yalnızca bunları süzgecimden geçirebilmiştim. Yorgunlukla kapanmak için direnen gözlerimi kırpıştırıp arkama yaslandım. Daha dün nişanım olmuşken biri bana gelip, 'Yarın hayatının en zorlu günlerini yaşayacaksın,' deseydi büyük ihtimalle onunla dalga geçerdim.
Ama şimdi en acı gerçekle buradaydım.
Şırnak'taki koordinasyon merkezinden daha geniş, daha büyük haritaların ve bilgisayarların bulunduğu, herkesin Kürtçe ve Arapça konuştuğu Askeri Üssün operasyon merkezindeydim.
Yanımdaki sandalyenin çekilmesiyle düşüncelerimden sıyrıldım ve sağıma baktım. Çilingir, yüzünden bir an olsun çıkartmadığı maskeyle sandalyeye oturdu ve elindeki su şişesini önüme bıraktı. En son ne zaman bir şey yiyip içtiğimi hatırlamıyordum. Çünkü bunu önemseyecek bir vaktim olmamıştı.
Bir şey demeden önümdeki suya uzandım ve şişeyi kavrayıp kapağını açtım. Üç büyük yudumla suyu bitirdiğimde boğazımı temizledim. Biten şişeyi avuçlarımın arasında ezdim ve düşüncelerimi onun içinde hapsedermişçesine kapağını kapattım. Çilingir, arkasına yaslandığında şişe çöpünü masaya bıraktım.
"Benim haricimde kimsenin verdiği bir şeyi alma," dedi ve maskesini düzeltti. "Kimseyle konuşma ve kimseye öldürecekmiş gibi uzunca bakma."
Çilingir'in sözleri odadaki tüm yorgunluk bulutlarını dağıtırcasına keskin ve netti. Boğazımda son yudum suyun serinliği henüz kaybolmamıştı, ama şimdi yerini buz gibi bir tedirginlik almıştı.
"Ne?" diye fısıldadım, sesim şaşkınlık ve sorgulama dolu. "Neden?"
Çilingir, başını milim milim bana çevirdi. Maskenin ardındaki gözler, bir ekranın mavi ışığında daha da derin ve anlamlı görünüyordu. "Çünkü buradaki güvenlik protokolü Şırnak'taki gibi değil. Burası bir sığınak gibi görünebilir, ama duvarların ardında kimin kiminle konuştuğunu asla bilemezsin."
Bakışlarımı odada gezdirirken Çilingir, devam etti.
"Burada güven lükstür havacı. Ve bizim lükslerimiz yok. Şırnak'ta olmadığını unutma."
Gözlerimi kapattım bir an. İçimdeki yorgunluk, yerini ağır bir gerçekçiliğe bırakıyordu. Bir an için gözlerimi açıp ona baktım.
"Peki ya sen?" diye sordum, "Sana neden güveneyim?"
Çilingir, bu soruyu bekliyormuşçasına, neredeyse hissedilmeyecek bir şekilde omuz silkti. Maskenin kenarından, ona has o belli belirsiz, çizgili bir sırıtış yayıldı.
"Kokarca'nın emaneti olduğun için. Benim görevim, senin güvende olduğundan emin olmak. Geriye döndüğümde maskemi çıkarıp özgürce dolaşmak istiyorum," dedi ve bana göz ucuyla baktı. "Eğer seni korumazsam, yüzümde Barış'ın pati izlerini taşımak zorunda kalırım."
Burnumdan gülerek kafamı iki yana salladım. O an Çilingir'in yalnızca Barış'ın arkadaşı olduğunu değil, Barış'ın onun için ne kadar önemli olduğunu da anlamıştım. Bu zamana kadar Çilingir için taşıdığım tedirginlik, yerini ilk defa bir güven duygusuna bıraktı.
Tam o sırada, Çilingir'in bir anda ayağa kalkmasıyla irkildim. Tüm gevşemiş kaslarım aniden gerildi, yerimden fırlayarak ayağa kalktım. Koridorun sonundan, Hümeyra Teyze'nin yanında yürüyen tanımadığım bir adam ve arkalarında gölge gibi ilerleyen Caffar ile bize doğru yaklaşmaya başladılar. Adımların operasyon merkezinin metalik zemininde çıkardığı ses, odadaki tüm konuşmaları anında susturdu.
Önümüzde durduklarında Hümeyra Teyze, yüzündeki ciddi ifadeyi hafifletmeye çalışarak yanındaki adamı işaret etti.
"Halep Askeri Üssü'ne bağlı General Sait Akçapınar," dedi ve General'e beni gösterdi. "Şırnak Hava Kuvvetleri 16. Filo pilotu Yüzbaşı Alev Atsız."
General Sait Akçapınar, gözlerini Hümeyra Teyze'den yavaşça çekip üzerime dikti. Üniformasının üzerindeki madalyalar loş ışıkta parlıyordu. Dudaklarında, içinde hüzün ve endişe barındıran buruk bir tebessüm vardı.
"Methinizi çok duydum Yüzbaşı," dedi, sesi ağır ve ciddi. "Keşke böyle bir durumda tanışmamış olsaydık. Lakin," diye ekledi ve bakışları odanın geri kalanına şöyle bir gezdirdi, "geldiğiniz gibi gidebileceğinizden emin olmak için buradayım."
General Sait Akçapınar, eliyle masayı işaret ederek, önündeki sandalyeyi çekti.
"Buyurun, detaylara hızlıca geçelim." Otururken ceketinin düğmeleri gergin duruşuyla hafifçe gerildi. Gözlerini tekrar bana dikti, bakışları artık tüm samimiyeti silmiş, tamamen işine odaklanmıştı. "Kaybedecek zamanımız yok."
Otoritesi, odanın ağır havasını bir an için bileğe vurulmuş bir bıçak gibi kesmişti. Hümeyra Teyze, onun yanındaki yerini alırken Çilingir, yeniden yanıma oturmuştu. Solumdaki boşluğu Orkun Yel alırken General'in sağındaki boşluğa Caffar yerleşmişti. Hümeyra Teyze, elindeki evrakı masanın üzerine bırakıp arkasına yaslandı.
"Elimizde bir leş, iki kayıp ve o kayıplara destek çıkan bir muhbir var. Elias Farouq'un o patlamadan sağ çıkamayacağını hepimiz biliyoruz. Aras Demirkan ile Mimba'nın kaçmasına sebep olan muhbir, zamanında Miran Zafir'in propagandasını yaymak için kullanılan Eran Bağrı'nın ta kendisi," dedi.
Her isim, masanın üzerine düşen bir kurşun gibi ağırlığını hissettiriyordu. Yanımda birkaç evrak hışırdadı. O sırada Caffar, boğazını temizleyerek elindeki tableti masanın ortasına yerleştirdi. Yüzü gergindi.
"Son aldığımız habere göre; Selçuk Ege Turalı ve Alperen Gündüz, Mimba tarafından kaçırılmış durumda." İsimleri duyduğum an midemde bir soğukluk hissettim. "Bu bilgiyi bir sivilden öğrendik. Selçuk'un kullandığı araç, bilinçli olarak kazaya sürüklenmiş," dedi ve tabletteki görüntüyü oynatmaya başladı.
Birbirine çarpan iki araçtan birisi, ters dönmüş, cansız bir böcek gibi duruyordu. Rengi seçilemeyen kamyon ise olay yerinden bir hayli uzakta, suçlu bir şekilde konumlanmıştı. Kamyonun arka kapısı açıldı ve içinden birisi indi. Ters duran araca doğru, vakur ve soğuk adımlarla yürüdü. Görüntü orada dondu. O an, kayıttaki o donmuş adamın, gerçek hayatta nasıl bir tehdit oluşturduğunu hepimiz biliyorduk.
"Ulaşabildiğimiz tek kayıt buydu," diye ekledi Caffar, sesi içindeki çaresiz öfkeyi zorlukla bastırıyordu. "Kamyonun rengi belli olmuyordu ama gerek modeli gerekse geçtiği yerleri bularak aslında Mimba'ya ait olduğunu öğrenmiş olduk."
General Sait, parmak uçlarını bir piramit oluşturacak şekilde birleştirdi. "Demek ki," diye başladı, sesi buz gibi ve keskin, "Mimba sadece kaçmakla kalmıyor, aynı zamanda bizden intikam da alıyor. Ve bize, onu durduramayacağımızı düşündürmek için eski yöntemlere başvuruyor."
General Sait'in sözleri odadaki havayı tamamen değiştirdi. Soğuk bir stratejik analiz havası esti. İntikam duygusunun ötesine geçmiş, adeta bir satranç tahtasında hamlelerimizi hesaplıyordu.
"Eski yöntemler," diye tekrarladım, gözlerim hâlâ ekrandaki donmuş karede. O vakur, soğuk adımlar... Mimba'nın karakterinin bir yansımasıydı. Sadece fiziksel bir kaçış değil, psikolojik bir üstünlük kurma çabası. "Bizi oyalıyor. Dikkatimizi farklı noktalara çekmeye çalışıyorlar."
General, başıyla onayladı, gözlerinde tehlikeli bir parıltı vardı. "Aynen öyle. Selçuk ve Alperen'i alması tesadüf değil. Onlar sadece asker değil, sizler için ailenin bir parçası. Acıyı en derinden hissetmeniz için bilinçli bir seçim."
"Bu, onun zayıf noktası," dedi Çilingir. "Klasik bir güç gösterisi yapıyor. Bu da onu tahmin edilebilir kılıyor."
"Tahmin edilebilir mi?" diye sordu Caffar, sesindeki öfke hâlâ tamamen sönmemişti. "Nereye gittiğini bile bilmiyoruz!"
"Bilmiyor muyuz?" diye karşı çıktı, Çilingir. "Adam İran sınırına yönelmiş Caffar! Senin idare ettiğin sınırdan geçmiş. Türkiye Cumhuriyeti topraklarına ait olan iki adamımızı kaçırmış. Sen hâlâ bilmiyorum, diyorsun. Aç gözünü de uyan artık."
Caffar, Çilingir'in bu ani ve keskin çıkışı karşısında irkildi. Yüzü önce şaşkınlıkla, ardından da yoğun bir suçluluk ve öfkeyle kızardı. Çenesindeki kaslar gerildi, yumruklarını sıktı. Çilingir'in sözleri, onun profesyonel gururuna ve sorumluluk duygusuna doğrudan bir darbeydi.
"Sınırda onlarca nokta var, Çilingir," dedi, dişlerinin arasından. "Her metrekaresini kontrol edemezsin!"
"Etmelisin!" diye yapıştırdı Çilingir, sesi bir hançer gibi keskin ve acımasızdı. Gözleri, Caffar'ı delip geçiyordu. "Belki de Eran Bağrı, Mete'nin ismini kullanarak, senin sırtını döndüğün bir karış topraktan geçti? Selçuk ve Alperen, senin sorumluluğundaki bölgeden, Mimba tarafından kaçırıldı. Bu bir başarısızlık değil, uyanman için bir çan sesidir. Hâlâ duymuyor musun?"
"Beyler, yeter!"
Hümeyra Teyze'nin sesi, odada bir yıldırım gibi çaktı. Gerilim, havayı yoğun ve nefes alınamaz hale getirmişti.
"Çilingir," dedi, Hümeyra Teyze sesini tehlikeli bir alçaklıkta tutarak. "Haklı olabilirsin. Ama bu üsse, bu birliğe güvenmek zorundayız. Birbirimizi yemekle vakit kaybedemeyiz."
Sonra Caffar'a döndü. Yüzü hâlâ gergindi, ama şimdi biraz daha toparlanmıştı.
"Caffar. Sorumluluk senin. Evet. Ama suçluluk duygusu seni felç ederse, bir daha hiçbir sınırı koruyamazsın. Öfkeni topla. Odaklan."
Bir an için sessizlik oldu. Herkes nefesini tutmuş, bir sonraki hamleyi bekliyordu.
General Sait, ağır ağır kafasını salladı. Varlığı, odayı doldurdu. "Hümeyra haklı," dedi, sesi sakin ama tartışılmaz bir otorite taşıyordu. "Bu, birbirimizi suçlama zamanı değil. Bu, bir tehdidi bertaraf etme zamanı. Çilingir bir noktayı vurguladı. Caffar da görevini hatırladı. Şimdi konumuza geri dönmeliyiz."
General'in sözleri, odadaki gerilimi bir ölçüde dağıttı. Caffar, derin bir nefes aldı ve başıyla onayladı, gözlerinde yeniden bir amaç belirmişti.
"Peki," dedim, tüm dikkati yeniden asıl konuya çekerek. "Mimba İran'a girdi. Selçuk ve Alperen'i de yanında götürdü. Bu, onun elindeki koz, tamam. Peki bizim kozumuz ne?"
Çilingir, sessizce konuştu, artık daha sakin bir tonda. "Onun tahmin edilebilir olması. Çünkü bu adamla ezelden beri bir çatışma söz konusu. Bu zamana kadar yaşaması bizden öncekilerin hatası. Ama bu saatten sonra durduramazsak da bizim kaybımız olur."
Hümeyra Teyze, kafasını salladı.
"Evet," diye onayladı. Caffar'a baktı. "En büyük ikinci etkenimiz sensin Caffar. Senden, sınırı değil, onun İran'daki olası rotalarını daraltmanı istiyorum."
Caffar, dik bir şekilde durdu. "Anlaşıldı, Komutanım. Tüm istihbarat ağlarını harekete geçiriyorum."
Hümeyra Teyze, bakışlarını Orkun'a çevirdi.
"Selami Varol'a haber uçurun. Tüm Hayalet Ekibini sahaya dağıtsın. Bu zamana kadar toplanmış bütün raporları, iki saat içinde bana ulaştırın," dedi ve ardından Çilingir'e baktı.
"Çilingir, Alev ile cezaevinin üst tarafında yer alan karakola gitmenizi istiyorum. Bu zamana kadar kimin giriş çıkış yaptığını, adlarıyla birlikte bana bir liste halinde getirmenizi istiyorum. Özellikle Eran Bağrı'nın, Mete'nin ismini kullanarak kaç kere işlem yaptığını öğrenin. Elbet bir yerde ipucu bırakmıştır."
Çilingir, kafasını sallayarak "Tamam. Geldiğimizde de Mimba'nın son on yıldaki tüm hareket verilerini, Aras Demirkan ile bilinen operasyonlarıyla karşılaştırıyorum. Eğer bir buluşma noktaları varsa, olasılık yüzdesini yüksek hesaplayabilirim."
Hümeyra Teyze, tüm birliğe baktı, geçmişin tüm ağırlığını taşıyan ama aynı zamanda nihai bir hesaplaşma arzusu yanan bir ifade vardı.
"O zaman hareket zamanı."
General Sait, ayağa kalktı. "Operasyon 'Ezeli Hesaplaşma' olarak kayıtlara geçsin. Birim kodu Şafak Şahin. Tüm birimler, verilen emirler doğrultusunda hareket etsin. Ve unutmayın... Bu sadece bir misyon değil. Bu, geçmişle hesaplaşma ve geleceği güvence altına alma mücadelesidir."
Odadan ayrılırken, her birimizin yüreğinde aynı soru vardı: Bu ezeli hesaplaşmanın bedelini kim, nasıl ödeyecekti? Ve en önemlisi, kayıp adamlarımızı bu karanlık labirentten çıkarabilecek miydik?
Üssün labirent gibi koridorlarında ilerlerken, etraftaki koşuşturma artmıştı. Hümeyra Teyze'nin emirleri her yere ulaşmış, devasa bir makine harekete geçirilmişti. Helikopter pistine vardığımızda, rotorların sesi kulaklarımızı doldurdu. İki kişilik bir keşif helikopteri hazırdı.
Kokpite tırmandım, tanıdık kontroller beni bekliyordu. Çilingir arka koltukta, hareketsiz, bir heykel gibi oturdu. Kalkış iznini aldıktan sonra, helikopteri havalandırdım. Aşağıda, Türk Başkonsolosluğu'nun askeri üssü, Halep'in yıkık dökük manzarası içinde bir ada gibi görünüyordu.
Hedefimiz, cezaevine birkaç kilometre uzaklıktaki karakoldu. Rotamızı belirlerken, Çilingir'in sözleri aklımdan geçti. Mimba'nın hareket verileri ile Aras Demirkan'ın operasyonlarını karşılaştırmak. Bu çok zekice bir fikirdi. İki farklı düşmanın, görünüşte bağlantısız faaliyetlerinin kesişim noktası, asıl planlarını ortaya çıkarabilirdi.
"Karakola on dakika," diye bildirdim, iletişim cihazı aracılığıyla.
Çilingir'den bir yanıt gelmedi. Ama onun arka koltukta, zaten verileri analiz etmeye başladığını biliyordum. Ben gökyüzünü yönetirken, o gölgelerdeki savaşı yönetiyordu. Ve ikimiz de bu uçuşun sadece bir veri toplama görevi olmadığının farkındaydık. Bu, çok daha büyük bir bulmacanın ilk kritik parçalarını arayışımızdı.
Helikopteri karakolun önündeki küçük, tozlu indirme sahasına yönlendirdim. Aşağıda, birkaç asker aceleyle etrafa dağılıyor, toz bulutları içinde siluetleri hareketleniyordu. Motorların gürültüsü azalırken, kapıyı açıp dışarı adım attım. Sıcak, ağır çöl havası hemen yüzümü sarstı.
Çilingir sessizce yanıma geldi. Karakolun girişine doğru ilerlerken, üniformalı bir asker hızla yanımıza geldi ve hızlı, akıcı bir şekilde Arapça bir şeyler söyledi.
"...el-mushkilah? Man antum?" (Sorun nedir? Siz kimsiniz?)
Ben duraksadım, sadece temel düzeyde Kürtçem vardı ve bu hızlı Arapça karşısında çaresiz kaldım. Yüzümdeki şaşkın ifadeyi gören Çilingir, bir adım öne çıktı.
"Nahnu ma'a al-tansiq at-Turki. Hasib al-mutalabat bi'l-wusul," (Türk Koordinasyon Merkezi'nden geliyoruz. Geliş iznimiz var.) diye yanıtladı, kusursuz bir Şam aksanıyla. Sesindeki soğuk otorite, karşımızdaki askeri bir an için şaşırttı.
Asker, tereddütle bize baktı, sonra içeriye işaret etti. Karakolun içi dışarısı kadar sıcak ve havasızdı. Duvarlarda yer yer sökülmüş haritalar, masalarda eski bilgisayarlar vardı. İçerideki diğer askerler, konuşmalarını kestiler ve bize kuşkuyla baktılar. Aralarında hızlı hızlı Arapça ve Kürtçe konuşmalar geçiyordu.
"Ne diyorlar?" diye sordum Çilingir'e, sesimi alçaltarak.
Çilingir, göz ucuyla etrafı süzerken, alçak sesle çeviri yapmaya başladı: "Kim olduğumuzu soruyorlar. 'Türklerin burada ne işi var,' diyen var. Bir diğeri, üstlerimizin aranması gerektiğini söylüyor."
Sonra, bize ilk yaklaşan askere döndü ve bu sefer biraz daha sert bir tonda konuştu.
"Nureedu ruyat al-yawmiyat. Jami' al-dukhul wa al-khuruj. Al-an." (Günlük kayıtlarını görmek istiyoruz. Tüm giriş-çıkışlar. Şimdi.)
Asker, Çilingir'in üzerindeki gizemli ve tehditkâr havaya boyun eğmiş gibiydi. Bizi küçük, dağınık bir ofise götürdü. Masanın üzerinde kalın bir defter ve bir dizüstü bilgisayar vardı.
"Huna hunak," (Buyurun) dedi, defteri işaret ederek.
Çilingir hemen defteri açıp sayfaları hızla çevirmeye başladı. Ben ise bilgisayarı açmaya çalıştım, ancak arayüz tamamen Arapçaydı. Birkaç denemeden sonra pes ettim ve Çilingir'in çalışmasını izlemeye başladım. Onun odaklanmış halini, her ismi, her tarihi nasıl taradığını görmek... Ben bir yabancı gibi hissederken, o bu ortamda tamamen evindeydi.
Sonra aniden, parmağı bir ismin üzerinde durdu. Bana baktı, gözlerinde keskin bir ışık vardı. Defteri bana doğru çevirdi. Orada, Arap harfleriyle yazılmış, bir isim vardı.
"Mete'nin adı," diye fısıldadı Çilingir. "Sadece bir kere kullanılmamış. Üç farklı tarih söz konusu."
Ben şaşkınlıkla ona bakarken, o telefonunu çıkardı ve listeyi hızla fotoğrafladı. Artık elimizde somut bir kanıt vardı. Ve bu kanıt, bizi Eran'ın ve dolayısıyla Mimba'nın peşinden götürecek ilk gerçek ipucuydu.
Çilingir, defterdeki üç kaydı fotoğrafladıktan sonra, gözlerini bilgisayara dikti. Klavyeye uzandı ve birkaç hızlı Arapça komut yazdı. Benim için anlaşılmaz olan arayüz, onun için açık bir kitap gibiydi. Parmakları hızla tuşların üzerinde uçuşuyordu.
Tam o sırada, ofisin kapısı aniden hızla açıldı. İçeriye, yüzü asık, gözlerinde şüphe ve düşmanlık olan başka bir Suriyeli asker girdi. Diğer askerle hızlı ve gergin bir Arapça diyaloga girdi. Sesler yükseliyordu.
"Maadha yaf'alun hunaa? Limadha hum hunaa?" (Burada ne yapıyorlar? Neden buradalar?)
Çilingir, onlara dönüp soğuk ve sakin bir şekilde, "Nahnu na'mal ma'a al-tansiq at-Turki. Hadha amrun rasmiyyun," (Türk Koordinasyonu ile çalışıyoruz. Bu resmi bir iştir.) dedi.
Ancak yeni gelen asker ikna olmamıştı. Gözleri bilgisayar ekranına, sonra bize kaydı. Birden, omzundaki AK-47'yi çözerek, namluyu bana doğrulttu.
"Laysa lakum al-idhn bi al-nathr fi al-hasibat!" (Bilgisayarlara bakma izniniz yok!)
Tam tabancamın kabzasını kavrayacakken o saniyenin içinde, her şey ağır çekim gibi oldu. Çilingir, bir yılanın saldırısından daha hızlıydı. Sağ eli, bacağındaki kılıftan tabancasına yöneldi. Tabancayı kavradığı an, sürgüyü kemerine yaslayıp tek bir akıcı hareketle çekti.
Tüm bu hareket bir saniyeden kısa sürmüştü. Ben daha ne olduğunu anlamadan, Çilingir kendi vücudunu benimle Suriyeli askerin arasına sokmuş, elindeki tabancayı da tam askerin alnına doğrultmuştu. Nefes bile almıyor gibiydi. Gözleri, maskenin ardından, namlusunun ucundaki adama buz gibi dikilmişti.
"Wada' al-silah!" (Silahı bırak!) diye emretti, sesi keskin ve ölümcül bir sakinlikte. Odayı donduran bir sesti.
Suriyeli asker, Çilingir'in maskenin ardından gelen boğuk ama buz gibi emri ve alnına dayalı silahın soğuk metal teması karşısında donakaldı. Çilingir'in bu ölümcül hızı ve sarsılmaz duruşu, onun tüm düşmanlığını ve kibrini bir anda söndürmüştü. Yavaşça, parmağı tetikten çekildi ve AK-47'sini yere bıraktı. Metalik bir sesle yere düşen silah, odadaki gergin sessizliği bir anlığına bozdu.
Çilingir, tabancasını bir an daha hedefte tuttuktan sonra, yavaşça indirdi. Ancak tetikteki parmağı gevşemedi, gözleri ise hâlâ odadaki diğer askerin üzerindeydi. Diğer asker, olanlara şaşkınlıkla bakakalmış, eli kendi silahına gitmeye cesaret edemiyordu.
"Gidiyoruz," dedi Çilingir, sesi hâlâ aynı ölümcül sakinlikte, bu sefer bana dönerek. "Arkanı dönme. Yavaşça çık."
Onun talimatına harfiyen uydum. Sırtımı onunkine yakın tutarak, odadan sırtım dönük çıkmamaya özen göstererek geri geri yürüdüm. Çilingir, ben koridora çıkana kadar pozisyonunu korudu, tabancası ve bakışlarıyla odayı kilitlemişti.
Karakoldan çıkıp helikoptere doğru ilerlerken, bacaklarımın titrediğini hissediyordum. Adrenalin hâlâ damarlarımda dolanıyordu. Çilingir ise benim yanımda, sakin ve kendinden emin adımlarla yürüyor, etrafı gözlemliyordu. Onun bu soğukkanlılığı, bir yandan rahatlatıcı, bir yandan da ürperticiydi.
Motorları çalıştırıp havalanırken, aşağıda karakolun küçülüp gitmesini izledim. İçimde, elde ettiğimiz değerli bilgilerin verdiği tatmin ve yaşadığımız şokun karışımı garip bir duygu vardı.
"Teşekkürler," dedim sonunda, iletişim cihazı aracılığıyla, sesim hâlâ biraz titrek. "Orada... beni koruduğun için."
Çilingir, sessiz kaldı. Aklımdaki soru, rahatsız edici bir seviyeye ulaştığında yeniden kulaklığı aktifleştirdim.
"Bize, orada neden öyle davrandılar?"
Helikopterin motor gürültüsü arasında, Çilingir'in sessizliği bir cevap kadar anlamlıydı. Sorumu duymuştu, emindim. Nihayet, kulaklığımdan o boğuk, maskenin filtresinden geçmiş sesi geldi.
"Onlar için biz bir yabancıyız, Havacı. Bu topraklarda izinsiz hareket eden herkes potansiyel bir tehdit." Bir an duraksadı, sanki bir sonraki cümleyi tartıyordu. "Ama o askerin tepkisi... fazla gergindi. Fazla kişiseldi."
"Ne demek istiyorsun?" diye sordum, helikopteri üsse doğru yönlendirirken.
"Biri onları uyarmış olabilir. Gelmemizden haberdar etmişte." Çilingir'in sesi alçak ve düşünceliydi. "Ya da karakolun kendisi, Mimba'nın veya Eran Bağrı'nın bölgedeki gözlerinden biridir. Biz sadece kayıtlara bakacağımızı sanıyorduk, ama onlar için bu bir tehditti. Sakladıkları kesin bir şey vardı."
Bu düşünce kanımı dondurdu. O zaman sadece şans eseri mi kurtulmuştuk? Yoksa Çilingir'in o ölümcül refleksi, planlanmış bir tuzağı mı bozmuştu?
"Yani," diye mırıldandım, "oraya gitmemiz... bizi bekleyen biri olduğu anlamına mı geliyor?"
"Her ihtimal açık," diye yanıtladı Çilingir, sesi yeniden o bildik, duygusuz tonuna dönmüştü. "Ve o ihtimaller şu an bende."
Helikopteri üsse indirdiğimde arkamı dönüp kabine baktım.
"Ne demekti bu?"
Çilingir, bir şey demeden helikopterden indi ve ellerini kapıya yaslayarak kafasıyla içeriyi gösterdi.
"O küçük ayaklarını hızlandırıp aşağıya in, Havacı. Ben Barış kadar sabırlı bir adam değilim," dedi ve hızla arkasını döndü. Gözlerimi devirip helikopterden indim. Birlikte merkeze geçtiğimizde Hümeyra Teyze, bizi Sait Akçapınar ile masada bekliyordu. Çilingir ile masanın karşısında durduğumuzda Çilingir, elini göğsüne yükseltti.
"Geleceğimizden haberleri vardı. İçeriye paralı asker yerleştirmişler," dedi ve göğsündeki cepten uzun, siyah bir kalem çıkarttı.
"Veri tabanını kopyalayamadım ama ayrıntılı olarak görsel kanıt aldığımı düşünüyorum."
Hümeyra Teyze'nin gözleri Çilingir'in sözleriyle daraldı. General Sait'in yüzündeki ifade ise taş kesilmişti. Çilingir, uzun siyah kalemi masanın üzerine kaydırdı. Görünüşte sıradan bir kalemdi, ancak onun ellerinden çıkan hiçbir şey sıradan değildi.
"İçinde ne var?" diye sordu Hümeyra Teyze, sesi gergin.
Çilingir, kalemin ucunu hafifçe çevirdi ve minik bir lens ortaya çıktı. "Görüntü kaydı. Karakolun içi, askerler, kayıt defterindeki sayfalar... ve bize silah doğrultan o adamın net görüntüsü." Sonra Hümeyra'ya daha dik bir bakış attı. "Ve bir ses kaydı. Gerginlik başlamadan önce, iki asker arasında bir isim geçti. 'Kara Kutu'."
Odanın havası aniden değişti. Kara Kutu. İsmi, bu küçük, izole karakolda duyulmak için fazla büyük ve tehlikeliydi.
"Elias Farouq'tan ve Aras Demirkan'dan dolayı gelmemiz bekleniyordu," diye ekledi Çilingir, sesi hâlâ sakin. "O asker sadece kuralları uygulamıyordu. Bizi oradan uzaklaştırmak, hatta belki de etkisiz hale getirmek için gönderilmişti."
Hümeyra Teyze, Çilingir'in getirdiği kalemi alıp dikkatle inceledi. "Bu kanıt, sadece Eran'ın faaliyetlerini değil, aynı zamanda Zafir'in yerel güç yapılanmasını da ortaya çıkarıyor." Sonra yeniden Çilingir'e baktı. "Bu görüntüleri analiz et. Yüz tanıma yazılımından geçir. O askerin kim olduğunu ve kimlerin ağında olduğunu bul."
Çilingir, başıyla onayladı, gözlerinde tehlikeli bir ışık parladı. General Sait, endişeyle Çilingir'i izliyordu.
"Eğer bu adam gerçekten 'Kara Kutu'nun adamıysa, bu onun bölgedeki etkisinin çok daha derin olduğu anlamına gelir. Sadece terör örgütleriyle değil, düzenli ordu bünyesine bile sızmışlar," dedi ve arkasına döndü.
"Derhal karakolda, görselini alacağınız kişiyi buraya getirin."
Hümeyra Teyze, Sait generali durdurdu.
"Hayır," dedi ve Çilingir'e baktı. "Onu, Çilingir halledecek."
Çilingir, hiçbir şey demeden kalemi alıp bir veri kablosuyla masadaki bir tablete bağladı. Birkaç saniye içinde, karakolda çektiği görüntüler ekrana yansımaya başladı. Net ve titreyen bir şekilde, bize silah doğrultan o askerin yüzü görünüyordu.
"Yüz tanıma çalıştırılıyor," diye mırıldandı Çilingir, parmakları tablete hızla komutlar yağdırırken.
Tam o sırada, ekranda bir eşleşme uyarısı belirdi. Çilingir, sonucu okurken bir an için nefesini tuttu, ondan beklenmeyecek bir tepkiydi bu.
"Karşılaştırma tamamlandı," dedi, sesi alçak ve anlam yüklü. "Asker, Suriye Ordusu'na kayıtlı sıradan bir er... ama yüz tanıma, onu başka bir veri tabanında daha buldu."
Hümeyra Teyze, bir adım öne atıldı. "Nerede?"
Çilingir, tableti masaya koydu ve ekranı herkesin görebileceği şekilde çevirdi. Ekranda, askerin yanında bir başka, daha net bir fotoğraf daha vardı. Fotoğraftaki kişi, asker üniforması giymiyordu; sivil giysiler içindeydi ve arka planda belirsiz, endüstriyel bir bina vardı.
"Bu görüntüyü hatırlıyor musunuz, bilmiyorum ama Mimba'nın İdlib'teki bir depo baskını sırasında güvenlik kameralarından ele geçirilmişti. O zamanlar kimliğini teşhis edememiştik."
Oda buz kesti. Parçalar yerine oturuyordu. Karakoldaki asker, sadece Eran Bağrı'nın veya Kara Kutu'nun değil, aynı zamanda Mimba'nın da bağlantısı olan biriydi.
"Demek ki," diye fısıldadı Hümeyra Teyze, şok içinde, "Mimba sadece kaçmakla kalmadı. Aynı zamanda, Elias'ın ağının içine sızmış, kendi adamlarını yerleştirmiş. Ya da... tersi."
Çilingir, tableti geri aldı ve birkaç tuşa daha bastı. "Bu askerin kimliği ve konumu artık belli. Onu izlemeye alabilir, Mimba'ya veya Eran'a giden yolu bulmak için kullanabiliriz."
Hümeyra Teyze, kararlı bir ifadeyle başını salladı. "O zaman yapacağımız şey belli. Sadece izle. Bize kiminle görüştüğünü, nereye gittiğini getir."
Çilingir'in gözlerindeki tehlikeli ışık daha da parladı. Bu, sadece bir izleme görevi değildi. Bu, düşmanın kalbine uzanan karanlık bir koridora girişti. Ve o, bu koridorda yürümek için hazırdı.
2 Aralık 2022 / Türk Başkonsolosluğu'na Bağlı Askeri Üssü - Halep, Suriye
Hümeyra Çakır, Ağzından
Gece boyunca hiç uyuyamamıştım. Operasyon merkezindeki ekranların mavi ışığı, odanın duvarlarını aydınlatmaya devam etmişti. Zihnim, döngü halindeki aynı sorularla meşguldü: Selçuk ve Alperen nerede? Mimba onlara ne yapmıştı? Eran Bağrı'yı ve Aras Demirkan'ı nasıl bulacaktık?
Şafak sökerken, Çilingir sessizce merkeze girdi. Maskesi hâlâ yüzündeydi, ama duruşundaki bir şey, bir şeyler bulduğunu anlatıyordu.
"Konuş," dedim, sesim yorgunluktan pürüzlü.
"Adamı izledim," diye başladı, sesi gece boyunca değişmemiş, o bildik boğuk tonda. "Karakoldaki vardiyası bittikten sonra, Halep'in kayıp mahallelerinden birine gitti. Terk edilmiş bir eczaneye girdi. İki saat sonra çıktı."
"Kiminle görüştü?"
"Görüştüğü kişiyi göremedim. Perdeler kapalıydı. Ama..." diye duraksadı, alışılmadık bir tereddütle. "Çıktığında, elinde bir şey taşıyordu. Eski usul, mühürlü bir zarf."
Bir zarf. Bu dijital çağda bu kadar ilkel bir yöntem, ancak iz bırakmamak için kullanılırdı.
"Peki ya şimdi?" diye sordum, ayağa kalkıp pencereye yürüyerek. Dışarıda, üssün günlük rutini başlıyordu, ama biz karanlık bir labirentin içinde debeleniyorduk.
"Zarfın peşine düşmek için izin istiyorum," dedi Çilingir. "Eczane gözlem altında. Ama hareket etmem gerek."
İzin vermek demek, onu tek başına, bilinmeyen bir tuzağın içine göndermek demekti. Ama başka seçeneğimiz yoktu. Bilgi, bu kirli savaşta en değerli silahtı ve o, bizim tek istihbarat toplayıcımızdı.
"Peki," diye onayladım, içimde bir ağırlıkla. "Ama risk alma. Sadece gözlem. Eğer tehlike sezersen..."
"Sekerim," diye tamamladı cümlemi, sesinde neredeyse algılanamaz bir güven tonuyla. Odayı terk ederken, arkasında bir belirsizlik ve sessiz bir söz bıraktı: Gerekirse kaybolurum, ama bilgiyi getiririm.
Operasyon merkezindeki masaya doğru ilerleyip oturdum. Alev, bir köşede uyukluyordu, başı konsoluna düşmüştü. Orkun, ona ayrılan bir masada Hayalet Ekibinin başında olan Selami Varol ile konuşmalar yapıyordu. General Sait Akçapınar ise köşede durmuş, askerleriyle birlikte nasıl bir plan uygulayacaklarını istişare ediyordu.
Bu, bir satranç oyunundan daha fazlasıydı.
Tahtadaki her bir piyon, bir insan hayatıydı. Ve ben hem piyonları hem de şahı korumak zorunda olan vezirdim. Çilingir'in getireceği bir sonraki hamleye kadar, tek yapabileceğimiz beklemekti. Ve bu bekleyiş, ateşten bir gömlek giymek gibiydi.
Nefes almak için bina dışına çıktığım bir vakit, telefonumun çalmasıyla ekrana odaklandım.
Mete
Onun aramasını bekliyordum, ama bu kadar erken değildi.
Aramayı cevaplandırıp telefonu kulağıma yasladığımda bir kapının kapanma sesini duydum.
"Anne?" dedi, sesi gergin ve şüpheli. "Ne yaptınız?"
"Suriye'deyiz," dedim, sesimi mümkün olduğunca sakin tutmaya çalışarak. Ama içimde bir fırtına kopuyordu. "Birtakım araştırmalar yapıyoruz."
Telefondaki sessizlik, çığlıktan daha yüksek sesliydi. Onun nefes alışverişini duyabiliyordum, hızlı ve öfkeli.
"Eran Bağrı'nın adımı kullanarak o cezaevine girdiği doğru mu?"
Her kelimesi yüreğime bir yumruk gibi indi. Sesindeki o incinmiş gurur ve öfke, beni yerinden oynattı. Nasıl öğrenmişti? Zihnimde bir isim belirdi: Çilingir.
"Evet, oğlum," dedim, sesim tüm yorgunluk ve ağırlığımla. "Doğru. Eran Bağrı, senin adını ve kimliğini kullanarak Aras Demirkan'ın bulunduğu hücreye ulaşmış."
Telefondaki sessizlik bu sefer daha farklıydı. Şok ve öfkenin yerini, buz gibi bir sakinlik almıştı.
"Onlar sadece beni değil," dedi sonunda, sesi tehlikeli bir düzlükte. "Eyşan'ı ve bebeklerimizi hedef alıyor, bunun bilincindesin, değil mi? Eyşan'a henüz hiçbir şey söylenmedi ama öğrenecek. Eve çıkmak istiyor, doktorlarla konuştuk ve biraz daha kalması gerektiğine ikna ettik. Odadan dışarıya çıkmak istiyor ama çıkartamıyoruz. Bu daha ne kadar devam edecek? Onlar, bu hastanede ne kadar güvende?"
Bu, bir anne olarak en çok korktuğum soruydu.
Hiçbir güvenlik, mutlak değildir.
"Oğlum," dedim, sesimi yumuşak ama son derece net bir kararlılıkla doldurarak. "O hastane, şu an Türkiye'deki en güvenli yerlerden biri. Baban orada, en güvendiğiniz yoldaşlarınız orada. Her çıkış, her giriş, her temizlik personeli bile kontrol altında. Eyşan'ın odası bir kale."
"Bir kale mi?" diye kesip attı Mete, sesindeki alaycı duygusuyla. "Burası bir kale değil Hümeyra Çakır. Zamanında kendi tecrübelerimle deneyimlediğim bir kafes. Ama bu sefer yalnızca Güvercin'i değil, etrafındakileri de içine almış durumda," dedi ve telefonu suratıma kapattı.
Telefon kapandığında, yüzümü soğuk duvara yasladım. Gözlerim yanıyordu. Bir anne olarak, oğlumu ve ailesini bu korkunun içinde tutmak dayanılmazdı. Ama bir komutan olarak, onları daha büyük bir tehlikenin içine atmamak için sabırlı olmak zorundaydım.
Hızlı adımlarla operasyon merkezine geri döndüm. Oda, alçak sesli konuşmalar ve ekran ışıklarıyla doluydu. Alev artık uyanmıştı ve beni görür görmez yerinden kalktı. Yüzümdeki ifadeyi görmüş olmalıydı.
"Hümeyra Teyze? Bir sorun mu var?"
"Mete aradı," dedim, sesim artık titremiyordu, çelik gibi sertleşmişti. "Adını kullanarak Eran Bağrı'nın işlem yaptığını öğrenmiş. Hastanede eli kolu bağlı bir şekilde olduğu için biraz sinirli."
Alev, omuzlarını yükselten bir nefes alıp bıraktı.
"Mete'nin siniri korkusundan Hümeyra Teyze. O hep, Eyşan için endişelendi. Onunla ve doğacak çocuklarıyla tehdit edildi. Şimdi onların dünyaya gelmesi, Mete'nin korkularını üçe beşe katlıyor."
Alev'in her kelimesi yüreğimi burktu. Torunlarım, çocuklarım... Onların masumiyeti, bu kirli savaşın en ağır bedelini ödüyordu.
"Biliyorum, Alev," dedim, sesimde artık sadece bir komutanın değil, bir büyükanne ve annenin de ağırlığı vardı. "Onun korkusunu anlıyorum. Çünkü ben de aynı korkuyu taşıyorum. Ama korkumuz, onları harekete geçirmemeli. Onları korumalı."
Alev'in gözlerinde bir anlık anlayış, ardından çelik gibi bir kararlılık parladı. "O zaman ne yapacağız, Hümeyra Teyze?"
Orkun'da bize yaklaşmıştı, sessizce dinliyordu.
"Pasif bekleyişi bitiriyoruz," diye ilan ettim, sesim operasyon merkezindeki herkesin duyabileceği netlikte. "Orkun, Çilingir'in konumunu takip edin. Hayalet Ekibinden birilerini, ona görünmeden destek için konumlandırın. O zarfın peşindeyiz, ama artık sadece izlemekle yetinmeyeceğiz. O zarftan çıkacak her ipucu, bizi doğrudan hedefe götürecek. Alev, tüm veri akışını ve istihbaratı yönetmeye devam et. Eran Bağrı'nın cezaevine girdiği tüm tarihleri esasa alarak, o tarihlerde nereye gittiğini ve nereden geçtiğini iyice araştır."
Odaya sözlerimin ardından bir hareket geldi. Beklemekten bunalmış herkes için bir çıkış yolu, bir amaç belirmişti. Alev hemen konsolunun başına geçti, parmakları klavyede uçuşmaya başladı. Orkun, Selami Varol ile iletişime geçmek için telefonunu kaldırdı.
Cebimdeki telefonu çıkartırken merkezin kapısına doğru yöneldim. Parmaklarım tuşlara basarken zihnimden yalnızca tek bir isim geçiyordu. Yıllardan beri onunla nefes alıp vermiş bir isimdi.
Kanın soğuk nefesini üzerinden atamayan, Süleyman Çalkun.
3 Aralık 2022 – 04:25 / Halep, Suriye
Bora Yalaz Arınlı, Ağzından
Hacel Obası, Mihriban
"Biz çok şey yaşadık, Bora. Aklının ucundan bile geçiremeyeceğin şeyler," diyen Mete'nin sesi, içinde bulunduğum aracın içindeymiş gibi zihnimde yankılandığında, bir an için sağ koltuğa baktım. Aklım, mukayyetimin içinde bana ihanet ederken benliğim, onun orada olduğu bir anın içine savruldu.
Arka koltukta Miran Zafir'in karısı, Rojin Selim yatıyordu.
Ve biz, Mete ile Şırnak'a dönüyorduk.
"Eyşan'ı buldum, evet. Ama bulmakla bitmedi. Dizlerimizin üzerine düştük, ayağa kalktık, canımızdan vurulduk, ailemizle kaçırıldık," kafasını iki yana salladı, "Daha ne olabilir dedikçe üzerimize geldiler," dedi.
Bilmiyordu ki onlarcasını daha yaşayacaklardı, yaşayacaktık.
Parmaklarım sıkıca direksiyon simidini kavramıştı.
"Annen," dedim, yolu izlemeye devam ederken. "Hümeyra Teyze, beni yanına aldırdığı gün bana yalnızca tek bir şey söylemişti. 'Sana, benim haricimdeki hiç kimse emir vermeyecek, istediğini yapmakta özgürsün,' demişti. 'Fakat ne duyarsan duy ne görürsen gör asla ama asla onlara yaklaşmayacaksın, olayın akışını değiştirmeyeceksin,' diye de son cümlelerini söylemişti."
Mete'nin sessizliği aracın içine yayılırken kafasını salladığını hissedebiliyordum.
"O hâlde neler yaşadığımızı aslında iyi biliyorsun?" diye sordu, sorgularcasına. Mete Mert Çakır, akıllı biriydi ve bunun farkında olmak beni bazen gururlu bir arkadaş yapıyordu. Bazen ise bana ne kadar kötü bir dost olduğumu hatırlatıyordu.
Mete'nin bildiği şeyi sorgulamasına yalnızca kafamı salladım. Önümdeki yol uzuyor, şeritler kısalıyor ve daralıyordu. Ne Mete konuşuyor ne de ben ona bakıyordum. Sessizlik, aramıza girmiş tehlikeli bir düşmandı. Ve onu hangi silahla alt edeceğimizi bilmiyorduk.
"Sessizlik en tehlikeli düşmanımız değil, Bora," diye devam etti Mete, sanki zihnimi okumuş gibi. "En tehlikelisi, cevapsız kalan sorular. Neden biz? Neden hep biz? Bunun bir sonu var mı?"
Bu soruların cevabı yoktu. Ya da cevap, bizim şu an içinde debelendiğimiz bu cehennemin ta kendisiydi.
Şırnak'ın sınırından içeriye girdiğimizde ilk ışıklarda Mete'ye baktım.
"Eran Bağrı'yı neden öldürmedik Mete?"
Mete, gözlerindeki doğmak üzere olan öfkeye büründü.
"Can yangınını söndüremesin diye," dedi.
Yanan yeşil ışıkla vitesi tutarak gaza bastım.
"Onun söndürmediğimiz yangını umarım bir gün bize sıçramaz, Mete."
Gün ışığı ağırca silinirken, içinde bulunduğum karanlık artık aracın içini kaplamıştı. Yanımda ne Mete vardı ne de arka koltukta Rojin. Kehanetim gerçek olmuştu. Eran Bağrı, bir kıvılcım gibi geri dönmüş ve şimdi Mete'nin kendi adını, kendi ailesini tehdit eden bir alev topuna dönüştürmüştü.
Sıçrayan yangın korları, büyük bir savaşı beraberinde getirecekti.
Mete, o gün haklıydı. Sessizlik tehlikeli değildi. Asıl tehlike, geçmişte yapılmış ve sonuçlarına katlanmak zorunda kaldığımız hatalardı. Eran'ı öldürmemek bir hataydı. Ve şimdi, o hatanın bedelini hep birlikte ödüyorduk.
Derin bir iç çekerken takip ettiğim paralı askerin durduğu yere, eski bir gecekondunun penceresine baktım. İzbe mahalle adına yakışırcasına sessiz ve kimsesizdi. Alt dudağımı ağzımın içine yuvarlayarak dişlerimi geçirdiğim sıra, gözlerim dikiz aynasına takılıp yeniden gecekondu penceresine döndü. Kaşlarım çatılırken ağırca dikiz aynasına geri baktım.
Üç araba arkasındaki araçta, iki kişi oturuyordu.
Gözlerimi gecekondunun penceresinden ayırmadan duvar kenarında ilerlerken, her adımım yere sağlam basıyordu. Arkamdaki arabanın içindekilerin Hayalet Ekibine ait olduğu düşüncesi, içimde bir rahatlama yarattı ama tetikte olmam gerektiğini de biliyordum. Hümeyra Teyze, görünmez bir güvenlik ağı örmüştü. Ben sadece bir göz, bir izleyiciydim, ama artık yalnız değildim.
Gecekonduya yaklaştıkça, içeriden gelen belirsiz sesler dikkatimi çekti. Alçak, hızlı bir konuşmanın ardından metalik bir sürgü sesi yükseldi. Paralı asker acele ediyordu. Belki de takip edildiğinin farkındaydı. Ya da beklediği bir şey vardı.
Tam kapının yanına geldiğimde, içeriden aniden bir patırtı yükseldi. Ardından, bir camın kırılma sesi ve hızlı ayak sesleri var oldu. Kaçacağını anladığım an içgüdülerim devreye girdi. Hümeyra Teyze'nin kuralı aklımdan bir an için geçse de bu sefer farklıydı. Eğer bu adam kaçarsa, Eran Bağrı'ya ve Mimba'ya giden ipuçları da onunla kaybolacaktı. Geçmişin hatasını tekrarlamayacaktım.
Hızlıca köşeyi döndüm ve gecekondunun arka tarafına koştum. Tam zamanında yetiştim. Paralı asker, kırık bir pencereden sıyrılmaya çalışıyordu. Sırtında siyah bir sırt çantası vardı. Muhtemelen içinde değerli bir şeyler taşıyordu.
Sessiz adımlarla bedenimi hızla duvara yaklaştırıp üç büyük adımda pencereye yaklaştım. Adamın dışarı sarkan bedeni tamamen savunmasızdı. Hiç tereddüt etmeden, bir yılanın hızıyla uzandım. Bir elimle sırt çantasının kayışını kavradım, diğer elimle de boynunu sıkıca kavrayarak ağzını kapattım. Kasları, şok ve panikle gerildi.
Arkamdan bana yaklaşan adım sesleriyle omzumun üzerinden arkaya baktım. Selami, elinde yükselttiği silahı, beni görmesiyle indirirken derin bir nefes verdi. Kollarımın arasındaki piç debelenmeye çalışırken Selami'nin yanındaki Giz, içeriye daldı. O sırada kollarımı biraz daha sıkıp paralı askerin boğuk seslerini susturdum.
"İçeride bir leş var," dedi Giz, içeriden kafasını bize çıkartırken.
Kollarımın arasındaki bedenin boğazını iyice sıkarak bayılmasına neden oldum. Paralı asker, ellerimde bayılıp ağırlığını yere bırakırken Selami'ye baktım.
"Giz ile içeriyi kontrol edip arkamdan beni takip edin, merkeze geri dönüyorum."
Paralı askerin sırt çantasını yerden aldım. Ağır değildi, ama içindekilerin ağırlığı hissediliyordu. Bu, yangını söndürmek için ihtiyaç duyduğumuz ilk gerçek araç olabilirdi. Belki de nihayet o cevapsız sorulara bir yanıt bulabilecektik.
3 Aralık 2022 / Türk Başkonsolosluğu'na Bağlı Askeri Üssü - Halep, Suriye
Alev Atsız, Ağzından
Gece boyunca operasyon merkezinden ayrılmamıştım. Gözlerim, ekranlardaki uydu görüntülerine ve Eran Bağrı'nın bıraktığı izlerin üzerinden bir an bile kopmamıştı. Hümeyra Teyze'nin Süleyman Çalkun ile konuştuğunu öğrenmiştim fakat ayrıntılarını bize anlatmamıştı.
Şafak sökerken, Çilingir geri dönmüştü ama yalnız değildi. Elinde, bir çanta vardı. Çantayı Orkun'un oturduğu masaya döktüğünde mühürlü bir zarftan daha fazlası vardı. Küçük, eski usul bir defter ve birkaç dijital hafıza kartı masaya serilmişti. Hümeyra Teyze hemen ayağa kalktı. Yüzünde hem bir komutanın beklentisi hem de bir annenin endişesi okunuyordu.
"Çilingir?" dedi, meraklı bir tavırla.
Çilingir, "Sorgu odasına takipte olduğum piçi getirdim," dedi ve göz ucuyla Orkun'a baktı. "Selami ile getirdim desem daha doğru olacak. Selami ile Giz, şu an sorgu odasında bizi bekliyor, vakit kaybetmeden gidelim."
Çilingir'in sözleri odadaki tüm yorgunluğu dağıtır gibiydi. Hümeyra Teyze, hiç tereddüt etmeden başıyla onayladı ve Çilingir'in peşine takıldı. Orkun da hemen ayağa fırladı, masadaki defter ve hafıza kartlarını topladı.
Ben de onlara katıldım. Operasyon merkezinden çıkıp üssün daha az kullanılan, beton ve soğuk ışıklarla aydınlatılmış koridorlarına ilerledik. Sorgu odası, güvenliğin en üst düzeyde olduğu, ses yalıtımlı bir bölümdeydi.
Kapıyı açıp içeriye girdiğimizde cam bölümle ayrılmış küçük bir oda daha vardı. Dışarıda kalan bölümde Selami dururken Giz, cam bölümle ayrılmış odanın bir köşesinde duruyordu. Çilingir ile karakolda gördüğümüz paralı asker ise kelepçe ile masaya bağlı bir şekilde sandalyede oturuyordu.
Selami, bizim geldiğimizi gördü ve yeniden önüne dönerek ellerini ceplerine soktu.
"Başlamak için sizi bekledik," dedi ve önündeki tuşa bastı. Camın arkasındaki duvarda yanıp sönen kırmızı ışık sabitlendi. Bu, kaydın ve sorgunun başlaması için bir işaretti. Giz, bu işareti alarak köşeden ayrıldı ve paralı askerin karşısındaki sandalyeyi çekip oturdu. Küçük adımlarla Selami'nin yanına geçtik ve sıralanmış bir şekilde sorguyu dinlemeye başladık.
Giz, ellerini birbirine kenetleyerek masanın üzerine yasladı ve çenesini kaldırdı.
"İsmin önemsiz," diye başladı Giz, sesi yumuşak ama her hecesi bıçak gibi keskin. "Kimin için çalışıyorsun?"
Paralı asker, yüzünü eğdiği masadan kaldırdı ve arkasına yaslandı.
"Kara Kutu," dedi.
Adamın bu itirafı, camın arkasındaki odada somut bir gerçeklik olarak çınladı. Hümeyra Teyze'nin nefes alışı hissedilir şekilde kesildi. Orkun'un yumrukları sıkıldı. Çilingir ise hareketsiz, bir heykel gibi duruyordu.
Giz, en ufak bir tepki göstermedi. Sadece, "Devam et," dedi, sesi hâlâ aynı tehlikeli sakinlikte.
"Beni... beni buraya yerleştirdi. Karakoldaki subayı satın aldık. Gelen istihbaratı, özellikle Türk birliğinin hareketlerini, Mimba'ya iletiyordum." Adamın sesi, bir an için gururla yükseldi, sanki yaptığı işten memnunmuş gibi.
"Eran Bağrı?" diye sordu Giz, hiç zaman kaybetmeden.
"Yalnızca isim olarak tanıyorum. Bana bu adamın dediklerini yapmam söylendi, bende yaptım. Cezaevine girişini ben ayarladım. Mete Mert Çakır kimliğini temin ettik."
Hümeyra Teyze, camın önüne bir adım daha attı. Gözleri, adama dikilmişti. Giz, Hümeyra Teyze'nin varlığını hissetmiş olmalı ki, soruyu onun adına sordu.
"Mete'nin kimliğine nereden ulaştınız?"
Paralı asker, "Aras Demirkan," dedi. Bu kez sesinde bir gerginlik vardı. Aras'ın ismi, onu rahatsız etmiş gibiydi. Giz, bu gerginliği anında fark etti.
"Aras'tan korkuyor musun?" diye sordu, doğrudan ve yargılayıcı olmayan bir tonla.
Parmaklarımın istem dışı avuçlarımda kenetlendiğini yeniden hissettim. Zihnime kazınmış acı, parmak kemiklerimde bir kan misali dolanıyordu.
Paralı asker, onaylayıcı bir şekilde kafasını salladı.
"O bir deli. Ama hepsi kendi ajandasının peşinde fakat aynı yolun yolcuları. Hepsi aynı şeyi istiyor, intikam."
Odaya buz gibi bir sessizlik çöktü. Mete'nin korkusu, Eyşan'ın endişesi boşuna değildi. Bu, kişisel ve ölümcül bir tehditti.
"Peki ya Selçuk ve Alperen?" diye devam etti Giz, sesini hiç yükseltmeden. "Mimba onları nereye götürdü?"
Paralı asker, bir an için gülecekmiş gibi dudaklarını büktü ama sonradan kafasını iki yana salladı.
"Bu konu hakkında bir bilgim yok."
Giz, masaya doğru eğildi, kaşları çatılmıştı.
"Bu konu hakkında bilgin yoksa, sırt çantanda ne taşıyordun? O gecekondudaki adamı, neden öldürdün?"
Paralı asker, kelepçeli bileklerini hafifçe oynatıp dirseklerini masaya yasladı. Dudaklarındaki kıvrım, alaycı bir tebessüme dönüşmüştü. Gözlerindeki hırçın ışıltı, nefret edilesi bir yılanın kustuğu zehir gibiydi.
"İlk sorman gereken soruyu, sona bırakarak hem beni hem de kendinizi oyaladınız," derken Hümeyra Teyze, bir hışımla Selami ile Orkun'a döndü.
"Çabuk, çantadan çıkanları incelemeye alın. Çabuk!"
Orkun ile Selami, odanın içindeki laptopa hafıza kartını taktılar. Verilerin yüklendiğini gösteren panel ekranda akarken Çilingir, maskesini düzelterek sorgu odasına girdi. Giz, ayağa kalkıp kenara çekilirken Çilingir, ellerini masaya yasladı ve paralı askere doğru eğildi.
"Seni takip ettiğimi biliyordun, değil mi?"
Paralı asker, kaşlarını kaldırdı ve kahkaha atmaya başladı.
"Tabii ki de biliyordum, aptal!" dedi kahkaha atarken. "Sizin önünüze bilerek çıktım, çünkü takip edeceğinizi biliyorduk. Beni, size gönderilmiş mesajı teslim etmem için kullandılar. Hepsi bir planın parçasıydı."
Çilingir, paralı askerin gülmesine dayanamayıp sağ elini kaldırdı ve adamın yüzüne bir tokat yapıştırdı. Paralı askerin gülmesi bir bıçak misali kesilirken Çilingir, masanın üstüne doğru çullanarak adamın yakalarını kavradı ve yüzüne doğru eğildi.
"Kimsin lan sen! O gecekondudaki adam kimdi ve neden öldürdün?"
Paralı asker, patlamış dudağına dilini değdirip zalimce gülümsedi.
"Kâmil," dedi, sesi soğuk ve alay kokuyordu. "Gecekondudaki adam sadece temsiliydi. Düşünceleri ölen bir adamın temsili."
O sırada Orkun, bir şeyler bulmuş olmalıydı ki bize omzunun üstünden bakıp eliyle laptopu gösterdi.
"Buna bir baksanız iyi olur."
Hümeyra Teyze ile laptopun karşısına geçtiğimizde camın arkasından kulaklarıma bir ses yükseldi. Bu, en derin bir sırrın açığa çıkması kadar keskindi.
"Elias Farouq'un size selamını getirdim, 'İntikamımı almadan ölmeyeceğim,' dedi."
Kâmil'in bu sözleri, sorgu odasında bir şimşek gibi çaktı. Her kelime, zehirli bir ok gibi hepimizin yüreğine saplanıyordu. Elias Farouq'un ölmediği gerçeği, zaten yeterince sarsıcıyken, bu mesaj onun niyetinin ne kadar ölümcül ve kişisel olduğunu gösteriyordu.
Önümdeki ekranda, hafıza kartındaki bir video dosyası oynuyordu. Görüntü titrek ve bulanıktı ama içindeki kişileri tanımamak imkânsızdı. Elias Farouq, Aras Demirkan ve Mimba; Selçuk ile Alperen'in hemen arkasında duruyordu. Sağımda hissettiğim bir bedenle titreyerek irkilirken Çilingir, göz ucuyla bana baktı ve yeniden ekrana döndü.
Yutkunarak ekrandaki görüntüye baktım. Arka plandaki mekân belirsizdi; endüstriyel görünümlü, terkedilmiş bir depo ya da garaj olabilirdi. Aras Demirkan'ın dudaklarında alaycı bir tebessüm duruyordu. Başı öne düşmüş Alperen'in omuzlarını tutuyordu.
"Kırayım mı kanadını?"
Beynimin içinde yankılanan geçmişin sesiyle ekran bulanıklaşmıştı. Dolan gözlerimi kırpıştırıp derin bir nefes aldım ve tuttum. Elias Farouq, kameraya doğru bir adım attı. Yüzünde, soğuk ve zalim bir tatmin ifadesi vardı.
"Merhaba oradakiler," dedi, sesi videonun kalitesizliğine rağmen tüyler ürpertici bir netlikteydi. "Benim öldüğümü sandınız, değil mi? Ölüm, benim için sadece bir perde arkasıydı."
Eliyle arkasındaki Selçuk ve Alperen'i işaret etti.
"Bunlar, size bıraktığım ilk hediyelerim olacak. Bu iki cesur adam karşılığında," duraksadı, zalim bir gülümsemeyle, "sizden bir hediye isteyeceğim. Çok daha kişisel olduğu için kusuruma bakmayın. Bana vereceğinizi düşünmediğim içinde kendi hediyemi, kendim almak istiyorum."
Hümeyra Teyze, ekranın karşısında taş kesilmişti. Yumrukları sıkılmış, nefes almıyor gibiydi. Elias'ın her kelimesi, onun için bir işkenceydi.
"Allah'ın belası adam," diye tısladığında Elias, ekrana biraz daha yaklaştı ve yere çömelip kadrajın tam ortasına baktı. Beyaz gözü, öylesine cansızdı ki bir an için titrese bayılacakmışım gibi hissettim. Ona nazaran sağlam kara gözü titreyerek kısıldı.
"Benden alınanları tahsil etmeye geliyorum."
Çilingir'in sert nefesini işittim.
"Sen anca Mete'nin sikini alırsın puşt!"
Görüntü aniden karardı.
Odaya çöken sessizlik, bombaların patlamasından daha gürültülüydü. Bu bir meydan okumaydı. Açık ve küstahça.
Hümeyra Teyze, yavaşça arkasını döndü. Yüzündeki ifade artık şok değil, saf, katıksız bir öfkeydi. Gözlerinde, bir annenin çaresizliği değil, bir komutanın ölümcül kararlılığı vardı.
"Orkun," dedi, sesi tehlikeli bir alçaklıkta. "Bana nerede olduklarını bul. Şimdi."
Orkun ile Selami, diğer verilere göz atmaya başlarken Hümeyra Teyze, Çilingir'e baktı.
"Alparslan'ı ara. Ona her şeyi anlat. Elias'ın hastaneye gelme ihtimaline karşı, oradaki güvenliği kat be kat artırmalarını söyle."
Sonra bana döndü.
"Buradaki kule ile iletişime geç. 16 numaralı bekleme alanında bir helikopter duruyor. Hazırlığınızı yapın. Herhangi bir koordinat bulma durumunda harekete geçeceğiz."
Orkun'un sesi bir anda sözlerini kesti.
"Bulduk! Diskin içine koordinatlar gömülü," diye bağırdı ve kenardan bir kâğıt parçası alıp koordinasyon rakamlarını yazdı. Yazma işlemi bittiğinde kâğıdı bana uzattı. Hızla elindeki kâğıdı alıp Hümeyra Teyze'ye baktım.
"Hayalet Ekibini alıp yola çık. Çilingir, size eşlik edecek."
Her birimiz, emirleri alır almaz harekete geçtik. Artık sadece tepki vermiyorduk. Koşarak helikoptere ulaştım. Kokpitin tanıdık kokusu ve soğuk metal yüzeyleri, içimdeki gerginliği bir an olsun dindiremedi. Parmaklarım, kontrollere alışkın bir titremeyle temas ederken, kulaklığımı taktım ve ana frekansı açtım. Helikopterin motoru, kalkışa hazırlanırken etrafa güçlü bir uğultu yayıyordu.
"Halep Kule, Halep Kule, burası Türk Koordinasyon Merkezi'ne bağlı Şahin-1, acil kalkış için telsiz kontrolünü talep ediyorum, alıyor musunuz? Üzerinden."
Bir anlık statik sesinin ardından, kulaklığımdan sakin ve profesyonel bir ses yankılandı.
"Şahin-1, burası Halep Kule. Sizi alıyoruz. Durumunuzu ve aciliyet seviyenizi bildirin, üzerinden."
"Nefes Kesiği. Tekrarı, Nefes Kesiği," dedim, sesimdeki aciliyeti vurgulayarak. Bu kod, en yüksek seviye acil durum ve dost-düşman tanımlaması gerektiren bir görev anlamına geliyordu. "Acil kalkış ve IFR uçuş planı onayı talep ediyoruz. Hedef koordinatları iletmek üzereyim."
Kulenin sesi bir an için kesildi, arka planda hızlı bir konuşma duyuldu. Orada da durumun ciddiyeti anlaşılmıştı.
"Anlaşıldı, Şahin-1. Nefes Kesiği kabul edildi. Kalkış izniniz verildi. Mevcut pist 22, rüzgâr hafiften 240 dereceden 8 knot. QNH 1013. Koordinatları bekliyoruz."
"Hedef koordinatlar şu şekilde," diyerek Orkun'un verdiği rakamları aktardım, her bir rakamı net ve temiz bir şekilde telaffuz ederek. "36° 11' 17'' Kuzey, 37° 09' 50'' Doğu. Tekrar ediyorum, 36° 11' 17'' Kuzey, 37° 09' 50'' Doğu."
"Anlaşıldı, Şahin-1. Tüm trafik, rotanız üzerinde uyarıldı. Frekansınızı 125.45'e almanızı ve kalkış sonrası İstihbarat Koordinasyon Merkezi ile doğrudan bağlantı kurmanızı öneriyoruz. Temiz uçuşlar ve iyi şanslar. Halep Kule, çıkıyorsunuz."
"Koordinasyon için teşekkürler, Halep Kule. Şahin-1, kalkışa geçiyor."
İletişimi kestikten sonra, helikopteri havalandırdım. Titreyen gövde, yerçekimine meydan okurken, gözlerimi hedef koordinatlara dikmiştim. Kulaklığımdan, Hümeyra Teyze'nin operasyon merkezinden gelen son talimatı duydum.
"Şahin-1, burası Ana Kuş. Görev onaylandı. Hedefte sürpriz unsurlara hazırlıklı olun. Gölge avı başladı. Anlaşıldı mı?"
"Anlaşıldı, Ana Kuş," diye yanıtladım, sesimde hiç tereddüt yoktu. "Gölge avı başladı. Şahin-1, çıkıyor."
5 Aralık 2022 / Şırnak
Caner Cenk Çakır, Ağzından
"Konum, Halep'in kuzeydoğu kırsalında, terk edilmiş bir fabrikaya aitti. Oraya vardığımızda ise yalnızca Alperen'i bulduk. Selçuk'un bağlı olduğu sandalyede sadece bu zarf vardı."
Alev'in bana uzattığı zarfı kavrayıp arkasını döndürdüm. Daha önceden açıldığını gördüğüm zarfın içine baktığımda katlanmış bir kâğıt duruyordu. Kâğıdı çıkartırken Alev'in sesi kulaklarıma doldu.
"Dediğim gibi durmayacaklar, daha da güçlü bir şekilde geliyorlar Caner."
Katlanmış kâğıdın yapraklarını açtım.
Asena Eyşan Çakır;
Bu ismin üzeri kalemle çizilmişti.
Ezeli ve ebedi düşmanım, Asena Gündüz;
Sen ki benim ailemi ve çocuklarımı öldürürken bu isimle vardın cehennemimde. Cehennemim diyorum çünkü sen, benim var olduğum her algıyı birer birer, gözünü hiç kırpmadan yakıp yıktın. Ne saçmalıyorsun diye düşündüğünü varsaydım bir an için. Bu mektubu okurken hissedeceğin o soğuk ter damlalarını, midendeki o korkunç düğümü düşününce, kelimelerin bile nasıl bir silaha dönüşebileceğini bir kez daha anlıyorum.
Kaşlarım çatılmıştı.
Bu mektubu yalnızca sana ithafen yazıyorum. Mete'nin kalbi, onun gücü, onun en büyük zaafı sensin. Çocukların senin için bir zaaftan daha ötesi, tıpkı bir zamanlar benim de olduğu gibi. Onu en çok incitecek yerden, en derin, en hassas yerinden vurmak için sana geliyorum.
İki seçeneğin var, Güvercin Timi komutanı Asena Gündüz.
Bana gelip kendini teslim et. Usulünce, sessizce. Çocuklarına ve Mete'ye veda ederek gelmeni istiyorum. Bile isteye bana seni göndermelerini istiyorum. Bu davranışım için bana minnettar olmalısın. Çünkü sen, beni çocuklarımdan ve ailemden ayırırken bana müsaade etmedin.
"Şerefsiz herif, sen sanıyor musun ki Mete, sana öylece Eyşan'ı gönderecek, piç!"
Karşılığında o minik, savunmasız yavrularına, o henüz hayatın ne olduğunu bile bilmeyen ikizlere, bir zarar vermeyeceğim. Mete ile uğraşmayacağım. Onlar, senin fedakarlığınla korunacak.
Ya da sadece mektubu okuyan kişiden aldığın bu yazılarımı oku ve bekle. Bebeklerini emzirirken, kapıdaki her gıcırtıyla irkile irkile bekle. Ve izle; önce Mete'ni, onun gözlerindeki o koruyucu ateşi söndürüşümü izle. Sonra da o minicik bedenleri, henüz doya doya öpüp koklayamadığın yavrularını nasıl sessizce senden koparıp alacağımı gör.
Blöf değil komutan, bu benim sana bir vaadim.
Benden alınan özgürlüğümün, iktidarımın, intikam hakkımın bedelini, sizden fazlasıyla tahsil edeceğim. Senin gözlerinde, o gece o bodruma kaçırdığım gün gördüğüm o ilkel, donmuş korkunun aynısını görmek için nefes alıyorum.
Dediklerimi yapmazsan çok yakında görüşeceğiz.
Ben, en beklenmedik anda, en korunaklı zannettiğin yerin tam kalbinde, bir gölge gibi belireceğim. Belki de şu an odandaki o sıradan görünen hemşirenin bakışlarının ardındayım. Ya da dışarıdaki o nöbetçi askerin silahının namlusunda.
Not: Bu arada Selçuk Ege Turalı da burada. Belki de o da senden ölen karısının intikamını alacaktır. Hatırlarsın karısı ve çocuğu, sırf seni koruduğu için gözlerinin önünde öldürülmüştü.
Bazı anılar asla bitmez komutan,
Sadece ertelenir.
Elias Farouq.
Mektubun son kelimesi gözlerimin önünde dans ederken, avucumdaki kâğıt bir zehir gibi yakıyordu. Her cümle, her kelime, Elias'ın nefretinin ve zekasının bir yansımasıydı. Eyşan'ı değil, onun geçmişteki en güçlü halini, Güvercin Timi komutanı Asena Gündüz'ü hedef alıyordu. Onu, en savunmasız anında, annelik içgüdüsüyle sınamaya çalışıyordu.
Alev'in dediği gibi, bu bir savaşın bitişi değil, daha şiddetli bir çatışmanın başlangıcıydı. Elias, sadece fiziksel bir tehdit değil, psikolojik bir savaş ustasıydı. Selçuk'u kaçırması ve bu mektubu bırakması, onun sadece güç gösterisi değil, aynı zamanda bir zihin oyunuydu. Bizi bölmek, parçalamak istiyordu.
Mektubu katlayıp cebime koydum. Yüzümdeki ifadeyi toparlamaya çalıştım. Alev'e döndüm.
"Bu mektup, Elias'ın elinde hâlâ bir koz olduğunu gösteriyor. Selçuk'u kullanıyor. Ve Eyşan'ın geçmişini." Sesim, içimdeki fırtınaya rağmen sakin çıkmıştı. "Ama o, bizim ne kadar sıkı bir aile olduğumuzu hafife alıyor."
Alev, gözlerindeki derin bir endişeyle başını salladı.
"Eyşan'ın bu olanlardan haberi var mı? Ki hoş, bilmiyorsa bile artık silah sesini duymuştur."
İçimi bir sızı kapladı. Eyşan, doğum yapmış, yeni annelik duygusunu yaşarken kendini yeniden bir savaşın ortasında bulmuştu. Ve bu sefer sadece o değildi, hepimiz bir tehdidin kıyısındaydık.
Gözlerimi Lara'nın kaldığı odaya çevirdim. Benim karım bile o anın şokuyla ne hâle gelirken Eyşan'ın durumunu tahmin edemiyordum. Silah seslerini, alarmları duymamış olması imkansızdı.
Alev'e döndüm.
"Alev," dedim, sesimde bir aciliyetle. "Sen burada kal. Barış'ın durumundan herhangi bir haber alırsan bana da haber ver. Lara, karşıdaki odada kalıyor. Ben yukarıya çıkıp geliyorum."
Tam o sırada hastaneyi sarsan bir kırılma sesiyle kaşlarımı çatarak merdivenlere baktım. Porselen bir bardağın kırıkları merdivenden aşağıya doğru savruldu.
"BANA NE ZAMAN SÖYLEMEYİ DÜŞÜNÜYORDUNUZ!"
Artık sır yoktu.
Savaş, tüm çıplaklığıyla ailemizin tam kalbindeydi.
Merdivenlere doğru fırladım. İki basamakta bir çıkıyordum. Kalbim göğsümde gümbürdüyordu. Eyşan, her şeyi duymuştu. Ya da yeterince duymuştu. O kırılan bardak, onun sabrının ve belki de son direncinin simgesiydi.
Koridorda onu gördüm. Hastane kıyafetlerinin içinde, titreyen bedeniyle babamın ve Mete'nin önünde duruyordu. Yüzü bembeyazdı, gözleri korku, öfke ve derin bir ihanet duygusuyla parlıyordu. Nefes nefeseydi.
"Bana ne zaman söylemeyi düşünüyordun, Mete!" diye haykırdı yeniden, sesi titrek ama yıkıcı bir güçle. "Dışarıda silahlar patlıyor, herkes koşturuyor... ve siz... sen beni o odada emzirirken... bana hiçbir şey söylemediniz!"
Yavaş adımlarla onlara doğru ilerlerken Mete, ellerini ona uzattı.
"Eyşan, sakin ol," diye yaklaşmaya çalıştı, "Senin ve bebeklerin sağlığı..."
"SAKİN Mİ OLACAĞIM?" diye kesti sözünü, bir adım geri çekilerek. Gözlerinde yaşlar birikmeye başlamıştı. Yanımda birinin varlığını hissettiğimde göz ucuyla baktım, Çilingir'di.
"Ben bir askerim! Bir anne olmadan önce bir askerdim ben! Kendimi ve ailemi korumak için bilgiye ihtiyacım vardı! Ve bildiğin hâlde bana söylemeyerek, gözümde herkes kadar sende suçlu olacaksın Mete!" diye haykırdığında Mete, bir anda Eyşan'ı kollarının arasına aldı.
"Bırak beni!" diye bağırdı Eyşan, onun kucağından çırpınarak kurtulmaya çalışırken. Gözyaşları artık yanaklarından süzülüyordu.
"Neden! Neden ben! Neden biz! Neden, neden, neden!"
Hastane koridoruna karışan bebeklerin ağlama sesleri, annelerinin sesini bastırırcasına yankılanıyordu. Alev'in yanımdan sıyrılarak Eyşan'a doğru yürüdüğünü fark ettiğimde onu durdurmak için elimi uzattım ama çok geçti. Eyşan, ağlarken Alev'i gördüğünde gözleri irileşti ve adeta donakaldı. Dudakları kıpırdadı ama duyamadım.
"Sen de biliyordun," diye duyduğunu işittiğimde gözleri hepimizin üzerinde kaydı. "Hepiniz biliyordunuz!" diye hıçkırdı, sesi parçalanarak. Mete'yi ittirerek Alev'in yüzüne bakarak kafasını iki yana salladı.
"Benden bunu nasıl sakladın? Bana neden söylemedin Alev?"
Alev, Eyşan'ın gözlerinin içine baktı. Yüzünde derin bir acı ve suçluluk vardı. Kendisini en iyi arkadaşına karşı en zor durumda bulmuştu. Bir an nefes almadan durdu. Sonra, yavaşça Eyşan'a doğru bir adım attı. Sesi, tüm duygulardan arınmış, sadece acı bir gerçeklikle doluydu.
"Çünkü senin o odada, o bebeklerinle güvende olduğunu görmek istedim," dedi, gözleri dolarken. "Çünkü sen, onları kucağına aldığında yüzünde gördüğüm o saf mutluluk... onun bir an daha sürmesini istedim. Ben... ben senin yerinde olsaydım, aynı şeyi isterdim. Peşlerine düştük ama geldiğimizde Barış vuruldu. Barış, Caner ile Lara'yı korumak için önlerine durmuş. Lara, o anın şokuyla neredeyse düşük yapacaktı."
Gözlerimi kapatıp sertçe yutkundum.
"Bütün bunları saklamamızın sebebi, senin ve Yonca'nın sağlığıydı. O an öğrenseydin belki de sütün kesilecekti."
Alev'in sözlerine devam etmesiyle gözlerimi açıp Eyşan'a baktım. Eyşan, donmuş bir vaziyette Alev'e bakmaya devam ediyordu. Alev'in sözleri, onu korumaya çalıştıklarını itiraf ediyordu, ama aynı zamanda onu dışladıklarını da gösteriyordu.
"Sana haksızsın demiyorum Eyşan, haklısın. Sende bir askersin ve gerçekleri hak ediyorsun," dedi ve Eyşan'a bir adım yaklaşıp önünde durdu. "Ama bu sefer sadece sen değil, hepimiz tehlike içindeyiz. Düşman bir değil, üç. Ve her biri bir koldan değil, bin bir türlü hareketle saldırıyor."
Bu gerçek, hepimizin yüreğine bir hançer gibi saplanmıştı. Elias Farouq, Aras Demirkan ve Mimba... Üç ayrı tehdit, üç ayrı karanlık zekâ, birleşmiş ve ailemizin üzerine bir kâbus gibi çökmüştü.
Eyşan, etrafına baktı. Gözleri Mete'nin endişeli bakışlarında, Alev'in ve Çilingir'in üniformalarında, benim mimiklerimi koruduğum ifadesiz yüzümde, babamın ve annemin güven verici yüzlerinde dolaştı. Dudakları titrerken gözlerinin dolduğunu gördüm. Yüzü buruşurken yanaklarına düşen iki yaşı izledim.
"Benim yüzümden," diye fısıldadı ve nefesini verip elini yüzüne bastırdı. Mete, Eyşan'ın dizlerinin üzerine çökeceğini anladığı an belinden kavrayarak kendine çekti ve onunla yere çöktü. Bacaklarının arasındaki Eyşan'ı sıkıca tutarken ellerini kaldırdı ve Eyşan'ın yüzünü kaplayan ellerini çekmesini sağladı.
"Yapma, bana bunu yapma. Söyleme o sözü," diye fısıldadı, sesi yüreğimizi burkan bir acıyla. "Ben beş günden beri nasıl yaşıyorum bilmiyorsun. Nasıl nefes alıyorum görmedin. Bana bunu yapma hakkın yok."
Eyşan, dolu gözleriyle Mete'ye bakarken Mete, dolu gözlerini sıkıca kapattı ve yanağına süzülen bir damlayla Eyşan'ın alnına alnıyla hafifçe vurdu.
"Bu olanlar için kendini suçlamayacaksın. Bu savaş, hepimizin savaşı. Ve sen, ne kadar güçlü bir asker olursan ol, bu savaşı tek başına veremezsin. Hiçbirimiz veremeyiz."
Annem, Eyşan'ın yanına çökerek omzunu okşadı.
"Kızım, Mete haklı. Ama birlikte onlarla baş edebiliriz. Elias'ın oyunlarını bozabiliriz. Aras'ın intikam hırsını durdurabiliriz. Mimba'nın kirli planlarını alt üst edebiliriz."
Mete, alnını Eyşan'ın alnından ayırırken babam, Eyşan'a doğru baktı.
"Evlat," dedi, sesi hiç duymadığım kadar yumuşak, "biz aileyiz. Ve aileler, en karanlık zamanlarda bile birbirine kenetlenir. Sana güvenmediğimizden değil, seni çok sevdiğimiz için sakladık. Ama artık bitti. Birlikteyiz."
Eyşan, gözlerini bir an olsun Mete'nin gözlerinden ayırmadı. Mete, baş parmaklarıyla Eyşan'ın göz altlarını silerken kafasını salladı.
"Şimdi ayağa kalk ve bana görmemi istediğin o askeri göster. Bana Güvercin'i, Güvercin Timi komutanı Asena Eyşan Çakır'ı göster."
Bu sözler, adeta Eyşan'ın üzerine soğuk su gibi etki etti. Omuzlarındaki titreme durdu. Sırtı, Mete'nin kollarında dikleşti. Yavaşça, ama kararlı bir şekilde ayağa kalktı. O artık sadece Eyşan değildi. Gözlerinde, o tanıdığımız, o çelik irade parlıyordu. Güvercin Timi komutanı Asena Eyşan Çakır geri dönmüştü.
"Peki," dedi, sesi hâlâ titrek, ama artık daha güçlü. "Ama bir daha benden bir şey saklamayacaksınız."
Mete kafasını sallarken Eyşan, bana baktı.
"Caner, Lara nasıl?"
"İyi," diye cevapladım, içiz cız ederek. "Doktorlar gözetim altında tutuyor."
"Barış?"
"Ameliyatta. Henüz bir açıklama yapmadılar."
Eyşan, kısa bir süreliğine gözlerini kapatıp yutkundu ve gözlerini açtığında Alev'e baktı. Alev'e bakarken yanağını dişlediğinde Alev, gözlerini yukarıya doğru kaldırdı ve kırpıştırırken dudaklarını araladı.
"Tedy'nin yakında tüylerini yolacağım," diye mırıldandı ve gözlerini Eyşan'a indirdi. "Gel buraya aptal!"
Eyşan'a büyük bir adımda yaklaşıp kollarının arasına alırken Eyşan, sıkıca Alev'e sarıldı. Alev, yanağını Eyşan'ın omzuna yaslayıp gözlerini kapattı ve yüzünü buruşturarak için için ağlamaya başladı. Artık sırlar yoktu. Artık yalnız değildik.
"Barış Gömlekçi'nin yakınları!"
Hastane koridorunda duyduğumuz anonsla Alev, hızla Eyşan'dan ayrılırken hızla arkamı dönüp merdivenleri ikişer üçer inerek indim. Doktorun karşısına dikilirken Alev, hızını alamayıp bana çarptı ve doktorun önünde durdu. Doktor, ellerini ceplerine soktu ve kafasını kaldırdı.
"Üç kurşunu vardı, hiçbiri hayati organlara ve sırt kemiğine denk gelmemiş. Kısa sürede çok kan kaybetmiş ama kontrol altına alıp ameliyatı başarıyla bitirdik. Hayati tehlikeyi atlattı. Geçmiş olsun."
Doktorun sözleri kulaklarımda çınlarken, ciğerlerime çektiğim o derin nefes, tüm vücuduma hayat veren bir ilaç gibiydi. Omuzlarındaki gerginlik bir nebze olsun dağılmıştı. Barış'ın güvende olması, hepimiz için büyük bir yükü hafifletmişti. O, sadece bir asker değil, ailenin bir parçasıydı.
Benim, sırtımı yasladığım en kuvvetli dağımdı.
Alev, yanı başımda, aynı rahatlamayı hissediyor olmalıydı. Ona baktığımda hem gülüyor hem de ağlıyordu. Parmağındaki yüzüğü öpüp elini kalbine koyduğunda gözlerimi kısarak yüzümü çevirdim. Barış'ın hayatta olduğu sevinciyle, onun yaralı halde yatıyor olmasının acısı arasında sıkışıp kalmıştı. Bu savaş bize her şeyi, en insani, en kırılgan anlarımızı bile yaşatıyordu.
Alev'e dönüp kaşlarımla Lara'nın kaldığı odayı gösterdim.
"Ben Lara'ya haber vermeye gidiyorum. Odaya alırken çağırırsın."
Bir şey demesini beklemeden hızlı adımlarla Lara'nın kaldığı odanın kapısını araladım. Lara, sırtını yastığa yaslamış bir şekilde elleri karnında, kafasını çevirip bana baktı. Gözlerindeki endişe bulutlarını izlesem de kapıyı kapatıp gülümseyerek ona yaklaştım ve ellerimi yanaklarına yaslayıp yüzüne eğildim.
"Barış ameliyattan çıktı, iyi."
Lara, gözlerini devirerek bir eliyle omzuma vurdu.
"Zaten yalan söylediğini anlamıştım. Neyse ki şu an iyiyse problem yok."
Derin bir nefes alarak dudaklarımı alnına bastırdım. Aile olmanın gücü buydu. Birimiz düştüğünde, diğerimiz kaldırırdı. Birimiz zayıf düştüğünde, diğerimiz güç verirdi. Ve şimdi, en zorlu savaşımızda, bu gücü bir kez daha gösteriyorduk.
Elimi Lara'nın şişkin karnına yaslayıp gözlerimi gözlerine sabitledim.
"Eyşan olanları öğrendi. Artık ne olacağını ona bırakıyoruz. Bu durum içerisinde asla bulunmayacaksın. Kartal, Alev ve Barış ile duracaksın. Ben hem sizin hem de hepimizin güvenliği için görev başında olacağım."
Lara, gözlerinde derin bir anlayışla başını salladı.
"Peki," diye fısıldadı, elini benim elimin üzerine koyarak. "Ama söz ver, kendine de dikkat edeceksin."
Lara'nın gözlerine bakarken, elim onun karnındaki kızlarımızı hissediyordu. Oradaki minik varlıklar, bu karanlık savaşın tam ortasında, bize umut ve mücadele gücü veren en saf şeydi.
"Söz veriyorum," dedim usulca.
Bu söz, dip kuyusundan çıkmak için tırmanmaya başladığım zirveyeydi.
5 Aralık 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Çakır, Ağzından
Karabulut, Yüksel Baltacı
"Söyle!"
Bilge Kaan'ı ve Toprak Luna'yı emzirirken, uyukladığım sıra duyduğum tek şey annemin sesiydi. Göğsümdeki sızıları hissedebiliyordum, farkındaydım ama o rüyayı görmekten de kendimi alamıyordum. Onları doğurduğumdan beri giren tek rüyaydı. Sürekli aynı şeyi görüp duruyordum.
Geçmişimden bir iz, sanki bana bir şeyler demek istiyor gibiydi.
Daha hiçbir şeyden haberim olmadığı o gece, Mete'nin bembeyaz kesilmiş yüzünü görmüştüm. Ne olduğunu sorduğumda ise 'Hiçbir şey yok,' demişti. Bana yalan söylemişti. Ve ben, o yalana inanmak istemiştim. O gece, yine onları emzirirken gözlerimin arkasındaki karanlığa mahkûm kalmıştım.
Ellerim sandalyeye bağlıydı ve tam karşımda annem duruyordu. Elleri arkasında konumlanmıştı. Üzerine giydiği kamuflajıyla bir anne gibi değil, beni eğiten bir komutan gibi duruyordu. Ellerini arkasından çekip yüzüme doğru eğilip yeşil gözlerini kıstı.
"Şifreyi söyle."
Dudaklarımın kıvrıldığını hissederken babamın bana birkaç gece önce verdiği notu hatırladım. Notun üzerinde bir güvercin çizilmişti.
"Söyle dedim sana!" diye bağırdığında kaşlarımın altından anneme baktım.
"Cık, söylemeyeceğim. Kendin bul."
Annemin güleceğini sanırken annem, dudaklarını birbirine bastırıp doğruldu.
"Asena, söyle dedim. Çocuk oyuncağı değil bu. Baban bana kızından öğrenirsin dedi."
Kaşlarımı alayla kaldırıp sanki beni sınava tabii tutmuyormuş gibi yerimde gerindim.
"Peki bana yaptığın çocuk oyuncağı mı anne? Resmen beni düşmanmış gibi bağladın? Oldu olacak bir de işkence et," gözlerimi düşünürcesine kaçırıp yeniden anneme baktım, "gerçi yapmadığın şey de değil."
Annem, ellerini önüne getirip göğsünde bağladı.
"Düşmandan daha merhametliyim kızım, bu ayrıntıyı es geçme."
Gözlerimi irileştirdim.
"Dün ayaklarımın altını keçilere yalattın anne, bunun neresi merhamet?"
Annem, gözlerini kıstı.
"Düşman senin acınla beslenir Asena, unutma. Ama ben senin bir gözyaşınla dünyayı yok ederim."
Çarpıkça gülümsedim.
"Diyısın."
Annemin Rize'ye karşı bir zaafı vardı. Bir anda kollarını göğsünden çözüp belinin kenarlarına koydu.
"Ula gız! Senun aklun fikirun yok mi? Şifreyi söyle de kurtul bu cendereden!" Annemin Rize ağzı iyice ağırlaşmıştı, gözleri fıldık fıldık yanıyordu.
Dişlerimi göstererek gülmeye başladım.
"Yok ana! Kendun bulasın!" diye direniyordum, sandalyede kıvranarak. "Dün ayak altumi keçilere yalattun, daha ne isticen başumdan?"
"O seni güçlendurmak içundi! Ağlamadun ya! Benum gızım olduğuni gösterdun!" diye gürledi annem. "Şimdi de göster!"
"Göstereyim da nasıl göstereyim?" diye sırıttım, gözlerimi devirerek. "Şifreyi verup kolay kaçış mi sunayım? Hele bi düşun! Senun kafanda uydurma bu şifreler!"
Annem, yüzüme doğru yaklaştı. O bildik, tehlikeli ses tonuyla konuştu: "Asena... şifreyi söyle. Babanın yatmadan önce çizdiği Güvercin, sana verdiği şifreyle aynı mı?"
İçimde bir şey kıpırdadı. Yakalamıştı beni. Ama pes etmeye niyetim yoktu.
"Gugucun mu?" diye kasıldım. "Haa, o gugucun! O benum yemek listemdeydu ana! Akşama Gugucun kebabı yapacayıduk da sana sürpriz yapacayıduk!"
Annem, tek kaşını kaldırdı.
"Peki madem biliyrum, neden söyleyeyim?" diye direndim, burnumu dikerek. "Al işte, biliyrum ama söylemeyrum! Ne yapacaksun? Kollarımı sıkaysun şu an! Kollarumi sıksan da söyletemezsun bana!"
Annem, bir an sessiz kaldı. Gülerek bana baktığında bir an için dediğim şeyleri düşündüm. Lan salak kafam, e zaten söyledim ki. O anda, oyun bittiğini anladım. Gerçekler, odanın içine yeniden dolmuştu.
"Güvercin," diye fısıldadım, sesim artık şakacı değil, ciddi ve yorgundu. "Şifre, Güvercin."
Annem, dizlerinin üzerinde yere çöktüğünde ellerimi çözmeye başladı.
"Zaten biliyordum," dedi sesi yumuşak. "Ama senden duymak istedim. Çünkü bazı şeyleri söylemek yetmez, taşımakta önemlidir."
Bileklerimi saran iplerden kurtulduğumda ovalayarak anneme bakmaya devam ettim. Annem, kaşlarının altından bana bakıp burukça gülümsedi.
"Güvercin, yalnızca dilinde bir sözcük değil, kanatlarının altında sakladığın gücün olacak kızım."
O rüyalar bir uyarıydı. Geçmişimden bir iz, bir hayalet, bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Ve ben, onu görmezden gelmiştim. Ta ki bugüne kadar. Dışarıda kopan fırtınayla tıkıldığım hastane odasından çıktığımda anlamıştım. Sır perdesi aralanmış, acı gerçeklerle yüzleşmiştim. Evet, bu beni yıkmıştı. Ama içimdeki duyguları tersine çevirip, uyuttuğum bir savaşçıyı uyandırmıştı.
Yanımda oturan Yonca'ya göz ucuyla baktım. Biraz önceki haykırışlardan ve öncesinde yaşananlardan korkmuştu ama sakindi. Rahat bir şekilde Güneş'i emziriyordu. Derin bir nefes bırakıp yataktan kalktım. Odanın içinde yürüdüm, askerî dizüstü bilgisayarı açtım. Parmaklarım klavyede hızla hareket etmeye başladı. Artık Asena Eyşan Çakır değildim.
Ben, Güvercin Timi'nin komutanıydım. Ve komutanlık, sadece fiziksel güç değil, zihinsel berraklık ve strateji gerektirirdi.
Gözlerim bu beş gün içinde bizimkilerin topladığı bilgilerde gezinirken bir an için bebeklere baktım. Onların masum uyku halleri, savaşmak için verdiğim tüm gücü bana geri verdi. Onlar için savaşacaktık. Onların geleceği için. Evet, Elias Farouq, beni bir anne olarak zayıf noktamdan vurmaya çalışmıştı. Ama o, bir şeyi anlamamıştı: Bir annenin koruma içgüdüsü, onu dünyadaki en tehlikeli savaşçılardan biri yapabilirdi.
Ve ben, o savaşçıydım.
Artık rüyalarımın peşinden gitmeyecektim. Gerçeklerle yüzleşecek ve bu savaşı kendi kurallarımla kazanacaktım. Çünkü bu, sadece benim savaşım değildi. Bu, ailemin savaşıydı. Ve ben, bu ailenin bir neferiydim.
"Peki ya gerçek bir düşman olsaydı?" diye sordu annem, sesi şimdi ciddi ve öğretici bir tondaydı. "O zaman ne yapardın?"
"İlk fırsatta boğazına basacak bir çivi arardım," diye cevapladım, hiç tereddüt etmeden. "Ya da bağların gevşek olduğu bir nokta. Asla pes etmezdim."
Annem, başıyla onayladı, gözlerinde bir gurur parlıyordu. "Aferin. Ama daha fazlasına ihtiyacın var Asena. Çünkü dışarıdaki dünya, bu odadan çok daha acımasız. Ve sen..." Duraksadı, elini omzuma koydu. "En kötülerine hazırlıklı olmalısın."
Bir el omzuma konduğunda, ekran ile düşüncelerimin arasına giren kişiye baktım. Mete, gözlerindeki düşünceli ifadeyle bana bakarken ağırca ekrana bakıp yeniden bana döndü.
"Hastane güvenli değil," dedi, sakince. "Kışlaya geri döneceğiz. Barış, normal odaya alınmış, durumu stabil. Uyanmasını bekleyeceğiz. O da kışlaya sevk edilecek. Askeriye büyük bir güvenlikle ablukaya alındı. Bizde kirpilerle oraya geçeceğiz."
Odaya bir sessizlik çöktü. Yapılanlar yeterli miydi? Güvenli bir şekilde kışlaya geçtik diyelim, Elias'ın bir sonraki hamlesi ne olacaktı? Bunları bilmiyorduk.
Duvara dönmüş bakışlarımı, önüme çöken Mete'ye çevirdim. Ellerini dizlerime hafifçe bastırıp derin bir nefes aldı.
"Selçuk'u kaçırmışlar Eyşan," kaşlarım çatıldı. "Mimba, Alperen ile onun kaza yapmasına sebep olduktan sonra kaçırmış. Alev ve Çilingir, Hayalet Ekibiyle kaçırıldıkları yere gittiklerinde sadece Alperen'i bulmuşlar. Alev, Caner'e döndüklerinde bir zarf vermiş. Sana yazılmış bir mektup varmış."
Gözlerimi kapattım bir an. Nefesimi düzelttim. Annemin öğrettiği gibi: Duygulara kapılma, analiz et.
"Mektup nerede?" diye sordum, sesim şaşırtıcı derecede sakin çıktı. Mete, cebinden katlanmış bir zarf çıkardı. Uzatırken eli hafifçe titriyordu, onun benden önce okuduğunu anlayabilmiştim. "Okumak zorunda değilsin, Eyşan. Onu doğrudan çöpe atabiliriz."
Elimi uzattım ve zarfı aldım. Kâğıdın soğukluğunu hissettim. "Hayır," dedim, sesim artık tamamen komutan tonundaydı. "Okumalıyım. Düşmanımın niyetini, stratejisini anlamak zorundayım."
Zarfı dikkatle açtım. İçindeki mektup, Elias'ın o bildik, iğrenç üslubuyla doluydu. Her kelime, bir zehir gibi akıyordu. Beni suçluyor, tehdit ediyor, zayıf noktalarıma saldırıyordu. Ama en tehlikelisi, Selçuk'u bir piyon olarak kullanıyor olmasıydı. Mektubu okumayı bitirdiğimde, onu katlayıp kenara koydum. Yüzümde hiçbir ifade yoktu.
"Kışlaya geçiş planını hızlandırmalıyız," dedim, Mete'ye bakarak. "Burada kalmak artık bir seçenek değil. Elias'ın bizi burada sıkıştırmasını bekleyemeyiz."
Mete kafasını onaylar bir şekilde salladı. Yonca'ya bir an baktıktan sonra tekrar ona döndüm ve ayağa kalkması için işaret ettim. Elinden tutup odadan çıkardım. Pencere kenarında durduğumuzda, hiç itiraz etmeden bana ayak uydurmuştu.
"Mete," dedim, sesimde tehlikeli bir kararlılıkla. "Elias'a bir mesaj göndermemiz gerekiyor."
Kaşları çatıldı. "Ne mesajı?"
"Onun oyununa geldiğimizi düşünmesini sağlayacağız. Mektubu okudum ve etkilendim gibi yapacağız. Beni hedef aldığını sanıyor, öyleyse hedefi ona doğru çevireceğiz."
Mete dişlerini sıkarak yüzüme eğildi.
"Kelimelerini dikkatli seç, yavrum. Çünkü içimdeki Bozkurt'u zapt etmekte zorlanıyorum. İnan bana, beş gündür pençelerini geçirecek bir yer arıyor."
Ellerimi yüzüne yasladım. Parmaklarım onun çenesindeki gergin kaslarda gezindi. Gözlerinin derinliklerinde kaybolan yıldızları görür gibi oldum.
"Bozkurt'unu serbest bırak," dedim, sesim alçak ve meydan okuyan bir tonda. "Ama benim avım olarak değil, müttefikim olarak."
Mete şaşkınlıkla irkildi. Beklediği sakinleştirici sözler değildi bunlar. Göz bebekleri büyüdü, nefesi kesildi.
"Elias bizi oyununa çağırıyor," diye devam ettim. "Peki ya oyunun kurallarını biz değiştirirsek? Onun mektubu bir zafer ilanı sanıyor. Oysa o, bizim tuzağımıza yem olacak."
Mete'nin bakışlarındaki buzlar çözülüyor, yerini ateşli bir ilgiye bırakıyordu.
"Anlat," dedi, sıktığı dişlerinin arasından.
Avucumu onun göğsüne, kalbinin hızla attığı yere koydum.
"Elias, bir tuzak kuruyorsa, biz de onun tuzağının içinde kendi tuzağımızı kuracağız," dedim ve kulağına doğru yükseldim. Dudaklarımdan dökülen her cümle avcumun altındaki kalbin ne kadar hızlandığını bana gösterdi. Mete, bir anda geri çekildi ve gözleri irileşmiş bir şekilde bana baktı.
İçindeki Bozkurt'un uyarı çığlığını duyar gibiydim.
"Olmayacak, unut bunu."
Avucum hâlâ onun göğsündeydi, kalbinin çılgınca atışlarını hissediyordum.
"Bitmedi bekle," dedim ve yeniden kulağına yükseldim. Mete, kendimi yormamı istemiyormuşçasına eğildiğinde devam ettim. Mete'nin nefesi ensemde durgunlaştı. Tüm bedeni bir anda taş kesilmişti. Sonra yavaşça doğruldu, gözlerime baktı. İçindeki fırtına dinmiş, yerini tehlikeli bir sakinlik almıştı. Avucunu yüzüme dokundurdu, başparmağı dudağımın kenarında gezindi.
O andan sonra ne ben ne de Mete bir şey söyledi. Hemen yanımızdaki pencereden süzülen bulutlar, alacakaranlığın son ışıklarını da yutarak gökyüzünü demir grisi bir zırh gibi kapladı. Cama vuran ilk yağmur damlaları, bir göz yaşı misali akıp gidiyordu.
Ve biz, o fırtınanın tam ortasında Mete ile birbirimize bakıyorduk. Çılgın bir dansın son perdesinde, yıkıntıların ortasında zaferi ilan edecek şekilde bekliyorduk.
-
BÖLÜM SONU
HUUUH!
Yine bir bölümün sonuna gelmiş bulunmaktayız. Bölüm hakkındaki yorumlarınızı merakla bekliyorum. Bizimkiler bir plan yaptılar bakalım, bu plan ne olacak?
O halde;
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle
Sultan Çakır
on dört kasım iki bin yirmi beş
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.29k Okunma |
1.47k Oy |
0 Takip |
88 Bölümlü Kitap |