58. Bölüm

XLIV - DÜNE İÇİLEN ANT

Sultan Çakır
sultanakr

 

8 MART, TARİHİN HER SAYFASINA KAZINMIŞ BİR DİRENİŞİN, BİR DEVRİMİN ADIDIR; EMEKÇİ KADINLARIN, SESLERİNİ YÜKSELTTİĞİ HER AN, ADALETİN KAPILARINI ARALAYAN BİR ÇAĞRIYA DÖNÜŞÜR.

 

UNUTMA!

 

"Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil,

 

omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın."

 

Mustafa Kemal ATATÜRK

 

Helüüü, ben geldim. Nasılsınız? Öncelikle yukarıdaki şarkının 4:19 ile 4:30 arasındaki haykırış, Mete'nin zihnindeki bahsettiği olay. Yani bir nevi bu bölümün pik şarkısı olabilir.

 

Evet, bir haftadan beri yoktum o yüzden sizi bekletmeden bölüme alayım, buyurunuz efenim...

Bölüm Şarkıları;

Dondante, My Morning Jacket

Halbuki, Yalın

The Way, Zack Hemsey

Dönence, Barış Manço

 

🕊️

XLIV

Psikolojik yıkım, insanın zihinsel, duygusal ve hatta fiziksel dengesini altüst eden bir süreçtir. Genellikle travmalar, büyük kayıplar, ihanetler veya aşırı stres altında kalmak gibi etkenlerle tetiklenir. Bir insanın psikolojik olarak yıkılması, onun kimliğini, güven duygusunu, gerçeklik algısını ve hayata karşı olan bakış açısını yerle bir edebilir.

Bazı insanlar bu tür bir yıkımın içinde kaybolurken, bazıları enkazın içinden yeniden doğar. Yıkımın en ağır tarafı, insanın kendini bile tanıyamaz hale gelmesidir. Eskiden güçlü olduğuna inandığı noktaların aslında ne kadar kırılgan olduğunu fark eder. Kendi içindeki karanlıkla yüzleşmek zorunda kalır ama bu süreç, aynı zamanda bir tür yeniden doğuşa da yol açabilir. Zira bazı yıkımlar, insanın içindeki asıl gücü keşfetmesine neden olur.

Kırılma anları, insanın en savunmasız olduğu anlardır ama aynı zamanda en dürüst olduğu anlardır da. Orada maske yoktur. Gerçek acı, gerçek öfke, gerçek çaresizlik vardır.

Ve bazen, işte tam da bu yüzden, en büyük dönüşümler yıkımın içinden çıkar.

 

96 Saat Önce

18 Mayıs 2022

Eyşan Çakır, Ağzından

Pişmanlıklar, ruhun derinliklerinde yankılanan hüzünlü bir şarkıdır. Her biri, kalbin dokularına işlenmiş, geçmişin gölgelerinde saklanan hatıralardır.

Bir insanın yapamadıkları, kaderin ince dokunuşlarıyla biçimlendirilmiş, zamana karşı işlenmiş unutulmaz birer izdir. Geride bıraktığı fırsatlar, bir daha eline geçmeyeceğini bilmenin verdiği tarifsiz bir acıdır.

Her pişmanlık, içten içe kemiren bir kurtçuk misali, anıları karanlık bir perdeyle örter. Günün ilk ışıklarıyla birlikte gelen umut, pişmanlıkların ağırlığı altında ezilirken, yapamadıklarıyla yüzleşen ruh, derin bir iç çekişle kabullenir kaderini. Kaçırılan fırsatlar, bir zamanlar parıldayan ancak şimdi matlaşmış birer mücevher gibi, ulaşılmazlığın acımasız gerçeğini hatırlatır.

İçin için yanmak, bir ateşin kavurduğu gibi, geçmişin hatalarının ve yapamadıklarının sıcaklığını hissetmektir. Bu ateş, insanın içindeki en derin yerlere kadar işler ve her nefeste yanan bir kömür gibi, ağır ağır tüketir ruhu. Pişmanlık, zamanın sonsuz akışında, insanın kendisiyle yaptığı sessiz ve bitmek bilmeyen bir hesaplaşmadır. Yapamadıkları ise, hayatın çarkları arasında ezilip giden hayallerin acı hatıralarını taşır.

Böylelikle, pişmanlıklar ve yapamadıklarıyla yüzleşen her ruh, hayatın karmaşık labirentinde kaybolur. Her dönemeçte, bir zamanlar seçmediği yolların ve gerçekleştiremediği hayallerin yankılarını duyar. Bu yankılar, insanın iç dünyasında birer anıt gibi yükselir ve pişmanlıkların ağırlığı altında ezilen ruh, her adımda derin bir iç çekişle geçmişine veda eder.

Bir çocuk gibi büyümedim. Bir asker gibi yetiştirildim. Hayat bana masallar fısıldamadı, ninniler yerine emirler işittim. Oyun parklarında koşsam da silahların gölgesinde adımlarımı saymayı öğrendim. Küçük düşler kuramadım, çünkü düşlerimin içinde bile tetikte olmalıydım. Çocukların saklambaç oynadığı yaşta, ben karanlıkta nasıl görünmez olunacağını öğrendim.

Bile isteye bunu istedim, kendi kararımdı.

Bazen içimde bir çocuk fısıldıyor. Küçük, kırılgan bir sesle, bana kaybettiklerimi hatırlatıyor. "Ne zaman düşmeyi unuttun?" diyor. "Ne zaman kendine bile yabancılaştın?" Ona cevap veremiyorum. Çünkü düşmemeyi öğrenmek, aslında içimdeki her şeyi kaybetmek anlamına gelmişti.

Beklemediğim bir anda hayatıma Mete girdi. O beni, çözülmesi imkânsız sandığım düğümlerden biri gibi gördü belki de. Açılmaya direnmem, gardımı hiç indirmemem umurunda değildi. Sabırla, inatla, beni ben yapan duvarlarıma çarpa çarpa yanımda kalmaya devam etti. Gözlerindeki yansımaya baktığımda, orada sadece bir asker değil içimdeki çocuğu gördüğümü fark ettim. İşte o zaman her şey değişmeye başladı.

İlk başta fark etmedim ya da fark etmek istemedim. Gün geçtikçe içimdeki o savaşın sesi, Mete'nin varlığıyla biraz daha kısılmaya başladı. Onun yanında geçmişin ağırlığı bir anlığına hafifliyor, yaralarımın sızısı azalıyor gibiydi. Korktum. Çünkü bir asker duygularına teslim olamazdı, hele ki geçmişi benim gibi karanlık ve yaralarla dolu olan biri için sevgi, en büyük zayıflıktı ama Mete, beni sadece sevmekle kalmadı, beni anladı.

Yıllarca ait olmadığım bir dünyada, hiç yerim yokmuş gibi hissettikten sonra, ilk kez bir yere ait olmanın ne demek olduğunu anladım. İkizlerim ve Mete'yle birlikte, savaşın ortasında bile bir aile kurabileceğimizi öğrendim.

Ta ki sobelenene kadar.

Elias Farouq.

Allah'ın belası, karanlığın ete kemiğe bürünmüş hâli.

Ne kadar kaçarsam kaçayım ne kadar uzağa gidersem gideyim, geçmişten tamamen kurtulamayacağımı yüzüme tokat gibi çarpan bir isimdi, Elias. O, sadece bir düşman değildi. O, geçmişte bıraktığımı sandığım bir kabustu. Karanlık bir gölge gibi ardımda dolanan, en mutlu anımı bile zehirleyebilecek kadar tehlikeli bir varlıktı.

Bu savaş bitmemişti ve daha yeni başlıyordu.

Sol omzumdaki elini çekip geriye doğru çekildi ve ellerini masanın üzerine koyarak sandalyeye oturdu. Başımdaki ağırlık henüz geçmediğinde dolayı kaşlarımın altından ona bakmaya devam ettim. Karnımın hemen altındaki ıslaklığın ne olduğunu düşünmek istemiyordum ama sormam gerekliymiş gibi hissediyorum.

Acı hissetmiyordum.

Tam ağzımı açıp bir şey söyleyecekken sağ elini kaldırdı ve kafasını iki yana salladı.

"Korkma, ikizlerin iyi ve sende iyisin, şimdilik. O kan senin kendi kanın," dedi ve kafasını sağa yatırdı, "nasıl olduğunu izlemek ister misin?" diye sordu ve dişlerini göstererek sırıttı. Ne yutkunabildim ne de bir tepki verebildim. Sanki kaldıramadığım kafam gibi kemiksiz dilim bile ağırlaşmıştı.

Elias, kahkaha atarak cebindeki telefonu çıkarttı ve ekrana dokunarak bana çevirdi. Gözlerimi kırpıştırıp görüntüye baktığımda, bedenimin yatağın üzerinde olduğunu fark ettim. Yüzünde maske olan bir adam sol kolumu sıyırıp benden üç tüp kan aldığında kaşlarımı çattığımı hissettim. Elindeki şeffaf, içi sıvı torbaya kanları boşaltıp çalkaladı ve birazını üzerime döküp geri kalanını odaya dökmeye başladı.

"Sen nasıl bir psikopatsın?" diye fısıldadığımda telefon ile görüntümü kesti ve yüzünü görmem için biraz önce baktığım yere doğru eğildi.

Kaşlarının altından bakarken o beyaz, korkunç gözünü kırptı. "Tahmin bile edemezsin," dedi ve ayağa kalktı. "Sen takıl burada, yarım saat sonra ait olduğun yerde olacaksın."

Bir şey dememi beklemeden çıktığında kafamı hâlâ kaldıramıyor olmam, boynumun ağrımasına neden olmuştu. Çığlık çığlığa bağırmak istiyordum ama yapamıyordum. Mete? Onlar en son görevden geleceklerdi, bana eve geç demişti. Saat kaçtı? Ne zamandan beri buradaydım?

Mete, o odanın halini görünce ne yapacaktı?

Ruhumun karanlığa çekilmeye başladığını fark ettiğimde, göz kapaklarım usulca gözlerimin üzerine kapandı. Derin bir sessizlik sardı etrafımı; bir zamanlar dünyayla olan bağım, ince bir ip gibi gerginleşti ve sonra yavaşça koptu. Bir an için, her şey kayboldu. Bedenim, yorgunluğun pençesinde teslim olmuştu ama ruhum karanlıkla dans ediyordu.

Bir huzursuzluk yayıldı içime. Sanki uzaklardan bir ses beni çağırıyordu, soğuk ve derin. Kendimi o sesin kollarına bırakmak istemesem de bilinçli bir şekilde bir adım daha attım o karanlık boşluğa. Her şey daha sessizdi, daha derindi. Havadaki her molekül, her nefesimle birlikte ağırlaşıyor, bir yük gibi omuzlarıma çöküyordu.

Bedenim uyuşmaya, zihnim kaybolmaya başladı. Uyku, bir hıza dönüşerek beni sarhoş etti. Her şey bulanıklaştı, zamanın ne kadar geçtiğini anlamadım. Bir an gözlerimi açtım ama her şey garipti; etrafımda hiçbir şeyin tam şekli yoktu. Gölgeler arasındaki sessiz hareketliliği fark ettim. Her şey kaybolmuştu ama aynı zamanda her şey hâlâ vardı. Sadece ben, her şeyden bir adım uzakta kalmıştım.

Ya da öyle olduğunu sanmıştım.

Ayaklarımın altında yumuşacık bir zemin oluştu, çim mi, kum mu bilmiyorum. Üzerime altın rengi bir ışık yağıyor, tenime sıcacık dokunuyordu. Başımı kaldırıyorum; gökyüzü sonsuz, bulutsuz, berrak...

Başımı indirdiğimde minicik bir kız çocuğu, çıplak ayaklarıyla toprağa basıyor. Üzerinde uçuşan, bembeyaz bir elbise var. Hafif bir rüzgâr, saçlarının ipeksi dalgalarını okşuyor. Kalbim hızla atıyor ama korkudan değil, bana doğru yaklaşıyor olmasındandı. Beni fark edince başını kaldırdı ve ilk defa onunla göz göze geldim.

Sol gözü kahverengi, sağ gözü ise gökyüzü kadar maviydi. Tıpkı babası gibi...

Tıpkı Mete gibi...

Ayaklarım istemsizce hareket etmeye başladığında ona doğru adımladım. Ellerimin titrediğini o an fark ettim. Eğer ona dokunursam, avuçlarımdaki nasırlar ona zarar verir miydi? Tenime işlenmiş kanın kokusundan rahatsız olur muydu?

Ona doğru yaklaşmaya devam ettikçe adımlarını yavaşlattı ama yürümeye devam etti. Benden kaçmadı tam tersine, gülümsedi. Sanki beni tanıyormuş ve hep burada beni beklemişçesine heyecanlı gibiydi. Tam karşısına geçtiğimde dizlerimin bağının çözüldüğünü hissettim ve dayanamayıp onunla aynı hizaya gelebilmek yavaşça çöktüm.

Farkında olmadan elimi ona doğru uzattığımda gülüşü büyüdü ve minik elini avcumun içine bıraktı. Sıcacık parmaklarını kıkırdayarak silah tutmaktan dolayı nasırlaşmış tenimde gezdirdi.

"Sen," dediğimi fark ettim. Göz pınarlarım yanıyordu ama gözlerimden yaş akmıyordu. "Sen, benim kızımsın?" diye sorarcasına kurduğum bu cümleyle kafasını sağ omzuna doğru eğdi. Gözleri ışıl ışıldı.

"Evet," dedi.

Bütün dünyanın burada durmasını istedim.

Sesini ilk defa duyuyordum. Bu sesi daha önce hiçbir yerde duymamıştım ama biliyordum. İçimde bir yerlerde, sanki hep vardı. Dudaklarındaki gülümsemesi içime işliyordu. Avcumdaki elini dudaklarıma doğru yükseltip incitmekten korkarcasına öptüm.

Bilinçsizce, "Nerede?" diyorum, sesim zor çıkıyordu, "İkizin nerede?"

Gözlerini kısarken gülümseyen dudaklarını büzdü, sanki bildiği tatlı bir sırrı paylaşır gibi. Bakışlarında muzip bir ifade vardı.

"Babamın yanında," deyip burun kıvırdı. Bakışları arkama kaydığında yüzündeki bütün ifade dondu ve ifadesizliğe büründü. Kaşlarımı çatıp arkama döndüğümde arkamda kimseyi görmüyorum. Yeniden önüme döndüğümde kızımın bir adamın kucağında olduğunu görüyorum. Ellerini bana doğru uzatmış ve çırpınırken gözlerinden akan yaşlarla bana bakıyordu. Dudaklarımdan dökülen haykırışlar ve çığlıklar ile çöktüğüm yerden kalkıyorum ve onların peşlerinden koşmaya başlıyorum.

Kulaklarıma Mete'nin haykırışları geldiğinde bir an için etrafıma bakıyorum ama göremiyorum. İçimde, derinlerde bir şeyler yerine oturuyor.

Dünya duruyor ve gökyüzü, yavaşça karanlığa gömülüyor.

🤔

Doktor, metal tepsinin hemen yanındaki eldivenleri aldı ve steril olmasına dikkat ederek hızla ellerine geçirdi. Damar yolu takılmış kadına bakıp tüm soğukkanlılıkla, sedyede yatan Eyşan'a doğru ilerledi. Sağında ve solunda duran hemşireler Eyşan'ın üzerindeki pijama takımını tutup yavaşça üzerinden sıyırdıklarında doktor elini hızla havaya kaldırdı.

"Durun," dediğinde iki hemşirede hareketsiz bir şekilde doktora baktı. Doktor, çatılmış kaşlarıyla Eyşan'ın durumunu kontrol etti.

"Üzerinde kan var ama bölgede bir kanama yok, düşük yapmamış, ellerinizi derhal geri çekin ve kan tahlili sonuçlarını hızlandırın," dedi ve eldivenlerini ellerinden sökercesine çıkartıp ameliyathane kapısından dışarıya çıktı. Üzerindeki mavi önlüğü tek eliyle söküp attı ve sol taraftaki bölmeye bırakıp adımlarını hızlandırdı. Buzlu camın önüne vardığında sağ elini sensöre uzattı ve sola doğru açılan kapıdan dışarıya sızdı.

Sağ duvara sırtlarını yaslamış bir şekilde çökmüş olan Caner, Çilingir ve Selçuk; dışarıya çıkan doktoru gördükleri anda hızla ayağa kalktılar ve doktorun önünü kestiler. Yüzlerindeki acının en keskin izleri, gözlerinde derin boşluklar bırakmıştı.

Caner, "Doktor Hanım Eyşa-" diyecekken doktor, sağ elini kaldırıp Caner'i susturdu.

"Bana, bir kadın polis memuru ve delil alması için bir personel yönlendirin."

Caner'in kaşları derince çatılırken Çilingir, tek kaşı yukarıya doğru kıvrılmış bir şekilde doktoru inceliyordu. Doktor, yanlış cümle kurduğunu fark ettiğinde boğazını temizledi ve kaşlarını havaya kaldırdı.

"Aklınıza kötü ve yanlış bir şey gelmesin ama farklı bir durum var, emin olmadan hiçbir şey diyemem. O yüzden polis memurunu ve bir personeli acil bir şekilde bana yönlendirin."

Selçuk, hızla doktorun dediğini yapmak için yanlarından ayrılırken doktor, yeniden içeriye girdi. Caner ve Çilingir, birbirlerine baktıkları an hâlâ kaşları çatık bir şekilde duruyorlardı.

Caner, dişlerinin arasından "Ne sikimsonik bir iş lan bu?" diye tısladığında Çilingir, gözlerini kırpıştırıp Mete'nin hemen solda kaldığı odanın kapısına baktı.

"Bilmiyorum ama içimden bir ses, ilk defa fena tufaya geldiğimizi söylüyor," dedi ve yeniden Caner'e baktı. Yanağının içini dişleyip dudaklarını içe doğru büktü ve sırtını duvara yaslayıp yavaşça yere çöktü. Caner'de yanına çöktüğünde kadın polis memuru elindeki malzemelerle içeriye girdi.

🤔

21 Mayıs 2022 / Hakkâri Devlet Hastanesi

Mete Mert Çakır, Ağzından

 

Dondante, My Morning Jacket

Bir yıldızın nasıl oluştuğunu hiç merak ettin mi? Sadece bir nokta gibi gözüküyor ama gerçekte ne kadar karmaşık bir süreçtir. Ben her zaman bir yıldızı, karanlıkta parlayan bir ışık olarak düşündüm. Ama bir yıldız, sadece ışık değildir. Her şeyden önce, o büyük boşlukta bir araya gelen gaz ve tozdan oluşur.

Her şey, devasa bir bulutla başlar. Uzayın derinliklerinde, bu bulutlar, hidrojen ve helyum gazlarının birleşiminden oluşur. Başlangıçta dağınıktır ama zamanla bu madde kendi çekim gücüyle bir araya gelir. Ve bu, yavaş ama emin adımlarla bir çekirdek oluşturur. O çekirdek, milyarlarca yıl süren bir yolculuğun başlangıcıdır. Gazlar sıkışır, ısınır ve bir noktada, yüksek sıcaklık ve basınç altında füzyon başlar falan filan.

Bir yıldızın oluşması sadece bir başlangıçtır. Yıldız, içindeki enerjiyi dışarıya doğru patlatırken, karanlık evrende parlamaya başlar. O ışık, ışıldamaya devam ettikçe, tüm çevresini aydınlatır. Bir yıldız, sadece bir parıltı değildir. Her şeyin başında, o büyük, sessiz ve gücünü içeriden alarak, varlığını dünyaya gösterir.

Evren, sayısız boşluktan ibarettir ve ben o boşluğun içindeki yıldızımı Eyşan olarak görmüştüm. Hangi karanlıkta olursam olayım, her zaman ışığını görmek istediğim bir yıldızdı. Tıpkı bir yıldız gibi, karanlıklarımı aydınlatıyordu.

O gece avuçlarım, Eyşan'ın hafif şişmiş karnına yerleştiğinde bakışlarımı karımın yüzünde gezdiriyordum. Gözleri çok hafif kısılmış, dudaklarındaki yorgun ama alaycı tebessümüyle beni izliyordu. Bir an için, gözlerimi karnına sabitledim ve ardından, Eyşan'a geri baktım.

"Onlar beni duymasa bile," dedim, sesim biraz titredi ama kararlıydı, "ben onların varlığını biliyorum. O yüzden onlarla konuşmaktan hiç usanmayacağım."

Gözlerim, bir an olsun Eyşan'dan başka hiçbir şey görmedi ama sesim karnındaki ikizlere doğru akıp gitti. Her kelime, her düşünce, sanki onlara bir dokunuş gibiydi. Bu, sadece boş bir umut değil, bu bir gerçekte aradığım bağdı. Dudaklarım Eyşan'ın karnına dokunurken ilk defa gözlerimi kapatıp orada soluklandım.

Eyşan'ın kıkırdamasını işittiğimde eş zamanlı olarak dudaklarımın yaslı olduğu teni de gülüşüyle hareketlenmişti. Genzimden yükselen gülüşümle küçük buselerimi kondurdum. Sadece onu değil, varlıklarımızı da öptüğümü biliyordum ve bu hayatımdaki en güzel anımdı.

Onlarla ilk defa konuşacaktım ve ilk cümlemin bir başlangıç olduğunu bilerek ve sonradan bir hata yaptığımı sonradan anlayacaktım. Hayat bunu bana, kafama vura vura gösterecekti.

"Siz, anneniz ile benim yıldızlarımsınız. Koskoca evrenimin içindeki yegâne varlıklarımsınız," demiştim.

Evren, sayısız boşluktan ibaretti ve ben orada, bir yuva kurabileceğime inanmıştım.

Ta ki süpernova olana kadar.

O an, her şeyin patladığı, her şeyin yerle bir olduğu an, hayal ettiğim evrenin aslında sadece geçici bir ışık parıltısı olduğunu fark ettim. Gözlerim, o sonsuz karanlıkta bir zamanlar parlayan o yıldızları aradı ama şimdi sadece bir boşluk vardı.

Bir yıldızın patlaması, bambaşka bir evrenin doğuşu gibiydi aslında. Hiçbir şey son bulmaz, sadece dönüşür. Süpernova, her şeyi yok etmekle kalmaz, aynı zamanda yeni hayatlar yaratır. O yıkımda bile bir umudu barındırıyordu evren. Ama ben... Ben o yıkımın içinde kaybolmuş, kendimi bulamamıştım. O iki küçük yıldız, süpernovanın patlamasından önce hiç var olmamış gibiydi.

Uyanıktım, koluma bağlı damar yolunun iğnesini hissedebiliyordum ama gözlerimi açacak cesaretim yoktu. O kadar çok şey yaşanmıştı ki, o an, gerçekliğin ne kadar acı verici olduğunu kabullenmek istemiyordum. Gözlerimi açıp, etrafımı görmek, belki de olduğum yerin farkına varmak beni daha da zayıf hissettirebilirdi. Bu kadar karanlık, bu kadar belirsizlik içinde, kaybolmak istiyordum ama her ne kadar dirensem de içimdeki ses, bu karanlıkla yüzleşmem gerektiğini söylüyordu.

Yalnız değildim, Eyşan'ı da düşünmem gerekliydi.

Gözlerimi araladım, sanki üzerime devrilmiş bir duvarı kaldırmak istermişçesine, her bir kasım ağrıyordu. O kadar güçsüzdüm ki, bir an için gözlerimin tamamen açılmayacağını düşündüm. Bulanık bir şekilde etrafımı tararken, odadaki her şeyin silikleşmiş olduğunu fark ettim. Hızla geçen saniyeler, her şeyin ağırlaştığı, derinleşen bir boşluğa doğru sürüklendiğimi hissettiriyordu ama o karanlığın içinde, Eyşan'ın sesi vardı. Onu düşündüm, onun varlığına sarılmak, bu karanlıkta kaybolmamak için bir yoldu.

Uzandığım yerden doğrulup kolumdaki damar yoluna baktım. Gözlerim, bir yılan misali serum kablosundan sürüklenirken bitmiş serum paketine çevrildi. Sol elimi kaldırıp damar yolunu çektim. İğnenin bıraktığı boşluktan bir gözyaşı misali akan kanı umursamadan sıyrılmış üniformamı bileğime doğru çekiştirip ayağa kalktım. Başımın üzerinde yıldızlar dönerken sedyeye geri oturmak zorunda kalmıştım ya da devrilmiştim, bilmiyordum.

Zihnimin içinde haykıran bir adam vardı.

Dışarı kusamadığım her bir cümle, içimde büyüyen bir hiddete dönüşüyordu. O kadar güçlüydü ki, neredeyse bedenimi parçalayacak gibi hissediyordum. Herkesin sesini duyabiliyor ama kendi sesimi duymakta zorlanıyordum. Ne kadar çığlık atsak da bir türlü dışarı çıkamıyorduk.

Odanın kapısını açıp dışarıya çıktığımı fark ettim. Yön kavramım yoktu ama bana doğru yaklaşan adım seslerini işitebiliyordum. Koluma sarılan bir elin sahibi hızla önüme geçtiğinde Caner olduğunu anladım. İlk defa birbirimize benzemiyorduk. O, hayatta kalan bir tohum gibiydi bense karşısında ölmüş bir fidan.

Ölmüş fidanın köklerini sökmek istedim. Çünkü o köklerin o tohumu zehirleyeceğini biliyordum.

Caner'in tam dudaklarını aralayıp bir şey demesini beklerken bir hareketlilik oldu ve Caner'in bakışları oraya doğru döndü. Beni bırakmadan kaşlarını hafifçe çattığında baktığı yere doğru baktım. Adımlarımın iradem doğrultusunda olmadan ilerlediğini ve doktora çekildiğimi fark ettim.

"Karım nasıl?" diye sorguladım. Bir an için sesimi duymadığını düşündüm. Çünkü bana düz bir şekilde bakmıyordu. Neredeyse utanmazca bana gülümseyecekti.

"Mete Bey," dedi, sesinde neşeli bir ton vardı. "Karınız iyi ve çocuklarınızda, Eyşan Hanım düşük yapmamış."

Zihnimde büyük bir çınlama olurken, aralanmış dudaklarımdan çektiğim nefesleri hissetmeye başladım. Kollarıma sarılan kolların varlığını fark etmeye başladığımda, Caner ile gözlerimiz kesişti. Yanağıma düşen ıslak sıcaklıkla gülmeye başladığımda Caner'de gülerek bana bakıyordu. Zihnimdeki bütün sesler sustu ve o haykıran adam yavaşça kayboldu.

"Ne, ne, nasıl?" diye sorarken kendime geldiğimi hissedebiliyordum ama Eyşan'ı görmeden tam olarak geleceğimi düşünmüyordum. Doktorun yüzü ciddileştiğinde hafifçe kaşlarımı alnımda buruşturdum. O sırada ameliyathane yazan alandan bir kadın polis memurunun bize yaklaştığını gördüm. Alnımdaki kaşlar hızla düşüp çatık bir vaziyette konumlanırken polis memuru tebessüm ile kafasını salladı.

Doktor, "Eyşan Hanım'ın üzerindeki kan size ait Mete Bey, kendi kanı değil. Eyşan Hanım'ın kan tahlilinde Atropin ve Fizostigmin tespit edildi. Atropin başlı başına bir uyarıcıdır fakat Fizostigmin bunu tam tersine çevirir. İkisi birleştirilmiş ve Eyşan Hanım'ın vücudunun kasılmasına neden olmuş. Ondan dolayı buraya geldiğinde kasılmaları vardı. Üzerinde kan gördüğümüz için de düşük yaptığını düşündük." dedi.

"Eyşan Hanım'ın üzerindeki kan size ait Mete Bey, kendi kanı değil."

Yüzümün ne hâle geldiğini bilmiyordum ama Caner'in yüzüne baktığımda dehşet bir şaşkınlık ifadesi yüzüne kazınmıştı.

"Ne?" diye sorguladığında gözlerini kırpıştırdı ve bakışlarını bana çevirdi. Üzerimdeki şaşkınlığı atabilmek için gözlerimi kırpıştırdım ve doktora baktım.

"Bir saniye ya," deyip kollarımı hafifçe kendime doğru çektim. Caner'in elleri üzerimden çekilirken çenemi dikleştirdim.

"Biz buraya geldiğimizde üzerindeki kıyafette yoğun bir kanama vardı doktor hanım?" dedikten sonra tek kaşımı kaldırdım. Doktor, bakışlarını polis memuruna çevirdiğinde polis memuru, elindeki dosyayı bize doğru uzattı. Caner, dosyayı alırken bana bakarak devam etti.

"Eyşan Hanım'ın üzerindeki kıyafetlerden örnekler alındı. Yüzde yüzlük bir oranda eşinizin üzerindeki kan örneği, sizin dnanız ile örtüşüyor," dedi ve bakışlarını doktora çevirdi. Doktor, bakışlarını Çilingir, Caner ve Selçuk'ta gezdirip en son bana baktı ve eliyle ileriyi işaret edip hafifçe yürüdü. Adımlarımı eşlik etmek istermişçesine hareketlendirdim. Köşede durduğumuzda yürümeyi bıraktı.

"Mete Bey, eşinizin vajina bölgesinde herhangi bir kanama yoktu. Rahim içi kontrolleri yapıldığında, bir düşüklüğün olmasının da imkânsız olduğunu gördük. Eşinizi buraya getirme durumunuzu ve yaşadıklarınızı göz önüne alacak olursak, büyük ölçü de bir oyun olduğunu söylemek isterim. Eşiniz uyandığında verilecek ifadenin bir psikolog yardımı ile alınmasını da göz önünde bulundurun lütfen."

Alt dudağımı, içimde tohumunu bırakmış öfkenin serpintileriyle, dişlerimin arasına aldım. Bilerek ve kasten, kanım Eyşan'ın üzerine mi akıtılmıştı? Kanımı nereden bulmuşlardı? Eyşan'ın ellerini karnına koyarak iki büklüm olduğu hali hatırladım. İlaçlar?

"Peki," dedim, "o ilaçların yan etkileri? Eşime ve hamileliğine bir zararı var mı?" diye sorguladığımda doktor tebessüm ederek kafasını iki yana salladı.

"İçiniz rahat olsun Mete Bey. Hamileliğini etkilemeyecek ve aksine vücudunu dirençli hâle getirecek vitamin destekli serum takviyesine başladık."

Aldığım cevapla rahat bir nefes bıraktığımda dudaklarımda samimi bir tebessümü inşa ettim. "Eşimi ne zaman görebilirim?" diye sorduğumda gülümsedi ve eliyle bizimkilerin olduğu tarafı göstererek yürümeye başladı. Onunla ilerleyip Caner'e baktığımda Selçuk ile elinde tuttuğu dosyayı inceliyorlardı.

"Eyşan Hanım'ı yarım saat sonra normal odaya alacağız. O zaman görebilirsiniz," dedi ve polis memuru ile yanımızdan ayrıldı. Çilingir'in bana baktığını fark ettiğimde kafamı iki yana salladım.

"Ne biçim boka batmışız lan biz?" diye sitem ettiğim sıra Selçuk'un bana baktığını hissettim ve bakışlarım ona çevirdim. Kızarmış gözlerine inat parıldayan harelerini gözlerimde gezdirdi ve hiçbir şey demeden kolumu sıvazlayıp ifadesiz bir şekilde dosyaya geri döndü.

"Mete?"

Babamın sesiyle arkama döndüğümde gülümseyerek ona baktım. Endişeli bir şekilde bakışlarını yüzümde gezdirirken gülümsememi genişlettim ve kollarımı iki yana doğru açtım.

"Evlatlarım hâlâ hayatlarımıza tutunmaya devam ediyor, baba." deyip bir anda babama sarıldığımda yüz ifadesini göremiyordum ama kahkaha atarak bana sarıldığından dolayı mutlu olduğunun bilincindeydim. Kurduğum cümleyi ruhumun en yüksek noktasına damgaladım ve orayı yeniden inşa etmeye başladım. Yıkılmama izin vermeyecek olan o cümleyi başımın tacı yaptım.

Her yıkımın ardından gelen o başlangıcın önündeydim.

Ve o başlangıç, Elias Farouq'un sonunu yazacak adımlarımın temellerini oluşturacaktı.

🐾

21 Mayıs 2022 / Hakkâri Devlet Hastanesi

Yazar, Ağzından

Siyah, zırhlı bir SUV marka araba, asfaltta lastik izini bırakacak bir sertlikte ani frenle otoparkta durdu. Sağ ve sol ön kapılar aynı anda açılırken arabadan inen Alev, çatık kaşlarıyla hastanenin girişine baktı. Kapıyı sertçe kapatırken yanına gelen Barış ile, hastanenin girişinde bekleyen görevli dört askere kafa selamı verip içeriye girdiler.

Postallarından çıkan tok sesler sayesinde, Eyşan'ın alındığı odanın önünde bekleyen Mete, Osman, Caner, Selçuk, Çilingir'in onlara dönmesine neden olmuştu.

Alev, çatık kaşlarına rağmen korkulu gözlerle Mete'ye baktı. "Eyşan iyi mi?" diye sorguladığında Mete, kafasını salladı.

"İyi, uyanmasını bekliyoruz," diye cevapladı ve bakışlarını Eyşan'ın olduğu odanın kapısına çevirdi. Barış, Caner'in yüzüne baktığında Caner, gözlerini kapatıp kafasını ağırca salladı ve gözlerini açtı. Alev, hepsinin olduğu duvara değil de onların tam karşısındaki duvara sırtını yasladığında çenesini dikleştirdi.

"Kan meselesi ne?" diye sorduğunda Mete'nin çenesi gerildi. Barış, kaşlarını kaldırıp Alev'e baktığında kafasını iki yana salladı.

"Bunun sırası olduğunu sanmıyorum Havacı," dediğinde Alev, gözlerini devirip kafasını salladı ve derin bir nefes alıp verdi.

O sırada odanın içinde, Eyşan'ın yanı başındaki serumu kontrol eden hemşire tebessüm ederek Eyşan'a baktığında uyanmak üzere olduğunu fark edebilmişti. Hafifçe omuzlarını düzelterek Eyşan'a yüzüne baktı. Eyşan, gözlerini açtığında ellerini hızla karnına koydu. Hemşire, Eyşan'ın bu tavrına dudaklarındaki tebessümü genişletti.

"Buket Hanım, hasta uyandı."

Eyşan'ın ayak ucunda ayakta duran doktor bakışlarını, baktığı dosyadan çekip Eyşan'a baktı ve elindeki dosyayı önündeki masaya bırakıp ellerini önlüğünün ceplerine soktu.

"Eyşan Hanım, ikizleriniz gayet iyi, endişelenmeyin," dediğinde Eyşan, güçlükle boğazını temizledi ve kurumuş dudaklarını ıslattı.

"Bana ne oldu? En son çok kanamam vardı?" diye sorguladığında doktor, ciddi bir yüz ifadesizle çenesini kaldırdı.

"Eyşan Hanım, ben Buket Lalezar, kadın doğum uzmanıyım. Buraya geldiğinizde kasılmalarınız vardı ama bu size enjekte edilmiş iki ilaçtan kaynaklıydı. Ayrıca o kan size ait değil, eşinize aitmiş."

Eyşan, kaşları havada bir şekilde doktora bakakaldığında Buket Lalezar, omuzlarını yükseltecek kadar güçlü bir nefes aldı.

Buket, "Dışarıda sizi bekliyorlar, eğer kendinizi iyi hissediyorsanız çağıracağım. Ardından yine izniniz olursa, eşinizin yanınızdayken küçük bir ultrason kontrolü yapacağım," dediğinde Eyşan, küçük bir tebessüm ile doktora baktı ve kafasını ağırca salladı. Doktor Buket, serum kontrolünü bitiren hemşireye baktı ve gülümsedi.

"Ultrason cihazını getirebilir misiniz?" dedi ve hemşireyle birlikte kapıya doğru ilerledi. Hemşire kapıyı açıp dışarıya çıktığında Buket doktor, dışarıda bekleyen yüzlere baktı. Mete, Osman, Caner, Selçuk, Çilingir, Barış ve Alev; aynı anda duvardan ayrılıp açılan kapının yanında bekleyen doktora baktı.

Doktor Buket, gülümseyerek eliyle içeriyi gösterdiğinde Mete, büyük adımlarla kapıya doğru yürüdü ve odaya girdi. Mete'nin dudaklarında büyük bir gülümseme var olurken Eyşan, yattığı yerden ellerini Mete'ye doğru uzattı. Mete, üç adımda yatağın yanına yaklaşıp dudaklarını Eyşan'ın alnına bastırdı. Odayı saran Eyşan'ın hıçkırıklarıyla Mete'nin elleri Eyşan'ın yüzünü avuçladı.

"Ağlama canımın içi, ağlama bak sağlıklısınız," diye söylenirken alnını Eyşan'ın alnına yaslayıp gözlerini Eyşan'ın kapalı gözlerinde gezdirdi. Eyşan, hiçbir şey demeden yalnızca Mete'nin ellerini yanaklarından alıp karnına doğru götürmek istediğinde Mete, derin bir nefes bırakarak Eyşan'a izin verdi. Mete, ellerini Eyşan'ın karnına yasladığında burnunu Eyşan'ın boynuna gizleyip derin bir nefes aldı.

Hayat, burada devam ediyordu.

Eyşan, gözlerini açıp titrek bir nefes alırken Mete, yüzünü Eyşan'ın boynundan çekip yüzünü baktı. Gözleri özlem ve şükranla yüzünde gezinirken bir öksürük sesiyle sağ omzunun üzerinden Alev'e baktı.

"Enişte, bize de mi izin versen he?" dedi ve kaşlarını kaldırdı. Mete, gözlerini kısıp Eyşan'a baktı.

"Havacı çok olmaya başladı bak, benden demesi?" dedi ama sesindeki alaycılığı herkes fark etmişti. Alev, sağ taraftan dolaşırken Eyşan'ın bakışları güçlükle Mete'den ayrılıp Alev'e çevrildi. Alev, dolmaya başlayan gözleriyle Eyşan'ı seyrederken derin bir nefes alıp verdi.

"Çok korkuttun be Güvercin," dedi ve Eyşan'ın omzunu sıvazlayıp havadan bir öpücük gönderdi. Eyşan, dudaklarında oluşan buruk bir tebessüm ile Alev'e göz kırptığında Alev, birkaç adım geri çekildi. Mete, dudaklarını Eyşan'ın gözünden akan gözyaşlarına bastırıp hafifçe doğruldu.

Buket Hanım, hemşirenin kapıdan içeriye soktuğu ultrason makinesiyle boğazını temizledi ve gülümsedi.

"Mete Bey, sizi sağ tarafa alabilir miyim?" diye sorguladı ve eliyle Eyşan'ın solunda kalan yeri gösterdi. Mete, gelen cihazı gördüğünde dişlerini göstererek Eyşan'a gülümsedi ve büyük adımlarla Eyşan'ın sol tarafına geçti.

Caner ve Selçuk, birbirlerine bakarken Caner, tek kaşını yukarıya doğru kavislendirdi.

"Mete, biz çıkalım mı?" diye sordu ama Mete, kilitlenmiş bir şekilde Eyşan'ın yüzüne bakıyordu. Eyşan, Mete'nin bu haline kıkırdayarak odanın içindeki yüzlere baktı.

Gülmemek için kendini tutarak, "Kalın, bir şey olmaz," dedi ama kıkırtısını tutamadı, "Bayılırsa siz taşırsınız," dediğinde odanın içindeki herkes gülmeye başlamıştı. Hemşire, Eyşan'dan izin alarak üzerindeki tişörtü hafifçe sıyırdı ve Buket Hanım'a baktı. Doktor Buket, jeli Eyşan'ın karnına sıkıp elindeki cihazın metal kısmını gezdirmeye başladı.

Monitörü biraz çevirdiğinde Eyşan'ın bakışları Mete'den koptu ve ekrana baktı. Mete ekrana baktığı an, odadaki herkesin bakışları anında ekrana çevrilmişti. Buket doktor, elindeki cihazı Eyşan'ın karnında gezdirirken gelen görüntüyle durdu ve ekranı gösterdi.

"İşte ikizler," dediği an Mete, dişlerini göstererek kahkaha attı ve Eyşan'a bakıp alt dudağını dişledi. Kafasını iki yana sallarken Eyşan'ın elini tuttu. Sanki tutmasa bayılacak gibiydi, rüya gibi geldi. Gözlerini kırpıştırarak ekrana bakmaya devam ederken odadaki herkes, ekran yerine Mete'nin tepkilerini izlemeye başlamıştı.

Buket doktor, Mete'ye göz ucuyla bakıp Eyşan'a baktı.

"Mete Bey, şu tuşa basar mısınız?" dedi ve eliyle bir tuşu gösterdi. Selçuk, bıyık altından gülümserken Caner'e omuz attı. Caner, kaşlarını kaldırıp Selçuk'a baktığında Selçuk, Caner'e doğru eğildi.

"İyi dinle, bağımlılık yapıyor. Sence duyarsın, ikinci ayınızda," dedi ve geri çekildi. Caner, şaşırarak Mete'ye bakarken Mete, hiçbir şeyden haberi olmadığı için hızla düğmeye bastı. Eyşan, gülümseyerek Mete'ye bakarken birden kalp atışları odayı sardı.

Mete'nin gülümsemesi yüzü bir anda donuklaştığında sol eli Eyşan'ın elinde mühürlü kaldı. Titreyen dizlerini bükerek çöktüğünde, yeniden gülmeye çalıştı ve Eyşan'a bakarken gözlerini kırpıştırdı.

"Yoruldum da ondan, şey yapmayın," diye bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Gözlerinden akan yaşı saklayamazken alt dudağını dişlerinin arasına aldı. Mete, ayakta duramadığı için çökmüştü ve ne kadar inkâr etse de bunun herkes farkındaydı. Eyşan, dolu gözlerini kırpıştırarak Mete'nin bu haline gülümsedi. İkisi de gerçekten o anları yaşarken korkmuş ve şu an tüm korkularını geride bırakmış gibiydiler.

Buket doktor, cihazdan ultrason fotoğraflarını çıkartıp Eyşan'ın karnını temizlemesine yardımcı olduktan sonra fotoğrafı Eyşan'a uzattı. Mete, hayranlıkla bakan gözlerini Eyşan'ın yüzünde gezdirirken yavaşça çöktüğü yerden kalktı ve Eyşan'ın alnından öptü.

"Bana bir kez daha nefes verdin," diye fısıldadı ama Eyşan'dan başkası duymadı ama hıçkırığına herkes şahit oldu.

🥺

21 Mayıs 2022 / Hakkâri Devlet Hastanesi

Eyşan Çakır, Ağzından

'Bu hayatta yaşadığın her şey bir tecrübedir. Üzerinde bir üniformanın olmadığını biliyorsun, değil mi?' demişti Alparslan Çakır, dört şehit verdiğim gün. Ardından, 'Yoruldun, üzüldün, ağladın. Acı çektin kızım. Bir askerin çekemeyeceği tüm acılara şahit oldun.' sözlerini söylemişti.

Evet, üzerimde yine üniformam yoktu. Bir askerin çekemeyeceği tüm acılara yeniden şahit olmuştum. Peki bu tecrübe, benim anneliğimin neresinde saklanacaktı? Bu kazandığım tecrübe benim, neyime yarayacaktı?

Korku mu? Evet, daha fazla korkacaktım. Evlatlarımı kaybetmekten korkacaktım. Mete, benim üzerime daha fazla titreyecekti, onu yormaktan korkacaktım. Korkunun; bir askerin hayatında, yerinin olmaması gerektiğini bilecek kadar tecrübe kazanmıştım. Zaaflarımızın bize sürekli, zarar olarak geri döneceğini bile bile biz, bu yola baş koymamış mıydık?

Evet.

Bakışlarım hemen yanımdaki sandalyede oturmasına rağmen, elimi sanki gidecekmişim gibi tutan Mete'ye çevrildi. Öğrendiğim kadarıyla dört günden beri yoktum ve o süreç boyunca Mete'nin sakalları biraz uzamış, yanakları çökmüş, gözleri kıpkırmızı ve bitkin bir hâle geldiğini gördüm.

"Çok özür dilerim. Çok özür dilerim, geç kaldım. Geç kaldım, çok özür dilerim!"

Zihnimde yankılanan cümleleri derince yutkunmama neden oldu. Ya gerçekten ikizlerimize bir şey olsaydı, bize ne olurdu? Kendimizi nasıl toparlardık? En önemlisi, Mete'yi nasıl iyileştirirdik?

"Eyşan Hanım?"

Bana seslenen polis memuruna baktığımda derin bir nefes verdim. İfade sırasında yanımda bir psikoloğun olmasını istemişlerdi ama izin vermemiştim. Selçuk, Caner, Çilingir, Osman, Barış ve Alev odadaydı. Mete'nin de elimi tutuyor olması ve sağlıklı olmamız, aklımı kaybetmemek için yeterli bir sebebimdi.

Polis memuru, "Öncelikle size bir şeyler hatırlayıp hatırlamadığınızı sormak istiyorum. Osman Çavdar'ın evindeki odada bulunan kan size ait fakat genel muayene yapıldığında bir yerinizde yara tespit edilmedi?" dediğinde Mete'nin eli hafifçe kasıldı. Baş parmağımı bilinçli bir şekilde elinin üzerine sürttüğümde o da aynı şekilde elimi okşadı.

İfade vermek istemiyordum. Çünkü ben bir istihbarat mensubuydum ama bunu karşımdaki polis memuru bilmiyordu. Gergince yanağımın içini kemirip Caner ve Selçuk'a baktım.

"İfade vermek istemiyorum bir şekilde halledin," deyip bakışlarımı Mete'ye çevirdim. Selçuk'un ve Caner'in polis memuru ile odadan çıktığını fark ettiğimde Mete'nin bakışları kapıdan bana çevrildi.

"Neden ifade vermek istemedin?" diye sorduğunda sol elimi yanağına götürdüm.

"Hayatım, ben bir istihbarat mensubuyum ve beni alıkoyan kişi bir terörist. Bu polislerle alakası olan bir durum değil. Selçuk ve Caner, bunu eminim ki tatlı dille çözecektir. O şerefsiz beni sivil kimliğimle kaçırmadı, Güvercin olarak kaçırdı. Vereceğim her ifade benim askeri kimliği ifşalamama neden olur," diye bir açıklama yaptığımda Mete, ağırca kafasını salladı ve derin bir nefes alıp Çilingir'e baktı.

"Yengem haklı Mete, bu konu bizim meselemiz," dedi. Kafamı sallayarak Mete'ye baktığımda Mete, durgun gözlerle yüzümü süzdü. Gülümseyerek arkama yaslandım ve kaşlarımı kaldırdım.

"Ee, ne zaman eve gidiyoruz? Yani ne zaman bu hastaneden çıkacağız?" diye sorguladığımda Mete, sağ elini yanağıma koyup hafifçe okşadı.

"Eve mi gitmek istiyorsun?" diye sorduğunda kafamı salladım. Osman'ın boğazını temizlediğini duyduğumda Mete, elini indirdi. Bende bakışlarımı Osman'a çevirdim.

"Bir süre askeriyede kalmanız daha doğru olur. Ev, ifşa oldu hatırlarsanız?" dediği sıra kafamı salladım ve Mete'ye baktım. Mete'nin burukça gülümsemesini gördüğümde elimi yanağına götürüp baş parmağımı yanağında gezdirdim.

"Arayıp bizim için koğuş ayarlattırabilir misin?"

Mete, tebessüm ederek kafasını salladığında Selçuk ve Caner'in kapıdan girdiğini gördüm.

Caner, elini ceplerine koyduktan sonra hepimize bakıp çenesini kaldırdı. "Evet millet, Şırnak'a geri dönüyoruz," dedikten sonra Mete'ye baktı, "Çıkış işlemlerini hallettim, haberin olsun."

Mete, kafasını salladığında bakışları bana döndü. Oturduğu sandalyeden kalkıp bana doğru eğildiğinde gözlerimi açarak ona baktım. Mete, otuz iki diş sırıtarak bir anda beni kucağına aldığında Caner'in kahkaha attığını duydum.

Çilingir, "Yavaş be oğlum! Deli olduğunu her yerde belli etme." diyerek Mete ile dalga geçmeye başladığında Mete, onu takmadan yüzüme baktı.

"Deliyim divaneyim, sorarlarsa da avareyim," dedi ve kollarını biraz daha sıkılaştırıp yürümeye başladı. Herkes gülüşerek peşimizden gelirken ellerimi kaldırıp Mete'nin ensesinde kenetledim.

"Kocam da kocam, götür beni buradan," diye bende dalga geçtiğimde Mete'nin dudaklarındaki gülümseme daha da büyümüştü. Gözlerim Mete'nin kızarmış gözlerinde dolanırken gözlerimi kıstım.

Ben, "İlk gün, yani Eyşan Boduroğlu olduğum zamanda da beni böyle kucağına almıştın ve hastaneden çıkartıyordun," derken Mete, alt dudağını dişledi, "gözlerime baktığında ne düşünmüştün?"

Mete, kollarını sıkıp beni iyice kendine yaklaştırırken buruk bir tebessüm ile gözlerimi süzdü ve yeniden önüne baktı.

"Gözlerinin kahverengisi bir an için bana küçüklüğünü hatırlatmıştı ama yalan yok, seni kucağımdan atmamak için kendimi zor tutuyordum," dediğinde kahkaha atarak başımı omzuna vurup geri ona baktım. Mete, en alıcı sırıtışıyla göz kırptı ve kafasını iki yana salladı.

"Şimdi ise yeniden kucağımdasın ve seni bırak atmayı, kollarımdan ayırmak bile istemiyorum." Tam cevap verecektim ki Caner, sol kanadımızdan bir rüzgâr gibi geçti. "Lara'yı özledim ya!" diye bağırarak yürümesi Mete ile kahkaha atmamıza neden olmuştu. Kaşları imayla yukarıya doğru kıvrıldı.

"Sen bu hızla Şırnak'a koşarak gidersin Caner, biz seni tutmayalım!" dediğinde kirpiye doğru değil siyah bir araca doğru ilerlediğimizi gördüm.

"Bu araba kimin?" diye sorduğumda Mete, soruma cevap vermeden önce Barış'a baktı. Barış, kapıyı açarken Mete beni arka koltuğa oturttu. Sola doğru kaydığımda yanıma geçti.

"Artık bizim, zırhlı olduğu için ben aldırdım," dedi. Alev ve Barış, ön koltuklara yerleşirken Barış, aracı çalıştırıp yola koyuldu. Alev, ön koltuktan kafasını hafifçe bana çevirip baktığında gülümseyerek ona baktım.

"Orada tam olarak ne oldu Güvercin?" diye direkt olarak konuya girdiğinde Barış, boğazını temizledi.

"Havacı, ne dedim ben sana?"

Alev, kaşlarını çatarak Barış'a baktığında bu sefer boğazımı temizleyen ben olmuştum. Alt dudağımı ısırıp Alev'e baktım.

"Aslında hiçbir şey hatırlamıyorum Alev. Orada olduğum süre boyunca beni uyuttular, hayal meyal hatırladığım tek bir şey var. O da yemek ve su ihtiyaçlarımı yalnızca serum ile giderdikleri."

Mete'nin dişlerinin arasından "Evveliyatını siktiğimin kansız puştu," dediğini işittiğimde ona baktım fakat Mete, yüzünü sağa çevirmiş bir şekilde camdan yola bakıyordu. Rahatlaması için sol elini tutup parmaklarımı, parmaklarının arasından geçirip derin bir nefes aldım. Mete, gözlerini kapatıp derin bir nefes alırken yeniden Alev'e döndüm.

"Hayırlısıyla bir Şırnak'a gidelim, uzun uzun konuşuruz Alev," dedim. Alev, gözlerime derin bir şekilde bakıp önüne döndüğünde küçük bir iç çektim. Bakışlarımı Mete'ye çevirip gülümsedim. Dört gün boyunca onsuzluğumda uzayan sakallarına baktım. Yanağına doğru uzanıp dudaklarımı çenesinin köşesine bastırıp hafifçe geri çekildim.

Mete, yüzünü bana çevirdiğinde gözlerini, titrekçe önce gözlerimde ardından kaşlarımda gezindi. Yüzümün her bir noktasını sanki zihnine işlememişçesine yeniden ve yine inceledi. Birbirine kenetli ellerimi bırakmadan sol kolunu havaya kaldırdı ve başımın üstünden kolunu omzuma yasladı. Ellerimiz sol omzumda asılı kalırken burnunu bir kedi misali şakağıma sürttü.

"Canımın içi, her şeyim, ben sensiz ne yapardım?" diye fısıldadığında yanağımı göğsüne doğru yasladım. Onun sağ eli, benim de sol elim karnımın üzerinde birleştiğinde gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Mete'nin gergin çenesini saçlarımın üzerine bastırdı ardından dudaklarını saçlarıma yasladı.

Üzerimdeki kirden temizlenmem için nasıl bulduysa, kullandığım şampuandan buldurmuş ve onunla duşa girmemi sağlamıştı. Aklıma gelen düşünceyle başımı hafifçe kaldırıp yüzümü Mete'ye çevirdim.

"Sakallarını ne zaman keseceksin?" diye sorduğumda gözlerini yüzümde gezdirdi ve dudaklarımda soluklandı. Dudaklarında gülmemek için kendini zor tuttuğu bir büzme olduğunda kaşlarımı çattım.

Ona rağmen gülümsedi ve "Sonra söylerim," dedi. Tek kaşımı sorgularcasına yukarıya kıvırdığımda gözlerini kıstı ve dudaklarıma küçük bir öpücük kondurdu. Kıkırdayarak beni kendine daha çok çekti ve göğsünü şişerek derin bir iç çekti.

İki saat süren bir yolculuk sonrası artık kışlaya varabilmiştik. Üzerimdeki pijamalarla ilk defa kışlaya gireceğim için gereksiz bir gerginlik hissetmiştim. Mete, tam kapıyı açacakken ona seslendim. Hızla bana bakıp kaşlarını kaldırdığında elimle kendimi gösterdim.

"Bu şekilde mi gireyim? Tüm havam söner valla," diye alay ettiğimde Mete, gözlerini devirdi ve öne baktı.

"Alev ve Barış inip kapıda bekler misiniz?" dediğinde hızla Alev ve Barış, arabandan indi. Mete, bana doğru döndüğünde ellerini yanaklarıma koyup yüzünü yüzüme yaklaştırdı.

"Askeriyenin senin kaçırıldığından haberi var yavrum. Ayrıca hiç kimse senin ne giydiğine karışamaz. Hem ben yanındayım, ben varken kim kafasını kaldırıp sana bakacak?" diye sorguladı ve tek kaşını kaldırıp gözlerimin en derinine baktı. Gülümseyerek kafamı iki yana salladım.

"Şaka yapıyorum zaten akıllım. Umurumda mı sence? Sağ salim dönmüşüm, seni görmüşüm, hıh?" deyip dudağına doğru uzandım ve küçük bir öpücük kondurup geri çekildim. Mete, derin bir iç çekip kafasını iki yana salladı ve kapıyı açıp arabadan indi. Açık kapıdan eğilip bana elini uzattı ve gülümseyerek araçtan inmeme yardımcı oldu. Arabadan indiğim andan itibaren kapıyı kapattı ve elimi sıkıca tutarak yürütmeye başladı. Yatakhaneye vardığımızda Alev ile eskiden kaldığımız odanın karşısındaki odaya, Mete ve Caner'in kaldığı odanın önünde durduk.

"Burada Caner ile kalmıyor muydun?" diye sorguladığımda Mete, kapıyı açıp girmem için bekledi. Odaya girdiğimde iki ranzanın birleştirildiği fakat dolapların aynı yerinde sabit kaldığını gördüm. Yalnızca üzerindeki çarşaf ve yastıklar değiştirilmişti.

"Caner, bir süre boyunca başka yerde kalacak," diye bir açıklama yaptığında küçük adımlarla birleştirilmiş ranzaya doğru yürüdüm. Yavaşça oturduğumda Mete, kapıyı kapatıp önümde çöktü. Ellerini dizlerime bastırıp başını geriye yasladı. Hiçbir şey demeden öylece yüzüme baktığında dudaklarını ıslatıp alt dudağını dişledi.

Beni öğrendiğinde neler hissetmişti? Bunu sormak ve sormamak arasında kararsız kalırken, sakallarının arasındaki tırnak izlerini gördüm. Kaşlarım çatılırken yutkunmak zorunda kaldım.

"Yanağına ne oldu? Ayrıca Caner'in gözündeki morluk nasıl oldu?" diye sorduğumda gözlerini kırpıştırdı ve bir süre boyunca yine bir şey demedi. Sesli yutkunduğunda âdem elmasının güçlüce hareket ettiğini izledim.

"Ben," dedi, "odanın içinde senin kanını görünce," gözlerini kaçırıp karnıma baktı, "sinir krizi geçirmişim."

Zaaflarımız, korkulu zihinlerimizin en üst piramidinde yerini almıştı. Ellerimi Mete'nin yanaklarına koyup bana bakmasını sağladığımda yutkunarak yüzümü ona yaklaştırdım.

"Ama artık buradayım, değil mi?"

Mete, burukça gülümsedi ve gözlerini gözlerimde gezdirip ardından karnıma baktı. Bir süre boyunca yine bir şey demeden karnıma bakmaya devam ettiğinde alt dudağımı dişledim. Yine bir sürecin içine geçmiştik ve gözlerindeki fırtınayı görebiliyordum. O fırtınadan korkuyordum ve bunu ona yansıtmadan bir şekilde düzeltme ihtiyacında bulunmuştum.

"Mete," dedim, "İzmir'e gidelim mi?"

Sorduğum soruyla gözlerini kırpıştırıp bana baktığında dişlerimi göstererek gülümsedim.

"Herkesle birlikte, birkaç gün içerisinde gidelim mi? Ne dersin, hem biraz dinlenmiş oluruz?"

Mete, yutkunup alt dudağını dişledi.

"Elias faktörü var," kaşlarını kaldırdı, "onu ne yapacağız?" diye sordu. Gözlerimi kısıp kafamı iki yana salladım.

"Onun bir süre boyunca bize yaklaşacağını sanmıyorum. Art arda saldıracağını da keza öyle. Yine de önlemlerimizi alırız. Herkes bizimle olacak. Hem Lara ile Caner'de biraz vakit geçirmiş olurlar, malum Caner daha Lara'ya evlenme teklifi etmedi. Belki bakarsın ilham perileri gelir, ne de olsa o da bir baba adayı." deyip kıkırdadığımda Mete, emin olamasa da kafasını sallayıp ayağa kalktı. Yavaşça ranzadan kalkıp karşısında dik durduğumda tebessüm ettim ve sakallarını okşadım.

"Evet kocacığım, artık sakallarını keselim bence," dediğimde gözlerini dudaklarıma indirip alaycı bir sırıtışla ellerini belime yasladı ve bedenimi bedenine yaklaştırdı.

"Arabadayken söylememiştim karıcığım," kıkırdadı, "sen benim sakallarımı kes, bende senin bıyıklarını alayım," dediğinde ağzımın açılmasına neden olamadım. Mete, kahkaha atarak benim şaşırmama gülerken elimi omzuna vurdum.

"Pislik herif ya, insan eşine öyle der mi?" diye ellerinin arasından kaçmaya çalıştım. Mete'nin kahkahaları odada yankılanırken hiç beklemediğim bir anda kucağına alıp dudaklarını alnıma yasladı.

"Sen benim karım ve kadınımsın. Ben seni her halinle seviyorum, bıyıklı halinle bile," ellerimi omzuna bir kez daha vurdum.

"Bak hâlâ dalga geçiyorsun ama!" diye çemkirdiğim sıra başını arkaya yaslayarak kahkaha atmaya devam etti.

"Ölürüm lan size!" derken kucağından bırakmadan, banyoya doğru ilerlemeye devam etti.

Gülümseyerek kollarımı boynunda bağladım.

"Bizim için yaşa."

 

⛓️‍💥🕊️

21 Mayıs 2022 / Şırnak

Yazar, Ağzından

Koordinasyon merkezinde bir sakinlik hakimiyet kurmuştu. Masanın sağ tarafına dizilmiş; Osman, Kubilay, Yonca, Deniz, Alperen vardı. Sol tarafta ise ilk sandalye boş kalacak bir şekilde; Çilingir, Ahmet, Barış, Alev ve Lara oturmuştu. Masanın arkasında kalan iki sandalyede Ayda ve Cemile oturuyordu. Misafir kontenjanından dolayı onlarda Eyşan'ı görmek için buradaydı.

Selçuk, elindeki tabletteki bir dosyayı Caner'e gösterirken Caner, kaşları çatık bir şekilde bakışlarını yazılarda gezdiriyordu. Caner, bir süre sonra yazıyı okumayı bıraktı ve Selçuk'a baktı.

"Bundan emin misin?" diye sorguladığında Selçuk, Caner'e baktı ve kafasını eğip kaldırdı. Caner, tam dudaklarını aralamış bir şey diyecekken koordinasyon merkezinin kapısı aralandı. Bütün bakışlar kapıya çevrildiğinde Eyşan ve Mete içeriye girdi. Eyşan'ı gören herkes aynı anda ayağa kalktılar. Eyşan, gözlerindeki parıltıyla masadaki yüzleri ve kenarda oturan Ayda ve Cemile'ye bakarken ağır adımlarla masanın başına doğru ilerledi.

Güvercin, geri dönmüştü.

Mete, sağ taraftan boş bir sandalye çekip oturması için bekledi. Eyşan, sandalyeye kurulduğunda Mete, hemen sol taraftaki boş sandalyeye oturdu. Deniz, oturduğu yerde hareketlendi ve Eyşan'a baktı.

"İyi misiniz komutanım?" diye sordu, her ne kadar abla diyemese de gözlerindeki bakışlardan ne demek istediği anlaşılıyordu. Eyşan, gülümseyerek kafasını salladı ve çenesini dikleştirdi.

"İyiyim, endişelenmeyin," dedikten hemen sonra derin bir nefes aldı ve ellerini masanın üzerinde kenetleyip Selçuk ve Caner'e baktı.

"Caner, Selçuk sizde oturun lütfen."

Caner, Lara'nın yanındaki boş sandalyeye oturduğunda Selçuk'ta Alperen'in yanına geçmişti. Eyşan, bir anlığına Ayda ve Cemile'ye bakıp gülümsedi. Yüzünü yeniden masaya çevirdiğinde ağırca gülümsemesini yok etti ve çenesini kaldırdı.

Düz bir ses tonuyla, "Olanları biliyorsunuz, defalarca aynı şeyleri konuşmaya gerek yok. Dört günlük süreçte hatırladığım tek şey, benle ilk gün harici bir daha hiçbir şekilde polemiğe girilmemiş olması," dedi ve gözlerini kırpıştırdı. Elleri kenetli bir şekilde masada kalırken arkasına yaslandı.

Eyşan, "O süreç boyunca, serumla beslenmemi yapmışlar," dediğinde Selçuk, kaşları çatık bir şekilde Eyşan'a baktı.

"İlk gün ne söylediler?" diye sordu.

Eyşan, derin bir nefes aldı.

"Gözlerimi ilk açtığım anda, karşımda Elias Farouq vardı," o sırada Mete yumruklarını sıktı. Eyşan, bunu fark etmesine rağmen boğazını temizleyip devam etti, "Bana bir video izlettirdi. O videodaki kişi, beni kaçırmadan hemen önce, benden üç tüp kan aldı ve içi sıvı bir torbaya enjekte edip o torbadaki kanla her yeri buladı," dedi ve kollarını göğsünde bağladı. "Yani demem o ki o günden sonrası bende yok."

Mete ve Çilingir, birbirlerine bakıp oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandıklarında Eyşan, dudaklarını ıslattı ve Selçuk'a baktı.

"Ben yokken neler yapıldı?" diye sorguladığında Selçuk, elindeki tableti Alperen'e verip Eyşan'ı gösterdi. Elden ele Eyşan'a doğru uzatılan tablet, en sonunda Osman'da durdu. Eyşan, göğsünde bağladığı kollarını çözüp tableti Osman'dan aldı ama bakmadan önüne koydu.

Bakışları Selçuk'un gözlerindeyken tek kaşını kaldırdı. "Ben okumak değil, dinlemek istiyorum Selçuk. Bilirsin ki dört günden beri kimseyle konuşmadım," dedi ve yeniden kollarını göğsünde bağladı. Caner, oturduğu yerden doğruldu ve ellerini masanın üzerinde birleştirip öne doğru eğildi.

"Albay Alparslan Çakır, hayaletleri toplattı," dediğinde Eyşan, kaşlarını çatıp Selçuk'a baktı. Caner, Eyşan'ın ona bakmamasını önemsemeden devam etti, "Hayaletlerin ve Selçuk'un verdiği bilgiler doğrultusunda senin olduğun yeri bulabildik fakat köye giremiyorduk. Hâli hazırda sınırda yer alan bir köydü ve tehdit açısından erişim sağlayamıyorduk," dedi.

Eyşan, çatık kaşlarını hiç bozmadan Caner'e baktı.

"Elias Farouq'un niyeti beni öldürmek değildi," dediğinde Mete, bakışlarını Caner'den çekip Eyşan'a baktı. Eyşan, Mete'nin kendisine baktığını anladığında yüzünü çevirmeden yalnızca gözleriyle ona baktı. "Psikolojik yıkımdı," dedi.

Mete, sorgularcasına tek kaşını kaldırdığında Eyşan, yüzünü Mete'ye çevirdi.

"Öldürmek isteseydi, bunu defalarca ya da ilk gün kolaylıkla gerçekleştirebilirdi," dedi ve sol elini yumruk yapıp havaya kaldırdı, "İşkence çektirebilirdi, çektirmedi," baş parmağını yumruğundan ayırdı, "aç bırakabilirdi, bırakmadı," işaret parmağını yumruğundan ayırdı, "kendisinin nasıl bir psikopat olduğuna buradaki herkes şahit, eğer isteseydi akla gelebilecek her türlü pisliği yapardı," orta parmağını yumruğundan ayırdı, "benimle polemiğe girmedi ki rahatça konuşabilirdi," yüzük parmağını yumruğundan ayırdığında bakışlarıyla yüzüğe dokundu, "yüzüğümü isteseydi alabilirdi," dedi ve elini yavaşça indirdi.

Kaşlarını çatıp yüzünü buruşturdu. "Bunu demek hoşuma hiç gitmiyor ama bana zarar vermek isteseydi bunu kolaylıkla yapabilirdi. Beni sobelemişti, kaybedecek hiçbir şeyi de yoktu ama yapmadı. Çünkü niyeti farklıydı, akıl sağlığıyla ve psikolojiyle oynamaktı," bakışları Mete'nin yanağında ve Caner'in sağ gözünde dolandı, "ki başardı da."

Herkes sessizliğin içinde başlarını öne eğdiğinde Mete, yalnızca Eyşan'a bakıyordu. Mete, alt dudağını dişlerinin arasına sıkıştırıp derin bir nefes aldı. Çilingir'e bakıp hemen ardından Eyşan'a bakmaya devam etti.

"Seni bulduğumuzda üzerinde kan vardı. Düşük yaptığını sandığımız o anlarda vücudunda iki ilacın birleşimi varmış."

Kubilay, kaşlarını çatıp Mete'ye baktı.

"Düşük yaptığını düşündüğünüz zamandaki kanda mı komutanıma aitti?" diye sorguladığında Mete, bir anlığına Kubilay'a baktı ve ağırca kafasını iki yana salladı. "Bana aitti," dedi. Deniz, Kubilay, Yonca ve Alperen şaşkınlıkla Mete'ye bakarken Mete, boğazını temizledi ve derin bir nefes aldı.

"Çilingir ile operasyona gittiğim gün, bir tuzağa düştük. Çilingir, onların kendini yakalamasına izin vermedi ve kendimi öne sürdüm. O günden sonra olanları biliyorsunuz. Sağlık taramasına girdiğim sıra doktor, kolumdaki iğne izini gördü. Kan tahlili alındı ama kanımda hiçbir şey yoktu. Kan alınabileceğini söyledi ve o günden sonra dikkatli bir şekilde analiz yapmaya başladım. Kan aldılarsa ne yapabileceklerini düşündüm ta ki Eyşan'ı o hâlde görene kadar."

Ahmet, kaşlarını çatıp masaya doğru eğildi ve Mete'ye baktı.

"Nasıl yani?" dediğinde Mete, derin bir nefes aldı ve bakışlarını Ahmet'e çevirdi.

"Kanımı sürmüşler mabedime. Bir ölüm biçmişler ama diri bırakmışlar," diye bir açıklama yaptığında Ahmet, gözlerini büyüttü.

"Bu ne biçim iş, bu nasıl bir psikopat zihniyettir?" diye sıraladığında Mete, kafasını iki yana salladı.

"Adı üstünde psikopat bir terörist," dedi ve Eyşan'a baktı. Eyşan, masaya doğru eğilip tabletin ekranına dokundu ve yukarıya doğru kaydırdı. Sol dirseği masaya yaslı kalırken sağ dirseği havadaydı. Elini alnına yaslayıp tablette yazılı olan cümlelere baktı. Tablette, 2017'den beri Hayalet Ekibinin dahil olduğu işler ve topladığı bilgiler yer almaktaydı.

Eyşan, "Hayaletleri çağırın," dedi ve yüzünü kaldırıp Caner'e baktı, "onlarla bir toplantı yapmak istiyorum."

Caner, kaşlarını çatıp Selçuk'a baktı.

"Bunu diyeceğini sana söylemiştim," dedi ve Eyşan'a baktı, "Maalesef ki buna izin veremem,"

Eyşan, kafasını ağırca salladı ve Mete'ye bakıp çenesini dikleştirdi.

"Mete yüzbaşım, Güvercin Timini alıp dışarıya çıkar mısınız?"

Mete, birkaç saniye Eyşan'ın yüzüne baktı ve kaşlarını kaldırıp alt dudağını dişledi. Ayağa kalkıp bir şey demeden kapıya doğru adımladığında Güvercin Timi de masadan kalkmıştı. Osman, Ayda ve Cemile'yi de alıp birlikte odadan çıktığında masada, yalnızca Caner, Selçuk ve Eyşan kalmıştı. Eyşan, arkasına yaslanıp kollarını göğsünde bağladı.

Eyşan, "Hayalet Ekibinin, istihbarat teşkilatı tarafından sevilmediğini biliyorum ama onlar olmasaydı ben de burada olamazdım, değil mi Caner?" diye sorduğunda Caner, üfledi ve kafasını sallayıp arkasına yaslandı.

"Evet haklısın ama Hayalet Ekibi-" Eyşan elini kaldırıp Caner'i susturdu.

"Caner, Hayalet Ekibi ile görüşmek istiyorum. Soran olursa Mücadele İtibar Teşkilatı Başkanı Güvercin'in emri dersiniz," dedi ve ayağa kalkıp ellerini masaya koydu, "İstihbarattan da bunun için bir şey diyecek olan varsa buyursun karşıma gelsin." dedi ve hiç kimseyi dinlemeden odadan çıktı.

Selçuk, kaşlarını kaldırdı ve arkasına yaslanıp kollarını göğsünde bağladı.

"Sana, Güvercin onlarla konuşacak demiştim," dediğinde Caner, gözlerini devirdi, "Aman, ne güzel," dedi. Selçuk, gülerek ayağa kalktı ve Eyşan'ın önüne koydukları tableti aldı. Hayalet Ekibini aramak için cep telefonunu çıkarttı.

Eyşan odadan çıktığında, kollarını göğsünde bağlamış bir şekilde, duvara yaslanmış Mete'yi görmeyi beklemiyordu. Mete'ye tebessüm ederek yaklaştığında Mete, gözlerini kaçırdı. Eyşan, alt dudağını dişleyip Mete'nin tam önünde durdu ve başını arkaya attı.

Kaşlarını kaldırıp, "Hayırdır küs müyüz, yüzbaşım?" diye sorduğunda Mete, boğazını temizledi ve Eyşan'a bakıp kaşlarını kaldırdı.

İmayla, "Neden küs olalım, Başkanım?" dedi. Eyşan, gülmemek için dudaklarını içe doğru büktü ve sırıtmasına engel olamadı. Eyşan, etrafına kısa bir bakış atıp parmak ucunda yükseldi ve hızla Mete'nin yanağına bir öpücük kondurup geri çekildi. Mete, gözleri büyümüş bir şekilde etrafına bakıp yeniden Eyşan'a baktı ve gülümsedi.

"Kız ne yapıyorsun sen?"

Eyşan, gülerek kafasını iki yana salladı. İşte, Mete'nin küslüğünü almak işte bu kadardı. Aklını başından almak da denilebilirdi. Eyşan, bir kez daha etrafına bakıp Mete'ye baktı ve iç çekip omuzlarını düşürdü.

"Yatakhaneye gidelim. Bugün artık hiçbir şey yapmak istemiyorum. Caner ve Selçuk, idare ederler. Uyumak istiyorum, sende benimle uyur musun?" diye sordu. Mete, göğsünü şişirecek kadar büyük bir nefes alıp bıraktığında dudaklarında buruk bir tebessüm vardı.

"Benim karım ister de ben onunla uyumaz mıyım?" dedi ve eliyle yatakhaneyi işaret etti, "Gel, Osman'ı arayıp ben haber veririm."

🪶

21 Mayıs 2022 / Şırnak

Osman Çavdar, Ağzından

 

Halbuki, Yalın

"Acaba bir kurşun mu döktürsek?"

Kubilay'ın cümlesiyle, elimdeki çay dolu tepsiyi yavaşça masaya bıraktım. Derin bir nefes alarak gözlerimi devirdim ve tepsideki bardaklardan birini Cemile'nin önüne koydum. Ardından geri kalan çayları da diğerlerine dağıttım. O sırada Alperen'in elindeki tepsi de masadaki yerini aldı.

"O kurşun bizim kaderimizi bile şekillendiremez am-" demesiyle boğazımı temizleyerek Alperen'e baktım. Alperen, gözlerini kızlarda gezdirip gülümsedi, "ama denemekten zarar gelmez," diyerek çevirmeye çalışması kafamı iki yana sallamama neden olmuştu. Cemile'nin yanındaki boş sandalyeye oturup dirseklerimi masaya yasladım.

"Başımıza daha ne gelebilir dedikçe, daha da kötüsü geliyor," diyen Çilingir'e küçük bir bakış attım. Askerliğin anlamı bu değil miydi zaten?

"Asker olduğumuz için olabilir mi Çilingir?" dediğimde gözlerini masadan çekti ve bana baktı. Gözlerinde, söylemek istediği çok şey var gibi bir ifade vardı.

"Ben de bundan bahsediyorum ya. Geçmişte verilmiş bir kararın sonuçları, buraya kadar elini uzatabiliyormuş demek ki," dedi, kaşlarını kaldırıp başını hafifçe sallarken.

Kubilay, alaycı bir gülümsemeyle Deniz'e baktı.

"Evet, geçmişte verilen kararlar yedi düvele kadar geçerli oluyormuş," dedi ve bu kez beni süzdü. Çilingir'in ona döndüğünü fark ettiğimde, Kubilay da bakışlarını ona çevirdi.

Ortalarında oturan Barış, kaşlarını çatıp sıkılgan bir ifadeyle ikisine de baktı.

"Bakmayın lan birbirinize öyle, ikinizde elektrik yüklüsünüz! Aranızdaki yüksek gerilimden çarpılacağım şimdi."

Barış'ın şakayla karışık uyarısına, Kubilay gülümserken Çilingir, gözlerini kaçırıp Ahmet'e bakmayı tercih etti. Deniz'in bakışları bana çevrildiğinde kaşlarını kaldırıp indirdi ve boğazını temizledi.

"Ayda ve Cemile, nerede kalacak?"

Soru, masada kısa süreli bir sessizliğe neden oldu. Alperen'in bakışları da bana çevrildi. Cemile, çayından bir yudum alırken gözlerini kaçırdı. Ayda ise kaşlarını çatarak konuşmaya niyetlendi ancak Deniz, ondan önce davrandı.

"Onları buradaki askerî lojmanlara yerleştirebiliriz," dedi.

Alperen başını iki yana salladı. "Bu işin prosedürü var Deniz. Sivil kişilerin lojmanlarda kalması o kadar kolay değil ki askeriyede buna dahil, canım benim."

Kubilay iç çekerek araya girdi. "Burada sivil birini barındırmak riskli. Birilerinin dikkatini çekeriz."

Şırnak, misafir edilmesi kolay bir yer değildi, hele ki bir çatışma bölgesinin göbeğinde. Evimin adresi ifşa olduğu için artık orada kimse kalamazdı.

Ayda, abisine bakarak derin bir nefes aldı. "O kadar zor olmamalı. Geçici bir çözüm bulamaz mıyız abi?

Alperen, gözlerini devirerek sandalyesine yaslandı. "Geçici çözümler kalıcı dertler doğurur prenses," dedi ve Deniz'e baktı. "Ee bebeğim, bu konuda sen ne düşünüyorsun?"

Deniz, gözlerini hafifçe kıstı ve göz ucuyla Ayda'nın yüzüne baktıktan sonra bana baktı.

"Ortaklaşa kızlara ev tutalım," dediğinde Alperen, gözlerini büyütüp Deniz'i kolunun altına aldı. "Yavaş gel Deniz'im. Sana, 'Canım benim,' dedim diye canımı henüz sana vermedim."

Gözlerimi devirip gülümsedim. Klasik Alperen ve abi taslamalarını izliyorduk. Her ne kadar Deniz ile Ayda'nın olmasını isteyip onaylasa da Deniz'e kök söktürmeye devam ediyordu. Ayda, elini kaldırıp Alperen'e doğru salladı.

"Ya abi! Bıraksana Deniz'i. Daha anca yaraları iyileşmeye başladı."

Alperen, Ayda'nın çıkışmasına gözlerini devirerek üfledi ve Deniz'i bırakıp üzerini düzeltti. Deniz, derin bir nefes alıp sırtını sandalyeye yasladı ve Alperen'e baktı.

"Sen ne düşünüyorsun kayınçom?"

Kubilay, gözleri büyümüş bir şekilde Deniz'e baktı.

"Vay be, iki dakika da sattın lan Bihter'ini," dese de Deniz gülümseyerek, ona bakan Alperen'e bakmaya devam ediyordu. Alperen, gürültülü bir kahkaha atıp Deniz'e döndü.

"Biraderim, sen şansını fazla mı zorluyorsun yoksa bana mı öyle geliyor?"

Deniz, kaşlarını kaldırıp indirdi.

"Yoo, âşık olduğum kadının abisiyle konuşuyorum. Saygı da kusur mu işledim yoksa?" dediğinde masadaki yükselen ıslığa ortak oldum. Alperen'in alaycı bakışlarının gerisindeki hayranlık tohumları ışıldayarak patladı. Dudaklarındaki tebessüm ile Deniz'i izlerken elini kaldırdı ve hafifçe Deniz'in omzuna elini koyup sıktı.

"Senin canına kurban olurum aslanım, ne kusuru," dedi ve kendine çekip sarıldı. Deniz, çarpık bir tebessüm ile Ayda'ya bakıp göz kırptı. Kubilay, Yonca'yı kolunun altına alıp Deniz'i gösterdi.

"Bak, bak, bak. Nasıl da kur yapıyor, hanımcı olacak belli," diye Deniz ile dalga geçerken cebimdeki telefonun titreşimine odaklandım. Sağ cebimdeki telefonu çıkartıp yüzümü ekrana çevirdiğimde hızla aramayı cevapladım. Telefonu kulağıma yaslayıp kaşlarımı kaldırdım.

"Efendim yüzbaşım?"

Arayan Mete'ydi.

"Alo Osman, Eyşan dinlenmek istediğini söyledi. Onunla birlikteyim, haberiniz olsun. Orası sana emanet," dedikten sonra bir şey demeden kapattığında telefonu kulağımdan çektim. Kubilay, meraklı gözlerle bana bakarken arkama yaslandım.

"Mete ile Eyşan dinlenmeye çekilmişler, biz ne yapalım?"

Kubilay, kolunu Yonca'nın omzundan çekti ve dirseklerini masaya yasladı.

"Sizde bence biraz dinlenin. Göz altı torbalarınız, Perşembe pazarında kullanılabilecek bir poşet kadar büyümüş," dediğinde gözlerimi devirip kafamı iki yana salladım. Gözlerimi Çilingir'e çevirip kaşlarımı kaldırdım.

"Biraz dinlensek iyi olur. Bir şey olursa buralardayız zaten, dağılalım."

Kubilay, Yonca ile masadan kalkarken Alperen, Ayda ve Deniz'le onların arkasından kalkmıştı. Masada yalnızca Cemile ile kaldığımda çenemle kantinin arka kapısını gösterdim.

"Biraz yürümek ister misin?" diye sorduğumda kafasını salladı. Ben ayağa kalkar kalkmaz o da ayaklandı. Elimle kapıyı gösterip geçmesi için beklediğim sıra büyük adımlarla yürümeye başladı. Onu takip ederken adımlarımı hızlandırdım, kapıya varmadan hemen önce önüne geçip kapıyı açtım. Hiçbir şey söylemeden kantinden çıktı, ben de peşine takıldım.

Kuru yazın başlangıcı olan güneş tam tepemizdeydi. Askeriyenin sol kanadında yer alan büyük çınarın altına doğru yürümeye başlamıştık. İkimiz de konuşmuyorduk ama sessizlik rahatsız edici değildi. Ayaklarımızın altındaki toprak, güneşin etkisiyle kurumuş ve sertleşmişti. Bastıkça ince bir toz tabakası havalanıyor, yürüdüğümüz yolu belli belirsiz işaretliyordu.

Cemile, yanımda ilerlerken göz ucuyla yüzüne baktım. Güneş alnına vurmuş, turuncu saçlarının arasına saklanmış güneşin hırçın parçaları parlıyordu. Düşünceli gibiydi. Belki de bir şeyler söylememi bekliyordu, belki de sadece yürümek istiyordu. Emin olamadım.

Birkaç adım daha attıktan sonra, Cemile aniden durdu. Çınarın gölgesinde, hafifçe esen rüzgârın tenimize değdiği noktada, derin bir nefes aldı. Gözleri hâlâ uzak bir noktaya dalmış gibiydi.

"Onlar buna nasıl dayanıyor?" dedi sonunda, sesi neredeyse bir fısıltıydı. Tam o an, neyden bahsettiğini anlamak istemedim. Keşke dedim, keşke bu soruyu hiçbir zaman anlamayacak olsaydım. Acı cümlelerime karıştı ve bir bıçak misali boğazım yırtarak döküldü.

"Biz askeriz Cemile."

Cemile gözlerini kırpıştırdı, sanki söylediklerimi hazmetmeye çalışıyordu. Dudakları titredi ama konuşmadı. Çınarın gövdesine yaslanırken omuzları hafifçe çöktü.

"Siz askersiniz..." diye tekrarladı usulca, sonra başını kaldırıp bana baktı. Gözleri, taşıdığı yükün ağırlığını gizleyemiyordu. "Ama insansınız da."

Bu defa cevap vermedim. Zaten bu cümleye verecek bir cevabım da yoktu. Parmaklarımı avucumda sıktım. Sessizlik, rüzgârın yapraklar arasındaki hışırtısına karıştı.

Cemile derin bir nefes alıp gözlerini kaçırdı. "Sence bu normal mi?" diye sordu. "Ölüme bu kadar alışmak? Arkadaşlarımızı kaybetmeye... her gün bir ihtimal farklı insanların da sırasının geleceğini bilmeye?"

Bu soruların hepsini ben de kendime defalarca sormuştum ama cevaplar, hiçbir zaman değişmemişti.

"Normal değil," dedim sonunda. "ama gerekli."

Cemile gülümsedi ama bu, acı bir gülümsemeydi. Sonra başını çevirip yeniden ufka baktı. Belki de konuşmaya devam etmek istemedi. Belki de sadece sessizce kabullenmek istiyordu. Alt dudağımı dişleyip zebercedi andıran gözlerine odaklandım.

"Sen bir öğretmensin ve ben bir askerim. Sana bir askerin acısını anlatamam, anlatsam da benimle aynı hissetmezsin. Ne için var olduğumu anlamazsın. O yüzden sana şu şekilde açıklamak isterim," dedim ve büyük bir adım atıp tam karşısında durdum. Beni daha iyi görebilmek için başını biraz geriye yasladı. Çınar ağacının yapraklarından sızan parıltılar, yüzünde ahenkli bir gölge bırakıyordu.

"Sen bir çocuğun geleceğini şekillendirmek için varsın. O yüzden öğretmen oldun. Ben ise o çocuğun, gece yastığa başını koyduğunda korkmaması için varım. O yüzden asker oldum."

Cemile gözlerini bir an kapattı, sanki söylediklerimi içselleştirmeye çalışıyordu. Sonra yavaşça açtı ve yüzüme baktı.

"Bir çocuğun geleceğini şekillendirmek yıllar sürer," dedi usulca.

Sesindeki hüzün, içimde ince bir sızı gibi yankılandı. Dudaklarımdaki buruk tebessümü yaratan bıçağı tam kalbimde hissettim.

"Bir ülkeyi kurmak da öyle."

Gözlerini kaçırmadı ve dudaklarının kenarlarını ağırca kıvırdı. Genişleyen tebessümü ile ormanlarımda dolanırken derin bir iç çektim. Cemile'nin sözleri havada asılı kalmış gibi hissettirdi. Onun bakışları, içimde yankılanan cümleleri tamamlıyordu sanki. Gözlerini kaçırmayışı, meydan okur gibi değildi. Daha çok anlamaya çalışan birinin sabrı vardı yüzünde.

"Bir ülkeyi kurmak yıllar sürer," dedim tekrar, daha çok kendime söyler gibi. "ama yıkmak için bazen bir an yeter."

Cemile, başını hafifçe yana eğdi. "Ve sen, o anın yaşanmaması için buradasın."

Bunu söylediğinde, içimde tarifsiz bir ağırlık çöktü. Evet, tam olarak buydu. Kimi zaman göz ardı ettiğim, kimi zaman kabullenmek istemediğim ama her sabah omuzlarımda taşıdığım yükün adıydı bu.

"Evet," dedim sonunda. "Bizim görevimiz, o anın hiç gelmemesi için savaşmak."

Rüzgâr çınarın dallarında hafif bir hışırtı bıraktı. Cemile gözlerini kısıp yukarı baktı, yaprakların arasından süzülen güneş ışıklarına.

"Vatan," dedim bir anda.

Zebercetlerini bürüyen güneşin çocuklarından ayırıp bana baktığında, büyüyen obruğun içine düştüm. Cemile, benim için bir vatandı. Dudaklarımda büyüyen bir gülümseme ile düştüğüm obruktan ona bakmaya devam ettim. Cemile, gözlerimin içine baktığında, dudakları hafifçe aralandı ama hiçbir şey söylemedi. Söylese de duymazdım belki, çünkü o an zaman durmuş gibiydi. Rüzgâr çınarın dallarında tekrar hışırdadı, toprağın kokusu havaya karıştı, güneş hâlâ olduğu yerde parlıyordu ama ben, o obruğun içindeydim.

Onun bir şey demesini bekledim mi, bilmiyorum. Belki de sessizliğiyle daha çok şey anlatıyordu. Zamanın, mekânın, üzerimde taşıdığım yüklerin ötesinde bir yerde, sadece ikimiz vardık.

Kaşlarını kaldırarak, "Vatan?" diye sorduğunda çenemle kendisini gösterdim.

"Uğruna savaşılacak en değerli ganimet."

"Gördün mü aşkım... Biz o güvercin kadar bile cesur olamadık... Gördün mü aşkım... O gurur dağının eteğinden bir türlü dolanamadık..."

Bir adım atıp ona biraz daha yaklaştım. Gözlerinin içine, daha da derinine baktım. Güneşin turuncuya çalan ışıkları, saçlarına tutunmuştu. Yüzünde, geçmişin ağırlığını taşıyan ince çizgiler vardı.

"Halbuki... İste ömrümü... İste gönlümü... İste yoluna sereyim..."

Cemile, gözlerini kaçırmadı. Bakışları, sessizce içimi okur gibiydi. Belki de söylemek istediğim her şeyi çoktan anlamıştı. Sözler bazen fazlaydı, gereksizdi. Bazense bir tek kelime bile, dünyaları anlatmaya yetiyordu.

"Vatan," dedim tekrar, daha yavaş, daha içten. "Kimi zaman bir toprak parçası, kimi zaman bir insanın yüreğidir."

Cemile'nin gözleri kısıldı, yüzünde belirsiz bir gülümseme dolaştı ama bu gülümsemenin içinde bir hüzün de vardı. Derin, anlaşılması zor bir hüzün.

"Böyle konuşmaya devam edersen," dedi usulca, "beni de o savaşın içine çekersin."

Başımı hafifçe yana eğdim, gözlerimi ondan ayırmadan. "Zaten içinde değil misin?"

Sessizlik yine aramıza çöktü ama bu sefer bambaşka bir ağırlıkla. Çınarın dallarında bir kuş öttü, uzaklardan bir yerden gelen kışlaya ait sesler kulağımıza çalındı. Ama biz hâlâ o küçücük anın içinde, birbirimize bakan iki insandık. Biri savaş meydanlarında var olan, diğeri bilgiyle yol açan. İkimiz de kendi savaşlarımızı veriyorduk.

Sonunda Cemile derin bir nefes aldı ve başını hafifçe eğdi. "Beni vatan sayma," dedi yavaşça. "Ben sınır çizmeyi bilmem."

Gülümsedim. "Ben de teslim olmayı bilmem."

"Gördün mü aşkım... Biz bir riyakar kadar bile düzgün duramadık... Gördün mü aşkım... Bu masum rüyanın sonunda yine kavuşamadık..."

🍃

21 Mayıs 2022 / Şırnak

Caner Cenk Çakır, Ağzından

 

The Way, Zack Hemsey

Korku ve mantık arasındaki en büyük fark nedir, biliyor musun?

Korku, içgüdüseldir. Mantık ise düşünüp değerlendirir.

Korku; kaç der, saklan der, dur der. Seni korumak için vardır ama bazen seni zincire vurur. Mantık ise hangi adımı atman gerektiğini, risklerin ne olduğunu ve neyin gerçekten önemli olduğunu söyler.

Korku seni hayatta tutarken mantık, seni ileri götürür.

Korkunun yalnızca harflerden ibaret olmadığını, ruhuma yapılan darbe sonucu öğrenebilmiştim. Kalbime ve zihnime işlediği yaralardan fark etmiştim. Sınırlarımın aslında neden dolayı var olduğunu, yüzüme bir tokat misali çarptığında görmüştüm.

Korku, sana sınırlar çizer, hayatta kalma içgüdüsünü harekete geçirir, fakat bazen o sınırlar seni içeride hapseder. Belki de bu zamana kadar, sevdiklerime karşı çizdiğim sınırlar bundan dolayıydı. O sınırlara kimsenin girmesine izin vermediğim gibi, çıkmasına da hassasiyetle karşı çıkma isteğimdendi.

Sınırıma dahil olan hiç kimse, bunu mantık çerçevesi içinde sorgulamamıştı ki aslında sorgulaması gerekiyordu. Olduğu yeri sorgulaması, neden bu şekilde düşündüğümü ve hareket ettiğimi anlamaya çalışması lazımdı. Sınırlarıma aldığım insanlar bunu doğru kullansalardı, korkularımın ötesine geçmek için bir araç haline geleceklerdi. İşte bu yüzden her zaman mantık ile yoluma devam etme isteğim, bazı anlarda korkularımın önüne geçecekti.

Çünkü mantık, değişim içinde dengeyi bulmanın, ilerlemenin anahtarıdır.

Burnuma hücum eden begonvil kokusu, gözlerimi alan parlak zeminden yükseliyordu. Adımlarım, o parlak zeminlere dokunmak istemiyormuşçasına bilinçli olarak hızlandı. Sağımdan ve solumdan ikiye ayrılmış kollarda çalışan istihbarat görevlileri, gözlerini ekrandan ayırmadan özenle işlerini yapıyorlardı. Her biri, bir diğerinin en küçük hareketine bile dikkat ederek, her türlü detayı not alıyor, her ihtimali değerlendiriyordu. Bu kadar sessiz, bu kadar odaklanmış bir ekip, her türlü tehlikeyi önceden sezer gibi görünüyordu.

"Caner Cenk?"

Sağ taraftan duyduğum sese doğru gözlerimi çevirdiğimde ellerimi ceplerime koydum ve çenemi kaldırdım. Cengiz, bana doğru adımladı ve önümde durup bakışlarını oturan kişilerde gezdirdi.

"Odaya geçelim," deyip eliyle önden geçmem için yön verdi. Ellerimi ceplerimden çıkartmadan yürümeye devam ederken solumdan yaklaşan adım seslerini işittim.

"Zirve buraya gelir miydi?" sorusu, havada bir tehdit gibi asılı kaldı. Adımlarımın hızlandığını hissediyordum ama yine de gülümsedim, bu gülümseme yüzümde soğuk bir maske gibiydi. Her şey bir oyun gibiydi ve ben oyunumu bozmadan ilerliyordum.

"Zirve, her an her yerde olabilir," dedim ama sesimde bir belirsizlik, bir ihtimal vardı. Cengiz'in bakışları keskinleşti. Hiç hızımı kaybetmeden odanın kapısına doğru ilerledim. Krem rengi kapıyı açıp içeriye geçtiğimde, Cengiz ve arkamızdaki bedende bizimle içeriye girdi.

Ceviz ağacından yapılmış masanın önündeki kahverengi, tekli deri koltuğa oturdum. Cengiz, hemen karşımdaki tekli koltuğa oturduğunda çenemi kaldırdım ve yüzümü sağa çevirdim. Bir çift yeşil gözün radarına takıldığımda gülümsedi ve başındaki fötr şapkayı çıkartıp sandalyesinin yanındaki askıya astı.

İmalı bir şekilde kaşlarımı kaldırıp, "Nasılsınız Selami Başkanım?" diye sorguladığımda Selami, gözlerini kıstı ve damağını şaklattı.

"Mete ile karşılaştıktan sonra sence nasıl olabilirim, Caner?"

Selami'nin kurduğu cümleye büyük bir kahkaha patlattığımda, gözlerini devirdi ve kafasını iki yana salladı.

Gözlerini irileştirdi, "Gülme! Gözleri her gece kabusumu süslüyor," gürültülü bir iç çekti, "bak hâlâ devam ediyorsun, Caner!"

Ellerimi havaya kaldırıp, "Tamam tamam, sustum," dedim. Selami, gözlerini tekrar kıstı ve masanın kenarına yaslanarak ellerini ovuşturdu.

"Ziyaretini neye borçluyuz?" diye sorguladığında derin bir nefes aldım ve tüm ciddiyetime geri döndüm. Kaşlarım yukarıya doğru havalandığında kollarımı göğsümde bağladım. Gözlerim, onun her hareketini izlerken, bu sahnenin hiç değişmediğini düşündüm. Selami'nin gözlerinde bir şeyler kaybolmuştu; yalnızca maskesini korumaya çalışan, derinlerdeki yaralarından hâlâ izler taşıyan bir adam vardı karşımda.

"Güvercin, Hayalet Ekibi ile toplantı yapmak istiyor."

Selami, çok kısa bir süre gözlerimin en derinine baktı. Selami, çoğu zaman olduğu gibi hislerini gizlemekle meşguldü ama gözlerindeki kayıtsızlık, içindeki fırtınaları yansıtıyordu.

"Sağlıklı düşündüğünden emin miyiz? Sonuç olarak bir travma atlattı ve bu da travma sonrası stres bozuk-"

Cümlesini tamamlamasına izin vermeden, sol elimi göğsümdeki düğümden çözüp havaya kaldırdım. Bu, bana olan güveninin testiydi; aynı zamanda, ona güvenmediğimi gösteren bir işaretti.

"Selami," dedim, sesim sabırlı ama kesin. "Bunun kararı çoktan alınmıştı. Sadece ona sunduk ve o da kabul ederek düşüncelerini bize yansıttı. Hatta bizzat ona, bunun hoş karşılanmayacağını bildirdim."

Selami, gözlerimi dikkatle süzerken, bir an yüzündeki ifadeyi çözmeye çalıştım. Lakin o, her zamanki gibi kararsız bir şekilde bana bakıyordu. Sözlerimin ardından, gözlerinde bir parıltı belirdi; belki de şaşkınlık, belki de bir anlayış ama kesinlikle bir tedirginlik.

"Peki, Güvercin ne dedi?" diye sorması, ortamın gerginliğini bir nebze azaltmıştı ama hâlâ dikkatliydim. Bu, sadece bir ön izleme gibiydi. Gerçek hesaplaşma biraz daha derindi. Gözlerimi kıstım ve çenemi dikleştirdim. Cevap vermek için birkaç saniye duraksadım, sonra söyledim.

"İstihbarattan da bunun için bir şey diyecek olan varsa, buyursun karşıma gelsin."

Selami'nin kaşları biraz daha kalktı. Gözlerinde küçük bir değişim, belki bir anlam arayışı vardı ama ben gülümsedim. Bu gülümseme, sözlerimi yumuşatmak için değil, bilakis, durumu netleştirmek için geliyordu.

"Evet, aynen bunu dedi." dedikten sonra bacak bacak üstüne attım, rahat bir pozisyonda, onun bana tepki vermesini bekledim. Selami, bir süre sessiz kaldı ve dudakları arasında hafifçe bir gülümseme belirdi.

"Biliyorum yengem çok havalı. İkizim diye demiyorum ama Mete, mantıklı kararlar alabiliyor." Bu sözlerim, gerilimi biraz daha yumuşatmaya yetti. Selami'nin suratı hafifçe değişti ama yine de ciddi bir ifade koruyordu.

Selami, başını hafifçe omzuna yatırdı. "Mete'nin aldığı mantıklı kararlar, senin aldığın kararları sorgulatır Caner. Dalga bile olsa bence Mete'yi hiçbir zaman küçümseme," dedi.

Selami'nin sözleri, odanın havasını biraz daha yoğunlaştırdı. Gözlerim bir an için parladı ama hemen toparlandım. Söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu biliyordum. Mete'nin yaptığı her hamle, her karar, düşündüğümden çok daha fazla anlam taşıyordu. Bu yüzden ona hep dikkat etmiştim ama Selami'nin dediği gibi, bazen kendi etrafımdaki herkesin gözünden kaçan detaylar olabiliyordu.

Bacaklarımı birbirinden ayırıp, rahatça koltuğa yaslandım. Selami'nin bakışları, üzerine basılması gereken ince bir tel gibi hissediliyordu. Konu, yalnızca Mete'nin kararları değildi; burada asıl mesele, birbirimizin sınırlarını nasıl tanıyacağımızdı.

"Dalga geçmek mi?" dedim, sesimde alaycı bir tını vardı. "Mete'yi küçümsemek mi? Onu her zaman saygı ile izledim ama her şeyin bir sınırı var, Selami." Bu sözler, ona karşı duyduğum saygıyı yitirmediğimi ama bir noktada mesafemi de koruduğumu netleştiriyordu.

Selami, kaşlarını hafifçe kaldırarak dikkatlice bana baktı. Bir şey demedi ama gözleri her zamanki gibi keskin, dikkatliydi. Karşısındaki kişiyi ne kadar anlamaya çalışsa da bazen duygusal mesafe kurmak zor oluyordu.

Kısa bir sessizlik oldu. İkimiz de kendi düşüncelerimize daldık ama bilinen bir gerçek vardı: Her karar, bir şekilde geçmişiyle, geleceğiyle bağlanıyordu ve bu bağ, tek bir yanlış adımda tüm düzeni bozabilirdi.

Selami, "Güvercin'e istediğini verelim. Selçuk, zaten onları arayıp kışlaya davet etti," dedi ve dirseklerini masaya yaslayıp başını hafifçe eğdi, "Ne konuşmak istediğinden bahsetti mi?" diye sordu. Selami, her kelimenin arkasındaki olasılıkları okur gibiydi. Bu yüzden ne söyleyeceğimi çok iyi düşünmeliydim. Gözlerim bir an için masanın üzerindeki ahşap dokuya kaydı, sonra tekrar Selami'ye döndüm. Bu sefer daha dikkatli, daha odaklanmış bir şekilde.

"Henüz net bir şey söylemedi," dedim. "Ama bu her zaman için bir işarettir. Güvercin, her şeyin ardında bir plan olduğunu ve doğru zamanı beklediğini çok iyi biliyor." Yavaşça başımı salladım, "Görüşme, bizim için bir fırsat olabilir."

Selami'nin bakışları, gözlerimin içine odaklandı. Yavaşça, "Caner, Güvercin'den bahsediyoruz. Eskiden, Asena Gündüz iken, ortalığı kasıp kavurmuş bir askerden bahsediyoruz. Çok zeki bir kadın, eşi benzeri bulunamaz ama şu an yaşadıklarımız, onun geçmişte yaptıklarından dolayı. Ve o, aldığı kararların her birinde bir iz bırakarak ilerledi ki ilerlemeye de devam ediyor." Diye fısıldadı.

O an, her ikimizin de aynı noktaya odaklandığını hissettim. Güvercin, kimseye güvenilmeyen bir dünyada, her adımını iki kez düşünerek atıyordu.

Selami, "Ayrıca," dedi ve arkasına yaslandı, "seni yanında istemeyebilirdi."

Kaşlarım çatıldığında kaşlarını kaldırdı.

"Eyşan'a yaptıklarını ne çabuk unuttun Caner?" dediğinde, kelimeler bana bıçak gibi saplandı. Gözlerimi o andan itibaren Selami'den kaçırıp ellerime çevirdim. Bu, Selami'nin sadece bir sorgulama değil, aynı zamanda beni hatırlatan, kendimi sorgulamama neden olan bir yargıydı.

Selami'nin sözleri, bir çivi gibi kafama çakılmıştı. Her şeyin ağır bir şekilde üzerime çökmeye başladığını hissettim. Eyşan, geçmişinin gölgelerinin hala peşinden gelmesinin yanı sıra, yaşadığı her bir olayın izlerini taşımaktan asla kaçmamıştı. Ama bu, onun doğru kararlar almasını engellememişti; aksine, kararları daha da keskinleştirmişti.

Başımı iki yana salladım, içimdeki karmaşa büyüdü. "Eyşan'a yaptıklarım... bunlar geçmişin derinliklerine gömmek istediğim anılardı." Sözlerim kesik kesikti, sesim bir an için boğazıma takıldı. "Ve o anları hatırlamak, yaptığım hataları kabul etmek, yüzleşebileceğim en ağır şeylerden biri olurdu."

Gözlerimi ellerimden çekip Selami'ye baktığımda derin bir iç çekti.

"Her bir kararın bedeli vardır ve sen, bu bedel ile bir noktada yüzleşmek zorunda kaldın Caner. Bizde yarın, en büyük bedellerin altında kalmak için kışlada olacağız."

Yavaşça başımı salladım, gözlerim yeniden odaklandı. Gerçekten de o sınav, bizi bekliyordu. Kışlaya gittiğimizde hem kişisel hem de profesyonel anlamda en büyük testimizi verecektik. Ama bilmediğim tek şey, bu testin sonunda hangi tarafın kazanacağıydı.

🧐

22 Mayıs 2022 / Şırnak

Eyşan Çakır, Ağzından

 

Dönence, Barış Manço

Geçmişte izlerini bıraktığım cümlelerin artıklarını, ruhumdan toplamaya çalışıyordum.

Kana bulanmış harflerin biriktirdiği cümleler, ruhumdaki amansız yaraların sahibiydi. Her biri, zamanın benden koparıp aldığı anların, kaybettiklerimin ve unutmaya cesaret edemediğim hatıraların yankısıydı. Sessizliğin içimde çığlık attığı gecelerde, bu kelimeler zihnimde yankılanıyordu.

Unutmak istedikçe hatırlıyor, susturmaya çalıştıkça daha da güçleniyorlardı. Öyle derine işlemişlerdi ki, nefes aldıkça kanıyor, her adım attıkça canımı acıtıyorlardı. Bazen bir fısıltı kadar hafif, bazense bir kurşun kadar ağır oluyorlardı. Geceyi bölen sessizlikte yankılanan bu kelimeler, içimde bir mahkeme kuruyordu. Sanık da bendim, yargıç da.

Cezamı kesen de yine kendi vicdanımdı.

Ve ben, bu cümlelerin ağırlığını sırtımda taşımaya mahkûmdum.

Koynuma aldığım sıcaklığın, içinde bıraktığı tohumlarıyla geçirdiğim şafak, bizi yeni bir günün sabahına emanet etmişti. Zamanın hızlı geçmesini istediğim dakikalar, Mete'nin kapalı gözlerinin ardına saklanmıştı. Gözlerini bir açsa, gökyüzünü yeniden görebilecektim. Bir yanım ise hâlâ şafakta kalmanın karanlığını yaşıyordu. Parmaklarım, benden bağımsız olarak usulca yanağına değdi. Ona dokunduğum her an, içimdeki karmaşanın arasından bir ışık huzmesi süzülüyordu.

Mete'nin kirpiklerinin titrediğini fark ettiğimde, kesik bir nefes aldım. Gözlerini açarsa, gecenin korunaklı sessizliği dağılacak, günün kaçınılmaz gerçekliği üzerimize çökecekti. Parmaklarım yanağından şakaklarına, oradan da alnındaki saçlara doğru tırmandı. Mete, diliyle ıslatıp kalbimi hızlandıran dudaklarını büzdüğünde kıkırdadım.

"Öpmek için hâlâ neyi bekliyorsun?" dedi, uykulu ve kalın sesiyle.

Gülerek "Gözlerini açmanı," dedim.

Saatin yelkovanı, akrebin zehrinden kaçmak istercesine sağa doğru kaçtı. Ruhumdaki kanlı cümleler biraz daha ağırlaştı. Birkaç saat önce çıktığım şafağın eşiği, sırtımdaki yükünü hafifletti.

Mete, gözlerini açıp bana gökyüzünü bahşetti ama ruhumdaki kasvet, sabahın aydınlığında bile kaybolmuyordu. Belimin üzerine yasladığı elini sırtımda sürükledi ve ensemdeki saçlara parmaklarını geçirdi. Gözlerini kısıp yüzünü yüzüme yaklaştırdığında büzdüğü dudakları, dudaklarımla buluştu. Kısa bir buse ile dudaklarımız birbirinden ayrılarak mesafe biçti ama gözlerimiz bir köprü misali bağlantı kurdu.

Parmak uçları, saçlarımdan düştü ve omurgamı takip ederek aşağıya doğru kıvrıldı. Tişörtümün altından parmaklarını sızdırdı. Büyük, sıcak eli sırtımda tembel tembel gezindi, tenimde sıcak izler bıraktı. Dudaklarının kıyısında hafif bir gülümseme vardı.

"Uyumak için çok güzel bir sabah," dedi fısıltıyla. Sesi hâlâ uykunun sıcaklığıyla sarılıydı.

Kaşlarımı çattım. "Kalkman gerekiyor."

"Gerekli mi?" diye mırıldandı, "Bence birkaç saat daha kalabiliriz böyle."

Gözlerimi devirdim ama içimde garip bir sıcaklık vardı. Burada, onun sıcaklığına gömülü kalmakla dışarıdaki gerçekliğe dönmek arasında sıkışıp kalmıştım. Kollarını biraz daha sıktı, beni kendine çekti. Başımı göğsüne yasladığımda, kalp atışlarını duyabiliyordum. Düzeni bozulmayan, güven veren bir ritme sahipti.

Parmaklarımı ensesinde gezdirmeye başladığımda kıkırdadı. Başımın göğsünden ayrılmasını sağlayarak yüzüme baktı. Gözlerinde uykunun tatlı bulanıklığı vardı ama bakışı, içimi çözebilecek kadar keskindi.

"Elini çekmezsen tekrar uyuyacağım," dedi, gülümseyerek.

Mete'nin gözlerindeki maviye tutunarak boğulmamayı umdum. Onu gerçekten uyandırmak ister gibi yaklaştım. Dudaklarımın arasından fısıldar gibi döküldü kelimeler.

"Uyanman gerek. Çünkü biz çok açız," dedim. Kahkaha atarak sırtını yatağa devirdiğinde ensesindeki elim, göğsüne kaymıştı. Gözlerini kapatmış bir şekilde gülmeye devam ediyordu. Kaşlarımı kaldırıp gülüşünden etkilenmemeye çalıştım.

"Komik olan ne? Çocuklarımız aç ve sen burada katıla katıla gülüyorsun, neden?" diye sorguladığımda gözlerini açtı ve yüzünü bana çevirdi. Kahkahasını bastırarak derin bir nefes aldı.

"Gece bir rüya gördüm," sırıttı, "kantinde," gülmekten birkaç saniye konuşamadı, "kahvaltı yapıyoruz ve sen... önümdeki tabldotu da alıyordun. Nedenini sorduğumda ise 'Çünkü biz çok açız.' diyordun." dedi ve gülmesine devam etti. Elimi kaldırıp hafifçe omzuna vurdum ve kollarının arasından kalkmaya çalıştım.

"Şşşş!" diyerek beni sırt üstü devirdi ve üzerime ağırlığını vermeden karnıma doğru eğildi.

"Çocuklarım, günaydın," dedi ve kafasını tişörtümün altına sokup dudaklarını karnımdaki küçük şişliğe bastırdı. Ardı ardına bıraktığı öpücükler derin bir iç çekmeme neden olduğunda sessizce yutkundum. Başımı geriye yasladım, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. İçimdeki huzur, varlığının yavaşça tüm kaygılarımı sardığını hissettiriyordu ama bir yandan da belirsiz bir şey vardı, o anın güzelliği ve bu anın tüm anlamı.

Tişörtümün altından çıktığında bana bakışlarını yönlendirdi. "Beni bırakacak mısın, yoksa biraz daha burada kalacak mıyız?" diye sordum. Ellerini yatağa bastırdığında, şişkin pazılarından beliren damarlara baktım. Büyük cüssesinden üzerime düşürdüğü gölgesiyle ağırlaştığımı hissettim.

"Burada kalmayacağız elbette ama seni hiçbir zaman bırakmam," dedi, şehvetli bir şekilde ve gülümseyerek. Sanki o sözcükler her anı daha da özel kılıyordu. O an, sadece bu anın bileşenlerinin derinliği ve yavaşça kalbime kazındığını hissettim. Burnuma kondurduğu küçük öpücük ile üzerimdeki gölgesini de alarak yataktan kalktı.

Gözlerimi ona takarken, belirsiz bir şekilde içimdeki huzuru hissettim. Onun yanında olmak, sanki tüm dünyayı bir kenara koymak gibiydi. Bir anlık bir boşluk vardı, ama o boşluğu onun varlığı, her hareketi ve bakışları dolduruyordu.

Yarım saat içinde duşumuzu almış, hazırlanmış bir şekilde odadan çıktığımızda bakışlarım karşımdaki odanın kapısına dokundu. Gözlerimi kısıp sola doğru döndüm ve Mete'yi bekledim. Kapıyı kapattığında birlikte yürümeye başladık. Yemekhaneden içeriye adım attığımız an, masaya toplanan Güvercin Timine baktım. Bizi ilk fark eden Osman olmuştu. Gülümsediği sıra, masadaki tüm yüzler bize doğru çevrilmişti.

Gülümseyerek, bir şey demeden tabldotlarımıza kahvaltılarımızı aldık ve Mete ile masaya geçip sandalyelere yerleştik.

"Günaydın," dediğimizde ise hepsi aynı ağızdan "Günaydın," demişlerdi. Gözlerim bir an için önümdeki tabldottan ayrılıp masadaki yüzlerde gezindi. Alev, masada yoktu. Barış'a bakıp kaşlarımı yukarıya doğru havalandırdım.

"Barış, Alev nerede?" diye sorduğumda ağzındaki lokmasını yutkundu ve boğazını temizledi.

"Gece Kerem Albay çağırdı, operasyonları varmış," dedi. Kafamı sallayıp bakışlarımı tabldotuma indirdim ve kahvaltımı etmeye devam ettim. Masada ağır bir sessizlik vardı ve bu alışkın olduğum bir durum değildi. Bu sessizliği ilk bozan Çilingir'in sesi oldu.

"Sanırım kimse uyuyamamış, herkes suskun olduğuna göre?"

Ağzımdaki lokmanın büyüdüğünü hissettiğimde hızla yutkundum. Çilingir'in sesi, masadaki herkesin dikkatini çekmişti. Gözlerim bir an için ona kayarken, herkesin tavrı değişti. Sessizliğin içinde, o anın ağırlığını daha fazla hissediyordum. Selçuk, kaşlarını kaldırarak ona baktı.

"Sana bunu düşündüren ne?" diye sorguladığında Çilingir, göz ucuyla bana baktı. Tek kaşımı kıvırdığım sıra gözlerini benden kaçırdı. Mete'ye baktığında ise Mete'nin de ona baktığını gördüm.

"Her neyse, siz dinlenebildiniz mi Bozkurt?"

Mete, gülümseyerek kafasını salladı.

"Valla ben, karımın kollarında mışıl mışıl uyudum," dediğinde Çilingir, gülümsedi ve kafasını sallayarak tabldotuna baktı.

"Belli," dedi.

Mete, birden kaşlarını çatıp tabldotunu kenara itti. Gözleri belirsiz bir ifadeyle bana kayarken, hafifçe gülümsedi ama bu gülümseme, içinde derin bir anlam taşıyordu. "Bir şeyler oluyor," dedi, alttan alarak, "Ve bu sessizlik, bir şeylerin habercisi gibi."

Bu sözler, havada asılı kaldı. Barış, bir an için başını kaldırıp gözlerini Mete'ye dikti ama hiçbir şey söylemeden tekrar yemek yemeye başladı. Belli ki, o da endişeliydi ama bunu açıkça dile getirmiyordu. Sadece gözlerinden anlayabiliyordum.

"Belki bir şey yoktur," diye mırıldandım ama içimdeki huzursuzluk, sözlerimle örtüşmüyordu. Gözlerimi tabldotun içindeki zeytine odakladım ama içimdeki rahatsızlık gitmek bilmedi. Çatalımı zeytine batırıp ağzıma götürdüm ve çekirdeğini çıkartıp çiğnemeye devam ettim. Mete'nin bitirdiği tabldotunu alarak masadan kalktığını gördüğümde gözlerim, bir bıçak misali Çilingir'e saplandı.

"Çilingir, herhalde dün gece uyuyamayan bir tek sensindir."

Çilingir, omzunu silkti.

"Belki de sadece uyur gezerimdir," dedi ve tek kaşını kaldırıp imalı bir başı attı. Selçuk'un bıyık altından gülümsediğini gördüm. Mete, masaya yaklaşıp sandalyesine geri oturduğunda birden yeniden ayağa kalktı.

"Dikkat!" diye bağıran ses ile ayağa kalkıp yemekhanenin girişine döndüm. Alparslan Çakır, bakışlarını yalnızca benim gözlerimde tutarken çenesini dikleştirdi ve elini havaya kaldırdı. Sağ elinin parmaklarını üç kez gel dercesine avucuna yaklaştırdı.

Ona doğru yürümeye başladım. Sırtını bana dönüp ilerlediğinde, arkamdan gelen adım seslerini işitebiliyordum.

Mete'nin "Caner, neler oluyor?" sorusunu işittim. Caner'in ise "Bir bilgim yok. Bakma öyle gerçekten bilmiyorum," dediğini duydum. Sağımdan yaklaşan Selçuk'un varlığıyla Çilingir'in Mete'ye seslendiğini fark ettim.

"Emin ol Mete, hiç bu zamana kadar güzel uyutulmamışsındır," derken ki ses tonundaki ima, dudaklarımın kenarında bir idam sehpası kurmuştu. Urganı geçirdiğim gülümseme, askeriyenin kapısının önüne yaklaştıkça titreyerek idama kavuşmuştu.

"Bu ne Selçuk?" dedi, Caner.

Alev'in yalnızca bana bakarak, üzerinden henüz çıkartmadığı tulumuyla yaklaştı ve esas duruşa geçerek selamını verdi.

"04:17 operasyonu başarıyla tamamlandı," dedikten sonra hemen soluma geçti, ellerini arkasında bağladı ve omuzlarını geriye attı. Alparslan Çakır, bakışlarını arkaya çevirdiğinde ben de arkamı döndüm. Alparslan Çakır, elini havaya kaldırıp "Kenara çekilin!" diye bağırdı ve yeniden önüne döndü. Mete, anlam çıkartmaya çalışan bakışlarını gözlerimde gezdirirken ben de önüme döndüm.

"Bırakın, da'ūnī, aqūl."

"Güvercin!" diyen Mete'nin sesiyle arkamda çıkan gürültünün sahibi aynı kişiye aitti. Sağ omzumun üzerinden arkama baktığımda Mete'nin kollarına sarılmış Çilingir ve Ahmet, onu tutmaya çalışıyordu. Çilingir, tam Mete ağzını açacakken elini Mete'nin ağzına bastırdı.

"Da'ūnī yā rajul!" (Bırakın lan!)

Gözlerim Alparslan Çakır'ı bulduğunda, gözlerinin içindeki gülümsemeyle bana baktı. Yüzünü çevirmeden sağa doğru baktı ve yüzünü hafifçe eğdi.

"Laqad aqsamtu bil-ams. Hatta ar-rimād lam yamsu al-ard." (Düne bir ant içmiştim. Toprağa külün bile değmedi.)

Şafakta bir mahkeme kurmuştum. Sanık da bendim, yargıç da.

Cezayı kesen ise bu sefer emir erlerim olmuştu.

Gözlerimi, önümde diz çöktürülmüş geçmişime çevirdim. Kana bulanmış harflerin biriktirdiği cümleleri, ruhumdaki amansız yaralardan sökerek kopardım. Her birini, zamanın benden koparıp aldığı anların, kaybettiklerimin ve unutmaya cesaret edemediğim hatıraların yankısından çektim.

"Yolun sonu Elias ya da senin dilinde la'ba(sobe)."

-

 

BÖLÜM SONU

AMAN TANRIM! BU LANET YERDE NELER OLUYOR!

Eyşan'ım yavrum, sen ne yaptın o şafakta? Benim bundan haberim neden yok? hdjsahdjhasd!

Şaka bir yana bir haftadan beri son noktayı bir türlü koyamadığım için bölüm geç geldi. Kusura bakmayın, bir sonraki bölümü yazmaya başladım. Onun ne zaman geleceği hakkında bir fikrim yok çünkü ben, Pazartesi günü işe başlıyorum. Bol Bol sizi alıntılara boğacağım bir sezona hazır mısınız? Barımdan gelen fotoğraflarla sizleri taçlandıracağım.

O halde;

 

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

 

Sultan Çakır

 

sekiz mart iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 08.03.2025 05:53 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sultan Çakır / GÜVERCİN / XLIV - DÜNE İÇİLEN ANT
Sultan Çakır
GÜVERCİN

17.77k Okunma

1.05k Oy

0 Takip
67
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş