52. Bölüm

XLII - YANAN KÜLLERİN ARASINDA

Sultan Çakır
sultanakr

 

DUM DUM DUM DUM DUUUU-DUMDUM! - 20th Century Studios sesiymiş gibi algılayın.

 

🎺DUTDURURURU DUT DURURU!

 

Helüüü, biz geldik. Nasılsınız? Heyecan var mı heyecan? Çünkü ben çok heyecanlıyım. Ayyy, geç, bölüme geç!

 

Aşağıda buluşalım.

Bölüm Şarkıları;

Pneumothorax, Blueneck

Ayrılık, Selda Bağcan

M.- Anıl Emre Daldal

Kıyamet, Bö & Serhat Durmus

Joaquim, Oscar and the Wolf

I Feel Lost, Aaron Hibell

 

Ayrıntıları severim. Eğer aşağıdaki görselin ne anlama geldiğini öğrenmek istiyorsanız; XXIII. bölüme bir gidip gelin.

 

 

🕊️

XLII

Düzen, düzensizliği yaratır.

Baskılanan her şey bir gün taşar. Sınırları çizilmiş her hat, zamanın aşındırıcı eliyle silinir. Kurallar, dayatıldıkça itaatsizlik doğurur; dizginlenen güç, serbest kaldığında yıkıma dönüşür. Kaçınılmaz olan, düzenin kendi karşıtını doğurduğudur.

Evren, devinim içindedir. Katı olan erir, sağlam olan çatlar, yekpare görünen her şey içinde gizli bir çöküş taşır. İnsan da bundan muaf değildir. Zihni dizginleyen disiplin, en ufak bir çatlakta parçalanır. Ne kadar kontrol edersek edelim ne kadar sıkı tutarsak tutalım, parmaklarımızın arasından süzülen kaçınılmaz bir çözülüş vardır.

Olması gereken, her şeye rağmen dengeyi korumaktır ama olacak olan, bu dengenin zamanla çöküşe teslim oluşudur.

Çöküş, kontrol edilmezse kaosa dönüşür.

Ve kaos, er ya da geç her şeyi yutar.

🔥

8 Mayıs 2022 / Al-Suqaylabiyah Ormanları

Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından

Gündüzün ilk ışıkları, Al-Suqaylabiyah Ormanları'nın yoğun karanlığını kırmaya başlamıştı. Ormanın derinliklerinden gelen sabah kuşlarının cıvıltıları, gövdelerini sarstığı ağaçların yaprakları arasında yankılandı. Hava, toprakla karışmış bir serinlikle taze fakat bir yanda da oldukça yoğun bir gerginlik vardı.

Elias Farouq, ormanın kalbinde sessizce ilerliyordu. Gözleri, her zamankinden daha keskin, daha huzurluydu. İlk kez bu kadar keyifliydi. Yüzündeki o sert, soğuk ifade kaybolmuştu. Bir anlığına gözleri, etrafındaki sessizliği dinlerken huzurlu bir ışıltı taşıdı. Birkaç gün önceki gerginlik ve karanlık, yerine sükûneti bırakmıştı. Şenol'un kaybı, planlarının bir parçasıydı ama onun yokluğu, Elias'ın işini kolaylaştırmıştı. İçsel bir rahatlık, tüm bedenini sarıyordu. O rahatlık, bir vızıltı gibi, her adımında onu takip ediyordu.

Yanında, uzun zamandır sessizliğini koruyan adam vardı. Adı Selahattin Bağdat olarak bilinen ama aslında Shaytan Al-Aswad olan, yüzü solgun ama gözlerinde bir tür soğuk mesafe barındıran biriydi. Eli, neredeyse hiç hareket etmeyen, başı öne eğik bir şekilde, Elias'ın arkasında sessizce yürüyordu. Neredeyse bir gölge gibi, Elias'ın izinden adım adım gidiyordu.

Bir süre sonra Elias, gözlerini arkasındaki adama çevirdi. "Neden bu kadar sessizsin?" dedi, sesi sanki buzdan bir duvarın ardından geliyordu. Shaytan, bir anlığına ona bakıp duraksadı.

"Sende çok neşelisin?" dedi.

Elias, gülümsemesini genişletip derin bir nefes aldı. Bir an için gözlerini ağaçlarda gezdirdi. Gözleri, ormanın yeşilini, sabahın ışığıyla karışan huzurunu izlerken, bir şeyler düşündü. Sanki, bu ormanın her köşesindeki sessizliğin içinde, bir şeylerin daha büyük bir planın parçası olduğu hissini ediniyordu.

"Olması gereken her şey yaklaşıyor, Shaytan," dedi, sesi şimdi daha sakin ve kararlı bir tonla. "Aklıma koyduğum o plan olacak. Bunu hissediyorum."

Yüzündeki sinsi gülümseme daha da belirginleşti. Elias Farouq, sabahın ilk ışıklarıyla sarhoş olmuş gibiydi. Ruhunda bir huzur, bedeninde ise adeta bir zafer duygusu vardı.

💭

8 Mayıs 2022 / Şırnak

Eyşan Çakır, Ağzından

Uyku, ölümün kardeşidir. Peki rüya?

Uyku ölümün kardeşiyse, rüya yaşamın kayıp ikizidir.

Her gece gözlerimi kapadığımda, sanki bir boşluğun kapılarını aralıyordum. Bir bilinç kaybı, bir varlık fırtınası oluşuyordu.

Gecenin karanlığı, içimdeki cehennem gibi yakıcı düşünceleri yutuyordu. Ruhumu, bir kuyu gibi içine çekiyordu. Uykuya dalarken, karanlığın parçası oluyordum. Bir anlık ölüm ama bir o kadar da yaşamak için her saniye savaşıyordum. Her bir nefesim, ölüme biraz daha yakınlaştıran bir darbe gibiydi. İçimdeki boşlukla mücadelem, bir zamanlar ölümsüz gibi hissettiren anıların şarap şişesi gibi kırılması gibi. O an, her şey kırılıyor, dağılıyor.

Uyku, bir şekilde ölümü taklit ederken, ölüm daha sert, daha aniydi. Uyku, belki de ölümün öncesi ve belki de ölüm, uykuya kıyasla beklenmedik bir rahatlama sunuyordu.

Zihnimde çalan titrek melodi göz kapaklarımın ağırca açılmasına neden oldu. Karnımın üzerindeki Mete'nin sıcak avcu, yerini derin bir soğukluğa bıraktığında sırtıma yasladığı göğsünü de çekti.

"Bu kim amına koyayım ya? Pazar bugün ya!"

Mete'nin homurtusuyla gözlerimi kırpıştırıp komodinin üzerindeki telefona uzandım. Telefonun ışığı gözlerime batarken, kim olduğuna bakmadan aramayı cevapladım ve kulağımı telefona yasladım.

"Alo?"

Sesim, uykusuz ve bulanık bir şekilde, neredeyse kayboluyordu. Gözlerimi tekrar kapattım, biraz daha fazla dinlenmek isterken.

"Alo Eyşan, Selçuk ben. Acil kışlaya gelmen gerek."

"Niye?" diye sordum. Telefonun ucundaki Selçuk'un nefes alışını net bir şekilde duydum. Stres, her solukta derinleşiyordu. O ses, kulağımda bir alarm gibi çınladı. Ruhuma bir diken battı. Gözlerim, bir yılanın hızla uyanması gibi açıldı. Şimdi, her şeyin ne kadar ciddi olduğunu fark etmiştim.

"Telaşa kapılma ama Şenol'u infaz etmişler. Acilen buraya gelmen gerekiyor. Kardeşi Tahir'de burada."

Bu sözler, bir tokat gibi yüzüme çarptı. Kelimeler ağzımda yankı yaparken, başımda bir ağırlık hissettim. İnandırması zor bir haberdi ama sesi buna inandırıyordu beni. Selçuk'un kelimeleri, bir çelik tel gibi gerdikçe geriliyordu, bıçak gibi keskin ve soğuk. Bu, başka bir tehdit demekti, başka bir çıkmaz.

Hızla kalktım, yerimden fırlayarak vücudumda bir kaybolma hissiyle odanın içinde yürüdüm. "Tamam, geliyorum." dedim. Sesim, kasvetli bir boşluktan geliyordu, her kelime bir yük gibi yerleşiyordu içime. O an ne düşündüğümü ne hissedip hissetmediğimi bile bilmiyordum. Tek bildiğim, bir ölümün haberiyle uyanmış olduğumdu.

"Ne olmuş?" diye soran Mete ile elimdeki telefonu kapatıp ona döndüm. Gözleri uyku sersemliğinden dolayı hafif kısıktı ama bir anda, sanki her şeyin tam ortasına düşüyormuş gibi, bir keskinlik beliriverdi bakışlarında.

"Acil bir durum var," dedim, sesim zorla çıkıyordu. "Şenol'u öldürmüşler. Selçuk kışlaya çağırıyor. Kardeşi Tahir de oradaymış."

Mete'nin gözlerinde şaşkınlık belirirken, vücudu bir an gerildi. O an, önce sessizlik, sonra bir gerginlik hâkim oldu. Uyandığının farkına varması biraz zaman almıştı ama o kısa süre bile her şeyin ne kadar ciddi olduğunu anlatıyordu. Dudaklarından dökülen küfürle yataktan fırladı, her hareketi aceleci, hızlıydı. Gözleri, uykusuzluğun etkisiyle bulanık ama hızla uyanan bir dikkatle parlıyordu.

Hızla üzerimdeki pijamayı çıkartıp, gardırobun kapaklarını açtım. Her bir hareketim telaşlı ama bir o kadar da kesinleşmişti. Askıdaki beyaz gömleği alıp üzerime giydim ve düğmelerimi iliklerken Mete'ye baktım. Altındaki siyah boxerı ile gardıroba yürüdü. Siyah gömleğini askıdan çektiği sırada düşen askıyı önemsemeden altımdaki şortu çıkarttım. Katlı pantolonumu alırken Mete'de pantolonunu giyiyordu.

Uykulu, kalın sesiyle "Caner'in haberi var mı acaba?" diye sorduğunda kafamı iki yana salladım.

"Bilmiyorum Mete ama gece ne yaşandıysa ortalık çok karışacak."

Sözlerim, her anın gerginliğine uyum sağlamak için söylenmişti. İhtiyacım olan tek şey, bir an önce kışlaya gitmekti; ne kadar hızlı hareket edersek, o kadar iyi olacaktı ama her şeyin karışması, her adımda bir belirsizlik vardı. Her saniye, içinde taşınan tehlike daha da ağırlaşıyordu.

Mete, iki adımda yastığının altındaki silahı alıp beline koydu. Komodinin üstünde duran silahımı alıp bana uzattığında hızla alıp belime sıkıştırdım. Parmaklarımın ucuyla soğuk metalin dokusunu hissettim, bir an içimdeki boşlukta silahın varlığını fark ettim. O metal, korkuyu ve kararlılığı bir arada barındırıyordu.

Mete, hiçbir şey söylemeden gece açtığım pencereyi kapatıp hızla kapıyı açtı. O an, içimdeki gerilimle birlikte adımlarımı hızlandırdım. Zihnimde, her şeyin tepetaklak olduğu, kontrolün kaybolduğu bir düşünce fırtınası vardı fakat ellerim, vücudum otomatik olarak bu duruma uyum sağlıyordu. Belki de bu an, her şeyin sonu değil, bir başka başlangıcıydı.

Merdivenlerden hızlı bir şekilde indiğinde, arkasından ben de indim. Ayda, Deniz, Osman ve Cemile kahvaltı masasında sessizce oturuyorlardı. Bizim hızla geçişimizi fark eden Osman, üzerimizi süzüp kaşlarını çattı. Gözlerinde bir sorgulama vardı ama aynı zamanda alışık olduğu bir gerilim de seziliyordu.

"Pazar diye sizi kaldırmamıştık. Siz nereye gidiyorsunuz?"

Sesindeki ince alay, ne olursa olsun kendini meraklı bir şekilde tutan bir ton taşıyordu ama yüzündeki endişe de gözden kaçmıyordu. Hepimiz bir şekilde bu dünyada savaşıyor, yaşamanın kendisinden bile ödün veriyorduk. O yüzden sorusu, sadece bir merak değil, aynı zamanda bir uyarıydı.

Mete'nin yüzündeki soğuk ifadenin, hemen cevap vermeyecek kadar dikkatli bir an olduğunu biliyordum. Ben de gözlerimi bir an için ondan ayırarak Osman'a baktım.

"Kışlaya geçiyoruz, siz burada kalın."

Osman, gözlerinde bir belirsizlikle Deniz ile göz göze geldi. Hızla, gözlerinin içine derin bir bakış yerleştirip, sonra bana döndü.

"Tamam, aramayı unutma," dedi ama sözlerinde bir tedirginlik vardı.

İçimi saran o soğuk kararlılık, her nefesimde biraz daha büyüyordu. Osman'ın bakışlarını hissettim ama bu kez cevap vermek, o bakışlardan kaçmak gereksizdi. Mete ile ayakkabılarımızı giyip hızlı bir şekilde evden çıktığımızda arabanın uzaktan kilidini açtı. Kapıyı açıp kendimi ön koltuğa bıraktığımda Mete'de hızlı adımlarla önden geçip şoför koltuğuna yerleşti. Aracı seri bir şekilde çalıştırıp yola koyulduğunda içli bir nefes aldığını işittim.

"Torpidoyu açsana yavrum, ıslak mendil var. Gözümüzdeki çapakla gideceğiz yoksa."

Mete'nin alaycı ama zorlanmış ses tonu, bu ana dair her şeyin ne kadar karmaşık olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu. Onun bu halde olması, geride bıraktığımız her şeyin birer parçası gibi hissediliyordu. Torpidoya uzanıp kendime doğru çektim. İçindeki ıslak mendil paketini alıp içinden iki tane çıkarttım ve birini ona uzattım. Diğeriyle kendi yüzümü silerken bakışlarım yolda takılı kalmıştı.

Derin bir nefes alıp "Sence nasıl oldu? Daha evvelsi gün yanımızdaydı." diye sordum.

Mete, yüzünü sildiği ıslak mendili aracın içindeki küçük çöpe sıkıştırdı. Gözleri hala yolu keskin bir şekilde izliyordu ama bir anlık suskunluk her şeyin ne kadar derinleştiğini anlatıyordu. Yavaşça, sanki her şeyin ağırlığı üzerine oturmuş gibi, başını çevirdi ve bana baktı. "Bilmiyorum," dedi, sesi biraz daha sertleşerek, "ama bir şeylerin kesinlikle çok yanlış gittiği belli."

Yeniden yola döndüğünde kafasını iki yana salladı. O andan itibaren ikimiz de hiç konuşmadık. Sessizlik, bir halka misali etrafımızı sardı. Her bir an, kelimelerle değil, hislerle yoğunlaşıyor gibiydi. Aracın motorunun monoton sesi, aklımızdaki düşünceleri daha da belirgin hale getiriyordu.

Sanki zaman durmuş, bir sonraki hamleyi yapmadan önce her şeyin sessizce tartıldığı bir andaydık. Mete'nin elleri direksiyona sıkıca yapışmıştı, ben ise pencereden dışarı bakarak, içimdeki belirsiz kaygıyı dindirmeye çalışıyordum.

Kışlaya vardığımızda, aracın lastiklerinin asfaltı sıyıran sesinin ardından Mete aracı durdurup bana baktı. Gözlerinde, her zaman güçlü olan o kararlılığı bir tedirginlik gölgeliyordu.

"Tahir'e dikkat et, ben ona güvenmiyorum," dedi. Sesindeki sertlik, bir uyarıdan daha fazlasını taşıyordu; içindeki endişe, kelimelerinin arasına sızmıştı. Sol omzumun üzerinden ona bakarken, sözlerinin ağırlığını içimde hissettim. Bazen insanların güvenini kazanmak, bazen de kaybetmek o kadar kolay oluyordu.

"Neden?"

Mete, birkaç saniye sessiz kaldı. Gözleri, kışlanın uzak köşelerinde kaybolan bir noktayı izliyordu, sanki bir şeyleri toparlamaya çalışıyordu. Sonra derin bir nefes alıp, her kelimesini dikkatle seçerek cevap verdi.

"Bazen insanın gözlerinden anlayabilirsin, neyi sakladıklarını... Tahir'in gözlerinde bir şey var, bir eksiklik. Bu kadar karanlık bir dünyada insanın en büyük hatası, her zaman her şeyin görüldüğü gibi olduğunu düşünmek olur."

Mete'nin sesi, geçmişin karanlık köşelerinden fısıldayan bir uyarı gibiydi. Kendimi, hep bir adım daha dikkatli olmam gerektiğini fark ederken buldum. Tahir'in ne kadar güvenilir olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu ama şimdi onunla ilgili duyduğum belirsizlik daha da büyüyordu.

Elimi kapı kulpuna attığım sırada Mete'nin adımı seslendiğini duydum. Elimi kulptan çekmeden ona baktığımda kaşlarını çattı.

"İhanet önce göze yansır. Ben o gözlere çok maruz kaldım, nerede görsem tanırım."

O an, Mete'nin içindeki o kırılgan güven sarsıntısını, o eski yarayı yeniden hissettim. İhanet, sadece kişinin sözleriyle değil, bakışlarıyla da gelirdi. O bakışlarda, arka planda kaybolan güveni, hüsranı ve acıyı görmek mümkündü. Yavaşça başımı salladım ve kapıyı açtım. Sağ ayağımı sertçe yere bastığımda arabadan inip kapıyı kapattım. Mete'de inip bana yaklaştı ve aracı kilitleyip elini belime yasladı.

Kapının yanında duran iki asker bizi gördüğünde kafalarını eğip kaldırdılar. Selam alarak yürümeye devam ettiğimiz sırada arkamızda bir fren sesi yankılandı. Mete ile arkamıza döndüğümüzde ön kapı açıldı ve Caner, çatık kaşlarıyla bize bakarken arabadan indi. Mete, o an bana bir bakış attı. İkimizin de zihninde aynı düşünce vardı; Caner, bu kadar ani bir şekilde buraya gelmişse, işler daha da karışmış demekti.

Otoparka yönelen araba, gürültüsünü kesip arka planda kaybolurken, Caner bize doğru adımlarını hızlandırdı. Hiçbir şey demeden yanımızdan yürüyüp geçti. Caner'in sessizce yanımızdan geçip gitmesi, daha fazla anlam taşıyan bir eylemdi. Her zamanki gibi soğuk ve mesafeli bir tavırla hareket ediyordu, ancak bu kez durumu farklı kılacak bir şeyler vardı. Bize tek bir kelime dahi söylemeden o hızla ilerlemesi, içimdeki kaygıyı daha da artırdı. Mete'nin yüzüne baktım; her ikimizin de hissettiği aynı şey vardı, bir şeylerin yolunda gitmediği hissi.

Aynı anda Caner'in peşinden yürüdük. Caner, koordinasyon merkezinin kapısına abanıp içeriye girdiğinde hızla peşinden içeriye girdim. Selçuk, masanın üzerine serdiği kağıtlardan gözlerini çekmiş bir şekilde bize bakarken, sağ tarafta ağlayan bir Tahir vardı.

Caner, odanın ortasında durup bir anlık bir duraksama ile bakışlarını masanın üzerine yerleştirilmiş kağıtlara yönlendirdi. Birkaç saniye boyunca sessizliğe gömüldük. Sonra, sesini duyduğumda, Caner'in bakışlarında yine o tanıdık, soğuk ifadeyi buldum.

"Şenol'un ölümüyle ilgili soruşturma başlatmamız gerek," dedi, sesi kararlı ama derin bir iç çatışma taşıyor gibiydi. Ellerini ceplerine koyduğunda bakışları Tahir'e çevrildi.

"Olay nasıl olmuş Selçuk?"

Selçuk, ifadesiz bakışlarını Caner'e çevirdiğinde bir an için gözlerini takip etti. Tahir'e baktığını fark ettiğinde yeniden Caner'e baktı ve gözlerini kısıp çenesini dikleştirdi.

"Olayın nasıl olduğunu bilmiyoruz ama Tahir bulmuş, apartmanın önünde. Apartman girişinin kamera kayıtları mevcut. Dün gece saat 03:22 sularında evden çıkartılmış. Üç kişi, yüzleri maskeli görünmüyor. 05:00'de apartmanın önüne bırakıyorlar. Plaka ve benzeri hiçbir unsur belli olmuyor. Civardaki kameralara da bakıldı ama hiçbir şey çıkmadı."

Caner, Selçuk'un söylediklerini sindirerek dinlerken bir süre sessiz kaldı. Gözleri, her kelimenin ağırlığını taşıyor gibiydi. Tahir'in ağlamasına aldırmadan, dikkatlice yerinden hareket etti ve o anki gerilim her adımında artıyordu.

"Bu kadar basit değil," dedi, ciddiyetle. Bakışlarını kağıtların üzerinde gezdirdi ve kafasını iki yana salladı. "Komşular, ne bileyim birisi hiçbir şey duymamış mı?"

Selçuk, kafasını iki yana salladığında bakışlarımı Mete'ye çevirdim. Çilingir ile bakışları kesişmişti. Birbirlerinin bakışlarında bir şeyler paylaşıyorlardı, belki de aynı soru. Bir ihanetin ya da daha kötüsünün izleri vardı ama her şey bu kadar karışıksa, bir şeyin daha netleşmesi gerekiyordu.

Tüm odada bir sessizlik hâkim olmuştu.

Bir süre sonra Caner, bakışlarını kâğıttan çekip Selçuk'a baktı.

"Otopsiye almışlar mı?"

Selçuk kafasını salladığında Caner, ağırca kafasını salladı ve alt dudağını ısırıp Tahir'e baktı. Ellerini ceplerinden çıkartıp Tahir'e doğru yürüdü. Tahir, öne eğdiği yüzünü kaldırıp dolu gözlerle Caner'e baktığında Caner, hüzünlü bir mimikle elini Tahir'in omzuna koydu.

"Tahir, sen merkeze geç. Otopsi sonucu çıktığında haber veririm ben sana."

Tahir, belli belirsiz kafasını salladığında sol elini masaya koydu ve titreyen bedeniyle ayağa kalktı. Caner, arkasında kalırken yanağının içini dişledi. Tahir, kimsenin desteği olmadan yürüyüp kapıdan çıktığında Çilingir, ağırca ayağa kalktı.

"Güzel rol yapıyor."

Caner, bakışlarını Çilingir'e çevirdi.

"Sende mi şüphelendin?" diye sorduğunda Çilingir'in yüzündeki ifadesizliğin yanı sıra kehribar irislerinde bir ateş yandı. Caner, sıkıntılı bir şekilde oflarken elini ensesine atıp Mete'ye ve bana baktı.

"Ne yapacağız?"

Çenemi dikleştirdim.

"Otopsi sonuçlarını bekleyelim. İşkence mi gördü, silahla mı öldürüldü?" dedikten sonra kaşlarımı kaldırıp ellerimi ceplerime soktum. "Tahir mi öldürdü?"

Caner, saçlarını karıştırıp kafasını iki yana salladı. Selçuk, çatık kaşlarıyla bana ve Mete'ye baktı. "Kahvaltı ettiniz mi?"

Mete, kaşlarını kaldırdı. "Gözümüzdeki çapakla geliyorduk Selçuk, ne kahvaltısı?"

Caner, boğazını temizleyip eliyle kapıyı gösterdi.

"Lara'nın haberi yok, bir şey söylemedim. Alev ile kahvaltı ediyorlar. Barış yanlarına geçmiştir, bizde yemekhaneye geçelim."

Mete, bana döndü ve elini belime koyup yönlendirdi. Kapıyı açıp çıktığımda arkamdaki bedenlerle yemekhaneye geçtik. Alev, Lara, Yonca, Kubilay, Barış ve Alperen; her zamanki oturduğumuz masaya yerleşmişlerdi. Tabldotlara kahvaltılıklarımızı alıp masaya geçtik.

Mete, tam karşıma oturduğunda elimi çatala uzatıp zeytine batırdım. Ağzıma attığım zeytini çekirdeğinden ayırıp çiğnemeye başladığım sıra bakışlarım Mete'nin tabldotunda öylesine daldı. Dalgın bir şekilde kenardan ekmek alıp küçük bir parça böldüm ve ağzıma attım. Bir anda tabldotuma bırakılan yumurta ile Mete'ye baktığımda ağırca ağzındaki lokmayı çiğneyip yutkundu.

"Yumurta sıcak, soğutma."

Zihnim, boşluğun içindeki dalgınlıkla başa çıkarken sessiz bir şekilde kahvaltımı etmeye devam ettim.

 

🕊️

8 Mayıs 2022 / Şırnak

Caner Cenk Çakır, Ağzından

İnsanın ruhu, onu arkasında takip eden gölgesi gibidir.

Ruh, tıpkı gölge gibi, insanın ayrılmaz bir parçasıdır ama her zaman tam olarak görünmez. Gölge nasıl ışığa bağlı olarak şekil değiştirirse, ruh da yaşananlara, hislere ve zamanın getirdiklerine göre değişir, büyür ya da küçülür.

Bazen gölge gibi içimizde saklanır, bazen de bizden bağımsız bir varlıkmış gibi hareket eder. Ruhun karanlık tarafı da vardır; tıpkı gölgenin karanlığı gibidir ama bu karanlık korkulacak bir şey değil, anlaşılması ve kabullenilmesi gereken bir şeydir. Belki de insan, gölgesini tanıdıkça ruhunu daha iyi anlayabilir.

'Birine haddinden fazla yakın olursan üzerine önce gölgesi düşer.' demişti, yıllar önce Şenol. O zaman anlamamıştım ama şimdi o gölgenin soğukluğunu, iliklerime kadar hissediyordum. Birine yaklaşırken, sadece kendisiyle değil, geçmişiyle, karanlığıyla, içinde sakladıklarıyla da yüzleşirsin ve bazen o gölge, senin üzerine öyle bir çöker ki, kim olduğun bile bulanıklaşır.

"Tanışın, arkadaşın olacak. Sen nereye gidersen o da seninle gelecek. Bir nevi gölgen olarak düşünebilirsin."

Zihnimde sinsi bir anının bıraktığı yankı gözlerimin bir an için kapanmasına neden olmuştu. 2015'ten bu yana birlikte gezdiğim, dolaştığım, yürüdüğüm adam artık yoktu. Barış ve Mete'den sonra bütün sırlarımı bilen sırdaşım, dostum yoktu. Beni koruması için girdiği bu yolda, yine beni korumak için olmaması gereken yerlere sızmış ve en sonunda acı bir gerçeği yüzüme vurmuştu.

Sadece Şenol'u öldürmemişlerdi.

Benim gölgemi de almışlardı.

"Caner?"

Sağ omzumun üzerine yaslanan elle gözlerimi açtım ve yüzümü yerden kaldırıp sağıma baktım. Barış, gözlerindeki durgunlukla elini omzumdan çekmeden yanıma oturduğunda bakışlarımı dağların ardından sızan güneşe çevirdim.

Barış'ın varlığı, içimdeki dalgaları dindirmiyordu ama en azından düşüncelerimi susturuyordu. Sessizliği koruyarak cebimden sigara paketini çıkardım. Paketi sallayınca son iki dalın kaldığını gördüm. Birini çıkartıp dudaklarımın arasına yerleştirdim, diğerini ise Barış'a uzattım.

Barış'ın elinden çakmağını kaptım ve sigaramı yaktım. Çakmağı ona uzattım. Küçük, çıtırtılı bir ses, ardından dumanın havaya karışan kokusu, zihnimin en ücra yerlerine bir düşünce bulutu misali sızdı. Paketi buruşturup yanımdaki metal kovaya attım.

"Şenol'u rüyamda gördüm," dedim sonunda. Sesim çatallıydı, sanki fazla konuşmamaktan paslanmış gibiydi. Barış cevap vermedi. Sadece başını hafifçe eğdi. Bu, dinlediğini ve devam etmemi beklediğini gösteren bir hareketti.

"Bana sırtını dönmüştü. Konuşmuyordu. Öylece duruyordu ama ben... Sanki bir şey söylemek istiyordu gibi hissettim. Bekledim ama arkasını dönüp bakmadı. Önüne doğru geçtim o sırada arkasındaki karanlıkta biri çıktı, Tahir'di."

Dudaklarıma sigarayı sıkıştırıp sigaradan derin bir nefes çektim. Duman ciğerlerimi yakarken, içimde yanan başka bir ateş vardı. Öfke mi, yas mı, pişmanlık mı bilmiyordum. Belki hepsi birdendi. Barış gözlerini kısmış, ufka doğru bakıyordu. Yüzündeki ifade, bu konuşmayı zihninde bir yerlere yerleştirmeye çalıştığını gösteriyordu. Adını duyduğu anda gözlerinde bir gölge belirdi ama yine de sessizliğini bozmadı. Ben de bir cevap beklemiyordum zaten. Kendi içimde debeleniyordum.

"Tahir bana baktı," dedim, sesim neredeyse fısıltı gibiydi. "Ama Şenol... Şenol hiç kıpırdamadı. Sanki çoktan gitmiş gibiydi, oradaydı ama yoktu."

Barış, dudaklarının arasındaki sigarayı işaret parmağıyla tuttu, külleri silkeleyip hafifçe başını iki yana salladı. "Rüyalar bazen gerçeği söylemez, Caner. Bazen de fazla gerçeği söyler," dedi sonunda. Yüzünü bana doğru çevirdi. "Ne yapmayı düşünüyorsun, kafanın içinde neler var?"

Ne yapmayı düşündüğüm mü?

İçimde yanıp kül olan onca şeyin ortasında, o sorunun cevabını gerçekten biliyor muydum?

Sigarayı parmaklarımın arasında çevirirken gözlerimi Barış'a diktim. Yüzündeki ifadeyi okumaya çalıştım ama duvar gibiydi. İstihbaratçı olduğumu öğrendiği günden beri, ne düşündüğünü anlamamı istemediğinde hiçbir şey hissettirmezdi.

Boğazımdan kuru bir nefes geçti. "Bilmiyorum," dedim dürüstçe. "Ama bu iş bitmedi. Her şey otopsi sonucundan sonra belli olacak."

Barış başını salladı, gözleri kısıldı. "Biliyorum."

Birkaç saniye boyunca sadece sigaramın ucundaki turuncu közle göz göze geldim. Sonra Barış tekrar konuştu, sesi her zamanki gibi sakindi ama içinde belli belirsiz bir sertlik vardı.

"Tarih acımasızca tekerrür ediyor."

Bir titreme, belirsiz bir acı içimi sardı. "Bünyamin ile önceden konuşmuşluğu olabilir mi?" diye sordum ama cevabı zaten biliyordum. Hepimiz, sonunda gerçeklerin arkasında ne olduğunu biliyorduk. Barış, derin bir nefes aldı. Bunu yapması alışık olduğum bir hareketti. Yavaşça nefesini verdi ve gözlerini bana çevirdi.

"Arşivden Bünyamin'in dosyasını istet. Ahmet ve Çilingir, dosyasını bizim arşive teslim etmişti."

Sözlerinde bir şey vardı, bir güven, bir kesinlik. Barış her zaman böyleydi. Beni en iyi tanıyan kişi, her zaman soğukkanlı bir şekilde hareket ederdi. Gözlerinde o tanıdık sertlik vardı. Kafamdaki her şüpheyi yıkacak kadar kesin bir ifade vardı.

Yavaşça yerimden kalkıp sigaramı metal kovaya söndürdüm. Her hareketim ağırlaştı, düşüncelerim gerginleşti.

"Selçuk'a söyleyelim, Orkun Yel ile konuşsun. Sonuçta Tahir beni tanıyor ama Orkun'u tanımıyor," dedim.

Barış'ın gözleri, düşüncelerimi bir an için ölçüp tartar gibi parladı. Cevap vermedi, sadece ellerini kavuşturup biraz daha geriye yaslandı. O sessizlikte, etrafındaki havanın ağırlığını hissettim. Zihnimdeki karmaşık düşünceler her geçen saniye daha da yoğunlaşıyordu ama Barış, her zaman olduğu gibi, bir adım geri atıp tüm resmi görmeye çalışıyordu.

Barış, gözleriyle beni süzdü, derin bir nefes aldı ve sonra çok geçmeden başını hafifçe salladı. "Her şeyin bir bedeli var, Caner. Sadece doğru zamanı beklemek gerek. Dokunmamamız gereken bir taşı yerinden oynatırsak, diğer taşlarda domino etkisi gibi devrilir."

Sözleri, her zamanki gibi, soğuk ve mantıklıydı ama içimde hala bir eksiklik vardı. Sanki bir şeyler eksik gibiydi fakat ne olduğunu bulamıyordum. Barış ise, bunu hissetmeden, sadece ileriye bakmaya devam ediyordu. Bir şeyler olacak gibi hissediyordum ama ne olduğunu bilmeden, bu durumu olduğu gibi kabul ediyordum.

"Selçuk'a söyleyelim," diye tekrar ettim, sözlerini içimden tartarak. "Ama bu sefer dikkatli olmalıyız. Orkun'un da tecrübesi var, her şeyi kolayca tersine döndürebilir."

Barış'ın gözlerinde o keskin bakış daha da belirginleşti. "Buna şüphe yok," dedi. "Ama ne olursa olsun, gerçeği öğrenmek zorundayız. Bünyamin'in dosyasını elde etmeliyiz. Bir ipucu bile faydalı olabilir."

O anda, zihnimde hızla dönüp duran düşünceler birden yerli yerine oturdu. Bu iş, sadece bizim değil, tüm çevremizin güvenliği için bir test olacaktı. Hangi hamlelerin yapılacağı, her şeyin gidişatını değiştirebilirdi.

Benliklerimiz bir kum saatinin içine sıkışmış gibiydi. Üzerimize yığılan kum tanecikleri, aklımızdaki soruların ağırlığına eşitti. Her geçen saniye, bir öncekinden daha ağır, daha sıkıcı bir yük getiriyordu. Zaman, aramızda bir boşluk yaratıyor ama bu boşluk her geçen dakika daha da daralıyordu. Kafamızda dönüp duran düşünceler, cevapsız kalmış sorular ve tamamlanmamış hikayelerle doluydu.

O an, yalnızca zamana karşı yarıştığımı hissettim. Bir şeyler çözülmeliydi ama hangi adımı atmam gerektiğini kestiremiyordum. Kum saatinin içinde hapsolmuş gibi, çıkış yolu ararken her geçen saniye içimi daha da sıkıştırıyordu.

Ama o an, burnuma dolan portakal çiçeği kokusu tüm düşüncelerimi silip süpürdü. Sanki Lara'yı kollarımın arasında sıkıca sararken, o kum saatinin altındaki baskı bir anlığına kayboldu. O kısacık anda, her şey biraz daha netleşti, zaman biraz daha yavaşladı. Göğsümü yasladığım Lara'nın sırtı, tüm bu karmaşadan beni uzaklaştırarak bir nefeslik kurtuluş sundu. Kafamda karışan düşünceler, bir an için yerini sakinliğe bıraktı.

Yanağımı Lara'nın yanağına hafifçe yaslayıp derin bir nefes aldım. Sessizce, içinde kaybolduğum bu anı biraz daha uzatmak istedim. Bir şeyler söylemek için dilimin ucuna kadar geliyordu ama henüz kelimeler bana ait değildi. Ona hâlâ hiçbir şey söylememiştim, o kadar çok şey vardı ki, hepsi bir arada ama dilim dökmeden, onu boğmadan bir yerlerde kalmalıydı.

Bir süre daha öylece durduk. Onun nefesini duyuyor, vücudunun sıcaklığını hissediyordum. İhtiyacım olan tek şey, bu anın içinde kaybolmaktı.

"Caner?" Lara'nın uykulu, çatlak sesiyle homurdandığında, buruk bir tebessüm belirdi yüzümde. Gözlerimi kapatıp ona doğru daha da yaklaştım. Bedeninin sıcaklığı, bu dünyadan başka bir yer gibi geliyordu. Onun varlığı, bana her şeyin geçici olduğunu, zamanın bile gelip geçici olduğunu hatırlatıyordu.

"Buradayım yavrum." deyip yanağımı yanağından ayırdım, küçük bir öpücük kondurdum.

Lara, uykusunun ağırlığından henüz tam olarak uyanmamıştı ama yavaş bir şekilde bana doğru döndü. Gözlerini aralamadan, burnunu hafifçe boynuma gömdü. Sıcak nefesi cildimde yankı buldu. Kollarımın etrafında rahatça sarılmıştı ve bu an, sanki her şeyin yerli yerine oturduğu, tüm dünyadan uzaklaştığım bir an gibi hissettirdi.

Dudaklarım, bir kelime bile söylemeden hafifçe gülümsedi. Gözlerim kapalı, sadece onun nefesini duyuyordum. Zaman geçiyor ama bu anın içinde kayboluyordum. Tamamen yeniden uykuya daldığını hissettiğimde dudaklarımı kulağına yaklaştırdım.

"Siete la mia cosa più preziosa. Vi proteggerò con la mia vita."

Siz benim en kıymetli varlığımsınız. Sizi canım pahasına koruyacağım.

 

🏔️

8 Mayıs 2022 / Şırnak

Mete Mert Çakır, Ağzından

Geleceğe yapılan en büyük ihanet, geçmişin hatalarından ders almamasıydı. Açtığı yaraların izlerini geleceğe işlemesi affedilmez bir kusurdu. Belki de şeytanın bile aklına gelmemiş bu olay göz yaşartıcıydı.

"Geçmişi kurcalarsan geleceği kirletirsin, Hekimoğlu."

Bünyamin'in sözleri zihnimde yankılanmaya başladığında önümdeki mezara baktım. Geçmişim temiz değildi, bunun bilincindeydim. Geleceğe açılan defterin önceki sayfalardan dolayı kirli olduğunun da farkındaydım.

Caner, elindeki küreği sertçe toprağa gömüp kaldırdı ve açık çukura toprak attı. Toprağın üstüne dökülen her bir avuç, geçmişimin karanlık izlerini sanki birer sembol gibi yerleştiriyordu. Selçuk, Caner'e yaklaşıp elini küreğe uzattığında Caner, küreği Selçuk'a verdi. Caner, birkaç adım geri çekildi. Gözlerini karanlıkta kaybetmiş gibi, boş bir şekilde, ileriye doğru bakıyordu. O da geçmişiyle yüzleşmek zorundaydı, tıpkı benim gibi.

Şenol Barlas, istihbaratçı olduğu için isimsizler mezarlığına gömülüyordu. Tıpkı seneler önce Ahmet Kurtuluş'u gömdüğümüzü sandığımız ama Ahmet'in yerine, açtığımız mezara gömdüğümüz Bünyamin gibi.

Geçmişi unutmak zordu ama onu sürekli yeniden hatırlamak da bir o kadar acı vericiydi. Gelecek, bilinmeyen bir yol gibiydi; her adımda, her kararımızda geçmişin gölgeleri, hepimizi takip edecekti.

Mezar tamamen kapatıldığında Caner, hafifçe yere çöktü ve toprağa elini uzattı. Dudakları acıyla burkulurken gözlerinin dolmasına engel olamadı. Titreyen dudakları gülümsemek için kıvrıldığında yüzündeki acı mimikleri belirginleşti.

"Bu zamana kadar yaptığın her şey için eyvallah Şenol. Kanını yerde bırakmayacağım, kardeşim." dedi, sesindeki hüzünle birlikte.

Toprağa dokunduğu her an, geçmişin acı dolu hatıralarını bir kez daha yüzeye çıkardı. Şenol'la paylaştıkları her an, her konuşma, her kahkahada saklıydı. O, Caner için yalnızca bir arkadaş değil, bir kardeş gibiydi. Caner'i yıllar boyunca savunmuş, zor zamanlarda korumuştu ama şimdi o kardeş, sessizce son yolculuğuna gitmişti.

Gözlerinde biriken yaşları silerken, dudaklarındaki gülümseme bir an için sahteydi. Gülümseme, acıyı bastırmaya çalışırken yüzündeki çizgiler daha da derinleşti. Onun kaybı, bir yara gibi kalacak, ne kadar uğraşsa da asla iyileşmeyecekti.

Caner, ağırca yerden kalktı ve bakışlarını bana ve Barış'a çevirdi. Barış ile aynı anda Caner'e sarıldığımızda Caner, alnını omzuma yasladı.

"Şenol'u koruyamadım Mete."

Kafamı iki yana salladım, saçlarına küçük bir öpücük bıraktım.

"Kaybettiğimiz her dost, bizden bir parça alır ama biz de onlardan bir parça alırız. Onların hatıralarını taşımak, onlara en güzel veda olacak. Şenol'un kanı yerde kalmayacak Caner, bunu yapan o şerefsizin soluğunu keseceğiz."

 

Ayrılık, Selda Bağcan

Mayıs ayında olmamıza rağmen, arada yüzümüze çarpan rüzgâra aldırmadan; babam, ben ve Caner verandada oturuyorduk. Babamın bakışları arkamızdaki müzik sistemine takılmıştı. Elinde tuttuğu rakı bardağını dudaklarına yükseltip bir yudum içti. Bakışları önce bana ardından Caner'e çevrildi. Caner bakışlarını, parmaklarının arasında tuttuğu rakı bardağına dikmişti.

"Caner."

Babamın seslenmesiyle Caner, derin bir nefes aldı ve babama baktı. Babam elindeki rakı bardağını masanın üzerine koydu ve dirseklerini masaya yaslayıp hafifçe omuzlarını dikleştirdi. Yüzünde ifadesizlik yoktu aksine burukluk, gözlerinin arkasına birikmiş anılar vardı.

Babam, "Bugüne kadar kaç dostunu gömdün?" diye sordu.

Caner hiç beklemeden "Kırk," dedi.

Babam kafasını ağırca sallayıp bakışlarını bana çevirdi. "Peki sen?"

Derin bir nefes aldım. Rakı bardağına uzanırken babamın gözleri üzerimdeydi. Cevabı biliyordum ama onu sesli söylemek, içimde derin bir boşluk açacaktı. Bardaktaki sıvıyı hafifçe salladım, sonra bir yudum aldım. Boğazımı yakan alkol, içimdeki yangını söndürmeye yetmeyecekti.

"Altmış üç," dedim sonunda, sesim neredeyse fısıltıydı.

Babam, dudaklarını birbirine bastırarak başını salladı. Gözlerindeki derin keder, yılların yorgunluğunu taşıyordu. Bizim yaşımızda kaç insan bu soruya böyle cevap verebilirdi ki? Kaç kişi, kaç dostunu toprağa gömmüştü? Kaç kişi, geride sadece isimleri kalan anılarla yaşamaya alışmıştı?

Caner, elindeki bardaktan bir yudum alıp masaya bıraktı ve parmaklarını birbirine kenetleyerek önüne baktı. Sessizlik, verandanın etrafını sardı. Mayıs rüzgârı saçlarımızı hafifçe savururken, gece gökyüzünde bir mezar taşının üzerindeki yazılar kadar sessiz ve değişmezdi.

Babam bir süre sessiz kaldı, sonra gözlerini kısıp uzaklara baktı. En sonunda, "Kırk dedin," dedi Caner'e dönerek. "Altmış üç," dedi, bana bakarak. Başını hafifçe eğdi, sanki kendi içinde bir şeyleri tartıyordu. "Ben elli dokuz yaşındayım ve mesleki hayatım boyunca, iki yüz elli iki tane dostumu gömdüm," diye ekledi, sesi kısık ama keskin.

Sözleri, masanın üzerine ağır bir yük gibi çöktü. Birkaç saniye boyunca kimse konuşmadı. Rüzgâr verandanın tahtalarını hafifçe gıcırdatırken, gecenin karanlığı içimizde yankılanan sayılar kadar soğuk ve acımasızdı.

Babam, rakı bardağını tekrar eline aldı ama içmeden önce duraksadı. Bize bakarak başını hafifçe salladı. "Biliyor musunuz?" diye mırıldandı. "İnsan bir noktadan sonra saymıyor. Çünkü her rakam, bir yük oluyor. Bir anı, bir pişmanlık, bir keşkeler bütünü..."

Caner, derin bir nefes alarak sırtını sandalyeye yasladı. Bakışları hâlâ boşluğa dikiliydi. "Bazılarını hatırlamak bile istemiyorum," dedi alçak bir sesle.

Bense sessiz kalmayı tercih ettim. Çünkü babam haklıydı. Sayılar bir süre sonra yalnızca sayı olmaktan çıkıyordu. Her biri bir yüz, bir ses, bir kahkaha ya da bir vedaydı. Geceler boyu rüyalarımıza giren, uyanınca bile kaybolmayan gölgelerdi.

Babam başını eğip ellerini birbirine kenetledi. "Siz de bir gün saymayı bırakacaksınız," dedi, "ama unutmayın. Unuttuğunuz her isim, omzunuzdaki yükü hafifletmez. Sadece yüreğinizde daha derin bir yara açar."

Babamın gözleri yeniden uzaklara dalarken, içindeki acının derinleştiğini görebiliyordum.

"O iki yüz elli iki kişiden ikisi..." dedi ve gözlerinin dolmasını saklamadı, "olmayan kardeşimin yerine koyduğum insanlardı. Ethem'in ve Yağmur'un yüzü benim aklımdan hiç silinmedi."

Sözleri içime bir hançer gibi saplandı. Gözlerimi babama diktim, boğazım düğümlendi. O iki isim, hayatımızın en derin yaralarından biriydi. Eyşan bu acıyı nasıl taşıyordu, bilmiyordum. Belki de taşıyamıyordu, zamanla alışmıştı. Belki de biz, yaşamak yerine hayatta kalmaya çalışıyorduk.

Caner sessizce yutkundu, bakışlarını yere indirdi. Babam bir süre konuşmadı, sadece elindeki bardağa baktı. Sonra derin bir nefes aldı, içindeki fırtınaları susturmaya çalışıyormuş gibi.

"Aynı sofrayı paylaştığım, sırt sırta çarpıştığım," gülümsedi, "aynı çorabı giymekten utanmadığım, sizin doğduğunuz gün sırtımı döverek dayak atan bir dosta sahiptim."

Bakışları bana çevrildiğinde dirseklerini masaya yasladı. Caner başını kaldırıp babama baktı, ben ise içimde yükselen o tarifsiz ağırlıkla sessiz kaldım. Babamın sesi tekrar duyuldu ama bu kez daha kısık, daha hüzünlüydü.

"Sana henüz anlatmadığım bir anın var bende. Sen üç yaşındayken Eyşan'ın annesi dört aylık hamileydi. Anneniz sabahları kışlada olduğu için size, gündüzleri Asiye bakıyordu. Bir gün bizimkiler görsün diye Caner ile seni getirmiş."

Babam hafifçe gülümsedi ama gözlerinde hüzün vardı. Masanın üzerindeki bardağa kısa bir bakış attı, sonra bakışlarını yeniden bana çevirdi.

"Ethem'in kızı olacaktı ama ne zaman konuşsak, 'Bize hiç tepki vermiyor, tıpkı annesi gibi sessiz,' derdi. Sen o gün elini Yağmur'un karnına koymuşsun ve o an Eyşan, sana tepki vermiş."

Kaşlarım şaşkınlıkla yükselirken Caner kıkırdadı, hafifçe sol omzuma omzunu sürttü.

"Bak sen!" dedi alayla. "Yengem daha doğmadan bile Mete'ye tavır koymuş."

Caner'e bakarak kıkırdadığımda derin bir nefes alıp babama baktım. Babamın anlattıkları, geçmişin solmuş bir fotoğrafı gibi zihnimde canlanıyordu. Babam başını salladı, gözlerinin kenarında hüzünlü bir gülümsemenin yansıması vardı.

"Ethem o günü hiç unutmadı. Bende hiç unutturmazdım gerçi, sürekli dalga geçerdim. 'Kardeşim, bizimkiler doğmadan birbirini buldu,' derdim hep. O da sonradan kabullenmişti, 'Bu ikisi daha doğmadan kaderleri birbirine yazılmış,' derdi."

Başımı eğdim, boğazıma düğümlenen kelimeleri yutmaya çalışarak. Eyşan'la aramızdaki bağ, doğmadan bile kurulmuştu. Eşim olmuş, yuvam olmuştu. Çocuklarımızın annesi olacaktı ama onları korumak, savaş meydanında hayatta kalmak kadar zordu.

"Şimdi," dediğinde kafamı kaldırıp babama baktım, "ikinizde baba olacaksınız."

Kollarını iki yana açtığında kaşlarını çattı. "Gelin lan buraya."

Caner ile aynı anda ayağa kalktığımızda ben solundaki sandalyeye, Caner ise sağındaki sandalyeye oturdu. Kafalarımızı babamızın göğsüne yasladığımızda Caner, gülümseyerek bana bakıyordu. Elimi kaldırıp Caner'in burnunu sıktığımda babam ikimizin de saçlarını okşadı.

"Siz ne zaman büyüdünüz eşek sıpaları?"

Caner, gülmemek için dudağını büzdü.

"Bu durumda sen eşek mi oluyorsun baba?" dedi.

Kendimi tutamayıp gülmeye başladığımda Caner'de benimle birlikte gülmeye başladı. Bakışlarımızı aynı anda babamıza çevirdiğimizde alttan bakarak gülümsedi.

"Evet," dedi, sesinde tatlı bir alay vardı. "İkinizde bana birer baş belası oldunuz."

Caner, bu sözlere kayıtsız kalamayarak gülümsemeyi sürdürdü. "Sen de hiç değişmedin ki baba. Hala bizimle uğraşmayı seviyorsun."

Babam, kollarını ikimizin de omuzlarına koyarak bizi doğrulttuğunda gözlerini kıstı ve Caner'e baktı. "Benim sizden başka uğraşacağım kimim var, anneniz hariç?"

Bakışlarımı Caner'e çevirip çapkınca gülümsedim. Onunda aynı şekilde çapkınca gülümsediğini gördüğümde aynı anda babamıza baktık.

"Dokuz ay sonra dört torunla."

Caner ile aynı anda kurduğumuz cümleye babam sahte bir kaş çattı. Ensemize aynı anda vurduğunda Caner ile yeniden gülerek ona sarıldık. Kahkahalarımız verandada yankılanırken babam son bir kez saçlarımızı okşayıp ağırca sırtlarımıza vurdu.

"Hadi gidin artık, bende annenizi çağırayım." Bana baktı, "Sen karının yanına," Caner'e baktı, "sen de yakında karın olacak sevdiceğinin yanına, koş hadi."

Bedenlerimiz verandadan silindiğinde kendimi Eyşan'ın olduğu odada bulmuştum. Bakışlarını okuduğu kitaptan kaldırıp bana gülümsediğinde gülümseyerek üzerimdekileri çıkarttım. Gri eşofmanımı ve siyah tişörtümü giyip yatağa yürüdüğüm sıra Eyşan, elindeki kitabın arasına ayracı sıkıştırıp yanındaki komodine bıraktı.

Pikeyi kaldırıp yatağa uzandım ve sol kolumu ona doğru uzattım.

"Gel, yasla sırtını göğsüme hatunum benim."

Eyşan, gülümseyerek yatakta uzandı ve sırtını göğsüme yasladı. Vücutlarımız tek olacak şekilde birbirimize yaslandığımızda sağ elimi tişörtünün altına soktum. İkiz olduğu için hızla belirginleşen göbeğine avcumu yasladım. Burnumu ensesinden kulağının arkasına doğru nefes alarak sürttüm. Yasemin kokusu, her bir hücremde yankılandı.

"Sen, bana yazılmış en güzel kadersin." diye fısıldadığımda elini, tişörtünün altındaki elimin üzerine yasladı.

"Sende ömrüme yazılmış, en güzel bahtımsın." dedi ve iyice kendini bana yasladı. Kollarımı canını acıtmadan sıkılaştırıp göğsüme sokarcasına sarıldım. Burnum boynunun girintisinde kalırken kıkırdayarak ellerini kollarıma koydu.

"Dişlerini fırçalamana rağmen rakı kokusu geçmemiş, canımı çektirdin insafsız."

Gülerek elimi çenesine götürüp yüzünü yüzüme doğru çevirdim. Âşık olduğum toprakları dudaklarıma çevrildiğinde beni beklemeden dudaklarını, dudaklarımın arasına yerleştirdi. Öpüşlerine karşılık verdim. İçtiğim rakıdan daha sarhoş oldum. Damarlarımda dolaşan anasonun buhranı yalnızca onun aşkıyla doldu.

Sanki dünya dışarıda duruyordu, sadece bu an vardı. Sadece onun vücudunun ısısı, kalp atışlarımızın uyumu ve hafif nefes alışlarımız birbirini takip ediyordu.

Onunla olmak, dünyadaki en doğru ve en özel şeydi.

🐾

10 Mayıs 2022 / Şırnak

Eyşan Çakır, Ağzından

 

M.- Anıl Emre Daldal

Zamanın iyileştirici gücü vardır.

Tene işlenmiş her yara, belirlenmiş koşullar sağlandığı vakit iyileşmeye başlar. İzi kalsa bile artık yara, önemsenmemeye başlanır. Ruhta kalmış sızısı, orada birikmeye devam eder.

Bazı yaralar, bedenin unuttuğunu ruhun hatırlamasıdır. Bir dokunuşta, bir bakışta, bir sesin tonunda ansızın hatırlanan acılar, sanki hiç geçmemiş gibidir. Sanki hâlâ oradaymışsın gibi hissettirir. Şırnak'ın tozlu sokaklarında ilk görev günümden kalan koku burun deliklerime doluyor bazen. Silah seslerinin yankısında birinin adını haykıran sesler... Hepsi zihnimin kıyısında pusuda bekliyor.

Zaman iyileştirir, diyorlar ama ya iyileşmek istemiyorsan?

Ya izleri, unutmak için değil hatırlamak için taşıyorsan?

Raşit Fas'ın soğuk bakışlarını hatırlıyorum. Onu yakaladığım anı. Ellerimi titretmeyen, yüzümde tek bir mimik oynatmayan o anı. Herkes zafer gördü orada ama ben, sadece kayıpları düşündüm. Onu durdurmanın kaç kişinin kanıyla mümkün olduğunu gördüm. Belki de bu yüzden yaralarım kabuk bağlamıyor. Çünkü iyileşmek, her şeyi geride bırakmak demekti.

Ben geride bırakamadım.

Sızının hafiflemediği gecelerde, rüyalarımda aynı yüzü görüyorum. Soluk, hayaletimsi bir ten, kara ve beyaz göz arasında gidip gelen, buz gibi gözler. Beyaz gözündeki o derin yara iziyle ürkütücü bakışı her gece rüyalarımdaydı. Sessizce bana bakıyor, hiçbir şey söylemiyor ama gözündeki o yara, kelimelerin söyleyemediği bir gerçeği fısıldıyordu.

Bunu Mete'ye yansıtmasam bile içimdeki düşüncelerin önüne geçemiyordum. Onun yanındayken bile zihnimde yankılanan o sessizlik, en gürültülü anımdı.

Ayaklarımda postallarım olmasa bile zihnimde bir yerlerde, hâlâ yürürken o sesleri işitiyordum. Askeriyenin koridorlarında çınlayan o ses, benim buraya ait olduğumun bir simgesi haline gelmişti. Her adım, geçmişimin bir yankısıydı. Her nefes, daha fazlasını omuzlarıma yükleyen bir sorumluluktu.

Koordinasyon merkezinin kapısının önünde durdum ve derin bir nefes alarak elimi kulpa uzattım. Metal kulpun soğukluğunu parmak uçlarımda hissettim. Sertçe bastırıp içeriye girdiğimde Güvercin Timi, gürültülü bir şekilde sandalyelerini ittirdi ve ayağa kalktı. O an odada bir sessizlik hâkim oldu. Herkesin bakışları üzerimdeydi.

Yüzümdeki ciddiyet mimikleriyle kapıyı kapattım ve masaya doğru ilerledim. Üzerlerindeki kamuflaj üniformalarıyla o kadar güzellerdi ki bir kez daha hayran oldum, onlara. Ben olmasam bile, Mete'nin askeri disipliniyle gelişmeye devam edeceklerdi.

Çenemi hafifçe kaldırıp ellerimi kaldırdım ve oturmalarını işaret ettim. Hepsi yerine yerleştiğinde bakışlarım Yonca ve Lara'yı buldu. Hamile olduklarından dolayı masa başında çalışmaya başlamışlardı. Alev, gözlerindeki onurlu bakışlarla beni süzüyordu. Beni hiç yalnız bırakmayan bu kadın, benim bir dostum, olmayan kardeşimin yerine koyduğum bir canımdı.

Kaşlarımı kaldırıp Caner ve Selçuk'a baktığımda Caner, elindeki dosyadan bakışlarını çekti ve çenesini dikleştirip bana baktı.

"Yeni bir dosyamız var."

Kaldığımız yerden devam ediyorduk. Dün, ne yaşanırsa yaşansın bugün yeni bir görev her şeyi silip süpürüyordu.

Sağ elimi ona doğru uzattım ve devam etmesi için kafamı salladım. Caner, elindeki dosyayı masanın üzerine koydu ve projeksiyon kumandasını eline aldı. Masanın üzerindeki dosyanın kapağını açtığımda, karşıma çıkan ismi gördüm.

Noar Veyra.

"Noar Veyra," dedi, Caner. Gözlerimi dosyadan çekip ona baktım. Projeksiyonda karşıma çıkan görüntüde bahsettiği adam; kollarını göğsünde bağlamış, kadrajda görünmeyen birine bakarken dudağının sağ köşesi kıvrılmış bir şekilde duruyordu.

"Kod adı yok, doğum yeri, tarihi, uyruğu bilinmiyor. Yalnızca Türkçe, Rusça, Arapça, Kürtçe, Farsça ve İngilizce bildiğini öğrendik. Tahmini 1.85 boylarında, bir gözü mavi diğer gözü ise siyah. Ayırt edici özelliğine baktığımızda hipnotik bakışlara sahip olduğu fark ediliyor. İyi bir manipülatör olduğu anlaşılıyor." dedi ve Selçuk'a baktı.

Selçuk, ellerini ceplerine sokup masaya yaslandı.

"Geçmişiyle ilgili hiçbir şey bulamadım. Tamamen bomboş biri gibi görünüyor ama istihbarat raporlarına göre, Ortadoğu ve Balkanlar'daki çeşitli yeraltı gruplarıyla bağlantılı. Ayrıca," Caner, projeksiyondaki görüntüyü değiştirdi, "başka kişilerle de bağlantıları var."

Ekrana yansıyan görüntüde iki adam ve ortalarında bir kadın vardı.

"En soldaki kişi Jad Karimov; Asimetrik savaş ve istihbarat operasyonlarında uzman, Orta Asya merkezli bir paralı asker lideri. Onun yanındaki kadın Mira Kovalenko; Doğu Avrupa'nın en büyük silah kaçakçılarından biri. En sağdaki kişi ise Nadir Salim; Kuzey Afrika'da insan kaçakçılığı ve yasa dışı ticaret alanında etkili bir figür. Ayrıca Noar Veyra'nın, Avrupa'nın yeraltı suç ağlarında adının şifreli mesajlarda anıldığı tespit edildi."

Selçuk, elini havaya kaldırıp yeniden Caner'e söz verdi.

"Noar Veyra'nın uzmanlık alanları; ileri düzey dijital şifreleme ve siber saldırılar, keskin nişancılık ve asimetrik savaş taktikleri, yüksek düzeyde gizlilik ve iz sürmeyi önleme yeteneği bulunuyor. Dikkat çekici detayı ise çalıştığı bölgelerde yerel liderleri manipüle ederek kısa sürede güç dengelerini değiştirebiliyor."

Karşımızda ciddi bir düşman vardı.

Alt dudağımı dişleyip boğazımı temizledim.

"Psikolojik profilini çıkartabildik mi?" diye sorduğumda Caner ve Selçuk, aynı anda kafalarını salladı.

Caner, "Son derece zeki. Operasyonel zekâsı üst düzeyde. Duygusuz ve soğukkanlı, empati yetisi yok. Motivasyonlarını bilmiyoruz, zaaf ya da ne bileyim nihai hedefleri bilinmiyor."

"En son nerede görülmüş?" diye sorguladım.

Mücahit'in elindeki dosyayı bana uzattığını fark ettim. Sol elimi uzatıp dosyayı aldım ve kapağı sola doğru kaydırdım.

Türkiye sınırına yakın, belirsiz bir bölgede tespit edildiği iddia edildi. Yer tespiti yapılamadan sinyal kayboldu. Yeni istihbarat bekleniyor.

Kafamı sallayarak dosyayı kapattım ve Mücahit'e uzattım. Mücahit, dosyayı alıp yerine geçtiğinde avuçlarımı masaya yaslayıp çenemi dikleştirdim.

"Potansiyel bir tehdit durumu olabilir," dedim ve Mete'ye baktım. Tüm dikkati ve ciddiyetiyle bana bakarken gözlerinin arkasındaki şefkatin kırıntılarını ruhumda hissedebiliyordum.

"Peki siz ne düşünüyorsunuz yüzbaşım?" diye sorguladığımda göz bebekleri büyüyerek genişledi ve tüm mavilerini içine hapsetti. Bana bakışları asla değişmiyordu. Her seferinde hayranlığını ve sevgisini konuşmasa bile gözlerinden hissettiriyordu.

"Operasyonel davranışları, daha önce karşılaştığımız hiçbir düşman profiliyle uyuşmuyor sayın başkanım. Gerekirse üst düzey destekli uluslararası operasyonlar planlanabilir." dedi. Ses tonundaki ciddiyet ile gözlerinden dökülen şefkat örtüşmüyordu. Bu ondan en sevdiğim özellikti. Kalbimin hızını arttırması yetmiyormuş gibi bir de nefesimi kesiyordu.

Kafamı ağırca salladım ve derin bir nefes alarak Selçuk'a baktım.

"Mete yüzbaşımın dediği doğru. Üst düzey destekli uluslararası operasyonlar planlayabiliriz ama öncesinde Noar Veyra'nın ayrıntılı bir dosyasının çıkartılmasını istiyorum. Hakkındaki her şeyi bulacağız. Elimizde sabit bir bilgi yok. Daha önce neler yapmış, hangi operasyonları gerçekleştirmiş bunları da görmemiz gerek." dedim ve ellerimi masadan ayırıp duruşumu düzelttim.

Güvercin Timi, yavaşça ayağa kalktığında ellerimi arkamda bağladım ve Mete'ye baktım.

"Olası bir operasyon için timi hazır da bekletin yüzbaşım." dediğimde Mete, kafasını eğip kaldırdı.

"Emredersiniz başkanım." dedi ve time baktı. "Dağılalım," dedi ve yeniden bana baktı, "Bir benimle gelir misin?" diye sorguladığında kafamı onaylarcasına salladım. Neden böyle dediğini anlayamamıştım. Hep birlikte odadan çıktığımızda Güvercin Timi, sola doğru ayrılıp yürümeye başladıklarında ben ve Mete, sağa doğru yönelmiştik. Mete'nin odasının önüne vardığımızda hiç beklemeden kapıyı açtı ve içeriye girdi.

İçeriye girdiğimde kapının arkasındaki bedeniyle kapıyı kapattı ve sol elini hızla belime yerleştirip yavaşça beni kendine yapıştırdı. Ne olduğunu anlayamadan sağ elini boynumla yanağım arasına yerleştirip dudaklarıma yapıştı. Kalbim, sanki göğüs kafesimi kırmaya çalışırcasına sertçe çarptı.

O an, her şey birden sessizleşti. İnanılmaz bir huzur sardı bedenimi. Hızla atan kalbim, sanki zamanı bir anlığına durdurmuş gibiydi. Her şey yavaşladı, her nefes, her hareket o kadar yoğun ve derindi ama beklenmedikti. Mete'nin dudakları, hoyrat ve aceleciydi; hızlı, bir o kadar da kararlıydı. Gözlerine baktığımda gözleri kapalıydı ve hissedercesine öpmeye devam ediyordu.

"Her seferinde," dedi, ağzımın içine, "bunu bana yapmayı nasıl başarıyorsun?" alt dudağımı dişleyerek uzattı ve dilini gezdirerek ağzımın içine itti. "Alışman gerek Mete, alışman gerek, sürekli bunu yapamazsın," dedi, kendi kendine. Sesindeki boğukluk ve şaşkınlık dudaklarımın arasından ruhuma dökülüyordu. Nefesleri dudaklarıma çarparak yanaklarıma dağıldı. Kıkırdayarak ellerimi beline koyduğumda kilit sesini duydum.

Mete, beni yeniden öpmeye başladığında bu sefer ona karşılık vermeye başlamıştım. Sadece vücudumun hissettikleri vardı, hiçbir düşünceyi kabul edemeyecek kadar yoğundu.

Mete, dudaklarımda gezinen bir parça sakinlik bulmuştu. Önceki hızının aksine, bu sefer biraz daha nazik ama bir o kadar da tutkuluydu. Dudakları, her seferinde biraz daha derine, biraz daha fazla kaybolarak hareket etti. Vücudunun sıcaklığını daha belirgin hissediyordum; her dokunuş, her nefes sanki beni biraz daha kendine çekiyordu.

Bir süre sonra, dudaklarımdan yanağıma kayarak yavaşça boynuma doğru ilerledi. Kafamı biraz geriye atarak, ona daha yakın olabilmek için bedenimi daha da yaklaştırdım. Ellerim beline sıkıca yapıştı, onun vücudunu tamamen hissetmek istiyordum. Mete'nin dudakları, bir an için sadece cildimde gezinen hafif bir dokunuş gibi olmuştu ama o anın içinde zamanın ne kadar hızla geçtiğini anlamadım.

Nefeslerinin arasından, "Seni istiyorum, hemen burada, şu an." diye fısıldadı, sesi titrek ve kararlı.

Sözleri, içimde bir çığlık gibi yankılandı. Gözlerimi kapattım, bir an kalbim atmayı unuttu. Nefesim kesilmişti. Onun bu kadar cesur ve doğrudan bir şekilde hislerini ifade etmesi, vücudumda bir kıvılcım gibi yayıldı. Hem bir korku hem de bir arzu vardı. Zihnimde her şey hızla geçiyordu ama bir yandan da hissettiklerim, beni o kadar sarhoş etmişti ki, her şeyden biraz uzaklaşmıştım. O an ne yapacağımı bilemedim ama bir şekilde her şey doğru gibi geliyordu.

"Dün daha seni öperken
Şimdi buna "Dur" diyemezsin
Sözlerin, gözlerin, ellerin yalnız benim için
Düşlerim, gülüşlerim, hayallerim yalnız senin için
Seni bulamamışken ben kayboluyorum
Şimdi gökyüzünde kendimi ellerinle dans ederken buluyorum"

Bedenim, kendi isteğiyle hareket ediyormuş gibi, ona daha da yaklaşmaya başlamıştı. İçimdeki tüm savunmalar, birer birer yıkılıyordu. Bir yandan da onun kararlı ve ısrarcı tavrı, sanki beni tamamen teslim almış gibiydi. İstediği şeyin ne kadar gerçek olduğunu ne kadar kararlı olduğunu duygularımda hissettim.

Mete, "Seni bana geri ver sevgilim." diye fısıldadı.

Gözlerimi araladığımda, gözlerini açtığını fark ettim. Bir saniye boyunca bakışlarımızı birbirine kilitledi, bir şeyler içimde kıpırdandı. Gözlerindeki ihtiyaç ruhuma sızdı. Sadece arzu değildi bu. Onun yanında olmak, ona teslim olmak içimdeki her şey buna yöneliyordu. Zihnimdeki kelimeleri dilime çağıramadım onun yerine dudaklarına uzandım. Mete, boğazından kopan boğuk bir tonla mırıldandığında hızla bizi olduğumuz yerde döndürdü ve öpüşlerime karşılık verirken pantolonumun fermuarını ve düğmesini açtı.

 

 

(+21) BURADAN SONRASI CEHENNEM ALANI KAÇIN. İŞARETLİ OLAN YERE DOĞRU KAYDIRIN. (+21)

Bir an için elleri üzerimden ayrıldığında büyük adımlarla pencereye doğru ilerledi. Perdeleri kapatmaya başladığında ne olacağını bildiğim için altımdaki pantolonu iç çamaşırlarımla birlikte çıkarttım. Ayağımdaki ayakkabı onlarla birlikte çıkarken Mete'nin palaskasının yere düştüğünü anladım.

Oda zifiri karanlığa bürünmesine rağmen, mavi gözlerinin parlaklığını görebiliyordum. Bizler askerdik ve karanlıkta bile birbirimizi görebilirdik. Mete, belime sarılarak koltuğa doğru yaklaştı ve oturup beni kucağına çekti.

"Gel bana yavrum." dedi. Sesindeki boğukluk tüylerimi ürpertecek kadar şehvet doluydu. Dizim, çıplak tenine değdiğinde bacaklarımı ayırıp kucağına oturdum. Nefes alışverişlerimiz odada yankılanıyordu. Sol eli enseme usulca kaydı ve saçlarıma parmaklarını usulca okşayarak gömdü. İstekli dudaklarımız yeniden birbirine kenetlendiğinde sağ elini vajinamda hissettim.

"Siktir," dedi dudaklarımın içine, "sırılsıklamsın." hırıltılı bir nefes verdi, "Yine, yeniden, benim için." dediğinde, dilimi dudaklarında gezdirdim. Dudaklarına doğru, "Her zaman senin için." diye inledim. Vajinamda dolaşan parmaklarına inat avcumu, aramızdaki büyümüş penisine sardım. Tenime çarpan damarlarını sıvazladığımda, Mete, daha arzu ve muhtaçlık duyan bir hisle dudaklarımı hırçınca öpmeye devam etti.

Islaklığımda dolaşan parmakları, tüm zihnimin bir karahindiba misali dağılmasına neden olurken avcumun arasındaki varlığı giderek daha da sertleşiyordu. Doyumsuzduk, ikimizde birbirimize doyamıyorduk. Birden elini çekip kalçalarıma avuçlarını yasladı ve koltuktan kalkarak beni koltuğa oturttu. Koltuğun önündeki sehpaya oturup dudaklarını dişledi ve sol bacağımı dizimin arkasından kavradı. Omzuna doğru ağırca kaldırıp yüzünü vajinama doğru eğdi. Gözleri gözlerimi bulduğunda alt dudağını istekle yaladı.

"Sana tapıyorum," dedi, nefesini tam tepe noktama bırakırken, "Anladım ki sensiz ben bir hiçmişim."

Tüm uzuvlarım işlevini kaybetmiş ölü kas sendromu misali titremeye başladığında, sağ elimi saçlarına daldırıp yüzünü vajinama doğru yaklaştırdım. Mete, kısık bir sesle inleyip dilini klitorisime bastırdı ve sağa sola ezerek emmeye başladı. Parmak uçlarımı içe doğru kıvırıp daha fazlası için kalçalarımı ona doğru ittirdim.

Dilinin her hareketini, ayrıntısıyla vajinamda hissederken hafifçe tükürdü ve diliyle ıslaklığını iyice yaydı. Zamanın ağır dakikaları, kalbimin nabzıyla birlikte sadece orada atıyor ve orada yaşanıyordu. Mete'nin boğuk inlemeleri nefesleriyle birlikte orada canlanıyor ve tüm tutkuyu oraya işliyordu.

"Seni içimde istiyorum," diye fısıldadığımda dudaklarını vajinamdan çekti ve yeniden beni kucağına aldı. Dudaklarımız tüm ihtirasıyla birbirine kenetlediğinde genzimden dökülen inlemeleri ağzına bıraktım. Mete, penisini vajinama sürtüp oradaki ıslaklığa bulandırmaya başladığında nefeslerinin sıklaştığını hissettim.

"İçine gömülmek istiyorum," dedi, ağzımın içine inleyerek, "her zerrenin beni sarmasını istiyorum, derinliklerini doldurmak istiyorum, içinde kasılmak istiyorum."

Vajinam onu istermişçesine kasıldığında, aramızdaki ateş buhranının bizi kül edeceğini fark ettim. "Yap," diye fısıldadığımda boğazından kısık ama sabırsız olduğunu yansıtan bir inleme bıraktı. Deliğime baskı yapan varlığıyla kalçalarımı biraz kaldırıp ona yardımcı oldum. Dudaklarımız öfke ve tutkuyla sarmalanmaya başladığında tümüyle içimde hissettim. Nefeslerimiz birbirine karışırken dudaklarımızın arasında kalan inlemelerimiz, artık kulaklarımda çınlayan bir sinyal gibiydi.

Üzerindeki üniformanın gömleğini açmaya başladığında titreyen ellerimle gömleğin düğmelerini açmaya başladım. İçimde hareketsiz kalışı, duvarlarıma yaptığı baskıyı arttırırken aynı anda çıplak gövdelerimiz birbirine tutundu.

Dudaklarını alnıma bastırırken, "Kadınım, varlığım, her şeyim, canımın içi," diye fısıldadı ve sol avcunu belime yasladı. Sağ elinin parmaklarıyla sutyenimin kopçasını çözüp yalnızca bir kulpunu kolumdan çıkarttı ve sağ elini sol göğsümün üzerine kapattı. İçime alıştırdığı büyüklüğüyle kalçalarımı hareket ettirdim. Mete, avcunu belime bastırarak yüzünü sol göğsüme doğru eğdi. Hamile olduğumdan dolayı hassas olan göğüs ucuma, diliyle bir halka çizdiğinde, kolumda kalmış sutyeni fırlattım ve tırnaklarımı sırtına bastırdım.

Boğukça, "Canın acıyor mu?" diye sorarken göğsümün ucuna derin bir öpücük bıraktı.

"Hayır," diye fısıldadığımda diliyle yeniden tomurcuğumun etrafında halka çizdi ve derin bir öpücük daha bıraktı. Belimdeki avcunu kalçalarıma indirip beni yönlendirmeye başladığında göğsümün üzerindeki öpücükleri hızlandı. Burnundan verdiği nefesler, kalbimin artık ritimlerini bile coştururken tomurcuğu dişlemesi tüm şehvetin zihnimde bir sarsıntıya dönüşmesini sağlamıştı.

"Mete," diye inlediğimde Mete, kalçasını yukarıya doğru ittirmeye başladı. Göğsümdeki dudaklarını iyice açıp delirmişçesine emmeye başladığında başımı geriye doğru attım. Kucağında yavaşça ritimlerimi bulmak için kalkıp indiğim sıra dudaklarını göğsümden ayırmadı ama avuçlarını kalçama yaslayıp beni sertçe doldurmaya başladı. Sırtındaki tırnaklarımı çekip parmaklarını saçlarına daldırdım ve ona ona doğru eğildim. Boğazından kopan inlemeler, burnundan bıraktığı sert nefesler emmeye devam ettiği göğsümde yankısını bırakırken sol elimi dudaklarıma bastırdım.

Çığlık çığlığa bağırmak istiyor ve onun içimde bıraktığı hasarlarla inlemek istiyordum. Dudaklarını göğsümden çekip başını arkaya doğru attığında yüzümü ona doğru eğdim. Ellerim yüzünü avuçlarken gözlerimiz birbirine kenetlenmişti. Karanlığın içindeki koyulaşmış bakışları tüm ışığını ruhuma sızdırıyordu. Alt dudağını dişleyerek hızlandığında kafasını iki yana salladı.

Sol eli kalçamda kalmaya devam ederken sağ eli saçlarımın arasına girdi. Elimi dudaklarımın üzerinden çekip yüzünü kendime doğru yaklaştırdım. Çıplak gövdelerimiz birbirine yapıştığında dudaklarımız hırçınca yeniden buluştu. Sanki bir savaş halindeydik ama bu savaşın bir kazanını yoktu. İkimizde birbirine delicesine âşık olmuş iki zaaftık.

 

 

BURADAN İTİBAREN HİKAYE GİDİŞATI BAŞLAYACAĞINDAN DOLAYI ÜSTÜ KAPALI VE KİMSEYİ RAHATSIZ ETMEYECEK ŞEKİLDE YAZMAYA DEVAM ETTİM. OKUMAMIŞ OLANLAR, BU KISIMDAN İTİBAREN DEVAM EDEBİLİRSİNİZ.

Zaman ağır uçlu saniyelerini kaybettiğinde, artık bizim için son gelmişti. Birbirimize karıştığımız o andan sonra titreyen bedenlerimiz, yine birbirine sarılı bir şekilde duruyordu. Birbirine karışmış soluklarımız, yanmış iki bedenin son kalan külleri misali tenimize dökülüyordu.

Nedenini bilmediğim bir anda sol gözümden akan yaş, yanağıma usulca süzüldü. Mete, bunu hissetmişçesine alnını omzumdan çekip bana baktığında aynı yaşın yanağına sızdığını fark ettim. Sağ avcu, boynum ile yanağım arasında kalırken baş parmağını gözyaşına sürttü. Bir damla daha aktığında onunda gözünden bir yaş daha aktı.

Neden ağladığımızı bilmiyorduk.

Mete'nin alt dudağı titrediğinde mavi okyanusları, derin fırtınalarla kaplandı. "Ben sensiz yaşayamam Eyşan." diye fısıldadığında gözlerimin bulanıklığından onu görememeye başlamıştım. Avuçlarımı yanağına bastırdığımda gerilen çenesinden dişlerini sıktığını anlayabilmiştim. Avuçlarıma batan kemiklerini okşayarak kafamı iki yana salladım.

"Ben de sensiz yaşamam Mete." dedim. Çatlamış ve kısılmış sesim, gözlerimin kapanmasına neden olduğunda boğazımdan kaçan hıçkırığı tutamadım. Mete, titrek bir nefes çekip sağ elini enseme kaydırdı ve sıkıca kollarını çıplak bedenime sardı. Sol eliyle uzamaya başlamış saçlarımı okşarken kafasını iki yana salladı.

Mete, titreyen sesiyle, "Seni öyle bir yere yerleştirdim ki hiç içimden çıkartamadım. Küçüklüğümden beri hep oradaydın. Seni herkesten korumaya çalışırken bile, en büyük zararları yine ben verdim." dedi. Bildiğim ama duymayı beklemediğim itirafı gözyaşlarımın kirpiklerimin arasından sızmasına sebep olduğunda bir kez daha hıçkırarak ona sokuldum. Saçlarımı okşamaya devam ederken sırtıma bıraktığı kamuflajının kalın kumaşını hissettim.

Bir daha asla giyemeyeceğim üniforma için biraz daha hıçkırdım. Küçüklüğümde üzerimden çıkartmadığım o üniforma, şimdi üzerimden sökülmüştü. Küçükken sökemedikleri üniformayı kendi kanlı ellerimle söküp atmıştım.

"Senin içini dağlayan o duyguyu," Mete'nin boğuk ve zor çıkan fısıltısını son anda duydum, "hissetmediğimi mi sandın?" titrekçe nefes aldı, o da ağlıyordu, "O günden beri gözünden bir damla yaş bile akmadı, bilmez miyim sandın?" hıçkırdı, "Yaktığın ateşin içinde yine önce kendini yaktın sen." dedi ve hıçkırıklarıma eşlik ederek Mete'de ağlamaya başladı.

Kapalı gözlerimin arkasındaki karanlıkta, bir odanın kapısının altından sızan ışığı gördüm. Ruhumdaki adım sesleriyle oraya gittim. İçeride ne olduğunu gördüm. Bir anlık hırsımın, beni geri dönemeyeceğim bir yola ittiği anı, yolu görmek için yaktığım ateşin beni nasıl yaktığını izledim. Yaktığım güvercinin tüylerinin ne kadar karardığını fark ettim.

Güvercin, artık ölüyordu.

Tüylerinin çoğu arkasında kül haline gelmiş, hafifçe rüzgârla süzülen parçalar yere doğru düşüyordu. O kanat, artık yalnızca bir hatıra gibi, savrulan külün ve kararmış tüylerin izlerini taşıyordu. Her bir kül parçası, zamanın her geçen anında, o kanadın daha da silikleşen varlığını hatırlatıyordu fakat diğer kanadı, hâlâ havada asılıydı. Sanki son bir direnişle, ateşin hışmına karşı gelmeye çalışıyordu.

Her hareket ettirdiğinde, hafifçe savrulan tüylerden ve kararmış kül parçalarından birkaçını daha kaybediyordu. O kanat, kıpırdadıkça daha da kırılganlaşıyor, her bir hareketiyle geçmişin ve varoluşun son izlerini yitiriyordu. Her bir düşen parça, o kanadın artık geçmişine ait olduğunu, zamanla bir hiçliğe dönüştüğünü anlatıyordu. Güvercinin son uçuşu, bir zamanlar ne kadar hafif olduğunu hatırlatırken, o kanadın her bir hareketi, ölüme dair bir itiraf gibiydi.

Bir hikâyenin son perdesi, kapanmak üzereydi.

 

🕊️

15 Aralık 2016 / Şırnak

Yazar, Ağzından

 

Kıyamet, Bö & Serhat Durmus

Kar, dışarıda ince ince yağıyordu. Beyaz bir örtü gibi her şeyin üzerini sararken, kantinin içi tam tersi; sıcacık bir ortamdı. Radyodan eski bir türküler çalıyor, o huzurlu melodi ortama yayılıyordu. Kantinin en sağ köşesinde, dikdörtgen bir masanın etrafına toplanmış olan Güvercin Timi, yeni geldikleri operasyonun yorgunluğunu atmak için buradaydı.

Asena Gündüz, en baş köşede, gözleri hafifçe kısılmış şekilde timini izliyor. Dudaklarında silik bir tebessüm var ama bakışları her zamanki gibi sertti. Bu sertlik, sadece timinin güvenliğini sağlayan bir duvar gibi yükselmiş; aslında, gözlerinin derinliklerinde bir şefkat ve merhamet barındırıyor ama bunu kimse pek göremiyordu. Ancak Osman; her zamanki gibi onun bu içsel dünyasına duyduğu güvenle, sessizce gözlerini üzerinde tutuyor ve içindeki anlamı çok iyi biliyor.

Deniz, oldukça sessizdi. Yüzü ciddi ama zaman zaman Kubilay'ın çabalarına karşı hafif bir gülümseme beliriyordu. Kubilay, elindeki çayı karıştırarak bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama Deniz, tek kelimeyle cevap veriyor. Yine de aralarındaki sessiz sohbetin her anı, bir bağlantıyı hissettiriyordu.

Kubilay, "Yani, bu kadar suskun olmak zor değil mi? Sadece bir kere, şu şarkı hakkında ne düşündüğünü söylesen olmaz mı?" dediğinde Deniz, gözlerini biraz daha kısarak, hafifçe gülümsedi ama yanıt vermedi. Kubilay, dudaklarını büzerek içli bir nefes aldı. Kubilay, "Kıracağım senin inadını." diye fısıldadı ama Deniz duymadı.

Aslı ve Mücahit, evli bir çift olarak, birbirlerine bakarken zaman zaman gülümsüyorlar. Aslı'nın gözlerinde rahatlık ve huzur var, Mücahit ise ona bakarken sadece içten bir gülümseme sunuyor ama bu özel anlar arasında, her ikisi de tim arkadaşlarının sohbetlerine katılmayı ihmal etmiyorlar.

Mücahit, "Benimle bir köyde tatil yapmayı kabul edersen, bana da artık azıcık eğlence gelir değil mi?" diye alayla söylendiğinde Aslı, hafifçe kıkırdadı. Aslı, "Senin olduğun her yere gelirim ben." dediğinde Mücahit, gözlerindeki parıldamayla Aslı'yı izlemeye devam etti. Onların aralarındaki bağa tim arkadaşları gülümseyerek baktı.

Asena, operasyonun getirdiği yorgunluğa rağmen, arada bir gözlerini üzerlerinde gezdiriyor ama daha çok, timin her bir üyesinin duruşunu ve davranışlarını izliyordu. Bazen, küçük bir gülümseme bile olsa, yüzünde iz bırakan bir sıcaklık vardı. Seviyordu Asena timini, çok kısa bir sürede bağlanmıştı. Her ne kadar bazen kızsa da öfkelense de onlara kıyamıyordu. Kırdığı zamanları bazen önemsemiyordu, 'Beni anlarlar.' diye düşünüyordu.

Bir gün Aslı'yı, Mücahit'i, Cengiz'i, Yaren'i, Mehmet'i ve Alparslan'ı kaybedeceğini bilmeksizin.

Arka planda, diğerleri sohbetlerine devam ediyordu. Zaman zaman gülüşler yükseliyor, bazen ciddi konulara dalıyorlardı ama her anında bir aile havası vardı burada. Zorluklar, acılar, savaşlar... Hepsi bir kenara bırakılmış, sadece bir arada olmanın sıcaklığı vardı.

Cengiz, şaka yaparak Mücahit'e döndü.

"Sizce karı-koca arasında kim daha tecrübeli?"

Aslı gülerek, "Kesinlikle ben!" diye bağırdı.

Mücahit alttan almaya çalıştı ama kaşlarını yukarıya doğru kaldırmaya engel olamadı.

"Buna kimse inanmaz." dedi.

Yaren ve Alparslan aynı anda araya girerek, "Ben ikisinin de aynı derecede tecrübeli olduğunu düşünüyorum," dedi Yaren ama Alparslan, "Her ikisi de tecrübelerinden ders alabiliyor bence" dedi.

Herkesin yüzünde hafif bir gülümseme vardı. Bir an için, dışarıdaki kar fırtınasına, geçmişteki zorluklara ve karşılarındaki tehlikeye rağmen, içlerindeki sıcaklık öyle bir şekilde yayılıyordu ki, her şeyden uzaklaşıp sadece bu anın tadını çıkarıyorlardı.

Kantinin sıcak havası, Asena'nın cebinde titreşen telefonun sesiyle aniden değişti. Gözleri bir anda ciddiyetle daraldı. Kaşlarını çattı, sağ elini cebine götürerek telefonu çıkardı. Ekrana bakarken yüzündeki o silik tebessüm tamamen silindi.

Tim üyeleri, Asena'nın bir anda ayağa kalkmasını görünce refleksle toparlandı. Her biri, gelecek bir emre hazırmış gibi yerlerinden kalktı. Asena, sol elini hafifçe kaldırarak oturun işareti verdi. Bu küçük ve net hareket, masadaki herkesin sessizce yerine geri oturmasına yetti.

Telefonu kulağına götürüp kantinden çıkarken, kapıdan esen soğuk hava tenine çarptı. Dışarıda kar hâlâ yağıyordu, bembeyaz örtü sessizliği temsil ederken, Asena'nın içinde bir şeylerin kıpırdadığı gözlerinden okunuyordu.

Asena, yüzbaşı olduğundan beri birçok göreve dahil olmuştu ve bu görevlerde yeni insanlarla tanışmıştı. O insanlardan biri de Şanlıurfa'dan bir haftalığına geldiğinde tanıştığı Naim Tanburu idi.

Asena, "Alo, Tanburu nasılsın?" diye sorduğunda, adımları yavaşladı. Duyduğu ses, tanıdık değildi.

Telefonun ucundan, "Merhaba Yüzbaşı Asena Gündüz. Ben Binbaşı Hulusi Gökmen, sizi, Şanlıurfa Akçakale Hudut Tabur Komutanlığı'ndan arıyorum." cümlelerini duydu.

Asena'nın gözleri daraldı, çenesi hafifçe dikleşti. Derin bir nefes aldı ama sesi sert ve netti.

"Buyurun Binbaşım, yardımcı olabileceğim bir husus mu var?" diye sert sesiyle sorguladığında telefonun ucundaki sıkıntılı sesi işitti. Tek kaşı, hafifçe kavislendiğinde askeriyeye doğru yürümeye başladı. Postallarının altında gıcırdayan kara rağmen telefondaki sese kulak kesildi.

"8 Aralık 2016 tarihinde Akçakale'nin sınırında bir patlama oldu ve eş zamanlı olarak toplam 116 Türk kadını ve 35 çocuk öldürüldü."

Asena'nın adımları aniden durdu. Gözlerinin kahverengi halkalarında bir şeyler parladı; öfke ve şok bir arada. Dişlerini sıktı, yüz kasları gerginleşti. Birkaç saniye boyunca, sadece soğuk hava ve uzaktan gelen rüzgârın sesi duyuldu.

"Ne dediniz?" diye tepki verdi.

Telefonun diğer ucundaki ses ciddileşti.

"Asena Gündüz, sizden Güvercin Timini bu işe dahil etmeden Şanlıurfa'ya gelmenizi istiyorum. Sizin için burada küçük, geçici bir ekip kurulacak. Eğer kabul ederseniz geldiğinizde bilgiler ayrıntılı olarak yüz yüze anlatılacaktır."

Asena'nın dişleri arasından nefes verdiği duyuldu. Dilini dişlerinin arkasında, sabırsız ve öfkeli bir şekilde gezdirdi. Gözlerindeki öfke giderek büyüyordu. Bir anlığına başını gökyüzüne kaldırdı. Kar taneleri, yüzüne hafifçe düşerken, ifadesinde kararlılık okunuyordu. Asena kısık ama tehditkâr bir sesle, "Şafak atmadan oradayım, Binbaşım." dedi ve telefon kapandı.

Kantine geri döndüğünde içerideki sohbet aniden sustu. Herkes Asena'nın yüzündeki değişimi fark etmişti. Dudaklarındaki tebessüm çoktan kaybolmuş, gözlerinde tanıdık bir kararlılık ve tehlikeli bir ciddiyet vardı. Osman, Asena'nın yüzüne dikkatlice baktı. Onun gözlerinde gördüğü şeyin sıradan bir görevle ilgili olmadığını hemen anladı.

Osman, "Bir şey oldu kesin." dedi, kendi kendine.

Asena, masanın başına döndü. Ellerini arkasında birleştirdi ve timini süzdü. Sonra, kısa ama net bir emir verdi.

"Güvercin Timi yerinde kalsın. Bu görev bana özel."

Mücahit ve Aslı birbirlerine kaygılı bakışlar attı. Deniz, başını hafifçe eğdi. Kubilay ise sessizliğe gömüldü.

Kubilay fısıltıyla, "Ne oluyor?" diye sordu, Osman'a. Osman, bakışlarını Asena'dan ayırmadan cevapladı.

"Ne oluyorsa, Yüzbaşı tek başına halledecek. Öyle olması gerektiğini düşündüyse bize söz düşmez."

Asena, kapıya yönelirken bir kez daha arkasına döndü. Osman'a sadece kısa bir bakış attı. Sanki, "Geri döneceğim" der gibiydi. Osman, kafasını salladığı an kantinin kapısını araladı ve helikopter pistine doğru yürüdü. Dışarıda kar hâlâ yağıyordu. Gözlerinde yanmakta olan öfkeyle, karanlıkta kayboldu.

Gökyüzü kurşuni bulutlarla kaplıydı; aralıksız yağan kar taneleri, toprağın üzerini beyaz bir kefen gibi örtüyordu. Ağaçların dalları, ağırlaşan karın yüküyle eğilmişti; en ufak bir esintide dallardan dökülen kar taneleri, sessizliğin üzerine usulca serpiliyordu. Ufuk çizgisi, beyazın sonsuz tonlarıyla silinmişti; yerle gök birbirine karışmış, zamanı durdurmuş gibiydi.

Asena Gündüz, 15 Aralık 2016 tarihinde saat 12:00'de, Şanlıurfa Akçakale Tabur Komutanlığı'na ilk adımını atmıştı.

Askerî hangarın büyük kapıları açıldığında, içerdeki ışık dışarı taşarak karlı zeminde altın renkli yansımalar oluşturdu. Kapının eşiğinde durduğunda, gözleri içeride dizilmiş askerlerin üzerinde dolaştı. Metalin soğuk kokusu ve nöbet tutan askerlerin ayak sesleri havayı dolduruyordu.

Karşısında sekiz erkek asker dimdik duruyordu. Her biri askeri disiplinin vücut bulmuş hâliydi. Üniformaları kusursuz, bakışları ciddiydi. Asena'nın gözleri, birer birer askerlerin üzerinden geçti. Her birinde bir amaç arar gibiydi.

Askerlerden biri, boyu diğerlerinden daha uzundu, alnında yeni iyileşmiş bir yara izi vardı, ileri çıkarak selam verdi.

"Yüzbaşı Asena Gündüz. Şanlıurfa Akçakale Hudut Tabur Komutanlığı'na hoş geldiniz. Emrinizi bekliyoruz."

Asena, selamı karşılıksız bırakmadı. Sağ elini başına götürüp tek bir hareketle karşılık verdi. Sonra, gözlerinde yankılanan keskin bakışla hepsini süzdü.

Asena soğukkanlı ve otoriter bir tonda, "İsimlerinizi sırayla duymak istiyorum." dedi. Öne çıkmış asker çenesini dikleştirdi.

"Astsubay Üstçavuş Aslan Demir." dedi ve geri çekildi. Bütün askerler sırasıyla öne gelip isimlerini söylemeye başladılar.

"Astsubay Kıdemli Çavuş Murat Eren."

"Uzman Çavuş Yusuf Demir"

"Çavuş Emre Bayraktar."

"Çavuş Bora Temiz."

"Uzman Onbaşı İsmail Yıldız"

"Onbaşı Halil Kurt"

"Piyade Er Cihat Aslan"

Her bir ismin ardından Asena'nın bakışları askerlerin gözlerine kilitlendi. Gözlerinin derinliklerinde korku, tereddüt ya da zayıflık arıyordu. Asena, ayrıntıları yanına gelen Binbaşı Hulusi Gökmen'den öğrendikten sonra yeniden askerleri karşısına aldı ve ellerini arkasında bağladı. Görev, hafif değildi.

"Burada bulunmamızın nedeni, sıradan bir sınır devriyesi değil. Bu görevde zayıflığa ve tereddüte yer yok. Eğer bu işi sonuna kadar götüremeyeceğinizi düşünüyorsanız, şimdi konuşun."

Bir sessizlik çöktü. Kimse bir adım geri çekilmedi, kimse konuşmadı. Asena'nın dudaklarının kenarında, kısa ama sarsıcı bir tebessüm belirdi. Ardından sesi, soğuğu delen bir keskinlikle yükseldi.

"Pekâlâ. O hâlde, harekete geçiyoruz," dedi ve kaşlarını çattı. Ateş püskürten bakışlarını Akçakale'nin sınırından belli olan Suriye sınır kapısına çevirdi. "Onlar 16 Aralık'ın şafağını göremeyecekler."

Sözleri bittiğinde, Aslan Demir hafifçe başını eğdi.

"Anlaşıldı, Yüzbaşım."

Murat Eren, tüfeğini kontrol ederken soğukkanlı bir ifadeyle, "Bu gece onların sonu olacak," dedi.

Emre Bayraktar ile Bora Temiz, göz göze gelip sessizce başlarını salladılar. Yusuf Demir, sessiz ama tehditkâr bir ses tonuyla, "Biz hazırız. Onlar hazır mı?" diye mırıldandı.

Asena, son bir kez intikam için kurulmuş, İntikam timine döndü. Sadece bakışlarıyla konuştu. Kimse bir kelime etmedi ama hepsi mesajı almıştı: Geri dönüş yoktu.

16 Aralık'ın şafağı, Al-Suqaylabiyah Ormanları'nın üzerine ağır bir sessizlikle doğdu. Kararmış gökyüzü, hafif bir pusla aydınlanırken, sabaha dair umut taşıyan hiçbir ses duyulmuyordu. Sadece, ormanın derinliklerine gömülmüş geçmiş bir çatışmanın izleri kalmıştı. Her bir ceset, sessiz bir hesaplaşmanın kanlı tanıklarıydı. Asena Gündüz'ün sözü yerine gelmişti. Onlar, 16 Aralık'ın şafağını görememişlerdi.

İntikam Timi, yorgun ama başarmış olmanın sessiz gururuyla Akçakale sınırına geri döndüler. Asena'nın kahverengi gözlerinde yorgunlukla karışık bir dinginlik vardı. Her adımında, verilen kayıpların ve kazanılan zaferlerin ağırlığını taşıyordu.

Hudut çizgisinin ötesinde, Hulusi Gökmen onları karşıladı. Yüzünde, nadir görülen bir tebessüm belirdi. Gözlerinde onur ve sevinç vardı.

"Başardınız. Türk'ün intikamı alındı."

Hulusi, Asena'nın elini sımsıkı tuttu, ardından onu bir kucaklamayla karşıladı. Prosedür gereği Asena Gündüz, 17 Aralık'a kadar Akçakale'nin sınırları içerisindeydi. 17 Aralık sabahı Hulusi Binbaşı, Asena'ya helikopter pistinin yanına kadar eşlik etti.

"Helikopter hazırlandı. Seni eve gönderiyoruz, Asena yüzbaşı. Yaptığın her şey için teşekkür ederiz. Vatan sana minnettar kalacaktır," dediğinde Asena, başını hafifçe eğerek selam verdi.

"Emir sizden, harekât bizden Hulusi binbaşım," dedi.

Helikopterin pervaneleri hızla dönmeye başladığında, ortaya çıkan rüzgâr toprağı ve havadaki sessizliği dağıttı. Tam o sırada, Suriye plakalı gri bir W124 kasa Mercedes, ağaçların arasındaki toprak yolda sessizce durdu. Aracın içindeki Selçuk Ege Turalı, koyu mavi gözlerinin arkasında gizli bir keyifle helikoptere binen Asena'yı izliyordu. Dudaklarında sinsice kıvrılan bir gülümseme belirdi.

"Aferin sana, çirkin surat." dedi alçak bir sesle. Elini vitesin üzerine koydu, vitesi bire aldı ve direksiyonu çevirdi. Aracın motoru boğuk bir homurtuyla çalışırken, Selçuk Suriye'deki evine doğru yol almaya başladı. Başına ne geleceğinden haberi bile yoktu.

Helikopter gökyüzüne yükselirken, sabahın ilk ışıkları ormanın karanlık kalıntılarını aydınlatmaya başlamıştı ve her karanlığın ardında, gündüzün ilk ışıklarıyla ortaya çıkacak izler kalırdı. 17 Aralık'ta Elias Farouq, Türkiye'den Suriye'ye geçiş yapmıştı.

Al-Suqaylabiyah Ormanları'nda öylece bırakılmış cesetler, kaderin acımasız hatıraları gibi dizilmişti. Cesetlerin başında duran bir adam, gördüklerinin ağırlığıyla dizlerinin üzerine çöktü. Yüzünde tarifsiz bir şok, gözlerinde ise yeni bir karanlığın habercisi belirmişti.

Her intikamın ardında daha derin bir sır yatar ve bazı savaşlar, şafakta değil, karanlığın içinde başlardı. Kapkara gözleri dolmuş adam, kafasını hiddetle iki yana salladı. "Lâ yumkin. (Hayır, olamaz.)" dedi, Arapçayla. "Lâ yumkin!" elleri titreyerek kanlı, üzeri sineklerle dolmuş bedenlere dokundu. "LÂ YUMKIN!"

Sözleri, boşlukta yankılanırken, adam derin bir nefes aldı. Kollarını hızla kaldırarak kafasını geriye atıp, başındaki karanlık düşüncelerle yüzleşti. Bir zamanlar, her şeyin başka türlü olabileceğini hayal etmişti ama şimdi, her şey bozulmuştu. Çığlıkları ve haykırışları Al-Suqaylabiyah Ormanları'nda yankılandı.

Bir anda, sırtında bir soğuk rüzgârın geçtiğini hissetti. O an, gerçeklikten kopmuş gibi hissetti kendini. Her şey, bozulmuş bir zaman diliminin içinde hapsolmuş gibiydi. Derin bir iç geçirdi ve hızla ayağa kalktı. Ayakta bekleyen adamlarının yakalarına yapıştı. Attığı tokatlarla dövmeye başladı.

"Wa antum, mada kuntuma taf'aloon indama yahduthu hatha?"

"Bunlar olurken siz ne yapıyordunuz lan!"

Adamın tokatları, derin bir öfkenin dışa vurumu gibiydi. Her bir darbe, Al-Suqaylabiyah Ormanları'nda bırakılmış cesetlerin sessizliğine karşı bir isyan gibi yankılandı. Vurdukça, öfkesinin ağırlığı artıyor, sanki bu dünyada bir şeyleri değiştirebilecekmiş gibi hissediyordu.

Tokatların ardından, elleri titreye titreye adamlarının yakalarından çekti. Diğer adamlar geri adım attı, korku içinde. Gerçekten gözlerini görmüyorlardı. O an, adamın içindeki karanlık, dışarıya sızıyordu. Sadece bir an için gözleri, kendini kaybetmiş gibi kararmıştı. Arkasından koşarak gelen birinin varlığını hissettiğinde bir hışımla arkasına döndü.

"Elias!"

Elias Farouq, dişlerini sıkarak Shaytan'a doğru yürüdü. Ellerini yakalarına koyup kendine doğru yaklaştırdı.

"Bütün bunlar olurken sen neredeydin lan!" diye Arapça bağırdı. Shaytan, ellerini yakalarını saran bileklere yasladı.

"Dur, kimin yaptığını öğrendim!" diye bağırdığında Elias, ellerini Shaytan'ın yakalarından çekmedi. Bir kez daha sarstı.

"Söyle!"

Shaytan, Elias'ın -henüz kaybetmediği- iki kara gözüne de baktı.

"Asena Gündüz diyorlar. Kendisi Şırnak'ın en iyi timinin komutanıymış. Bir de Selçuk Ege Turalı var diyorlar. Kendisi gölge, karısı ve bir çocuğu var, adamları peşine yollattım. Araştırmaya başladılar ve nerede olduğunu bulmaya çalışıyorlar." dedi Shaytan, nefesini zar zor alarak.

Elias, bir süre sessizce düşündü, gözlerini cesetlere dikti. Cesetler, ona tüm bu gerçeği hatırlatıyordu: Bu dünya, öfkenin ve intikamın içinde var olurken, gözlerinin önündeki her şeyin ardında daha büyük bir hesaplaşma yatıyordu.

"Bana Mimba'yı çağırın." diye fısıldadı ve ardından bakışlarını Shaytan'a çevirdi. "Selçuk'u bana bırak."

Shaytan, Elias'ın emrini duyduğunda tüyleri diken diken oldu. Elias'ın gözlerindeki öfke ve karanlık, ona sanki bir şeylerin sonunun geldiğini, bu yolun geri dönüşü olmadığını söylüyordu. Elias'ın ne kadar kararlı olduğunu bilmek, içindeki korkuyu daha da derinleştiriyordu.

"Evet, efendim," diye cevap verdi, biraz titreyerek. "Mimba'yı bulacağım ama Selçuk'un peşine düşmeniz zor olacak."

Elias, Shaytan'ın korkakça ses tonunu duyduğunda gözlerini biraz daha sertleştirerek ona yaklaştı. "O zaman ne gerekiyorsa yapın. Eğer bu işi beceremezsen, seni burada bırakırım, Shaytan," dedi, her kelimesi ölüm kadar soğuktu.

Shaytan, hemen başını eğdi. "Emriniz üzerine, efendim," dedi, kendisini toparlamaya çalışarak.

Elias, birkaç adım geri çekildi ve ellerini birleştirerek derin bir nefes aldı. Beyninde her şey bir araya geliyordu. Mimba'nın bulunması, Selçuk'un peşinden gitmek... Tüm bu plan, daha büyük bir amaç için yerini bulmalıydı fakat bir şeyler eksikti. Bir planın her zaman bir adımdan daha fazlası olması gerekirdi. Bu kadar karmaşık bir operasyonda hata payı yoktu.

Telefonunu çıkarttı ve kanlı elleriyle ekranı kaydırmaya çalıştı. Dişlerini sıkarak parmaklarına bulaşan kanı üzerine sildi ve yeniden ekrana dokundu. Bir numaraya tıklayıp kulağına yasladığında çenesini dikleştirdi.

"Alo?"

Elias, kaşlarını çattı, "Hal sami'ta bima hadath?" diye sordu.

Olanları duydun mu?

Telefonun ahizesinden bir boğaz temizlendi. "Sam'atu. Madhā tanwī an taf'alu? (Duydum. Ne yapmayı düşünüyorsun?)" dendi. Elias'ın bakışları, Asena Gündüz'ün ve intikam timinin öldürdüğü, karılarına ve çocuklarına çevrildi.

"Kāna hunāka qā'id fī Şırnak. Ismuha, Asena Gündüz. Ibhath 'anhā wa uqtulhā, Raşit."

Şırnak'ta bir komutan varmış. Adı, Asena Gündüz. Onu bul ve öldür, Raşit.

Elias Farouq'un intikamı, karanlık bir planın ilk adımları olarak başlamıştı. Piramidin en üstündeki adam, tüm taşları yerinden oynatacak güce sahipti ve geçmişte yaptıkları, bugün için sadece birer anıya dönüşmüştü. Mümtaz Çalkun'un babasının ailesini, yani Seyyar'ın ailesini öldüren zamanında babasıydı. Raşit'i kendi amaçlarına alet eden, her hamlesinde doğru zamanı bekleyen Elias Farouq'un ta kendisiydi. Onun ellerinde bir pusula, her adımında bir karar vardı.

Her şeyin merkezinde Elias vardı ve ne kadar karmaşık bir ağ kurmuş olsa da artık hedefi belliydi: Asena Gündüz.

Asena ise tüm bu çarpışmaların ortasında, hayatta kalmayı başarmış bir figürdü. Her adımında ölümün nefesini hissederek, her köşede düşmanlarını atlatabilmişti. Elias'ın bu kadar dikkatli ve soğukkanlı olmasının nedeni de buydu. Asena Gündüz, her zaman, ölümle yaşam arasında ince bir çizgide yürümeyi başarmıştı.

Selçuk Ege Turalı'nın eşine ve çocuğuna sıkılan kurşunun tetiğine basan, Elias Farouq'tu. Elias, o kadar kurnaz biriydi ki Zara Demirkan'ın ekibindeki kadına, kendi yüzünün taslağını aldırmıştı. Adamlarından birine aynı yüzü çizdirdi ve Selçuk'un onu bulmasını sağladı.

Selçuk, Elias Farouq'u öldürdüğünü sandı ama aslında Elias'ın kopyasını öldürmüştü.

Elias Farouq, bir şekilde o cesede ulaştığında vurulma şekline göz attı. Bir kurşun sağ gözünü dağlamış, diğeri ise ensesinden girmişti. Sağ gözünü operasyonla aldırdı ve beyaz bir göz taktırdı. Küçük bir estetik operasyonuyla kaşının hemen üstünden yanağına doğru uzanan bir iz çizdirdi. Bir süre kimseye görünmedi.

Bu süre, beş seneye tekabül ediyordu.

Asena Gündüz'ün durdurulamadığını gören Elias, kendini tam ortaya çıkartacaktı ki kardeşi Rojin'in öldürüldüğünü öğrendi. O andan itibaren bütün tuşlara basmaya başladı. Aklındaki tüm planları tıkırında işlemek için kollarını sıvadı.

Elias Farouq, artık durdurulamazdı.

 

🖇️

17 Mayıs 2022 / Şırnak

Eyşan Çakır, Ağzından

 

Joaquim, Oscar and the Wolf

Zihnim, dizginlenmiş bir disiplin ile kaplanmıştı.

Her anı hesaplamış, her adımı bir strateji olarak çizmiştim. Dışarıda bekleyen tehlike, gölgelerde gizliydi. Her an bir şeyler değişebilirdi ama bu beni yavaşlatmazdı. Güvercin, korku nedir bilmezdi. Bugün de bir kez daha o güveni hissettirmem gerekiyordu.

Elimdeki dosyanın kapağını parmaklarımın arasına sıkıştırıp bakışlarımı Güvercin Timine çevirdim. Her biri, yakalayacağımız Noar Veyra hakkında bulduğumuz bilgileri dinlemek için, yeniden koordinasyon merkezine toplanmıştı. Gözlerimi, tim üyelerinin üzerinde kaydırarak, her birinin suratındaki kararlılığı okudum.

Mete, her zaman olduğu gibi odaklanmış bir şekilde ekranda yer alan haritaya bakıyordu. Yanında oturan Caner ve Selçuk, elleri hızla klavye üzerinde hareket ediyor, yeni bilgiler için sorgulamalar yapıyordu. Yonca ve Kubilay'ın bakışları sabitti; aralarındaki sessiz anlaşma, her şeyin düşündüklerinden daha karmaşık olduğunu gösteriyordu.

Çilingir, Ahmet ve Barış; Mete tarafından, alan kontrolünü sağlamaları için önden gönderilmişti. Güvenliği sağladıkları an Güvercin Timi, Mete, Kubilay, Osman ve Alperen ile Van'a geçeceklerdi.

Ekranda, Noar Veyra'nın son görüldüğü yerin koordinatları belirdi. Bu, bizim için sadece bir başlangıçtı. Birkaç adım geride duran Alev, odanın karanlık köşesinde neredeyse hiç hareket etmeden sessizce duruyordu. Bunu en iyi yapanlardan biriydi; her şeyi fark eder ama hiçbir şey göstermezdi. Alev Atsız, bizim için buradaydı, her zamanki gibi havadan destek verecekti.

Lara ve Yonca ise burada, bize destek olacaktı.

Yavaşça dosyayı masaya koydum. Kapağındaki yazı, bugünün tek kelimelik özeti gibiydi: Operasyon Başlatılacak.

"Başlıyoruz," dedim, sesim kararlı ama içimdeki soğukkanlılıkla. "Birkaç gece sonra, Noar Veyra'nın sonu olacak."

O an herkes bir anlığına yerinden kıpırdadı ama kimse sesini çıkarmadı. Time güveniyordum. Onlar, her zorluğun üstesinden gelebilecek kadar güçlüydü. Bu görev, başka bir şeyin başlangıcıydı: Bir intikamın ve bir bitişin.

Mete, oturduğu sandalyeyi ittirip yerinden kalktığında herkes onunla birlikte ayağa kalktı. Alev, bana doğru yaklaşıp yeşil gözlerini kırpıştırarak beni süzdü. Bedenimi ona doğru çevirdiğimde ikimizin de dudaklarında heyecanlı tebessümlerimiz vardı.

"Sensiz çıkacağım ilk operasyon olacak, Güvercin." dedi, kısık bir sesle. Tebessümümü bir meydan okumaymışçasına büyüttüğümde artık kocaman bir gülümsemeye sahiptim.

"Benimle uğraşması kolaydı bakalım kocam bey ile nasıl anlaşacaksın?" diye alayla sorguladım. Alev, gözlerini devirip omzunu silkti.

"Valla öyle deme, eniştem bir tek sana karşı miyavlıyor hepimize de hırlıyor. Ee, boşuna Bozkurt dememişler."

Elimi hafifçe kolunun yanına vurup gözlerimi kıstım.

"Bozkurt duymasın pençesiyle kara kutunu parçalar." diyerek kıkırdadım. Alev'de bu söylediğime gülerek bir şey demeden time döndü.

"Mete yüzbaşı, ben F-16'ya gidiyorum. Sahada görüşmek üzere." dedi ve baş selamı verip beklemeden koordinasyon merkezinden ayrıldı. Mete'nin bakışları bana çevrildiğinde eliyle Kubilay'ı, Alperen'i ve Osman'ı gösterdi.

"Lakapları değişti. Güvercin 2 ve 5'i kullanmayacaklar. Osman'ın lakabı Lokum, Alperen'in lakabı Bebe, Kubilay'ın lakabı da Böcek oldu." dediğinde kahkaha atarak Kubilay ve Alperen'e baktım. Ellerimi belime koyup gözlerimi kıstım.

"Yonca'nın lakabı sırf Çiçek diye Böcek oldun değil mi?" dedim ve Alperen'e baktım, "Ankara Bebesi seni."

Alperen gülerek bize bakarken Kubilay, Yonca'yı kolunun altına alarak saçından öptü. Caner, gözlerini devirerek dosyaları toparlamaya başladığında öğürdü ve dosyalarla birlikte masadan ayrıldı. Lara, onun bu tavrına ellerini beline koydu.

"Caner?" diye sorguladığında Caner, bir anda ellerindeki dosyayı düşürdü.

Lara'ya bakarak, "Efendim hayatım?" dedi.

Mete ve Selçuk, Caner'in dut yemiş bülbüle dönmesine büyük bir kahkaha patlattıklarında ellerimi arkamda bağladım. Operasyona gidecekleri için içimde bir korku vardı ama sağ salim döneceklerinden adım kadar emindim.

Son hazırlıkların yapılması için Selçuk ve Caner, bilgisayar başına oturduklarında masaya doğru adımladım. Osman'ın bana baktığını gördüğümde dudaklarımda buruk bir tebessüm oluştu.

"Ne baktın kuzen?" diye sorduğumda derin bir nefes alıp verdi ve omzunu silkti.

"Hiç. Seni ilk defa bu kadar sakin görüyorum. Normalde operasyona gideceğimiz zamanlar hır gür çıkarıyordun."

Osman'ın haklılığı göz yaşartıcıydı ama buna omzumu silkerek sessiz kaldım. Mete, yanıma yaklaşıp kolunu omzuma attığında saçlarıma derin bir öpücük kondurdu ve Osman'a baktı.

"Artık o bir başkan ve sorumlulukların bilincinde Osman." dedi ve Kubilay'a baktı.

"Sende karından ayrıl da artık hazırlanmaya gidelim. Bir bırakamadın çiçeğini Böcek." diye alayla kurduğu cümleye yüzümü çevirip ona baktım. Caner, eliyle Mete'yi ve beni gösterdi.

"Bak, bak. Millete ne diyor kendi ne yapıyor? Önce sen bırak oğlum karını." dedi. Mete, kaşlarını çatıp Caner'e baktığında Caner, tek kaşını kaldırdı.

"Dedi, kıdemli üsteğmen."

Gülümsedim.

"Dedi, yüzbaşı."

"Dedi, Teşkilat Başkanı."

Arkamızdan gelen Alparslan Çakır'ın bariton sesiyle hazır ola geçmiştik. Yüzündeki sert ifadenin yanı sıra gözlerindeki şefkati hepimiz hissediyorduk.

"Hadi Güvercin Timi, görev beklemez. Gidin ve ortalığı temizleyip gelin." dedi ve ellerini arkasında bağlayıp çenesini dikleştirdi. Arkasını dönüp aralı kapıdan yeniden odasına geçtiğinde Mete, bana döndü. Şefkat kokan bakışlarını bir sağ gözümde bir de sol gözümde dolandırdı. Sağ elini ağırca havaya kaldırıp alnına koydu ve esas duruşa geçti.

Sertçe yutkundum.

Başımı ağırca indirip kaldırdığımda elini indirdi ve dudaklarını alnıma doğru yaklaştırdı. Gözlerim kendiliğinden kapandığında alnımdaki sıcak dokunuşunu hissettim. Kalbim, göğüs kafesimi parçalamak istermişçesine delice atmaya başladığında ellerim karnıma yaslandı. Sağ elini karnımdaki ellerimin üzerine koyduğunda alnını alnıma yasladı.

"Önce Allah'a; sonra kendinize emanetsiniz." diye fısıldadı. Bütün vücudum gerildi, kalbim hızla çarpmaya devam etti. Sözlerinin ağırlığı, ruhuma derin bir iz bırakıyordu. Bu kadar kısa ve net bir cümleyle hem sorumluluğumuzu hem de bağlılığımızı hatırlatıyordu. Zihnimdeki karmaşa biraz daha berraklaşırken, gözlerim onun gözlerinde kayboldu.

Mete'nin elleri, koruma içgüdüsünün bir yansıması gibiydi. Kalbim çırpındıkça, parmak uçlarımda hissettiğim huzur, bir yerlerde eksik olanı tamamlıyordu. Bir süre hiç ses çıkarmadan birbirimize baktık, zamanı durmuş gibiydi.

"Dikkat edin." diye fısıldadığımda gülümsedi ve önce alnını ardından da karnımın üzerine koyduğu elini çekti. Dün gece karnımda bayağı bir duraklamış ve onlarla uzun uzun konuşmuştu. Ben uyuduğumda bile onlarla konuştuğunu sabah anlamıştım. Sağ eli karnımda, başı ise hemen karnımın yanında kalmıştı. Onların varlığını her daim hatırlıyordu ve iyi bir baba olacağının garantisini aşılıyordu.

Bakışlarımız birbirinden ağırca ayrıldığında çenesini dikleştirdi ve Kubilay ile Osman'a baktı. Kubilay, Yonca'nın karnından elini çektiğinde dudaklarında buruk bir tebessüm vardı. Zordu asker yareni olmak. Özellikle o asker yareni asker olduğunda daha da zordu.

Bırakmak, göreve onsuz gitmek, ayrılmak insana koyuyordu.

Güvercin Timi, eksiklerini tamamlayıp helikopter pistine gittiklerinde kalçamı masaya yaslayıp elimdeki dosyayı sıktım. Haritadaki bakışlarım bir an olsun ayrılmazken onların güvenliği artık bizim sorumluluğumuzdaydı.

"Kule 1, ben Alev Atsız. F-16 ile kalkış için izin istiyorum." dedi, Alev.

Kuleden cevap anında, kulağımdaki kulaklığa ulaştı.

"İzin verildi Alev Atsız, rüzgâr sabit, kalkış serbest." dedi, Kule.

Gülümseyerek sağ elimi havaya kaldırdım ve kablosuz kulaklığa dokundum.

"Tedy Bir, görevinizde başarılar diler."

Kulaklığıma dolan kahkaha ile çenemi kaldırdım.

"Teşekkürler Tedy Bir!"

Bunlar, yalnızca bir başlangıçtı. Herkesin görevdeki rolü önemliydi, herkesin güvenliği bizim sorumluluğumuzdu. Güvercin Timinin her bir üyesi, birbirine bağlıydı ve bu bağ daha fazla test edilecekti.

"Güvercin, burası başlangıç noktası. Bozkurt, Güvercin Timi ile helikopterde."

Mete'nin sesiyle sol elimi yumruk yaptım ve boğazımı temizledim. Kafamı kaldırıp bir an gözlerimi kapattım. Her şeyin hesaplandığı gibi gitmesi için sadece güvenim, arkadaşlarımın yetenekleri ve Allah'ın yardımı gerekirdi.

"Allah yardımcınız olsun, Bozkurt. Güvercin Timi ile görevinizde başarılar diliyorum."

18 Mayıs 2022 – 03:00 / Köprüköy Dağı, Belbuka Üs Bölgesi, Van

Yazar, Ağzından

Köprüköy Dağı'ndan Belbuka Üs Bölgesi'ne giden zorlu yol, her adımda toprağın hışırdadığı, dağcıların sabırla tırmandığı, teröristlerin saklandığı bir alandı. Dağ, köşe bucak, dar geçitler ve dik yamaçlarla sarılmıştı.

Güvercin Timi, Bozkurt'un önderliğinde komut verilen yerlere pusmuştu. Her biri, anbean değişen stratejilere adapte olmayı öğrenmiş, zamanın her anında çevreye karşı dikkatliydi. O karanlık anlarda yalnızca dağdaki rüzgârın sesi ve bazen çok ama çok uzaktan gelen bir kuşun çığlığı vardı. Tim üyeleri, hemen her yerde gizlenmişti; kaybolmuş gibi görünseler de her biri etraflarındaki her şeyin farkındaydı. Her harekette, her seste, her hareketin kaybolan zamanında bir tehlike beliriyordu.

Mete, gözlerinin önüne indirdiği dörtlü dürbünü ile dağın her noktasını bir kurt misali dikkatlice izliyordu. Gözleri, dağların derinliklerinde kaybolmuş gibi görünen her hareketi, her karanlık köşeyi tarıyordu. Bir hayalet gibi, etrafındaki her şeyin farkındaydı, sanki dağın kendisiyle birleşmişti. Her kaya parçası, her rüzgârın taşıdığı toprak zerresi, her küçük ses, ona bir ipucu gibi geliyordu.

Göğsüne düşen her nefeste hem kalp atışlarını hissediyor hem de vücudunun mükemmel bir şekilde uyum içinde hareket ettiğini fark ediyordu. Gerçekten de her şey birden bir insanın içindeki hayatta kalma içgüdülerine dönüşüyordu.

Ağırca, derin bir nefes alıp kolundaki askeri saate baktı. Bekledikleri kişinin gelmesine daha çok vardı. Dürbününü kaskının üzerine doğru kaldırdı ve ellerini önündeki hücum yeleğine yaklaştırdı. Solundaki fermuarı açıp paketlenmiş, ekmeği çıkarttı ve jelatinini söktü. Çıkan jelatin çöplerini yeniden yeleğin içine sıkıca soktu ve ekmeğin yarısını bölüp sağa doğru uzattı.

Çilingir, Mete'nin uzattığı ekmek parçasına maskesinin altından gülümseyerek aldı ve pustuğu yerden kalkmadan maskesini çenesine doğru indirdi. Mete, uzandığı yerden hafifçe doğruldu ve sırtını taşa yaslayıp bedenini güvene aldı. Maskesini indirip ekmeği ısırdı ve Çilingir'e baktı.

Mete, ağzındaki lokmayı bitirdiğinde "Özlemişim bunu." diye fısıldadı. Çilingir'de aynı şekilde ağzındaki lokmayı yutkunup gülümsedi.

"Al benden de o kadar. Kaç sene oldu birlikte göreve çıkmayalı?" diye sorduğunda Mete'nin gözleri Çilingir'in gözlerinde asılı kaldı.

"Asıl soru şu olmalıydı, en son bir ekmeği kaç sene önce bölüşerek bir dağda yedik?" dedi. Çilingir, tebessüm ederek cevap vermek yerine ekmeği ısırdığında Mete'de gülümsedi ve ekmeğini ısırdı. Aralarında dostluk bir ekmek kadar hayatiydi, olmazsa olmaz gibiydi.

Barış ve Ahmet, onların hemen uç kısmındaki dağdan onları izlerken bölüştükleri krakeri yemekle meşgullerdi. Kubilay ve Osman, sırt sırta vermiş bir şekilde Alperen'i izliyorlardı. Alperen, keskin nişancı tüfeğini ayarlayıp bakışlarını onu izleyen Kubilay ve Osman'a çevirdi ve gülümsedi.

Her biri, gecenin soğuk olmasına aldırış etmeden dudaklarındaki sıcak tebessümlere sıkıca sarılmıştı. Saat yaklaştıkça gerilimli bekleyiş arttı.

Kubilay, eldivenli sol elinin yüzük parmağına taktığı ince ipin varlığıyla nefes alıyordu. Osman, bağlılık yemini ettiği Cemile'den aldığı saç telini, kalbinin üzerindeki cevşende taşıyordu. Mete ise artık Eyşan'ın fotoğrafını, asla operasyona giderken yanında taşımıyor ve künyesinde asılı duran düğmenin varlığı ile yetiniyordu. Barış'ın ise kalbindeki kanatlar çırpmak için, görmeyi beklediği F-16'nın içindeki kadını bekliyordu.

Zaman geldi.

Mete, dürbününü tekrar gözlerine indirerek kulaklığa dokundu.

"Atsız, durum raporu ver."

Kulaklıktan gelen hafif bir cızırtının ardından Alev'in sakin sesi duyuldu.

"Saat 04:17, gökyüzü temiz. 3000 feet yükseklikteyim, termal tarama başlattım. Kuzeybatı yamaçlarında üç ısı kaynağı tespit ettim. Sabit duruyorlar, muhtemelen nöbetçi."

Mete, göz ucuyla Çilingir'e ve Barış'a baktı.

"Çilingir, Kokarca. Kuzeybatı rotasını alın. Atsız, sizi destekleyecek. Ben ve Böcek doğu yamacından dolanacağız. Lokum ve Bebe kuzeydoğu hattını kontrol edecek. Hareket zamanı."

Tim, senkronize bir şekilde pozisyon aldı. Herkes ne yapacağını biliyordu. Kararsızlık yoktu; her adım kesin ve ölümcüldü. Mete, sessiz bir nefes verdi. Kayanın kenarından aşağı sarkan dar patikayı işaret etti.

"Bozkurt hareket ediyor. Atsız, ısı kaynaklarını gözlemle. Ateş izni benden gelene kadar bekle."

"Anlaşıldı, Bozkurt. Gökyüzü gözünüz olacak."

Helikopterin uzaklardan gelen pervane sesi, rüzgârın uğultusuna karıştı. Alev'in kontrolündeki F-16, gece göğünde neredeyse görünmezdi.

Mete, taşların arasından hızla ilerlerken kulaklıktan bir anlık keskin bir ses geldi.

"Bozkurt, dikkat! Güney hattında hareketlilik tespit ettim. Üç kişilik bir grup, üs bölgesine yaklaşıyor. Silahlı görünüyorlar."

Mete anında durdu. Sol elini havaya kaldırarak timi işaret etti.

"Çilingir, rotayı değiştir. Güney hattını kontrol altına alıyoruz. Böcek, Lokum siz arkalarından dolanacaksınız. Atsız, anlık gözlem ve gerektiğinde ateş desteği."

Alev'in sesi kesin ve netti.

"Koordinatlar işaretlendi. Lazer güdüm hazır."

Tim, kusursuz bir uyumla ilerledi. Mete, el işaretleriyle timi yönlendirirken gözleri her an çevredeydi. Hiçbir ayrıntı gözünden kaçmıyordu. Yaklaştıkça, terörist grubunun siluetleri zayıf ay ışığında belirdi.

Mete, kısa bir fısıltıyla son komutu verdi. "Şimdi."

Aynı anda Alev'in F-16'sından lazer güdümlü atışlar hedefin çevresini aydınlattı. Güvercin Timi, sessiz ama ölümcül bir gölge gibi düşmana çöktü. Kısa bir çatışmanın ardından bölge temizdi. Noar Veyra, artık ellerindeydi.

Mete, elini kulaklığa götürdü.

"Bölge güvenli. Atsız, mükemmel destekti."

"Gökyüzü her zaman sizindir, Bozkurt."

Güvercin Timi görevini başarıyla tamamlarken, Mete bir anlığına ufka baktı. Her şey plana uygun gitmişti. Kararsızlık yoktu, tereddüt yoktu. Sadece disiplin, strateji ve zafer. Mete, gülümsedi ve sol kulağındaki kulaklığın düğmesine bastı. Bu bağlantı yalnızca Eyşan'ın kulağına bağlı kulaklığa bağlantılıydı. "Güvercin, görev tamamlandı. Eve dönüyoruz, sende eve geç."

 

⚔️

18 Mayıs 2022 – 05:00 / Şırnak

Eyşan Çakır, Ağzından

 

I Feel Lost, Aaron Hibell

Ekranın soluk ışığı, odanın loşluğunu kırıyor, karanlıkta yalnızca Yonca'nın ve benim yüzümüzü aydınlatıyordu. Yonca'nın elleri dizlerinde kenetlenmişti; gözleri, ekrandaki termal görüntüye kilitlenmişti. Ben ise kollarımı göğsümde birleştirmiş, nefesimi tutarcasına hareketsiz izliyordum.

Her an, her hareket, bir sonraki saniyenin belirsizliğiyle doluydu. Kalbim, göğsümde ağır ama düzenli atıyordu. Güvercin Timi'nin dağın zorlu yollarında sessizce ilerleyişini izlemek, her biri hayatını ortaya koyarken, sabır ve güvenin sınavıydı.

Yonca, sessizliği bozan ilk kişi oldu.

"Bu sessizlik... Her şey yolunda mı dersin?" diye fısıldadı, sesi titrek ama içinde bir umut barındırıyordu.

Yan gözle ona baktım, dudaklarımda belirsiz bir çizgi vardı.

"Bu, fırtınadan önceki sessizlik. Bizimkiler oradaysa, her şey kontrol altındadır."

O an kulaklıktan gelen keskin bir tık sesi duyuldu. İkimiz de irkilip birbirimize baktık. Sonra ekrana çevrildik.

"Güvercin, görev tamamlandı. Eve dönüyoruz, sende eve geç."

Mete'nin sakin ama kesin tonuyla gelen sesi, odanın soğuk havasını bir anda dağıttı. Bir an sessizlik oldu. Sonra gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdim. Göğsümdeki ağırlık hafiflemişti. Dudaklarımda istemsiz bir gülümseme belirdi.

"Eve dönüyorlar," dedim fısıltıyla.

Yonca'nın yüzü aydınlandı. Ellerini çırparak "Eve dönüyorlar!" dedi, heyecanlı ses tonuyla. Selçuk ve Caner, gülümseyerek ellerini birbirlerine vurdular. Gülerek onlara bakarken ellerimi birbirine sürttüm ve kulağımdaki kulaklığı çıkartıp masanın üzerine bıraktım. Bakışlarım Caner'e çevrildiğinde cebimdeki araba anahtarını çıkarttım.

"Mete bana eve geç dedi, ben arabayla eve dönüyorum."

Caner, kafasını salladığında Selçuk, kaşlarını kaldırıp bana baktı.

"Eşlik etmemi ister misin?" diye sordu. Titreyen ellerimdeki anahtarı düşürdüğümde gülerek kafamı iki yana salladım. Yere düşen anahtarı alıp doğruldum ve yeniden kafamı iki yana salladım.

"Hayır, gerek yok. Hemen üç sokak arkası ne de olsa."

Selçuk, emin olamamışçasına kafasını eğip kaldırdı. Selçuk'un tereddütlü bakışlarına aldırmadan takım ceketimi üzerime geçirdim. Yonca hâlâ ekrana bakıyordu; gözlerinde karışık bir rahatlama ve endişe vardı. Kapıya yönelirken, omzuma hafifçe dokundu.

"Dikkatli ol," dedi, sesi alçak ama kararlıydı.

Başımı hafifçe salladım.

"Her zaman."

Kapıdan çıkarken, kulaklarımda hâlâ Mete'nin sesi yankılanıyordu. Hava, Mayıs ayında olmamıza rağmen soğuktu. Şırnak sabahının o tanıdık ayazı, tenimi ürpertti. Anahtara bastım, arabanın farları bir anlığına yandı. Araca binerken Mete'nin sözlerinin arkasında başka bir anlam aramadan edemedim. Eve dönmek. Basit bir cümle gibiydi ama bu işin hiçbir şeyi basit değildi. Eve dönmek, ait olduğun yere geri gelmekti.

Motoru çalıştırdım. Sessizlik içinde sokakları turlarken, gözlerim sürekli aynalara kayıyordu. Mete ve timin dönüş yolunda olması içimi biraz rahatlatmıştı ama yine de içimde bir huzursuzluk vardı. Bu, görevden dönen bir askerin alışık olduğu bir histi. Bir şeyler tam bitmemişti sanki.

Eve yaklaşırken, yolun sessizliği bozuldu. Uzakta, keskin bir motor sesi vardı. Önce arkamda mı diye aynalardan kontrol ettim. Boştu ama ses yaklaşıyordu. Arabayı park ettim. Kapıyı kapatırken kulağım yine o sese gitti. Başımı çevirdiğimde, köşeyi dönen siyah bir motosiklet gördüm. Plaka belirsiz, sürücü tam teçhizatlıydı. Bir an göz göze geldik.

Bir an.

Sonra motosiklet hızla uzaklaştı.

İçimdeki huzursuzluk büyürken eve doğru adımladım. Sol cebimdeki anahtarları çıkartıp evin kilidine doğru yaklaştırdım. Anahtar deliğine anahtarı soktum ve çevirerek kapıyı açtım. Anahtarı çıkartarak içeriye girdim ve kapıyı kapattım. Elimde kalan anahtarı vestiyere asarken bakışlarım salondaki koltukta sarılarak uyuyan Ayda ve Deniz'e takıldı. Dudaklarımda sinsi bir tebessüm oluşurken onları uyandırmamak adına dikkatli ve yavaş adımlarla merdivenlere yöneldim.

Merdivenlerin son basamağına geldiğimde, Mete ile kaldığımız odadan gelen hafifçe yükselen bir ses dikkatimi çekti. Kalbim birkaç hızlı atış yaptı. Adımlarımı daha dikkatli hale getirdim. Odaya yaklaşırken, içimdeki tuhaf his daha da yoğunlaştı. Sanki bir şeyler yanlış gidiyordu ama ne olduğunu bir türlü çözemedim.

Kapı aralıktı. Bir an için içeriye bakmamaya karar verdim fakat gözlerim, istemsiz bir şekilde aralıktan içeri kaydı. Odanın penceresi açıktı ve makyaj masasının üzerindeki pamuk kutusunun yere düşmüş olduğunu gördüm. Gözlerimi devirerek kapıyı açtım ve içeriye girdim.

"Mete yüz kere söyledi pencereyi kapat diye, salak Eyşan." diye kendi kendime konuştum.

Elimi pencerenin kulpuna attığım sıra gözlerim evin önünde duran motorcuya takıldı. Kafasındaki kask ile bana bakıyordu. Kalbimin korkuyla kasıldığını fark ettiğimde bir adım geriye çekildim. O anda ağzımın önüne gerilen elle nefesimi tuttum. Çırpınmaya başladığımda arkamdaki bedenin kolu sertçe boynuma asıldı ve ağzıma yaslı pamuğu biraz daha burnuma doğru yükseltti.

Nefes alamadığım her an kalbim daha da hızlanırken buradan kaçamayacağımı anlamıştım. Ayağımı havaya kaldırarak komodine bir tekme vurdum. Ses çıkartarak Deniz ve Ayda'yı uyandırabileceğimi düşündüm. Saniyeler dakikaları sayarken küçük bir nefes çekmek zorunda kalmıştım. Dizlerim kırıldığında bedenim, arkamda beni tutan kişinin kollarında kalmıştı.

Sonsuz bir boşlukta savrulmaya başladım. Her şey kararmıştı ama sesler vardı. Gözlerimi açamadığım bir karanlığın içinden gelen seslerdi. Yavaşça ilerleyen bir rüzgârın, sanki bir yerlerden, derin bir boşluktan, ruhumun sınırlarından kayarak geldiğini hissedebiliyordum. Zihnimdeki her şey çözülüyordu; hatırlamak istediklerim kayboluyor, unuttuğum anlar beliriyordu. Ne kadar uğraşsam da her şey bir yokuş gibi geriye kayıyordu. Ne zaman oradaydım? Nerede olduğumu bilmiyordum.

Karanlık, derimin altına işliyordu.

Boğazımda keskin bir bıçak gibi gezinen sessizlik, içimde yankılanan eski hayaletleri uyandırıyordu. Zihnim, gölgelerle kaplı bir tarlaydı ve geçmişin kırık dökük anıları, bu tarlanın solgun çiçekleri gibi birer birer soluyordu. Avuçlarımın içinde, yaşanmışlıklarla ağırlaşmış küçük bir kutu, içinde on kibrit.

Her biri bir anının fitilini ateşleyecek bir kıvılcımdı.

Kibrit kutusunu avuçlarımda sıkıca tutarak, bir an derin bir nefes aldım. O küçük, ince kutunun köşesindeki kibritin altına parmaklarımı gezdirdim, soğuk ama bilindik bir temas. Gözlerim karanlığa alışmaya çalışırken, o anı hissettim: Alevin ilk dansı, ilk adımı.

İlk kibriti çaktım.

Kibritin ucundaki minik kıvılcım, havada uzun bir yolculuğa çıktı, sonra parladı. Hafifçe sallandı, bir süzüntü gibi, sonra alevi buldu. Alevin sıcaklığı avuçlarımın içine işledi. Gözlerimde bir şeyler harekete geçti. Kıvılcımın dansı, sanki zamanın çarklarını yavaşlatıyor gibiydi. Her bir yanış, bir hatıra, bir anı bırakıyordu geriye.

Annemin sesi kulaklarımdaydı: "Ateş hem yok eder hem ısıtır."

Mutfaktayım. Ellerim küçük, yüzümde merak. Annem çay demlerken ocaktaki alevin dansına bakıyorum. Kibritin alevi kısa sürede parlayıp sönüyor. Sıcacık bir anıydı ama bu sıcaklık çoktan küle döndü. Alev söndü, karanlık yeniden üzerime çöktü. Ellerim telaşla bir başka kibriti daha çekti.

İkinci kibriti çaktım.

Babamın sesi zihnimdeydi: "Bazen en büyük savaş, hayatta kalmaktır."

İlk kez bir tehdit aldığım gündendi. Henüz çok gençtim. Adımı bilmeyen bir adam, telefonda boğuk sesiyle fısıldamıştı. "Seni bir gün bulacağım." Elimdeki telefona bakmıştım, parmaklarım titremişti. O an anlamıştım, bir kez bu dünyaya adım attığında, dönüş yoktu. Alev söndü.

Üçüncü kibriti çaktım.

Çıra gibi yanmaya başlayan üçüncü alev, bu kez başka bir suret çizdi: Mete.

O karanlık gecede, karşımda durmuştu. Gözleri, içimi didik didik eden mavi bir buzul gibi üzerime kapanıyordu. Yara bere içindeydik. Beni göğsüne yaslamıştı, nefesi titrek ve yorgundu.

"Beni affet. Ne olur beni affet."

Alev parmak uçlarımı yaladı. Çekip atmak istedim ama yapamadım. Kibritin yanıp bitişini izledim. Tıpkı geçmişin yanıp küle dönmesi gibi.

Dördüncü kibriti çaktım.

Kibrit alevlendiğinde, dumanın kokusu burnuma doldu. Bağırışlar ve çığlıklar. Dizlerimin üzerine çöktüm. Tüm dünya bulanık, nefes alamıyordum. Bir şeyler kopuyordu içimde, yerle bir oluyordum.

"Yalvarırım benden önce ölme. Yalvarırım sana Eyşan. Ne olur benden önce ölme! Kulun, köpeğin olayım benden önce ölme!"

Alevi üfledim, geçmişin ağırlığına dayanamayarak.

Beşinci kibriti çaktım.

Kibrit ucu kavruldu. Alev'in ağladığı bir geceyi aydınlattı. Bana sımsıkı sarıldığı, gözyaşlarının omzumu ıslattığı ânı. "Sen bizim her şeyimizsin." demişti ama bazen her şey olmak, hiçbir şey olamamaktı. Alev söndü, içimde bir boşluk bırakarak.

Altıncı kibriti yaktım.

Altıncı kibritin alevi, rüzgârın soğuk dokunuşlarıyla savrulmaya başladığında, zaman bir anlığına donmuş gibi hissettirdi. Yavaşça büyüdü, her bir dalgasında karanlıkla daha fazla haşır neşir oldu. Avuçlarımda bu sıcaklık, içimde bir içsel çatışma yaratıyordu. Yüzümü sarmaya başlayan hüzün, geçmişin elleriyle beni sıkıca kavramıştı. Bir anda gözlerim bulanıklaştı, bir anı daha ortaya çıktı.

"Anne! Gitme anne, anne gitme!"

Ses, kulaklarımda yankılanırken, gözlerimdeki sisin içinde, o karanlık geceyi gördüm. Bir odada, köşeye çekilmiş, elleriyle kafasını tutan bir adam vardı. O adam, Osman'dı. Onun bakışlarındaki acı, o gecenin karanlık tarafını yansıtıyordu. Kibritin alevi söndü. Zihnimdeki sesler bir mezarlığa gömüldü.

Yedinci kibriti çaktım.

Alevin büyüklüğüyle, sıcaklık avuçlarımı sardı, her yanımı yakmaya başladı. O sıcağın altında, bir an için yine kaybolmuşum gibi hissettim. Gözlerim kapandı, derin bir nefes aldım. Deniz'in korkusu, yüzündeki donukluk, ellerinin beni çekişi... Alevin içinde, her şey bu kadar kısa mıydı? Alev, ağırca söndü. Her kibritin sonu, bir başka kayboluştu. Bir başka kayıp.

Sekizinci kibriti çaktım.

Alevin zayıf ışığı karanlıkta dans ederken, aniden bir şey yandı içinde, sanki ruhumun derinliklerinden bir şey kıvılcımlanıp yükseldi. Sonsuz bir sessizlikle karşılaştım. Kibritin alevi, her anın ağrısını içine çekiyor gibi görünüyordu. Yatakhanenin karanlığında, o eski masa, pencere kenarındaki zayıf ışıkla aydınlanmıştı. Testi elime almış, gözlerimi kırpıştıramadan onu izliyordum. İkincisi, yavaşça, ancak birdenbire belirmişti. İki çizgi, hamileydim.

Alev son bir kıvılcım bırakarak söndü, gece yeniden ağırlaştı.

Dokuzuncu kibriti çaktım.

Alevin içinde, bir gölge vardı. Hızla büyüyüp, söndü. Bir rüzgâr geçti ve ardından yine karanlık bastı, izleri kaldı. Dokuzuncu kibrit ben daha anıyı göremeden sönüp gitti.

Son kibriti elime aldım.

Yakmadım.

Geçmiş, dokuz kibritin alevinde yanmıştı. Gelecek ise hâlâ karanlığın içindeydi ve ben, onu kibritin küçük, geçici ışığında görmek istemiyordum. Kibriti kutuya koyup kapattım. Karanlığın içinde, kendi gözlerimle yolumu bulacaktım. Benliğim, derimin içine işlenmiş karanlıktan sıyrılmaya başladığımda ellerimi hareket ettirmeye çalıştım. Yapamadığımda geriye yaslanmış başımı hissettim, oynatmaya çalıştım. Ağır geldiği için öne doğru düştü.

Birbirine yapışmış kirpiklerim güçlükle birbirinden koparak ayrıldı ve ilk gördüğüm şey kasıklarımdaki yoğun bir kandı. Önümde bir masa vardı ve bağlıydım. Masadan üzerime doğru yükselen karartı kasıklarımdaki kanın rengini bastırdığında beynimin içinde bir sinyal çalışıyordu.

"Önüm, arkam, sağım, solum, sobe; saklanmayan ebe."

Karanlıkta kalan benliğim, zihnimdeki son kibriti çaktığında omzumun üzerinde bir el hissettim. Yüzümü kaldıramadan önümde duran gölgeye alttan baktım. Elias Farouq, gülümseyerek bana bakıyordu.

"Sobe."

-

 

2. KİTABIN SONU

 

I FEEL LOST!

Merhaba, merhaba, merhaba. Ayyy, resmen elim ayağım titriyor. Şerefsiz Elias, puh sana!

Şaka bir yana, 2. Kitabın Sonuna geldik. İnanabiliyor musunuz? Bende inanamıyorum. Sırada 3. ve son kitabın yazım aşaması var. Önümüzde kocaman bir yol daha var ve neler olabileceğini tahmin bile edemezsiniz. O derece diyorum.

Yarın 3. Kitabın ilk tanıtımını yayınlayacağım, bildirimleri kontrol etmeyi unutmayın. Biliyorsunuz ki Wattpad ve Kitappad'te aynı anda yayınlıyorum ve eğer Wattpad hesabınız varsa oradan da destek vermenizi bekliyorum. Tiktok: jr.napolita / Instagram: _jupiterdebirokur

O halde; yarın görüşmek üzer-

 

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

 

Sultan Çakır

 

yirmi üç şubat iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 23.02.2025 10:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sultan Çakır / GÜVERCİN / XLII - YANAN KÜLLERİN ARASINDA
Sultan Çakır
GÜVERCİN

18.17k Okunma

1.08k Oy

0 Takip
68
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...