
Auuuu! Biz geri döndük!
Gerçi hep buradaydık...
Öncelikli olarak bir uyarı geçmek istiyorum ki bu ÖNEMLİ; bölüm içerisinde yer alan ilaç isimleri doğrulup payı gösterir ama anlamları ve anlatmak istediğim duygular tamamen tarafımca değiştirilmiştir. Hiçbir gerçekçiliği bulunmamaktadır. Kurgudan ibarettir, bunu bilerek okuyun. Bu konu hakkında araştırmalar yaptım ve yine bölüm içerisinde psikolojik cümleler içeren kısımlarda da bizzat bir psikologdan destek aldım. Takıldığınız, aklınıza yatmayan durumlarda da yardımcı olabilirim.
Neyse, sizi bekletmeden bölüme göndereyim.
Girişler bu taraftan.
Keyifli okumalar.

Bölüm Şarkıları;
Yüksek Dağlara Doğru, Koliva
La Câlin, Serhat Durmus
Turanım, Mehemmed Cavadov
Paranoya, Hayko Cepkin
G.T.F.U, Bö
Kadınım, Mehmet Erdem (Bölümün Kilit Şarkısı)
Aura, Bö
Keklik Gibi, Melek Mosso

"Aşk öyle bir deryadır ki, içine düşen boğulur;
Aklını kaybeder, kendinden geçer."
-Mevlânâ Celâleddin Rûmî-
🕊️⛓️
XLIII
Canım, bir tanem, kar tanem, yasemin kokulum, yolum, yordamım, yastığım, yoldaşım, yıldızım, toprağım, çocuklarımın annesi, biricik eşim;
Belki bu satırları hiç okuyamayacaksın. Belki de bir gün, bir çatışmanın ardından sessizlik çöktüğünde ya da gözlerin yine uzaklara daldığında, eline geçecek. Ne zaman ve nerede okursan oku, bil ki her kelimesinde seni ve çocuklarımızı düşünerek yazdım.
Nereden başlamalıyım, bilmiyorum. Cümlelerimi toparlamak için seni izliyorum şu an. Dudakların hafifçe aralanmış ve uyurken benim için güzel bir şarkı söylüyorsun. Şu an sana eşlik etmemek için kendimi zor tutuyorum.
Benim yüzümden kestiğin saçların omuzlarının altına kadar uzadı. O uzayan saçlar, baş koyduğun yastıktan benim yastığıma doğru uzanmış. Yastığımı kıskanacağım hiç aklıma gelmezdi. O saçlarının yüzümde olmasını isterdim, yüzsüzce.
En savunmasız anınla, bembeyaz örtülerin içindesin. Ellerin iç güdüsel olarak yine ikizlerimizin üzerine kapanmış. Hoş, birlikte uyurken benim elim var diye koymuyorsun ama ben yokken istemsizce bunu yapıyorsun. Ben olmasam bile onları koruyacağını gösteriyorsun. Şimdi ben olmasam lafına takılıp da üzülme sakın, tuvalete de mi gitmeyeceğim canım...
Hafifçe mırıldandın şu an. Seni izlediğimi anladın büyük ihtimalle ve daha iyi izlemem için bana doğru döndün. Göz kapaklarının altındaki toprakların çok hafif titredi. Sana her baktığımda dudaklarımda oluşan o tebessüme engel olamıyorum be kadınım.
Kadınım, canım, can yoldaşım. Bu üç kelimeyi söylemekten asla vazgeçmeyeceğim.
Bir de karım... :)
Sadece şunu bilmeni isterim ki seni tanımak, dünyanın en karmaşık şifrelerini çözmekten bile daha zor ve bir o kadar da anlamlıydı. Senin yanında olduğum her an, sınırda yürümek gibiydi. Bir adımda ölüm, diğer adımda hayat vardı ama hep seninle yürümek istedim o sınırda. Çünkü sen Eyşan, hayatın ta kendisisin.
Seni aradığım zamanlarda, gözlerinin parlaklığından tanırım diye düşündüm ama seni bulduktan sonra gözlerine ilk baktığım an, yanıldığımı anladım. O gözler, kahverenginin en derin tonlarıydı ama içinde taşıdığı karanlık, dünyayı susturacak kadar güçlüydü. Ne zaman sana baksam, her defasında yeni bir acı, yeni bir hikâye keşfettim. Senin gözlerinde geçmişin kan kokusu, kaybın sessiz çığlığı ve bir türlü kırılmayan zincirler vardı. Ve biliyor musun? Seni her defasında o gözlerinle daha çok sevdim.
Gardını indirdiğinde gördüm seni, Eyşan. Bir anlığına da olsa zırhının çatladığını, sesinin titrediğini, elinin hafifçe sarsıldığını... O anlarda bile güçlüydün. Belki sen, o anları zayıflık olarak görüyorsun ama değildi. Gerçek güç, her şeye rağmen ayakta kalmaktır ve sen hep ayakta kaldın.
Hep.
Sana bunu hiç söylemedim ama bazen senden korktum. Merhametli olduğumu bilecek kadar beni tanıyor musun, demiştin. O an söyledim ve şimdi yine söylüyorum: Evet, tanıyorum. Hem de herkesten daha iyi. Çünkü merhametin bile kılıç gibi keskin, acımasızlığın bile gerektiğinde şefkat taşıyor. Senin adaletin bambaşka ve bu, seni tehlikeli kıldığı kadar güzel de yapıyor.
Hatırlıyor musun? Sana bakarken dudaklarımda kalan o sözcükler vardı. Söylemeye cesaret edemediğim... Şimdi söylüyorum;
Ben seni sadece bir asker olarak değil, küçüklüğümdeki o kız çocuğu olarak, bir kadın olarak, bir insan olarak sevdim. Geçmişinle, acılarınla, pişmanlıklarınla sevdim. Seni her hâlinle sevdim. Çünkü senin varlığın, karanlıkta yanmaya cesaret eden tek ışıktı.
Bile bile kanatlarını yaktığın Güvercin'e rağmen vazgeçmeyendi, senin varlığın.
Bazen düşünüyorum da acaba başka bir hayatımız olsaydı nasıl olurdu? Görevlerin, silahların, düşmanların olmadığı bir hayat? Belki de ikizlerimizin kahkahalarıyla dolan bir evde, seni izlerken içimin huzurla dolduğu bir hayat? Onların gözlerinde senin o derin bakışlarını, gülüşlerinde bizim gölgemizi görürdüm. Her sabah onların sesleriyle uyanmak, hayatın en güzel armağanı olurdu. Sana sabah kahvaltısında gülümseyerek günaydın diyebildiğim, her ayrılığın son görüşme korkusu taşımadığı bir hayat, nasıl olurdu?
Ama seninle tanıştığımız yol böyleydi, değil mi? Küçük olmamıza rağmen kayıplarla, savaşlarla ve kanla örülüydü. Yine de seni o hayatın içinde arayıp bulmak, her şeye değerdi.
Belki bir gün, silahların sustuğu, intikamların son bulduğu bir yere gideriz ama o güne kadar, her adımında yanındayım. Çünkü sen nereye gidersen git, biliyorum ki kalbimde seninle olacak.
Varlığınla can bulup, yokluğunda ölecek;
Can Yoldaşın Mete
18 Mayıs 2022 – 08:00 / Van – Şırnak Yol Güzergahı
Yazar, Ağzından
Yüksek Dağlara Doğru, Koliva
Dağların arasından yükselen güneş, yeni doğmuş bir bebek misali gözlerini yeniden hayata açmıştı. Güneşin ilk ışıkları, taze bir başlangıcın habercisi gibi vadileri sararken, sessizliğe rağmen her şey bir şekilde can buluyordu.
Güvercin Timi, kirpinin içinde Şırnak'a doğru hızla ilerlemeye devam ediyorlardı. Küçük cam deliklerinden sızan gün ışığı yere vuruyor, bir nebze olsun içerideki karanlığın kırılmasına neden oluyordu. Aracın içinde herkes sessizdi. Herkes kendi düşüncelerine dalmıştı. Bir şekilde, bu sessizlik her birini daha fazla yormuyordu. Ancak bu sessizliğe dayanamayan Kubilay, omuzlarını sıvazlayarak, Osman'a döndü.
"Keşke Deniz olsaydı da bir türkü patlatsaydı lan."
Osman, bu cümleye içi gidermişçesine burnunu kırıştırıp gülümsedi. "Harbiden ya, ne iyi giderdi."
Kubilay, Osman'ın omzuna omzunu sürttü. "Sen söylesene, bir ara söyledin ya kantinde."
Osman, ne yapacağını bilemeden bakışlarını Mete'ye çevirdi. Mete, gülümseyerek Osman'a baktı. "Valla çok iyi gider be Osman. Baksana kimse de konuşmuyor zaten. Söyle bir şeyler, biraz daha sessiz kalırsak kafayı yiyeceğiz yoksa."
Osman, burukça gülümsedi ve sağ elini yumruk yapıp dudaklarına doğru götürdü. Boğazını temizleyip elini indirdi. Sanki aklına bir şarkı gelmişçesine yere bakarak tebessüm etti.
"Çok sevduğume değil bilmemene yanarum
Seni görduğum her gün içten içe kanarum
Kara gözlerun beni nasil yakti sevduğum
Hallarumdan bellidur seni ne çok sevduğum"
Osman, şarkının sözlerini söylemeye başladığından itibaren Mete, gözlerini kapatarak başını geriye yasladı. Bu şarkıyı biliyordu. Dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu. Gözlerinin arkasındaki karanlıkta var olan kadını düşündü.
"Yüksek dağlara doğri haykirsam sevduğumi
Belki dağlar anlardi nasil özleduğumi
Bulut gibi hislerum savruldi yüreğune
Yağmur olur yağardum o uzun saçlarune"
Osman'ın söylediği şarkıdaki son sözcüğe yutkunmak zorunda kaldı, Mete. Gözlerini ağırca açtığında derin bir iç çekti ve bakışlarını kirpiden sızan güneş ışığına çevirdi. Kurumuş dudaklarını hafifçe yaladı ve dilindeki dizeleri bir kez de o söyleyerek Osman'a eşlik etmeye başladı.
"Yüksek dağlara doğri haykirsam sevduğumi"
Mete'nin şarkı söylemesini bekleyemeyen tim, bir anda Mete'ye döndüğünde Osman, bozmadan eşlik etmeye devam etti.
"Belki dağlar anlardi nasil özleduğumi"
Mete, gözlerini kapatarak hafifçe tebessüm etti.
"Bulut gibi hislerum savruldi yüreğune"
Sol gözünden akan yaşı hiç kimse görmedi.
"Yağmur olur yağardum o uzun saçlarune"
Kirpinin içinde herkes alkışlamaya başladığında Çilingir, gülerek Mete'ye omuz attı. Mete, onlara çaktırmadan çenesine kayan gözyaşını sildi ve sahte bir sinirle Çilingir'e döndü. Çilingir'in gözlerindeki parıltıyı gördüğünde gözlerini devirdi ve gülerek time baktı. Hepsinin ona alaycı bir şekilde baktığını gördüğünde gözlerini kıstı.
"Şarkıda mı söylemeyelim mi ya? İnsanı pişman etmeyin ha!" diye sitem etti. Çilingir, gülerek omzuna hafifçe vurdu. "Tamam, bu kadar sinirlenme, daha yeni başladık. Şarkıcı olacağını söyleseydin, mikrofonsuz gelmezdik." dedi, gülüşünü zorla bastırarak.
Mete, gözlerini devirdi ve sanki umursamazmış gibi başını salladı. "Mikrofonsuz da şarkıcı olabilirim. Herkesin içinde şarkı söylemek ne kadar zor olabilir ki?" diye mırıldandı ama dudaklarında alaylı bir tebessüm vardı.
Kubilay gülerek Mete'ye baktı. "Bunu duyduğumuza göre, Deniz'e de söyleyip yeni turne takviminizi belirleyelim komutanım." dedi ve ellerini havaya kaldırıp parmaklarıyla tırnak işareti yaptı.
"Bozkurt ve Güvercin Timi Konseri" dedi. Çilingir ve Barış, kuvvetli kahkahalar atarken Mete, gözlerini devirdi ve kafasını iki yana salladı.
Çilingir, "Aynen öyle! Turneye Van'dan başladık, Şırnak'ta final yapacağız!" diye bağırdı. Barış da kahkahalarının arasında, "Biletler bedava ama sahnede kalanlar şanslı!" diye ekledi.
Mete, gözlerini devirdi, "Ha ha ha... Timin adı çıktı deliye, her şehre konser diye. Eyşan, duymasa bari. En önce benim ağzıma sıçar 'Timime ne yaptın diye?" dedi ve büyük bir kahkaha patlattı. Çilingir, öksürerek kahkaha atmaya devam etmeye devam ederken Mete'nin yüzü gülmekten kızarmaya başlarken elin karnına koydu.
"Oyy! Susun lan! Çatlayacağım şimdi." diye sitem etti ve kahkahalarını durdurmaya çalıştı.
Kirpi, hızla yolu arşınlamaya devam ediyordu. Herkesin yüzü gülüyordu ama hiçbiri, Şırnak'ta kendilerini neyin beklediğini bilmiyordu. Mete'nin kahkahalarla gülmesinin, olanları öğrendikten sonra son olacağından habersizlerdi.
🖼️
18 Mayıs 2022 / Şırnak
Caner Cenk Çakır, Ağzından
Gündüz ve Gece; birbirine küs, ikiz kardeşlerdir.
Gündüz, umutla başlar. İnsanların yüzlerine yansıyan sıcaklıkla, sanki her şey yolundaymış gibi kandırır herkesi. Hayatın, o sonsuz döngüsünde hep bir başlangıç izlenimi verir ama Gündüz'ün aldatıcı aydınlığının ardından, Gece gelir.
Gece, her şeyi saklar. Belirsizliğin içindeki kayboluşu simgeler. Sessizdir, derindir, huzur kadar tedirginlik de verir. Gece, hakikatin soğuk nefesini ensende hissettirir ama asla göstermeye cesaret edemez.
Sonra yine sabah olur.
Gece, yerini Gündüz'e bıraktığında; Gündüz, karanlıkta saklanan gerçekleri, söylenmemiş sözleri, bastırılmış korkuları yüzeye taşır. Gündüz, hiçbir şeyi saklayamaz. Her şeyi olduğu gibi yansıtır. İşte bu yüzden Gece ve Gündüz, daima birbirlerine küstürler.
Elimdeki bardaktan bir yudum kahve aldım ve masaya bıraktım. Arkama yaslanarak kollarımı açarak gerindim. Selçuk, elindeki dosyayı masaya koyup sandalyeye oturduğunda oturuşumu düzeltip dirseklerimi masaya yasladım. Bakışlarım onun yüzünde kalırken tek kaşını kaldırdı ve bana baktı.
Lara'ya evlilik teklifi etmem gerekti ama etrafımdaki herifler, gerzek ve sürekli dalga geçmeye müsait oldukları için onlara sormak istemiyordum.
"Sana bir şey danışmak istiyorum, Selçuk," diye bodoslama lafa girdim. Selçuk dirseklerini masaya yaslayıp kaşlarını çattı. Öylesine gözlerini yüzümde gezdirdi.
"Yüzündeki ifadeye göre ciddi olmalı, anlat dinliyorum." dedi ve yorgun gözlerini kırpıştırdı. Gözlerimi kaçırdım. O kadar eğitim, o kadar operasyon görmüştüm ama hiçbirinde bu kadar gerilmemiştim. Alt dudağımı dişleyip ellerimi masanın üzerinde kenetledim ve omuzlarımı dikleştirdim.
"Lara'ya nasıl bir evlenme teklifi edebilirim?"
Selçuk, kaşlarını kaldırdı ve gülümsedi.
"Bunu konuşmak için gerçekten beni mi seçtin?"
Gözlerimi devirdim.
"Kime sorayım Allah aşkına? Barış'a sorsam eski yaptıklarımı yüzüme vuruyor. Çilingir'e desem dalga geçer," gözlerimi sağa doğru kaçırdım, "Mete'ye de soramam..." dediğimde Selçuk, gözlerini kısarak bana baktı. "Mete'ye niye soramıyorsun?"
Derin bir nefes alıp kahve bardağımı elime aldım. Baş parmağımı kenarlarında döndürürken kafamı iki yana salladım.
"Eskiden Mete günlük tutardı, bende onun günlüklerini okurdum," sırıttım, "Asena Gündüz'e, hiç usanmadan aşk sözcüklerini yardırıyordu. Bir gün bana, 'Okuduğundan ne anladın?' diye sordu, bende 'Ne kadar aptal olduğunu.' demiştim. Bana, 'Senin de aptal olduğun günleri görürüz.' demişti." dedim ve sağa düşmüş bakışlarımı Selçuk'a çevirdim.
İç çektim. "Aptal oldum ve adının aşk dendiğini anladım." dedim ve burukça gülümsedim. Selçuk, tam bir şey söyleyecekken, arkasındaki büyük ekranın üzerindeki beyaz ışık birden kırmızıya döndü. Saliseler içinde merkezin içinde büyük bir sinyal sesi yankılanmaya başladı.
"Sisteme saldırı var!"
Mücahit'in sesi, ortamın havasını bir anda değiştirdi. Adrenalinin yükseldiği o anda, geçmişin karanlık köşelerine dair her düşünce kayboldu. Sistem saldırısı, bizi beklemediğimiz bir şekilde vurmuştu. Sinyal sesi, kulaklarımı sağır edecek tarzda kuvvetliydi. Selçuk ile aynı anda ayağa kalkıp Mücahit'in yanına yürüdük. Önde, birinci bilgisayarda oturan Mehmet'e baktım.
Bağırarak ve sesimi duyurmaya çalışarak, "Mehmet, Truva'yı aktif et, hemen!" deyip yeniden Mücahit'in önündeki bilgisayara döndüm. Mücahit hızla bilgisayarını incelemeye başladı, parmakları tuşlarda dans ederken, gözlerim ekranda kilitlendi. Bu saldırı, bize karşı yapılmış olmalıydı ama neden sinyal sesiyle bastırmaya çalışıyordu? İçimden bir şeyler çürümeye başladı; bu kadar büyük bir şeyin tesadüf olamayacağı belliydi.
"Truva aktif halde ama neden sabit bir şekilde bekliyor anlamadım," dedi bağırarak Mücahit, bir an sonra. "Saldırı kaynakları dışarıdan, istese sisteme sızabilir ama sızmıyor."
Selçuk, "Bizim içeri girmemiz için bir sinyal olabilir mi?" diye bağırdığında, gözlerim keskin bir şekilde ekrandan kaydı. Büyük projeksiyon ekranında açılan görüntüyle kaşlarım çatıldı.
"Ekranı aldı, kontrol edemiyorum!"
Elimi kaldırıp Selçuk'un omzuna dokundum ve işaret parmağımla ekranı gösterdim. Adımlarım ağırca ana ekrana doğru ilerlediğinde Selçuk'ta benimle birlikte ana ekranın önünde durdu. Kontrol edemediğimiz ve göremediğimiz ekrandaki fare imleci, hiç görmediğimiz bir dosyanın üzerinde durdu ve tıkladı.
"Neler oluyor?"
Babamın bariton sesini duyduğumda Selçuk, ona doğru döndü. Ben, hiçbir şeyi kaçırmamak için ekranı takip ederken açılan görüntü, Osman'ın evini gösteriyordu.
Kaşlarımı çatıp "Bu ne be?" diye mırıldandığım sıra Selçuk, ekrana yaklaştı. Görüntüde hiçbir şey ilerlemezken bakışlarım sağdaki saate çarptı. Tarih, bugünün tarihiydi ama saat 05:30'ti. Selçuk'un bir anda sol koluma dokunduğunu hissettim.
Zihnimde olanları anlamlandırmaya çalışırken 05:45'te görüntüdeki kapı açıldı. Yüzün maskesi olan biri belirdi ve kucağında da Eyşan vardı. Adımlarım gerilemeye başladığında gözlerim açıldı. Selçuk'un arkama baktığını göz ucuyla gördüğümde sinyal sesi kesildi. İçimde bir tüy kadar hafif ama bir ok kadar ağır bir korku oluştu.
Selçuk, arkama bakarken "Hassiktir." diye fısıldadı. Gözlerimi kırpıştırıp sağ omzumun üzerinden arkama baktım. Biraz önce çalan sinyalin yankıları kulağımda çınlarken, zihnimde bir yıkım oldu. Tüm uzuvlarımın o an donduğunu ve hareket edemediğimi anlayabilmiştim. Kalbimin, sanki o an damarlarımdan koptuğunu hissettim.
"Mete."
Mete'nin, herkesi ittirerek koşmaya başlamasından hemen önce, dudaklarımdan kaçan isim buydu.
🥺
18 Mayıs 2022 – 11:10 / Şırnak
Mete Mert Çakır, Ağzından
La Câlin, Serhat Durmus
"Evet sayın Kirpi Turizm'i yolcuları! An itibariyle Şırnak Özel Tim Taburu sınırına girmiş bulunmaktayız. Özel Kuvvetleri tercih ettiğiniz için teşekkürler. Silahlarınızı ve özel eşyalarınızı almayı sakın unutmayın!"
Kubilay'ın sesi, belirgin bir şekilde yankı yaptı, sözlerinin verdiği ağırlık tüm ortamı sardı. Kafamı iki yana sallarken dudaklarımda, içten bir gülümseme belirdi.
Osman, gözlerini devirdi. "Yonca'sızlıktan delirdi yine bu."
Kubilay, en azından her zaman olduğu gibi, Yonca yanındayken bile gösterdiği o deli bağlılıkla hareket ediyordu. Kollarını iki yana açıp yaptığı konuşma, ortamı biraz daha eğlenceli hale getirse de işin ciddiyeti değişmiyordu. O an, Eyşan'ın neden onları ailesi olarak bellediğini daha iyi anladım.
Çünkü her birinin, yalnızca savaşçı kimliğiyle değil, birbirine duyduğu derin bağlılıkla tam anlamıyla bir bütün olduklarını hissettim. Bazen yaptıkları esprilerle ortamı yumuşatıyor, bazen de ciddiyetle davranıyorlardı.
Kirpinin durduğu anda, her şeyin aniden değiştiği o sessizlikte, Barış ayağa kalktı ve hızla kirpinin kapısını açıp aşağıya indi. Sıcak, toprak kokulu hava, içeriye dolarken, derin bir nefes aldım. Herkes benim inmem için beklediğinde, onları bekletmemek adına silahımı elime aldım ve hızla kirpiden atladım. Ciğerlerime dolan temiz havayı derince solurken, kalbime bir bıçak misali saplanan ağrıyla kasıldım.
Elim kendiliğinden hücum yeleğinin üzerinden kalbimin üzerine yaslandı. Yüzümün buruştuğunu fark ettiğimde omzuma dokunan eli hissettim.
"Lan iyi misin?" diye Çilingir'in sesini işittim. Kalbimdeki acıyla birlikte boğazımı temizlemeye çalışırken kafamı salladım ve gözlerimi açıp ona baktım. Yutkunup elimi göğsümün üzerinden çektim.
"İyiyim iyiyim. Zirveden inip basık bir ortamdan çıktım ya, bir anda vurdu herhalde." diye bir açıklama yaptığımda ağrıyan kalbime elimi götürmemek için kendimi zor tutuyordum. Çilingir, inanmamış gözlerle çatık kaşlarıma ve gözlerime bakarken kafasını ağırca salladı ve gülümsemeye çalıştı.
"Neyse, yengem getirir seni kendine." dedi, alayla.
Kalbime daha derin bir acı girerken, içimdeki huzursuzluğun ilk tohumu atıldı. Kafamı sallamakla yetindim. Ahmet ve Barış, elimdeki silahı almak için ellerini uzattıklarında silahımı onlara teslim ettim ve kaşlarımı kaldırdım.
"Tutanak tutturmayı ve sayı çizelgesini vermeyi unutmayın Barış."
Barış, kurduğum cümleyle kafasını salladı ve timin elindeki silahları alıp Ahmet ile cephaneye doğru ilerlemeye başladı. Çilingir'e döndüm ve çenemi dikleştirdim.
"Üzerimizi değiştirmeden bir koordinasyon merkezine geçelim. Eyşan'ı eve gönderdim zaten, oradan da üzerimi değiştirip bende eve geçeceğim." dediğimde Çilingir, kafasını salladı. Osman, Alperen, Kubilay ve Çilingir ile yürümeye başladığımızda alt dudağımı ısırdım. İçimdeki huzursuzluk bir bataklık gibiydi. Her nefes alışımda zihnimi ve düşüncelerimi daha da derinlemesine çekiyordu, sanki soluduğum her hava beni daha da batırıyordu. Ağzımda pis bir tat vardı.
Koordinasyon merkezinin önüne vardığımızda avcumu kapı kulpuna yaslayıp bastırdım. Kapıyı açtığım anda, içeriden yükselen, kulaklarımı sağır edecek şiddetinde bir sinyal sesi vardı. Sanki o ses, tüm havayı kesiyor, düşüncelerimi bile boğuyordu. Yüzümü buruşturup kapıyı ittirdim ve bir adım attım. Babam, Selçuk ve Caner, büyük ana ekranın önünde duruyorlardı ve o ekranda bir görüntü oynuyordu. Maskeli bir adamın kucağında Eyşan vardı, Osman'ın evinden çıkıyorlardı.
Bütün vücudum gerildi, kalbim hızla çarpmaya başladı. O an, nefesim boğazımda düğümlendi, dudaklarım kurudu. Ekranda oynayan görüntülerde her şey bulanık, her şey hızlıydı. Aniden, sesler birer yankıya dönüşüp beynimdeki düşünceleri boğmaya başladı. Gözlerim ekrandan ayrılmadı ama her geçen saniye daha da boğuluyordum. İçimde bir şeyler paramparça olmaya başlamıştı.
"Güvercin, görev tamamlandı. Eve dönüyoruz, sende eve geç."
Ben gönderdim.
Ben onu eve gönderdim.
Ben. Kendi ellerimle. Yalnız başına. Onu eve gönderdim.
Bir hışımla arkamı dönüp Çilingir ve Osman'ı ittirerek askeriyenin dışına doğru koşmaya başladım. Ciğerlerime batan nefeslerim ben koştukça tükeniyor ve sanki hiçbir daha nefes alamayacakmış gibi hissediyordum. Arkamdan seslenen sesler boğuktu, zihnimde yalnızca Eyşan vardı.
İkizlerimiz?
Kalbimin hızı, göğüs kafesimi kıracak kadar sertleştiğinde yere kapaklandım. Avuçlarıma batan irili ufaklı taşların sızısı, kalbimi sıkan bir el kadar değildi. Başımın sağa sola çevrildiğini hatırlıyordum. Gözlerimin önü yine sislerle dolmuştu ve hiçbir şey göremiyordum.
"Mete!"
Kollarıma sarılan ellerle ayağa kaldırıldığımda beni tutan kollar kirpiye doğru sürükledi. Onlara direnmek yerine adımlarımı hızlandırdım. Birbirine dolanan adımlarımı düzeltmeye çalıştıkça, sanki biri onları daha da kötü bir hale sokuyordu.
Caner'in, "Acil ekip istiyorum." dediğini duydum. Kiminle konuşuyordu ve ne için acil ekip istiyordu? Zihnimde sürekli olarak, bir kaset kaydı gibi Eyşan'ın o görüntüsü oynamaya devam etti. Sürekli ve sürekli başa sarıp durdu. Nereye götürmüşlerdi? Nasıldı? Bebeklerimiz?
Peki, onlar nasıldı?
Parmaklarımı saçlarımın içine daldırmış olduğumu fark ettim. Sanki yeniden beynimi parçalamak istermişçesine sıkıca kavramıştım. Bu sefer ki çok farklıydı. Belirsizlik vardı. Belirsizliğin, zihnimde bir darbe bırakmamasını umuyordum. Çünkü ardında getireceği yıkımı taşıyacak gücüm yoktu.
O an, Bozkurt'u istedim ama bulamıyordum. Kafamın içinde yokmuş ve sanki hiç var olmamış gibiydi. Yıkımı yaşamamı istiyordu, cinneti geçirmemi istiyordu. Toparlanmamı sağlayacak o gücü, kendim bulmamı istiyordu ama bilmediği bir şey vardı.
Yıkılırsam, Bozkurt bile beni o enkazın altından kaldıramazdı.
Kirpinin sarsıntıyla durduğunu fark ettiğimde, koluma sarılan elin yardımıyla hızla indirildim. Ayaklarım yere bastığı an görüşüm açıldı ve Osman'ın evinin önünde olduğumuzu gördüm. Kapı, tüm yaşananların gerçek olduğunu kanıtlarmışçasına sonuna kadar açıktı. Alperen ve Osman'ın içeriye koştuğunu gördüm. Kolumu tutan elden kendimi kurtardığımda, hızla içeriye daldım.
"Ayda!"
Alperen'in bağırışıyla Deniz'in ve Ayda'nın koltukta uyuyor olduğunu gördüm. Alperen, onların nabzını kontrol ettiğinde uyandırmaya çalıştı ama uyandıramadı. Kenarda duran pamukları gördüğümde Alperen'in sağlam bir küfrünü işittim. Büyük adımlarla mutfağa göz atıp merdivenlere yöneldim.
Onlar aşağıdaysa, Eyşan neredeydi?
Dizlerimi merdivenlere çarptığımı hayal meyal hatırlıyordum. Düşe kalka çıktığım merdivenlerin arkasından, beni tutmak isteyen kollara asla müsamaha göstermiyordum. Eyşan ile uyuduğumuz, öpüp kokladığım, varlığımı varlığına kattığım o odaya daldığımda koordinasyon merkezindeki sinyal, artık beynimin tüm hücrelerinde yankılanmıştı.
Sağ omzuma çarparak içeriye giren siluet ile öne yalpaladığım sıra, bedenim geriye doğru çekilmeye çalışıldı.
"Mete'yi derhal çıkartın buradan!" diye kükreyen babamın sesiyle yüzümü bir an için sağa çevirdim. Selçuk'u gördüğümde yanağıma akan yaşın sıcaklığı, tüm tenimi kavurdu.
"Çok kan var Selçuk." diye fısıldadığımı hatırlıyordum. "Hayır, hayır, hayır." diyerek beni tutan Selçuk'un beni bırakması için çırpındım ama o, beni inatla tutmaya devam etti. "Çok kan var." Gözlerimin önü karardı, zihnimdeki o sinyalle beni bir yıkıma davet etti. "ÇOK KAN VAR! O BUNU KALDIRAMAZ! HAMİLE!" diye bağırdığımı boğazımdaki yangınla anlamıştım.
O bunu kaldıramaz hamile. Hamile. Benim karım bunu kaldıramaz. Benim karım asker ama kendi kanını kaldıramaz. Çok kan gördük ama ben bunu kaldıramam. Ben kendi karımın kanını görmeyi kaldıramam!
Zihnimin içi susmuyordu!
İçimdeki çığlık, duvarları titretiyor gibiydi. Yıkılmak istemiyordum ama içimde, o korkunun ve çaresizliğin gücü öyle büyüktü ki, ne kadar direnmeye çalışsam da sonunda her şeyin karanlıkta kaybolduğunu fark ettim.
Bir yere sağlam vurduğumu acıyan parmak eklemlerimden anlamıştım. Çenem sertçe kilitlendiğinde artık tüm söyleyemediklerim, birbirine yapışmış dudaklarımın arkasında kalmıştı. Gürültülü adım sesleri işitmiştim, kimin ne yaptığının asla bilincinde değildim. Koluma ve bacağıma batan anlık sızıları hissettim ama ona rağmen bacaklarımı oynatmaya çalıştım. Yeniden bir gürültü koptuğunda yanağımda bir acı hissettim.
O kadar çok şey vardı ki, ifade edemediğim duygularım, acılarım birbirine karışmıştı. Eyşan'ı bulmak için her şeyimi feda etmeye hazırdım ama her geçen saniye düşüncelerim, daha da uzaklaşıyor gibiydi. Her şeyin karanlıkta kaybolmasına sadece birkaç saniye kaldığını hissettim. O an, zihnimde sadece bir şey vardı. Beni yıkıma sürükleyen o gördüğüm kan.
Çok kan vardı.
🙁
18 Mayıs 2022 – 11:50 / Şırnak
Yazar, Ağzından
Turanım, Mehemmed Cavadov
Her çöküş, ardında bir enkaz bırakır.
Olay yeri inceleme ekibi, evin içinde en ufak bir delil ve kan izlerinden analiz toparlamaya çalışıyordu. Alparslan Çakır ve Selçuk, onlara eşlik ediyorlardı. Selçuk'un bakışları her ne kadar sert olsa da içten kırılmıştı. Alparslan Çakır ise zor bela ayakta duruyordu. Polis memurları, salondaki üçlü koltukta oturan Deniz ve Ayda'dan ifadelerini alıyorlardı. Alperen ve Osman ise onların yanında durarak yaşadıkları şoku, yalnız yaşamalarına izin vermiyorlardı.
Gerçekten uyurken bayıltılmışlardı ve ruhları bile duymamıştı.
Kartal, kaşları çatık bir şekilde avcunun içindeki topu, sol elinde tuttuğu alete bakarak sıkmaya devam etti. Gördüğü tansiyon rakamının biraz daha durgun olduğunu fark etti. Derin bir nefes alıp aletin üzerindeki tekerleği döndürdü. Sıyrılmış koldaki tansiyon aletini çözdü ve sıyrılan kolu indirdi. Göz ucuyla baktığı Mete'nin gözleri kapalıydı. Sağ yanağındaki çizik izleri ve morluk kendi eseriydi.
Caner, sağ gözünün üzerindeki buz torbasını çekip gözlerini açtı ve Mete'ye baktı. Kafasını iki yana salladığında dişlerini sıkarak yutkunmaya çalıştı. İkizinin yarım saat önce neler yaptığını hatırladı. Çıldırmıştı, deliye dönmüştü. Evdeki sakinleştiriciler bile, hırçın hareketlerini durduramamıştı.
Caner, "Bu sefer gerçekten tutamayacağız onu." diye kendi kendine konuştu. Caner'in yanına yaklaşan Çilingir, yüzünü hafifçe buruşturarak Caner'in gözüne baktı. Caner'in sağ gözünün içi kanlanmış ve teninin etrafı mor bir halkaya kavuşmak için, tüm kanı oraya doğru sürüklemişti.
Elini Caner'in omzuna koyup "İyi misin?" diye sordu. Caner, Mete'ye bakarak kafasını iki yana salladı ve çenesiyle ikizini işaret etti.
"Ben iyi olsam o iyi olacak mı?" dedi ve Çilingir'e baktı. Dudaklarının kenarları acıya boyun eğdi. "Çilingir, biz Mete'yi nasıl tutacağız?" diye sorduğunda Çilingir, yutkunmak zorunda kaldı. Bakışlarını Mete'ye çevirdiğinde sağ eli yumruk oldu. Hiç daha önce bu haline şahit olmamıştı. Evet Mete, Eyşan'ın öldüğünü sandığı anda kafasına sıkmak istemişti ya da Caner vurulduğunda kriz geçirmişti ama bu çok farklıydı.
Saldırganlaşmıştı.
Sanki onu yöneten Bozkurt'un ta kendisi olmuştu ve pençesini kime geçirirse gözü görmeyecekti.
Polis memurları ayağa kalkarak Ayda'nın ve Deniz'in önünden çekildikleri sıra, merdivenlerden olay yeri inceleme ekipleri iniyordu. Arkasından inen Selçuk ve Alparslan Çakır, onları kapıya kadar karşıladı. Alparslan Çakır'ın gözleri derin fırtınalar estiriyordu.
"Yarım saat içinde tüm delillerin, ayrıntılı bir şekilde dosyasını istiyorum." diye ricada bulunduğunda memur kafasını salladı ve evden ayrıldı. Selçuk, ayağının ucuyla kapıyı biraz ittirip kapının kapanmasını sağladı. Sıkıntılı bir nefes alıp Alparslan Çakır'a baktı.
"Mete'yi ne yapacağız?" diye sorduğunda Alparslan Çakır, gözlerini kapattı ve derin bir nefes almak zorunda kaldı. Gözlerini açtığında yüzünü sağa doğru çevirdi, gözleri kapalı yatan oğluna baktı. Alt dudağını ne yapacağını bilmiyormuşçasına ısırdığında gözleri hemen karşı koltukta oturan Caner'e kaydı. Göz bebekleri titrediğinde dişlerini dudağına bastırdı.
Utanmasa bağıra çağıra ağlayacakmışçasına gözleri doldu, burnu sızladı. Göz bebekleri ne hale gelmişti. 'Bu günleri görmeseydim keşke,' dedi içinden. Kalbi yanıp kavrulurken Ethem düştü aklına. Dişlerini dudaklarından kurtarıp dişlerini birbirine bastırdı. Ethem'in emanetini yine koruyamamıştı. 'Allah'ım bu nasıl bir imtihan?' diye düşündü. Elini hafifçe yüzüne doğru kaldırıp akmayan gözyaşlarını sakladı ve yüzünü sıvazlayıp burnunu çekti. Selçuk'a döndüğünde, Selçuk'un bakışları Mete'den çekilip Alparslan Çakır'a saplandı.
"Kesinlikle onu durdurmayacaksınız. Durdurursak delirir, delirirse sınırları tanımaz. Bırakın ne yaparsa yapsın, ben arkasını temizlerim." dedi ve çenesini kaldırıp yeniden Mete'ye baktı. Sağ dudağının kenarı acıyla kıvrıldı.
"Hayaletleri toplat, Hümeyra ile ben konuşurum."
Selçuk, duyduğu cümleyle gözlerini açtı. Tam "Ama albayı-" diyecekken Alparslan Çakır'ın sert çehresini gördü. Yarım kalan sözcüğünü dilinde tutarak sertçe yutkundu ve gözlerini kırpıştırıp bakışlarını kaçırdı.
"Ne dediğimi duydun Turalı. Oğlumun gözlerimin önünde delirmesini izleyemem." dedi ve Caner'in yanına doğru yürüdü. Ağırca Caner'in yanına oturup ellerini dizlerinin üzerine koydu. Alparslan Çakır, ilk defa sırtı kambur oturdu ama bunu gören hiç kimse yadırgamadı. Omuzlarındaki yükü ağırdı ve kaldırılması kolay değildi.
Mete, gözlerini hafifçe kırpıştırmaya başladığında Kartal, hızla ona doğru eğildi. İşaret ve orta parmağını şah damarına koyup gözlerine baktı. Nabzı normal atıyordu, şoku atlatmıştı. Yavaşça elini çekti.
Caner ve Çilingir, hızla oturdukları yerde doğruldular ama kalkmadılar. Herkesin gözünde bir merak, bir endişe bulutları süzülüyordu. Mete, Kartal'a baktığında kurumuş dudaklarını yalayıp elini ağır bir hareketle ona uzattı. Kartal, Mete'nin kalkmasına yardım ettiğinde Mete, koltukta oturur konuma geldi. Gözleri yerden asla ayrılmamıştı.
Titreyen ellerini dizlerine bastırıp yeniden dudaklarını yaladı ve gözlerini kırpıştırdı. Dudaklarını araladı ama konuşamadı. Boğazı, bağırmaktan acıyor olmalıydı. Acı çekermişçesine yüzünü buruşturup yutkundu ve elini boğazına götürdü. Öksürerek o acıyı atmak istedi ama daha fazla tahriş olmasını engelleyemedi.
Çilingir, hızla oturduğu yerden kalkıp sehpanın üzerindeki sürahiden bir bardak su doldurdu ve Mete'nin yanına yaklaştı. Mete, uzatılan suyu gözlerini kapatarak içti ve bardağı titreyen ellerine inat geri verdi.
Kırılgan ses tonuyla, "Bana bir sigara versene." dedi ve derin bir nefes aldı. Çilingir, Caner'e döndü ve atılan paketi havada kapıp içinden bir dal çıkarttı. Mete, uzatılan dalı dudaklarına yaklaştırdığında Çilingir, hızla sigarayı yaktı. Mete, yanakları içe göçecek kadar derin bir nefes çekti, ardından sağ elinin işaret ve orta parmağına süngeri sıkıştırıp dudaklarının arasından çekti.
Öne doğru eğilip dirseklerini dizlerine bastırdı. Herkes, pür dikkat Mete'ye odaklanmış onun hareketlerini izliyordu. Salonda bir ölüm sessizliği hakimdi. Sanki kimse nefes almıyor gibiydi. O an salonda zaten nefes alamayan biri vardı.
Mete'ydi.
Mete, parmaklarında tuttuğu sigaradan büyük bir nefes daha çekip üfledi. Sağ elinde sigaranın olmasını umursamadan, baş parmağı ve yüzük parmağını göz çukurlarına bastırıp derin bir hava çekti. Çektiği havayı hızla verdiğinde parmaklarına sıkıştırdığı sigaradan bir nefes daha çekti.
"Konuşsanıza," dedi, dudaklarının arasından dumanlar sızarken, "normalde susmayan ekibin bugün susacağı mı tuttu?" diye cümlesini tamamladığında Çilingir ve Caner, sertçe yutkundu. Mete, kimseye bakmasa bile duruşuyla bile o an ortamı gerecek güce sahipti. Kimsenin gözlerine bilerek bakmıyordu. Çünkü orada kopan fırtınaları kimsenin görmesini istemiyordu.
Mete, kimsenin konuşmamasına kafasını salladığında yeniden sigarasından bir nefes daha çekti ve parmaklarının arasında döndürerek avcuna bastırdı. Parmakları, avcuna sakladığı yanan izmarite kapandığında tenindeki kokuyu aldı ama önemsemedi. Ciğeri yanmıştı bu neydi ki?
Herkes Mete'nin bu hareketiyle şok içinde kalakaldığında Çilingir, kaşlarını çattı. Caner, ağırca oturduğu yerden kalktı ve Mete'ye doğru adımladı. Önünde dizlerini kırıp yavaşça çöktü ama oturmadı. Alttan Mete'ye bakmaya çalıştığında Mete, ilk defa Caner ile göz göze geldi. Mete'nin bakışları önce Caner'in sağ gözündeki morluğa kaydı ve ardından hiçbir şey demeden sol gözüne bakmaya devam etti.
"Olay yeri inceleme geldi, delil topladılar. Onu bekliyoruz, yarım saat sonra sonuçlar elimizde olacak. Ardından koordinasyon merkezine geçeceğiz. Gerekirse dağı kıracağız, Eyşan'ı sana getireceğiz." dedi.
Mete, hiçbir şey demeden Caner'in sol gözüne bakmaya devam etti. Bu sakinlik normal değildi ve herkes bunun farkındaydı. Mete'nin kaşları hafifçe alnında büzüştü.
Mete, "Çok," derken sesi kısıldı boğazını temizledi ve yutkundu, "çok kan vardı Caner?" dedi ve kaşlarını kaldırdı. Kafasını iki yana salladığında çoktan gözleri dolmuştu. Başını sola doğru yatırdığında gözyaşını tutmadı.
Titrekçe, "Benim karım hamile Caner." dedi ve yüzünü buruşturdu. "Benim karım, senin sevdiğin kadın gibi hamile Caner." gözlerini kırpıştırmaya devam ettiği sıra akan yaşlar yanaklarına doğru süzüldü. "Benim karım neden yanımda değil Caner?"
Caner, dolan gözlerini kırpıştırdığında yanaklarına süzüldü. Mete'nin artık içindeki korkuların hepsini hissedebiliyordu. Çünkü kendisi de sahipti. Dizlerinin üzerine çöktüğünde kollarını Mete'ye sardı ve sertçe sarıldı. Mete, gözlerini sıkıca yumdu ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Yumruk yaptığı sağ elini açtı ve yaralı elini Caner'in sırtına bastırdı.
Selçuk, dolan gözleriyle ellerini yumruk yaptı ve kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açıp kendini dışarıya attı ve kapıyı sertçe kapattı. Osman, güçlükle ayağa kalkıp kendini Selçuk'un arkasından dışarıya attı. Alparslan Çakır, ayağa kalkıp kendini mutfağa sakladı. Alperen, sessizce ağlayan kız kardeşini ve Deniz'i kolunun altında saklarken gözlerini sıkıca kapattı. Çilingir ise ayakta, elleri yumruk olmuş şekilde Mete'yi izliyordu. Gözleri dolmuştu ama asla o yaşın akmasına izin vermek istemiyormuşçasına kendini sıkıyordu.
Mete, "Kalbim çok acıyor Caner." dedi, hıçkırıklarının arasından, "Sanki biri var orada ve öyle bir sıkıyor ki ona engel olamıyorum. Parmaklarını damarlarıma dolamış çekip duruyor, canımı çok acıtıyor. Durdur bunu. Sana yalvarıyorum durdur bu acıyı. Sen benim ikizimsin. Lütfen, durdur bu acıyı dayanamıyorum."
Caner, ne yapacağını bilemeden ona daha sıkı sarıldığında ilk defa çaresizliği hissetti. Acı, her yerdeydi. Caner, Mete'nin titreyen bedenini kollarında tutarken, boğazındaki düğümü yutmaya çalıştı ama başaramadı. Mete'nin hıçkırıkları, odanın sessizliğinde yankılanırken zaman durmuş gibiydi.
"Bir yolunu bulacağız," diye fısıldadı Caner, kendi sesinin ne kadar zayıf çıktığını fark ederek ama Mete'den yanıt gelmedi. Sanki söylediği her şey, gözyaşlarıyla birlikte boğuluyordu.
Caner, Mete'nin sırtını okşarken parmakları titredi. "Eyşan'ı bulacağız. Onu sana getireceğiz." Kendi cümlelerine inanmak istedi ama Mete'nin çökmüş hali, inancını kırıyordu. Bu seferki farklıydı. Yalnızca bir görev değildi; bu, Mete'nin tüm hayatıydı.
Mete, başını Caner'in omzundan kaldırdığında gözlerindeki boşluk Caner'i ürküttü. O gözlerde korku, öfke ve çaresizlik birbirine karışmıştı. Mete, sertçe yutkunup Caner'in gözlerine bakmaya çekinerek kaçırdı ve ayağa kalkmaya çalıştı. Caner, önünden çekildiğinde Mete, koltuğa tutunarak ayağa kalktı ama titreyen dizleriyle geri yıkıldı.
O an zihninde Selçuk'un koordinasyon merkezinde, Elias Farouq'un ölmediğini öğrendiği anı geldi. O da aynı şekilde kalkamamıştı diye düşündü ve gözlerinin yeniden dolmasına engel olamadı. Evin kapısı aralandığında Selçuk, bir rüzgâr misali içeriye sızdı ve koltukta oturan Mete'nin önünde durdu.
Sertçe "Ayağa kalk." dedi.
Mete, Selçuk'un gözlerine bakamadı. Bakarsa daha çok ağlayacaktı, bunun farkındaydı. Selçuk, dişlerini sıkarak Mete'nin kolundan sertçe tuttu ve elini çenesine koyup bastırarak kendine bakmasını sağladı. İkisinin de gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu.
"Bu artık ikimizin meselesi. Sen karını ve çocuklarını sağ salim alacaksın," dişlerini sıktı, "Bende ölmüş karımın ve çocuğumun intikamını alacağım!" dedi ve sertçe Mete'nin yüzünü avuçladı.
"Dediklerimi anladın mı? Kafanın içinde nelerin döndüğünü buradaki hiçbir kul anlayamaz. Çıldırmanın eşiğindesin haberin yok. Kanlı kapımın hemen önündesin Mete Mert Çakır ve bugün seni, o kanlı kapının önünde karşılıyorum. Şimdi içeriye gel ve o olaydan sonra neler yaşadığımı gör."
Selçuk'un gözleri, Mete'nin gözlerinde asılı kaldı ama zihninde çoktan o güne gitmişti.
Kafasını iki yana salladı, "O gün keşke hiç ayılmasaydım." dedi.
17 Aralık 2016 / Hudut, Suriye
Selçuk Turalı, Ağzından
Nefes alamıyordum. Göğsümün üstünde koca bir taş vardı sanki. Bedenim bana ait değildi. Her yer karanlıktı ama gözlerim açıktı. Açık olmalıydı. Çünkü onları görüyordum. Kan... her yerde kan vardı. Elleri, eşimin dokunmaya kıyamadığım ellerinde kan vardı. Parmaklarının ucuna kadar kana bulanmıştı. Dudaklarım değerken bile ürktüğüm kadınımın parmaklarının uçlarından, kanlar sızıyordu. Boğazımdan bir ses çıkıyordu; tanıyamadığım, vahşi bir inilti gibi. Sanki içimden bir şey sökülüyordu.
Beynimin içinde oğlumun ağlaması çınlıyor, elimi uzatıp annesinin kucağından aldığımı hatırlıyordum. İnce, kırılgan dokunuşlarımla onu sarmaladım ama ağlaması susmadı. Gülerek onun ağlamasını izledim ama oğlumun yüzü ifadesizdi, sesler sadece beynimin içindeydi. Dudaklarımdan ninniler dökülüyor zannediyordum ama haykırıyormuşum, sonradan anladım. Göğsüme bastırıp dizlerimin üzerinde, bir öne bir arkaya onu uyutmaya çalışıyordum.
Ama o çoktan uyumuştu ve ben ise, onu kaybettiğim için bir öne bir arkaya sallanıyormuşum.
Sanki beynimin içinde bombalar patlıyordu. Her patlamada eşimin sesi, her çınlamada oğlumun ağlayışı vardı. Bağırıyorum. Ellerimi saçlarıma geçiriyorum, çekiyorum. Belki o sesleri sustururum diye ama olmuyor. Gitmiyorlar. Gözlerimin önünden silinmiyorlar. Biraz önce kollarımın arasında tuttuğum oğlum, şimdi neden kollarımın arasında değil diyorum, bir bakıyorum annesinin kucağında.
Oysa ki hiç almamışım ki kollarıma...
Onlara dokunmaya çalışıyorum ama bedenim yine ağırlaşıyor. Parmaklarım soğuk tenlerine yaklaşırken titriyor. Sanki bir perde var aramızda. İncecik ama aşılmaz. Dokunamıyorum.
Ben o gün, o odada öldüm.
Bedenim nefes almaya devam etti ama içimdeki her şey karanlığa gömüldü.
18 Mayıs 2022 – 12:30 / Şırnak
Yazar, Ağzından
Selçuk, Mete'nin gözlerinin içine bakarak anlattığı duygulara yutkunmak zorunda kaldı ve bakışlarını kaçırdı.
"Bu hale gelmek istemiyorsan bir an önce silkelen ve kendine gel." dedi ve yeniden Mete'ye baktı. "Çünkü bunun sonu hiç iyi yere çıkmıyor, kendimden biliyorum."
Mete, gözlerini kırpıştırıp kafasını belirsizce salladı. Karşısındaki adamın önünde bile yutkunmaya çekinirken Selçuk, Mete'nin yüzünü bıraktı ve kollarını açıp Mete'ye sarıldı. Mete, hızla Selçuk'un sarılmasına karşılık verdiğinde Alparslan Çakır, mutfaktan çıktı. Bakışları birbirine sarılan Mete ve Selçuk'a takılı kalırken boğazını temizledi ve çenesini dikleştirdi.
"Kendinizi toparlayın, kışlaya geçiyoruz. Olay yeri inceleme sonuçları çıkmış." dedi ve kimseyi beklemeden kapıya doğru ilerledi. Selçuk, kollarını Mete'den çekip Caner'e baktı.
"Herkesi kışlaya alalım. Evin dört giriş noktasına ne olur ne olmaz istihbarattan adam yerleştirelim." dedi ve Mete'nin koluna girip yürütmeye başladı. Çilingir, peşlerinden ilerlemeye başladığı vakit; Kartal, Osman, Ayda, Deniz ve Caner en arkalarından çıkarak kapıyı kapattı.
Yonca, Kubilay, Alev ve Lara koordinasyon merkezinde onları bekliyordu. Hepsi perişan olmuştu ama güçlü durmaya çalışıyorlardı. Bir sağa bir sola giden Barış ve Ahmet'i izliyorlardı. Ahmet, bu zamana kadar yurt içi ve yurt dışı gittiği bütün yerlerin bir çizelgesini oluşturmuş ve Eyşan'ı götürebilecek yerlerin bir izini bulmaya çalışıyordu. Çünkü zamanında düşmanların içindeydi ve onları iyi tanıyordu. Barış ise saha da görev aldığı zamanlardaki duydukları ve gördüğü yerlerin adreslerini çıkartmıştı. Emin olduğu yerlere ekip göndermiş ve sonuçları bekliyordu.
Alev'in kızarmış gözleri, kucağındaki kenetli ellerine kaydı. Daha dün yanında olan kız kardeşi, bugün yanında değildi. Yüreğindeki yangının alevlendiğini hissettiğinde, titrek bir nefes almak zorunda kaldı. Alev, korkarak Barış'a baktı. Alev Atsız, ilk defa belirsizliğe korkuyordu. Neler olabileceğini kestiremiyordu.
Yonca'nın başı, Kubilay'ın omzuna yaslıydı. O da şaşkın ve üzgündü. Elleri korkuyla karnına sarılmıştı ama sakin kalmaya çalışıyordu. Aklına gelen olasılıkları duymamazlıktan geliyor ve geriye püskürtmeye çalışıyordu. Mete'nin sinirli ve öfkeli halini düşünmeden edemiyordu.
Kubilay'ın gözleri masanın üzerinde sabit kalmıştı. İçinde öyle bir fırtına kopuyordu ki Yonca'ya yansıtmamak için kendini zor tutuyordu. Sonuçta Eyşan, Kubilay'ın ablasıydı. Kubilay, ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Bir yanı arama çalışmalarına katılmak istiyordu diğer yanı ise Yonca'yı yalnız bırakmamak istiyordu.
Askeriyenin önünde duran kirpiden Mete ve Selçuk indiğinde Alparslan Çakır, onların önünden yürümeye başlamıştı bile. Mete, adımlarını yavaşlatıp yatakhaneye baktı ve Selçuk'a döndü.
"Üzerimi değiştirip geleceğim. Siz geçin." dedi. Selçuk, tereddütle Caner'e baktığında Caner, Mete'nin koluna girdi ve birlikte yatakhaneye doğru ilerlemeye başladılar. Selçuk, yutkunarak Alperen'e baktı.
"Ayda ile Deniz'i kantine götür, yanlarında kal. Ben de Kartal ve Çilingir ile koordinasyon merkezine geçeyim." dedi ve onların gitmesini beklemeden yürümeye başladı. "Kartal, sende içeriye girdiğimizde Kubilay, Yonca ve Lara'yı alıp kantine geç." diye de ekledi.
☢️
18 Mayıs 2022 – 12:48 / Şırnak
Mete Mert Çakır, Ağzından
Paranoya, Hayko Cepkin
Her yanımı saran, boğazıma dolanan, nefesimi kesen bir karanlık vardı. Zaman burada işlemiyordu ne dün vardı ne de yarın. Sadece Eyşan'ın yokluğu, sadece zihnimin derinliklerinde yankılanan sessiz bir suçlama var. Nefes almaya çalışıyorum ama hava yok. Belki de hava var ama Eyşan olmadan nefes almayı unuttum. Her şeyi susturan o anı tekrar tekrar izliyorum; gözlerimin önünde dönüp duran bir kâbus gibi.
Elimi karnına koyduğum o anı hatırlıyorum. Eyşan'ın gülümsemesini hatırlıyorum, yorgun ama huzurluydu. Sağ elimin avcundaki sigara yanığı, artık onların izini de silmişti. Nedensizce dudaklarımın kenarı iki yana çekildiğinde, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Yasemin kokusunu aradım ama bulamadım. Dudaklarımdaki gülümseme, yere düşen bir buz parçası misali dağıldığında gözlerim Caner'i gördü.
Elindeki siyah gömleği bana uzattığında yutkunmaya çalıştım. Yeterince karanlıkta değil miydim, neden bana bu gömleği veriyordu ki? Bir şey demeden gömleği alıp kollarını geçirdim ve titreyen ellerimle düğmelerimi iliklemeye çalıştım. Her ilmeğinde sanki kendi boğazımı düğümlüyordum.
Kendine gel Mete, kendine gel. Çıldırma oğlum, delirme, zamanı değil. Belirsizliğin içinde çıldırmamam gerekliydi, bunun farkındayım. Henüz en büyük yıkım sanki yaşanmamış gibiydi. Resmen ellerimi yukarıya kaldırmış, üzerime yıkılacak o enkazdan korunmaya çalışıyordum. Etrafımda bizi seven insanlar vardı ama ben, onların içinde yapayalnızdım.
Üzerimdeki gömleğin düğmesini iliklemeyi bitirdikten sonra siyah pantolonumun içine sokuşturdum. Artık, hazırdım. Zihnimin içinde Eyşan'ın suratını gördüm. Üzerimdeki gömleğe bakıp gülümsediğinde yutkundum.
Kaşlarımı kaldırıp "Beğenmedin mi?" diye sordum.
O an Caner'in kaşları çatıldı.
"Ne?" dediğinde derin bir nefes alıp gözlerimi kırpıştırdım. Sırtımı Caner'e dönüp kapıya doğru yürüdüm ve kulpa uzanıp kapıyı açtım. Kendimi odanın dışına attığımda karşımdaki odanın kapısına baktım. Zihnimde bir anı oluştu.
Odamdan çıktığım sıra Alev Atsız'ın koşarak kaçtığını gördüm. Tam bir adım öne atmıştım ki Eyşan, odanın içinden çıktı ama bana sertçe çarpıp geriye doğru sendeledi. Düşmemesi için sol elimi beline atarak kendime çektim. Gözleri irice açılırken bir adım geriledi. Elim belinden düşerken gözlerim, âşık olduğum topraklarında gezindi.
"Hayırdır yolculuk nereye?" diye sorduğumda tutmak için can attığım elini koridora uzattı.
"Yemin törenine yüzbaşım." dediğinde gülmemek için kendimi zor tutmuştum. Kaşlarımı alaycı bir tavırla kaldırırken dudaklarımda küçük bir tebessüm olmuştu.
"Allah Allah, bak sen şu işe. Bende gezmeye gidiyoruz sanmıştım."
Dudaklarımdaki bir tebessüm ile o anıdan sıyrıldığımda kapalı kapıya doğru adımladım. Caner'in kolumu tuttuğunu hissettim. Yutkunarak yüzümü sağa çevirip ona baktım. Gözlerindeki endişeyi görebiliyordum. Benim için korkuyordu, düşeceğim o halden, Selçuk'un anlattıklarından korkuyordu. Elimi yavaşça omzuna koyduğumda kafamı sağa doğru yatırdım.
"Eyşan'ın kokusuna ihtiyacım var. Yoksa ayakta duramam Caner. Zihnimin içi susmuyor kardeşim."
Doğrucu tavrım onu tebessüm ettirdi. Hızla kafasını salladı ve benimle birlikte odanın kapısına adımlayıp kapıyı açtı. Odanın içinde elbette ki onun kokusu yoktu ama dolabına doğru ilerleyip kulpu çevirdim. Metal kapağı açtığım anda burnuma dolan yasemin kokusuyla yüzümü buruşturup acıyla inledim. Ellerimi, metal dolabın tavanına yaslayıp alnımı rafa yasladım.
Ben ne yapacağım? Ben ne yapacağım? Ben onlarsız nasıl aklımı koruyacağım? Ben ne yapacağım?
Gözlerimin dolmasına bir an bile engel olamazken derin nefesler almaya başladım. Ciğerlerime dolan yasemin kokusunu depolamaya başladım. Bir arı gibi hissettim kendimi o an. Sanki en güzel balım o çiçekte saklıydı. Sığacağımı bilsem dolabın içine girip kendimi buraya hapsederdim.
Ama bulmam gereken bir karım vardı. Vakit kaybedemezdim.
Gözlerimi kırpıştırıp bakışlarımı raflarda gezdirdim, ne alabileceğime baktım. Gri bir bandana vardı, burukça gülümsedim. Bu, beni kurtarmaya gelirken taktığı bandanaydı. Sağ üstte duran Namık Kemal'in yazdığı, İntibah'ı gördüm. Yüzümdeki gülümseme yavaşça erirken alnımı raftan çekip elimi kitaba uzattım.
"Şâne ger kâkülünün bir teline verirse zarar, Çûb-i şimşâd biten sûzan ederim."
Yanımda oturan kadının, Asena'nın rafında bulduğum kitapta altı çizilmiş yeri okumasına şaşırarak yutkunmaya çalıştığımda öksürdüm ve ona baktım. Gözleri bana çevrildiğinde dudaklarımdaki buruk tebessüme engel olamamıştım.
"Tarak senin kâkülünün bir teline zarar verecek olursa, Şimşir kökü biten yerleri yakıp kül ederim." dediğimde karşımdaki kadın şaşırmıştı. Onunla oynamayı devam ettirip sol dirseğimi masaya yasladım ve Eyşan Boduroğlu denen kadına döndüm.
Zihnimdeki anılar akmaya devam ederken kitabın ilk sayfasını açtım. Parmaklarım Eyşan'ın yazdığı Dilinde ölüm olan bir kadın, karşısındaki insana ne verebilir? cümlesinde gezinirken derin bir iç çektim.
"Yasemin çiçeklerini hatırlatan kokuna, toprağı andıran gözüne âşık olan bana ne dedir?" diye fısıldayıp kitabın kapağını kapatıp yerine koydum ve gri bandanayı alıp sol bileğime bağladım. Yavaşça metal dolabı kapatıp kulpunu çevirdim. Caner'e bakıp çenemi dikleştirdim.
"Gidelim ve ailemi bulalım Caner."
Caner, gülümseyerek kolumu sıvazladı ve eliyle kapıyı gösterdi. Odanın dışında bizi izleyen Alev ile göz göze geldiğimde kafamı eğip kaldırdım. Gözlerinde beliren şaşkınlığı gördüğümde yüzümün nasıl göründüğü hakkında hiçbir fikrim yoktu. Gözlerimi kaçırıp odadan çıktığımda Caner'de peşimden gelip bana yetişti. Koordinasyon merkezine giriş yaptığımızda gözlerim ilk olarak Eyşan'ı aradı. Sanki her an elindeki dosyasından yüzünü kaldırıp beni görecek ve kocaman gülümseyecekti.
Ama yoktu.
Babam, ayaktaydı ve ellerini masaya yaslamış bir şekilde bana bakıyordu. Sakin adımlarla içeriye girip masaya doğru yaklaştım. Çilingir'in yanındaki sandalyeyi çekip oturduğumda karşımdaki Ahmet ve Barış'a küçük bir bakış attım. Gözleri büyümüş bir şekilde bana bakıyorlardı.
Amına koyayım yüzümde ne vardı?
Kaşlarımı çatarak Çilingir'e baktığımda sakin gözlerle gözlerime bakıyordu. Bakışları, uykusuz bir geceyi andırıyordu hem soğuk hem de zarif bir şekilde huzursuz ediciydi. Yutkunup dilimi dişlerime sürttüm.
"Yüzümde ne var Çilingir?" diye sorduğumda tek kaşı keskin bir şekilde yukarıya doğru kavislendi.
"Yanağın acımıyor mu?" diye sorduğunda alnımın ortasındaki çizgilerin daha da belirginleştiğini hissettim. Gözlerini devirip elini cebine soktu ve telefonunu açıp kamerasını açtı. Ön kamerayı odaklayıp telefonu bana çevirdiğinde acı bir gerçekle yüzleştim. Yanağımın sağ tarafı çiziklerle kaplanmıştı ve etrafı mosmordu. Gözlerimin mavileri gitmiş onun yerine gri, soluk bir renge dönmüştü. O gri halkaların etrafındaki beyazlık yoktu, kıpkırmızı damar toplulukları vardı.
Kan, hayatımın her bir anını örümcek ağı misali örmeye devam ediyordu.
Gözlerimi telefondan kaçırıp gözlerimi kırpıştırdığımda Çilingir, telefonu önümden çekti ve kulağıma doğru eğildi.
"Saldırganlaştın Bozkurt. Pençene dikkat et." diye fısıldadığı an Bozkurt'un kükremesi zihnimde yankılandı. O an Bozkurt'un aslında orada, zihnimde, zincirli olduğunu gördüm. Onu oradan kurtarmam için önce, yıkımı atlatmam gerekti. Cinneti geçirmiştim ve artık sadece enkaz altında kalmam kalmıştı.
Boğazımı temizleyerek kafamı salladığımda Çilingir, geri çekildi ve bakışlarını babama çevirdi. Babama baktığımda sakince derin bir nefes aldı ve verdi.
"Kapıda bir zorlama olmamış. Pencere açıkmış ve pencereden girilmiş. Rapora, kamera kayıtlarına ve saatlere bakılırsa 05:30'da Güvercin içeriye giriyor, on beş dakika içerisinde, evin içinde bir olay yaşanıyor ve 05:45'de evden çıkartılıyor."
Zihnimin içi kaynayan bir kazana döndü. Bütün cümlelerim teker teker alev aldı. Yukarıya doğru yükselen ısı buharı kalmıştı. Beynim yanıyordu. Dudaklarımın arasından süzülen buhar havaya karıştığında, ne ara yaktığımı bilmediğim sigarayı dudaklarımın arasından çekip babama baktım. Babam ise parmaklarımın arasına sıkıştırdığım sigaraya bakıyordu.
Bir an için etrafıma baktığımda herkesin beni izlediğini fark ettim. Koordinasyon merkezinde olduğumu unutmuştum. Elimdeki sigarayı bardağın içine atacakken babamın "İçmeye devam et." dediğini işittim. Yutkunarak dudaklarıma sigarayı yükselttim. Derin bir nefes çektim ve üfledim.
Barış'ın, "Civardaki kamera görüntülerini incelediğimizde motorlu birini gördük. 04:17 itibariyle caddenin köşesinde beklemeye başlıyor. Yüzünde kask var, motorda plaka takılı değil ama modeli elimizde. Bu motorun kimlerde olabileceğini araştırmaya başladık. Motorun geçtiği bütün yollardaki kameraları da incelemeye aldırdık." dediğini duyduğumda yutkunarak bir duman daha çektim.
"Atsız, durum raporu ver."
Kulaklıktan gelen hafif bir cızırtının ardından Alev'in sakin sesi duyuldu.
"Saat 04:17, gökyüzü temiz. 3000 feet yükseklikteyim, termal tarama başlattım. Kuzeybatı yamaçlarında üç ısı kaynağı tespit ettim. Sabit duruyorlar, muhtemelen nöbetçi."
Zihnimde yankılanan anıyla sigara dumanını üfledim ve Çilingir'e baktım. Çilingir'in bana bakıyor olduğunu fark ettiğimde kaşlarını çattı ve hızla Caner'e ve Selçuk'a baktı.
"Biz dağdayken Mete, Atsız'dan durum raporu istedi. Saat 04:17'ydi. O andan itibaren operasyon başladı. O halde," dediği an Selçuk elini alnına sertçe vurdu.
Öfkeli sesiyle, "Noar Veyra, bir oyalama mekanizmasıydı çünkü." dedi.
Babam, ellerini kaldırıp avuçlarını masaya vurduğunda bir hışımla arkasına döndü. Solda oturan Caner'e işaret parmağını gösterdi.
"Derhal Noar Veyra'nın sorgusuna gir. Derhal!"
Caner, ayağa kalktığında parmaklarımın ucundaki sigarayı bardağın içine attım ve avuçlarımı masaya yaslayıp ayağa kalktım.
"Ben girmek istiyorum. Operasyonu yürüten bendim ve o piçin sorgusuna da ben gireceğim." dedim ve babamın tepkisini anlamak için gözlerinin içine baktım. Ona nasıl baktığımı bilmiyordum ama dudağının kenarı ağırca yukarıya doğru kıvrıldı.
"Çilingir, Selçuk ve Caner," çenesiyle beni işaret etti, "Mete yüzbaşıya eşlik edin. Bozkurt, sorguya girecek." dedi.
Babamın cümlesi, zihnimin içindeki Bozkurt'un kafesini açtı ama Bozkurt, henüz zincirlerinden kurtulamamıştı.
⛓️🐺
18 Mayıs 2022 – 13:00 / Şırnak
Yazar, Ağzından
G.T.F.U, Bö
Selçuk, Caner, Çilingir ve Mete; elleri cebinde, sorgu odasında öylece dikiliyorlardı. Noar Veyra, cam bölmesinin gerisine alınmış ve masaya kelepçelenmişti. Mete'nin gözleri bir an için sağdaki alet çantasına düştü. Derin bir nefes alıp oraya doğru yürüdü ve karga burun penseyi açık alet çantasının içinden alıp doğruldu.
Çilingir, tüm ciddiyetiyle Mete'yi izlerken dudağının sağ kenarının, sinsi bir yılan misali kıvrılmasına engel olamadı. Caner ve Selçuk'ta aynı şekilde Mete'ye bakarken Mete, penseyi cebine koyup camın yanındaki kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açıp içeriye girdiğinde Selçuk, arkasındaki kapıyı açtı.
Alparslan Çakır, içeriye girip kapıyı kapattı ve sandalyede oturan iki askerin arkasında, bir gölge misali dikildi.
"Ses ve görüntü kaydı alınmayacak, devre dışı bırakın." diye fısıldadı. Askerler hızla Albay Alparslan Çakır'ın emrini yerine getirdiklerinde, Mete'nin bakışları tam Noar Veyra'nın arkasındaki, duvarda asılı lambaya çevrildi. Kırmızı ışık saçan lamba, artık yanmıyordu. Gözlerini, bir yılanın sürünüşünü takip ediyormuşçasına duvarda sürükleyerek indirdi ve Noar Veyra'ya baktı.
"Sana tek bir soru soracağım ve sen bana yalnızca tek bir isim vereceksin." Kaşlarını kaldırdı, "Eğer, isimden başka bir cümle kurarsan ya da bana istediğimi vermezsen," elini cebine soktu, penseyi çıkarttı, "kurduğun her cümleye karşılık olarak dişlerini sökeceğim." dedi.
Karşısındaki sandalyede oturan Noar Veyra, çenesini hafifçe yamulttu. Sanki yüzünde gülüp gülmemek arasında kalmış bir hali vardı. Dudaklarını öne doğru büzdü ve kaşlarını hafifçe kaldırdı.
"Karını nasıl kaçırdılar ama?" dedi ve dişlerini gösterircesine güldü. Selçuk, Caner ve Çilingir, ellerini ceplerinden çıkartıp her an içeriye gireceklermiş gibi hazırda beklediler. Alparslan Çakır, kaşlarını çattı.
Mete, yüzünü ağır çekimde yere doğru eğdi ve derin bir nefes alıp verdi. Kafasını geri kaldırdığında dişlerini göstererek sırıttı. Noar Veyra, onun bu kadar sakin olmasını beklemiyormuşçasına dudaklarındaki sırıtışı ağırca yok etti. Mete, elindeki penseyi masanın üzerine sakince bıraktı ve solda duran sandalyeyi çekip Noar Veyra'nın tam karşısına oturdu. Mete, yüzündeki sırıtışı henüz silmemişti.
Çilingir, Mete'nin sakinliğine kafasını iki yana salladı.
"Bu kadar sakin olması hiç iyi bir şey değil."
Caner, stresli bir şekilde alt dudağını ısırdı.
"İçeriye mi girsem?" diye sorduğunda Alparslan Çakır, çenesini dikleştirdi.
"Hayır, kimse içeriye girmeyecek. Karşısındaki adam manipülatör, onun algılarıyla oynamasına izin vermemesi lazım."
Selçuk, hiçbir şey demeden sorguyu izlemeye devam ediyordu ama biliyordu ki Mete, gerçekten de zeki biriydi. Mete, ayaklarını kaldırıp masanın üzerine yasladı ve sağ ayak bileğinin üzerine sol ayak bileğini yerleştirdi. Kollarını göğsünde bağlayıp oturduğu sandalyeye iyice yerleşti. Karşısındaki adam bir sonraki hamlesinin ne olabileceğini düşünüyordu.
Ama kimse bilemezdi.
Mete, sülalem rahat tarzında davranırken bakışlarını postalına çevirdi.
"Postallarımın kaç numara olduğunu duymak ister misin?" diye sordu ve Noar Veyra'ya baktı. "Ya da bacaklarımın ne kadar güçlü olduklarını?"
Noar Veyra kaşlarını çattığında Mete, bir kez daha sırıttı.
"45 numara postallarımın yüzünde bırakacağı hasarı öğrenmek ister misin?" dedi, tek nefeste.
Noar Veyra, kalın postalların, tırtıklı tabanına baktı. Mete, Noar'ın yükselip alçalan âdem elmasını gördüğünde yeniden bakışlarını yüzüne tırmandırdı. Kaşlarını kaldırdı ve kafasını sağ omzuna doğru yatırdı. Sağ eliyle kendini ve adamı gösterdi.
"İkimizin arasındaki beden farkı gözle görülebilir bir ayrıcalık. Senden daha iriyim ve," kaşlarını çattı, "daha iri olan organımda var. Beni manipüle etmeye çalışmaya devam edersen, ağzına girecek olan pense değil sikim olur."
Caner, gözlerini duyduklarıyla sonuna kadar açarken Çilingir, elini ağzına yaslayıp Alparslan albaya göz ucuyla baktı. Selçuk ve Alparslan, tüm sakinlikleriyle sorguyu izlemeye devam ediyordu.
Noar Veyra, bir an için gözlerini Mete'nin gözlerinden çekti ve penseye baktı. Yüzündeki bütün renklerin gittiğini izleyen Mete, ayaklarını masadan indirdi ve ayağa kalkıp ellerini masaya yasladı. Noar Veyra, ürkek gözlerle Mete'ye baktığında Mete'nin gözlerinin arkasında artık, zincirleri kırılmış bir Bozkurt oturuyordu.
"Kimin için çalışıyorsun?" diye sordu.
"Elias Farouq."
Noar Veyra, cevabından sonra Mete'nin gözlerinin arkasındaki Bozkurt'u görmüş gibi oldu ve hafifçe geriye doğru yaslandı. Mete, göz kontağını kaybetmeden yeniden dudaklarını araladı.
Düz bir sesle, "Karımı nereye götürdüler?" diye sordu.
Noar Veyra, kafasını iki yana salladı.
"Bilmiyorum," dediği an Mete'nin eli pensenin üzerine kondu, "bana sadece sizi oyalamam söylendi, dur! Gerçekten doğruyu söylüyorum dur yapma!" dedi ama Mete, hızla sol eliyle Noar Veyra'nın çenesini kavradı ve penseyi ağzına doğru yaklaştırdı.
Noar Veyra, "Bak yemin bile etmiyorum, gerçekten bilmiyorum!" dedi ama ağzı büzük olduğundan dolayı boğuk bir şekilde odanın içinde yankılandı. Pense, Noar Veyra'nın ağzının içine girip çıktığında Noar Veyra'nın çığlıkları, kanla karışık bir şekilde yankılandı. Artık pensenin ucunda bir tane ön dişi vardı.
Mete, sağ elindeki penseyi sallayıp ucundaki kanlı dişin düşmesini sağladıktan sonra sırıtarak Noar'ın yüzüne baktı.
"Demek bilmiyorsun, peki. Çırpındığın her hatalı sözcükte bir dişini daha kaybedeceksin." dedi. Noar Veyra, ağlamaklı yüzüyle kafasını salladı. Konuşsa dişi gidecekti. Ne yapacağını bilemedi. Mete, onun konuşmayacağını anladığında yeniden penseyi Noar'ın ağzına doğru yaklaştırdı.
"Dur, sana yardım edeyim. Onlarla iş birliği yapayım. Sana yerini öğreneyim." dediğinde Mete, tek kaşını ağırca kaldırdı ve yüzünü sağa çevirdi, camın arkasına baktı. Alparslan Çakır, kapıya doğru yürüdü ve kapıyı tıklattı. Mete, kapının çalındığını duyduğunda ifadesizce Noar'a baktı. Alparslan Çakır, Mete'nin onu görmesine izin vermeden odadan hızla çıktı.
Mete, "Şanslı günündeymişsin." dedi ve yüzünü buruşturarak Noar'ın çenesinden ittirdi. Elindeki pense ile kapıya doğru yürüdü ve odadan çıktı. Kapıyı kapattığında elindeki penseyi masanın üzerine bıraktı ve çenesini dikleştirdi.
Mete, "İş birliği yapılabilir mi ki? Sonuçta adamın bizim elimizde olduğunu biliyorlar." diye sordu. Selçuk, ellerini ceplerine soktu ve kafasını ağırca sallayarak Noar Veyra'ya baktı.
"Delil yetersizliğinden bıraktığımızı düşündürebiliriz." dedi ama o sırada Caner, aklına bir şey gelmiş gibi sırıttı.
"Ya da cesedini almaları için ayağımıza çağırabiliriz." dedi, Caner. O an Mete ve Caner'in bakışları kesişti. Mete'nin gözlerinin arkasındaki Bozkurt, Zirve'ye tırmanmaya başladı.
Caner ise Zirve'ye sığınan Bozkurt'u, en iyi şekilde ağırlamaya başlamıştı.
🐾
18 Mayıs 2022 – 14:14 / Ouija (Ruh Çağırma Tahtası)
Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından
Sessiz, büyük bir şehrin işlek caddelerinde yürürken etrafındaki kalabalığa dikkat etmiyordu. Duvarda asılı reklam panoları, insanların telaşlı adımları arasında kaybolmuştu. O an, telefonunun ekranında tanımadığı bir numara belirdi. Yavaşça telefonunu cebinden çıkarıp açtı.
"Güvercin kaçırıldı."
Kısa ve keskin bir ses, önündeki kalabalığa rağmen ona adeta yankılandı.
"Ekibi yeniden topluyoruz."
Telefonu kapattıktan sonra, kalabalığın arasındaki boşlukları takip etmeye başladı. İnsanlar birer gölge gibi geçip giderken, o an yalnızca bir şey düşünüyordu: Hedefe ulaşmak. Hızla yön değiştirdi, adımlarını sıklaştırarak, bulunduğu sokağın kuytu köşelerine doğru ilerledi. Kalabalık ona engel olamazdı. Zihni, hedefin yerini işaretliyordu ve Sessiz, her şeyden daha hızlıydı.
😶
18 Mayıs 2022 – 14:18 / Ouija (Ruh Çağırma Tahtası)
Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından
İz, şehrin merkezinde, büyük bir parkın kenarındaki bir kafe masasında oturuyordu. Önünde kahvesinin buharı yükseliyordu ama bir anlığına bile olsun, çevresindeki seslere odaklanmadı. Telefonunun ekranı titrediğinde, gözleri hızla ekrana kaydı. Telefonu açıp kulağına yasladı.
"Güvercin kaçırıldı."
Ses, acil ve kaygılıydı.
"Ekibi yeniden topluyoruz."
Telefonu kapatırken, kafenin kalabalığının dışındaki her şey aniden silikleşti. İçsel bir karar aldı; derin bir nefes aldı, kalktı ve etrafını hızlıca süzdü. Gözleri, her ayrıntıyı yakalamaya odaklanmıştı. Çevredeki insanlar sıradan bir öğleden sonra yaşıyor gibiydi, ama İz'in aklındaki tek şey, buluşma yerine gitmekti. Gölgeler, onu takip ediyordu.
👣
18 Mayıs 2022 – 14:22 / Ouija (Ruh Çağırma Tahtası)
Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından
Kirpi, bir ofis binasında pencere kenarındaki masasında oturuyordu. Dışarıda güneş, şehrin siluetini aydınlatıyordu. Bilgisayarının ekranındaki rakamlara gözlerini dikerken, telefonunun sesi onu uyarı niteliğinde çaldı. Tanımadığı bir numaraydı. Hızla aldı.
"Güvercin kaçırıldı."
Ses, soğukkanlı ama sertti.
"Ekibi yeniden topluyoruz."
Telefonu kapatırken, gözlerinde kararlılık belirdi. Ofisin etrafındaki tüm sesler birden uzaklaştı. Kirpi, telefonu masanın üzerine bırakıp derin bir nefes aldı. Harita üzerinde işaretli bir yer vardı. Artık vakit kaybetmek yoktu. Hızla masadan kalktı ve içindeki öfkeyi hissetti. Hızla ofisin çıkışına yöneldi, adımları kararlıydı, hedefe giden yolda tek bir yanlış adım bile atmayacaktı.
🦔
18 Mayıs 2022 – 14:26 / Ouija (Ruh Çağırma Tahtası)
Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından
Sır, sakin bir sokakta yürüyordu. Yanından geçen arabalardan gelen motor sesleri arasında, düşüncelerinin derinliklerine dalmıştı. Telefonunun titremesiyle irkildi ve hemen cebinden çıkarıp ekranı inceledi. Tek kaşı yükseldi ve hızla yeşil noktayı kaydırıp kulağına bastırdı.
"Güvercin kaçırıldı."
Sözler netti ama bir yandan kafasında binlerce soru belirdi.
"Ekibi yeniden topluyoruz."
Telefonu kapatıp, çevresine bakarak adımlarını hızlandırdı. Bu gündüz vakti bile, insanların fark etmediği bir boşluk vardı. O boşluğu, Sır çok iyi bilirdi. Bir an önce hareket etmesi gerekiyordu, hedefi yakalamadan hiçbir şey geride kalmazdı. Hızla sokaktan uzaklaştı, çevredeki gürültüye rağmen her şeyin ona ait olduğunu hissetti.
🌫️
18 Mayıs 2022 – 14:30 / Ouija (Ruh Çağırma Tahtası)
Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından
Kıyam, yüksek bir tepe noktada yalnız başına duruyordu. Güneş, ufuk çizgisine doğru ilerliyordu. Hava sıcak ama Kıyam'ın içindeki soğukluk büyüktü. Telefonunun titreşimiyle irkildi. Elini kulağının içine bastırdı.
"Güvercin kaçırıldı."
Sözler kısa ve acil bir tonla geldi.
"Ekibi yeniden topluyoruz. Ormandan derhal geri dön."
Kıyam üzerindeki, çalılardan oluşan kamuflajıyla ağaca koala misali sarıldı ve sessizce aşağıya süzüldü.
🍬
18 Mayıs 2022 – 14:34 / Ouija (Ruh Çağırma Tahtası)
Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından
Giz, bir alışveriş merkezinin tezgâhları arasında dolaşıyordu. Dışarıda güneşin ışıkları, kalabalığın ruhunu etkisi altına alıyordu. Bir anda telefonunun ekranı titredi ve Giz hemen aldı.
"Güvercin kaçırıldı."
Ses, acil bir tonu barındırıyordu.
"Ekibi yeniden topluyoruz."
Telefonu kapattıktan sonra, bir an için zaman durdu. İnsanlar etrafında koştururken, Giz hiçbir şeye dikkat etmeden yalnızca tek bir düşünceyle hareket etti. Birkaç saniye içinde alışveriş merkezini terk etti ve ışıkların arasından, hızla karanlığa yöneldi.
👁️
18 Mayıs 2022 – 14:38 / Ouija (Ruh Çağırma Tahtası)
Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından
Kurşun, büyük bir iş merkezinin ofis katında tek başına çalışıyordu. Pencereden dışarı bakarken, telefonunun titreşimini duydu ve hemen aldı.
"Güvercin kaçırıldı."
Ses, aceleci ama netti.
"Ekibi yeniden topluyoruz."
Telefonu kapatıp, gözlerini sabahın ilerleyen saatlerindeki kalabalığa çevirdi. Kafasında tek bir hedef vardı ve o hedef, her şeyin sonunu getirmeliydi. Sessizce masadan kalktı, her adımı bir şafak gibiydi. İçindeki öfkeyi hissettiği gibi, amacına doğru hızla ilerlemeye başladı. Hiçbir şey onu durduramazdı.
☠️
18 Mayıs 2022 – 14:42 / Ouija (Ruh Çağırma Tahtası)
Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından
Ayaz, güneşin tam tepe noktasına vurduğu bir kafenin terasında tek başına oturuyordu. Çevredeki gürültüye rağmen, kafasında tek bir şey vardı: Hedefi bulmak. Telefonunun ekranında tanıdık bir numara belirdi. Hızla aldı.
"Güvercin kaçırıldı."
Ses, sert ve belirgindi.
"Ekibi yeniden topluyoruz."
Telefonu kapattı ve derin bir nefes alırken, etrafındaki kalabalığı fark etmeden bir adım attı. O an, dünya onun etrafında dönmüyordu. Hareket etmeye karar verdi ve her adımıyla sessizce kayboldu.
🌬️
18 Mayıs 2022 – 15:35 / Şırnak
Caner Cenk Çakır, Ağzından
'Aşk, yüce bir şeydir ama aynı zamanda yıkıcı bir güçtür. O, kalpleri, ruhları, zihinleri tüketir.' demiş, Shakespeare. Lev Tolstoy; Anna Karenina eserinde ise 'Aşk, insanın başını döndürür, ruhunu sarhoş eder ve sonunda insanı yıkıma sürükler.' demiş.
Aşkın, güçlü kalpleri nasıl paramparça ettiğini, en sağlam zihinleri nasıl sarhoş edip kontrol edilemez hale getirdiğini artık biliyordum. Ve ne yazık ki Mete, aşkın bu yıkıcı gücünün pençesindeydi. Eyşan, onun için yalnız bir tutku değil, aynı zamanda bir çıkmaz, bir labirent gibiydi. Her adımda biraz daha kayboluyor, her an biraz daha zayıflıyordu.
Aşk, ona hem gücü hem de zaafı sunuyordu.
Bu gücün yıkıcı etkisini Lara ile bende hissetmeye başlamıştım. Her iki dünyanın içinde sıkışmış bir şekilde ne adım atabiliyor ne de durabiliyordum. Aşk, bir yandan beni daha güçlü kılmaya çalışıyor, diğer yandan beni bir gölge gibi takip ederek içimi tüketiyordu. Bir tarafta kahramanlık ve cesaret, diğer tarafta ise aşkın, zaafın ve duygusal kaosun pençesindeydik. Aşk, her geçen gün bizi yavaşça bir yok oluşa sürüklüyordu.
Gözlerimi okuduğum dosyadan ayırıp Mete'ye baktım. Gözleri, masanın üzerinde sabit kalmış bir şekilde donuklaşmıştı. Zihninden nelerin geçebildiğini keşke okuyabilseydim. Yüzü o kadar ifadesizdi ki hiçbir şey anlayamıyordum. Ben, sorguya çekilecek insanların davranışlarını kontrol ve analiz edebilmek için iki sene boyunca eğitim aldım. Lakin, Mete'yi okuyamıyordum fakat biliyordum.
Yıkılması an meselesiydi.
Dudaklarının kenarları hafifçe yukarıya doğru kıvrıldığında, masanın üzerindeki sağ eli sol yüzük parmağına doğru sürüklendi. Sağ elini sol elinin altına koydu ve yüzüğünü çevirerek okşadı. Saplandığı o yerde, bir anının gölgesi altına girmişti. Koordinasyon merkezinin kapısı kapandığında, tetiklendi ve gözlerini kırpıştırıp kapıya baktı. Büyük ihtimalle gördüğü anıda da, kapı kapanmıştı.
Tek kaşımın hafifçe yukarıya kıvrılmasını hissettiğimde gelen kişiye baktım. İstihbarat biriminden yönlendirilmiş Cengiz'i gördüğümde, oturduğum sandalyeden ayağa kalkıp elimdeki dosyayı masanın üzerine bıraktım. Cengiz, beni gördüğünde bana doğru adımlamaya başladı.
Çilingir, Mete'ye doğru yürüyüp eliyle kapıyı gösterdiğinde Cengiz, tam önümde durmuştu. Elimi kaldırıp işaret parmağımla beklemesini işaret ettim. Çilingir, Mete'yi merkezden çıkarttığında bakışlarımı Cengiz'e çevirdim.
"Hoş geldin Cengiz, merkezde durum nedir?" diye sorguladığımda elindeki dosyayı bana uzattı. Dosyayı alıp kapağını araladığımda harelerimi yazılarda gezdirmeye başladım.
"En başından beri doğru tahminde bulunuyordun Caner. Şenol'u öldüren de Güvercin'in olduğu konumu motorla takip eden de Tahir'di."
Ensemden batırılmış bir bıçağın, kuyruk sokumuma doğru bir indiğini hissettim. Dosyadan yüzümü kaldırmadan kaşlarımın altından Cengiz'e baktım. O an nasıl göründüğümü bilmiyordum ama bakışım, Cengiz'e geri bir adım attırmıştı. Gözlerimi kapattım ve yüzümü kaldırıp gözlerimi açtım.
"Nerede şu an?" diye sorguladım. O puşt neredeydi?
Cengiz'in tam yüz ifademi inceleyeceğini anladığım an yüzümdeki ve gözlerimdeki duyguyu gizledim. Cengiz, tam gözlerimin içine bakıp, "Elias Farouq'un yanındaymış," dediğinde kaşlarımı çattım.
"Bu bilgiyi nereden sağladık?" diye sordum. Cengiz, "Başkan söyledi. Ayrıca, Hayaletler toplanıyormuş, istihbarat çok sinirli." dedi. Derin bir nefes alıp kafamı salladım ve çenemi kaldırdım.
"Bu durum; Albay Alparslan Çakır'ın sorumluluğu altında, bizi ilgilendirmez. Hayaletler bize bulaşmadığı sürece kimse onlara müdahale etmeyecek."
🏔️
18 Mayıs 2022 – 18:42 / Şırnak
Mete Mert Çakır, Ağzından
Kadınım, Mehmet Erdem
Onsuz geçen on yedi yıl, on ay, dokuz gün: altı bin beş yüz yirmi dört gün ederken; neden otuz yedi saat, kırk iki dakika bir ömür gibi geliyordu?
Eyşan'ı otuz yedi saat, kırk iki dakikadan beri göremiyordum.
Elimdeki anahtarı kilide sokup sola doğru iki kere çevirdim ve içeriye girdim. Anahtarı yuvadan çıkartıp dışarıya baktım. Çilingir ve Selçuk, aracın farlarını kapattığında yutkunup kapıyı kapattım. Elimdeki anahtarı önümdeki mermer tezgâhın üzerine fırlattım. Ayakkabılarımı çıkartıp ayakkabılığa yerleştirdim.
Bakışlarım salonda gezinirken yüzümü sağa doğru çevirip merdivenlere baktım. Derin bir nefes alıp verdim. Zihnimin içinde Eyşan'ın sesi, gözlerimin önünde varlığı geziniyordu. Dağ evinin salonunda, yanan o şöminenin önünde oturuyorduk. Koltukta birbirimize sarılmış bir şekilde uyuyorduk. Eyşan, merdivenlerden inerken ben arkasından iniyordum. Mutfakta birlikte yemek yapıyorduk.
Anılarımız her yerdeydi ama biz yan yana değildik.
Küçük adımlarla merdivenleri çıkmaya başladığımda, attığım her adım zihnimdeki bir cümleyi çağırıyordu. Sesler hiç susmuyor ve yankılanarak duvarlarda yankılanıyordu. Merdivenleri bitirip kendi odamın kapısını açtığımda, yüzüme çarpan yasemin kokusuna acıyla gülümsedim. Neyse ki kokusu buradan silinmemişti.
Kapıyı kapatıp üzerimdeki gömleğin düğmelerini çözdüm. Sol bileğimde takılı olan bandananın düğümünü çözüp yavaşça yatağın üzerine bıraktım ve kendimi banyoya attım. Duşa kabinin içine girip musluğu çevirdim ve suyun üzerime akmasını bekledim. Onsuz uyuyacağım ilk gecemdi.
Gözlerimi kapatıp avuçlarımı fayansa yasladım. Başım öne düşerken ensemdeki soğuk suyun zihnimdeki soruları canlandırdığını fark ettim. Eyşan nasıldı? İyiler miydi? Evlatlarım sağlıklı mıydı? Gördüğüm kan nereden gelmişti? Neresi yaralıydı? Yaşıyorlar mıydı? Neredeydiler? Eyşan korkuyor muydu? Ağlıyor muydu?
Benim güçlü kadınım, şu an ne haldeydi?
Belirsizliği işaret eden sorular eşliğinde üzerimdeki kıyafetlerden kurtulup hızlı bir duş aldım ve kenardaki havluya sarılıp odaya geçtim. Kurulandıktan sonra üzerimi giyindim ve yavaşça yatağa oturdum. Solumda duran bandanayı alıp bileğime sardım. Gözlerim sol yüzük parmağımdaki yüzük parmağına dokunduğunda derin bir nefes aldım.
"Yüzüğünü sakın çıkartma."
Zihnimde yankısını bırakan yaşlı kadının sesiyle kaşlarımı çattım. Operasyona giderken çıkartmak zorunda kalmıştım ama Kubilay gibi bende ip bağlamıştım. Eyşan'ı o kadına götürseydim, neler olabileceğini bana söyler miydi? Gözlerimi kısıp yanağımın içini dişledim. Bana o gün söyledikleri ve hissettirdikleri yüzünden götürmek istememiştim ama keşke götürseydim.
Sağ elimin parmakları, sol yüzük parmağımdaki yüzüğü okşarken içli bir nefes aldım. Bir metal parçası tabii ki ona olan sevgimi ölçemez ama benim için bir anlamı vardı. Ruha takılan bir ipin ne kadar bağlı olduğunu simgeliyordu. Eyşan ve çocuklarımız, iyiler miydi? Yaşıyorlar mıydı?
Derin bir nefes alıp yatağa uzandım ve onun baş koyduğu yastığı kollarımın arasına alıp gözlerimi kapattım. Sanki şu an kollarımın arasında o vardı ve o kadar gerçekçiydi ki kokusu anında ciğerlerime dolmuştu. Yatağın tam ortasında, küçüldüğümü hissettim.
Kocaman bedene sahip olmama rağmen onsuzluk, beni on yaşındaki o çocuğa çevirmişti. Gözyaşlarımın yastığına değmesini istemediğim için ağlayamadım. Yastığı göğsüme sokarcasına sarıldım ve gözlerimi sıkıca kapattım. Kokusunun beni bu kadar çabuk karanlığa gömebileceğini, yine onsuzken öğrenmiştim.
Karanlığın sinsi kolları benliğimi derin bir boşluğa çekti. Karanlık, o kadar soğuktu ki sanki üzerime kar tanecikleri dökülüyordu. Kollarının benliğimi sarması bile üşümeme engel olamıyordu. Titrediğimi hissettim, üşüyordum. Birinin koluma dokunduğunu hissettiğimde gözlerimi açtım ama artık odada değildim. Yine bir kâbusun kapısının önündeydim.
Koluma dokunan ele baktığımda gördüğüm mavi ve kahverengi gözlü oğlan çocuğu, soluğumun bir an için kesilmesine neden olmuştu. Oydu, artık bundan emindim. Gerçekten bir oğlum olacaktı. Peki diğeri, o neredeydi?
"İkizin nerede?" diye mırıldandım bir anda. Kahverengi gözü keskin bir şekilde parladığında mavi gözü doldu. Bir önceki gördüğüm rüyada kahverengi gözü doluydu. Peki neden şimdi mavi gözü doluydu?
Ben üzülüyorum diye mi acaba?
"Annemin yanında." diye fısıldadı. Yutkunamadım ve bir şey söyleyemedim. Neden onlardan ayrıydı? Neden sadece oğlumu görüyordum? Ben aklımdaki sorulara bir cevap bulmaya çalışırken, kolumu bıraktı ve sırtını bana dönüp yürümeye başladı.
"Nereye gidiyorsun?" diye sorguladığımda koşmaya başladı. Arkasından gitmek istedim ama sanki ayak tabanlarım yere yapışmış gibiydi, hareketsiz öylece kalakaldım. O an Eyşan'ın çığlığı ile bir bebek ağlama sesi duyduğumda bağırmak istedim ama yapamadım. İçimdeki çaresizlikle çırpınmak istedim, yapamadım. Eyşan'ın çığlığı kulaklarımın zarını patlatacak kadar güçlüydü, yanına gidemedim.
Onu bulamadım.
Bedenim bir zelzele misali titrerken, sıcak ellerin yanaklarıma yaslandığını hissettim.
"Mete uyan!"
Çilingir'in sesiyle bir anda gözlerimi açtığımda Selçuk ile bana baktıklarını gördüm. Selçuk, kolumu tutan ellerini bırakıp geri çekilirken Çilingir, yanaklarıma yasladığı avuçlarını çekti. Alnımda birikmiş terlerin şakaklarımdan süzüldüğünü hissettim. Yutkunmak istediğim sıra tükürüğüm boğazıma takıldı, boğulacağımı sandım. Öksürerek doğrulduğumda gözlerimi kırpıştırıp Selçuk ve Çilingir'e baktım.
"Siz niye geldiniz?" diye sorguladığımda Çilingir, kaşlarını çattı.
Sinirli ses tonuyla, "Dağı sarsacak kadar kuvvetli bir haykırış çıkarttığın için olabilir mi?" diye sordu ve kaşlarını kaldırdı. "Ne olacak senin bu halin Mete?"
Bir şey demeden öylece ona baktım. İçimdeki fırtınayı görmüyor muydu? Benden ne istiyordu? Şu an yaşıyor olduğuma dua etmesi gerekirken, neden herkes üzerime geliyordu?
Dolan gözlerimi kırpıştırıp ayaklarımı yataktan aşağıya sarkıttım. Kucağımda kalmış yastığa sarılarak derin bir nefes aldım ve komodinin üzerindeki saate baktım. Eve geldiğimden beri, uyumuş olmama rağmen, geçen süre yalnızca iki saat mi olmuştu? Kaşlarımı çatıp derin bir nefes aldım ve usulca verdim. Zaman bile onun yokluğunda çok yavaş geçiyordu.
Birinin gölgesi saatin üzerine düştüğünde karşımda dikilen bedene baktım. Başımı biraz arkaya atıp Selçuk'a baktığımda derin bir nefes alıp verdi.
"İçinde ne yaşıyorsun?" diye sorduğunda kafamı iki yana salladım.
"Ne yaşamıyorum ki?" gözlerimi kaçırdım, "Beynimin içi susmuyor." dedim ve yüzümü yere eğdim. Selçuk, yere çöktüğünde Çilingir'de onunla birlikte yere çökmüştü. İkisi de ellerini dizlerime koyduklarında Selçuk, kafasını iki yana salladı.
"Mete, bu şekilde devam edemezsin. Ya bağırıp çağırıp ortalığı kır, dök, parçala ya da otur hıçkıra hıçkıra bir ağla. Eyşan'ı sağ salim bulduğumuzda ya o sesleri hiç kaybetmezsen, o zaman ne yapacaksın?" diye sorduğunda yutkunmak zorunda kalmıştım. Yutkunduğumu işitmiş olması onun derin bir iç çekmesine olmuştu.
"Bu şekilde bekleyerek onu bulamayız. Yirmi dört saate doğru gidiyoruz. Maalesef ki onu tutan adam psikolojik sorunlara yatkın bir manyak. Onları o şekilde onun elinde bırakamayız." dedi ve Çilingir'e baktı.
"Yola çıkıyoruz," dedi ve bakışlarını bana çevirdi, "Sende bir süre uyamazsan iyi olur. Madem ki kabusların gerçek oluyor, gerçek hayatta yaşadıkların emin ol daha az canını acıtır." dedi ve ayağa kalkıp odadan çıktı.
18 Mayıs 2022 – 23:32 / Şırnak – Suriye Yolu
Yazar, Ağzından
Aura, Bö
Gece, yolun siyah asfaltını bir örtü gibi sererken farların ışığı karanlığı biçiyordu. Şırnak-Suriye yolunun keskin virajları, dağların sessizliğinde yankılanan motor sesiyle doluydu. Gökyüzü bulutsuzdu ama ay, bulanmaya yüz tutmuş bir anının silueti gibi silik görünüyordu.
Selçuk Ege Turalı, direksiyon koltuğunda oturuyordu. Buz gibi mavi gözleri, yolun kıvrımlarına kilitlenmişti. Gözlerindeki o soğuk ve derin bakış, geceyi yırtar gibi ileriye dikilmişti. Yüzünde taş gibi ifadesiz bir maske vardı ne endişe ne öfke okunabiliyordu. Parmakları direksiyona gevşek ama kontrolü asla bırakmayacak bir tutuşla sarılmıştı. Sanki yolun her metresini ezbere biliyordu.
Yan koltukta Mete Mert Çakır oturuyordu. Başını hafifçe yana çevirdi, Selçuk'un yüzünü inceledi. Mavi gözlerinde ne bir titreşim ne de bir ipucu vardı. Sanki her şeyi bilen ama hiçbir şey hissetmeyen bir adamdı. Mete, yüzünden bir anlam çıkarmaya çalıştıysa da başaramadı. İç çekerek bakışlarını yeniden farların aydınlattığı bitmek bilmez yola çevirdi.
Arka koltukta Çilingir vardı. Parmakları, elindeki tabletin ekranında sessizce kayıyordu. Mavi ışık, yüzüne soğuk bir parıltı veriyor, tabletin yansımasında gözlerindeki odaklanmış bakışlar daha da keskinleşiyordu. Dosyalar arasında hızla geçerken, ekranın titrek ışığı yüz hatlarını daha sert gösteriyordu.
Sessizliği Mete bozdu, "Nereye gidiyoruz?" diye sordu.
Sesinde bir merak vardı ama altına gizlenmiş ince bir huzursuzluk seziliyordu. Selçuk başını çevirmedi, yalnızca mavi gözlerinde bir anlık bir parıltı belirdi. Cevabı kısa ve netti, "Gittiğimizde görürsün," dedi.
Araç yine sessizliğe büründü. Dışarıda kara yolun uğultusu ve motorun monoton sesi vardı. O an Selçuk'un, klimanın üzerindeki tutamaca bağlı telefonu çalmaya başladı. Aracın içinde yankılanan keskin zil sesi, gecenin sessizliğini böldü. Ekranda beliren isim Orkun'du.
Selçuk göz ucuyla ekrana baktı. Mavi gözleri anlık bir buz zerresi gibi parladı. Yüzündeki taş maskede tek bir çatlak bile oluşmadı. Sakin bir hareketle aramayı yanıtladı. Arabanın içinde Orkun'un sesi yankılandı.
"Turalı, duyduklarım doğru mu?"
Selçuk, derin bir nefes aldı. Mavi gözleri anlık Mete'ye kaydı. Alt dudağını dişlerinin arasına aldı, kısa bir tereddüt... Sonra sessizliği bozdu.
"Evet. Güvercin kaçırıldı," dedi.
Sözler havada asılı kaldı. Mete, Selçuk'un sesindeki tonlamayı çözmeye çalıştı ama yine de bir şey çıkaramadı. Selçuk hemen ardından soğukkanlı bir ifadeyle ekledi.
"Orkun, konferansa bağlasana."
Orkun'un onaylayan sesiyle birlikte telefonun hoparlöründen bir anda gürültülü ve karışık sesler yükseldi. Bağlantının diğer ucunda birçok kişi vardı. Konuşmaların arasında tanıdık sesler, mırıldanmalar ve düşük frekansta tartışmalar duyuluyordu.
Selçuk, gözlerini yoldan ayırmadan kısa ve net bir selam verdi, "İyi akşamlar," dedi.
Telefonun diğer ucundan bir koro gibi yankılanan sesler, aracın içinde anlık bir titreşim yarattı.
"İyi akşamlar, Viran Ege."
Mete'nin gözleri bir an Selçuk'a döndü. Bu kod adını duymak, havayı biraz daha ağırlaştırmıştı. Selçuk'un ifadesi hâlâ değişmiyordu.
"Yarım saatlik yolumuz kaldı. Herkes toplandı mı?" diye sorduğunda yeniden koro gibi yankılanan sesler bunu onayladı. Selçuk, hiçbir şey demeden elini ekrana uzattı ve aramayı sonlandırdı. Ekran gece misali karanlığa gömüldüğünde Mete, cebindeki sigara paketini çıkarttı ve içinden bir dal çıkartıp Selçuk'a uzattı.
"İçmeyeceğim," dediğinde Mete, paketi Çilingir'e doğru çevirdi. Çilingir, gözlerini bir an için tabletten çekip Mete'nin uzattığı sigarayı aldı. Mete, kendine bir dal çıkartıp dudaklarının arasına sıkıştırdığında hızla Zippo'suyla yaktı. Çilingir'e döndüğünde çoktan sigarasını yaktığını fark etti. Dudaklarının arasındaki sigarayı parmaklarına sıkıştırıp yolu izlemeye başladı. Yol uzamaya devam etti. Farların ışığı, yaklaşmakta olan bilinmezliğin gölgelerini kovalamaya çalışıyordu.
Yarım saat sonra, farlar kısaldı ve araba, Selçuk'un bir süre önce Caner'i getirdiği merkezin önünde durdu. Mete, dikkatli ve sorgulayan bakışlarıyla kafasını hafifçe eğdi, etrafı kesti.
"Burası neresi?" diye sorduğunda Selçuk'tan yine bir cevap alamadı. Mete, derin bir nefes alıp verdiğinde Çilingir, kapıyı açtı ve aşağıya indi. Mete'nin kapısını açtığında soran gözlerle inip Çilingir'e baktı. Selçuk'ta arabadan inip kilitlediğinde aracın farları karanlığa gömüldü.
Binaya doğru yürüdüklerinde Selçuk durdu ve belindeki silahı çıkarttı. Kapının üzerindeki kilide silahın dipçiği ile vurduğunda Çilingir, gözleri büyümüş bir şekilde Selçuk'a baktı.
"Bunu hakaret sayarım, ben neyim burada? Anahtar varken neden zor kullanıyorsun?" diye sitem ettiğinde Selçuk, gözlerini devirip kapıyı ittirdi.
"Her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır." dedi ve içeriye girip kenara çekildi. Mete ve Çilingir içeriye girdiklerinde kapıyı kapattı. Mete'nin bakışları, on beş kişilik bir masanın etrafında duran, sekiz adamın maskeli yüzlerinde gezindi. Hepsi onları gördüğü anda ayağa kalkmış bir şekilde onlara bakıyordu. Selçuk, küçük adımlarla yürümeye başladığında Mete ve Çilingir'de Selçuk'un peşinden ilerledi.
Masanın ikinci sandalyesinin önünde duran Orkun, derin bir nefes alıp Mete'ye baktı. Mete' de ona baktığında ağırca kafasını eğip kaldırdı. Mete, selama karşılık verdiğinde Selçuk, üzerindeki kabanı çıkartıp ilk baştaki sandalyenin sırtına astı. Gömleğin kol düğmelerini açarken, "Oturun," dedi. Mete ve Çilingir, hemen önlerindeki boş sandalyeye oturduklarında Selçuk, kollarını dirseklerine doğru kıvırmaya başladı.
"Hayalet ekibinin varlığından kimsenin haberi yok Mete, Çilingir hariç. Zira kendisi de daha önce bu ekibin içinde bulundu." dediğinde Mete, göz ucuyla Çilingir'e baktı ama ifadesiz yüzüyle karşılaştı.
Selçuk, burnunu çekip boynunu kütletti ve arkasında bulunan perdeye göz ucuyla baktı. Ardından masada oturan kişilere dönüp çenesini kaldırdı.
"Neler olduğunun herkes bilincinde, o yüzden anlatmama gerek yok. Alparslan Çakır'ın talimatıyla buraya toplandık. Kimsenin kimseyle de tanışmasına gerek olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bu iş bittikten sonra herkes kendi kabuğuna çekilecek," kafasını eğdi, "yeniden." dedi ve bir adım arkaya doğru attı.
Eğdiği yüzünü kaldırıp Mete'ye baktığında Mete'nin onu izlediğini fark etti. Selçuk, yanağının içini dişleyip çenesini sola ve sağa doğru büktü.
"Her yaşanan şey, bir önce yaşanmış olayı tetikler ve buna pişman olacaklar," arkaya doğru bir adım da attı, "özellikle Viran Ege'yi uyandırdıklarına," dedi ve sağ elini havaya kaldırdı. Arkasındaki perdeyi kavrayıp hızla aşağıya indirdi. Büyük bir panoya tutturulmuş; görseller, gazete kupürleri, olay yeri inceleme fotoğrafları, haritalar vardı. Her biri, raptiye ile tutturulmuş ve özellikle belirli noktalarından geçirilmiş ipler vardı. Örümcek ağı misali örülmüş ağlar tek bir noktaya sürükleniyordu.
Elias Farouq.
Mete, gördükleriyle hafifçe kaşlarını çattığında gözlerini panodan alıp Selçuk'a bakamıyordu. Sağ üst köşedeki fotoğrafı gördüğünde çatık kaşları alnına doğru yükseldi. Selçuk'un sol koluna yaslı, yeni doğmuş oğlu ve hemen yanında karısı vardı. Karısının sağ kolu, Selçuk'un sol kolunun hemen altına yaslanmıştı. Birlikte gülerek kadraja bakıyorlardı.
Mete, güçlükle yutkunup bakışlarını kaçırdı ve yüzünü yere eğdi. Dişlerini sıktığında Selçuk'un gözleri Mete'ye çevrildi. Mete'nin çenesinin gerildiğini fark ettiğinde derin bir nefes aldı ve ağırca bıraktı. Dudaklarını ıslatıp Orkun'a baktı.
Önündeki sandalyeyi çekerken, "Selami niye gelmedi?" diye sordu. Sandalyeye oturduğunda Orkun, tam dudaklarını aralamış konuşacaktı kapı gürültüyle açılıp hemen kapandı. Herkesin bakışları kapıya çevrildiğinde Selçuk, ağırca arkasına yaslandı. Orkun, eliyle kapıyı gösterdi.
"İyi insan lafın üstüne gelirmiş," dediğinde Çilingir, gözlerini devirdi, "Ya da iti an çomağı hazırla." dedi. Selami denen kişi, kafasındaki siyah fötr şapkayı çıkartmadan yarım ağız gülümsedi ve Mete'nin tam karşısındaki sandalyeye oturdu. Selçuk, sağ elini kaldırıp Selami'yi gösterdi.
"Tek tanıyacağınız insan, Selami," dedi ve Mete'ye baktı. Mete, karşısında oturan adamı izledi. Fötr şapkanın yüzünde bıraktığı gölgeden belli olan yeşil gözleri Mete'nin gözlerinde geziniyordu. Selami, gözlerini hafifçe kısıp ellerini masanın üzerinde birleştirdi ve omuzlarını düşürüp kafasını sol omzuna doğru eğdi.
"Ne zamandan beri böylesin?" diye sorduğunda Mete, kaşlarını çattı. Hiçbir şey demeden öylece Selami'ye baktığında Selçuk, kollarını göğsünde bağladı ve dirseklerini masaya koyup eğildi. Bakışları Mete'nin yüzünde gezinirken Selami, kaşlarını yukarıya doğru kaldırdı.
"Biri gözlerinin önünde ölüme yürüdüğünde, zihnin ne yapar? Kabullenir mi, yoksa inkâr mı eder?" diye sorduğunda Mete, çatık kaşlarını düzeltti ve alt dudağını dişleyip Selçuk'a baktı. Burnundan 'Bu durumdan hoşnut olmayan' bir tınıyla nefeslenerek gülümsedi ve karşısında oturan Selami'ye baktı.
"Benim zihnim hesap yapar. Kaç saniyede, hangi rotada, hangi sonuçla müdahale edebileceğimi ölçer. Duyguya yer yok," dediğinde Selami, gülümseyerek arkasına yaslandı.
Selami, gözlerini Mete'nin gözlerine dikerek, "Ya hata yaparsan? Bir saniye gecikirsen? O kişinin kanı senin ellerinde olmaz mı?" diye sordu.
Mete, hiç tereddüt etmeden çenesini dikleştirdi.
"Kan ellerime bulaşacaksa, o yükü taşırım ama zihnime işlemesine izin vermem. Çünkü bir sonraki hayat, o yükü taşıyamayanlar yüzünden kaybedilir," dedi.
Selami, aldığı cevapla alaycı bir tebessüme büründü, "Demek duyguları tamamen susturabiliyorsun. Sevgi, korku, öfke," kaşlarını kaldırdı, "bunların hiçbiri seni yönetmiyor mu?"
Mete'nin gözleri bir an için donuklaştı. Selami gördüğü gözlerle küçük bir iç çekti. Mete, dirseklerini masaya yaslayıp ellerini çenesinin altında kenetledi.
"Duyguların sesi vardır, evet ama benim zihnimde yerleri yok. Çünkü ben seslere değil, sonuçlara yürürüm."
Selami, ifadesiz bir yüzle, "Karın ölseydi aynı böyle soğukkanlı kalabilir miydin?" diye sorduğunda Mete, kaşlarını çattı ve ayağa kalkıp önündeki adamı yakalarından kavrayıp ayağa kaldırdı. Gerilen çenesinden dişlerini sıktığı belli oluyordu.
Dişlerinin arasından, "Ben deneme tahtası değilim, o psikolog cümlelerini üzerime akıtma. Yoksa ben senin ağzına şarjörümdeki tüm mermiyi akıtırım," dedi ve Selami'yi sertçe biraz önce oturduğu sandalyeye ittirdi. Selami son anda dengesini koruyup masaya tutunduğunda boğazını temizledi ve Selçuk'a baktı.
"Kimliğini koruyor ama zaafı onu öfkelendiriyor. Öfke problemi var," deyip sandalyesine oturdu. Mete, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı ve sandalyesine oturup Selçuk'a baktı.
"Benimle dalga mı geçiyorsun Selçuk?" diye sorguladığında Selçuk, kafasını iki yana salladı. "Hayır, seninle dalga geçmiyorum. Bunu yaptırmam gerekti. Öfke iyidir ama farklı tepki de verebilirdin."
Mete, gözlerini devirdi.
"Yalan da söyleyebilirdim," dedi ve karşısındaki adama baktı.
"Zihin oyunların bitti mi?" diye sorduğu sıra Selami, derince gülümsedi ve arkasına yaslandı.
"Duygularını susturma konusunda pek emin değil gibiydin?" diye sorusuna soruyla cevap verdi. Mete ise ona boş gözlerle bakmaya devam etti ama Selami susmadı. "Zaafın seni çok öfkeli biri yapıyor. Bu da zaafının çok güçlü bir etken olduğunu gösteriyor," dedi.
Mete, gözlerini kapatıp arkasına yaslandı ve dudaklarını sinirle yalayıp gözlerini açtı.
"Âşık olduğum kadınla evliyim ve o kadın karnında, benim iki kanımı taşıyor. Sence bu zaaf nasıl güçlü olamaz?" diye sordu ve tek kaşını kaldırdı. "Ayrıca biraz daha buna devam ederse, ben gideceğim Selçuk," deyip gözlerini Selçuk'a çevirdi.
Selçuk, gözlerini Selami'ye çevirdi.
"Bu kadarı kâfi. Alacağını aldın zaten."
Selami, kafasındaki fötr şapkayı çıkartıp masanın üzerine koydu. Sandalyenin yönünü Selçuk'a doğru çevirip sağ bacağını sol bacağının üzerine attı. Sağ dirseği yan bir şekilde masaya yaslanırken tüm dikkatiyle Selçuk'a odaklandı. Selçuk, boynunu gergince kütletti.
"Kıyam," dedi ve Selami'nin hemen arkasındaki maskeli adama baktı. "Ormanda neler yaşandı, gelen giden oldu mu?" diye sorguladı. Kıyam, diye hitap ettiği kişi önündeki dosyanın kapağını araladı ve içindeki dört fotoğrafı ona doğru sürükledi. Mete'nin bakışları fotoğrafların üzerinde gezinirken kaşları ağırca havalandı. Selçuk, fotoğraflara dokunmadan yalnızca baktı.
Birinci fotoğrafta, Elias'ın ormanda yürürken ki bir görseli bulunuyordu. İkinci fotoğrafta, Elias yanındaki Shaytan ile karanlık çökmüş ormanın içindeydi. Üçüncü fotoğrafta Elias ve Tahir'in yan yana, uzaktan çekilmiş fotoğrafı vardı. Dördüncü fotoğrafta ise Shaytan'ın elinde bir kutu vardı.
Selçuk, dördüncü fotoğrafa bakarak, "Shaytan'ın elindeki kutulu fotoğraf ne zaman çekildi?" diye sordu.
Kıyam, elini uzatıp fotoğrafın arkasını çevirdi. 22 Nisan 2022 yazıyordu. Selçuk, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı ve Çilingir'e baktı. Çilingir ise Mete'ye bakıyordu.
"Bu koli, yengeye gönderilen tehdit kolisiyle aynı." dediğinde Mete, Çilingir'e baktı.
Mete, "O zaten Çilingir," dedi ve Selçuk'un biraz önceki seslendiği Kıyam'a baktı.
"Neden Selçuk'a ya da üstüne haber vermedin?" diye sorguladığında Kıyam sessiz kaldı. Selçuk, hafifçe yutkundu ve Mete'ye baktı.
"Hayalet ekibi haber vermezler. Onlar yalnızca izlerler. Kanıt toplar, iz bırakır ve günü geldiğinde onları açığa çıkarırlar. O an karşılarında en sevdiği insanlar bile ölse kıllarını bile kıpırdatamazlar," dediğinde Mete, kaşlarını çattı.
"Çok saçma," dedi ve Çilingir'e baktı.
"Sen bu yüzden mi şehit rolü yaptın?" diye sorguladı. Çilingir, ona bakmadan kafasını ağırca salladı ve derin bir nefes alıp boğazını temizledi.
"Albay Alparslan Çakır'ın kati emri var. Kimse Elias Farouq ile temasa geçmeyecek," dedi ve Mete'ye dönüp kaşlarını kaldırdı, "her ne olursa olsun."
Mete, alayla gülümsedi. "Elias Farouq'un bundan haberi var mı peki?" dedi.
Selami, şüpheli bir tavırla Mete'yi süzdü ve sonradan aklına bir şey gelmişçesine gözlerini büyütüp Selçuk'a baktı.
"Onun bana albayın oğlu olduğunu neden söylemedin? Alparslan Çakır'ın beni kurşunlatmasını mı istiyorsun?" diye çemkirdi. Mete'nin yanında oturan kişi el parmaklarını çıtlattı. "Belki de o yüzden benim yanıma oturmuştur." dedi ve Mete'ye baktı.
Selçuk, bir an için dudaklarını yalayıp alt dudağını dişledi. "Kurşun, şu an sırası değil."
Mete'nin yanında oturan Kurşun, ellerini havaya kaldırıp arkasına yaslandı. Selçuk, gözlerini devirip Selami'ye baktı. Mete ise donuk bakışlarla Selami'ye bakıyordu.
"Ne oldu korktun mu, psikolog?" diye sorguladığında Selami, boğazını temizledi. Yüzünde sahte bir gülümseme vardı.
"Yok canım," dedi uzatarak, "ne korkması. Sadece paçalarımdan biraz salmış olabilirim."
Bu, kimseyi güldürmedi.
Selçuk, ellerini masanın üzerinde kenetledi ve derin bir nefes aldı. Masada oturan kişilere gelişi güzel bakıp gözlerini kırpıştırdı. Sol elini havaya kaldırdı ve masanın sol tarafında kalan ilk koltuğu gösterdi.
"Bu kişi Ayaz," dedi ve hemen yanında oturan kişiyi gösterdi, "Sır. Sır'ın sağında oturan İz. İz'in yanında oturan Kurşun. Kurşun'un yanındaki Mete Mert Çakır. Mete'nin yanında oturan kişiyi zaten birçoğunuz tanıyor ki Çilingir." dedi ve sol elini indirip sağ elini kaldırdı. Yeniden en baştaki koltuğu işaret etti.
"Sessiz," dedi ve isimleri sayarken eli ile her birini işaret etti, "Orkun, Kirpi, Giz, Kıyam ve Psikolog Selami. Hiçbir şekilde kavga ve gürültü istemiyorum." İşaret parmağıyla Selami ile Kurşun'u gösterdi. "Özellikle de siz ikiniz. Sizinle uğraşamam, en ufak laf atışmanızda sürgüne gönderirim."
Kimseden ses seda çıkmadığında Selçuk, ayağa kalktı ve ellerini masaya koydu.
"Düşmanı yakalamak için önce onun kim olduğunu görmemiz gerekli," dedi ve Selami'ye baktı, "Selami, Elias Farouq'u anlat."
Selami, boğazını temizledi ve oturuşunu düzeltip bedenini masaya doğru çevirdi. Ellerini kenetleyip masanın üzerine bıraktı.
Masanın üzerine bakarak, "Antisosyal kişilik bozukluğu yani psikopati eğilimleri olan bir terörist. Duygusal bağ kuramaz, empati yapamaz. İnsanları manipüle etmekten zevk alır, onların acı çekmesini umursamaz. Planlı ve stratejik hareket eder," Mete'ye baktı, "ani öfke patlamalarından ziyade," Selçuk'a baktı, "kontrollü bir soğukkanlılık gösterir. Zekasını insanları yönlendirmek ve kandırmak için kullanır." dedi.
Mete, tek kaşını kaldırdı.
"Psikopatolojik belirtileri nedir?" diye sorduğunda Selami, Mete'ye baktı ve gözlerini kırptı.
"Sadistik eğilimler, duygusal eksiklik, kimlik oyunu ve güç takıntısı."
Mete, dudağının içini dişleyip Selami'ye bakmaya devam ederken Selami, derin bir nefes alıp verdi ve yeniden Selçuk'a baktı.
"PPD'de olabilir," dediğinde Çilingir, kaşlarını çatıp Selami'yi süzdü. "PPD?" diye sorguladığında Selami, Çilingir'e baktı.
"Paranoid Personality Disorder yani, Paranoid Kişilik Bozukluğu. Elias sürekli ihanet korkusuyla yaşayan, paranoyak bir karakter. Güven problemi var. Başkalarının ona zarar vermek istediğine dair takıntılı düşüncelere sahip. Paranoyak bir karaktere asla sinirlenilmemesi ve öfkeli bir şekilde bakılmaması gerekir. Aksi taktirde karşısındaki kişinin ona zarar vereceğini düşünür ve sadist düşüncelere başvurur."
Mete, duyduklarıyla ellerini ceplerine soktu ve sigara paketini çıkartıp içinden bir dal çıkarttı. Sakinleşmek amacıyla dudaklarına yerleştirdiği sigarayı yaktı ve arkasına yaslanarak Selami'ye baktı.
"Ne kadar süreden beri Elias'ı analiz ediyorsun?" diye sorguladı. Selami, "2017," dedi, "Çocuklarının ve karılarının öldürüldüğü andan beri."
Mete, ağırca kafasını sallayıp sigarasından bir nefes çekerken Selçuk, bakışlarını Sır'a çevirdi.
"Sende neler var Sır?" diye sorguladı. Sır, yalnızca maskesinin açıkta bıraktığı yeşil gözlerini kısarak Mete'yi süzdü ve ardından Selçuk'a döndü.
"İki ilaç temin ettiler," dediği an Mete, Sır'a baktı. Mete her ne kadar sakince bakmaya çalışsa da göğsü, nefes alışverişleri hızlanmış gibi yükselip alçalıyordu, "Fizostigmin ve Atropin."
Mete, kaşlarını çatıp Selçuk'a baktığında Selçuk'un bakışları Giz'e çevrildi. "Giz?"
Kıyam'ın hemen sağında oturan Giz, oturduğu yerde doğruldu ve Selçuk'a baktı.
Giz, taramalı tüfek misali, "Fizostigmin, bir kolinesteraz inhibitörü olan bir ilaçtır. Kolisnesteraz enzimi, asetilkolin adı verilen nörotransmiterin parçalanmasından sorumludur. Fizostigmin, bu enzimi inhibe ederek asetilkolin seviyelerini artırır," diye cümlelerini devam ettirirken Selçuk, elini kaldırdı.
"Hop, yavaş nefes al! Ayrıca Türkçe terim kullanarak anlat, biz senin gibi bu terimleri bilmiyoruz," dedi ve avcunu masaya doğru yavaşça eğdi, "ve daha yavaş ol. On saniye içinde yirmi üç tane sözcük saydın, yavaş konuş." diye sitem etti.
Giz, gözlerini kırpıştırıp derin bir nefes alarak, "Merkezi sinir sistemini uyarır," dedi ve aldığı nefesi yavaşça bıraktı.
Çilingir, gözlerini kırpıştırdı. "Demek ki bir cümle ile de anlatabiliyormuşsun," dedi ve arkasına yaslandı. Giz, gözlerini devirdi ve maskesini düzeltti.
"Yan etkileri olarak; baş dönmesi, mide bulantısı, terleme, yavaş kalp atışı ve nörolojik değişiklikler görülebilir." dedi ve Mete'ye baktı.
"Eşiniz daha önce hiç ilk doza maruz kaldı mı?" diye sorduğunda Mete, parmaklarının arasındaki yitip giden sigarayı sıktı ve Giz'e baktı.
Buz gibi bir ses tonuyla, "Evet, iki miligram Skopolamin verildi. Tedavi yöntemi olarak Fizostigmin kullanıldı." dedi. Giz, şüpheli bir şekilde gözlerini kıstı ve düzeltti.
"Atropin'de aynı işlemi görüyor. Parasempatik sinir sistemi üzerinde etkili olur. Fizostigmin, asetilkolin seviyelerini artırırken, atropin asetilkolini," derken gözlerini kapattı, "Yani bir kişi atropinle zehirlenmişse, fiziksel belirtileri tedavi etmek için fizostigmin verilebilir." dedi ve gözlerini açıp Selçuk'a baktı.
Selçuk, sandalyesine oturup arkasına yaslandı.
"Atropin'in özelliği ve yan etkileri ne?" diye sorguladığında Giz, bir kez daha maskesini düzeltti.
"Kalp hızını artırabilir, mide hareketlerini yavaşlatabilir ve göz bebeklerini genişletebilir. Ağız kuruluğu, bulanık görme, idrar yapmada zorluk, hızlı kalp atışı, baş dönmesi gibi yan etkiler olabilir. Fizostigmin, belirli bir süre içinde verilmezse," derin bir nefes alıp gözlerini kapattı, "hamile olan bir kadın düşük yapar." dedi ve nefesini bıraktı.
Bütün herkesin bakışları bir anda Mete'ye çevrildiğinde Mete'nin gözleri kapalıydı. Masanın altında tuttuğu elleri yumruk olmuştu. Sesli yutkunmasını duyduklarında Selçuk, boğazını temizledi ve çenesini dikleştirdi.
"Bunun olmasına izin vermeden onu oradan çıkartacağız," dedi ve bakışlarını Orkun'un sağında oturan Sessiz'e çevirdi.
"Sessiz, Güvercin'i nerede tutuyor olabilirler?" diye sorduğunda Sessiz, oturduğu yerde dikleşti.
"Üç yer var," dediği an herkesin bakışları Sessiz'e çevrildi. Selami'nin gözleri bir an için büyüdü. "Sesin gittikçe daha da korkunç olmuş, Sessiz."
Sessiz'in sesi gerçekten korkunçtu. Kirli ve tok bir sese sahipti. Yıllar önce operasyon geçirdiği için robota benzeyen bir sesi vardı. Selçuk, ayağını kaldırıp masanın altından Selami'ye tekme attığında Sessiz, bunu duymamış gibi yaptı ve sakince konuşmasına devam etti.
"Üç yer var; birisi Şenol Barlas'ı öldürdükleri yer, diğeri Kayıp Vadi, en son olan yer ise Ateş Bariyeri." dedi. Selçuk, kaşlarını çatıp "Kayıp Vadi neresi?" diye sordu.
"Kayıp Vadi, Van'ın sol tarafında kalan terkedilmiş bir köy," dediğinde Mete, kaşlarını çattı ve Selçuk'a baktı.
"Ateş Bariyeri neresi Selçuk?"
Selçuk'un gözleri Mete'nin gözlerini buldu.
"Suriye'deki evim," dedi ve bakışlarını kaçırarak Sessiz'e baktı. "Ateş Bariyeri'ne götürecek kadar salak değil. Her yerinin tuzaklı olduğunu biliyor," deyip sandalyeyi çevirdi. Ayaklarını sağlamca yere bastırarak kendini panonun önüne sürükledi. Büyük panonun önünde durduğunda arkasına yaslandı ve ellerini kolçağa yasladı. Gözleri sağ üst köşede duran fotoğrafa takılı kaldığında kollarını göğsünde bağladı.
Bakışları fotoğraftayken, "Şenol'u nerede ölmüşler?" diye sordu. Sessiz, göz ucuyla Mete'ye bakıp yeniden Selçuk'un sırtına baktı.
"Zirve'yi ve diğer askeri tuttukları depoda," dedi ve arkasına yaslandı. Selçuk, kafasını ağırca salladı ve kollarını göğsünden çekip sağ elini panoya uzattı. Kırmızı kalemle üzerine Arapça بيت أختها yazılmış haritayı aldı ve sandalyeyi masaya doğru döndürdü.
"Sanırım nereye götürüldüğünü artık biliyorum," dedi ve haritayı ağırca Çilingir'e doğru uzattı. Çilingir, haritayı aldığında Mete, yaslandığı yerden doğruldu ve Çilingir'in tuttuğu haritaya eğildi.
Mete, kaşlarını çattı, "Beit ukhtaha, yani kız kard-" dediği an Çilingir'e baktı. İkisinin de gözleri büyümüştü. Aynı anda konuştular.
"Rojin'i bulduğumuz ev."
🪶
4 Mart 2022 / 01:35 - Hakkâri
Mete Mert Çakır, Ağzından
Caner, sonunda gözlerini açmıştı. Onun hayata tutunması demek, benim de bir nebze rahat nefes almama yardımcı olmuştu. Kardeşim bana bu hayattaki en yakın varlığımdı. Eyşan'ın yeri bende ayrı olduğu için kıyaslamıyorum bile.
Artık daha önemli işlerimiz vardı.
Hakkâri'nin karanlık gecesinde, soğuk rüzgâr dağlardan hızla akıp, köyün üstüne düşen ince bir toprak bulutunu savuruyordu. Evler, her şeyden uzak, bir dağ köyünde kaybolmuş gibiydi. Çilingir'in uzattığı krokiyi elime alıp göz gezdirdim. Hakkâri'nin kuzeyine doğru ilerledikçe, şehirden izole olmuş bu köyün yeri daha da gizli kalıyordu.
Demek ki Rojin, burada saklanıyordu. Normal bir köyde kaldığı için de bulunamayacağını düşünmüş olmalıydı. Yarım ağız tebessüm ettim ve elimdeki krokiyi Çilingir'e verip ellerimi birbirine sürttüm. Eyşan'a olan sinirim henüz geçmemişti. Resmen, operasyona kendisini atıp, şehit düşmüş rolü yapacak düşüncesiyle karşıma gelmişti. Ona her ne kadar sinir olup kırılmış olsam da kokusu burnumda tütüyordu ya.
Ayrıca bu meseleler bittiğinde ve tamamen Miran Zafir'i ele geçirdiğimizde, ona evlilik teklifi edecektim. Yüzük bile almamıştım gerçi, onu da bir ara halletmem gerekti.
Gözlerimi sol bileğimdeki saatime çevirip derin bir nefes aldım ve Çilingir'e baktım. Çilingir, parmaklarına sıkıştırdığı sigarayı söndürüp üzerindeki kabanın cebine koydu ve bakışlarını bana çevirdi.
"Neyi bekliyoruz?" diye sorduğunda gözlerimi büyüttüm. "Senin sigaranı bitirmeni bekledim Çilingir. Sigara içerek mi alacaksın kadını?"
Çilingir, kaşlarını çatıp eliyle kendini işaret etti.
"Ben mi alacağım kadını?"
Gözlerimi devirdim.
"Yakaladığımızda sen taşıyacaksın ya Çilingir, kollarıma Eyşan'dan başkasını alacağımı düşünmedin herhalde?" diye çemkirdiğim sırada Çilingir'in yine egzoz kıkırtısına maruz kaldım. Bu adamın gülüşü her seferinde gülmeme sebep oluyordu. Her seferinde bunu yapmayı seviyordu. Gülerek kafamı iki yana salladığımda ağırca oturduğum taştan kalktım.
"İlle de yengem diyorsun he?" dediğinde bakışlarımı ona çevirdim. Çilingir'e kalkması için elimi uzattığımda önce uzattığım ele sonra da yüzüme baktı.
"Yengem kızmasın? Ayrıca beni seveceğini hiç düşünmüyorum. Duyacağı şeylerden sonra seni benimle yalnız bırakmak istemeyebilir."
Gülerek havadaki elimi kafasına savurdum. "Salak salak konuşma yamuk ağızlı. Yengen, öyle biri değil."
Çilingir, imalı bir şekilde bana baktığında gülüşümü bozup bir kez daha kafasına vurdum.
"Hele bir bahset bak ağzını nasıl dikiyorum."
Çilingir, gülerek ayağa kalktığında gözlerini devirdi ve ellerini kabanının ceplerine soktu.
"Valla yengeyi ilk gördüğümde suratı bembeyaz kesmişti Bozkurt."
Kızın, karşısındaki delirdik resmen.
Kafamı iki yana sallayıp, "Normal değil mi Çilingir? İlk defa beni öyle bir durumda gördü," dedikten sonra bakışlarımı odaklandığımız köyün girişine çevirdim. "Her neyse konumuza dönelim. Döndüğümüzde tanıştırırım seni yengenle."
Çilingir, benden önde ilerlemeye başladığında onu takip ederek sola doğru adımladım. Karanlık köydeki taş duvarlar yavaşça belirginleşmeye başlamıştı. Birkaç köpek havladı ama birbirleriyle oynayarak önümüzden koşturmaya başladılar. Köyün derinliklerine indiğimizde Çilingir'in adımları yavaşladı ve sağ tarafta durdu. Durduğumuz duvarın köşesinde önümüzdeki evi işaret etti.
"Burası olmalı."
Burası, eski taşlarla örülmüş, oldukça küçük bir evdi. Cam kenarındaki toprak saksılarda ölü bitkiler vardı. Dışarıdan bakan biri bu evin içinde kimse yok derdi ama içeride az bir yerden süzülen birkaç mum ışığı geliyordu. Diğer evlere göz attığımda çoğunun ışığı yanıyordu. Yeniden eve doğru baktım ve kafamı salladım.
"Burası. Pencere kenarına baksana," diye fısıldadığımda Çilingir, yürümeye başladı. Hafifçe eğilerek pencere kenarına doğru ilerledi. Adımlarını sessizce atıyordu, neredeyse yere dokunmuyormuş gibi. Ben de onu takip ettim, duvara yaslanarak içeriye göz gezdirdim. Mum ışığı, içerideki gölgeleri uzun ve belirsiz kılmıştı.
Karanlıkta kalmış siluet, masanın başında oturuyordu. Saçları omuzlarına dökülmüş, yüzü yarım yamalak görünüyordu. Ellerini birbirine kavuşturmuş, başını eğmişti. Bir şeyler mırıldanıyor gibiydi. Dua mı ediyordu, yoksa sessizce düşüncelere mi dalmıştı?
Çilingir geriye çekilip fısıldadı. "O mu?"
Kafamı salladım. "O."
Şimdi sıra içeri girmekteydi. Zor kısmı başlamıştı. Çilingir, elini kabanın iç cebine sokup geri çıkarttığında, parmaklarının arasında küçük bir çelik tel vardı. Ellerinin ustalıkla çalışmasını izledim. Birkaç saniye içinde, kapıdan gelen hafif bir 'klik' sesi duyuldu.
İçeri ilk giren ben oldum. Dikkatlice adım attım, içerideki hava ağır ve durgundu. Birkaç eski battaniye, yerdeki tahtalar üzerine serilmişti. Odanın köşesinde, duvara yaslanmış tahta bir sandalye duruyordu. Rojin, hâlâ aynı yerdeydi. Belimdeki silahı çıkartıp hızla sürgüyü çektim ve nişan aldım. Başını kaldırıp gözlerini bizimkilerle buluşturduğunda, yüzü aniden dondu.
Korku, önce göz bebeklerinde büyüdü, sonra kaslarına yayıldı. Ani bir hareketle geriye çekildi ama kaçacak bir yer yoktu.
"Elini kaldır, Rojin," dedim, sesimi olabildiğince yumuşak ama otoriter tuttum.
"Ne istiyorsunuz?" diye sordu, sesi titrek ve boğuktu.
Çilingir kapıyı kapattı, içeriyi tekrar karanlığa gömdü. "Bunu sen de gayet iyi biliyorsun."
Rojin'in nefesi sıklaşmıştı. Tedirginlikle odanın diğer köşesine doğru adım attı ama kaçamayacağını biliyordu. Sonunda durdu, dudaklarını sıktı ve gözlerini benden kaçırarak yere dikti.
"Beni öldürecek misiniz?"
Bir adım attım. "Öldürmek isteseydik, bunu çoktan yapmış olurduk."
Sessizlik oldu.
Rojin, birkaç saniye boyunca nefes alıp verişini kontrol etmeye çalıştı. Sonra gözleri yeniden benimkilere kilitlendi. Karşımdaki kadının içinde bir savaş vardı. Korku ve kabulleniş, kaçış ve teslimiyet arasında gidip gelen bir savaş.
"Bizimle geleceksin," dedim. "Şimdi."
Bir an tereddüt etti. Ellerini yumruk yapıp gevşetti. "Beni aldığınıza pişman olursunuz. Miran, bunu sizin yanınıza bırakmaz."
Gözlerimi devirip Çilingir'e baktım. Çilingir, kadına bir adımda yaklaşıp elini kaldırdı ve boynuna sertçe vurdu. Rojin'in tepki vermeye bile fırsatı olmamıştı. Çilingir, karşısındaki terörist bile olsa bir kadın diyerek nazikçe kucağına aldı ve kapıya doğru ilerledi.
Köy, o kadar köhneydi ki kimse o gün Rojin'i çıkartıp götürdüğümüzü görmedi.
🐾
21 Mayıs 2022 – 06:12 / Şırnak
Mete Mert Çakır, Ağzından
Doksan altı saat.
Ben Eyşan'sız doksan altıncı saate girerken güneş, ufuktan daha yeni doğmaya başlıyordu. Gökyüzünde bıraktığı alacalı tanı mavide pembe bir iz bırakırken, parmaklarımın arasındaki sigara bitmek üzereydi. Tütünün acı dumanı ciğerlerime dolarken, içimdeki boşluğu doldurmuyordu. Doksan altı saat. Dile kolay ama zaman içimde bükülüyordu sanki. Bazen bir saniye bile geçmek bilmezken, bazen saatler göz açıp kapayıncaya kadar kayboluyordu.
Sol bileğimdeki saate baktım, 06:12.
Şırnak'ta sabahlar soğuk olurdu ama içimi donduran hava değildi. İçimi, elimde olmadan zihnime kazınan o ihtimaller üşütüyordu. Eyşan'ın o evde olduğunu biliyorduk ama gidememiştik. Köyün tüm girişleri kapatılmış ve sıkı önlemler almışlardı. İçeri sızma durumunu konuştuğumuzda, 'Eyşan'a zarar verirler.' diye babam izin vermemişti.
Albay Alparslan Çakır'a; babama, 'O bölgenin üzerinden dron veya hava aracı geçirelim.' dediğimizde ise, sinyal kesicilerin olduğunu ve en aksi bir durumda yine Eyşan'a zarar verebileceklerini söylemişti.
Elimiz kolumuz bağlı kalmıştık resmen, hiçbir şey yapamıyorduk ve bu durum, beni artık tükenişin sınırına getirmişti. Çenemi sıktım, parmaklarımdaki sigaranın son izmaritini yere fırlattım. Küçük, kızıl bir kıvılcım parladı ve yok oldu. Parmaklarımın ucunda kalan boş süngeri metal küllüğün içine bıraktım.
Arkamdan gelen adım sesiyle derin bir iç çektim ve gözlerimi ufuktan ayırdım. Yüzümü sağ omzuma çevirip göz ucuyla gelene baktım. Çilingir, iki elinde tuttuğu karton bardaktaki kahvelerle yanımda durdu.
"O günden beri ağzına bir lokma sokmadın. Hiç olmazsa şu zıkkımı iç," dedi ve sol elindeki bardağı bana uzattı. Sağ elimi uzatıp aldım. Dumanı üstünde tüten kahveyi kendime doğru yaklaştıracaktım ki gözlerimi kapattım. Ya açsa? Ya bir yudum su bile içemediyse? Ben şimdi nasıl içerdim bu kahveyi?
Gözlerimi açıp soldaki kulübede duran askere baktım. Ağırca yutkunup ona doğru yürüdüm ve elimdeki bardağı ona uzattım. Asker, esas duruşunu bozmadan bir gözlerime bir de ona uzattığım bardağa baktı. Biraz daha ona doğru yaklaştırdığımda "Al, ben içemeyeceğim. Sen iç ziyan olmasın." dedim. Gözlerini kırpıştırdığında burukça gülümsedim ve kafamı salladım. "Al dedim, teğmen," deyip kaşlarımı kaldırdığımda boğazını temizledi ve esas duruşunu bozup kahveyi aldı.
Yanına geçip ellerimi ceplerime soktuğumda Çilingir'e baktım. Çilingir, yanından geçen askere elindeki kahveyi verip gönderdiğinde ellerini ceplerine soktu ve açık alana doğru yürümeye başladı. Göz ucuyla kahvesinden hâlâ yudum almayan askeri izledim.
"İçsene, soğutma. Bir şey olursa bende buradayım. Kimse bir şey diyemez, iç," diye mırıldandığımda asker küçük bir yudum aldı ve derin bir nefes aldı.
"Allah razı olsun komutanım."
Bir hissin kalbimi sıktığını hissettiğimde gözlerimin dolmasına engel olamadım. Gözlerimi kırpıştırarak, göz pınarlarımdaki yaşları geri savuşturmaya çalıştım.
"Âmin, Allah hepimizden razı olsun," demekle yetinebildim. O kahvesini içerken bende sessiz bir şekilde yanında duruyordum. Ufuktan yükselen güneş, bölgeyi aydınlığa kavuşturmak istermişçesine tüm heybetiyle ışıldıyordu. Derin bir nefes alırken "Adın ne?" diye sordum bir anda, yanımdaki teğmene. Ayağını bir an için yere vurduğunu duydum.
"Kaan Tunçer, İstanbul komutanım."
"Peki, isimler hakkında düşündün mü?" dedim, birden Eyşan'a. Eyşan ise gülümseyerek başını salladı. "Henüz değil. Ama sen düşünmüşsündür, itiraf et."
Omzumu silktim ama içim içimi kemiriyordu. "Sadece birkaç fikir..." dedim ama sesimdeki heyecanı sanırım gizleyememiştim.
Eyşan, gözlerindeki parıltıyla, "Paylaş bakalım," dedi merakla.
"Eğer bir kız olursa," dedim, ona bakarak, "belki Toprak. Toprağımdan bir parça."
Eyşan, gülümsedi. "Ve erkek için?"
Aklıma gelen değil, günlük tuttuğum zamanlardan kalan o ilk ismi söyledim.
"Belki Kaan," dedim. "Kısa, güçlü, anlamlı."
Zihnime düşen anıdan gözleri dolu çıktığımda yanımdaki askerin bana baktığını fark ettim.
"Komutanım iyi misiniz?"
Kafamı sallayıp yanından ayrıldığımda kendimi nereye atacağımı bilemedim. Sağ köşede kalan prefabriğe doğru ilerleyip kapıyı açtım ve içeriye girdim. Sırtımı duvara yaslayıp yavaşça yere çöktüğümde, dudaklarımdan dökülen hıçkırıklarıma engel olamıyordum. Kollarımı dizlerimin etrafına dolayıp alnımı sağ dizimin üzerine bastırdım.
Karım o aşağılık herifin yanındaydı ve elimden hiçbir şey gelmiyordu. Alamıyordum, gidip kurtaramıyordum. Çekip çıkartamıyordum. Ne yaptıklarını bile bilemezken zihnimin hâlâ nasıl çalıştığını bile bilmiyordum. Nefes alıyordum ama boşaydı. Sağ mıydılar onu bile bilmiyordum. Prefabriğin kapısının açıldığını duyduğumda kafamı kaldırma tenezzülünde bile bulunmadım. Çilingir olduğunu biliyordum. Burnumu çekip derin bir nefes aldığımda, onun gürültülü bir nefes bıraktığını işitmiştim.
Sırtımda elini hissettiğimde yeniden burnumu çektim ve alnımı dizimden ayırıp sol yanağımı dizime yaslayıp ona baktım. Dolu gözlerindeki yaşları bıraktığında yüzümü buruşturarak hıçkırdım. Çilingir, dizlerini yere bastırıp alnını sırtıma yasladı. Hepimiz tükeniyorduk ve hiç kimse bir şey yapamıyordu.
"Özür dilerim Mete," dedi hıçkırıklarının arasından, "İlk defa elim kolum bağlandı. Hiçbir yere uzanamıyorum, çok özür dilerim."
Çilingir'in dedikleriyle gözlerimi sıkıca yumdum. Ne Suikast Ekibi ne de Hayalet Ekibi bu konuda bir şey yapabilmişti. Yalnızca bilgi alışverişi yapmaya güçleri yetmişti. Burnumu çekerek nefes almaya çalıştım. Titrekçe aldığım nefesle doğruldum ve kafamı iki yana salladım.
"Ne zamana kadar onu orada tutabilir ki?" diye sorguladığımda Çilingir, alnını sırtımdan çekip bana baktı. Altın sarısıyla bal rengi arasında gidip gelen tonları, içindeki dalgalanmayı ele veriyordu. Öfkesi, sabırla harmanlanmış bir şekilde göz bebeklerinin kenarına sinmişti ama en çok da orada, gözlerinin hemen altında biriken ince gölgelerde sessizce duran çaresizliği fark ettim.
Sanki bir an bile gözlerini kırpacak olsa, içinde tuttuğu her şey taşacak ve bir daha asla yerine konamayacaktı. Onu ilk defa karşımda bu kadar çaresiz görmüştüm. Sessiz kaldığında gözlerimi kaçırıp yerden destek alarak ayağa kalktım ve elimi yüzüme götürüp derin bir nefes çektim. Avuç içlerimle yanaklarımı silip yutkundum ve burnumu çekip bir şey demeden prefabrikten çıktım.
Askeriye binasından koşarak çıkan Caner'i fark ettiğimde, kaşlarımı çatıp ona doğru yürümeye başladım. Caner, endişeli bir şekilde sağa sola bakınırken "Caner!" diye bağırdım ve adımlarımı hızlandırdım. Beni gördüğü an elini havaya kaldırdı ve 'gel' diye sallayarak içeriye doğru koştu. Adımlarımı hızlandırıp koşmaya başladığımda nefeslerim yine hızlanmaya başlamıştı. Arkamdan gelen adımlar yanımda koşmaya devam ettiğinde tam öne doğru düşecektim ki koluma girip koşmaya devam ettirdi.
Caner, koordinasyon merkezinin aralı kapısından içeriye girdiğinde, kolumdan tutan Çilingir ile arkasından girdik. Babam, ayakta duran Osman'a bakarak önündeki haritayı gösterdi. Selçuk, beni gördüğü gibi yanıma gelip kulağıma yaklaştı.
"Kıyam'dan haber geldi. Köyü tahliye etmeye başlamışlar. Eyşan, hâlâ evin içindeymiş. Baskın yapacağız." dediğinde zihnimdeki çınlamayla Selçuk'un yüzüne baktım. Kolumu sıvazlayarak geriye doğru adımladı ve hızla Caner'e doğru yürüdü. Üç adımda Osman'ın yanına ulaşıp babama baktım.
"Her ihtimale karşı, dünden beri hazırlıklıyız. Kirpi bekliyor, üzerlerinizde mühimmatlarınız var. Her olası durumu göz önünde bulundurun. Kartal, sizinle gelecek. Müdahale edilmesi gereken bir noktada müdahale sağlayacak fakat çatışmada yer almayacak." dedi ve bir adım geri çekilip Caner ve Selçuk'a döndü.
"Her ihtimale karşı, civardaki en yakın hastaneye gidin ve orada bekleyin. Eyşan'ın sağlık durumunu bilmiyoruz. Etrafı ablukaya aldırın. Kuş uçmayacak, uçarsa ikinizden bilirim."
En sonunda gözlerini bana çevirdiğinde gözlerimi kırpıştırarak ona baktım.
"Orada sakin ol evlat," dedi ve ellerini yanaklarıma koyup hafifçe kafamı sarstı, "Karını aslanlar gibi çıkaracağız oradan."
Doksan altı saatten sonra ilk defa dudaklarımın kenarları heyecanla kıvrıldı. Dişlerimi göstererek babama gülümsediğimde babam, gülümseyerek alnıma bir öpücük kondurdu ve burnunu çekerek ellerini yanaklarımdan çekti.
"Hadi bakalım çocuklar, Güvercin'i yuvaya getirelim."
Geliyoruz, dayan karıcığım.
Dayan canım, dayan can yoldaşım.
🥲
21 Mayıs 2022 – 08:15 / Hakkâri
Yazar, Ağzından
Keklik Gibi, Melek Mosso
Köyde kuş uçmuyordu. Havanın içinde bir ölüm sessizliği vardı. Sabahın ilk ışıkları dağların eteklerine vuruyor, taşlarla bütünleşen dağ sırtları, sanki bu dünyanın dışında bir yerden bakıyormuş gibi, derin bir yalnızlık yayıyordu. Hakkâri'nin sert, keskin havası bu kez kararmıştı; yorgun, boğulmuş bir toprak kokusu vardı. Çimenler, yılların izini taşıyan taşlarla kavrulmuştu ve etraftaki her şey, kaybolmuş bir zamanın yankısı gibi duruyordu.
Kıyam, karanlık bir gölge gibi dağın yüksek noktasına yerleşmişti. Hava o kadar kalındı ki, insanın nefesi boğuluyordu. Sadece gözleri, dikkatli ve kararlı, aşağıdaki köyün üzerine odaklanmıştı. Etrafındaki kaya parçaları, onu bir parçasıymış gibi kucaklıyordu. Efsane bir avcı gibi, kollarındaki gerilim her geçen saniye artıyordu.
Hemen arkasındaki kayanın içine yerleştirdiği telsizin tuşuna bastı. "Kirpi, ortalıkta kimse görünmüyor. Hedef içeride, yavaş ilerle. Sol kanat içeriye dahil olabilirsiniz." Ses, donuk ve soğuk bir şekilde yankılandı. Köyün girişindeki kirpi, en yavaş haliyle sessiz ve sanki kimse kalmamış köyün içerisine doğru ilerlediğinde, sol kanattan yaklaşan otuz Türk askeri etrafı hızla ablukaya aldı.
Fakat bilmedikleri bir şey vardı.
Elias Farouq, henüz köyden ayrılmamıştı.
Elias Farouq, sanki hiçbir şey olmuyormuşçasına oturduğu eski sandalyeden ayağa kalktı ve gözleri kapalı Eyşan'a doğru ilerledi. Hemen koltuğun sağ tarafında, yerde duran kulpu tuttu ve yukarıya doğru kaldırdı, duvara yasladı. Açılan tahtadan aşağıya doğru bakıp derin bir nefes aldı. Eyşan'ın üzerindeki pikeyi kaldırıp sol elinde tuttuğu şırınganın iğnesini Eyşan'ın sol uyluğunun üzerine bastırdı. İçindeki şeffaf sıvıyı enjekte etti. Boş kalan şırıngayı çıkartıp pikeyi düzeltti ve tahtaya doğru eğildi. Tahta merdivenleri inerek, duvara yaslı kapağı üzerine kapattı. Aşağıya indiğinde ise gülümseyerek onu bekleyen araca doğru yürüdü.
Eyşan, ellerini karnına koyarak kıvrandığı sıra gözlerini acıyla açtı. Ellerine ve ayaklarına baktığında bağlı olmadığını fark etti ama yerinden kımıldayamıyordu. Karnındaki sızı daha da güçlenmiş olmalıydı ki bağırmak istedi fakat dudaklarının arasındaki bezden dolayı bağıramıyordu. Yanaklarından akan yaşlarla kıvranmaya devam etti.
Kirpinin içinde durması için bekleyen Osman, Çilingir ve Kartal her ana hazırdı ve Mete'ye bakıyorlardı. Kapının yanında oturan Mete, alt dudağını kemirerek eli kapının üzerinde bekliyordu. Kirpi ağırca yavaşlamaya başladığında otuz Türk askerinden, on ikisi hızla evin etrafını kuşattı.
"Biz yerimizi aldık, temiz." komutuyla duran kirpinin ardından Mete, hızla kapıya abandı. Evin etrafından kirpiye doğru uzanan mesafe arası sekiz asker, etten duvar örmüştü. Mete, hızla kirpiden atlayıp eve doğru koşmaya başladığında Osman ve Çilingir peşinden ilerledi. Kapının yanında duran iki asker, hızla kapıya tekme vurup açtıklarında sol kanadında duran asker içeriye girdi. Elindeki uzun namlulu silahıyla etrafı kolaçan ederken Mete, içeriye sızdı.
Asker, soldaki kapıya tekme savurdu ve içeriye girdi. Eyşan ile göz gözde geldi.
"Komutanım burada!" diye bağırdı. Mete hızla içeriye girdiğinde, Eyşan onu gördü ve daha çok ağlamaya başladı. Mete, hızla ona doğru adım attı. "Eyşan! Geldim yavrum, geldim bak buradayım." sesindeki o tanıdık rahatlatıcı tını, bir an bile olsa gözlerindeki korkuyu dindiremedi.
Mete, hızla Eyşan'ın ağzındaki bezi çekiştirdi. Bez, dilinden kayarak çekildiğinde, Eyşan bir çığlık attı. Çığlık, sanki her bir damlasıyla dünyayı sarsacakmış gibi yankılandı. Ellerini daha sıkı sardı, karın bölgesini kavrayan korku ve acı iyice belirginleşti. Mete, büyük bir korkuyla Eyşan'ın ellerini buldu. Pikenin ucundan tutup ellerini kaldırdı ve hızla üzerinden fırlattı. O an, gözlerinde neredeyse bir dehşet vardı.
Mete, gözlerini kırpıştırarak "Hayır, hayır, hayır! Bir şey olmayacak korkma." dedi ve hızla Eyşan'ı kucağına alıp dışarıya doğru büyük adımlarla yürümeye başladı. Mete, "Korkma, bir şey olmayacak." dedi ama o an Eyşan'ın çığlığı ve haykırışları Mete'nin yüzünün acıyla buruşmasına neden olmuştu.
Osman ve Çilingir, kapının önünden hızla onlara doğru döndü. İkisinin gözleri, büyük bir şaşkınlıkla açıldı ve Eyşan'ın elini bastırdıkları yere bakakaldılar. Onlar da bu anın ciddiyetini fark etmişti, her şey sanki bir kademe daha yakın, bir kademe daha tehlikeli hale geliyordu. Mete, önlerinden geçerken, Osman ve Çilingir hızla peşlerine takıldılar. Kirpinin kapılarını tuttular.
Mete, kucağındaki Eyşan'ı sıkıca tutarken, hızla kirpiye geçip oturdu. Osman ve Çilingir, kapıları kapatırken, zaman bir kez daha ağırlaştı. Mete, başını kaldırıp sağ baktı. "Sür!" diye bağırdı, sesindeki acıyı bastırmaya çalışarak, bakışlarını Eyşan'a çevirdi. "Dayan gülüm, bir şey olmayacak." dedi. Kafasını iki yana sallarken, sesindeki titreme de yükseliyordu.
Mete, göğsünde hissettiği o çığlıkları bastırmak için dikkatlice elini Eyşan'ın karnına koydu. O an, parmakları arasındaki bağlantı, bir sarmal gibi kayboluyor, birbirlerine sanki daha da yakınlaşıyorlarmış gibi hissettiler.
Eyşan, daha da fazla çığlık atmaya başladı, ağzından çıkan sesler, dehşetle karışıyordu. Sanki her şeyin sonu gelmişti, zaman durmuş gibiydi. Mete, bu çığlıkların arasındaki acıyı sarmaya, onu sakinleştirmeye çalışarak elini daha sıkı yerleştirdi. Yavaşça, titrek bir sesle, "Eyşan, sakin ol. Korkma, bir şey olmayacak." dedi. Sesindeki güçsüzlük, hissettikleriyle örtüşüyordu ama bir an olsun bile bırakmamaya kararlıydı.
Eyşan, bir elini karnından çekip Mete'nin üzerindeki üniformayı kavrayarak yüzünü Mete'nin göğsüne gömdü. Mete, sol koluyla Eyşan'ı daha sıkı sardı, ağlamaklı yüz ifadesiyle "Çok özür dilerim. Çok özür dilerim, geç kaldım. Geç kaldım, çok özür dilerim!" dedi ama cümleleri Eyşan'ın çığlıklarının arasında kayboluyordu.
Kartal, elindeki gazlı bezle öylece kaldığında gözlerini kapattı. Bu konu onu aşardı, müdahale edemedi. Çilingir, gözlerini Mete'nin yüzünden çekemedi. Her yüzünü buruşturduğunda yumruğunu biraz daha sıktı. Osman, şok olmuş bir şekilde Eyşan'ın çığlıklarını dinliyordu.
Kirpi, ani bir frenle durduğunda, her şey bir an için yavaşladı. Çilingir, hızla Mete ve Eyşan'ın savrulmaması için onları sıkıca tuttu. Eyşan, çığlıklarıyla yaşam belirtisini belli ederken titremeye devam ediyordu. Mete, titreyen sağ elini hızla Eyşan'ın karnından çekti, bir an için tereddüt etti ama hızla sağ dizinin altından geçirip ayağa kalktı. Her hareketi, sanki dünyadaki tüm yükü taşır gibiydi.
Osman, kapıları açıp sağda, sedyeyle bekleyen görevlilere işaret etti. İki kişi sedyeyi kirpinin kapısına doğru yaklaştırdı. Mete, kirpiden kafasını eğerek indi ve hızla Eyşan'ı sedyeye yatırdı. Eyşan, kıvranarak sola doğru yattığında, sedye hafifçe hareket etmeye başlamıştı. Mete'nin gözlerinde bir şeyler kırılıyordu; kalbi, her saniye biraz daha ağrıyordu.
İçeride bekleyen Selçuk, Caner ve Alparslan Çakır meraklı bir bekleyiş içerisindeydiler. Eyşan'ın çığlığı tüm hastaneyi sarhoş etmiş gibi yankılandı, kulakları sağır ediyordu. Üçü de sedyeyi gördüklerinde adeta donakalmışlardı. Mete'yi sedyenin arkasından büyük adımlarla ilerlerken görmeleriyle, her biri bir adım geriye çekildi. Gözlerinde, bir türlü çözülemeyen bir korku vardı.
Acil kapısından çıkan doktor, kaşlarını çatarak onları izlerken, hemşire, "Düşük yapıyor!" diye bağırarak sedyeyi yönlendirdi. O an, Mete'nin adımları bir anda durdu. Bir taş gibi yerleşen korku, tüm vücudunu sardı. Gözleri, bir adım geri atamayacak kadar derinleşti, derin bir nefes aldı. Doktor, sedyenin peşinden hızla ilerlerken Mete, dizlerinin üzerine çöktü.
Öne doğru eğilip bunca zamana kadar tuttuğu haykırışı bıraktı. "Geç kaldım!" diye bağırmaya devam ederken ellerini yere vurmaya başladı. Çilingir, hızla Mete'nin yanına çöküp kollarının iki yanından sarıldı. Selçuk ve Caner, dolan gözleriyle Mete'nin yanına koşup çöktüklerinde Mete, başını geriye attı.
Her bir çığlık, içindeki bütün umutları yakıyor, bedenini paramparça ediyordu. Kartal, hızla önündeki çantadan sakinleştirici iğnesini çıkarttı, Selçuk ile Caner'in arasından yere çöktü. Mete'nin bacağına vurduğu iğneyi geriye çektiğinde Caner, gözlerini kırpıştırarak Mete'nin yüzünü avuçlarının arasına aldı. Mete, alnını Caner'in alnına yasladığında hıçkırıklarının arasından "Geç kaldık Caner." diye fısıldadı.
Selçuk, gözünden akan yaşlarla geriye doğru çekilirken Mete, yavaşça sakinleştirici iğnesi yüzünden gözlerini kapattı. Caner, hıçkırarak Mete'nin yüzünü göğsüne doğru bastırdı. Çilingir, Mete'yi Caner'in kolları arasına bırakıp hıçkırarak sırtını duvara yasladı ve dizlerini kendine doğru çekti. Hıçkırarak yüzünü dizlerine gömdü.
Alparslan Çakır, gözünden akan yaşlarla gözlerini kapattı ve dişlerini sıktı. İntikamı bir nefes misali dudaklarından süzüldü.
"Seni öylece öldürmeyeceğim Elias. Sen benim ciğerimi yaktın, ben senin yavaş yavaş yanışını seyredeceğim. Bugüne andım olsun ki toprağa külün bile değmeyecek."
-
"Bir insanın yıkılması, en yüksek sevdayı deneyimlediğinin kanıtıdır.
Her şeyin sona erdiği an, her şeyin başladığı andır."
Emily Dickinson
BÖLÜM SONU
Eman, eman, eman! Helüüü, nasılsınız?
Gözlerde yaş varsa derin bir nefes alın ve rahatlayın. Korkmayın, çünkü hiçbir şey olmayacak. Ya ben ikizlere kıyar mıyım hiç! Aaaa! Kabuslarıma girer olmaz valla!
Meteciğim... Üzümlü kekim... Ah ben senin gözyaşlarına kurban olurum. Ne ağladın be! Şahsen Mete'yi yazarken o kadar zorlandım ki her paragrafında onunla birlikte sanki bende ağladım. Emily Dickinson'ın sözü misali olacak. Mete sevdasından yıkıldı ama çok güçlü bir şekilde ayağa kalkacak.
Hepsi ayağa kalkacak. Çünkü bu son kitap ve Elias Farouq'un bileti bu kitap içerisinde kesilecek ama tabii nasıl olacağı muamma. Diğer bölümde bakalım ne okuyacağız? O halde;
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle
Sultan Çakır
bir mart iki bin yirmi beş
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.29k Okunma |
1.47k Oy |
0 Takip |
88 Bölümlü Kitap |