50. Bölüm

XLI - KAYBOLAN ZAMANLAR

Sultan Çakır
sultanakr

Helüü, yine ben geldim. Nasılsınız? Bu bölümü yavaş okumanızı tavsiye edeceğim çünkü bu sefer Caner'in geçmişiyle ve geleceği arasında bir yolculuğa çıkıyoruz, çok değil ama bölüm içerisinde ayrıntılar gizli. Ayrıca bölüm sonunda sizinle bir konuşmam oldu. Orayı da okursanız sevinirim. Oy ve yorum yapmayı, Tiktok jr.napolita hesabını takip etmeyi ve destek vermeyi lütfen unutmayın.

O halde keyifli okumalar...

Bölüm Şarkıları;

Öyle Normal, Adamlar

Saman Sarısı, Emir Can İğrek

Anlayamazsın, Seksendört

Final Symphony, Pianza

Nerdeysen, Semiramis

İhanetten Geri Kalan, Sezen Aksu

🕊️

XLI

8 Şubat 2015 / Kara Harp Okulu, Ankara

Caner Cenk Çakır, Ağzından

Öyle Normal, Adamlar

"Caner, Caner, Caner!"

Barış'ın sesi Kara Harp Okulu'nun taş koridorlarında yankılandı. Arkamdan gelen sesi duyar duymaz kaşlarımı hafifçe kaldırdım, dudaklarımda belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Bu sesin devamında ya şaka ya da beni bir yerlere sürükleyecek bir teklif vardı. Ya da muhtemelen ikisi birden.

"Ne var Barış?" diye homurdandım, ona dönerken.

"Akşam partiye geliyor musun?" diye sordu, Kara Harp Okulu'nun ağır kapısından çıkarken. Ankara'nın keskin ayazı yüzümüze çarptı ama soğuğun büyük bir şey ifade ettiği söylenemezdi. Ellerimi ceplerime soktum, yanımda yürüyen Barış'a yan gözle bakarak alaycı bir gülümseme kondurdum.

Kaşlarımı kaldırıp "Gelmiyorum desem inanır mısın?" dedim, sesi biraz uzatarak.

Barış kahkaha attı. "Senin olduğun yerde tesadüfen de olsa bir kadın varsa, sen kesin oradasındır. O yüzden inanmak gibi bir hataya düşmem."

Omuz silktim, gülümsemem iyice yayıldı. "Ne yapayım Barış? İnsanlar benimle sohbet etmeye bayılıyor. Ben de iyi bir dinleyiciyim."

"Hah! Tabii ki! Büyük ihtimalle dinlerken de gözlerin, o kadının dudaklarından inip göğsünü dolaşıyor."

Gülerek, şakayla dirseğimi yanına vurdum. "Konuşma tarzımın etkileyici olduğunu söylemek varken, neden böyle kaba tabirler kullanıyorsun anlamıyorum?" dedim, masum masum sırıtarak.

Alt sokaktaki eve doğru ilerlerken Ankara'nın sararmış sokak lambaları yürüdüğümüz yolu loş bir ışıkla aydınlatıyordu. Caddelerde hava soğuk ama atmosfer sıcaktı. Yanımızdan geçen iki kız bize bakarak gülümseyip yürüdüklerinde Barış'a baktım.

"Bu gece iyi geçecek, hissediyorum." dediğimde Barış kıs kıs güldü.

"Umarım hissiyatın bu sefer seni mahcup etmez, Caner. Geçen sefer tek gecelik diye konuştuğun kadının, nişanlı olduğunu öğrenince suratının halini unutamıyorum."

Suratımdaki mimikler anında kaybolduğunda gözlerimi devirdim. "Sus sus, hatırlatma. Allah'tan bir şey olmadı aramızda."

Eve vardığımızda kapıyı açıp içeri daldık. Salondaki siyah, üç kişilik koltuğun bir kenarındaki Mete, bacak bacak üstüne atarak oturmuş, dizlerinin üstünde bir kitap vardı. Karşı koltukta ise sigarasını içen Çilingir vardı.

"Beyler," dedim, kollarımı iki yana açarak. "Bu gece Ankara sarsılacak. Hepiniz buna hazır mısınız?"

Mete, yüzünü kitaptan ayırmadı ama gözlerini hafifçe kitaptan kaldırdı, bana baktı. Mete'nin alttan bakışı her seferinde bir an için ödümü bokuma karıştırıyordu. "Sarsılacak mı? Senin rezilliklerin yüzünden okuldan atılmazsak iyidir."

Çilingir sigarasının dumanını üfleyerek sırıttı. "Parti var yani? Olaysız dönebileceğinin garantisini verebiliyor musun bari?"

Göz kırpıp güldüm. "Benim garanti verebileceğim tek şey, bu gece çok eğlenecek olmam Çilingir."

Mete, başını iki yana sallayarak gözlerini açık sayfaya indirdi. "Allah seni ıslah etsin Caner. Ben yoruldum artık, bir şey demiyorum."

Barış, kahkahaya boğulurken omuz silkip kabanımı sandalyeye astım. Bakışlarım Mete'de kaldığında bir an için küçük bir iç çektim. O kızı hâlâ unutamıyor olması takdire şayandı ama onu ne kadar durgunlaştırdığının bilincinde değildi. Düşüncelerime ket vurarak gözlerimi devirdim ve odama geçtim.

Dolabı açtım. Şık olmalıydım ama bir yandan da rahat bir şeyler giymek istiyordum. Ne de olsa, her şeyin mükemmel olması gerektiğini biliyordum. Elim dolaptan bir gömlek ve pantolon seçerken, dışarıdaki sesler daha da belirginleşmeye başladı. Barış'ın şakaları, Çilingir'in alayları ve Mete'nin durgunlukla verdiği cevaplar... İster istemez, birden çok farklı atmosferin içinde kayboluyordum ama bu gece, kaybolmak istemiyordum.

Gömleğimi giyip aynaya bakarken, bir süre kendi yansıma­mı inceledim. Gün geçtikçe tatbikatlar ve antrenmanlar sayesinde vücudum gelişmeye başlamıştı. Giderek kalıplı bir insana dönüyordum. Siyaha boyadığım saçlarımın diplerinden gelen sarıları fark ettim. Yeniden boyatmam gerekti. Çünkü boyamadığımda Mete ile gerçekten birbirimize benziyorduk. Kafamı iki yana sallayıp ellerimi saçlarıma daldırdım. Dağıtıp serseri bir hava verdim.

Saç diplerimdeki renk değişimlerini sakladığımda derin bir nefes aldım. Bu geceyi farklı bir şekilde geçireceğimi biliyordum. O kadar eğlenmeliydim ki, geriye dönüp baktığımda sadece öylesine bir günmüş gibi hatırlamalıydım. Başka hiçbir şey değil.

Gözlerim bir anlığına çalışma masasına doğru kaydı. Açık kalan günlüğe bakışlarımı gezdirdim. Mete, onun günlüğünü okuduğumu biliyordu ama bundan çekinmiyordu. Aynanın karşısından çekilip masaya yaklaştım. Derin bir nefes verip bakışlarımı yazıda gezdirdim.

08 Şubat 2015

Bugün, sabah erkenden yapılan tatbikat yine herkesin sınırlarını zorladı ama sanırım, bu benim için tekdüzelikten çok daha fazlası. Benim için, her geçen gün seninle ilgili daha fazla şey keşfetmek gibi. Birlikte olmasak da kara kışın en sert günlerinde bile içimde bir sıcaklık oluyor. O sıcaklık sensin, Asena.

Kaşlarım yukarıya doğru kıvrıldı. "Kızların sana baktığını ama senin yüz vermediğini de yazsaydın keşke."

Tatbikatın sonunda hepimiz yorgunduk ama ben seni düşündüm. Bugün senin gülüşünü, o kararlı bakışlarını hayal ettim. Sadece bir an için bile olsa, seni gördüğümü hayal etmek bana güç veriyor. Her şeyin üzerine kararlılıkla basan, en zor anlarda bile soğukkanlı kalabilen biri olduğunu düşünüyorum.

"Ağzına sıçacak gibi hissediyorum." Gözlerimi bir an için sağa çevirdim. "Sanki şu an yokluğu sıçmıyor da." Yeniden yazıya bakıp kaldığım yeri buldum.

Belki de seninle bir gün gerçekten bir araya gelebilirim, belki de birlikte mücadele edeceğiz ama o zaman geldiğinde, seni hayal ettiğim gibi değil, yanında gerçek olarak görmek istiyorum. Çünkü senin gerçekliğin, hayal ettiğimden çok daha fazla şey ifade ediyor.

Benim için zorlu geçiyor bazen karanlıklar ama o karanlıkta gözlerimi kapadığımda, senin o ışığın gözlerimde beliriyor. İyi ki tanıdım seni, Asena. İyi ki küçüklüğümsün, 10 yaşımsın. Belki de yarının karanlıkları, seni ve beni daha yakından bir araya getirecektir. Bugün seni düşünmek, benim için bir ödül oldu.

Belki bir gün, bu yazdıklarımı sana gösterebileceğim ama o güne kadar, sana sadece kalbimi yazıyorum.

MMÇ

Onun içindeki sıkışmışlık, beni bazen düşündürüyordu. Belki de birinin peşinden gitmek, onu bulmak, gerçek bir şeyler yaşamak için çaba sarf etmekti ama bunu daha ne kadar sürdürebilirdi ki? Günlüğü okuduğumu anlaması için kapattım ve odanın kapısını açıp salona döndüm.

"Barış, hadi!"

Barış, karşı odadan çıktığında ellerimi ceplerime sokup Mete'ye baktım. Artık koltuğa ayaklarını uzatmış, yüzü bize dönük yan bir şekilde uzanıyordu. Ona doğru yaklaştığımda kırlente yasladığı başını geriye itti, yüzünü bana çevirip gözlerini benimkilerle birleştirdi.

"Okudun mu?"

Bir şey demeden yüzüne baktım.

Derin bir iç çekti. "Ne anladın okuduğundan?"

Sırıttım.

"Aptal olduğunu."

Dişlerini gösterircesine sırıttı ve kıkırdadı.

"Görürüz senin de bir gün aptal olduğun günleri." dedi, kafasını sallarken.

Çenemi boynuma doğru yaklaştırıp kaşlarımı kaldırdım. "Buna inanıyor musun cidden?"

Mete, gözlerimin içine derince baktığında kaşlarını kaldırdı, "Kim bilir?" kaşlarını indirdi. Dudağının sağ kenarı alaycı bir şekilde kıvrıldı. Gerçekten bir gün değişeceğime inanıyordu ama daha çok hayal kurardı. Mete, derin bir nefes alıp verdi ve gözlerini kıstı.

"İyi eğlenceler ama olay çıkartma Caner."

Elimle kendimi gösterdim, "Kim, ben mi?" dedim sahte bir masumiyetle.

Çilingir kahkahasını zor tuttu. "Geçen sefer kimin sevgilisini elinden almaya çalışıyordun Caner?"

Gözlerimi kırpıştırdım, geriye doğru çekildim. "Beni suçlamayın, suçlanacaksam da en azından keyifli bir sebep olsun." deyip kabanımı giydim. Barış, kapıyı açıp çıktığında kapıyı tuttum ve Barış'ın peşinden çıkarken kapattım. Dışarıdaki Ankara'nın soğuğu yüzüme çarptığında, bir an için kabanıma daha sıkı sarındım. Barış'la birlikte sokağın köşesinden dönerken, önümdeki parti mekânına doğru yürüdük. Müzik sesleri, uzaklardan gelmeye başlamıştı.

Barış, birkaç adım önümde, omuzları geniş, yüzü gülerek yürüyordu. "Yine ortalığı dağıtacağız, Caner," dedi, gözlerinde bir parıltı vardı. "Bütün geceyi elimize alacağız, benden söylemesi."

"Bunu çok seviyorum," dedim, hafifçe gülerek. "Burası bizim arka bahçemiz gibi olacak."

Mekânın önüne geldiğimizde, ışıklar ve kalabalık, beni her zaman olduğu gibi cezbetmişti. Girişteki güvenlik görevlileri bizi tanıyordu, Barış'la baş selamını verdik ve içeri adım attık. Müzik sesinin arttığı anda, bir anda herkesin dikkatini üzerime çektiğimi hissettim. Göğsümü gere gere yürüdüm, adımlarımın ritmi geceye uyum sağlıyordu.

Barış yanımda gülerek yürürken, mekânın içi adeta bir diğer dünyaya açılan kapı gibiydi. Hızla insan kalabalığının arasından geçtik, kısa sürede herkesin bizi fark ettiğini görebiliyordum. Mekânın ortasında ilerlerken, birkaç göz dikkatimi çekti. Gözlerim, en dikkatli ve en istekli bakışlarını bir şekilde benden kaçıranları bile hissediyordu ama bir an gözlerim, kalabalığın ötesinden gelen bir figüre takıldı.

Onun bakışları, etrafındaki dünyayı değil sadece beni görüyor gibiydi. Dikkatlice yaklaşan bir kadın vardı. Havadar bir duruşu vardı; kimseye boyun eğmeyen, adeta istediği her şeyi almak isteyen bir tür özgüven. Herkesle dans eden, herkesle gülüp eğlenen bir ortamda, o farklıydı ve bana doğru yürüyordu.

Yaklaştıkça, gözlerindeki kararlılığı daha da netleşti. Bir anlık durakladı, tıpkı bir aslanın önünde durması gereken bir av gibi. Gözlerimi kıstım ve yavaşça bir adım atarak ona doğru ilerledim.

"Caner," dedi, adımı telaffuz ederken dudaklarından dökülen her kelime adeta bir davet gibiydi.

"Evet, benim," dedim, sesimdeki alaycılığı gizlemeyerek. O an, herkesin bu kadar yaklaşamıyor olmasını bir kez daha içimde gururlanarak düşündüm.

"Eğlenceyi buraya taşımak istemez misin?" dedi, elleriyle mekânın içindeki boş alanı işaret ederek.

"Bilmem," dedim, hafifçe omuz silkerken. "Genelde eğlenceyi yalnızca kendi kurallarımla var ederim." Gözlerim, onun yüzünde gezinirken, hissettiğim şey tam anlamıyla bir meydan okuma gibiydi ama ben bunu seviyorum.

O, gülümsedi. "O zaman belki bana kurallarını öğrenme şansını verirsin, olmaz mı?" diye cevap verdi.

O an, gecenin kalan kısmı sadece ikimizin etrafında dönmeye başladı. Gecenin ilerleyen saatlerinde kendimi birden mekânın arka girişindeki sokakta buldum. Kadının dudakları tam dudağımın kenarındayken, bir an duraksadım. Bir şey vardı içimde, bu geceyi saran o soğuk, sert hava gibi, bana her şeyin sadece zevk ve arzu için olduğunu hatırlatan. O an, hissettiğim tek şey sadece fiziksel bir tatmindi. Hiçbir duygusal bağ, hiçbir bağlayıcı şey yoktu. Sadece o anda, o kadının bedeninin sıcaklığı ve benim etrafımda dönmesiydi.

Öpüşürken, ellerim beline sarılırken, bu ikili etkileşimdeki sadece bir anlık zevkin tadını çıkardım. Hiçbir masumiyet yoktu, sadece bir haşinlik vardı. O kadar sertti ki ne duygu vardı ne de yumuşaklık. Sadece o an, sadece o anın zevki vardı.

Kadın geri çekildiğinde, bir an dengesini kaybetti ama sonra gülümsedi. "İçeriye gidiyorum, çantamı alıp geleceğim," dedi ve dönüp mekâna gitti. Farkında olmadan elimin tersiyle dudaklarımın üzerini sildim. İsterse içeri girsin, isterse başka bir şey yapsın, beni ilgilendirmiyordu.

O sırada, tam arkamdan gelen bir motor sesi duydum. Siyah bir Vito aracı fark ettim, hızla arabayı durdurdu ve içinden inen iki adam hızla yakalarımdan tutup beni içeriye çektiler. Gözlerimin büyümesine engel olamamıştım.

"Lan, ne oluyor lan!" diye bağırdım, öfkeyle direnirken. Her şey aniden oldu. Bir saniye önceki rahatlığım, şimdi kaybolmuştu. Vücudumda keskin bir gerilim hissediyordum. Bedenimi bir ceketmiş gibi siyah deri koltuğa fırlattıklarında araç hızla öne atıldı. Bu işte bir şeyler vardı. Yavaşça gözlerimi arabanın içine odakladım. Bir adam sağımda, diğer adam ise tam önümdeydi. Karşımdaki adamın sağında biri oturuyordu.

Hızla giden araçta, soğuk bir sessizlik vardı. Gözlerimdeki öfke ve şaşkınlık bir araya gelip, içimdeki sorgulama hissini daha da kabartıyordu. Kaşlarımı çatarak onlara bakarken bir saniye sonra, karşımdaki adam soğukkanlı bir şekilde seslendi, "İstihbarattan geliyoruz. Sizi almak zorundaydık."

Bir an için adama bakarken durakladım. Ben başvuru yaptığımı unutmuştum ya lan!

Lan! Seçildim mi yani ben?

Çatık kaşlarım anında düzelirken dudağımın sağ kenarının çekildiğini hissettim. Karşımdaki adam, aynı benim yaptığım gibi dudağının sağ kenarını çekerek çarpıkça gülümsedi. Sağında oturan adamı gösterdi.

"Tanışın, arkadaşın olacak. Sen nereye gidersen o da seninle gelecek. Bir nevi gölgen olarak düşünebilirsin."

Bu açıklamanın ardından gözlerimi kıstım. "Gölge mi? Beni koruyacak mısınız?" diye sordum, gülümsemekle alaycı bir ton arasında bir şeyler vardı. Sağımdaki adam, bana baktı.

"Kara Harp Okulu'nda okuyan, 1280 Harbiyeli Caner Cenk Çakır." kaşlarını kaldırdı, "Asker çocuğusun; 22 yaşındasın, babanın adı Alparslan, annenin adı Hümeyra," kaşları düştü ve ciddileşti, "2003 yılında Şırnak'ta şehit olmuş. 1281 Harbiyeli Mete Mert Çakır'da ikizin."

Sağ bacağını sol bacağının üzerine attı. Başını sola doğru eğdi.

"Mücadele İtibar Teşkilatı Komutanı Alparslan Çakır'ın talimatı nedeniyle; ismin değişmek zorunda kalmayacak fakat senin istihbarat için çalıştığını, bir süreliğine kimse bilmeyecek. Buna Mete Mert Çakır ve Barış Gömlekçi de dahil. Babanız bizzat Mete'ye söylemesin dedi." çenesiyle sol çaprazımdaki kişiyi işaret etti, "Onunla tanış, bugünden itibaren Barış'tan sonra, en yakın arkadaşın o olacak."

Bakışlarım o kişiye kaydı. Benimle neredeyse aynı yaşta gibiydi ama bir şekilde daha olgun ve dikkatli görünüyordu. Gözleri koyu kahverengiydi, derin bir bakışa sahipti; bir şeyler gördüğünü, geçmişin izlerini taşıdığını belli ediyordu. Saçları kısa ve düzgün bir şekilde taranmıştı, ancak azıcık dağınık ve koyu kahverengiydi. Yüz hatları keskin ve belirgindi, çenesindeki hafif izler, onun zor zamanlardan geçtiğini anlatıyordu.

Yüzü, acımasız bir soğukkanlılıkla maskelenmişti ama gözlerinde küçük bir yumuşaklık vardı. Giydiği giysiler, onun dikkatli ve gizli bir şekilde var olduğunu gösteriyordu. Klasik, rahat ama işlevsel bir tarzda, koyu renkli bir deri ceket giymişti. Üzerindeki siyah tişört ise vücut hatlarını belli edecek kadar oturmuştu. Duruşu da onu özel kılıyordu, kesinlikle eğilmeyen ve her an harekete geçebilecek bir pozisyonda duruyordu.

Bana doğru elini uzattığında, istemsizce elimi uzattım ve sıktım. Bu, bir tanışma değil, sanki bir anlaşma gibiydi.

"Caner Cenk Çakır." dedim.

Gülümsedi.

"Şenol Barlas."

9 Ekim 2021 - 19:00 / Hakkâri

Caner Cenk Çakır, Ağzından

Saman Sarısı, Emir Can İğrek

Siyah keten pantolonumun dizlerinde hafif buruşukluklar vardı ama ütüsü bozulmamıştı. Hafifçe avuçlarımı dizlerimde gezdirip doğruldum. Üzerimdeki siyah gömlek, kol manşetlerine kadar düğmelenmiş, boğazımı sıkmayacak kadar rahat ama kusursuz bir kesimle vücuduma oturuyordu. Gömleğin üstüne geçirdiğim siyah yün kabanın omuzlarına düşen loş ışık, keskin hatlarını belirginleştiriyordu.

Dün geceden kalma baş ağrısı kafatasımın içinde yankılanıyordu. Kırılmış şişenin serin izlerini hâlâ ensemde hissediyordum. Saç diplerimde çiziklerin gerginliği vardı ama umurumda bile değildi. Bunu yapan bir kadın askerdi ve tuhaf bir şekilde, ona kızgın değildim. Hatta o andan sonra ilk kez, kalbimin bu kadar hızlı attığını hissetmiştim.

2019'da Mücadele İtibar Teşkilatı'na girdiğimden beri eskisi gibi değildim, biliyordum. Önceden sorumsuz, hovarda, belki de umursamaz biriydim. Şimdi ise belki de büyümüştüm. Belki de yalnızca kendimi düzeltmeye çalışıyordum.

Kapıyı açıp dışarı çıktım. Merdivenleri ağır adımlarla inerken, apartmanın içindeki soğuk hava tenimi yaladı. Zemine ulaşıp dış kapıyı açtığımda sokaktan gelen rüzgâr yüzüme çarptı. Gece iyiden iyiye bastırırken, sağa dönüp markete girdim. Lara, dün tanıştığımız, Kartal dediği kişiyle karşılıklı oturuyordu, büyük ihtimalle ikiziydi, birbirlerine benziyorlardı.

Lara'nın üzerinde kırmızı bir boğazlı kazak, altında ise mavi bir kot pantolonu vardı. Omuzlarına yaslanan küt kesilmiş kızıl saçları, ışığın altında ahenkli bir renge bürünüyordu. Benim geldiğimi fark ettiklerinde, adabı muaşeret usulü kafamı eğdim ve tezgâh arkasında duran askere döndüm.

"Kimliğimi ve silahımı ver."

Karşımdaki asker, kaşlarını kaldırarak gözlerimi taradı.

"Üsteğmenim, bugün için onaylı bir göreviniz yok."

Derin bir nefes aldım. "Görev dışı bir yere gideceğim, albayın haberi var. Kimliğimi ve silahımı ver."

Asker hızla başını sallayıp kimliğimi ve silahımı tezgâha koydu. Yanına bir kâğıt bıraktığında, kenardaki kalemi alıp çizelgenin üzerindeki adımın yanına imzamı attım. Kabanımın iç cebinden cüzdanımı çıkartıp kimliğimi içine koydum ve cüzdanı tekrar cebime yerleştirdim.

Arkamda bir hareketlenme hissedince göz ucuyla kapıya baktım. Lara dışarı çıkmıştı. Silahımı kabzadan kavrayarak belime yerleştirdim, ardından kabanımı düzelterek kapıya doğru ilerledim.

Bugün Şenol'la buluşacaktım. Bana bir evrakın olduğunu ve birlikte teslim etmemiz gerektiğini söylemişti. Kapıdan çıktığımda, sağ tarafta Lara'nın sigara içeceğini fark ettim. Çakmağı cebinden çıkarırken parmaklarının hafifçe titrediğini gördüm mü, yoksa bana mı öyle geldi?

Kapının önünden sola doğru bir adım attım. Kabanımın sol cebinden sigara paketimi çıkartırken sağ elim, sağ cebime girmişti. Sol baş parmağımla paketin kapağını kaldırıp dişlerimle bir dal çektim. Sağ elimle cebimde tuttuğum çakmağı çıkardım, sigaranın ucunu ateşle buluştururken çıkan tıkırtı, gecenin sessizliğinde yankılandı. İlk nefesi çekerken duman ciğerlerime yayılırken, o sırada sağ tarafımda hafif bir hareketlilik hissettim.

Lara.

Paketi ve çakmağı ceplerime geri koydum. Sigarayı dudaklarımın arasından alıp yüzümü hafifçe çevirdim, göz ucuyla ona baktım. Kırmızı kazağının kollarını biraz sıvamıştı, ince parmakları arasında sigarası titrek bir ışık gibi yanıp sönüyordu. Bana doğru dönmüş, çenesini hafifçe eğmiş, gözlerini sokak lambasının altındaki çatlak kaldırıma dikmişti. Dudaklarının arasından bir nefes bıraktı, duman usulca yüzünün çevresinde dağıldı.

"Dün için tekrar özür dilerim üsteğmenim."

Sesi dünkü cengâver halinden daha düşüktü, öylesine beklenmedik ve tereddütlüydü ki birkaç saniye boyunca tepki veremedim. Sigaramdan derin bir nefes çekip dumanı yavaşça bıraktım. Elimde kalan sıcaklığa rağmen, soğuk hava tenime yapışıyordu. Ona dönmeden önce gözlerimi kapatıp birkaç saniye bekledim, sesindeki pişmanlığı sindirmek ister gibi.

Gözlerimi açıp çenemi dikleştirdim. "Özür dileyecek ne var?"

Göz ucuyla yeniden Lara'ya baktığımda, ince kaşlarını kaldırmış marketin aramızdaki sızdırdığı ışığa bakıyordu. Sigara parmaklarının arasında yanıp sönüyor ama içmiyordu. Dudakları aralandı, bir şey söyleyecek gibi oldu ama sustu.

"Dün gece olanlar?" Sesi neredeyse fısıltıydı.

Başımı hafifçe eğip ona döndüm. Artık ikimizde, market kapısının yarattığı boşluktan birbirimize dönüktük ama o bana bakmıyordu. Soğuk, cılız ışığın altında yüzü daha solgun görünüyordu. En fazla ne olmuştu ki? Dün sadece kafamda şişe kırmış, tokat atmış, arabanın içindeyken tükürmek istemiş ve elimi ağzına koyduğumda ise bütün sıvısı avcumda kalmıştı. Eve geldiğimizde ise kalbimi delicesine çarptırmıştı, beklenmedik, en savunmasız bir anımda.

En fazla, ne olabilirdi ki?

Sesimi olabildiğince sakin tuttum. "Ne olmuş ki dün gece?" diye sorguladım.

Bunu söylediğimde kaşları hafifçe çatıldı. Sonra, sanki kendi içindeki tartışmayı kaybetmiş gibi iç çekti.

"Kafanızda şişe kırdım." dedikten sonra doğrudan gözlerimin içine baktı. Gecenin karanlığında ilk defa laciverti gördüm. O an annemin, bana on yaşında verdiği bileklikte asılı olan taşı hatırladım.

Lapis Lazuli.

Zihnimin içine düşen kelimeden kaçmak istedim. Yere bakarak burnumdan soluk vererek güldüm. "Evet ama beni tanımıyordun." dedikten sonra yeniden gözlerine baktım. Lara, gözlerini devirdi ama dudaklarının iki kenarı çok hafif kıvrıldı. Sigaramdan son bir nefes çekip yerdeki küllüğün içine attım. Ona tekrar döndüğümde, gözleri hâlâ üzerimdeydi.

"Beni affetmediğinizi biliyorum." dedi bir anda.

"Affetmek?" Kaşlarımı hafifçe kaldırdım. "Kim demiş affetmediğimi?"

Bir an, gözlerinde bir tereddüt belirdi. Bunu beklemiyordu.

"O kadar basit mi yani?"

Omuz silktim. "Değil. Ama unutmak yerine affetmeyi tercih ederim."

Bir şey demedi. Sadece başını eğdi, parmakları sigarasının etrafında daha da sıkılaştı. Dudaklarının arasına yaklaştırdı ve derin bir nefes çekti. Sigaranın ucunda yanan korun bir anlığına kalbimi sıkıştırdığını fark ettim. Kaşlarım çatıldı, neden böyle olduğunu anlayamadım. Bana bakmadan bir adım yaklaşıp dudaklarındaki sigarayı çekti ve yerdeki küllüğe sigarasını attı.

Tam bir adım arkaya gidecekti ki kapıdan çıkan askeri fark ettim. O an, refleks olarak elim sağ kolunun altından geçip beline kaydı, kendime doğru çektim. Elleri düşmemek için gövdeme yaslandığında gözleri irileşti, nefesini tutmuş gibiydi. Onun vücudunun sıcaklığını, derisinin gerilmesini hissettim. Gözleri ise odaklandığım tek şey haline geldi.

Lara'nın kokusu burnuma dolduğunda, anlık bir baş dönmesi hissettim. Portakal çiçeğinin taze ama derin tatlılığı, sanki güneşin ilk ışıklarıyla ısınmış bir bahçeden geliyordu. Bir an için, bu kokunun zihnime kazındığını fark ettim. Sanki bir bahar sabahında taze pişmiş kurabiyelerin kokusu gibiydi; tanıdık, huzurlu ve kaçınılmaz şekilde bağımlılık yapan.

Kalbim yeniden hızlı atmaya başlamıştı. Kalbimin ritmi dünkünden çok farklıydı. Göğüs kafesimi kırıp geçecek kadar güçlüydü. Ellerinin baskısı, sanki vücudumda yankı yapıyor, zihnimdeki bulanıklığı daha da derinleştiriyordu. Garip bir şekildeydi; sadece yakınlık değil, bir şey daha vardı, belki bir şeyler duygusal bir zeminde yankı yapıyordu.

"Şey... bıraksan mı artık?"

Gözlerimin büyüdüğünü hissettiğimde kırpıştırdım, sonra elim refleksle belinden kayıp geriye çekildi. Bir adım geriledim. Ne diyeceğimi bilemedim. Çarpışacaktınız mı desem, başka bir şey mi söylesem? Cümleleri ağzımda toparlamaya çalıştım ama kelimeler sanki boğazımda düğümlenmişti. Ne kadar basit bir hareket olsa da o an her şeyin fazla anlam taşıdığını hissediyordum.

"Çarpçak... çarpışcık... yani, çarpışacaktınız... çarpışmayın diye..."

Kulaklarımın ısındığını hissettim. Lara'nın kaşları yukarıya doğru tırmandığında bakışları kulaklarıma çevrildi, dudakları kıvrıldı. Elim hızla kulaklarıma gitti.

Hay dilim kökünden kopsun inşallah!

Gözlerine bakakalıp yutkunduğum sıra solumda bir korna çaldı. Hızla soluma döndüm, o kadar hızlıydım ki kabanımın uçlarının savrulduğunu hissettim. Sarı taksinin ön kapısına uzanıp hızla kapıyı açtım ve araca bindim. Kapıyı kapatıp gözlerimi kapattım, "Sür, çabuk sür!" diye bağırdım. O an, tek isteğim her şeyi hızla geçiştirmekti, zihnimde yankılanan tek şey de buydu.

Şenol, taksiyi sürmeye başladığında gözlerimi açtım, öne doğru eğilip sağ aynadan arkaya baktım. Hâlâ bıraktığım yerde duruyordu ve taksiye bakıyordu. Nefesim hızlanmış, omuzlarımda bir gerilim birikmişti.

"Ne oldu lan?"

Şenol'un sorusu zihnimde yankılandı. Ağırca doğrulup arkama yaslandığımda bakışlarım sağa doğru devrildi. Mete'yi düşündüm, gözyaşlarını ruhumda hissettim. Bunca çektiği şeyi ama ona rağmen mutlu olduğunu ve pişman olmadığını hatırladım. Bir an için kalbim, bir ağırlıkla boğulmuş gibi hissetti.

"Caner, ne olduğunu söyleyecek misin artık?"

Derin bir nefes aldım, belki de her şeyi susturmak için.

"Ben sanırım aptal olmaya başladım."

O sırada teypten çalan şarkının sözleri beni, acı gerçeklerin kollarıyla sarmaladı.

"Çıkаr her yol duvаrlаrа
Verip el kol kаpаnlаrа
Adаm olmаz diyenlere rаğmen
İnsаn olmа yolundа"

Kalbim, normalde hiç olmadığı kadar hızlı atıyordu. İçimde bir eksiklik vardı, sanki bir şeyleri tam olarak yerine oturtamamıştım.

"Kovаlаrken hаyаtımı
Yаkаlаndım sаnа bi' аn
Ne güzelsin аmа
Fotoğrаftа görebiliyorum аrtık"

Şimdi, bu garip, tanıdık olmayan hisse neden kapıldığımı anlamaya çalıştım ama kelimeler bunun için yetersizdi. Bir şeyler değişiyordu ve ben buna ayak uydurmaya çalışıyordum.

"Bir sаmаn sаrısı, bir dumаn kаrаsı
Anlаdım аmа zor oldu аnlаmаsı
Artık eski hаyаtımа dönüşüm yok
Ben deniz olsаm dа sen Ankаrа'sın"

Lara'nın gülümsemesi ve laciverte dönük gözleri, hâlâ gözlerimin önündeydi. Kafamı karıştıran bir şey vardı. Sadece fiziksel değil, bir başka şekilde etkilenmiştim. O an, hissettiğim şeyin ne olduğunu bilemediğimi fark ettim.

Aşk?

Bu his, daha önce hiç tanışmadığım, daha önce hiç hissetmediğim bir şeydi. Bunun olması ise imkansızdı.

Çünkü biz, bir yola çıkmış ve geri dönmeye mahkûm bir timdik ama onlar, bu toprakların timiydi; burada var olmuş, burada büyümüş, buranın savaşını yaşamışlardı. Bizim kadar uzak, bizim kadar yabancıydılar.

Şarkının bir cümlesi zihnimin en orta yerinde asılı kaldı, bir darbe gibi. O kelimeler, içimdeki boşluğu daha da büyüttü, bir ağırlık gibi hissettirdi. İmkânsız olduğunu yüzüme, her kalbimin teklemesinde daha da net bir şekilde vurdu.

"Bir sаmаn sаrısı, bir dumаn kаrаsı
Anlаdım аmа zor oldu аnlаmаsı
Artık eski hаyаtımа dönüşüm yok
Ben deniz olsаm dа sen Ankаrа'sın"

Şenol, taksiyi köşe başında durdurup başını bana çevirdi. Gözleri hâlâ sorgulayıcıydı ama ben çoktan emniyet kemerini çözüp kapıyı açmıştım bile.

"Ne haltlar karıştırıyorsun yine?" diye sordu.

Umursamaz bir tavırla omzumun üzerinden ona baktım. "Hayatımın en saçma gününü yaşıyorum, Şenol. Şu an konuyu açarsam tüm gece burada kalırız."

Şenol iç çekip direksiyona yaslandı. "İyi ama bir gün anlatacaksın."

Arabadan inip kapıyı çarpıp kapattım ve anında bedenim içgüdüsel olarak hareket etti. Yürümeye başlayan taksinin arkasına adeta süzülerek geçtim, duvara yapıştım ve hızlı bir bakış attım. Gözlerim sokakta bir hareketlilik olup olmadığını tararken, kaslarım refleksle gerildi.

Sessizlik.

Ay ışığı kaldırım taşlarına vuruyor, rüzgârın hafifçe savurduğu bir poşet, tek hareket eden şeydi.

"Tamam, Caner," diye mırıldandım kendi kendime. "Görev bilinciyle hareket et."

Bordo bereli yetilerim devreye girmişti artık. Gölge gibi ilerledim. Duvarın dibinden süzülerek apartman kapısına ulaştım, göz ucuyla markete baktım. O, yoktu. Hızla içeri girip daireme koştum. Kilit sesi gecenin sessizliğinde fazla yankı yaptı ama umursamadım. Ardından içeriye girip sırtımı kapıya yasladım ve başımı geriye çarptım.

"Ne yapıyorum ben ya? Sırf yakalanmamak için düştüğüm hâle bak."

Damağımı şaklatıp ayakkabılarımı gelişi güzel çıkardım. Ayağımın ucuyla onları kenara ittim ama biri devrilip kapıya çarptı. Umurumda bile olmadı. Üzerimdeki kabanı çıkartıp kanepeye fırlattım, elimle ensemi ovuştururken iç çektim. Doğruca mutfağa yöneldim. Dolabı açıp su şişesini aldım ama sonra duraksadım. Su falan kesmezdi bu gece. Dolabı kapatıp tezgâhtaki bardağı aldım ve koltuğun önündeki sehpaya bıraktım. Yüzümü ovuştururken içimden geçen tek şey, aklımdan silinmeyen o anın saçmalığıydı.

Ve işte o an beynim, "Çarpçak" kelimesini acımasızca suratıma vurdu.

Gözlerim büyüdü. "Çarpçak mı dedim ben gerçekten?"

Yeniden suratımı sıvazlayıp kafamı iki yana salladım.

"Sen git o kadar Uluslararası Lisan Eğitimi al, Türkçeyi kaliteli konuşmak için diksiyon eğitimi al, ondan sonra git kıza çarpçak de, aptal!"

Sanki biri bana geri sarıp tekrar tekrar izletiyormuş gibiydi. Lara'nın kaşlarını kaldırışı, kulaklarıma bakışı, dudaklarının kıvrıldığı o hafif gülümseme...

Hafifçe gülümsedim. "Hoşuna mı gitti acaba?" gözlerimi devirdim, "Yok yok, kesin dalga geçiyordu."

Yüzümü buruşturup elimle saçlarımı karıştırdım. "Hay dilim kopaydı keşke."

Kanepedeki kabanı tekmeyle yere düşürdüm, sonra oturup ellerimi yüzüme sürttüm. Ardından ellerimi dizlerimin üzerine koyup dikleştim.

"Caner kendine gel. Sen bir bordo berelisin, İSTİHBARATÇISIN!" sesim evin içinde yankılandı, ses tonumu düşürdüm, "Sayısız operasyonun içinden sağ çıktın, defalarca ölümle burun buruna geldin ama şu an beynini kemiren tek şey "çarpçak" kelimesi mi?"

Bir an için gözlerim sehpanın üzerine kaydı. Omuzlarımı düşürdüm.

"Çarpçık mı dedim, çarpçak mı dedim..." gözlerimi kapatıp koltuğa yan bir şekilde devrildim. "Allah kahretsin, ne dediysem işte!"

Gözlerimi kapattım ama nafile... Kafamın içinde hâlâ dönüp duruyordu o an. Yine Lara, yine o bakış, yine o gülümseme...

Kalbim göğsüme sığmayacak gibi atarken sırt üstü uzandım. Sağ elimi kalbimin üzerine bırakıp derin bir nefes alıp bıraktım.

Kaşlarımı çatıp "Yavaşla lan artık." diye mırıldandım. Elimi kalbimin üzerinden çekip ayaklarımı koltuğa uzattım ve sağ elimi enseme götürüp tavana baktım. Ruhum, hiçbir zaman tam anlamıyla durgun olmamıştı. Her zaman bir çatışmanın içinde, bir hareketin peşindeydi.

Peki şimdi?

Şimdi her şey farklıydı. İçimdeki bu savaş, bildiğim türden bir şey değildi. Ne bir mermi sesi vardı ne de bir hedefin peşindeydim. Sadece bir şey vardı, belirsiz ama bir o kadar da yakıcı. Görünmeyen bir ateş, sanki her an içimi kavuracak gibi.

Kalbimin göğsümde ritmi hiç hızlanmamıştı bu kadar. Sanki kalbim, göğüs kafesimden fırlayıp ellerime düşecekmiş gibi hissediyordum.

Benim dünyamda her şey her zaman netti. Bir düşman vardı, bir hedef, bir emir, hovardalığı bile saymıyorum artık çünkü yok. Şimdi içimde ne var? İçimdeki karmaşa, hedefi bile geçiyor. Bir şeyler değişti ama ne olduğunu anlamıyorum. Bunu daha önce hissetmedim. Şimdi bir şey var ama adını koyamıyorum. Tanımlanamayan bir şey. Bu his, bana her şeyin çok belirsiz olduğunu söylüyor ve bu, beni rahat bırakmıyor.

Ben, her zaman kendime güvendim. Hedefim belli, yolum belli, her şey belli ama şimdi? Bu belirsizlik, bu his beni savunmasız bırakıyor ve ben buna ne yapacağımı bilmiyorum.

Gerçekten aşk dedikleri şey bu mu? Daha önce duyduğumda sadece bir kelimeydi ama şimdi? Şimdi içimde yankılanıyor ama ben buna hazırlıklı değildim. Bu kadar farklı bir şey, bana başka bir dil gibi.

Ve en kötüsü, o his beni korkutuyor.

"Ne yapacağım şimdi?"

Cevabımı bulmak, düşündüğümden daha zordu.

30 Nisan 2022 / Sırra Kadem

Caner Cenk Çakır, Ağzından

Anlayamazsın, Seksendört

Gözlerimi açmaya çalışırken başımda dönen karanlık, her şeyi daha da zorlaştırıyordu. Ne kadar çırpınsam da ellerim ve ayaklarım bağlıydı, yerimden kıpırdamak imkansızdı. Sol omzumdaki acı, derin ve yanıcıydı, sanki birisi kemiklerimi kırmış gibiydi. Her nefes alışımda yara derinleşiyor, kanım vücudumun her köşesine yayılıyordu ama bu acı, diğer her şeyin önündeydi.

Kafamdaki çuvalı çıkarttıklarında dişlerimi sıkıp gözlerimi kırpıştırdım. Gözlerimin odağı yerine geldiğinde, uzandığım yerde hızla Kartal'ı aradım. Yavaşça kafamı geriye yasladım, gözlerim hâlâ bulanık ama ona odaklanmaya çalıştım. Bir metrelik uzağımda, arkamdaydı.

O da bağlıydı, çıplaktı, kanla kaplanmıştı. Sağ uyluğundan kan sızıyordu. Üzerimizdeki kanlar, çıplak bedenlerimizde donmuştu; sadece pantolonlarımız vardı, başka hiçbir şeyimiz yoktu. Derimdeki yaralar, onları hissettiğimde değil, nefes aldığımda, içimdeki boşlukta yankılanıyordu.

"Kartal..." diye fısıldadım ama sesim sanki kendi kulağımda bile silinip gitti. Bütün vücudum, her şeyim bağlı olmasına rağmen çırpınmak istiyordu. Bir şekilde, her bir kasım harekete geçiyor ama çaresizdim.

Kafamda tek bir düşünce vardı: Hayatta mı?

Bedenim çürümüş gibi, her şey kararmış, donmuştu. Ellerimle hiçbir şey yapamıyordum ama gözlerimle onu izlemek zorundaydım. "Kartal..." diye fısıldadım, boğuk bir sesle. Sesim kendi içimde, bir çığlık gibi yankılandı. Sadece yarım bir nefes alıp vermek bile bir çığ gibi kalbimde yankılandı.

Dişlerimi sıktım, "Kartal, beni duyuyor musun Kartal?" diye tısladığımda omzuma giren yanma ile yutkunmak zorunda kaldım. Yere yatmış bedenimi bağırarak kaldırdığımda titrediğimin bilincindeydim. Her hareketimle omzumdaki yara açıldı, kanım bir an için daha hızlı aktı fakat acı daha da büyüdü.

"Tamam, sakin ol. Tamam." diye kendime telkinde bulunup dişlerimi köklerimi oynatırcasına sıktım. Ayaklarımı yere bastırarak ona doğru bedenimi sürükledim. Yanına geldiğimde hızla kafamı eğip nefesimi tuttum, soluklarına baktım. Titrek solukları vardı ama en azından hayattaydı. Gözlerinin açıldığını fark ettiğimde derin bir nefes verdim.

"Kartal, kendini zorlama. Yaşıyorsun, yaşamaya da devam edeceksin. Duydun mu?" omzuma acı saplandı, dişlerimin arasından "Lara için yaşamak zorundasın!" dedim.

Kartal'ın o an sol gözünden bir yaş aktı. Dudakları aralandı.

"S...en...de."

Göz pınarlarıma dolan yaşlarla kafamı salladım. Gülümsedim.

"Tabi lan ikimizde yaşayacağız. Daha evlilik teklifi edeceğim ben senin ikizine."

Halimize hem güldüm hem de ağladım.

Hayata tutunmak için yaptığım bir şeydi ama gözlerimdeki yaşlar kadar acı vardı. O acı, her geçen saniyede daha da keskinleşiyordu. Kartal'ın bana doğru bir şeyler söylemeye çalışması, acının içinde doğan bir umut ışığı gibiydi. O an sadece birbirimize tutunabilirdik, başka hiçbir şey kalmamıştı. Lara'nın adı o kadar gerçekti ki, onun varlığı bile tüm bu kaosun içinde bir sığınak gibiydi.

Arkada bağlı ellerimi her çekiştirdiğimde omzumdaki yara derinleşiyor, kanım vücudumdan hızla çıkıyordu. Başımı döndüren bir diğer acıydı bu ama gözlerimi kırpıştırıp Kartal'a odaklandım. Bir şekilde onu hayatta tutmalıydım. Hızla başımı çevirdim, sağ uyluğuna yaslandım.

"Canın acıyacak ama yaslanmak zorundayım, uyluğundan çok kanama geliyor."

Zaman kavramımız yoktu. Ne kadar süre geçtiğinin farkında değildik. Donuklaşmış gözlerimi Kartal'ın göğsünden çekmiyordum. Nabzını fark edebiliyordum. Her bir atış, beni biraz daha canlı tutuyordu. Acı artık bedenimi terk etmişti, hissizlikten başka hiçbir şey hissetmiyordum ama bir şekilde bu hayatta kalma savaşı, ikimizin de içinde bir kıvılcım bırakıyordu.

"Caner."

Kartal'ın fısıltısını duyduğumda yüzüne baktım.

"Buradayım." dedim, çatlamış sesimle.

Kartal'ın dudakları silik bir şekilde tebessüme kıvrıldı.

"Lara," dedikten sonra biraz bekledi ama bende de küçük bir tebessümün var olmuştu. "Bir şey olursa sana emanet."

Dişlerimi sıkıp gözlerimi kapattım.

"Hayır." diye dişlerimin arasından fısıldadım. "Birlikte bakacağız o kıza." Gözlerimi açıp yüzüne baktım. Gözleri hafifçe açılmıştı. Kafamı salladım. "Ne o sensiz ne de bensiz yaşayabilir."

Kartal'ın dudakları hafifçe titredi. "Uyumak istemiyorum, konuşsana." diye güçlükle mırıldandığında hafifçe yutkundum. Yanağımın içini dişledim, ne anlatabilirdim ki?

"Lara'ya," dedim farkında olmadan, "bencil davrandım."

Çaresizce dudaklarımı büktüm.

"Bırak beni, koşma peşimden demişti ama ben onu bırakamadım. Eskiden çok şerefsiz biriydim. Duygularım yoktu, sadece günlük ilişkilerim vardı, zevk için yapardım." sola ne ara gittiğini bilmediğim gözlerimi Kartal'ın gözlerine geri çevirdim. Gözleri biraz daha aralanmıştı ama hâlâ kısıktı. "Bencil davrandım, bırakmadım. Sevdim, Lara'yı gerçekten çok sevdim. Kalbim ilk defa attı benim Kartal."

İlk defa kıkırdadım.

Gülerek "Hem de nasıl. Delirdim sandım ki olabilirim de." dedim.

Kartal'ın seslice yutkunmasını işittim. "Peki... ilk ne zaman âşık oldun?" diye sordu güçlükle. Zihnime düşen anıyla güldüğüm sıra gözlerim bulanıklaştı.

"Hakkari'de." sesim çatladı, "İlk başlarda kendime yediremedim, adını koyamadım, imkânsız dedim." gözlerimi kırpıştırdım, akan yaşlar sıcak bir ateş gibiydi. Titrek bir nefes aldım.

"Karşısında kekelediğimde âşık oldum ben ona."

Kartal'ın yeniden yutkunduğunu duydum.

"Ben... ilk başta sizin olmanızı istememiştim." dedi ve bir süre bekledi. "Senin bayıldığın gün," kelimeleri güçlükle söylemeye çalışıyordu, "Mete ile konuştum. Bırak sevsinler, karışma dedi, ondan sonra bıraktım bir şey demeyi."

Kafamı iki yana salladım.

"Bunu düşünme, sonuç olarak her şey geride kaldı. Bak, Lara ile bir gelecek düşünüyorum. Umarım yüzük sağlamdır."

Kartal'ın burnundan nefeslenerek güldüğünü fark ettim. Burnumu çekip dudaklarımı büktüm. "Kurtulacağız buradan, sana şu an anlatamadıklarım var ama sadece korkma diyebilirim."

Kartal'ın kaşları çatıldı.

"O ne demek?" diye sorguladı yavaşça.

"Bizi ayıracaklar. Eğer beni götürürlerse sakın korkma. Seni elbet birisi bulacaktır. Çok yaralısın, işlerine yaramazsın diye seni götürmeyeceklerdir ama beni götürecekler. O yüzden eğer beni götürürlerse, sessiz kal, ta ki birileri seni bulana kadar. Güvende hissetmediğin kimseye konuşma."

Kartal ağırca gözlerini kırpıştırdı.

"Nasıl bu kadar eminsin?" diye sorguladığında gözlerimi kırpıştırdım ve etrafıma bakıp kulağına doğru eğildim.

"Gölgem var, istihbarattan, taksici. Kaçırıldığım gün, yani kaçırılmadan hemen önceye kadar, benim arabamın arkasından beni takip ediyordu. Ekipsiz çalışıyor, ikimizi buradan tek çıkartamayacağı için gelmiyordur."

Güçlükle, "Peki, seni nereye götüreceklerini söylemezler, senin tahmin ettiğin bir yer var mı?" diye yeniden sorguladığında yanağımın içini dişledim. Elias Farouq, Suriye'nin topraklarından mesuldü ve onun topraklarını ondan başka kimse iyi bilemezdi. Yeniden kulağına eğildim ve derin bir nefes verdim.

"Suriye ama sen bu bilgiyi, seni bulduklarında yalnızca güvenilir biriyse söyle."

Olduğumuz yerin kapısı gürültüyle açıldığında hızla Kartal'ın kulağından uzaklaşıp kapıya baktım. İki iri yarı adam bize doğru yaklaşıp beni kollarımdan tutup sürüklemeye başladıklarında bakışlarım etrafı taradı. Acı hissetmiyordum çünkü vücudum buna artık alışmıştı.

Beni bir transite bindirdiklerinde transitin içindeki adam ayağa kalktı ve aracın kapısını kapattı. Gözleri bile görünmüyordu. Transit yola koyulduğunda önümde diz çöktü.

"Ayışığından selamlar."

Derin bir nefes verip kafamı arkaya yasladım.

"Zamanlamana sokayım Şenol." diye fısıldadığımda aklım sadece Kartal'da kalmıştı. Kaşlarımı çatıp ona baktım. "Niye bu kadar geç kaldın? Kartal'a ne olacak? Çok kan kaybetti." diye yeniden fısıldadığımda kafasını iki yana salladı. Elini kaldırıp yaralı omzuma yaklaştırdı, hissetmedim.

"Üçüncü anahtar diye bir şey vardı hatırlıyor musun? Ne olduğunu araştırsak da öğrenememiştik? Heh, işte o anahtarı Elias'ın adamları kullanıyormuş. Önce anahtarı ben buldum. Sonra Tahir'i aradım, kendine anahtar alması için gönderdim, anahtarı almış ama geri dönerken sizinkileri görmüş. Çilingir ve Barış, yanlarında da adını bilmediği bir adam varmış. Tahir'in anlattığına göre Tahir, önlerine arabayı kırmış, Çilingir sürüyormuş, bir uzun iki kısa selektör çakmış. Neden olduğunu anlamamış. Sonra bir anda buna arkadan vurup gitmişler."

Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım.

"Buraya doğru mu geliyorlardı?" diye sorduğumda kafasını salladı.

"Elias adamları çağırdı, depoyu boşalttırdı, etrafta kimse kalmadı. Bizi de seni almak için gönderdiler, Irak'a gidiyoruz."

Kaşlarımı çattım.

"Biz neredeydik ki?"

"Mardin sınırındaydık, Suriye'nin hemen çizgisinde."

Aptal kafam.

"Ee ben Kartal'a Suriye'ye götürecekler dedim."

Şenol'un elleri havada bir an yükseldi ve yeniden yarama uzandı. O an, dudağındaki hafif kıpırdanış bir tuhaflıkla dikkatimi çekti ama zihnimdeki yoğun baskı, söylediklerini anlamamı engelliyordu. Kaşlarımı çatıp ona odaklanmaya çalıştım fakat bir türlü anlamıyordum.

"Ne?" dedim, sesi bir daha duymak için kendimi zorladım.

Şenol'un sağ eli havada bir hareket yaptı ama kulaklarımda yankı yapmıyordu. Duyduğum şeyler sanki benim zihnimle çatışıyordu. Gözlerim onun dudaklarını takip etti ama bir anlam aramak, bana imkânsız gibi geldi.

"Ha?" diye fısıldadığımı hissettim.

O anda Şenol'un eli birden yanaklarıma değdi, soğuk ve ani bir dokunuşla irkilip yerimden sıçradım. Şenol, eline ateşe değmişçesine çektikten sonra hızla kenardaki su şişesini alıp, kapağını çevirip avucuna suyu döktü. Bir saniye sonra, o soğuk su yüzüme çarptığında, vücudum bir sarsıntı geçirdi. Su damlaları yüzümde aşağı doğru süzüldü ve o soğukluk, zihnimi de dondurdu. Bir an her şey sessizleşti. Derin bir karanlık hissettim. O karanlık, her şeyin anlamını yavaşça silip süpürdü, kafamda dönen düşünceleri yok etti.

5 Mayıs 2022 / Şırnak

Caner Cenk Çakır, Ağzından

Vücudum hâlâ aynı ölü toprak gibiydi, yerimden kımıldayamıyordum. Bir an için ne zaman bayıldığımı hatırlayamamıştım ama bilincim yavaşça geri geliyordu. Her bir parçam sanki birer taş gibi ağır, uyuşmuştu. Gözlerimi açmayı denedim. Bir an için karanlık dünyama bir şeyin ışık tuttuğunu hissettim ama bu ışık, gözlerimi açmamı engelleyen bir perde gibi kalıyordu.

Zihnimde bir yankı vardı. Barış'ın sesi, o gürültüyle karışan laf atmalarını duyabiliyordum. Her şeyin ötesinde, omzumda yoğun bir acı vardı. Biraz daha açmaya çalıştım gözlerimi. Her şey bulanıktı. Gözlerim sanki donmuş gibiydi fakat yine de o tanıdık seslerin birinin yaklaştığını hissedebiliyordum.

"Ya yemin ediyorum ha sen ha Caner. İkiniz de aynısınız amına koyayım. Alparslan amcadan utanınca hık diye gidiyorsunuz."

Bir gürültü koptu.

"Lan niye vuruyorsun salak? Kötü bir şey mi dedim?" diye bağıran ses, biraz daha netleşti.

"Barış bir sus artık!"

Bir gürültü daha koptu.

"Caner utandığı için değil ateşi olduğu için bayılmış. Nasıl hissedemedim ki?"

Lara'nın sesini duyunca, bütün gücümü topladım ve biraz daha gözlerimi araladım. Aralık bir şekilde dünyaya bakabildim ama gözlerim bana ihanet ediyordu. Bir an daha derin bir nefes aldım ve kollarımı hafifçe hareket ettirdim. Her şey bulanık, bir o kadar da acı vericiydi. Hafif bir titremeyle gözlerimi bir kez daha zorla açtım.

"Aha uyandı."

Gözlerimi kırpıştırarak bana yukarıdan bakan gözlere baktım. Mete ve Çilingir sağdan, Barış ve Ahmet ise soldan yüzüme eğilmiş bana bakıyordu. Gözlerimi kırpıştırarak onlara baktığımda ise Mete'nin solundan yaklaşan Lara'yı gördüm. Onu gördüğüm anda dudaklarımda oluşan gülümsemeye engel olamadım.

"Hatunu gördü mutlu oldu, tipe bak. Nasıl da gülüyor?"

"Bana bir müsaade verebilir misiniz?"

Hızla hepsi üzerimden doğrulduklarında Ümit, gülümseyerek elindeki ateş ölçeri alnıma yasladı. Kulaklarıma nükseden cılız bir sesten sonra alnımdan çekip ekrana baktı.

"Çok şükür ateşin düştü." dedikten sonra hafifçe geri çekilip elindeki ateş ölçeri kenara bıraktı. Ellerimi yavaşça sedyeye koyup kendimi doğrultmak istediğimde Ümit ve Mete, hızla gelip bana yardımcı oldu. Omzuma giren ağrıyla sol omzuma bakıp sırtımı yastığa yasladım. Yavaş yavaş zihnim toparlanıyor ve odağım normale dönüyordu.

Sağa doğru bakışlarımı çevirdiğimde Lara'nın bana tebessüm ederek baktığını gördüm. Gülümseyerek ona sağ elimi uzattığımda elimi tuttu. Ağırca kendime doğru yaklaştırıp sedyeye oturmasını sağladığımda elini sıkıca tutmaya devam ettim. Gözlerindeki mavinin anbean yeniden laciverte döndüğünü fark ettiğimde gülümsememi büyüttüm.

Hamileydi.

İkimizden, iki can taşıyordu. Ben onlara nasıl bakacaktım? Kollarımın arasına bir bebek bile almamıştım ki ben. Lara, bana hiç tatmadığım duyguları verip duruyordu. Bundan rahatsız mıydım?

Tabii ki de hayır.

Ya yetemezsem ya onları koruyamazsam?

Bir an için görüşüm bulanıklaştığında ellerini yanaklarıma yaslayıp kaşlarını yukarıya doğru çekti.

"Caner niye ağlıyorsun?"

Çünkü korkuyordum.

Mete'nin yanıma oturduğunu fark ettiğimde bakışlarımı revirde gezdirdim. Kartal, Mete ve Lara'dan başka kimse kalmamıştı. Bakışlarımı Kartal'a çevirdiğimde tebessüm ediyordu ama onunda gözleri doluydu. Onunla konuştuklarımızı hatırladım. Mete'nin çenemden tutup kendine çevirmesine izin verdiğimde gözlerindeki mutluluğun parlaklığını ruhumda hissedebiliyordum.

"İçinden geçenleri anlayabiliyorum Caner ama korkma, hepimiz sizin yanındayız. Lara'ya da sana da destek olacağız."

İçli bir nefes aldığımda ellerimi yüzüme kapatıp hıçkırdım. Yüzüme yaslı ellerime değen narin parmakları hissettiğimde hafifçe çekip Lara'ya baktım. Onunda ağladığını fark ettiğimde hızla elimi havaya kaldırıp yanaklarına koydum. Parmaklarıma değen gözyaşlarını silip kafamı iki yana salladım.

Ağlama Lacivert'im.

"Sen ağlama. O gece mavisi gözlerinden düşürme yaşlarını." deyip kafamı sağa eğdiğimde Lara, gözlerini kırpıştırarak yanağımdan öptü. "Sende ağlama o zaman."

Burnumu çekip kafamı salladım. Gülümseyerek bana bakarken dudaklarımı alnına yasladım. İçimden taşıp gelen o sıcaklığın kalbime dolduğunu hissettim. Hafifçe geri çekilip ellerini ellerime dolarken, parmaklarım aralarına sıkışır gibi sarıldı. Gözlerini, benim gözlerimin derinliklerine kilitlediğinde sanki zamansız bir bağlantı kuruyorduk.

"Biraz daha iyi misin?" diye fısıldadı.

Cevap vermek istedim ama kelimeler boğazımda düğümlendi. İçimdeki fırtına çok büyüktü. Hem korkuyordum hem de sonsuz bir mutluluk içindeydim ama Lara'ya bakarken anladım ki, bu sürecin içinde asla yalnız olmayacaktık.

"Sanırım babalığa alışmak için biraz zamana ihtiyacım var," diye zorla gülümseyerek söyledim.

Mete yanımda, her zamanki kendinden emin ses tonuyla, "Zamanın olacak kardeşim. Biraz zorlanacağız ama birbirimize destek olacağız." dedi ve dizime hafifçe vurarak güldü.

Kartal da hafifçe tebessüm etti. "Ulan Caner, kaşla göz arasında dayı da yaptın ya beni pes."

Çekingen bir şekilde Kartal'a baktım.

Dudağımı büküp, "Emanet'e hıyanet biraz ağır mı kaçtı ne?" dediğimde Kartal, gözlerini kıstı.

"Biraz mı? Öyle bir hıyanetlik ettin ki dokuz ay sonra meyvelerini alacaksın birader."

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Kartal, kıkırdayarak gülmeye başladığında ona eşlik ederek kahkaha attım. Lara, kıkırdayarak elini sağ yanağıma yasladı.

"Umarım sana benzerler," dedi tatlı bir şekilde.

Alt dudağımı ısırıp gözlerine baktım. "Bence sana benzemeleri daha iyi olur, huy açısından."

O an, kalbimin ne kadar hızlı attığını hissedebiliyordum. Lara'nın elini sımsıkı tuttuğumu hissedince, içimdeki korku yerine umut dolmaya başladı. Elimi Lara'nın karnına yaslayıp gözlerimi ondan hiç çekmedim. Gelecek karşımdaydı, geçmiş ise öylesine yaşanmış ama ders çıkarılacak nitelikteydi.

İşte o an, yıllar önce Mete'nin neden bana günlüklerini okuttuğunu daha iyi anladım. Her bir satırında kendi imkânsızlığını aşılarken, benim içime bir tohum bırakmıştı. Her gün yazdığı kelimelerle o tohumu sulamış ve bana, hiç fark ettirmeden bir kalp inşa etmişti. Karşıma çıkan Lara ise bana o kalbin içindeki aşkın anlamını yaşatmıştı.

Her yaranın bir hikayesi vardır.

Bu da bizim hikayemizdi.

🏔️

6 Mayıs 2022 / Al-Suqaylabiyah Ormanları

Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından

Final Symphony, Pianza

Beyaz ışık, odanın tekinsiz sessizliği içinde pürüzsüz bir soğuklukla yanıyordu. Tavandaki yuvarlak lambanın sert ışığı, odanın ortasında duran kahverengi ahşap masayı olduğu gibi aydınlatıyor, gölgeleri belirginleştiriyordu. Masanın kenarları zamanın aşındırdığı izler taşıyor, üzerinde ise dört fotoğraf ve bir bıçak, dikkatle yerleştirilmiş gibi duruyordu.

Elias Farouq, karşısında oturan adama bakarken parmaklarını masanın pürüzlü yüzeyinde gezdirdi. Adamın yüzü, tek kaynaktan gelen ışığın keskin aydınlığında bölünmüş gibiydi; bir yanı gölgede kayboluyor, diğer yanı ise ifadesiz bir donuklukla parlıyordu. Sessizlik, demir kapının ağır varlığıyla birleşerek havada asılı kalıyordu.

Caner ve Şenol'un fotoğrafları, masanın tam ortasına konmuştu. Şenol'un yüzü üzerine gölgesi düşen bıçak, ölümün kaçınılmaz soğukluğunu yansıtıyordu. Çilingir, Ahmet ve Barış'ın görüntüleri ise masanın kenarına yayılmış, sanki karar sırasını bekliyormuş gibi duruyordu.

Elias, gözlerini Şenol'un üzerine bırakılan bıçağa çevirdi, sonra yavaşça karşısındaki adamın bakışlarını yakaladı. Gözlerinin içinde, saklanamayacak bir anlam aradı. Bir ağırlık çökmüştü odaya; kelimeler gelmeden önce, sessizlik konuşuyordu.

"Bu adamın istihbaratçı olduğunu nasıl anlamadın? Bizden biri olmadığını nasıl anlayamadın?"

Sesi, odanın soğuk duvarlarında yankılanan bıçak sırtı gibi keskin ve duygusuzdu. Her kelime, karşısındaki adamın üzerine buz gibi bir dalga gibi çöktü. Ne öfke patlaması vardı ne de yükselen bir ses. Öyle bir soğuklukla söyledi ki, odadaki hava ağırlaştı. O an, sesinin içinde gizlenen öfkenin en tehlikeli hâli hissediliyordu: Sakin, ölçülü ama ölümcül.

Karşısındaki adam yutkunmaya bile cesaret edemedi. Gözleri kısa bir an masadaki fotoğraflara kaydı, sonra hızla Elias'a döndü. İçindeki panik, kontrolsüz bir nefes alışverişine dönüşmek üzereydi.

Titrek bir sesle, sanki kelimeleri dile getirmek bile onu daha da boğuyormuş gibi fısıldadı. "Anahtar olayını öğrenmişler."

Odadaki sessizlik, bir anda keskinleşti. Sanki duvarlar bile bu cümlenin ağırlığını taşıyamayacakmış gibiydi. Elias Farouq, bir süre hiçbir şey demeden karşısında oturan adamı izledi. Beyaz gözünün olduğu yerde uzanan yara izi, tam tepelerinden sızan beyaz ışık altında belirginleşiyor, yüzüne keskin ve donuk bir gölge düşürüyordu.

Elias, gözlerini bir an bile kırpmadan adamı süzdü. Sessizlik, artık yalnızca bir boşluk değil, odanın içinde yankılanan görünmez bir tehdit gibiydi. Karşısındaki adamın nefesi düzensizleşti. Elias hafifçe başını yana eğdi, gözlerinde ne bir öfke kıvılcımı ne de şaşkınlık vardı. Yalnızca ölümcül bir sakinlik. Sonunda, buz gibi bir sesle konuştu.

"Her seferinde Güvercin'in ekibi elimden nasıl kurtulabiliyor?"

Sözleri, odayı bir darbe gibi çarptı. Cümle, doğrudan gerçeği sorgulamak değil, bu kadar çok kaçışın mümkün olup olmadığını test etmek gibiydi. Elias'ın bakışları adamın içinde gezinirken, tehdit hemen fark ediliyordu. Bu kez bir hata yapma şansı yoktu.

Adam, eli masanın kenarını kavrayarak, kasvetli bir sessizlikle tepki verdi. Odanın havası daha da ağırlaşmıştı, sanki her an bir şeyin patlamaya hazır olduğu hissediliyordu.

Elias Farouq, derin bir nefes verip gözlerini kırpıştırdı.

"Senden istediğim Fizostigmin ve Atropin'i temin edebildin mi? Ayrıca zamanında, bir süreliğine, tutsak ettiğiniz ve aldığınız Mete'nin kanı duruyor mu?"

Elias'ın sesi, odanın dört duvarına çarpan bir yankı gibi boğulmuş ve tehditkâr bir iz bırakıyordu. O sorunun ardından, karşısındaki adamın gözlerinde belirgin bir tereddüt belirdi. Adam, parmaklarını masa kenarına sıkıca sararak, gözlerini Elias'tan kaçırmaya çalıştı. Ancak, Elias'ın gözleri o kadar keskin, o kadar derindi ki, adamın kafasındaki belirsizliği okumak oldukça kolaydı.

Sessizlik, her geçen saniyede daha da yoğunlaşıyordu. O kadar derindi ki, karanlık içinde herkesin adımlarını sayabiliyormuşsunuz gibi bir his vardı. Elias, hiçbir şey söylemeden sadece bakarak, adamın zihnindeki her köşeye ışık tutuyordu. Bu, bir sorgu değil, bir işaretin, bir testin parçasıydı.

"Fizostigmin ve Atropin," diye tekrarladı Elias, sesi artık biraz daha sertleşmişti. "Beni oyalama zamanım yok! Her şeyin yerli yerine oturması gerek. Yoksa, seninle yapılacak bir başka konuşmam olmayacak."

Adam dudağını ısırarak, sesini zar zor yükseltti. "Evet, temin ettim, kanda duruyor. Fizostigmin ve Atropin'in sonuçlarını biliyorsun değil mi?"

O anda, Elias ne bir öfke ne de sabırsızlık gösterdi. Yalnızca soğuk, keskin bir güven vardı. Bir yudum nefes aldı ama o an her şeyin gözlerinin önünde netleştiği anı bekliyordu.

"Sonuçları? Benim için sonuçlar şu," diye devam etti Elias, ayağa kalktı, bir adım attı ve masanın kenarında durdu. Şenol'un üzerinde duran bıçağı eline aldı ve Şenol'un fotoğrafına sertçe sapladı. Avcunun içindeki kabzayı bıraktığında bıçak, sabit bir şekilde masaya saplı kaldı. Kafasını hızla sağ omzuna yatırıp kaldırdı.

"Bunun gibi bir hataya kurban edilmemesi gerekiyor." dedikten sonra sağ elini masanın üzerine koydu ve adama doğru eğildi. "Eğer planım, bizim için bir başarısızlığa dönerse, bilmelisin ki bir daha başka bir fırsatın olmayacak."

Adam, gözlerini ayaktaki Elias'a dikti.

"Ne yapacaksın istediğin malzemelerle?"

Elias'ın dudaklarının kenarları, yavaşça ve kasvetli bir şekilde iki yana doğru çekildiğinde, başı da aynı anda hafifçe eğildi. O an, yüzündeki gülümseme, bir ölüm fermanına imza atarcasına soğuk ve hesaplıydı. Gözleri, adeta derin bir kuyunun içini arar gibi, karşısındaki adamın ruhunu tartarak, her hareketini izliyordu.

Gülümsemesinin ardında saklı olan sinsilik, içindeki karanlık gücün farkındalığıydı. Gözlerinde bir yansıma vardı, neşeli değil, tam tersine huzursuz edici bir güvenle parlıyordu.

"Psikolojik yıkım." dedi.

😱

6 Mayıs 2022 / Şırnak

Eyşan Çakır, Ağzından

Her insan kalbinde bir süveyda ile doğar.

Kimi bu siyah beneği zamanla ışığa çevirir, kimi ise karanlığın içinde kaybolur. Hayat, insana yol ayrımları sunar ve bizler, her seferinde farklı bir kavşakta karar veririz. Bazı yollar geri dönüşsüzdür ve bazı kararlar, insanın ruhunda iz bırakır. İnsan, seçtiği yollardan ibarettir derler; peki ya o yollar, sadece bizim seçimimiz değilse? Peki ya kader, bizi zorla bir yöne sürüklemişse?

Bazı anlar vardır, insanın içinde yankılanır durur. Sesler, görüntüler, hatta kokular bile belleğe kazınır. Kimi zaman bir kurşunun sıcak izi, kimi zaman vedaların soğuk soluğu hatırlarsın. Zamanla unutulur sanırsın ama unutulmaz. Bir köşede pusuya yatmış bekler. En zayıf anında, en savunmasız halinle yakalar seni. Sonra bir bakmışsın, geçmişin gölgesi bugüne sızmış.

Geceler bazen sessizdir ama içinde fırtınalar taşır. Bazen de seslerle dolar ama hiçbir şey ifade etmez. İşte insanın asıl savaşı o an başlar. Kendi vicdanıyla, hatıralarıyla, pişmanlıklarıyla savaşır. Bazı yaralar kapanır ama izi kalır, bazıları ise hiç iyileşmez.

İnsan, en çok kendi yaralarına dokunmaktan korkar.

Ben; bordo bereli bir askerken şimdi ise, Mücadele İtibar Teşkilatı'nın bir üyesi, hatta direkt olarak başkanı olmuştum. Yıllar önce Ethem Boduroğlu'nun ve Alparslan Çakır'ın kurduğu Teşkilatı'n yegâne parçasıydım. Peki o zaman neden şu an Mete'nin çalışma odasında, pencerenin önünde durmuş bir şekilde dışarıyı izliyordum?

Çünkü o şu an burada olmasa bile, ona ait her yer benim sığınağımdı.

Bir anda burnuma sızan Mete'nin alıştığım kokusuyla gözlerimi kapattım. Dudaklarımın kenarları, aidiyet hissiyle dolmuş bir tebessümle kıvrıldı. Ellerini, pantolonumun üzerinden belli olmaya başlayan küçük şişliğin üzerine bıraktı. Kendimi Mete'nin sıcak gövdesine bırakıp başımı omzuna yasladım. Kırılganlık ve güç arasında sıkışan ruhumu, yalnızca Mete'nin varlığında çözebiliyordum.

Mete, bir an için dudaklarını saçlarımda hissettirdi ve yavaşça boynuma doğru eğildi. O sıcak nefesini boynumda hissedince, birden içimdeki korkular yerini huzura bırakmaya başladı. Yavaşça dudakları, boynuma dokunduğunda, kalbim hızla çarpmaya başladı. O an her şey silindi. Sadece onun varlığı, dokunuşu vardı.

"Karıcığım," deyip boynumdan öptü, "odamda," öptü, "ne," öptü, "yapıyorsun," öptü, "acaba?" dedikten sonra daha derin bir nefes alarak öpücük bıraktı, burnunu yanağıma yaslayıp nefes alarak, bir kedi misali sürttü.

Bir an için yüzümü sağıma doğru çevirdiğimde gözlerimi açtım, Mete ile göz göze geldim. Parmaklarını taşıdığım canları okşamak istermişçesine hareket ettirdiğinde, sıcaklığı ile varlığını hatırlattığında bakışlarım gülümseyen dudaklarına indi. Dudaklarında alaycı bir gülümseme yoktu, aksine bir yorgunluk vardı. Sanki hayatın getirdiği bütün zorluklara rağmen, bir şekilde buradaydık ve birbirimize ait hissediyorduk.

Mete, kaşlarını hafifçe çatarak, "Ağlasam sesimi duyar mısınız," dedi birden. Kaşlarım çatıldığında burukça gülümsedi. "mısralarımda; dokunabilir misiniz, göz yaşlarıma, ellerinizle?" gözlerini öylece yüzümde gezdirdi, "Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, kelimelerinse kifayetsiz olduğunu," yeniden gözlerime baktı, "bu derde düşmeden önce."

Karnımdaki elleri sıklaştı ve derin bir nefes alıp bıraktı. Ne yaptığını sorgulamak istedim ama bu anı bozmaktan korktum. Kendimi, ne olursa olsun, sadece bu anın içinde kaybolmuş gibi hissettim.

"Bir yer var, biliyorum. Her şeyi söylemek mümkün; epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; anlatamıyorum."

Gülümsediğimde dudaklarında çok büyük bir tebessüm oldu ve yüzünü hafifçe bana eğdi. Burnunu burnuma sürterken "Demiş, Orhan Veli Kanık." diye fısıldadı ama sanki bunu kimsenin duymasını istemediği bir ton gibiydi. Sözleri, kalbimin derinliklerinde yankı yaparken, içimde bir şeyler kıpırdadı.

"Güzel bir şiirmiş." dediğimde, gözlerinde alaycı bir parıltı yandı.

"Moro Romantico," deyip alaycı bir şekilde sırıttığında, kaşlarımı kaldırdım, şaşkınlıkla ona bakarak, "Ne? Moro ne?" dedim.

Mete, dudaklarını alnıma bastırıp, ardından alayla parıldayan gözleriyle beni süzerken, "Şiirin başlığı, Latincede de daha fazla romantizm anlamı gelir," dedi. Karnımdaki ellerini belimin yanlarına koyarak beni kendine doğru döndürdü. Kalçamı kalorifer peteğine yaslayıp, ellerini kalçamın hemen yanına koyarken, o anın içindeki sıcaklık ve samimiyet hemen fark ediliyordu. Bedenimi hapseden şişmiş pazılarına, gözlerimle dokunup yeniden gözlerine baktım.

"Ne yapıyorsun Mete?" diye sordum, biraz daha merakla ama cevabı beklerken, her şeyin nasıl bu kadar rahat ve doğal olduğunu fark ettim.

Mete, gülümseyerek yüzünü bana doğru eğdi. "Karımla flört ediyorum. Yoksa rahatsız mı oldun?" dedi. Bu sorunun ardından gözlerindeki o eğlenceli ama derin anlamı bir an daha hissettim. Gözlerimi devirip ellerimi havaya kaldırdım. Tabii ki de bundan kaçmayacaktım.

Ellerimi omuzlarına koyup, ağır hareketlerle ensesine ilerlettim. Parmaklarımın arasından saçlarını hissetmek, onun sıcaklığını daha da yakınlaştırmak gibiydi. Ellerimi birbirine kenetleyip, çenemi dikleştirirken, dudakları sağ yanağımda durakladı. Aynı noktaya küçük buseler bırakırken hafifçe tebessüm ettim. O an, dünya sadece onunla paylaşılan bir yer gibi hissettirdi.

"Tek başına flört etmen ne kadar doğru?" diye fısıldadım, sesim hafif titreyerek. Cevap vermeden önce omuzlarını kaldırıp indirdi, ardından gülümsediği ses tonuyla, "Bilmem, karımın bunu kendine sorması gerek? Acaba benim kocam flört ederken ben, ona neden karşılık vermiyorum diye?" dedi.

Kıkırdadım ama bu gülüşümün içindeki anlamı yalnızca o anlayabilirdi. İçli bir nefes çektiğinde, "Ben seninle flört etmek istesem senin dibin düşerdi kocacığım," dedim. O an, kalbimde bir şeylerin hızla atmaya başladığını hissettim.

Mete, yanağımdaki dudaklarını bir kez daha bastırdıktan sonra, "İşte bu yüzden 'Anlatamıyorum' şiiri ve 'Moro Romantico'," dedi ve burnunu burnumun altına yaslayıp kafamı geriye doğru itti. Dudaklarıma sertçe kapandığında, önce bir anlığına nefesim kesildi. O hareketin sıcaklığı ve yakınlığı, tüm dünyayı sadece ikimiz için daraltmış gibiydi.

Beklenmedik ama bir o kadar da tanıdık olan bu temas, içimde kontrolsüz bir sıcaklık yayarken, vücudumun her zerresi ona karşılık vermek için harekete geçti.

Öpüşü, aceleci ama aynı zamanda derindi. Dizginlenemeyen bir özlem ve sahiplenme barındırıyordu. Üst dudağımı öperken nazik, alt dudağıma geçtiğinde ise hırçındı, her hareketinde beni biraz daha içine çekti. Ben ise onun hareketleriyle uyumluydum. Parmakları belime yaslanıp sıkılaştı, bedeni bedenime daha da yakınlaştı. Öpüşü, yalnızca bir temas değil, hissettiklerini kelimeler olmadan anlatmanın en saf hâliydi.

Dudaklarımız arasında hızla artan ritme teslim olurken, içimde yükselen titreme, her nefes alışverişinde biraz daha derine işliyordu. Birkaç saniye içinde her şey, odanın soğuk duvarları, dışarıdaki dünya, geçmiş ve gelecek silindi. Sadece o vardı. Sadece biz vardık.

Bir eli bel boşluğumdan sırtıma yaslanırken diğer eli saçlarımın arasından kafama destek yaptı. Beni sanki göğüs kafesine sokmak istermişçesine iyice yaklaşıp kendine çektiğinde, öpüşlerimiz daha derin bir hâle dönüştü. Dudaklarımızın arasından birbirine karışan ruhlarımız, içimde sanki biri bir melodi ile dans ediyordu. Kalbimin sesi, o dansın en özel sözleriydi.

Nefes nefese ayrıldığımızda, alnını omzuma yasladı, kalbim göğsümde çılgınca çarparken, Mete'nin elleri belimde sıkıca duruyordu. Benimde çenem onun omzunda soluklanırken kalp atışlarımız birbirimizin gövdesine çarpıyordu. Birkaç saniye boyunca sadece nefes alışverişlerimizi dinledik. Sonra, boğuk bir sesle fısıldadı.

"Evliyiz, çocuklarımız olacak ama ben hâlâ doyamıyorum sana."

Sesi, içinde bir şaşkınlık barındırıyordu sanki. Kendi hislerine hâlâ alışamamış, hâlâ beni ezberleyememiş gibiydi. Kendini biraz çekip alnını benimkine dayadı, gözleri gözlerime kilitlenmişti. Gözlerinin rengi artık geceye dönmüştü ama sonsuz bir evren gibiydi. Üç yıldızla sarmalanmış büsbütün bir evren.

"Sana her dokunduğumda, seni ilk kez öpüyormuşum gibi hissediyorum. Yetmiyor, Eyşan."

Parmaklarını belimde gezdirirken, bende onun sırtına onu ne kadar sevdiğimi yazıyordum. Derin bir nefes aldı, gözlerini kaçırmadan devam etti.

"Bende seni çok seviyorum, bir an bile olsa yanımdan ayırmak istemiyorum."

Gülümsemek istedim ama boğazımda bir şey düğümlendi. Çünkü biliyordum, ben de aynı şekilde hissediyordum. Dudaklarını hafifçe yaladığında onu taklit ettiğimi fark ettim. Tenimde kalan şekerli tadı bir an için gözlerimi kırpıştırmama neden olmuştu. Ellerimi ensesinden ayırıp beline sardım ve yanağımı tam kalbinin üzerine yasladım. Beni kendine doğru çektiğinde artık kalçam peteğin üzerinde değildi.

Bir eli sırtımda, diğer eli ise saçlarımdaydı ve beni yine göğüs kafesine sokmak istermişçesine sarmaladı.

"Elimden gelse, seni buraya sokardım."

Gülümsedim.

"Zaten orada değil miyim?"

Kalbinde...

Mete, yaptığım inceyi anlamış olacaktı ki göğsünü hoplatırcasına kahkaha attı.

"Hatun, hatun." dedi, kelimeleri uzatarak. Sesinde nahoş bir tını vardı. İçli bir nefes çektiğinde gülümsedim.

"Ne yapacağım ben senle?"

"Ne yapacağım ben senle?"

Onunla aynı anda söylediğim kelimeden sonra tepkisini görmek kafamı geriye yasladım. Gözleri irileşmiş şaşkın bir şekilde bana bakarken, dudaklarımda bir sırıtış oldu.

"Bunu nasıl yaptın?" diye sordu şaşkın bir ifadeyle ama ona rağmen arkasındaki hayranlığı saklayamıyordu.

Gülerek başımı iki yana salladım. "Sürekli bunu söylediğin için olabilir mi?"

Mete gözlerini kısıp şüpheyle bana baktı. "Hatun, sen gerçekten başa bela bir şeysin."

Göz kırptım. "Ve sen de bundan hoşlanıyorsun."

Mete, yüzüme eğilip burnunu burnuma sürterken gülümsemesini saklayamadı. "Sence? Ölüyorum diyorum anlamıyorsun. Anlatamıyorum işte, keyfimden okumadım ben sana o şiiri."

O an, içimde bir şeyler kıpırdadı. Bir an konuyu değiştirmekten için düşünmeden, aniden konuştum. "Bizim için yaşa ve ayrıca artık ailemiz genişliyor."

Mete'nin dudaklarındaki gülümseme kaldı ama gözlerindeki tüm yaşanmışlıklar, sanki bir nehir misali zihnimin dört bir yanına aktı. Kaşları hafifçe yükseldiğinde kafasını iki yana salladı.

"Hâlâ Caner'in baba olacağına inanamıyorum."

Bunu söylerken gözleri uzaklara kaydı, dudaklarının kenarında ise hem inançsız hem de içten bir tebessüm belirdi. Sonra kıkırdayarak geri çekildi ve masasına doğru yürüdü. Onu izlerken, içimde bir sıcaklık yayıldı. Caner'in baba olmasını ve Lara ile bir gelecek kurmasına bende bir an için beklemiyordum. Caner hepimiz için bir kardeş gibiydi, bazen umursamaz, bazen deli dolu... Şimdi bir çocuğa babalık yapacak olması garip bir gerçeklikti ama belki de baba olmanın vakti, onun için çoktan gelmişti.

Yalnız ikizler.

Biliyorum.

Saçlarımı düzelterek masasının karşısındaki kahverengi, deri koltuğa kendimi bıraktım. Rahat bir nefes aldım ama gözlerim bir an için sağ yüzük parmağındaki yüzüğe takıldı. Mavi bir taşın üzerinde kurt simgesi ve etrafını saran, okuyamadığım yazılar vardı.

Mete, yüzüğüne baktığımı fark ettiğinde alayla sırıttı.

"Yüzüğün güzelmiş."

Arkasına yaslanıp gözlerini büyüttü. "Daha yeni mi fark ediyorsun? Evlendiğimiz günden beri parmağımdaydı."

O kadar olay yaşadık be kocacığım, demek istedim ama kırmak istemediğimden dolayı, gözlerimi devirdim ve sol bacağımın üzerine sağ bacağımı attım.

"Kocamın gözlerine bakmaktan başka bir şeye odaklanamıyorum ki?"

Bunu söylediğimde, gözleri gözlerime takılı kaldı. Bir an için bakışlarının derinliğinde kayboldum. Gözlerinden ruhunu gördüm. Her yeri benimle doluydu. O kadar benimle doluydu ki, ben bile orada kaybolmuş gibiydim.

Mete hafifçe başını iki yana salladı, gözlerini kırpıştırdı. Sonra kaşlarını kaldırarak ciddi bir ifadeyle konuştu.

"Evlendikten sonra sen çok değiştin be hatun. Libido hassasiyetlerimle aşırı oynuyorsun." kaşlarımı kaldırdım. "Yükseliyorum yapma şunu. Alttan alttan basıyorlar bana."

Gözlerim büyüdü.

Adam azdı kaç!

İç ses, yeri ve zamanı değil.

"Nefes alsam azar olmuşsun kocacığım."

Dudaklarının iki kenarı yorgun bir tebessüme boyun büktü. Gözlerindeki hayranlığa, göz altındaki yaşanmışlık çizgileri karıştı.

"Aldığın her nefes bana can, vereceğin son nefes benim sonum olur hatun."

Gözlerimi Mete'den ayıramadım. Bir an için içimde tuhaf bir ürperti hissettim. Sözlerinin ağırlığı, göğsümün tam ortasına yerleşmişti. O kadar gerçek, o kadar kesin konuşmuştu ki sanki bu dünyada yaşanacak tüm anlarımızı çoktan kabullenmişti.

İçimde bir sıcaklıkla gülümsedim ama kalbimin bir köşesinde, o derin cümlede gizli bir hüzün vardı. Başımı hafifçe eğip gözlerimi kaçırdım. "Beni korkutuyorsun Mete."

Mete, ayağa kalkıp masanın üzerinden bana doğru eğildi. Yüzüme gölgesi düştüğünde nefesini hissettim. "Korkma," dedi, sesi yumuşaktı ama içinde dağ gibi bir sağlamlık vardı. "Öyle basit bir adam değilim Eyşan ben. Benim için ölüm de yaşam da bir tercih değil; sadece senin yanındaysam anlamı var."

Gözlerimi tekrar ona çevirdiğimde, içindeki o berrak tutkuyu gördüm. Ellerimi dizlerimin üzerinde kenetleyip nefesimi tuttum. "Böyle konuşunca, sanki bir gün kaybolacakmışsın gibi hissediyorum."

Mete gülümsedi ama bu defa yorgun değil, kararlı bir gülümsemeydi. Elini uzattı, saçımı nazikçe kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Ben bir tek senin içinde kaybolurum hatun," sırıttı, "her anlamda."

Gözlerimi kapatıp bir saniye duraksadım. Sonra başımı iki yana salladım ve derin bir nefes verdim. "İçine Caner mi kaçtı senin?"

Mete kaşlarını kaldırıp başını iki yana salladı. "İkiz olduğumuzu, aynı huyları taşıdığımızı unuttun sanırım. O zamanında nasıl davrandıysa, bende yapamadıklarımı şu an sende yapıyorum. Sadece geç kaldım o kadar."

İçimdeki huzursuzluk yerini sıcak bir kahkahaya bıraktı. "Demek öyle?"

Gözlerini kısıp hafifçe eğildi, dudakları dudaklarımdan birkaç santim uzaktaydı. "Evet ama sadece senin için."

Tam 'Başka kimin için olacaktı salak.' diye çemkirecekken kapı aniden çalındı. Birkaç saniye ikimiz de birbirimize bakıp, anın içinde asılı kaldık. Sonra Mete kaşlarını kaldırıp geriye çekildi.

"Akşam yatakta devam ederiz, hatun." diye mırıldandı, göz kırpıp sandalyesine oturdu, ellerini bağladı.

Şaşkınlıkla ona bakarken boğazını temizledi ve kapıya baktı.

"Gel!"

Kapı yavaşça açıldığında içeri giren Çilingir oldu. Üzerindeki üniformanın kolları sıyrılmış, kol kasları gerilmişti. Bakışları önce Mete'ye, sonra bana kaydı. Birkaç saniye boyunca aramızdaki elektrik yüklü havayı süzdü, sonra kısık bir sesle iç çekti.

"Ben bir şey bölüyor muyum?" dedi, sesinde belli belirsiz bir alay vardı.

Mete sandalyesine yaslanıp dudaklarını büzdü. "Şu an hayatta kalmamı sağlayacak bir nefes alıyordum ama senin geliştirici katkılarınla bu da sona erdi Çilingir."

Gözlerimi devirdim. "Sanki seni burada nefessiz bırakıyorum." dedim.

Çilingir kıkırdayarak karşımdaki koltuğa geçti. "Bıraksan da ses etmez zaten. Adam ölüme meydan okumaktan zevk alıyor."

Mete kaşlarını kaldırdı. "Hatunum varken ölmek mi? Ölmem ben. Belki biraz perişan olurum ama ölmem."

Gülümseyerek başımı iki yana salladım. "Bazen fazla konuşuyorsun, biliyor musun?"

Çilingir başını Mete'ye çevirdi, gözlerini kısarak inceledi. "Evlendikten sonra da mı susmuyor?"

Mete bana baktı, ellerini açıp kaşlarını kaldırdı. "Hatun, cevap ver lütfen. Beni susturabildin mi?"

Kollarımı göğsümde kavuşturdum ve gözlerimi kıstım. "Henüz değil ama denemekten vazgeçmiş değilim."

Çilingir kahkaha attı. "Yemin ediyorum sizi zor günler bekliyor."

Mete hafifçe kıkırdadı, sandalyesine iyice yaslanıp rahatça gerindi. Ellerini iki yana açtı, "Görmediğimiz ne kaldı be Çilingir," sandalyesinde doğruldu, ellerini çenesinin altına yasladı, bakışları bana çevrildi, "Allah'tan bu sefer savaş alanı daha güzel."

Hafif bir gülümseme dudaklarına yayıldı.

"Değil mi, hatun?"

Gözlerimi devirdim ama gülümsememi saklayamadım. "Öyle diyelim bakalım."

Çilingir başını iki yana sallayarak ayağa kalktı. "Tamam, tamam. Siz böyle tatlı tatlı atışmaya devam edin. Ben de gidip şu kışlaya biraz huzur getireyim. On dakika sonra herkes koordinasyonda toplanacak."

Mete başını salladı. "Tamam ama huzur konusunda işe yarayacağını sanmıyorum ama denemekten vazgeçme."

Çilingir kapıya yönelirken kahkaha attı. "Aynı sen."

Kapı ardından kapanırken Mete gözlerini bana çevirdi. "Beni susturmaya çalışman güzel bir hayal hatun ama söyleyeyim biraz önc-"

Elimi kaldırıp sertçe kestim. "Sakın cümleyi tamamlama."

Mete sırıttı. "Korktun mu?"

Gözlerimi kıstım. "Aklın fikrin oynaşta."

Mete başını yana eğip dudak bükerek baktı. "Sana gelince başka ne düşünebilirim, hatun?"

Kollarımı göğsümde bağlayıp hafifçe güldüm. "Düşünmekle yetinmen iyi olmuş, eyleme dökersen kondisyon yetmez."

Mete kahkaha attı. "Beni küçümsüyorsun şu an."

Göz kırptım. "Yok, sadece gerçekleri söylüyorum. Beni bilirsin, acı gerçekleri söylemek benim işim."

Mete, şaşırarak bana baktı.

"Seni sert-" elimi kaldırıp hızla onu susturdum. Başımı hafifçe yana eğdim, kaşlarımı kaldırarak ona baktım. "Şimdi kendine bir iyilik yap ve cümleyi tamamlamadan önce iyi düşün, yüzbaşım."

Mete dudaklarını birbirine bastırarak sırıttı. "Beni tehdit mi ediyorsun, hatun?"

Omuz silktim. "Ne haddime. Ben sadece olası sonuçları hatırlatıyorum."

Mete gözlerini kısarak başını iki yana salladı. "Seninle tartışmak dünyanın en zorlu parkuru gibi. Her hamlede insanın nefesi kesiliyor."

Göz kırptım. "Eğitim şart."

Mete, gülümsemesini bozmadan başını yana eğdi. "Eğitim diyorsun yani?"

"Sana şart."

Mete gözlerini kıstı. "Peki, hocam. İlk ders ne?"

Gözlerimi kıstım. "Sınırını bilmek."

Mete alayla güldü. "Ben sınırları sevmem."

Başımı yana eğdim. "Ben de haddini bilmeyenleri."

Mete'nin yüzünde hafif bir gülümseme kıvrıldı. "Zor bir öğrenciyim, uyarayım."

Kollarımı göğsümde bağladım. "Ben de problemli öğrencilerle uğraşmaktan hoşlanmam."

"Ama ilgini çekiyorum."

Gözlerimi devirdim. "Yolda giderken çukura düşsen de dikkati çekersin, bu iyi bir şey olduğu anlamına gelmez."

Mete kahkaha attı. "Bu çukur seni de içine çekerse ne olacak?"

Göz kırptım. "Ben çukurun üstüne basar geçerim, yüzbaşım. Merak etme."

Mete, kafasını iki yana sallayarak ayağa kalktı ve masasının üzerinde duran bordo beresini aldı. Mete, beresini apoletinin altına yerleştirirken gözlerim, farkında olmadan kumaşın dokusuna takılı kaldı. Bir an, zamanın içinde kaybolduğumu hissettim; içinde bulunduğum an, aniden bir gölge gibi silinip başka bir yere, başka bir zamana sürüklendim.

Babamın güçlü elleri, o gün ellerindeki sıcaklıkla, bana dünyanın en değerli şeyini, küçük ve ağır askeri üniformayı uzatmıştı. Üniformanın kumaşı, o zamanlar bana dev gibi gelmişti; boynumu sıkan yakası, düğmeleri ışıltılı ama soğuk, kalbimi çırpınan bir heyecanla dolduruyordu. Her bir dikişi, bana sadece bir kıyafet değil, taşımam gereken bir sorumluluğun, bir onurun yükünü hatırlatıyordu.

"Bu sadece bir kıyafet değil, kızım," demişti babam, sesindeki derinlik, içindeki gururun yansımasıydı. Her kelimeyi bir tapınma gibi dile getirmişti, bu sözleri bana olan sevgisini, onurunu ve gururunu aktarıyordu. "Bu, omuzlarındaki sorumluluğun ilk adımı."

O gün, üniformayı bana verirken gözlerindeki bakış, bir anlam taşıyan bakıştı. O bakışla dünyayı alıp yeniden şekillendiriyordum. Kendi yerimi, benim olmam gereken yeri, o gözlerde buluyordum. Babam, beni o çelik bakışlarıyla kucaklarken, minik ellerim o kıyafeti düzgünleştirmeye çalışıyordu ama tam yapamıyordum, o an içinde büyüdüğüm dünya ne kadar büyükse, kıyafet de bir o kadar büyüktü.

O anda annem yanımıza geldi. Saçlarımda gezinen rüzgâr gibi yumuşak elleriyle saçlarımı okşamaya başladı. O ellerdeki sıcaklık, bana hayatın tüm zorluklarına karşı direnmeyi öğretmişti. Annem, o anı izlerken yüzündeki sevgi, o kadar derindi ki, kalbimde bir yara daha açıldı; ama bu yara, bir sızı değil, huzur veren bir sıcaklıktı.

Sonra, elleriyle, özenle başımı kaldırıp başıma o bordo beremi yerleştirdi. O an, annemin elleri, adeta zamanın ötesine dokunmuş gibiydi. Saçlarımdan kayıp, alnıma kondurduğu o nazik öpücük, sanki bir ömür boyu sürecek bir yolculuğun başlangıcıydı. O öpücük, içimdeki korkuları yavaşça silerken, başıma takılan o bere, adeta ruhumun bir parçası olmuştu.

"Ne kadar yakıştı," demişti annem, sesindeki derinlik, bana bir ömre bedel bir güvenin ifadesiydi. O an, annemin her sözü, sanki tüm dünyadaki huzuru ve sevgiyi içinde barındırıyordu.

Tetiklendiğim bere, içimdeki o anı yeniden hatırlatmıştı. Gözlerimde bir an için bulanıklık oldu. Saçlarımın her telinde, o günden kalan bir iz vardı, annemin parmak izleri gibiydi.

Mete'nin endişeli bakışları, ne olduğunu tahmin etmeye çalışan gözleri bir anda görüşüme girdi. Bir an için, o eski anının yoğunluğu içinde kaybolmuşken, birdenbire gerçekliğe döndüm. Gözlerim, farkında olmadan yaşların biriktiği birikmiş acıyı ve özlemi saklamaya çalıştı. Ama gözlerim ona yaklaştıkça, hissettiğim duyguların derinliği daha da büyüdü.

"Ağlama." dedi, sesi yumuşak ama bir kaygı ve koruyuculuk hissiyle yoğunlaşmıştı.

Nasıl bu kadar hassasiyetle yaklaşabiliyordu? Sadece birkaç kelimeyle, eski yaraları sarmaya çalışıyordu sanki. Ellerinin sıcaklığı, geçmişin sert köşelerinden gelen acıyı biraz olsun yumuşatıyordu ama, o eski anıların hala gözlerimdeki silueti kaybolmamıştı. Yavaşça gözlerimi kapattım, bir an için daha fazla dayanamayacak gibi hissettim.

Mete, duygusal bir tavırla ellerini omuzlarıma koyarak, yüzüme doğru alttan bakmaya çalıştı. O an, ne kadar küçük ve savunmasız hissettiğimi fark ettim. Ama gözlerim bir an için Mete'nin yüzünde kayarken, bir parça daha güç buldum, ne olursa olsun, geçmişten gelen anıların üzerine yeni bir katman eklemek, ona güçlü görünmek zorundaydım.

Yüzümü ağırca kaldırdığımda bakışlarım beresine çevrildi. Seslice yutkunduğunu duyduğumda dudakları alnıma yaslandı.

"İçinde kopan fırtınanın beni vurmayacağını mı sandın?"

Gözlerimdeki bulanıklık hafifçe dağıldı ama yerini yeni bir kaygı aldı. 'Beni vurur,' dedim içimden ama bunu sesli söylemektense, içimde taşımaya karar verdim. O fırtınanın yüzünü, Mete'nin ellerinde değil, gözlerinde görüyordum. Aniden, beni anladığını, geçmişin hatıralarıyla nasıl boğulduğumu hissedebiliyordum ama o da bir dengeyi arıyordu. O dengeyi bulabilmesi için, belki de birine vurması gerekecekti.

Sesim, hafif titrek ve derinden geldi. "Vurur."

Bir an gözlerimdeki kaybolmuş hüzünle bakarken, ruhumun içindeki boşluğu görmek zor olmuştu. Ama ben güçlü olmaya, zorlukları aşmaya devam etmek zorundaydım. Mete, sessizce ama etkili bir şekilde bana yaklaştı. Ellerini omuzlarımdan çekmeden önce, gözlerimden çok derinlere baktığını hissettim.

"Formaların olmasa bile sen hâlâ bir askersin. Bunu hiç unutma. Şimdi kendini toparla ve koordinasyon merkezine geçelim." dedi ve ellerini yanaklarıma koyup gözyaşlarımı sildi. Göz altlarımdaki nemli boşluklara dudağını bastırıp gözlerime baktı.

"Sen çok iyi bir askersin karıcığım. Mücadele İtibar Teşkilatı'nın, senin gibi birinin zihnine ihtiyacı var. Şimdi kalk ve koordinasyon merkezini yönetmeye başla."

🕊️⛓️🐺

6 Mayıs 2022 / Koordinasyon Merkezi, Özel Tim Taburu, Şırnak

Yazar, Ağzından

Yaşanan her bir olay, eninde sonunda ayrıntılı bir şekilde parçalarına ayrılır. İlk anda kaotik ve anlaşılmaz görünen bir durum bile, yeterince sabır ve dikkatle ele alındığında, mantıklı bir düzene oturtulabilir. Çünkü hiçbir şey tamamen tesadüfi değildir; her eylem bir sebebe, her sebep bir geçmişe dayanır.

Gerçekler, başlangıçta bulanık bir su gibi olabilir ama zamanla, suyun yüzeyindeki tortular dibe çöker ve geriye yalnızca berrak olan kalır. İşte o zaman, kim gerçekten dost, kim düşman, kim yalnızca bir figüran ve kim hikâyenin esas oyuncusu, ortaya çıkar.

Bazen, parçaları birleştirmek acı verir. Görmek istemediğin gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalırsın. Ama gerçek, ne kadar sert olursa olsun, ona sırtını dönemezsin. Çünkü hakikati kabul etmek, onu reddetmekten her zaman daha az yıpratır.

Koordinasyon merkezinde, tam ortada bulunan masanın etrafına toplanan bedenler hakikati ve olayları çözmek için buradaydı.

Eyşan, yeniden masanın en başında ayakta duruyordu. Sağında Selçuk Ege Turalı duruyordu. Önündeki sol koltukta Mete, sağ koltukta ise Osman oturuyordu. Osman'ın sağındaki sandalyelerde Deniz, Kubilay, Yonca, Alev ve Lara oturuyorken; Mete'nin solundaki sandalyelerde Çilingir, Ahmet, Barış ve Alperen oturuyordu. Kartal, Caner, Şenol Barlas ve Tahir Barlas ise masanın diğer ucundaki baş kısımda, yan yana konulmuş sandalyelerde oturuyordu.

Masanın tam ortasında, üç tane anahtar duruyordu. Elias Farouq'un adamlarının kullandığı anahtarlar.

Eyşan, derin bir nefes aldı ve ellerini ceplerine sokup çenesini hafifçe kaldırdı.

"Öncelikle Deniz, iyi misin? Seni buraya çağırma nedenimi anlatmıştım. Bu toplantı da sende olmak zorundaydın. Toplantı bitsin, tekrardan seni eve bırakırız."

Deniz, kafasını salladı.

"Ben iyiyim."

Eyşan, sağ gözünü kırpıp yeniden derin bir nefes aldı ve tam karşısında oturan Kartal, Caner, Şenol ve Tahir'e baktı. Sağ cebindeki elini çıkartıp onları gösterdi.

"Söz sizde beyler."

Kartal ve Caner birbirlerine bakarken, Şenol ve Tahir de birbirlerine bakmıştı. Caner, Kartal'a ağırca kafasını salladığında artık herkesin odağı Kartal'ın üzerindeydi.

"Mezopotamya Ateşi görevinden hemen sonra dağılmıştık. Geri dönüş yolunda kendi aracımdaydım. Dağ yolundan inen bir çoban gördüm. Sıska biriydi, aracın önüne atladı. O anlık yorgunlukla panik yaptım, o araçtan inmemem gerekiyordu ama indim. Sonra da bayıltıldım." dedi ve Caner'e baktı.

Lara, ikizinin anlattığı olayla masadaki ellerini kucağına çekti. Hüzünlü bakan gözleriyle ikizine bakmaya devam etti. Caner, Kartal'a bakarak kaşlarını çattı.

"Beni de bu şekilde pusuya düşürdüler. Bir durum için dışarıya çıkmam gerekiyordu, aynı şekilde sıska, üstü başı yırtık biri bir anda önüme atladı. Arabadan indikten sonra fark ettim ama arkamı dönemeden bayılttılar."

Eyşan, kaşlarını çatıp Şenol'a baktı.

"Peki sen Caner'i nasıl buldun?" diye sorduğunda Caner, Eyşan'a baktı.

"Daha dün gibi hatırlıyorum; 8 Şubat 2015 tarihinde Barış ile bir mekândaydık, saat 02:00 olması lazım, mekânın arkasındaki sokaktaydım," dediği sıra Barış, Mete ve Çilingir dudaklarını bastırıp kıkırdadığı sıra herkesin bakışları onlara döndü. Caner, göz ucuyla Lara'ya bakıp kaşlarını çattı.

Eyşan, "Dikkat dağıtmayın." diye uyardığında yeniden ortamda sessizlik hakimiyet kurdu. Caner, gözlerini kısarak onlara bakıp kafasını iki yana salladı ve ellerini masanın üzerinde kenetleyip bakışlarını masanın üzerine devirdi.

"Ne olduğunu anlayamadan bir araca aldılar, istihbarattan gelmişlerdi. Şenol ile o zaman tanıştım. Kendisinin gölgem olacağını söylemişlerdi. Sonralardan Şenol'dan öğrendim ki annemin işiymiş. Biz onu şehit olarak bilirken onun eli sürekli üzerimizdeymiş, her neyse. O gün dışarıya çıktığımda Şenol hemen arkamdaydı. Durum analizi yapması gerektiğinden dolayı beni o an kurtarmadı." dedi ve Şenol'a baktı.

"Gerisi sende."

Şenol, derin bir nefes alıp arkasına yaslandı.

"Caner'i götürdükleri yere kadar takip ettim. Ardından Mardin Dağı'nın hemen sınırın yanındaki bir kulübede yaşayan adamı gördüm. Kendisine Hafız diyorlarmış, eski askermiş. Bana bir anahtardan bahsetti. Bizde bu anahtarı birkaç günden beri Caner ile soruşturuyorduk ama bir türlü denklemi kuramıyorduk. O adamın sayesinde anahtarı gidip 'Faruk Bey Han'ından aldım."

Selçuk, elini kaldırıp Şenol'un sözünü kesti.

"Niye bize haber vermedin?" diye sorduğunda Şenol çenesini kaldırıp Selçuk'a baktı.

"Biz istihbaratçılar bireysel çalışırız, Suikastçı. Bunu en iyi senin bilmen gerekiyor. Caner o an benim gözümde bir bordo bereli sıfatıyla değil, korumaya çalıştığım bir istihbaratçıydı."

Selçuk, derin bir nefes alıp ellerini ceplerine soktu. Şenol, kafasını iki yana sallayıp başını eğdi.

"Her neyse, anahtarı alıp onların yanına gittiğimde yüz elli kişilik bir ekibin içine girdim. Arapça ve Farsça konuşuyorlardı. Ellerindeki silahları bile düzgün tutamayan bir ekipti ama işkence konusunda eğitimlilerdi. Çünkü amaçları öldürmek değil, psikolojik bir yıkım sağlamak. İnsanı ölümden beter hâle getiren durumlar vardır, onların en büyük silahı yıkıma uğratmak."

Derin bir nefes aldı ve yanındaki Tahir'i gösterdi.

"Kardeşim Tahir, kendisini güç bela arayıp anahtarın yerini söyledim. O yola koyulduğu sırada Elias Farouq'tan emir geldi. Yüz elli kişilik orduyu o deponun etrafından hızla çekti. Çünkü o sırada sizin araştırma yaptığınızı öğrendiler. Çilingir, Ahmet ve Barış yola çıkmıştı."

Şenol'un bakışları Çilingir ile Barış'ın arasında oturan Ahmet'e çevrildi.

"İsminizi bilmiyorum."

"Ahmet."

Şenol, "Ahmet, oradaki birisiyle hiç göz göze geldin mi?"

Ahmet, kafasını salladı. Şenol'da kafasını sallayarak kollarını göğsünde bağladı.

"O adam yüzünden ifşa oldunuz. Normal şartlarda kimse ile göz teması kurmamanız gerekti. Normal bir şekilde masaya oturduğunda anahtar zaten size gelecekti."

Ahmet, gözlerini devirip arkasına yaslandı.

"Biz içeriye girdiğimizde ayakta adamı aradık ama hemen yanımızdaki masada oturuyormuş."

Şenol, tüm ifadesizliğiyle Ahmet'e baktı.

"O Faruk Bey Han'ı Elias Farouq'a ait. Sizin yaptığınız o hata yüzünden konuştuğunuz adamı infaz ettiler. Çünkü o adamda ajandı. Bizden değildi ama Elias Farouq için de çalışmıyordu. Onu bitirecek herkesin yanındaydı. O gece iki hata yaptınız."

Ahmet, Barış ve Çilingir'in kaşları çatıldığında Şenol ve Tahir birbirlerine bakıp yeniden onlara baktı. Tahir, hafifçe gülümseyip kafasını sağa doğru eğdi.

"Faruk Bey Han'ından gelirken sizin önünüze kırdım. Siz beni tanımıyordunuz ama ben sizi Caner'den dolayı tanıyordum. Çilingir, selektör çaktığında anlamadım bir baktım, arkadan bana vurup kaçtınız." dedi ve kahkaha attı.

Çilingir ve Ahmet birbirlerine bakıp kafasını iki yana salladığında Ahmet, Tahir'e döndü.

"O adam bize 'Bir uzun iki kısa selektör. Yavaşlayan her zaman sensindir. Ayrıca depolar her zaman saklanmak içindir.' dedi. Bizden olmadığını düşünerek sana vurduk."

Şenol, kaşlarını çattı.

"Yavaşlayan her zaman sensindir. Önüne geçene yol vermen anlamı gelir. Yavaşlayan sensin diyor, vur geç demiyor! Olan oldu, asıl meseleye gelelim." dedi ve kafasını iki yana salladı.

"Caner'i oradan alıp Irak'a götürürken Caner'in çok ateşi vardı. Arabadayken bir nebze olsun düşürdüm fakat Irak'a gittiğimizde orada onun işkence yaşamasına engel olamadım. Bizzat kendim yaptım, çünkü diğerlerine bıraksaydım daha kötü şeyler yapacaklardı."

Ortamda bir an için sessizlik hakimiyet kurduğunda Caner, göz ucuyla Lara'ya baktı. Eyşan, Caner'in Lara'ya baktığını gördüğünde derin bir nefes aldı ve çenesini dikleştirip Yonca ve Alev'e baktı.

"Alev, Lara ve Yonca'yı alıp dışarıya çık."

Alev, Lara ve Yonca ayağa kalkıp dışarıya çıktıklarında Caner'in bakışları Eyşan'a çevrildi. Kafasını eğip kaldırdığında Eyşan, sol taraftan bir sandalye çekip oturdu. Selçuk'ta Kubilay'ın yanına kurulduğunda Eyşan, hafifçe boğazını temizledi.

"Devam edin."

Şenol, derin bir nefes aldı ve dirseklerini masaya yasladı.

"Kimseye çaktırmadan ayın üçüne kadar gelebildik ama Caner'in durumu daha da kötüleşmeye başladı. Onu bir an önce oradan çıkartmam gerekti. Tahir, yüz elli kişilik o ekibe dahil olmuştu ama bir türlü onu bulamıyordum. Bir an için yemek yeneceği zaman, yanımda bir kavga oldu. Üç adamın kavgasını ayırmak için birbirimize baktığımızda rastlaştık. Anında kıyı bir köşede plan yapıp Caner'i oradan çıkartmaya hazırlandık."

Şenol bir an için durdu ve Tahir'e baktı. Tahir, oturduğu yerde dikleşti.

"Elias Farouq'un bir adamı vardı. Adına Selahattin Bağdat diyorlar. Gerçek ismi değil, yabancı bir isme sahip ama kimse bilmiyor. Yüz elli kişilik ekibin başında o duruyordu. Ona uyuşturucu verip bayılttık. Diğer adamların zaten umurunda bile değildi." Tahir, yüzünü buruşturdu. "Hepsi keş, rezalet bir ortam. Gece yarısı Caner'i çıkarttık. Irak'ın giriş sınırında, Şırnak'ın çıkışındaki Artuklu Köy Hastanesine götürdük. Orada yaraları sarıldı. Ayın beşinde ise ben durumu bildirmek için merkezime giderken, Şenol ile Caner'de buraya geçti."

Yaşanan olay, ayrıntılı bir şekilde parçalarına ayrılmıştı.

Selçuk'un bakışları masanın üzerindeki anahtarlara çevrildi.

"Peki bundan sonra ne yapacağız? Bu anahtarlar işimize yarayabilir mi?"

Şenol ve Eyşan aynı anda kafasını iki yana salladı.

Şenol, "Hayır." dediği sıra Eyşan, "Yaramaz." dedi.

Eyşan, ayağa kalktığında ellerini masaya yasladı ve bakışlarını anahtarlara mıhladı.

"Bu anahtarlar artık yalnızca çöp. Çünkü Elias Farouq'un Caner'in gittiğinden haberi muhakkak olmuştur. Hatta," dedi ve Şenol ve Tahir'e baktı, "sizden bile haberi olmuştur. Araştırma yapmayı seviyor, ellerinde fotoğraf vardır. Şu dakikadan itibaren kendinizi de korumak zorundasınız."

Mete, sıkıntılı bir nefes alıp verdiğinde arkasına yaslandı ve bakışlarını Eyşan'a çevirdi.

"Bu da demek oluyor ki içlerine giren her adamın GBT'sini çıkaracaklar."

Eyşan, kafasını atik bir şekilde sağ omzuyla sol omzuna yatırdı. Çıkan kıt sesiyle bir an için Mete, kaşlarını çattı.

"Yapma şu şeyi. Bak, çok sık yapıyorsun. Zarar vereceksin kendine."

Eyşan, gözlerini kısıp kafasını ağırca salladı.

"Peki yüzbaşım."

Mete, aldığı inceyle yerinde doğrulup boğazını temizledi. Eyşan'ın dudaklarında küçük bir tebessüm olurken herkes Mete'ye gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıyordu. Mete, onların bastırdığı kahkahayı fark etti ama belli etmemeye çalışarak konuyu değiştirdi.

"GBT'leri kontrol edeceklerse, içeriye birini sokmak istesek bile, bizim adamlarımızdan biri yakalanabilir. Özellikle de..." dedi ve gözleri Şenol ile Tahir'e kaydı. "Elias Farouq'un sizi izlediğini varsayarsak, sahte kimliklerle bile işimiz zor."

Şenol başını salladı. "O zaman ne yapmamız gerekiyor? Eğer peşimize düşmüşlerse saklanacak mıyız?"

Eyşan, gözlerini kısıp omuzlarını dikleştirdi. "Hayır. Saklanmak bizim tarzımız değil. Ama iz bırakmamak için hızlı hareket etmeliyiz. Elias Farouq'un tahmin edemeyeceği bir hamle yapmalıyız."

Mete, gözlerini kısmış halde Eyşan'a baktı. "Ve bunun ne olduğunu düşündüğünü biliyorum."

Eyşan başını salladı. "Onun adamlarından birine ulaşacağız. Bizi izleyenleri biz de izleyeceğiz."

Mete, hafifçe gülümsedi. "Yani, kapanı tersine çeviriyoruz."

Eyşan, gözlerini Mete'den ayırmadan hafifçe başını eğdi. "Aynen öyle, yüzbaşım."

😶‍🌫️

7 Mayıs 2022 / Şırnak

Yonca Tombik Eşver, Ağzından

Nerdeysen, Semiramis

Güneş, çocukluğumun üzerine her sabah altın bir örtü gibi serilir, rüzgâr saçlarımı tararken ben, dizlerimde çamurla, ayaklarımda diken izleriyle uçsuz bucaksız yeşilliğin içinde koşardım. O eski mavi elbisem, annemin diktiği basma kumaş, rüzgârla dans ederdi.

Etekleri, her adımda biraz daha havalanır, üzerimdeki minik beyaz çiçekler güneşin ışığında solgun birer yıldız gibi parıldardı. Eteklerim çimenlere değdikçe, toprağın sıcak kokusu burnuma dolar, ben daha hızlı koşardım. Ayakkabılarımı hiç takmazdım, çünkü çıplak ayaklarımın toprakla buluşması, bu yaylada büyümenin tadıydı. Koşarken, tüm dünyam sadece bu yaylaya sığar, gökyüzü bir sınır gibi üstümde dururdu. Her köşe, her taş, her çiçek bana aitmiş gibi gelirdi.

Bir de annemle babam vardı. Onlar, her zaman orada, en güzel zamanlarımda, her koşmamı izlerken; bir arada, birbirlerine yaslanırlardı. Annem babama gülümsediğinde, göğsümde bir sıcaklık hissederdim. O gülümseme, dünyadaki her şeyden daha değerliydi. Babam da annemi korur gibi elini omzuna dolar, başını hafifçe eğerdi.

Büyüyüp KHO sınavını kazandığımda karşılarında durmuştum. Asker olacağımı ilk duyduklarında babam izin vermemişti. Gözlerinde bir tür korku vardı; belki de babalığın en derin duygusu, çocuğunun bir gün bu dünyadan çıkıp, başka bir dünyanın içine adım atacak olma korkusuydu. Annem sessizdi, sadece başını eğdi, gözleri bambaşka bir dünyada kaybolmuş gibiydi. O an, içimde bir şey kırıldı. Beni ne kadar sevdiklerini, korkularının ne kadar gerçek olduğunu, o an daha iyi anladım.

Babam, "Senin yerin burası değil," demişti. Sesi titrek, ama kararlıydı. "Senin önünde başka bir hayat var, başka bir yol var. Bunu istiyorsan, seni durduramam ama..." Cümlesinin geri kalanı havada asılı kaldı. Annemin gülümsediği o anın ne kadar değerli olduğunu o kadar derin hissetmiştim ki, sözler yetersizdi. Ama gözlerindeki korkuyu, annemin omzundaki başını eğişini, her şeyin bir kayıp gibi hissettirdiğini hâlâ unutamam.

Ve ben, bu topraklardan, bu yayladan, o eski mavi elbisemden, annemin ve babamın gözlerindeki sevgi ve korkudan ayrıldım. Her şey, hayatta hep olduğu gibi, başka bir yolun başlangıcıydı. Artık o çocuk yoktu. Geride kalan sadece bir askerdi.

Şırnak'ta ayak bastığım her gün birinin gözlerinde kaybolmaya başladım.

Kubilay'ın.

İlk başta fark etmedim. Gözlerindeki dikkatli bakışı, korumacı tavırlarını normalde her asker yapar diye geçiştirdim ama sonrasında, her adımımda, her hareketimde, bir şeyler değişmeye başladı. Sanki o bakışlar daha uzun, daha derindi. Göz göze geldiğimizde, bir anlık o sessizlik, her şeyi anlamsız kılıyordu. Bir şeyler vardı aramızda ama birbirimize bunu söylemekten hep kaçındık.

Günlerden bir gün, görev için çıktığımız dağlık alanda, Kubilay'ın gözleri üzerimdeydi. Önceki günlerde, diğer zamanlarda olduğu gibi her şey normaldi ama o gün farklıydı. Her adımımda, her hareketimde, sanki bir şeyler daha dikkatli olmamı istiyormuş gibiydi. Görev başladığında, çevremizdeki her şeyin farkındaydık ama Kubilay'ın ilgisi bambaşkaydı. Sözlü uyarılarını, yakın dövüş eğitimleri için yaptığı hazırlıkları, her zaman olduğu gibi alışılagelmiş şekilde yapıyordu ama bir şey vardı, bir gariplik vardı.

Yavaşça bir sessizlik yayıldı. Karşımızda karanlık ormanın derinliklerinden gelen ayak seslerini duyduk. Ama bir tuhaflık vardı, o an kalbimde bir şeyler çırpınmaya başladı. Kubilay'a bakarken, her zamankinden farklı bir şey vardı, sanki nefes almak bile daha zor oluyordu. Kalbim daha hızlı çarpıyordu.

Aniden, silah sesi duyuldu. Kubilay, bana doğru koşan bir keskin nişancıdan habersizdi. Bir anda, karanlık siluetler arasında Kubilay yere düştü. Bir çığlık, bir bağırış, her şey aniden hızlandı. Gözlerim, vücudumu saran yoğun gerilimin içindeyken, sadece Kubilay'ı gördü. Yere düşerken, birkaç saniye geçmesine rağmen, ellerim titreyerek ona doğru koştum.

"Lan!" Deniz'in bağırışıyla Kubilay'ın yanına çöktüm. Güvercin Timi etrafımızı sarmıştı. Onunla göz göze geldiğimizde, bir şeyler değişti.

"Kubilay," diyebildim, sesi çıkmayan bir fısıldayışla. Bütün bedeni sarmalayan acıyı görmek beni paramparça etti. Kan, her şeyin içinde bir iz gibi kalmıştı. Ellerimi, onun vücuduna dokundurduğumda, duygularımın kelimelere dökülemeyecek kadar yoğunlaştığını fark ettim. O an, bir şeyin farkına vardım; her şeyin bu kadar hızlı olması, her şeyin bu kadar belirsizleşmesi, bir kenara itilen hislerin hiç beklenmedik şekilde açığa çıkmasıydı.

Kubilay, gözlerindeki o ince ışıltıyı kaybetmeden bana gülümsedi. "Sakın korkma," dedi ama sesinde bir titreme vardı ve ben, bir anlığına dünyada yalnızca Kubilay'ın olduğuna inanarak, kalbimde bir gerçeği fark ettim. Ne kadar fark etmesem de ne kadar dirensem de ona âşık olmuştum.

Şimdi ise çocuğumuzun cinsiyetini öğrenecektik. Eyşan ablanın cinsiyetten haberi vardı ama asla kimseye söylememişti. Yüzündeki ifadesizlikle kutuya bakıyordu.

"Hadi ama kızım! Hepimiz heyecandan bayılacağız şimdi!"

Deniz ve Osman'ın çemkirmesiyle bakışlarımı toplandığımız masada gezdirdim. Herkes heyecanlı bir şekilde, Kubilay ile hemen önümüzde duran büyük kutuya bakıyorlardı. Bakışlarımı Kubilay'a çevirdiğimde gözlerindeki parıltıyla gözlerimin en derinine bakıyordu.

"Aç, aç, aç!"

Kubilay, alt dudağını ısırıp bakışlarını kutuya indirdiğinde hafifçe kutunun kabağını kavradım. Kubilay ile aynı anda kaldırıp arkaya savurduğumuzda yukarıya doğru süzülen pembe balonları izledim.

"Allah!"

Kubilay, bağırarak yüzümü avuçlarının içine alıp dudaklarını alnıma bastırdığında gülerek ellerimi karnıma yasladım. Kubilay'ın alnı alnıma yaslanırken dolan gözlerindeki yaşlar, benimde yanaklarımı ıslatıyordu.

"Sana benzeyen tombik bir kızımız mı olacak şimdi?" diye sorduğunda alnımı alnına sürterek kafamı salladım.

"Sağlıklı olsun da." diye fısıldadığımda hızla kafasını salladı. "Sağlıklı olsun yavrum, çiçeğim benim, Yonca'm."

Yeniden alnımı öpüp, dikkatlice sarıldı. Yanağımı göğsüne koyup bizimkilere baktığımda hepsi birbirlerine sarılı bir şekilde bize bakıyordu. Deniz Ayda'ya sarılı bir haldeyken Alperen, ikisini kolunun altına almıştı. Osman ile Cemile, Barış ile Alev, Caner ile Lara da birbirlerine sarılı bir şekilde dururken Mete abi ile Eyşan abla masanın iki ucunda, uzaktan birbirlerine bakıyordu.

"Nerdeysen orasi benim cennetim

Nerdeysen haber ver seni kaybettim

Bilsem ki kimsenin kalbinde değilsin"

Bizi bir aile yapan aslında Mete abi ile Eyşan ablaydı.

"Nerdeysen orada bekle beni sevgilim"

Onların hayatlarında eksik parçalar, kaybolan zamanlar vardı ama şimdi, her birimiz diğerini tamamlama çabasında, yaralarımızla bir araya gelmiştik. Bizi bir arada tutan, bir bütün yapan, yalnızca aşk ve güven değil; bu kırık dökük kalplerdeki sarsılmaz bağlılıktı.

☘️

7 Mayıs 2022 / Sırra Kadem

Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından

İhanetten Geri Kalan, Sezen Aksu

Şenol'un ilk fark ettiği şey karanlık oldu. O kadar yoğun, o kadar derindi ki, karanlık, gözlerini açtığında dahi üzerine bir örtü gibi çökmüş gibiydi. Karanlıkta, gövdesini saran soğuk, her an yutmak isteyen bir boşluk gibiydi. O kadar yoğun bir yalnızlık hissi vardı ki, bir anda kaybolmuş gibi hissetti fakat kaçırılmıştı, farkında değildi ama her şey bir anlık kayıptı. Burada neyi, nasıl bulması gerektiğini bilmiyordu. Nerede olduğunu, nasıl geldiğini, neden burada olduğunu anlayamıyordu.

Yavaşça, bedenini hareket ettirmeye çalıştı ama elleri ve ayakları bağlıydı. Zincirlerin soğukluğu, vücudunu acı içinde sararken, bağlandığı tahta duvarın soğukluğu sanki derisinin altına işlemişti. Diğer her şeyin aksine, duvarın sertliği ona bir tür gerçeklik hissi vermişti ama bu gerçeğin de korkutucu bir hali vardı. Hiçbir şey doğru hissettirmiyordu.

Her şeyin sessizliği, sonrasında yankılanan bir çınlamaya dönüştü. Her nefes alışında, boğazındaki kurulukla birlikte, dünyası kararıyor gibiydi. Gördüğü şey, bir odanın soğuk taş duvarlarından başka bir şey değildi. O taşlar, zamanla ve acılarla iyice pürüzleşmişti, sanki her biri yaşanmış bir felaketi hatırlıyordu. Duvardaki her çatlak, her kırık, zamanla üzerlerine tünemiş her bir hikâyeyi taşıyordu.

Bedenini doğrultmaya çalıştığında, bağlanmış kollarındaki acı, derin bir sızıya dönüşmüştü. Her iki bileği de şişmişti ve üzerine her baskı, başka bir katman acı ekliyordu. Vücudu yabancıydı, bir kimlik bunalımı gibi, her adımda, her hareketinde, sanki ruhu bedeninden çıkmaya çalışıyordu. Gözleri, gözlerindeki korku daha da derinleşirken, kulakları her sesi neredeyse on kat daha yüksek duyuyordu. Çıkmak isteyen bağırışlar vardı içinde ama dilini saran korku ona izin vermiyordu.

Burası bir hücreydi ama ne tür bir hücre olduğu belli değildi. Burada olması gerektiğine dair bir düşünce yoktu; sadece bilinçaltında bir his vardı, bir hissiyat. Karşısındaki duvarda, nemden dolayı oluşmuş küf kokusu, akciğerlerinde derinleşiyordu. O kokuyla boğuluyordu, her nefeste biraz daha hapsoluyordu. Havanın sanki bir zaman kısıtlaması varmış gibi ağırlaşması, yavaşça tüm vücudunu sardı.

Bir anlık sessizlik, derin bir nefes alması için fırsat vermişti ama o an bir adım sesi duyuldu. Sessizce ama belirgin bir şekilde yaklaşan ayak sesleri, kalp atışlarını hızlandırdı. Adımlar yaklaşıyordu ama o adımlar sadece bir adım daha değil, aynı zamanda bir ölümün mührüydü.

Odada bir gölge belirdi. Gölge, bir figüre dönüştü. Yavaşça ve ölçülü bir şekilde, Şenol'un karşısına doğru ilerledi. Gözleri karanlıkta ona keskin bir şekilde bakıyordu ama her şeyin bulanık olduğu bir dünyada, sadece silueti netti.

Elias Farouq.

Şenol ne kadar direnirse dirensin, bedeninin üzerinde etkisi olmayan bir güç vardı. Korku, bilinçli bir seçimdi. Bu korku, Şenol'u teslim almıştı, bedeni ise sadece bir araçtı. O an, seslerin tüm canlılığı, yankılarla birleşip, adeta boğazına sıkışan bir düğüm haline geldi.

Beyhude bir çaba; ruhu kaçmak istiyor ama bedeninden zincirli. Her bir nefesin, içindeki boşlukla daha çok doldurduğu bir boşluk. "Yolun sonu," diye fısıldadı bir ses. Sadece sesin yankısı, Şenol'un zihninde bir çığlığa dönüştü. Korku, nefesini bile engelliyordu.

Bunlar, Şenol'un kendi kimliğini bulma yolundaki son adımlarıydı.

Elias, gözlerindeki derin ve soğuk boşlukla Şenol'u izlerken, başını hafifçe yana eğdi. "İçime kolayca sızıp sağ kalabileceğini mi düşündün?" dedi, sesi bir yılanın fısıldaması gibi ürperticiydi.

Şenol'un kalbi bir kez daha hızlandı, vücudu bu duygusal darbe ile titredi. Her şeyi denemişti, kaçmak için her yolu aramıştı ama bedeninin zincirlenmiş olması, zihnindeki her düşünceyi mahvetmişti. Elias'ın sözleri, beklediği gibi boğazına keskin bir bıçak gibi saplandı.

Bir anda, kulağının hemen dibinde, nefes almasıyla boğazını sıkıştıran bir ses duydu. Bir silahın namlusu kafasına dayandı. Soğuk metalin ucunu vücudunda, her zerresinde hissedebiliyordu ama namlu, yalnızca bir şeyin başlangıcıydı. Şenol'un gözleri, korkudan kaybolan göz bebeklerinin ardında bir tek şeye odaklanmıştı: Silahın soğuk ucu. Namludan başka hiçbir şey görmüyordu.

Silahın tetiğine basıldı.

Şenol yere devrildiğinde arkasındaki gölge, kafasını kaldırıp Elias Farouq'a baktı ve gülümsedi.

"Yeni bir plan içindeler."

Elias, Şenol'un cesedine bakıp kaşlarını kaldırdı.

"Bende yeni bir planın içindeyim, Tahir."

Tahir, gülümseyerek Elias'a baktı. Caner'in kaçırılmasına sebep olan kişi Tahir'di. Tahir; Şenol'un istihbarata girdiği günden sonra, öfke duygusuyla sarmalanan, Bünyamin'den sonraki Elias'ın adamıydı.

İhanet adı, Şenol'un kardeşi Tahir Barlas'tı.

-

BÖLÜM SONU

Bir hasrettir, bir intikam

İhanetten geri kalan

Sezen ablamız ile bölümü bitirdik. Ne güzel söylemiş değil mi yukarıdaki sözü... bir hasrettir, bir intikam, ihanetten geri kalan...

Evet, Tahir başımıza çok kötü işler açacak, küçük bir spoi. Ayyy çok heyecanlıyım. Bu bölümde Caner'i okuduk, Yonca'mızı okuduk. Beni etkileyen en güzel ve nadide bir sahneydi. Eyşan ile Mete'nin sahnesi der susarım. Mete'nin Eyşan'a şiir okuması, müko, mükoo. Biliyorsunuz ki diğer bölüm 2. Kitabın Sonu olacak. Ben şahsen, kendi adıma konuşmam gerekirse çok ama çok heyecanlıyım. Elimde taslaklarım var ve aşırı gerginim. Bölüm sonunda :O kalacağınıza eminim. Umuyorum. Dhsjkdhjkshd

O halde;

- SON 1 -

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

Sultan Çakır

on beş şubat iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 15.02.2025 17:56 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sultan Çakır / GÜVERCİN / XLI - KAYBOLAN ZAMANLAR
Sultan Çakır
GÜVERCİN

29.29k Okunma

1.47k Oy

0 Takip
88
Bölümlü Kitap
-AURORA-I - YEMİNII - İLK KURŞUNIII - MAVİIV - SORGUV - KANLI TÜYVI - SINIR7. BÖLÜM'DEN KESİTVII - GERÇEKDUYURU VE SOHBETKİTAP ADI VE KESİTVIII - TEKERRÜRIX - 25 SAAT 38 DAKİKA10. BÖLÜMDEN KESİTX - İSYANIN ARKASINDAKİ GÖLGEXI - YALANLAR VE İZLERİXII - SAVAŞIN SINIRINDAXIII - GECEYE SÜRGÜN AŞKXIV - KIRIK GÜVEN KOZASIXV - KIRILMA NOKTASIXVI - DUVARXVII - KANATLARI ISLAK GÜVERCİNXVIII PART I - SIRR-I MÜPHEMXVIII PART II - SÖNMÜŞ OCAK KÖZÜXIX - YÜKLÜ HATIRAXX - BÜLBÜLÜM ALTIN KAFESTEXXI - AL BAYRAĞIN GÖLGESİXXII - SONA BİR KALAA.E.BM.M.ÇXXIII - KORUN BIRAKTIĞI İZXXIV - BOZKURT VE TARUMARXXV - TEK KURŞUN SÖZÜXXVI - KARA KARIŞAN KANXXVII - ÖFKENİN KRİZ UYKUSUXXVIII - OMUZDA TAŞINAN YÜKXXIV - RUHU YUTAN BOŞLUKXXX - GERİ SAYIM SONUXXXI - YAKLAŞAN KASIRGAXXXII - HASSAS VE ZARİFXXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜII PART - XXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜXXXIV - AKREP VE YELKOVANXXXV - ŞEYTAN KILIKLI AZRAİLXXXVI - YOLUN SONUNDAKİ SAKİNLİKXXXVII - ECELİN GÖLGESİXXXVIII - OLASILIK VE KURAMXXXIX - KİMLİK KAYBIXL - BAHT VE TEKERRÜRXLI - KAYBOLAN ZAMANLAR- DUYURU -XLII - YANAN KÜLLERİN ARASINDAK.S.AA.O.ÖG.U.DGÜVERCİN HKK.XLIII - SERZENİŞİN KIYISINDAXLIV - DÜNE İÇİLEN ANT45. BÖLÜMDEN KESİTXLV - LEKE BIRAKAN İZLERMETE'DEN SİZE BİR MESAJ VAR!46. BÖLÜM'DEN KESİTBir İşçinin Günlüğü - DuyuruXLVI - KALPTEN GELEN YOL47. BÖLÜMDEN KESİTXLVII - KIRILAN SADAKAT-DUYURU-XLVIII - DİLDEKİ SÜKÛT-Duyuru-XLIX - SONUN DOĞURDUĞU İLK BAŞLANGIÇDUYURUDuyuruL - FİDES RUPTALI - ALARUM VINCULUMLII - SINAVLAR VE GEÇİŞLER-DUYURU-LIII - TANRILARIN UNUTTUĞU DÜŞÜŞ54. BÖLÜMDEN KESİTLIV - ÖLÜME GÖMÜLÜ BİR SEVDALV - EMANET VE YEMİNNeden bölüm yok - AçıklamaLVI - MÜHÜRLENMİŞ HAKİKAT57. BÖLÜMDEN KESİTLVII - SİS BÖLÜĞÜLVIII - OKYANUSTAN DOĞAN IRMAKLAR, ŞANSLI ÇÖL GEZGİNİLVIX - ŞAFAK SÖKMEDENLX - DİP KUYUSU- DUYURU -
Hikayeyi Paylaş
Loading...