
Helüü, yine ben. Nasılsınız? Bölüm atmamı beklemiyordunuz değil mi? Bende beklemiyordum valla. Gece uyuyamayınca yazdım. Biraz önce de uyanıp son noktayı koydum ve buraya geldim. Eğer Tiktok hesabın varsa beni, jr.napolita hesabımı takip edip videolarıma destek verebilir misin? Şimdiden teşekkür ediyorum.
O hâlde seni daha fazla bekletmeden bölüme göndereyim.
Keyifli okumalar...
Peçete :)
Bölüm Şarkıları;
Şifa İstemem Balından, Grup Abdal
Sana Çıkıyor Yollar, Derya Uluğ
Belki, Dedublüman & Mavzer Tabancas
Dağlara Küstüm Ali, Cem Adrian
Gönül Dağı, Yasin Keleş
İtirazım Var, Timuçin Esen
İnce Buz Üstünde Yürüyorum, Cem Adrian & Şebnem Ferah
🕊️
XL
Üniformam omuzlarıma her ağırlığıyla çökse de kim olduğumu unutmamam için bir hatırlatma gibiydi. Ama bazen, en çok sahip olduğun şeyin bile elinden kayıp gittiğini fark ettiğinde, kim olduğunu sorgulamaya başlarsın.
Kimlik kaybı, bir askerin en büyük savaşlarından biridir. Çünkü biz, sadece isimlerden ibaret değiliz. Kod adlarımız, rütbelerimiz, unvanlarımız var ama en önemlisi, sadakatimiz var. Sadakat bazen insanın en büyük zindanı olur. Vatanına, timine ve kendine duyduğun sadakat, seni bir parça kopmaz zincire çevirir. Ama ya o zincirin halkaları teker teker koparsa? Ya neye sadakat beslediğinden emin olamazsan?
Ben, Eyşan Çakır. Eskiden Asena Gündüz'düm, Asena Eyşan Boduroğlu'ydum, Eyşan Boduroğlu'ydum. Bir asker kendini unutmaz, unutamaz. Hatıralarını, silahından bile keskin bir bıçak gibi yanında taşır. Ama ben bazen, kendime ait bir yüz olup olmadığımı dahi bilmiyorum. Her çatışmanın ortasında, her sorgunun derinliğinde, her arkadaşımı kaybettiğimde bir parçam daha eksiliyor.
Bir savaşçı, kaybolmaya başladığında en tehlikeli halini alır. Çünkü kaybedecek bir şeyi kalmaz. Ama yine de içimde bir yerlerde, kıvılcım gibi yanan bir şey var. O kıvılcım sönmediği sürece, ben kaybolmayacağım.
Kimliğimi kaybetmiş olabilirim ama ruhum hâlâ burada, bu savaşın tam ortasında. Ve ben, o ruhu bulana kadar savaşmaktan vazgeçmeyeceğim.
Mücadele İtibar Teşkilatı Başkanı
Güvercin
🕊️
28 Nisan 2022 / Hewraman Köyü, İran
Yazar, Ağzından
Şifa İstemem Balından, Grup Abdal
İhanet, bir asker için en ağır kelimeydi. Bir damga gibi alnına kazınır, bir gölge gibi arkasından yürür ve bir zehir gibi damarlarına işlerdi. Ama en acısı, ihanetin bizzat sadakat uğruna işlenmesi gerektiğinde yaşanırdı.
Ahmet Kurtuluş, hain değildi. O, vatanı için unutulmayı göze almış bir adamdı. Adı sokaklarda alçakça fısıldanırken, kahramanlar listesinde yer almayacağını bile bile savaşan bir askerdi. Hakkında haberler yapıldı, yüzü posterlere basıldı. Hain denildi. Kaçak denildi ama kimse gerçeği bilmiyordu. Kimse, ona verilen görevin anlamını bilmiyordu.
Ve şimdi, yıllar sonra, adının önüne konan o lekeli sıfat siliniyor, gerçek gün yüzüne çıkıyordu.
"Şifa istemem balından
Bırak beni bu halımdan
Razıyım açan gülünden
Yeter dikenin batmasın"
Salon sessizdi. Nefesler bile tutulmuştu. Herkes, yıllardır hain olarak bildikleri adamın şimdi karşılarına nasıl çıkacağını merak ediyordu. Ahmet, ağır adımlarla içeri girdi. Onu görenler, onunla ilgili anlatılanları düşündü. Ama hikâyeler ve gerçekler her zaman örtüşmezdi.
"Gece gündüz bu hizmetin
Şefaatin kerametin
Senin olsun hoş sohbetin
Yeter huzurum gitmesin"
Askeri takım elbisesi kusursuzdu. Kravatı dikkatlice bağlanmış, omuzları her zamanki gibi dimdikti. Onu tanımayan biri, karşısında kırılmış bir adam görmeyi beklerdi. Yıllarca suçlanmış, adını ve geçmişini kaybetmiş bir adamın yorgun, çökük bir bedene sahip olması gerekirdi. Gözlerindeki doluluğa rağmen ağlamıyordu. Çenesi sıkıydı, bakışları keskin.
"Taşa değmesin ayağın
Lale sümbül açsın bağın
İstemem metheylediğin
Yeter arkamdan atmasın"
Rütbelerini söktükleri gün bile böyle dik duruyordu. Şimdi herkesin önünde, kendisine geri verilecek onura rağmen bir milim bile eğilmiyordu. Çünkü onur, birilerinin iadesine muhtaç değildi. O, zaten hiçbir zaman kaybolmamıştı.
Başı dik.
Omuzları bir asker gibi kare.
Ellerinde bir titreme bile yoktu.
Yanında Mete duruyordu. Elindeki tepside yıllar önce Ahmet'in omzundan sökülüp alınan rütbeleri ve armaları taşıyordu. Onları tutuşu, yalnızca bir teslim ediş değil, bir vefaydı. Bir özürdü. Bir itiraftı.
Ahmet gözlerini önündeki masaya dikti. O masa, bir zamanlar kararların verildiği, emirlerin alındığı, vatanın geleceğinin çizildiği bir masaydı ama aynı zamanda, yıllar önce onun hain ilan edildiği masaydı. Onun hakkında karar verilmiş, adı karanlığa atılmıştı. Bugün ise o masa, başka bir şeye şahitlik edecekti.
Caffar, titrek bir nefes aldı. Ardından, salona yankılanan o beklenen cümle geldi.
"Milli İstihbarat Teşkilatı'nın alt koluna sahip Suikast Birimi Ekibinden Zafir kod adlı, gerçek ismiyle Ahmet Kurtuluş'un; 2017'de İran ve Akçakale arasındaki görevi sona ermiştir. Görevi, devlet sırrı olarak saklanmış; adı hainlikle lekelenmiş ama gerçekte vatanı için kendi adını feda etmiştir. Bugün, şeref madalyasıyla onurlandırılmaktadır."
"Kolay mı gerçeğe ermek?
Dost bağından güller dermek
Orada kalsın değer vermek
Yeter ucuza satmasın
Yeter ucuza satmasın"
Herkes sustu.
Bazen, gerçekleri anlatmanın yolu uzun cümlelerden değil, sessizlikten geçerdi.
Ahmet, sözleri sindirdi. Yıllarca beklediği ama aslında hiçbir zaman talep etmediği bir şeydi bu. Onur, birilerinin vermesiyle kazanılmazdı ama bazen, insanların gözlerinde yeniden yazılabilirdi.
"Sonu yoktur bu virdimin
Dermanı yoktur derdimin
İstemem ilaç yardımın
Yeter yakamdan tutmasın"
Mete, sessizce elindeki rütbeleri kaldırdı. Onların üzerindeki parlaklık, Ahmet'in yıllarca kaybettiği ama içinde her zaman taşıdığı onurun yansımasıydı.
Ahmet, yavaşça elini uzattı.
Rütbelerini aldı ve onları, herkesin önünde, kendi elleriyle tekrar omzuna taktı. Hain olarak anılan bir adam, aslında hiçbir zaman hain olmamıştı. Ve şimdi, onuru nihayet hak ettiği yerdeydi.
Her şey sona ermişti.
Bazıları için bu, bir dosyanın kapatılmasıdır.
Bazıları için ise, onurun kefareti.
"Nesimiyem vay başıma
Kanlar karıştı yaşıma
Yağın gerekmez aşıma
Yeter zehirin katmasın"
🎖️
28 Nisan 2022 / Şırnak
Ayda Gündüz, Ağzından
Sana Çıkıyor Yollar, Derya Uluğ
Deniz'in yarası iyileşiyordu. Ağır ağır, sabırla ama bu süreç, yalnızca fiziksel bir iyileşmeden ibaret değildi. Günlerdir gözlerimin önünde güçsüz düşen, ağrıyla nefesi kesilen adamı izliyordum. Ona yardım etmekten bir an bile geri durmamış, her ihtiyacında yanında olmuştum.
O uyurken uykusuz geçirdiğim zamanları düşündüm. Her seferinde Deniz'in yüzüne düşen o ince ter katmanını silerken, sırtındaki derin yaranın bıraktığı izlere bakarken içim sıkışıyordu. Ona bir şey olacak korkusuyla attığım adımların ağırlığını hatırlıyordum. Ama şimdi, Deniz'in hareketleri daha rahattı, yürüyüşü daha güvenliydi. Odanın içinde dolaşırken hâlâ biraz yorgundu belki ama eskisi gibi değil.
Gözleri ondan ayıramıyordum. Her hareketini takip ediyordum.
Deniz'in gözleri bir an için benim bakışlarımı yakaladığında hafifçe kısıldı. İçinde, fırtına sonrası durulmuş bir denizin derinliği vardı. Sıcak ama aynı zamanda tehlikeli olabilecek kadar yoğun. Beni içine çeken, kaçamadığım bir girdap gibiydi. Deniz'in gözleri ne zaman gözlerime takılsa, içime bir sıcaklık yayılıyordu.
Deniz gülümsedi. O gülümseme, gözlerinin kenarında beliren hafif çizgilerle daha belirginleşti. Hızlanan kalbimin ritmiyle yanaklarıma ateşin bastığını hissettim. Hızla elimdeki krem kavanozuna baktım. Parmak uçlarıma bir miktar alıp sessizce Deniz'in arkasına geçtim.
Yaraları hâlâ oradaydı.
İlk gördüğümde hissettiği korku içini titretmişti. O kurşunlar onu kaybetmeme sebep olabilirdi. Onu sonsuza dek karanlığa çekebilirdi. Şimdi bu yaralar yalnızca bir izdi ama zihnimdeki yankılarım hâlâ canlıydı.
Parmaklarımı hafifçe Deniz'in çıplak sırtına dokundurduğumda, kasları hafifçe gerildiğini hissettim. Teninin sıcaklığı parmaklarıma işledi. Yavaşça kremi dağıtmaya başladım. Hareketlerim dikkatli, incelikliydi. Her kayışı, acıtmayacak şekilde nazikçe yapıyordum.
"Acıtıyor mu?" diye fısıldadım.
Deniz başını yana eğip hafifçe iç çekti.
"Hayır," dedi, sesi derinden ve yumuşaktı.
Biliyorum canı acımıyordu belki ama içinde bir şeyler ağırdı. Bir savaşın, yedi kurşunun bıraktığı iz yalnızca deriye kazınmazdı. O, insanın ruhuna da işlerdi.
Son dokunuşumu yaparken bir an duraksadım. Ellerim hâlâ sırtında, teniyle arasında ince bir mesafe vardı. Sıcaklığı parmaklarıma, ardından tüm vücuduma yayıldı. İçimde ne olduğunu bilmiyordum, belki bir özlem, belki de bir kabulleniş vardı. Yavaşça ellerimi geri çektim. Küçük adımlarla kremi bırakmadan Deniz'in önüne geçtim.
Deniz'in gözleri, kahverenginin en derin tonlarındaydı. İçinde yanıp sönen bir sıcaklıkta birçok anıya ev sahipliği yaptığını hissedebiliyordum. Yorgun ama güçlü, fırtınalı ama bir o kadar da durgun. Savaş görmüş, kayıplar yaşamış ama hâlâ yaşamaya devam eden bir adamın gözleri...
Keskin çene hattı, sakallarının arasında hafifçe beliren izler, alnında birkaç çizgi, geçmişin bıraktığı gölgeler gibiydi. Burnunun kemerli yapısı ona daha sert bir ifade veriyordu ama ne zaman gülümsese, o sertlik kırılıyor, tamamen başka biri oluyordu.
O an Deniz, onu izlediğimi fark ettiğinde kalbimi durduracak o hareketi yaptı. Önce dudağının bir kenarı kalktı. Sonra yavaş yavaş yayıldı, gözlerine ulaştı. O gülüş, bir zaferin gülüşü değildi ama bir savaşçının savaştan dönerken taktığı, geride kalan her şeye rağmen hâlâ burada olduğunu hatırlatan bir işaretti.
O gülüşe bakarken kalbimin tüm odacıklarında yalnızca o var oldu. Nabzımın daha da coştuğunu hissettim. Deniz'in kahveleri yanağımda dolanırken dudaklarındaki gülüş biraz daha büyüdü. Bir şey söylemek istedim, mesela onu ne kadar çok sevdiğimi ama kelimeleri toparlayacak gibi değildim. Beynim, o an bedenimi harekete geçirdi.
O gülüşü öptüm.
Deniz'in nefesi durdu. Bir an tüm bedeni hareketsiz kaldı. Dudaklarım, gülüşünün tam köşesine dokunmuştu. Hafif, yumuşak ama her şeyi anlatan bir dokunuştu bu. Deniz'in gözleri büyüdü, şaşkınlık içinde başını hafifçe geri çekti. Çekingen bir şekilde gülümsedim.
"Bunu hiç beklemiyordum," dedi Deniz, sesi hafif kısık ve boğuktu.
Gözlerimi kaçırıp sağ ayağımı kıvırdım.
"Ben de beklemiyordum."
Ama bazen en doğru şeyler, en beklenmedik anlarda olurdu, değil mi? Gülüşünden öpmek istemiştim. Çünkü o gülüş, bana Deniz'i hayatta tutan şey gibi geliyordu. Yanaklarıma depolanan kan yüzünden başımı hafifçe eğmek zorunda kalmıştım ama giderek bir domatese döndüğümü hissedebiliyordum. Deniz'in kahkahasını işittiğimde gözlerimi kapattım.
"Ya gülmesene!" diye çemkirdiğimde ellerini belimde hissettim. Beni kendine doğru çekmesine izin verdiğimde yanağımı göğsüne yasladım. Göğsünü döven kalp atışlarının hızı, benim kalbimin hızıyla yarışırdı. Saçlarıma öpücük bıraktığını hissettiğimde derin bir iç çektim.
Daha önce hiç bu kadar sevildiğimi hissetmemiştim.
Başımı hafifçe kaldırıp çenemi göğsüne yasladım ve alttan ona baktım. Yüzünü bana doğru eğdiğinde gözlerinin kısıldığını fark ettim. Dudaklarındaki gülümseme büyümüştü. Demek ki gülerken gözleri kısılıyordu.
Alayla "Beni görebiliyor musun?" diye sorduğumda daha büyük bir kahkaha patlattı.
Ama öyle bir hoş ki...
Onun gülmesine bende güldüğümde yüzünü hızla eğdi ve bu sefer o benim gülüşümden öptü. Gülüşümün üzerindeki dudakları öylece kaldığında bayılacağımı hissettim. Açık kalan gözlerimiz sanki tüm sıcaklığı dağıtırken göz bebeklerinde kendimi gördüm. Ne yapacağımı bilemedim. Daha önce hiç öpüşmemiştim. Bu benim için ilkti.
Alt dudağına küçük bir öpücük kondurduğumda gözlerini kapatıp derin bir nefes çekti. Yanlış bir şey yaptığımı düşündüğüm sırada belimdeki bir eli saçlarıma yükseldi. Heyecandan başımın döndüğünü hissettiğimde ellerimi kaslı gövdesine yasladım. O an, birbirimize kaybolmuş gibiydik, sanki hiçbir şeyin önemi yoktu. Sadece o an vardı.
Deniz, saçlarımı okşarken, üst dudağıma doğru eğildi. Her hareketi, derin bir anlam taşıyordu. Bir öpücük, ince ve nazikti. Ne hızlı ne de yavaş; sadece doğru zamanda, doğru yerde. O öpücük, bir tür güvenin işareti gibiydi.
"Birçok ana tanıklık ettim ama hiçbirinde kalbim bu kadar hızlı çarpmadı." dedi ve dudaklarımın üzerinde titrek bir nefes bıraktı. "Bu denli atmasının sebebi yalnızca sensin Ayda."
Gözlerini açtığında sözcüklerinin derinliği içimi sarhoş etmiş gibi hissettirdi. Deniz'in gözlerindeki bakış, bana kendimi bir şekilde daha yakın, daha özel hissettirdi. Dudaklarımın üzerindeki dudağına rağmen kocaman bir gülümseme ile kıkırdadım. Deniz'de gözleri kısılırcasına gülümsediğinde alt dudağını hafifçe dişlerinin arasına alıp bıraktı.
"İyice kızarmadan bence aşağıya inelim."
Kafamı belli belirsiz salladığımda gülüşümü hafifçe küçülttüm ve gülüşünden yeniden öptüm. Deniz, dudaklarını kızaran yanaklarıma bastırıp yeniden iç çektiğinde en son durağı alnım olmuştu.
🌒
29 Nisan 2022 / Şırnak
Mete Mert Çakır, Ağzından
Tene işlenmiş yaradan daha çok, ruhta açılmış yara acıtırdı insanın canını. Bu zamana kadar aldığım bütün yaraları ezbere bilirdim. Göğsümün üzerine yediğim dört tane kurşunun nerede olduklarını daha dün gibi hatırlıyordum. Bel boşluğumun sağ tarafındaki bıçak izinin derinliği, sanki şu an olmuş gibi sızlardı arada. Sol omzumdaki kurşun sıyırması, gönlüme işlenmiş o acının ağrısıyla eşitti, bir tek onu severek okşardım.
O iz, beni Eyşan'a yakınlaştıran yaraydı mesela.
Küsken öptüğüm o sahneydi.
Unutmak mümkün müydü? Hiç sanmam.
Peki, ruhta açılmış yaralar?
Onlar birer hatıra gibidir, sadece yaşadıkça derinleşirler. Dışarıdan bakıldığında bir şey yokmuş gibi gözükebilir ama içeride, her an uyanıp seni içine çekebilecek kadar güçlüdürler. Bu yaralar, hatırlaman gereken şeylerle birlikte gelir: Kayıplar, kırıklıklar, sevdalar...
Ve bu yaraların iyileşmesi de öyle kolay değildir. Bazen bir kelime, bir bakış ya da bir öpücükle yok olmazlar. Tam tersine, bazen daha da belirginleşirler, iyileşmeye değil, daha çok hatırlamaya başlarsınız. Yine de bazen bir başka insanın varlığı o yarayı sarar, belki tam olarak iyileştirmez ama bir nebze hafifletir. İşte o zaman, ne kadar ağır olursa olsun, yaraların içinde bir şifa ışığı doğar.
Ahmet'e geç kaldığım rütbeleri sonunda verebilmiştim. Zamanla, o anın ne kadar önemli olduğunu ne kadar çok beklediğini fark ettim. Geç kalmıştım, evet ama belki de bazen en doğru şeyleri yapmak için zamanı beklemek gerekirdi.
Ahmet'in gözlerindeki o karışık bakışı, gururla karışan bir yorgunlukla gördüğümde, bir anlığına kendimi onun yerine koydum. Rütbeler, bir simgeydi sadece ama o simgeler arkasında bir hayat vardı. O anı yaşayabilmek için ne kadar çok şeyin fedaya edildiğini düşündüm. Zorluklarla savaşarak ve bazen yavaşça, acı çekerek bu noktaya gelmişti. Bu rütbeleri almayı hak etmişti.
Şimdi artık Güvercin Timinin bir askeri olarak tam karşımda oturuyordu. Üzerindeki kamuflajın içindeki görüntüsü beni istemsizce 2017'ye götürüyordu. Çilingir'in üzerindeki kamuflajda aynı hissi veriyordu. Barış, Alev, Lara, Osman, Kubilay, Alperen ve Selçuk ile hep birlikte karımı bekliyorduk. Koordinasyon merkezinde ilk defa Selçuk harici herkes kamuflajıyla yeniden bir masanın etrafında buluşmuştu.
"Caner nerede?"
Barış ve Selçuk'un aynı anda ağızlarından çıkan cümleye tek kaşımı kaldırıp Lara'ya baktım. Hatırladığım kadarıyla evvelsi gün konuştuğumuz dükkâna gidecekti. Ben Eyşan'ı oraya götürmek istemiyordum. Onu üzecek herhangi bir konuşmada ağırlığımı koyabilirdim. İki tadımlık ağzımın keyfini bozmak istemiyordum.
"Dün işim var ama merak etme çabuk döneceğim dedi, gitti." Lara'nın açıklamasıyla hafifçe gülümseyip bakışlarımı kaçırdım. Caner'in hâlâ kör kütük âşık olup da bir kadına yüzük alabileceği düşüncesini aklıma yediremiyordum.
Korkup kaçtı mı lan acaba?
Saçmalama iç ses.
Koordinasyon merkezinin kapısı açıldığında bakışlarımı hızla kapıya çevirdim. Eyşan, üzerindeki beyaz gömlek ve siyah pantolonuyla adeta gözlerimi şenlendirmişti. Saçları neyse ki omuzlarından biraz daha uzamıştı. Salık bıraktığı saçlarının kokusu bir anlığına burnuma ulaştığında gözlerimi kırpıştırdım.
Yüzündeki küçük tebessüm ile bize yaklaşıp masanın önünde durdu. Bakışlarını hepimizde gezdirdiğinde tebessümü büyüdü. Onunla ne kadar gurur duysam azdı. Bunu kelimelerle bile ona ifade edemeyeceğimi düşündükçe, çıldırma isteğimi bir süreliğine kenara kaldırdım.
"Evet, yeniden hep birlikteyiz. Askeriye içerisinde kimse bana kendi ismimle seslenmeyecek, bilginiz olsun. Güvercin'im," ellerini masaya yaslayıp çenesini dikleştirdi, "Sivil hayatımda ise Eyşan Çakır'ım. Koordinasyon merkezinin sorumluluğu bana ve yardımcılarım Caner Cenk Çakır ve Selçuk Ege Turalı'ya aittir." dedi ama bir an için kaşları çatıldı.
"Caner nerede?" diye sordu.
"Dün işim var ama merak etme çabuk döneceğim dedi, gitti."
Lara, bize yaptığı açıklamanın aynısını ona da yaptığında Eyşan, Lara'ya bakarak ağırca salladı. Lara'ya bakan gözlerini kaçırdığında aklından bir an için neyin geçebildiğini fark etmiştim. Kartal'ı aramaya başlamamız gerekti ama nerede olduğu hakkında en ufak bir bilgimiz yoktu.
En son bizim dahil olacağımız ama Deniz'in vurulmasıyla farklı bir time verilen 'Mezopotamya Ateşi' görevinde yer alıyordu. En son görüldüğü yer Mardin Dağı'ydı ama ondan sonrası kesikti.
Eyşan, kaşlarını hafifçe havaya doğru kaldırdı ve çenesini yeniden dikleştirdi.
"Her neyse o geldiğinde kısa bir özet geçeriz. Biliyorsunuz ki Güvercin Timinin komutanı değilim ama operasyon emirlerini benden alacaksınız. Timin komuta yetkilerinin her birini Mete yüzbaşıya devrediyorum. Değişen bir şey yok zaten o bu timin 2. Komutanıydı."
Burukça gülümsediğimde bakışları gözlerimde dolandı.
"Timime iyi davran yoksa kulaklarından tavana astırırım."
Yapar mı yapar. Adam ol Bozkurt.
İç sesime okkalı bir tekme savurup susturduğumda gözlerimi sahte bir korkuyla büyüttüm.
"Peki."
Çilingir'in ve Ahmet'in kıkırdadığını işittiğimde kaşlarımı çatıp onlara baktım.
"Gülmeyin lan." dedim ama ardından kendimi tutamayıp bıyık altından gülümsedim ve Eyşan'a baktım. İçli bir nefes çekip yutkundum. Karımın asaleti beni her zerresiyle müptelası, emir eri yapıyordu. Onun komutası altında olmam bana hayatımdaki en büyük rütbeydi.
Hanımcılık kazanacak.
🐾
29 Nisan 2022 / Sırra Kadem
Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından
Oda, karanlık ve soğuktu; havası nemli, boğucu bir sessizlikle doluydu. Duvarlardan yansıyan zayıf ışık, odanın her köşesinde hareket etmeyen gölgeler oluşturuyor, bu karanlık, sanki bir zamanlar buranın hapishane olma görevini yerine getirmiş gibi, bir tür yıkımın izlerini taşıyordu. Zemin, çürümüş tahta plakalarla kaplanmıştı ve her adım, yerin altında duyulabilen bir ses çıkarıyordu; bu ses, bir zamanlar tüm odanın yankı yapacak kadar geniş bir alana sahip olduğunun hatırlatıcısıydı. Odanın bir köşesinde, eski bir sandalye vardı, metal ayakları, bir zamanlar insan yükü taşımış gibi bükülmüştü.
Sandalyeye bağlı Kartal, derin bir sessizliğe gömülmüş, yalnızca vücudundaki yaralarla, acısıyla ve gözlerinde kaybolan umutla var oluyordu. Yüzü, zorla öne eğilmiş, boynu, acı içinde bükülmüş haldeydi. Vücudu, geçmişteki her darbeyi, her işkenceyi bir hatıra gibi taşıyor gibiydi. Omuzlarında, kararmış, eski yaralar vardı; elleri, metal zincirlerle bağlanmıştı, sanki vücudunun her parçası, yaşadığı kabusların izini taşıyordu. Kan izleri, kirli, solmuş bir kırmızıya dönüşmüştü; ancak acı, hâlâ canlıydı. Kartal, bir an olsun bile bu acıyı unutmadı, her bir yara ona bir hikâye anlatıyordu.
Yavaşça ilerleyen adım sesleri, Kartal'ın kafasında yankılanmaya başlamıştı. Bir süre önce gördüğü ve duyduğu her şeyin bir kabusa dönüştüğü bu odada, ne kadar zaman geçtiğini anlamak neredeyse imkansızdı. O an, iki adamın girdiği, karanlığa bürünmüş silüetleri dikkatini çekti.
Adımlar yaklaştıkça, ruhunda bir korku belirmeye başlamıştı. İçeri giren adamlar Caner'i getirmişti ama o, hâlâ ne kadar baygın olduğundan habersizdi. Çuval, tamamen kararmış bir dünyayı saklıyordu, Caner'in ne halde olduğunu, gözlerinin açık mı kapalı mı olduğunu görmek imkansızdı. Kartal, neler olup bittiğini anlamaya çalışırken, bir yandan da bileklerinden bağlı olduğu zincirlerin daha da sıkılaşmasını hissediyordu.
Adamlar Caner'i yalnızca altındaki pantolonuyla kalacak şekilde soyup zincire bağlamaya başladılar. Birinin güçlü elleri, Caner'in direncini kırarak vücudunu havadaki metal zincirlere yerleştirdi. Caner'in bedeni, bir kukla gibi sallanıyordu, elleri ve ayakları neredeyse kontrolsüz şekilde hareket ediyordu. Hızla, sert bir şekilde çuvalı kafasından çıkarttılar. Caner'in yüzü, solmuş, solgun, gözleri kapalıydı.
Kartal, gözleri genişleyerek ona bakmaya başladı. Bütün vücudu, bir anda keskin bir acı içinde titredi. Caner, baygın, savunmasız bir haldeydi. Adamlar hızla çıkarken, Kartal sadece boş bakışlarla Caner'i izledi. Baygın vücudu, bir zamanlar tanıdığı o sağlam, dirençli adamdan çok uzak bir hale gelmişti.
Kartal, kurumuş ve çatlamış dudaklarını güçlükle araladı ama hiçbir şey diyemedi. Yutkunmakta güçlü çekse de derin bir nefes alıp titrekçe bıraktı.
"Caner." diye fısıldamayı başardı ama Caner, onu duyamazdı. Dışarıya çıkan adamlardan biri yüzündeki peçesiyle yeniden odaya döndü fakat bu sefer elinde bir su kovası vardı. Caner'in önünde durup kovadaki suyu sertçe Caner'in yüzüne serpti.
"Iṣḥa, yā zalameh!" (Uyan lan!)
Caner, bir an irkilerek gözlerini açtığında bir an ellerindeki zincirler gürültüyle sallandı. Bilekleri kesilmeye başladı. Çenesi gerildiğinde bakışları karşısındaki adamda kilitlendi.
"Wīn jābtūnī? Ayy mākān hāda!" (Nereye getirdiniz beni? Neresi burası!) diye bağırdığında karşısındaki adam kahkaha atarak kafasını iki yana salladı. Caner'in boynundaki ve alnındaki damarlar genişleyip belli olduğunda adam, karşısından ayrıldı. Caner, o an Kartal'ı gördü. Kaslarının gerginliği bir anda sönerken kaşları çatıldı.
"Kartal? Senin ne işin var burada? Ne zamandan beri buradasın?" diye sordu. Caner, Kartal'ın gözlerinin içine baktığında hızla kaçırdı. Bir an için aklına Lara geldi ve o an aslında Eyşan'ı da anlamış oldu. Mete'nin öldüğünü sandığı anlarda gözlerinin içine bakmaya korkuyordu. Caner, bununla çok kötü bir şekilde yüzleşmişti. Yeniden Kartal'ın yalnızca yüzüne odaklanarak ona bakmaya devam etti.
"10 Nisan'dan beri buradayım." dedi Kartal güçlükle. Caner, kaşlarını kaldırdı.
"Dün ayın 28'iydi. On sekiz gün olmuş."
Kartal, belli belirsiz kafasını salladığında Caner, kaşlarını çatıp gövdesine baktı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldığında dişlerini sıktı ve Kartal'a baktı.
"Seni Selçuk'a arattırmayı düşünmüştüm."
Kartal'ın bakışları Caner'in gözlerinde takılı kaldı.
"Kaçırıldığımı biliyorlar. Görüntülü olarak aradılar şerefsizler. Omuzlarımdaki yaralar onlar ile konuşurken yapıldı."
Caner, bir an için yutkunamadı. Gözlerini yeniden kapatıp titrek bir nefes aldı. Kartal, ümitle Caner'e baktı.
Kartal, "Sence kurtarabilirler mi?" diye sorguladığında Caner, gözlerini açıp ona baktı.
"Kurtarırlar ama yerimizi öğrenebilirlerse." dedi ve bakışlarını odada gezdirdi. Pencereyi bırak, havalandırma bile yoktu ama Caner, yine de umutlu bakan bakışını kaybetmedi ve Kartal'a baktı.
"Kıyafetlerimizi sence nereye götürmüşlerdir?"
Kartal'ın günler sonra ilk defa dudakları büküldü, acılı bir tebessümün varlığı işlendi.
"Gerçekten mi? Böyle bir durumda kıyafetlerini mi düşünüyorsun?"
Caner, gülümsedi.
"Kız kardeşine evlenme teklifi edeceğim, yüzük ceketimin cebinde kaldı."
Kartal, bu sefer gövdesini sıkan zincire rağmen derin bir nefes çekti. "O iyi mi?"
Caner, gözlerini hafifçe kısarak kafasını salladı. "Gözüm gibi baktım ona, aklın kalmasın." dedi ve alaycı bir şekilde gülümsedi. Kartal, gözlerini kısıp Caner'i süzdü.
"Emanete hıyanet?"
Caner, gözlerini kaçırdı. Kartal, kafasını iki yana sallayıp kafasını geriye attı.
"Mutlu olsun da gerisi önemli değil, istihbaratçı."
Caner, bu sefer gözleri zemindeyken kafasını iki yana salladı.
"Şu iki kelime yüzünden yemin ederim başıma gelmeyen kalmadı. Bir istihbaratçı bir üsteğmen. Hayatımın amına koydu, anasını satayım." dedi ve bileğindeki zincirleri çekiştirdi. Avuç içlerini zincire yaslayıp sıkıca ellerine dolayıp zıpladı ama bu yalnızca ellerini acıttığıyla kalmıştı. Dişlerini sıkarak hızla ayaklarını yere bastı.
"Bu ne sikko bir zincir amına koyayım, eskiden çat diye kırılırdı."
Kartal, kafasını iki yana sallayarak umutsuzca Caner'e baktı.
"İlk geldiğim gün bende denedim ama olmuyor, yalnızca canını acıtırsın boş ver."
Caner, sıkıntılı bir şekilde oflayıp kafasını iki yana salladı ve havadaki sol koluna doğru kafasını yasladı. "Yeniden say bakalım Zirve, hiçlikte birinci gün. Şafak ise muamma." diye söylendi.
🪶
30 Nisan 2022 / Şırnak
Eyşan Çakır, Ağzından
Ellerim masaya yaslı bir şekilde önümdeki haritaları inceliyor ve 'Mezopotamya Alevi' görevinin ayrıntılarını okuyordum. Kartal'ın, bu görevlerde tam olarak hangi alanlarda belirmiş ve ne yaptığını ayrıntılı olarak zihnime kazımıştım ama nerede olduğunun bir işaretini bulamamıştım.
Bakışlarımı bir anlığına Selçuk'a çevirdiğimde onun da elindeki tableti incelediğini fark ettim. Ahmet ve Çilingir'e odaklandığımda ellerindeki dosyaları sarı kalemlerle çiziyorlar ve bizim gözden kaçırdığımız bir şeyin olup olmadığını kontrol ediyorlardı. En sonunda Mete'ye baktığımda dudaklarındaki küçük bir tebessümle bana bakıyordu.
Onun bu durumu benimde dudaklarımda bir tebessümün varlığını ilan etmişti. Evet, kimliğim artık Eyşan'dı ama içimdeki o anıları iyisiyle veya kötüsüyle unutamayacağımın bilincindeydi. Ona devrettiğim timin yükünün altından kalkacağından emin kadar emindim ki zaten ben yokken iki sene boyunca çok iyi idare edebilmişti.
Solda, bilgisayarın karşısında oturan Mücahit'in bana seslendiğini duyduğumda ellerimi masanın üzerinden çekip yanına doğru yürüdüm. Ellerimi ceplerime sokup yanında durduğumda elleri klavyenin üzerinde kaldı ama çenesiyle ekranı gösterdi.
"Bir canlı yayın dosyası geldi Güvercin." dedi ve kaşları çatık bir şekilde bana baktı.
"Kartal ile ilgili olabilir."
Kaşlarımı çatıp çenemi dikleştirdim. Yüzümü sağa doğru çevirip omzumun üzerinden Selçuk'a baktım.
"Selçuk, kapıyı kilitle bir dosya gelmiş, kimse girmesin içeriye." deyip yeniden Mücahit'e baktım.
"Dosyanın içeriğini ön taramaya alıp Truva'yı aktifleştir. Eğer virüslü değilse içeriği ana ekrana yansıt."
Geri adımlarla masanın yanına yaklaştım, kollarımı göğsümde bağlayarak kendimi daha sağlam bir duruşa oturttum. Mete'nin solumda durduğunu hissettiğimde farkında olmadan derin bir nefes aldım. Bu adamın parfümü neden her seferinde başımı döndürüyordu? Hoş, rahatsız değildim hatta fazlasıyla hoşuma gidiyordu.
Mücahit'in sesi ortamın sessizliğini böldü.
"İçerik temiz, ekrana yansıtıyorum."
Karşımızdaki ekranda Mücahit'in bilgisayar görüntüsü belirdi. Fare imleci, üzerinde küçük bir kayıt simgesi bulunan dosyaya doğru ilerledi ve durdu. O an içimde beliren huzursuzluk, bedenimde bir gölge gibi gezindi. İçimden "Lütfen kötü bir şey olmasın," diye geçirdiğimi fark ettiğimde, çoktan ekrandaki görüntü açılmıştı.
Kameranın titrek kaydında, beton bir odanın ortasında diz çökmüş iki adam vardı. Caner'in sol gözünün altı morarmış, dudağının kenarında ince bir kesik belirmişti. Kartal'sa daha kötü bir halde duruyordu. Çevreleri sessizdi. Caner'in göğsü hızla inip kalkıyordu ama konuşmuyordu. Kartal gözlerini kısıp doğrudan kameraya bakıyordu.
Nefesimi tuttuğumu fark ettiğimde dudaklarım hafifçe aralandı. O an, yanımdaki varlığın kaybolduğunu hissettim. Mete, bir adım geri çekilmişti. Göz ucuyla ona baktım; çenesi sıkılmış, gözleri öfkeyle ekrana kilitlenmişti. Göğsü hızla inip kalkıyordu ama ağzından tek kelime çıkmıyordu.
Sessizliği Çilingir'in sesi bozdu.
"Oğlum bu ne?"
Mete'nin sesi hemen ardından patladı.
"Lan!"
Kollarımı göğsümden çözüp hızla Mücahit'e döndüm. O da donakalmıştı. Parmakları klavyenin üzerinde havada asılı kaldı, ekrana kilitlenmişti. Sonra, gözlerindeki gölgeyi hızla saklamaya çalışarak ekrana tekrar baktı.
Sert bir sesle konuştum.
"Mücahit, ne yapman gerektiğini biliyorsun."
Tekrar ekrana döndüm, dişlerimi sıktım. İçimde fokurdayan öfkeyi bastırmaya çalışarak gözlerimi kıstım. Caner'in ve Kartal'ın bakışları aynı anda kameranın arkasındaki bir noktaya kaydı. İkisi de belli belirsiz gerildi ama ses çıkarmadılar.
Kameranın önünde bir el belirdi. Siyah eldivenle kaplıydı. Soğuk, mekanik bir kesinlikle hareket etti. Ardından, parmakları arasında ince bir bıçak döndü. Metalin ışığı yansıtışı, içimdeki tedirginliği bıçak gibi keskinleştirdi. Bıçak kameranın önünden çekildiğinde önce bir pantolonlu bir beden göründü ve dizlerini kırıp kameranın önüne çöktü.
"Evveliyatını siktiğimin orospu çocuğu!"
Selçuk'un sinirli ama bir o kadar da kendinden emin sesi kulaklarımda yankılandı. Dudaklarım sıkıca birbirine bastı. Midemde bir düğüm vardı ama bakışlarımı ekrandan çekmedim.
Elias Farouq, gülümsedi. Soğuk, ürkütücü bir gülümsemeydi bu. Gözleri doğrudan kameraya kilitlendi. Kâbusumdaki gördüğüm ifade ile bakıyordu, sanki her an 'Sobe.' diyecekmiş gibi.
"Merhaba, Güvercin." dedi sakin ama buz gibi bir sesle. "Sürprizimi beğendin mi?"
Tam o an, solumda bir hareket hissettim. Mete'nin nefesi hızlandı. Derin, öfkeli bir hırıltı duydum.
"Ben sana öyle bir sürpriz yapacağım ki," diye başladı, sesi hırs ve nefretle titriyordu. "hediyem nerede diye götüne bakacaksın ama götün yerinde olmayacak."
Dişlerinin arasından kelimeleri sıkarak devam etti.
"Orul orul sikeceğim seni! Şerefim üzerine yeminim olsun, SİKECEĞİM SENİ!"
Odanın içindeki hava bir anda ağırlaştı. Ellerim farkında olmadan yumruğa dönüşmüştü. Elias Farouq, çöktüğü yerden kalktığında sol elindeki sigarasından bir duman çekti ve bir adım gerileyip kameraya üfledi.
"Öfkene hayranım, Mete yüzbaşı." dedi Elias, sesi ürkütücü bir sakinlikle doluydu. "ama ne yazık ki öfke, mesafeleri kapatmaz."
Bunu söyledikten sonra sigarasını atıp Caner'in saçlarından tutarak başını geriye çekti. Bıçak tutan elini yavaşça kaldırdı. Bıçağın Caner'in omzuna dokundurdu, hafif bir baskı uyguladı. Sonra, ansızın Caner'in omzuna sapladı. Caner'in bedeni bir an için kasıldı ama dişlerini sıkarak tek bir çığlık bile atmadı. Gözlerim ekrana kilitlenmişti. Göğsümde yanan öfke, dizlerime kadar indi.
"Ne kadar dayanıklısın, görmek istiyorum." Elias bıçağı hafifçe kıpırdattı, omuz kaslarının yırtıldığını hissettirmek ister gibi. "Sence, kaç darbeye kadar sesini çıkarmazsın?"
Kartal bağlı olduğu halde ileri atılmaya çalıştı. "ŞEREFSİZ! ONU BIRAK!"
Elias başını ona çevirdi, gözleri kısıldı. Sonra yavaşça doğruldu, bıçağı Caner'in omzundan çekti. Kırmızı, parlak kanın siyah eldivenine bulaşmasını keyifle izledi ve hiçbir şey söylemeden bıçağı, bu sefer Kartal'ın uyluğuna sapladı.
Kartal dişlerini sıktı, nefesi hırıltılıydı.
"Bence biraz eğlenelim." dedi Elias. "Hanginiz daha önce bağırır, bir tahmin yürütelim mi?"
Ekranın önünde damarlarımda dolaşan öfke, içimde alev alev büyüdü. Bir adım geri çekildim, boğazımdaki düğümü çözmeye çalışırken, Mete'nin yanımda öne doğru bir adım attığını fark ettim.
"Ulan piç!" diye tısladı Mete. "Sana yemin ediyorum, seni canlı yakalayacağım. O ellerini kendi boğazına saracağım."
Elias başını yana eğdi, gözleri eğlenmiş gibi parlıyordu.
"Öyle mi?" dedi. "O zaman, bunu hızlandıralım."
Elias Farouq, Caner'in yüzünü kendine çevirirken başını hafifçe yana eğdi. Sonra gözlerini doğrudan kameraya dikti.
"Beni duyuyor musun, Güvercin?"
Sesinde garip bir sakinlik vardı. O kadar sakindi ki tüylerim diken diken oldu.
"Bak, işin gerçeği şu: Ben pazarlık yapmayı severim." Çenesini hafifçe yukarı kaldırdı, Caner'in yüzüne dikkatlice baktı. "İkizlerini bana ver. Karşılığında da şu iki adamı ikizlerine bağışlayayım."
Ekranın karşısında kan beynime sıçradı.
"Çenenin yayını sikerim lan senin!" diye hırladı Mete, yumruğunu masaya geçirdiği gibi ekrandaki görüntü bir anlığına sarsıldı.
Elias, ekranın titremesine aldırış etmedi. Gözleri hâlâ kameraya kilitliydi.
"Ne kadar düşünceliyim, değil mi?" Alaycı bir şekilde sırıttı. "Ne de olsa herkes bir şeyler karşılığında yaşar. Senin için de bu adamların hayatı, senin olanlarla değiş tokuş edilmeye değer mi, Eyşan?"
Mete yerinde patlamak üzereydi. Ellerini başının arkasına götürdü, parmaklarını saçlarına geçirdi ve sonra aniden öne doğru eğildi. "Lan senin ço-" Bir an sustu, dişlerini sıktı, gözleri ekrandaki adama öyle bir kilitlendi ki sanki onu olduğu yerden çıkarıp boğacakmış gibi bakıyordu.
"Bak bana piç kurusu!" Eliyle masaya öyle bir vurdu ki vurduğu yerde derin bir çatlak oluştu. "Sana bir şey söyleyeyim mi? Sikerim senin pazarlığını da anlaşmanı da bu dünyadaki varlığını da! Eyşan'ı mı istiyorsun? Beni çocuklarımla mı tehdit edip duracaksın? Onlarla uğraşma, gel yiyorsa beni al! Beni niye almıyorsun orospu çocuğu!"
Mete'nin sesi odada yankılandı. Çilingir olduğu yerde donup kalmıştı. Selçuk'un bile nefesi kesilmişti. Ama Elias yalnızca gülümsedi.
"Öfkelisin." dedi, başını eğip hafifçe güldü. "Öfke insanı kör eder, Mete Mert Çakır."
Caner'in çenesini bıraktı. Elleri cebine gitti ve umursamaz bir şekilde omuz silkti.
"Ben teklifimi yaptım." dedi. "Şimdi karar verme sırası sizde."
Ekran bir anda karardı.
Mete geriye çekildi. Yumrukları o kadar sıkıydı ki, parmakları beyaza kesmişti. Göğsü hızla inip kalkıyordu.
"Yok." Mete, kafasını iki yana salladı. "Andım olsun onun leşini, Eyşan'ın ayaklarının altına sereceğim!" dedi, sesi titriyordu. "Bu iş buraya kadar. Orospu çocuğunun ciğerini ellerimle sökeceğim!" diye sakince fısıldadı ama ardından "AH!" diye bağırarak ellerini sertçe masaya vurmaya başladı. Çilingir, hızla Mete'nin belinden sarıldı ve köşeye doğru çekti.
"Kendine gel Mete, nerede olduklarını bile bilmiyoruz!"
Çilingir'in cümlesi beni kendime getirdi. Hızla Mücahit'in yanına yürüdüm.
"Buldun mu?"
Mücahit'in parmakları klavyede gezindi.
"Doğruluğundan emin olabilmem için ekip göndermem gerek."
Hızla kafamı sallayıp yapmasını belirttiğimde ellerimi belime koyup bakışlarımı Mete'ye çevirdim. Çilingir, hâlâ onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Büyük üç adım atarak yanlarında durduğumda Çilingir, kollarını Mete'den çekti. Mete'nin beline sarılıp göğsüne alnımı yasladım.
"Sakin ol Mete, lütfen şimdi öfkenin hiç sırası değil."
Mete, sarılmadan öylece kaldığında yükselip alçalan göğsü alnımı yükseltip alçaltıyordu. Alnımı göğsünden çekip ellerimi yanaklarına götürdüm ve bana bakmaya zorladım. Mavilerinin içini saran Bozkurt'un öfkesinden sıyrılıp beni görmesini diledim. Göz bebekleri büyüdüğünde kaşlarımı kaldırdım.
"Güvercin Timini topla. Lara'nın artık bunu öğrenmesi gerek."
Mete, gözlerini kapayıp çenesini kastı. Derin bir nefes aldı, sesinde karanlık bir tonla, mırıldanarak cevap verdi.
"Lanet olsun ya, lanet olsun."
Büyük bir adımla geriye çekildi, yanaklarımdan ellerim aşağıya düştü. Postallarını parke zeminde öfkeyle vururken, sesin şiddeti bir an için odanın duvarlarında yankılandı. Kapıya ulaştığında, kilidi kırarcasına açıp kapatıp odadan ayrıldı. Kapının çarpan sesi odada yankı yaparken, derin bir sessizlik yerleşti.
Çilingir bir adım öne gelerek, gözlerimdeki kararlılığı gördü. Derin bir nefes alıp gözlerimi kıstım.
"Çilingir, Ümit'i buraya çağır. Sakinleştirici getirmeyi unutmasın."
Çilingir, gözlerini kapatıp kafasını salladı ve tek kelime etmeden odadan çıktı. İçimde, her an patlayacak bir gerginlik kaldı. Bu savaş henüz bitmemişti.
🕊️
30 Nisan 2022 / Şırnak
Lara Akman, Ağzından
Belki, Dedublüman & Mavzer Tabancas
Bir insanın kaderi lanetli olabilir mi?
Bu soruyu kendime defalarca sordum. Her şeyin bir nedeni olmalı diye düşündüm; ama bir insanın doğuştan beri talihsizliklere, acılara mahkûm olması ne kadar adil olurdu ki? Bazen hayat, bize fırsatlar sunuyor gibi görünür ama her adımda daha da derine batıyoruz. Her kurtuluş umudu, bir hüsrana dönüşüyor. Her yol, başka bir çıkmaz sokağa çıkar gibi...
Bana hep "Kendi kaderini kendin yazarsın." dediler ama ya bu yazılmış bir kaderse? Ya bu kader, üstümüze bir ölü toprağı gibi serpilmişse? İçinde sıkıştığın bir döngüye hapsolmuşken, hiçbir şeyin kontrolün altında olmadığı hissini ne yaparsın?
Bir insan, kaderiyle barışabilir mi? Yoksa her bir başarısızlık, yanlış karar ve kaybedilen şey, "lanetli" olduğunun bir kanıtı mı?
Bu soruların cevaplarını bulamamıştım ama bir şey kesindi: Benim de bir kaderim vardı ve o kader, beni hiçbir zaman bırakmayacaktı.
İki elimin arasında, işaret ve baş parmaklarına sıkışmış kaderim, tüm acı gerçekliğiyle bana bakıyordu. Yalnızdım, kendi yatakhanemdeydim ve ellerimde bir test tutuyordum. İnce çubuğun üzerindeki çift çizgi bir anlığına doğum kontrol ilacımla bakışmama neden olmuştu. Bir kere, yalnızca bir gün içmemiştim. O bir günün neye mâl olduğunu ellerimde tutuyordum.
Benim için bir problem yoktu ama Caner, o ne düşünürdü?
Beni seviyordu evet, biliyordum ama ben bunu nasıl ona söyleyecektim?
Ne yapacağımı bilemez bir hâlde testi yastığımın altına koyup aynanın karşısına geçtim. 'Acaba Eyşan, ilk öğrendiğinde nasıl hissetmişti?' sorusu zihnimde yankılandı. Çünkü o da bunu öğrendiğinde yalnızmış, sonradan anlatmıştı. Ellerim farkında olmadan karnımın hemen altında konumlandığında gözlerimi kıstım, yakıştı he. Yatakhanenin kapısı tıklatıldığında hızla ellerimi karnımdan çektim ve kapıya baktım.
"Gel?"
Kapı hafifçe aralandığında Alev, kafasını içeriye sokup bana baktı.
"Koordinasyon merkezine çağırıyorlar." dedi ve kapıyı aralık bırakıp geri çekildi. Dudaklarımda büyük bir tebessüm oluştuğunda Caner'in geldiğini anlayabilmiştim. Sanırım Eyşan yeniden hepimizi bir kez daha toplayacaktı. Farkında olmadan yeniden ellerimi karnımın altına koyup gülümsedim ve hızla odamdan çıkıp Alev'e yetiştim. Ellerimi iki yanımda koyup yumruk yaptım ama yine de heyecanıma engel olamadım. Ceplerime sokup yürümeye devam ettiğimde koordinasyon merkezinin önünde durduk.
Alev, önümden geçip kapıyı açtığında ellerimi ceplerimden çıkartıp içeriye girdim ve kapıyı kapattım. Eyşan ayakta durmuş elleri cebinde bana bakarken masaya doğru adımladım. Bakışlarımı gezdirdiğimde ise Caner'i görememiş olmam yeniden içimde bir eksikliğin tohumunu bırakmıştı.
Eksik değilsin ki?
İç sesime kıkırdamamak için dudaklarımı birbirine bastırarak Alev'in yanındaki boş sandalyeye oturdum. Selçuk ve Çilingir, ayakta durmuş bilgisayarın oradan bana bakıyorlardı. Mete'nin elleri masanın üzerinde kenetli bir şekilde masaya baktığını gördüm. Ortamda bir gerginlik vardı ve ben bunun ne olduğunu bilmiyordum.
Caner'e bir şey mi oldu?
İç sesimin cümlesi zihnimde küçük bir fitilin ucunu ateşlediğimde yeniden Mete'ye baktım. O onun ikiziydi, değil mi? Kartal ile benim aramdaki bağ gibi değildi gerçi, biz fazla kendimizin ne düşündüğünü hissetmezdik.
Kartal?
Ona mı bir şey oldu yoksa?
Boğazımı temizleyip burnumu çektiğimde Eyşan, tam karşıma geçip sandalyeye oturdu. Ellerini Mete'nin yaptığı gibi masanın üzerinde kenetledi ve doğrudan bana baktı. Kahverengi gözleri ilk defa bana soğuk bakıyordu ya da ben öyle düşünüyordum. Soğuk baksın istedim, içime düşmüş tohumu söndürsün istedim.
"Lara." dedi ama bir an için sustu. Devam etmesi için kaşlarımı kaldırdığımda çenesini gerdiğini gördüm. "Bizim sana bir şey söylememiz gerek."
"Lara, bizim sana bir şey söylememiz gerek."
Sorgularcasına babam ve Kartal'a baktığımda ikisinin de bakışları yatakta yatan anneme çevrildi.
"Annene Alzheimer tanısı kondu."
Zihnimin içinde yankı yapan anıyla bir saniyeliğine kesik bir soluk aldım. Masanın üstündeki ellerimi kucağıma çektim ve ellerimi birbirine kenetledim. Eyşan, henüz ne olduğunu söylememişti. Dişlerimi birbirine bastırıp bıraktım.
"Ne oldu? Birine bir şey mi oldu?"
Eyşan, gözlerimin en içine baktı.
"Kartal ve Caner kaçırıldı."
Gülmeye başladım.
O kadar güldüm ki gözlerimin dolmasına bile engel olamamıştım. Bir an için gülerek Mete'ye baktığımda çenesi gergin bir şekilde hâlâ masaya bakıyordu. Yeniden Eyşan'ın yüzüne baktığımda kafamı iki yana salladım.
Kaşlarımı kaldırarak "Şaka mı bu?" diye sordum.
Eyşan, tüm sakinliğiyle kafasını iki yana salladığında alt dudağımı dişleyip dolan gözlerimden iki yaşın akmasına izin verdim. Çenem zangır zangır titrerken doğruluğundan emin olmak için Selçuk ve Çilingir'e baktım. Ellerini önlerinde bağlayıp kafalarını eğdiklerinde alt dudağımı dişlerimin arasından kurtardım. Gülümseyerek Mete'ye baktığımda hâlâ masaya bakıyordu.
O an hiçbir şeyi tutmak istemedim.
"Mete, amca oluyorsun." dedim, sözlerim arasında bir miktar alay vardı ama sesim, gülümsediğim kadar yapaydı. Mete'nin ilk defa gözleri yüzüme çevrildi. Mete'nin kaşları çatıldı, derin bir nefes aldı ve masanın kenarına sıkı sıkı tutundu. Gözlerinin en derinindeki çaresizlik tüm içimi kapladı. Oturduğu yerden hiddetle kalktığında sandalye geriye doğru uçtu.
Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım ama bu nefes içimdeki kaosu bir parça bile olsun dindirmedi. Acaba Caner'de mi böyle mi tepki verecekti? Hamile olduğuma kızacak mıydı?
Bakışlarımı Eyşan'a çevirdim. Dudakları aralı bir şekilde kaldığında gülerek işaret parmağımla yüzünü gösterdim.
"Bende biraz önce böyleydim. Daha yeni öğrendim."
Yanaklarıma gözyaşlarım dökülüyordu ama ona rağmen dudaklarımda kocaman bir gülümseme işliydi. Gözlerim, gözyaşlarımdan dolayı bulanıklaşırken yüzüm buruştu. Yüzümü yere eğerek hıçkırmaya başladığımda kollarımı karnıma sardım. Birinin sırtıma dokunduğunu hissettim.
Panikledim, ayağa kalkarak hızla duvara yapıştım, vücudum titriyordu. Caner her zaman koruyordu beni. Kimse bana dokunamazdı. "Kimse dokunmasın bana!" diye bağırdım, sesi çatlak ve güçlüydü. Bir anda hepsi durdu, Alev bile elleri havada donup kaldı.
Gözlerimdeki yaşlar, en derin hislerime yol açarken, dudaklarımda zorla bastırdığım gülümseme büyüdü. Gözlerim bir an kararmış gibi oldu, her şey sisli ve bulanıktı. Ellerimi yüzüme sildim ama hissettiğim boğulma korkusu gittikçe artıyordu.
"Bir daha bana dokunmasınlar," diye fısıldadım ama sesim kısıktı. Yüreğimi hissetmek, içimdeki o karanlık boşluğu görmek istiyordum ama gözyaşları, hiçbir şekilde durmak bilmiyordu.
Burnumu çekip Eyşan'a baktım, "Yaşıyorlar mı?" diye fısıldadım. Eyşan, gözlerini kapatıp belli belirsiz kafasını salladığında soluk almaya çalıştım. Derin nefesler alıp verdim. Güçlü olmalıydım, annemin Alzheimer olduğunu biliyordum. Kartal ve babam söylemişti. O günde güçlü kalmıştım. Şimdi de güçlü kalabilirim.
Alt dudağımı dişleyip gözlerimi kapattım. Yetmedi, ellerimi yüzümü kapattım.
"Ayağa kalk."
Mete'nin sesini duyduğumda yere çöktüğümün bile farkında değildim. Ellerimi yüzümden çekip yüzümü yukarıya doğru kaldırdım. Gözleri dolu bir şekilde bana bakıyordu, mavilerinin etrafı kızarmıştı.
"Ayağa kalk, Caner bu halini görseydi hepimizi sikerdi."
Gülerek kafamı salladığımda bakışlarını sola doğru çevirdi, kafasını sallayıp elini ağırca koluma yaklaştırdı. Sağımda bir karartı hissettiğimde Eyşan'ın geldiğini gördüm. İkisi birden ellerini kolumun altından geçirdiklerinde büktüğüm dizlerimi düzelttim. Bakışlarım Eyşan'a çevrildiğinde ellerini titrekçe yüzüme yaklaştırıp gözlerimin altındaki yaşları sildi. Yanağımdaki ellerini sıkıca tuttum ve kafamı salladım.
"Sana söylediğim cümleyi hatırlıyor musun? İlk ben geldim kapına Caner'i kurtar diye, hatırlıyor musun? Onu sorguya alacaklarında ilk ben gelmiştim kapına." Dizlerimin üzerine yıkıldım. "N'olur yalvarıyorum sana." Hıçkırdım. "Lütfen kurtar onları." Birinin beni kaldırmaya çalıştığını hissettim direndim. "Lütfen kurtarın onları." diye haykırdım ama sesim, içerideki boşluğa çarptı. Her şey kaybolmuş gibiydi. Kendimi dış dünyadan kopmuş, sadece acı içinde var olan bir yaralı gibi hissettim.
🐈⬛
30 Nisan 2022 / Şırnak
Yazar, Ağzından
Dağlara Küstüm Ali, Cem Adrian
Eyşan, Alev, Barış, Selçuk ve Ahmet; her biri içinde fırtınalar koparken, Lara'nın başında sessizce bekliyorlardı. Her biri Ümit'in gelmesini, bir yandan da Lara'nın uyanmasını bekliyordu. Odayı saran yoğun sessizlik, zamanın ne kadar yavaş geçtiğini hissettiriyordu. Gözler, sadece Lara'nın soluk aldığı her anı izliyor ama hiçbir kelime dile gelmiyordu.
Lara'nın elleri, o baygın olmasına rağmen karnının üzerinde birleşmişti. 'Annelik iç güdüsü.' dedi Eyşan içinden, 'Çoktan içinde var olmuş.'
Askeriyenin dışındaki büyük otoparkta Range Rover'ın içinde oturan Mete, donuk bakışlarla dudaklarının arasındaki sigaradan bir nefes çekip üfledi. Dudakları arasındaki duman, bir süre havada süzüldü. Mete, gözlerini bir an için kapadı, içindeki düşünceleri sarmaya başladı. Gözlerini açtıktan sonra parmaklarının arasındaki sigarayı araç içi küllüğüne bastırıp ellerini direksiyona koydu. Parmakları direksiyon simidini kavradığında çenesi gerildi.
Dişlerinin arasından "Böyle bahtın anasını sikeyim." fısıldadı. Donuk gözleri doldu. Çenesi daha da gerildiğinde gözlerini sıkıca kapattı ve parmaklarını direksiyondan kaldırdı. Avuç içlerini direksiyona vurmaya başladı.
"Böyle," vurdu, "bahtın," vurdu, "anasını," vurdu, "avradını," ellerini saçlarına daldırıp sertçe çekti, "sikeyim!"
O an, her şeyin karmaşık ve dar bir yol gibi hissettirdiğini fark etti. Kalbi hızla çarptı, boğazı sıkıştı. Hemen ardından her şey sanki sessizleşti. İçindeki o patlamaya hazırlanan enerji, bir anda yok oldu. Gözlerini açıp, önündeki boşluğa baktı.
Sol gözünden hissiz bir yaş yuvarlandı, "Ne yapacağım ben." diye fısıldadı. "Lan ben ne yapacağım!" yeniden sertçe direksiyona vurdu. "Caner'i oradan nasıl kurtaracağım!" yeniden vurdu. "Onları nasıl bulacağım!"
Bir hışımla sağına döndü. "KONUŞSANA!" diye kükredi, "YİNE DURDURSANA BENİ! NE YAPACAĞIM BEN BORA!"
Çilingir, en başından beri Mete'nin yanında oturuyordu. Çilingir, titrek bir nefes alıp alt dudağını dişledi ama Mete'ye bakamadı. Mete, yeniden önüne döndüğünde direksiyon simidini kavradı. Mete'nin elleri, direksiyon simidini kavrayacak kadar sertti ama parmak uçlarından titreyen bir his, sanki vücudu ruhunun çaresizliğini dışarıya yansıtıyordu. Gözleri titrekçe hareket etti. Gözünden akan yaşları hissetmiyordu bile.
"Ne yapacağım ben, anasını satayım ne yapacağım?" kaşları çatıldı, yüzüne çaresizliğin mimikleri vurdu, "Hay sikeyim, ne yapacağım?" diye fısıldadı.
Alnını direksiyona yasladı.
Çaresiz bir ses tonuyla "Ne yapacağım?" diye yeniden fısıldadı.
Alnını sertçe direksiyona vurdu. "ÇALIŞ KOYDUĞUMUN KAFASI," vurdu, "ÇALIŞ!"
Çilingir, hızla Mete'nin alnını direksiyondan ayırdığında Mete, ellerinin tersiyle direksiyona vurdu.
"Ne yapacağım ben. Kardeşim yok, sevdiği kadın hamile." fısıldadı, "Elimden bir şey gelmiyor Bora. Kardeşimin sevdiği kadının kardeşi de yok." yüzü buruştu, "Bora bana yardım et."
Mete, çaresizdi ve bunu ilk defa doruklarına kadar hissediyordu.
Mete, omuzları sarsılarak ağlamaya başladığında Çilingir'e döndü ve alnını omzuna yasladı. Çilingir, Mete'ye sarılıp sağ eliyle saçlarını okşadığında Mete'ye nazaran sessizce ağlıyordu. Bir an için dişlerini sıktı ve kaşlarını çattı. Kehribarları, bir alevin yanışından halliceydi. Kafasını belli belirsiz salladığında Mete'yi omuzlarından tutup geri çekti. Çilingir, Mete'nin gözündeki yaşları sildiğinde kaşları hâlâ çatıktı.
"Sen dik duracaksın, ben de yola çıkacağım."
Mete, gözlerini kapatıp kafasını iki yana salladı.
"Bende geleceğim."
Çilingir, hiddetle kafasını iki yana salladı.
"Mete, bana bak."
Mete, yapışan kirpiklerini aralayıp Çilingir'e baktı.
"Senin bir karın var, koruman gereken ikizlerin var. Ayrıca Caner'in sevdiği kadın da geçici bir süreliğine sana emanet." Mete'nin yüzünü buruştu. "O kadınları koruman gerek. O yüzden burada kalacaksın."
"Ahmet ile." Mete, bir an için yutkunmaya çalıştı. Öksürerek geri çekildiğinde kafasını salladı. "Ahmet ile git, aklım kalmasın."
Çilingir, hızla kafasını salladığında Mete, ellerini yüzüne bastırıp kafasını geriye yasladı.
"Allah'ım sana yalvarıyorum, lütfen." dedi ama gerisini içinden geçirdi. Kimse, onun ne dediğini bilmeyecekti. Ellerini yüzünden çektiğinde Çilingir'e baktı.
"Onları bana getir, dile benden ne dilersen."
Çilingir, gözlerini devirdi.
"Saçmalama amına koyayım ya."
Mete, kaşlarını çattı. Çatallaşmış sesiyle "Bora." diye seslendiğinde Çilingir, sağ gözünden akan yaşa rağmen Mete'ye döndü. Mete, burukça tebessüm etti.
"Sen de benim kardeşimsin, biliyorsun değil mi?"
Çilingir, sessiz kaldı.
Mete, kaşlarını kaldırdı.
"Ulan şerefsiz sende amca oldun, Barış'ta amca oldu, bende amca oldum. Anasını satayım, güleceğimiz yere ağlıyoruz lan. Bu nasıl bir baht?" diye çemkirdiğinde Çilingir ilk defa gülerek kafasını iki yana salladı. Bir süre sonra ikisi de önüne dönüp sessizleşirken Çilingir'in hafifçe gözleri irileşti ve kaşları yukarıya doğru kıvrıldı.
"Harbiden Caner baba mı olacak şimdi?"
Mete, burukça gülümsedi ve gözlerini kıstı.
"Ben amca olmaya hazır değildim." dedi ve bir an için kıkırdadı. Kaşlarını kaldırdı. "Öyle demişti Eyşan'ın hamile olduğunu öğrendiğimizde." Kafasını iki yana salladığında yüzündeki mimikler ağırca silindi ve derin bir nefes alıp verdi.
"Babama daha söylemedik. Siz yola çıkmadan önce ona söylesek iyi olur," dişlerini gösterircesine güldü, "Yemin ediyorum bayrak direğini götümüze sokacak, niye söylemediniz diye."
Çilingir, Mete'nin kıkırdamasına gülerek kafasını iki yana salladı. "Normal değiliz, yemin ediyorum normal değiliz. Hepimiz delirdik."
Mete, kafasını salladı.
"Valla delirdik. Hadi hadi in. Kendime geldim ben, ortalığı toparlamamız lazım." dedi ve arabadan indi. Çilingir de onun arkasından araçtan indiğinde durakları belliydi.
Ümit, elindeki kâğıda bakarken kafasını iki yana salladı ve revire girdi. Bütün bakışlar ona döndüğünde Ümit ilk önce Eyşan'a baktı. Derin bir nefes verdiğinde kafasını iki yana salladı.
"Genetikleri güçlü, ikiz."
Eyşan, gözlerini kapatıp omuzlarını düşürdüğünde yüzünü Lara'ya doğru çevirdi ve gözlerini açtı.
Eyşan, "Uyandıracak mıyız?" diye mırıldandığında Ümit, kafasını iki yana salladı.
"Bayılmadan önce hiç iyi değildi Eyşan, bırakalım sakinleştiriciyle uyumaya devam etsin. Kendisine de zarar verme olanağı var, kolay değil."
Eyşan, kafasını salladığında derin bir nefes aldı ve bir adım geri çekilip Selçuk'a baktı. Selçuk'un bakışları onu bulduğunda kafasını iki yana salladı.
Eyşan, "Ne yapacağız?" diye sorduğunda Selçuk, ellerini ceplerine sokup çenesini dikleştirdi.
"Öncelikle artık Alparslan albaya her şeyi anlatmamız gerekli." dediği sıra Mete ve Çilingir, Alparslan Çakır'ın odasına girmişti. Masasının arkasındaki sandalyesinde oturan Alparslan Çakır, bir an için bakışlarını okuduğu dosyasından çekti ve gelen kişilere baktı. Mete ve Çilingir, esas duruşa geçip selam verdiğinde arkasına yaslanıp kaşlarını yukarıya çekti.
"Siz ikiniz yan yana gelince bana hiç güven vermiyorsunuz? Söyleyin, ne oldu" gözlerini devirdi, "yine?"
Mete, boğazını temizleyip alt dudağını dişledi. Babasına bakan bakışları donuklaştı. Alparslan Çakır, ağırca kaşlarını çattı. Mete, dişlediği dudağını serbest bırakıp çenesini yana doğru büktü.
"Caner'i ve Kartal'ı kaçırdılar."
Alparslan Çakır'ın çatık kaşları anında düzelirken ifadesiz bakışlarla Mete'ye bakmaya devam etti.
Ağzının içinden "Ne zaman?" diye mırıldandığında Mete'nin yutkunma sesini işitti. Gözlerini kapatıp sağ elini sertçe masaya vurdu.
Gözlerini açıp Mete'ye baktı. "Düzgünce konuşsana evlat!"
Mete, boğazını temizleyip öksürdü.
"Kartal aldığımız bilgiler doğrultusunda on sekiz gün, Caner ise 28'inden beri yok."
Alparslan Çakır, sağ gözü hiddetle titredi. Masanın üzerindeki eliyle sanki masanın üstünü kavramak istermişçesine bastırdı ve tırnaklarını sürüyerek avcunun içinde topladı. Sol elinin avcunu masaya koydu.
"Ben," ağırca oturduğu yerde doğruldu, "başçavuşun," ayaklarını yere sertçe bastı, "eşeği miyim," ayağa kalkıp masaya doğru eğildi, "LAN!"
Alparslan Çakır, gözleri resmen ateş püskürtüyordu. Mete ve Çilingir bakışlarını hiç kaçırmadan onun gözlerine bakıyordu. Alparslan Çakır, dizlerinin arkasındaki sandalyeyi itekleyip hiddetle masasından ayrıldı ve Mete ile Çilingir'in önünde durdu. Mete'nin yakalarından tutup kendine çekti.
"BEN BAŞÇAVUŞUN EŞEĞİ MİYİM? KONUŞSANA EVLADIM! KARDEŞİN NEREDE!"
Mete'nin yüzündeki tükürükler Mete'nin gözlerini kırpıştırmasına neden olduğunda Mete, boğazını temizlemek zorunda kaldı. Alparslan Çakır, mavi çakmak bakışlarını Mete'nin gözlerinin içine bir lav misali akıttığında Mete, gözlerinin dolmasına engel olamadı.
"Ne zaman haber verecektiniz bana, öldüğünde mi?"
Mete, gözlerini kapattı. Alparslan Çakır, kaşlarını çattı ama ona rağmen gözleri doldu. Mete'nin yakalarındaki ellerini daha da sıktı.
Dişlerinin arasından, "Konuşsana Mete, bana ne zaman bir şeyleri direkt olarak söylemeyi öğreneceksin?" bir kez yakalarından tutup sarstı.
Kafasını iki yana salladı, "Oğlum baba olacaksın, ikizlerinle tehdit ediliyorsun. Ben burada ne yapacağımı bilmeden harıl harıl size bir şey olmasın diye götümü yırtıyorum lan! Bana ne zaman gelip söyleyecektin bu durumu!" diye yeniden bağırdığında Mete, gözlerini sıkıca kapatmaya devam etti. Tükenmişliğin artık son demleriydi.
Alparslan Çakır, ilk defa çekinmeden gözyaşlarını döktü. "Caner sizin gözünüzün önünde Lara ile tehdit edilmedi mi evladım!" diye çatlak bir sesle kükrediğinde Mete, gözlerini açıp babasına baktı. Ağladığını fark ettiğinde yüzünü buruşturup dişlerini sıktı.
Alparslan Çakır, Mete'nin yanağına düşen yaş ile Mete'yi ittirerek yakalarını bıraktı. Mete, güçlükle yutkunup yeniden Çilingir'in yanında durdu.
"Çilingir ile Zafir'i yola gönderiyorum."
Alparslan Çakır, yüzünü silip ifadesizce ona baktı.
"Ne bok yiyorsanız yiyin. Karını Mit'e koyduk, ondan alıyorsun emirlerini. Git ona söyle." dedi ve arkasına döndü. Mete, alt dudağını bir an için dişleyip kafasını iki yana salladı.
"Lara hamileymiş, daha yeni öğrenmiş Caner'in haberi yok." dedi tek nefeste.
Alparslan Çakır, tam bir adım atmıştı ki Mete'nin dediğiyle durakladı. Alparslan Çakır, dudaklarını içe doğru büküp kaşlarını çattı. İçinden 'Allah'ım bu nasıl bir sınav?' diye geçirdi. Kafasını iki yana salladı ve bir hışımla Mete ile Çilingir'e döndü. Ellerini havaya kaldırıp alkış tuttu, ardından palaskasını tuttu.
Parmakları palaskasını öyle sıkıyordu ki, derisi beyaza kesmişti. Omuzları kasılmış, nefesi hızlanmıştı. Kendini zor tutuyordu. Önündekilere bağırmamak için dişlerini sıktı.
Kafasını sağa eğdi. "Oğlum siz kime çektiniz lan?" diye sordu ama bir an için durup kafasını düzeltti. Oğullarıydı bunlar. Kendi kanı. Belliydi kime çektikleri. Çünkü zamanında anneleri de babalarının gazabına bu şekilde uğramıştı. Gözlerini kırpıştırarak boğazını temizledi.
"Neyse." dedi ve ellerini ceplerine soktu ve çenesini dikleştirdi. Göz ucuyla Çilingir'e baktı. "En son nerede görülmüşler araştırın ki araştırmışsınızdır." Diliyle dişinin en keskin kısmını okşayıp kafasını yeniden iki yana salladı. "Kartal'ın en son sinyal yeri neresi?" diye sorduğunda Çilingir, kafasını kaldırdı.
"Mardin Dağı, Mezopotamya Ateşi görevinden sonra kaçırılmış."
Alparslan Çakır, ağırca kafasını salladı.
"Mardin Dağı'na gidin. Sınırın hemen berisinde bir mavi kulübe var. Orada Hafız yaşıyor." kaşlarını kaldırdı. "Gerçekten hem hafız hem de kod adı Hafız, foto kapan gibidir. Eski asker, geleni geçeni uçanı kaçanı kapar. Zihninde fotoğrafını çeker. Eminim ki bir şeyler görmüştür."
Çilingir, kafasını salladığında Alparslan Çakır'ın bakışları yeniden Mete'ye çevrildi ama Mete'nin bakışları parkeye çevrikti.
"Kaldır lan başını."
Mete, yüzünü kaldırıp babasına baktığında Alparslan Çakır, kafasını sağa eğip kaldırdı.
"Allah'ın hikmeti işte, sual olunmuyor. Sağ salim gelsinler de Lara ile ikisinin de başını bağlarız."
Mete, bir şey demeden gözlerini kapatıp açtı. Alparslan albay, elini havada savurdu.
"Git, yengenin başında dur." dedi ve arkasına dönüp masasına yaklaştı. Çilingir ile Mete, odadan çıktıklarında Alparslan Çakır, duvar dibine uçmuş sandalyeyi çekiştirip oturdu ve ellerini masanın kenarlarına koyup masaya yaklaştı. Ellerini çenesinin altında bağladığında bakışları siyah çerçevenin üzerinde takılı kaldı.
Alparslan Çakır'ın kucağında on yaşındaki Caner, Hümeyra Çakır'ın ise kucağında on yaşındaki Mete vardı.
"Ne zaman büyüdünüz evlatlar siz?" dedi ve kafasını iki yana sallayıp ellerin çenesinin altından çözüp masanın üzerindeki ahizeye sarıldı. Kırmızı tuşa basıp kulağına yasladı.
Saniyeler geçmeden dudakları aralandı. "Beni Mardin'e bağla."
Mete ve Çilingir, revire girdiklerinde Mete'nin bakışları ilk önce Eyşan'a ve ardından sedyede uyuyan Lara'ya kaydı. Yeniden Eyşan'a baktığında kaşları yukarıya doğru kıvrıldı. Eyşan, burukça gülümsedi.
"İkizmiş."
Mete, gözlerini kapatıp burukça gülümsediğinde kafasını iki yana salladı. Gözlerini açtığında Çilingir'e baktı.
"Çilingir, Ahmet ile yola koyulun. Ne erken bulursak o kadar iyi."
Eyşan, kaşlarını çattı ama ne olduğunu anlamıştı. Barış, hızla Alev'in yanından kalkıp Çilingir'in yanında durdu.
"Ben sizinle geleceğim. Badimi bunların eline bırakmam."
Çilingir, göz ucuyla Barış'a baktığında Ahmet, kaşlarını kaldırıp "Ay haspam." dedi ve üzerine bakıp çenesini dikleştirdi. "Üzerimizi değiştirip çıkalım." dedi ve kapıya doğru ilerledi. Barış, arkasına dönüp Alev'in yanağından bir makas alıp Çilingir'in peşinden yürüdüğünde Mete, ellerini ceplerine yaslayıp sırtını duvara yasladı.
"Alparslan Çakır'ın yanına bir süre uğramayın." dedi.
Selçuk, kaşlarını kaldırıp "Neden, haberi olması lazım?" dediğinde göz ucuyla Selçuk'a baktı.
"Bayrak direği diyeyim sen anla Selçuk."
Selçuk, alt dudağını dişleyip gözlerini kaçırdı. "Acıdı mı?"
Mete, gözlerini devirdi.
"Ağzıma sıçtı."
Selçuk, iki adımda Mete'nin yanında durdu.
"Lara'yı söyledin mi?" diye sorduğunda Mete, ona baktı. Gözlerini kırpıştırdığında Selçuk, gözlerini büyüttü. "Şu an daha iyi anladım, direği." dedi ve geriye doğru adımlayıp revirden ağır adımlarla çıktı.
Mete, hüzünlü bir şekilde Eyşan'a baktığında Eyşan'ın Lara'yı izlediğini fark etti. Göğsünü kaldıracak şekilde nefes alıp bıraktığında göz ucuyla Lara'ya baktı.
Sadece kendinin duyabileceği bir ses tonuyla "Caner, Caner." dedi, dertli dertli. "İkiziz diye aynı kaderi yaşamak zorunda mıydık?"
Mete, kollarını göğsünde bağlayıp gözlerini yumdu ve başını duvara yasladı. 'Allah'ım lütfen, sağ salim gelsinler.' dedi içinden.
🥺
30 Nisan 2022 / Şırnak – Mardin Yolu
Yazar, Ağzından
Gönül Dağı, Yasin Keleş
Motorun monoton uğultusu, lastiklerin asfaltı sıyıran sesi ve çalan şarkının hafif titreyen melodisi vardı. Yasin Keleş – Gönül Dağı çalıyordu. Arabanın içinde herkes kendi düşüncelerine gömülmüştü.
Çilingir, gözlerini yoldan ayırmadan sürüyordu. Direksiyonu sıkıca kavramıştı ne bir kelime ediyor ne de yanındakilerin ruh haline takılıyordu. Onun işi belliydi: Güvenli bir şekilde hedefe varmak.
Ahmet, yanında sessizce oturuyordu. Yüzü ifadesizdi ama içindeki dalgalanmalar gözlerinden okunuyordu. Kafasının içinde dönüp duran düşünceler, gerçeği yansıtmasına engel oluyordu. O, ne düşündüğünü belli etmeyenlerdendi.
Barış, arka koltukta camdan dışarı bakıyordu. Gözleri, akıp giden yolun sonsuz gibi görünen çizgilerine takılmıştı. İçinde bir sıkıntı vardı, tarif edemediği bir his. Bir yanıyla hâlâ burada olduğunu bilse de diğer yanı çoktan gitmişti. Caner'i ve Kartal'ı sağ salim bulup geri götürme düşüncesi zihinlerinde yankılanıyordu.
Araba yol aldıkça, içlerindeki sessizlik de büyüyordu.
Çilingir, yolu takip ederken bir ara dikiz aynasından arkaya bakıp, kaşlarını çattı. Gerginliği iliklerine kadar hissediyordu. Üçü de suskun, yüzleri taş gibi. Direksiyonun üzerine hafifçe vurdu, sonra homurdanarak başını iki yana salladı.
"Böyle devam ederse ruhumuzu teslim edeceğiz. Biriniz bir şey desin artık."
Arka koltukta oturan Barış, derin bir nefes alıp başını cama yasladı. Camdaki yansımasına göz ucuyla baktı, sonra bakışlarını tekrar dışarı çevirdi. "Ne diyelim?" dedi nihayet, sesi yorgundu. "Her şey ortada."
Ahmet, parmaklarını dizine vuruyordu. Ritmik ama sinirli. Bakışlarını önüne dikmişti, belli ki kafasının içinde başka bir yerdeydi. "Plan net mi?" diye sordu sonunda, başını Çilingir'e çevirmeden.
Çilingir iç çekti. "Üç kez üzerinden geçtik Ahmet. Ne istiyorsun? Hafız'a gidiyoruz diye hatim de indirelim mi?"
Barış, camdan dışarı bakarken bir grup çoban gördü. Çocuklardan biri koyunların peşinden koşarken sendeledi, hemen arkasından kardeşi onu yakalayıp kaldırdı. Barış'ın gözleri kısıldı, anıların içinden bir şeyler kıpırdadı. Caner geldi aklına. Birbirlerini kaç kez böyle kurtarmışlardı?
Barış yutkundu, elini yumruk yapıp bacağının üzerine koydu. "Onları almadan dönmeyeceğiz," dedi sessiz ama kararlı bir sesle.
Ahmet gözlerini kırptı, "Dönmeyeceğiz," diye yineledi.
Çilingir direksiyonu biraz daha sert tuttu. "Onları almadan bu iş bitmeyecek."
Aracın içinde derin bir sessizlik olduğu sırada Barış, hafifçe güldü, kafasını iki yana salladı. "Harbiden Caner baba oluyor lan," dedi ama kelimeleri havada asılı kaldı. Bir an duraksayıp başını camdan çekti, öne doğru eğildi.
"Biz söylemeyelim," diye ekledi, sesi hafif alçalarak. "Lara'dan öğrensin he. Ağzınızdan kaçırmayın."
Çilingir direksiyonu sıkarak kahkaha attı. "Caner'e bak hele! Yılların hovardası baba oluyor ha! Şu dünyada ne değişti de Caner değişti?"
Barış gözlerini devirdi. "Caner değiştiyse Lara sayesinde değişti. Kadın resmen adamın genetiğiyle oynadı."
Ahmet, kollarını göğsünde bağladı ve ciddi bir ifadeyle başını salladı. "Eskiden Caner'in defterine isim sığmazdı, şimdi çocuğunun nüfus kağıdına ismini yazdıracak."
Barış kahkahayı patlattı. "Lan doğru diyorsun! Hatta bir ara isimleri hatırlayamayıp hepsine 'Gül' diye hitap ediyordu. Gülşah, Gülay, Gülbin... Ayırt edememek gibi bir sorunu vardı."
Çilingir, dikiz aynasından Barış'a baktı. "He he, bir keresinde yanlış kişiye mesaj attı diye gece yarısı balkondan kaçmak zorunda kalmamış mıydı?"
Barış, koltuğunda geriye yaslanıp kahkaha attı. "Lan, adamın hayatı aksiyon filmi gibi geçti. Bize neler yaşattı neler! Bir keresinde üç farklı kızı aynı kafeye çağırıp, birini 'kuzenim', diğerini 'iş arkadaşım', ötekini de 'çocukluk arkadaşım' diye tanıtmıştı."
Çilingir kahkahayı bastı. "Efsane ya! O zamanlar Caner, 'Benim adım aşk, soyadım macera' modundaydı. Şimdi ise 'Benim adım baba, soyadım bebek bezi' olacak!"
Barış, yana yatarak gülmekten gözlerini sildi. "Vallahi haklısın. Caner'in eskiden 'Baba' kelimesiyle kurduğu tek cümle 'Baba gibiyim!' olurdu. Şimdi gerçekten baba oluyor!"
Ahmet sessizce başını iki yana salladı. "Oğlum, adam daha haberi bile alamadı. Siz çoktan düğün dernek kurdunuz."
Barış camdan dışarı bakıp iç çekti. "Abi şaka bir yana, Caner'in gözlerindeki o şoku görmek isterdim."
Çilingir başını salladı. "Ben de Lara'nın 'sürpriz' deyişini."
Arabada yine kahkahalar yankılandı ama içlerinde küçük bir merak ve heyecan da yok değildi. Barış, derin bir nefes alarak başını iki yana salladı ve camdan dışarı bakarken, "Ama asıl mesele, ikiz olacak olmaları... Yani, Mete ve Caner'in ikiz çocukları olacak. Hem de aynı anda! Bunlar nasıl büyüyecek, kim bilir?"
Çilingir gülümsedi ama gözlerini yola odaklamıştı. "Mete'nin ikizleri Mete'den düzenli tavırlarını ve öfkesini alırken Caner'in ikizleri kaotik halini alacak. İki farklı dünyadan ikizler bekliyoruz."
Bir an için Çilingir ve Barış kafalarını aynı anda iki yana salladı.
Yine aynı anda "Sıçtık, ağzımıza sıçacaklar." dediler. Barış, kendini geriye doğru yasladı. Uzun bir sessizliğe gömüldüler.
Bir süre sonra yol, giderek düzleşmeye başlamıştı. Dağlık arazi geride kalmış, hafif eğimli tepelerin arasından geçen toprak bir yola bağlanmışlardı. Mardin'e yaklaştıkça gece de iyice çökmüştü. Şehir ışıkları henüz görünmüyordu ama hava, uzaklardan gelen belli belirsiz bir aydınlık taşıyordu.
Çilingir, arabayı biraz daha hızlandırdı. Ahmet ve Barış hâlâ tetikteydi ama konuşmuyor, sadece etrafı gözlüyorlardı. Bir noktadan sonra Barış, telefonundaki haritaya bakarak iç çekti.
"Bundan sonra sınır yoluna bağlanacağız," dedi. "Buradan sonrası daha tehlikeli."
Çilingir, gözlerini yoldan ayırmadan başını salladı. "Biliyorum." dedi ve dudaklarının kenarını gererek alayla gülümsedi. "Zaten bugüne kadar hep güvenli işlerdeydik, değil mi?"
Kimse cevap vermedi. Motorun sesi, lastiklerin altındaki taşların çıkardığı hışırtılar ve uzaktan gelen rüzgârın uğultusu arabada yankılandı. Sonra, yolun ilerisine baktıklarında sol tarafta, hafif meyilli bir arazide tek başına duran küçük bir yapı gördüler. Mavi boyalı, çatısı hafifçe çökmüş bir kulübe.
Çilingir, gözlerini kırpmadan kulübeye baktı. Sonra başını hafifçe sallayıp çenesiyle orayı işaret etti.
"Albayın bahsettiği yer."
Ahmet başını kaldırdı, gözlerini kıstı. Barış ise camdan dikkatlice dışarı bakıyordu.
Ahmet, gözlerini kulübeden ayırmadan sordu. "İçeride biri var mı?"
Çilingir, direksiyonu hafifçe kırarak yavaşladı. "Hafız varsa, bizim için iyi haber ama eğer o yoksa..."
Barış, silahını yokladı. "O zaman sorun var demektir."
Çilingir, arabayı kulübenin birkaç metre uzağında durdurdu. İçeride hiçbir ışık yanmıyordu ama kulübenin etrafında bir şeyler vardı. Gölgeler hareket etmiş gibiydi.
Ahmet, derin bir nefes aldı. "Hazır olun."
Kapılar açıldı.
Gecenin sessizliği, ayak sesleriyle bozuldu. Yavaş adımlarla kulübeye yaklaştıklarında önlerine bir adam geçti. Elindeki sopayı kaldırıp kaşlarını çattı.
"Kimsiniz?"
Çilingir, hafifçe kaşlarını kaldırıp adamı süzdü. Elindeki sopayı sıkı sıkıya tutan adamın yüzü, kulübenin arkasından vuran ay ışığında netleşmeye başlamıştı. Orta yaşlarda, sert hatlı, güneşten yanmış bir teni vardı. Gözleri şüpheyle kısıktı.
Çilingir, "Hafız burada mı?" diye sordu.
Adamın kaşları biraz daha çatıldı, sopayı yere vurdu. "Soruları ben sorarım. Kimsiniz?"
Barış, geride durarak çevreyi gözlüyordu. Gece, fazla sessizdi. Bu hiç hayra alamet değildi.
Çilingir, derin bir nefes aldı. "Hafız'a selam getirdik," dedi, sesi kararlı ama yumuşaktı. "ya da belamızı bulmaya geldik, henüz emin değiliz."
Adam, birkaç saniye daha onları süzdü, sonra başını hafifçe kaldırdı. İçeriye baktıktan sonra sopayı yavaşça indirdi.
"Hafız içeride."
Ahmet ve Çilingir, birbirlerine kısa bir bakış attılar. Barış da tetikte durmaya devam ediyordu. Adam, eliyle kulübeyi işaret etti. "Geçin bakalım ama emanetlerinizi dışarıda bırakın."
Çilingir hafifçe güldü, başını iki yana salladı. "Kusura bakma ama o iş olmaz."
Adam, bir an gözlerini kıstı. Sonra hafifçe iç çekti, kulübeye doğru yürüdü. Kapıyı açıp içeri seslendi.
"Hafız! Misafirin var."
İçeriden gelen ses, yılların yorgunluğunu taşıyan bir sesti. "Misafir mi, bela mı?"
Ahmet derin bir nefes aldı. Artık geri dönüş yoktu.
Kapının eşiğinde hafif bir gıcırtıyla durdular. İçerisi loş bir ışıkla aydınlatılmıştı. Bir masa, birkaç eski sandalye, duvarda asılı bir tüfek ve sobanın üzerinde kaynayan çaydanlık vardı. Hafız, yaşlı ama dimdik duran, yüzü yılların izlerini taşıyan bir adamdı. Gözlerini kısarak gelenlere baktı.
Ahmet, hafifçe başını eğerek Kürtçe konuşmaya başladı.
"Destên te sax be, Hafız. Bê izin hatin, lê rêya me te ye." (Ellerin sağ olsun, Hafız. İzinsiz geldik ama yolumuz sana düştü.)
Hafız, Ahmet'i baştan aşağı süzdü. Gözlerindeki sertlik az da olsa yumuşadı. Kürtçe cevap verdi.
"Destê min sax e, çavên min pir dibînin. Ez dibînim hun mêvan in... Lê mêvanê kê?" (Ellerim sağ, gözlerim çok şey görüyor. Misafirsiniz... Ama kimin misafiri?)
Ahmet, yavaşça bir adım attı. Ellerini açık tuttu, tehditkâr bir hareket yapmadı.
"Biz düşman değiliz, Hafız. Yalnızca dost arıyoruz. İki kardeşimiz kayıp, buradan geçmiş olabilirler. Onları sağ salim almak istiyoruz."
Hafız, birkaç saniye sessiz kaldı. Barış ve Çilingir de dikkatle adamın yüz ifadesini takip ediyordu. Hafız başını hafifçe yana eğdi.
"Bu topraklarda herkes birini arıyor, evlat. Ama kimi, nerede ve nasıl bulacağını bilmeden yola çıkan, yolunu kaybeder."
Çilingir, hafifçe iç çekti. Hafız'ın konuşma tarzını bildiğinden sabırlı olmaları gerektiğini anladı. Barış ise hâlâ tetikteydi, kulübenin penceresinden dışarıyı gözlüyordu.
Ahmet, hafifçe gülümsedi.
"Yolumuzu kaybetmedik, Hafız ama bazen yolun ortasında bir bilgeye sormak gerekir."
Hafız, bu cevaptan memnun olmuş gibi başını salladı. Sonra sandalyesine oturup önündeki çaydanlıktan bardağına çay doldurdu.
"Peki o zaman, anlatın bakalım. Hangi iki kişiyi arıyorsunuz, tipleri nedir, kimdir, necidir?"
Ahmet, derin bir nefes aldı. Uzun uzadı tiplerini tarif etti. Yetmedi, Mete'nin verdiği fotoğrafları gösterdi. En sonunda derin bir nefes aldı.
"Askerler." dedi.
Hafız, bardağını dudaklarına götürdü ama içmeden önce bir an duraksadı. Ahmet'in gözlerinin içine baktı, sonra bardağı masaya geri bıraktı.
"Asker, ha?" diye mırıldandı. Bakışları kısa süreliğine Barış'a ve Çilingir'e kaydı. Ardından hafifçe öne eğildi. "Bu topraklarda asker arayanlar ya onları öldürmek ister ya da kurtarmak. Siz hangisisiniz?"
Barış, durduğu yerde hafifçe kasıldı ama Ahmet, ses tonunu hiç değiştirmeden konuşmaya devam etti.
"Biz onları yaşatmak istiyoruz, Hafız. Bizi buraya Albay Alparslan Çakır gönderdi."
Hafız, elini sakallarına götürdü, parmaklarını birkaç kez çenesinde gezdirdi. Sonra derin bir nefes alarak tekrar geriye yaslandı.
"Onları kuzeye doğru götürdüler. Kim götürdü bilmiyorum ama size bir şey söyleyeyim..."
Çilingir kaşlarını kaldırdı. "Nedir, Hafız?"
Hafız, gözlerini kıstı, sesi alçaldı.
"O yolda kaybolanlar ya bir mezara gider ya da bir pazarlığa."
Barış, dişlerini sıktı. Ahmet ise nefesini yavaşça verirken, Hafız'ın gözlerinin içine baktı.
"O pazarlığın içinde kim var, Hafız?"
Hafız, bir süre düşündü. Sonra hafifçe başını yana eğip mavi kulübenin loş ışığında onlara baktı.
"Size bir isim veririm ama bu isim sizi uçurumun kenarına götürür."
Ahmet, gözlerini kırpmadan Hafız'a baktı. "Biz o uçurumu göze aldık."
Hafız, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Sonra, yavaşça fısıldadı.
"Elias Farouq."
Çilingir, kollarını göğsünde kavuşturdu. Hafız, "Bu herifin eline düşen kimse sağ çıkmıyor. Adamın şebekesi Ortadoğu'nun yarısına yayılmış durumda." dedi.
Ahmet, elini çenesine götürüp derin bir nefes aldı. İçindeki öfkeyi bastırmakta zorlanıyordu. "Biliyoruz Hafız ama sağ çıkmayacaklarını kabul edersek, onları şimdiden mezara gömmüş oluruz."
Hafız, sakince çayından bir yudum aldı. "O zaman şu soruyu sorayım," dedi usulca. "Elias'ın eline düşen birini kurtarmak için kaç canı feda etmeye hazırsınız?"
Ahmet, gözlerini Hafız'dan ayırmadan konuştu. "Bu sorunun bir cevabı yok, Hafız. Çünkü biz adam saymayız. Biz adam alırız."
Hafız hafifçe gülümsedi ama gözlerindeki gölge dağılmadı. Başını yana eğip elini yavaşça masaya koydu. "Öyleyse size tek bir ipucu vereceğim."
Barış, sabırsızca eğildi. "Nedir?"
Hafız, gözlerini kırpmadan onlara baktı. "Sınır yolunu takip edin. Üç saatlik mesafede bir han var. Hasan'ı bulun. Ona Elias'ın 'üçüncü anahtarını' sorun. Eğer doğru cevabı verirse, o zaman yolunuzu açar."
Çilingir kaşlarını çattı. "Üçüncü anahtar mı?"
Hafız, başını hafifçe doğrultup bakışlarını Ahmet'e dikti. "Elias'ın yerini bilen herkes ya onun adamıdır ya da artık nefes almıyordur. Eğer yanlış kişiye sorarsanız, daha orada ölmüş olursunuz."
Ahmet, derin bir nefes aldı. "Bunu göze alıyoruz."
Hafız, başını eğip elini kaldırdı. "Öyleyse Allah yardımcınız olsun."
Ahmet ve Barış, Hafız'a son bir kez bakıp başlarını salladılar. Ahmet, Hafız'ın söylediklerini kafasında tekrar tartarak, dışarıya adım attı. Çilingir ve Barış, sessizce onun peşinden yürüdüler. Gece, her zamankinden daha karanlıktı, sanki her şey siluete bürünmüş ve yol sadece ön farlarının aydınlattığı kadar görünüyordu.
Çilingir, araca yönelmeden önce Ahmet'e döndü. "Üçüncü anahtar? Ne demek istiyor tam olarak?" diye sordu, gözleri yolda ama sesi biraz belirsizdi.
Ahmet, birkaç saniye düşündü. "Hafız ne derse desin, bu anahtar bir çıkış yolu, bir başlangıç. Üçüncü anahtar her neyse, bize gerçekten çok lazım olacak bir şey."
Barış, arabanın kapısını açarken kafasını salladı. "Hafız'a güveniyor musun? Her söylediği doğru mu? Ne de olsa herkesin bildiği bir sır var; bir tek kaybolanlar gerçeği keşfeder," dedi, şüpheyle.
Ahmet, aracın kapısını kapattı ve başını hafifçe eğdi. "Gerçek, her zaman bulanık olur Kokarca ama bir noktada, ya o bulanıklık içindeki doğru yolu bulacaksın ya da kaybolacaksın. Biz kaybolmayı göze almadık. Caner ve Kartal'ı bulmak zorundayız."
Çilingir, yola koyuldu.
Üç saatlik yolculuğun ardından, araç nihayet hanın önüne geldi. Gecenin karanlığında, hanın dışındaki zayıf ışıklar loş bir atmosfer yaratıyordu. Tahtadan yapılmış eski bir yapıydı, duvarlarında yılların izleri vardı. Gölgeler içinde kaybolmuş, sessizce bekleyen bir mekandı. Duvarda, eskimiş bir tabela asılıydı: "Faruk Bey Hanı."
Çilingir, arabayı yavaşça durdurduktan sonra, gözleriyle etrafı taradı. Ahmet ise, içine doğan bir tedirginlikle dışarıya bakıyordu. Hanın çevresinde birkaç köpek, birbirine yakınlaşarak, sessizce havlıyordu. İleriye doğru adım atarlarken, içeriye girmeleri gerektiğini fark ettiler.
Han kapısının iç tarafı, dışarıya kıyasla daha sıcak bir hava yayıyordu. Ahşap masalar ve sandalyeler, köşelere yerleşmiş birkaç adamı barındırıyordu. İçerisi kasvetli ama bir o kadar da kalabalıktı. Bir köşede eski bir şömine yanıyor, odanın içine hafif bir duman kokusu yayıyordu. Sıcak çay kokusu, yola çıkmış olan yorgun askerleri, yerleşik bir huzurla karşılıyordu.
Ama bir şey vardı. İçerideki adamlar, hanın öylesine müşterisi gibi değil, buranın gerçek sahipleri gibiydiler. Bir köşedeki adam, gözlerini neredeyse hiç kırpmadan onlara doğru bakıyordu. Kararmış bakışları, sabırla ve dikkatle Ahmet'in üzerine kaydı. Adamın gözleri, içlerinde anlam dolu bir boşluk taşıyor gibiydi.
Adamın adımları Çilingir'e doğru ilerledikçe, Ahmet, Çilingir'in koluna girip onu kenara çekiştirdi. Çilingir, Ahmet'in bu ani hareketiyle şaşkın bir şekilde ona dönerken, Ahmet, bir an dondurulmuş gibi, adamın gözlerini inceledi. "Barış, gel buraya," dedi ve ona kolunun altına aldı. Barış, sessizce Ahmet'in yanına geldi.
Adam, onlardan birkaç adım uzakta, yanlarından geçerken, Çilingir kaşlarını çatarak Ahmet'e dönüp fısıldadı. "Niye böyle yaptın?"
Ahmet, etrafına dikkatle bakarken, sesini alçaltarak, "Çünkü o değildi." dedi. "Hatırla, sadece bir kişiye sorabileceğiz. O yüzden çenenizi kapalı tutun."
Aradıkları adam, aslında hemen yanlarındaki masada oturuyordu. Hasan, masasının önünde dikilen kişilerin çoktan asker olduğunu fark etmişti ama bakışları, ortada duran Ahmet'te kalmıştı.
Hasan, "Ez ji şîvê re diçim, lê şîv naxwim, heke ez guhêrim, hêdî-hedî zivirîm. Hûn çi ye?" (Ben yolda ilerlerim, ama yolda yürümem, eğer dönersem, yavaşça dönerim.
Neyim ben?) diye sorduğunda Ahmet, arkasına döndü ve adama baktı. Gözleri kısıldığında çenesi dikleşti.
"Gelêr." (Rüzgâr.)
Ahmet, elini eteğini Çilingir ve Barış'tan çekip ellerini ceplerine soktu ve sağ dudağının kenarını ağırca kıvırdı.
"Ez derî û girtî û bi ser ne ji te re hebe, lê bi min tu nikarî li ser min bêyî çalakîyê. Ez çi me?" (Ben kapıyı açar, kilitlerim, ama sen bensiz açamazsın. Ben neyim?)
Hasan, çenesini kaldırdı ve elini boynuna doğru götürdü. Siyah bir ipi tutup çekiştirdiğinde ucundaki anahtara bakarak gülümsedi, Ahmet. Elini uzattığında Hasan, elindeki anahtarı Ahmet'in avcuna bıraktı.
"Evîna min ne bisekînin. Şênasên Elias Farouq ê vê şîfa bikar bînin." (Bu anahtarı kaybetmeyin. Elias Farouq'un adamları bu anahtarı kullanır.)
Ahmet, anahtarı avucunun içinde sakladı ve cebine koydu. Ahmet, Çilingir'e baktığında çenesiyle kapıyı gösterdi.
Hasan bir an için "Bey." diye seslendi. Ahmet, arkasına dönüp adama baktı.
"Bir uzun iki kısa selektör. Yavaşlayan her zaman sensindir. Ayrıca depolar her zaman saklanmak içindir."
Ahmet, adamın kesik cümlelerine ve anlamsızlığına kaşlarını çattı ama Hasan, elinin tersiyle 'Gidin' diye işaret verdi. Ahmet, Çilingir ve Barış handan çıkıp arabaya yürüdüklerinde Çilingir'in bakışları arabanın üzerindeydi. Arabaya bindiklerinde Ahmet'in bakışları hâlâ handa geziniyordu.
"Arabayı bodoslama yola çıkar, gideceğimiz yeri öğreniriz nasıl olsa." dediğinde Çilingir, Ahmet'i dinledi ve yola doğru sürdü. Birkaç metre handan ayrıldıktan sonra önlerine bir araç yerleşti.
"Araya mesafe koyup bir uzun iki kısa selektör çak, yavaşlarsa bizdendir, yavaşlamazsa arkadan yapıştır önüne geç." dedi ve kapının yanındaki kola tutundu. Çilingir, bir uzun, iki kısa selektör çaktığında arabanın belli bir seyirde ilerlediğini fark etti.
Çilingir "Barış tutun," dedi ve aracın hızını arttırıp arabaya arkadan sertçe çarptı. Öndeki araç bir an için sağa kırdığında Çilingir, direksiyonu sola kırdı ve iyice gaza abandı.
Ahmet, sağ aynadan arkaya baktı. "Uza, uza, uza." diye mırıldandı ve doğruldu. Çilingir'in parmakları direksiyonu sağlam bir şekilde kavradığında derin bir nefes alıp verdi.
"Sanayiden yine kurtuluş yok anasını satayım."
Ahmet, yüzünü sağa doğru çevirdiğinde dudağının sağ kenarı istemsizce kıvrıldı. Hüzünlüydü aksine bu gülüş. Bünyamin'in kardeşiydi sonuçta Bora. Ahmet, gözlerini dağlarda gezdirdi. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı ve gözlerini açtı. Bir an için bakışları rüzgâr türbinlerine kaydı. Kaşları çatıldı.
"Sağa dön, sağa dön!" diye bağırdı bir an için.
"Yol yok."
"Lan dön!"
Çilingir, irkilerek hızla sağa kırdı ve toprak arazide sürmeye devam etti. Aracın içinde sarsılarak gittiklerinde Çilingir, dişlerini sıktı.
"Ne geçiriyorsun aklından?"
Ahmet, sıkıntıyla kapının üzerindeki kola tutundu.
"Adam kurduğu cümlelerle nerede olduklarının cevabını verdi zaten. Rüzgâr türbinlerinin altına dikkatli bak, depo var."
Barış hızla cama yapıştığı sırada Ahmet, tepedeki sarı lambayı kapattı.
"Farları kapat, kör görüş."
Çilingir, Ahmet'i dinleyip kör bir şekilde sadece düz ilerlemeye devam etti. Rüzgâr türbinlerine yakın bir mesafeye yaklaştıklarında Çilingir, etrafı kolaçan edip aracı durdurdu. Ortalık sessiz duruyordu.
"Nasıl arabayı oraya sokacağız?" diye sorduğunda Ahmet, alt dudağını dişleyerek kaşlarını çattı.
"Barış peçeleri çıkar." dediği an Barış, öndeki koltuğun arkasındaki bölmeye sıkıştırdıkları peçeleri çıkartıp öne uzattı. Birini kendine alıp yüzünü kamufle ettiğinde Ahmet ve Çilingir de yüzlerini saklamıştı. Ahmet, cebindeki anahtarın varlığını yeniden kontrol ettiğinde derin bir nefes aldığında kafasını ağırca salladı.
"Asla konuşmuyorsunuz. Kürtçe değil Arapça konuşuyorlardır. Şiveniz yetersiz gelebilir."
Çilingir, gözlerini devirdi.
"Sağ ol ya çok motive ettin şu an."
Ahmet, peçesinin altından gülümsedi.
"Dedi, Çilingir."
Çilingir, kafasını iki yana sallayıp etrafı kolaçan etti ve kapı kulpuna doğru uzandı. "Ee, haydi inelim." dedi ve arabadan indi. Üçü de toprak zemine bastığında, Çilingir ne olur ne olmaz, aracı kilitledi ve anahtarı cebine koydu. Ellerinden biri belindeki silahın kabzasında, adımlarını yavaşça atmaya başladılar.
Etraflarında kimse yoktu. Deponun arkasından yavaşça ilerlediklerinde yine kimseyi görmediler. Ancak deponun kapısı açıktı. Çilingir, sessizce içeriye doğru adım attı. Diğerleri de ardında, aynı temkinlilikle takip etti. Birkaç adım daha attıklarında, yerde yatan Kartal'ı gördüler.
Kartal'ın gözleri kapalıydı ve vücudu sertleşmişti. Ahmet, hızla yanına yaklaşıp, nabzını kontrol etti. Çilingir'in bakışları, hala içeri girmeye çekinen bir dikkatle odaklanmışken, Barış birkaç adım geri çekildi, etrafı dikkatle izliyordu.
"Hayatta mı?" dedi Çilingir, hafifçe sesini alçaltarak.
Ahmet, kalbinin hızlı atışlarını hissederek, Kartal'ın vücuduna bir süre baktı. Sonra başını salladı. "Evet ama yaralı. Hızlıca çıkmamız gerek."
Barış, bir an için içeriye bakıp dışarıyı kolaçan etti.
"Caner nerede lan!" diye fısıldadı. Ahmet, Kartal'ı sırtına alıp yürümeye başladığında zihnine ve diline düşenleri paylaştı.
"Kimse olmadığına göre Barış? Onu büyük ihtimalle başka yere götürdüler. Çıkalım buradan." dedi ve koşmaya başladı. Gerçekten de öyleydi. Kimseler yoktu ve Kartal ile birlikte araca bindiler. Çilingir arka koltuğa, Barış'ın yerine geçmiş, Kartal'ın yaralarına bakıyordu. Ahmet, şoför koltuğunda Barış ise hemen Ahmet'in yanındaki koltuktaydı hızla gaza abandı.
Çilingir, "Yayında uyluğuna bıçak yemişti." dedi ve diğer yaralarına bakarken yüzündeki peçeyi çıkartıp Kartal'ın bacağını kaldırdı. Uyluğundan gelen kan sızdırmaya devam ediyordu. Peçeyi kesiğin üst kısmından bağlayıp sıktığında Kartal'ın inlemesini işitti. Çilingir, Kartal'ın yüzüne odakladı.
"Koçum dayan, dayan biz geldik. Kartal, duyuyor musun beni? Çilingir ben."
Kartal, gözlerini açmayı denedi fakat açamadı. Çilingir, sağ kapının yanındaki su şişesini alıp kapağını açtı, eline biraz döktü ve Kartal'ın dudaklarına sürttü. Ardından Kartal, hafifçe dudaklarını yaladığında Çilingir, şişenin kapağına biraz su koyup Kartal'ın aralı dudaklarının arasından sızdırdı. Kartal, sesli bir şekilde yutkunduğunda güçlükle "Caner." diye fısıldadı.
Çilingir, kaşlarını çatıp ona doğru kulağını eğdi.
"Caner ne koçum, nereye götürdüler söylediler mi?"
Kartal, yüzünü buruşturdu. "Caner." dedi ve yeniden dudaklarını yaladı. Çilingir, yeniden su kapağına biraz su koyup yeniden Kartal'a içirdi. Birkaç kere bunu tekrar ettiğinde Kartal'ın vücudundan bir titreme geçti. Çilingir, hızla Kartal'ın vücut ısısını elinin tersiyle kontrol edip kafasını iki yana salladı ve üzerindeki kabanı çıkartıp Kartal'ın üzerine örttü.
Çilingir, "En yakın hastaneye sürüyorsun değil mi?" diye sordu Ahmet'e karşı. Ahmet onaylayan bir hız artışı yaptığında Çilingir, yeniden Kartal'a baktı.
"Aslanım, Caner nerede?" diye sorguladığında Kartal, yeniden yüzünü buruşturdu.
"Caner." diye acıyla karışık inledi. Çilingir, nedenini bilmediği bir şekilde yüreğinin sıkıldığını hissetti. Kartal'a yaklaşıp kulağını dudaklarına yaklaştırdı. "Söyle koçum hadi, ne oldu Caner'e?"
"Götür." diye fısıldadı Kartal, "götürdüler." dedi kesikçe. Çilingir, kaşlarını çattı. "Nereye götürdüler?"
"Sur," kekeledi, "Suriye."
Çilingir, aldığı cevapla gözünü kapattığında sırtını kapıya yaslayıp alt dudağını dişledi.
🥺
1 Mayıs 2022 / Şırnak
Mete Mert Çakır, Ağzından
İtirazım Var, Timuçin Esen
Kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Yüreğimi sıkan öyle büyük bir çaresizlik tohumu vardı ki ciğerimin en derinlerinde nefes almamı engelliyordu. Dudaklarımın arasındaki sigaranın zehri bile, içimdeki nefesi bir nebze olsun durdurmuyordu. Dumanı ciğerlerime çekip gözlerimi kapattığımda bile bu ağırlık geçmiyordu. O his, iliklerime işlemişti. Soğuk, rüzgârın bile silemeyeceği kadar keskin bir soğuktu.
Parmaklarımın arasındaki sigaranın son nefesi dudaklarımda son bulurken yanımdaki küllüğe bastırıp askeriyeye girdim. Ellerimi ceplerime sokup sıhhiyeye doğru yürüdüğümde kapının önündeki Eyşan ile adımlarımı yavaşlattım ama durmadım. O da mı aynı şeyleri yaşamıştı?
Hamileliğini yalnızken öğrenmişti. Geldiğimde baygındı, o da mı Lara gibi hissetmişti? O da mı ağlamıştı bu şekilde?
Düşüncelerimi yanında durduğumda bir anlığına zihnimin en gerisine gönderip alnına doğru eğildim ve derin bir öpücük bıraktım. Geriye çekildiğimde gözlerindeki topraklarını üzerime atmasını istedim. Atsın, gömsün beni topraklarının altına. Yüzümün, bakışlarımın ne hâlde olduğunu bilmiyordum ama onun hüzünle büzülmüş kaşları peki iyi durumda olduğumu söylemiyordu.
Bakışları bir an için arkama kaydığında gözleri büyüdü. Hızla arkamı döndüğümde Çilingir, sırtında gözleri hafif açık ama yüzü gözü şiş Kartal'ı taşıyordu. Bakışlarım Barış ile Ahmet'e kayarken bir adım geri çekildiğimi fark ettim. Hızla içeriye girdiklerinde Ümit, koşarak Kartal'a baktı. Çilingir, onu boş bir sedyenin üzerine bıraktığında kaşlarımın yukarıya tırmandığını hissettim.
Caner neredeydi?
"Caner nerede?" diye sorguladığımda Çilingir'in bakışları bana çevrildi. Kehribarları soğuktu, ilk defa üşüdüğümü hissettim. Normalde alevle bakan gözleri sanki tüm ateşini kaybetmiş gibiydi.
"Küle dönmeye razıyım ben ama ateşimi benden almasınlar."
Caner'in cümleleri zihnimin en orta yerinde çınladığında o ateşin kendimi yaktığını fark ettim. Çilingir'in önümde durduğunu gördüm. Gözlerini kırpıştırdığında gözlerinden akan yaşı gördüm.
"Caner nerede Çilingir?"
Kaşlarım ne ara çatılmıştı bilmiyordum ama bakışları bir an için kaşlarıma kayıp gözlerime bakmıştı.
"Suriye'ye götürmüşler."
O tek kelime beynime saplandı.
Bir şeyler söylemem gerekiyordu ama dilim dönmedi. Ellerimi yumruk yaparken tırnaklarım avuçlarımı kesti. Hissetmiyordum. Acı, en derinde bir yerde yankılanıyordu ama dokunamıyordum. Arkamı onlara döndüğümde hiç kimseyi duymuyordum. Adımlarımın beni nereye götürdüğünü bilmiyordum.
Evet.
Zirve her zaman yalnızdı. Yükseklerde durmak, herkese tepeden bakmak kolay değildi. Rüzgâr, onun dostu gibi görünse de aslında en büyük düşmanıydı. Sürekli döver, durmadan parçalamaya çalışırdı. Soğuk, zirvenin iliklerine işler, kayalarını sertleştirirdi. Her mevsimde dimdik durmalıydı, çünkü zirve olmanın bedeli buydu. Güçlü olmak, yalnız olmaktı.
Ama Bozkurt?
O hep Zirve'ye geldi. Dağları aşıp, vadilerden süzülüp, ay ışığında sessizce ilerleyerek zirveye ulaştı. Yorulduğunda, nefesi tükendiğinde, pusulası şaştığında hep Zirve'yi buldu. Çünkü Bozkurt, yolların kurduydu ama her yol onu sonunda zirveye getirdi.
Zirve, onun yuvasıydı, durak noktasıydı. Bozkurt her defasında geldi, gökyüzüne en yakın yerde soluklandı, sessizce durdu. Rüzgârın fısıltılarına kulak verdi, soğuğun içinde ısındı ama hiçbir zaman uzun kalmadı.
Çünkü bozkurt doğası gereği gitmek zorundaydı. Yol onun çağrısıydı, hareket onun varlığıydı. Zirve onu tutamazdı. İstese bile...
Ve her defasında Zirve, onu izleyerek bekledi. Bir gün yine geleceğini bilerek. Çünkü Bozkurt'un yolu ne kadar uzun olursa olsun, onu en iyi anlayan yer, her zaman zirveydi. Şimdi ise Zirve'mi bulamıyordum. Yolum kaybolmuştu, evim, soluklanacağım yuvam, kaybolmuştu.
İlk defa nereye gideceğimi bilmiyordum.
🥺
5 Mayıs 2022 / Şırnak
Yazar, Ağzından
İnce Buz Üstünde Yürüyorum, Cem Adrian & Şebnem Ferah
Mete, sedyede yatan Kartal'a ve ona bakan Lara'ya odaklandı. Gözlerinde bir şeyler kaybolmuş gibiydi. Donuk, boş ve umutsuz bakışlarla Lara'ya bakarken, vücudu da bir tür ağırlıkla sanki ona yüklenmişti. Lara'nın hıçkırıkları boğazına takılıyor ama bir türlü çıkamıyordu. Mete donuk bakışlarını Çilingir'e çevirdiğinde içli, titrek bir nefes aldı.
Caner'in Suriye'ye götürüldüğünü öğrendiklerinden itibaren, her bir çaldıkları kapı, her bir gittikleri yer, her bir arama sadece onları daha derin bir umutsuzluğa itmişti.
Mete, hissettiği çaresizliği içini saran, ruhunu teslim alan bir karanlık olarak yaşıyordu. Bu kayboluş, Caner'in kaybolmuş olması değil, aslında bir tür kimlik kaybıydı. Nereye gitmeleri gerektiği, hangi kapıyı çalmaları gerektiği bile belirsizdi.
Koordinasyon merkezinde, Eyşan ve Selçuk birbirlerine sinirli bakışlar atarak, telefonlarla bağlantı kurmaya çalışıyorlardı. Eyşan'ın gözlerinde yalnızca bir şey vardı; bir umudu kaybetme korkusu. Her arama, her geçiştirdiği yanıt, onlara daha fazla umutsuzluk getiriyordu.
Selçuk her telefonla uğraşırken, içindeki kaybolmuş güven duygusu bir yıkıntıya dönüşüyordu ama Eyşan vazgeçmek istemiyordu. Bir şey vardı, biliyordu. Hala bir şey bulabileceklerdi. "Bulabiliriz, buna inanmak zorundayız," diyordu sürekli ama her saniye biraz daha belirsizleşen ses tonuyla.
Diğer yanda, Alparslan Çakır karısına sarılmıştı. Kadın, acının her zerresini taşıyor, içinde kaybolan bir hayata ağlıyordu. Alparslan, o an karısının acısına ortak oluyordu ama aynı acıyı kalbinde derinlemesine hissediyordu. O kadar ki, ona sarılmak bile artık bir anlam taşımıyordu. İçinde taşıdığı korku, kaybolan insanlar, kaybolan zaman, onu sarıp sarmalıyordu. Karısı ağladıkça, Alparslan'ın omuzlarına da bir yük biniyordu.
Kışlanın kapısında bir taksi belirdi. Şoför camını indirip yanına gelen askere baktı. "Ayışığı," dedi ama sesindeki anlamı yalnızca kendisi biliyordu. Bariyerler açıldı ve taksi hızla içeriye girdi. Askeriyenin önünde durduklarında yan koltukta oturan Caner, yanında oturan şoföre baktı.
"Ulan Şenol, az daha erken gelemedin mi amına koyayım?"
Yanında oturan Şenol, gözlerini devirip kafasını iki yana salladı ve taksiden inip Caner'in oturduğu koltuk kapısına koştu. Hızla kapıyı açıp Caner'in inmesine yardım etti. Caner taksiden inerken, her adımında zorlanıyordu. Bacakları sanki bir an daha taşımak istemiyordu onu. Vücudundaki yaralar belirgindi, ancak hala onu yere yıkacak kadar derin değillerdi. Omzundaki sargı bezi kabarıktı.
Yüzü, kirli ve yorgundu, ancak gözleri hâlâ bir şeylere odaklanacak kadar canlıydı. Yavaşça, şüpheyle etrafına bakarak, destek almak için birkaç adım attı.
Şenol, bir an için duraksadı. "Yürümekte zorlanıyor musun?"
Caner, yüzünü buruşturup kafasını salladığında Şenol önünde eğilip Caner'i sırtına aldı. Caner, küçük bir tebessüm ile kollarını Şenol'un omuzlarının önünde bağladığında Şenol, askeriye binasına girdi.
"Kontrollerini yaptırdık ama istersen bir revire götüreyim."
Caner, hızla kafasını salladı.
"İyi olur, belki Kartal'da oradadır." diye cevapladı. Caner, evine geri dönmenin sevincini ve burukluğunu dudaklarındaki küçük tebessümle taşıyordu. Onları izleyen askerleri fark ettiğinde gülümsemesini büyüttü ama bir an için sağ dudağının kenarındaki yarası acıdı. Ona rağmen yeniden ufacık bir tebessümü dudaklarında bıraktı.
Şenol'un sırtında revire girdiği an Kartal'ın yanındaki Lara'yı gördü. Lara, büyümüş gözleriyle ve aralanan dudağıyla ayağa kalktığında Mete'de aynı şaşkınlıkta ona bakıyordu. Çilingir, derin bir nefes vererek başını duvara yasladığında Caner, onların şoklarına bakıp güldü.
"Demişler ki öldü istihbaratçınız geri döndü."
"Lan!"
"Caner!"
Caner, Mete'nin ve Lara'nın bağrışıyla kahkaha atarak Şenol'un onu sedyenin üzerine bırakmasını bekledi. Caner'in kıçı sedyeye değdiği an Mete, Caner'e hızla sarıldı.
"Ulan, ulan korktum lan."
Caner, gülümseyerek Mete'ye sarıldı ama bakışları Lara'nın ağlayan gözlerinde kalmıştı. Caner'in dudaklarındaki gülümseme erirken gözleri bir anlığına doldu, Mete'yi yavaşça koltuk altlarından ittirdiğinde Mete, geri çekildi. Caner, sol elini Lara'ya uzattığında Lara, Caner'in elini bile tutmadan hızla Caner'in boynuna sarıldı. Caner'in kolları Lara'nın beline sımsıkı sarılırken Caner, burnunu Lara'nın boynuna sakladı.
"Çok korktum, çok korktum Caner."
Caner, burnunu Lara'nın boynundan çekti. Lara'yı iki bacağının arasına sıkıştırıp yüzüne baktı ve ellerini Lara'nın saçlarında dolandırıp gözlerini yüzünün her bir noktasında gezdirdi.
"Geldim güzelim, buradayım artık." dedi ve Lara'nın yüzünü yaklaştırıp dudaklarını Lara'nın yanaklarına bastırdı. Dudakları Lara'nın yanağında duraksarken derin bir nefes aldı. Caner, burnundaki hissettiği gözyaşıyla kendi gözyaşını da bıraktı. Derin bir nefes alarak, Lara'nın gözlerine baktı. Her şeyin, her kaybın ardından, bu anın değerini kavrayarak. Gözlerinden düşen yaşlar, yeniden hızla aşağıya süzüldü. Lara'nın elleri, Caner'in omuzlarına ve ardından sırtına geçerken, Caner yeniden ona daha da sıkı sarıldı.
Lara, "Çok korktum," diye fısıldadı, sesi titrekti. "Sana bir şey olsaydı... Benim için yaşam anlamını kaybederdi."
Caner, gözlerini kapatıp, başını Lara'nın omzuna yasladı. "Ama bak buradayım. Her şey geride kaldı." dedi. Hümeyra Çakır, hızla revirin kapısı önünde belirdi.
"Oğlum!"
Caner, "Aha basıldık!" deyip göz yaşlarını sildi.
Lara, burnunu çekerek Caner'den ayrıldığında Hümeyra Çakır, hızla oğluna sarıldı. Caner, gülümseyerek karşılık verdi. Hümeyra Çakır, geri çekildiğinde Caner'in bakışları kapıya çevrildi. Alparslan Çakır, kapının pervazından ona bakıyordu. Caner, dudağındaki buruk bir tebessümle kafasını eğip kaldırdığında Alparslan Çakır, dudaklarına buruk bir tebessüm yerleştirdiği sırada omuzları yükselip alçalmıştı.
Artık rahatlamıştı, çünkü oğlu geri gelmişti.
Alparslan Çakır, içeriye geçip kenara çekildiğinde Eyşan, Barış, Ahmet ve Selçuk içeriye girmişti. Eyşan, gülümseyerek kafa selamı verdiğinde hızla Mete'nin yanına yaklaştı. Mete, Eyşan'ın kolunu omzuna attığında dudaklarındaki büyük bir gülümsemeyle Caner'i izliyordu. Caner, Barış'a bakıp gülümsedi.
"N'aber yaprağım?"
Barış, kafasını sabır dilermişçesine salladıktan sonra gülerek Caner'e bakmaya devam etti. Caner, bir an için arkasına döndüğünde ona küçük bir tebessümle bakan Kartal'a kafasını eğip kaldırdı.
"Sen nasıl oldun?"
Kartal, kafasını eğip kaldırdı.
"Senin sayende daha iyiyim. Benim oradan kurtuluşum sendin Caner."
Caner, bir an için öylece Kartal'ın gözlerine baktı ve gülümsedi.
"Duymamış olayım, kayınço."
Kartal ile gülüştüklerinde elinde hissettiği ellere döndü. Sol elini, sağ elinin üzerindeki Lara'nın elinin üzerine koyup gülümsemesini genişletti. Lara, yanağını dişleriyle çekiştirip bıraktı.
"Caner benim sana bir şey söylemem gerek."
Caner, Lara'nın söylediklerine dikkatlice bakarken, onun sesindeki ciddiyeti hemen fark etti. Gülümsemesi küçüldü, gözlerine hafif bir merak ve endişe yerleşti. Lara'nın elleri hala onun ellerindeydi ama bu kez onun elleri daha sıkı tutuyordu, sanki bir şeyler anlatmak istercesine.
"Ne oldu?" diye sordu Caner, sesinde bir tedirginlik vardı.
Lara, gözlerini bir an için yere indirdi, sonra tekrar Caner'in gözlerine bakarak derin bir nefes aldı.
"Ben hamileyim ve ikiz."
Caner, Lara'nın söylediklerini duyduğunda gözlerinde bir şaşkınlık belirdi. Gözleri yeniden dolduğunda bir an için Lara'yı görememişçesine gözlerini kırptı. Sol ve sağ gözlerinden düşen damlalarla birlikte dudaklarının aralanmasına engel olamadı.
"Ne?" diye fısıldadı.
Lara, alt dudağını dişleyip Mete'ye baktı ama Mete'nin sağ dudağının kenarı hafifçe yukarıya doğru kıvrılmıştı ve Caner'e bakıyordu. Lara, yeniden Caner'e baktığında Caner, sol eliyle Lara ile kendini işaret etti.
"Bizim?"
Lara, ağırca kafasını salladığında Caner, havadaki sol eliyle koluna uzandı ve hızla kendine çekti. Kollarını Lara'nın bedenine sımsıkı sardığında burnunu Lara'nın boynuna gömdü. Omuzlarını düşürüp hıçkırdığında herkes şaşkın bir şekilde Caner'e bakıyordu.
Çünkü Caner, korkuyordu.
Hem de ne korkmak ama aynı zamanda, içinin derinliklerinde tarifsiz bir mutluluk kıpırdanıyordu. Onu sevinçten ağlatan da buydu belki. Hayat, ona en güzel mucizesini sunuyordu ve o, bunun hakkını verip veremeyeceğinden emin değildi. Lara'nın saçları yüzüne değdiğinde, kokusu ciğerlerine doldu. Kalp atışlarını hissetti, hızlı ve güçlüydü. O an, içindeki korkunun bir kısmı kayboldu.
Caner, "Lara, Lara," diye boğukça fısıldadı. Dudaklarını yalayıp Lara'nın yüzünü avuçlarının arasına alıp o an orada kim olduğuna bakmadan yüzüne gülerek öpücüklerini kondurdu.
"Öhö öhö!"
"Oha, yavaş!"
Babasının ve Kartal'ın seslenişlerini duyduğu an duraksadı. Gülüşü dudaklarında asılı kaldı.
Gülüşünün arasından "Hassiktir." dedi ve gözlerini kapatıp geriye doğru yıkıldı. Caner'de, zamanında utancından bayılan Mete gibi utancından dudaklarındaki salak gülüşle bayılmıştı. Sıhhiyenin içindeki kahkahalar ise kendini yeniden tekerrür etmişti.
-
BÖLÜM SONU
Üst üste bölüm mü attım? Biliyorum, biliyorum. Bende şok oldum. İlham perilerim geldi çatır çatır yazdım valla.
Öncelikle 5 Mayıs'a kadar ne olduğunu diğer bölümde öğreneceğiz, öğrendiniz artık bu tarzda yazmayı seviyorum. Bölüm için ne düşünüyorsunuz? Şenol? Hatırlayanlarınız var ise Lara ile Caner'i dağ evine bırakan kişi oydu. Caner'in ağzından her şeyi öğreneceksiniz. Güzel bir bölüm olduğunu düşünüyorum ama diğer bölümlerde ne olacağı bayağı bir sürpriz. O halde;
- SON 2 -
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle
Sultan Çakır
on şubat iki bin yirmi beş
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.29k Okunma |
1.47k Oy |
0 Takip |
88 Bölümlü Kitap |