70. Bölüm

XLIX - SONUN DOĞURDUĞU İLK BAŞLANGIÇ

Sultan Çakır
sultanakr

Helüüü, biz geldik. Caner ve Lara'nın düğünü için hazır mıyız? Ayrıca bu bölümde bir yandan eğlenirken öbür yandan da sırların ve saklanmış birkaç düşüncenin kapıları açılacak. Ee, o halde sizi daha fazla bekletmeyelim, oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin;

Keyifli okumalar.

Bölüm Şarkıları;

Near Light, Ólafur Arnalds

Fyrsta, Ólafur Arnalds

Pulim, Serdar Ayyıldız & Seren Uzun

Aşk, Gökhan Türkmen

Yarala Meni, KareProd

Öyle Kolay Aşık Olmam, Can Ozan ft. Damla Eker

Sil Baştan, Şebnem Ferah

🕊️

XLIX

28 Şubat 2016 / Şırnak

Yazar, Ağzından

Near Light, Ólafur Arnalds

Soğuk, geceyle anlaşmış gibi dolanıyordu üs binasının koridorlarında. Yeni kurulmuş Güvercin Timi, askeri disiplinin gölgesinde ama kader ortaklığının sıcaklığında ilk kez yatakhanelerine dağılıyordu. Dışarıda kar ayak izlerini örtmeye çalışıyor, içerideyse her adım yepyeni bir başlangıcın yankısıydı.

Kubilay ve Deniz aynı odaya verildi. Beton duvarlı, çelik ranza kokan bir odada karşılıklı yerleştiler. Kubilay sessizdi ama bakışları gergin bir geleceği tartıyordu. Deniz göz ucuyla arkadaşına baktı, başını yavaşça salladı. Konuşmaktan çok susmanın askeri dili olduğunu öğrenmişlerdi. Pencerenin önünde duran Kubilay, dışarıya baktığında Şırnak'ın donuk siluetinde kendine ait bir savaş gördü sanki. Burası artık bir oda değil, iki yeminli askerin ilk sınav noktasıydı.

Osman ve Cengiz yan odaya geçtiler. Cengiz'in çantası omzundan düşecek gibi sallanıyordu, yorgunluktan çok tedirginlik vardı onda. Osman ise her zamanki gibi sakin ama sükûnetinin içinde kaya gibi bir dirayet saklıydı. Ranzalara göz gezdirdi, sonra duvardaki boş panoya baktı. "Bir gün buraya şehit düşenlerin isimleri yazılırsa, bizden biri de olur," dedi kendi kendine. Cengiz, başını bile çevirmeden mırıldandı.

"Belki de ikimizden biri..." diye düşündü. Odanın soğukluğu, ölümün soğukluğuna benziyordu ama o an fark ettiler. Aynı odaya girenler, aynı kaderi paylaşmaya başlardı.

Yaren ve Aslı, kadın personel için ayrılmış küçük ama düzenli bir odaya geçtiler. Aslı ilk iş olarak camı açtı, soğuk hava tokat gibi çarptı yüzlerine. "İyi geldi," dedi. Yaren yatağın üzerine oturdu, gözleri duvardaki eski çatlaklara takıldı. "Burada daha önce kalanlar olmuş," dedi. Aslı cevap vermedi ama o da hissetmişti. Oda, geçmişin izlerini taşıyordu ama artık bu izlere yeni bir hikâye eklenecekti: İki kadının, karanlığa meydan okuyan cesaretleri. O an, kimse fark etmedi ama ikisi de ileride bu odadan başka bir hayata geçiş yapacaktı.

Mehmet, Mücahit ve Alparslan, üç kişilik büyük bir odaya girdiklerinde kısa bir sessizlik oldu. Mehmet, ranzasına silahını koyduktan sonra oturdu. Mücahit sırt çantasını yere bırakırken inceden iç çekti. Alparslan kapının kenarında bir süre durdu, içeriye değil, duvarlara baktı. "İnsan bazen duvarlarla konuşur," dedi. Gülmediler. Çünkü burada espri değil, gerçeğin kendisiydi bu. Oda genişti ama içi henüz boştu. İçlerinde taşıdıkları ne varsa, o boşluğu dolduracaktı zamanla. Belki arkadaşlık, belki öfke, belki yalnızlık. Ama en çok da ölüm korkusu.

Asena Gündüz, tek kişilik odaya sessizce girdi. Kapıyı ardından kapattığında, dünya dışarıda kalmış gibiydi. Oda sadeydi. Bir ranza, küçük bir masa, bir dolap. Camdan dışarı baktı; rüzgâr, karın yüzeyini silmeye çalışıyordu. Elini camın buğusuna koydu, sonra ağır adımlarla yatağa oturdu. Yalnızlık, onun için tanıdık bir yoldaştı ama bu defa farklıydı. Bu yalnızlık, bir timin lideri olmanın yükünü taşıyordu. Her nefeste, her karar anında, her ölüm haberinde onun adı geçecekti. Gözlerini kapattı. İçinden bir dua değil, bir emir geçti.

"Kendini zayıf göstermek yok. Bundan sonra yok."

Oda sessizdi ama Eyşan'ın içi gürültülüydü.

O gece, bir kişi hariç diğer kalanlar yatağa uzandı ama kimse tam anlamıyla dinlenemedi. Çünkü Güvercin Timi'nin kaderi yazılmaya başlanmıştı. Ve bu yataklar, sadece uyumak için değil; acıyı, dostluğu, ihaneti ve mücadeleyi sırtlamak için vardı.

Asena'nın odasının kapısı üç kez tıklatıldı. Asena, ranzanın ucunda oturuyordu. Kararmış botlarının bağcıklarını düzeltirken düşünceleri darmadağındı; geçmiş, gelecek ve o an arasında sıkışıp kalmış gibiydi. Başını kaldırmadı önce, sadece bir iç çekişle toparlandı.

"Girin," dedi, sesi netti ama içi hâlâ dalgalıydı.

Kapı aralandı. Genç bir er başını uzattı. Sert, eğitilmiş bir duruşla selam verdi.

"Yüzbaşım, Timuçin Albay sizi brifing odasında görmek istiyor," dedi.

Asena başını yavaşça salladı. "Anlaşıldı."

Er sessizce selam verip kapıyı kapattı. Asena bir an olduğu yerde kaldı. İçini kaplayan yorgunluk, sanki o kelimeyle dağılıvermişti: Brifing. Demek ki beklenen başlamıştı.

Yavaşça ayağa kalktı. Ceketini omuzlarına geçirdi, tokasını takarken gözleri aynaya kaydı. Aynadaki kadın, birazdan bir timin kaderine yön verecek olan kişiydi. Omuzlarına düşen sorumluluk, sırtında taşıdığı üniformadan daha ağırdı.

Kapıyı açtı ve koridora adım attı. Ayak sesleri taş duvarlarda yankılanıyordu. Koridor, geceyle birlikte daha da soğumuş gibiydi. Her adımda ayaklarının altındaki yer sertleşiyor, kalbindeki düğüm daha da sıkılaşıyordu. Bir brifing çağrısı sıradan değildi; hele ki yeni kurulmuş bir timin ilk gecesinde...

Brifing odasının ışıkları uzaktan loş bir şekilde görünüyordu. Sanki orası sadece bilgilerle değil, kararlarla, emirlerle ve alın yazılarıyla doluydu. Asena, o ışığa yürürken adımlarını hızlandırmadı. Her bir adımı, bilinçli ve kararlıydı. Çünkü o artık sadece Asena değildi. Artık Güvercin Timi'nin lideriydi. Ve bu gece, bir şeylerin başladığı gece olacaktı.

Kapı ağır bir sesle açıldığında, içerideki hava sanki birkaç derece daha soğudu. Asena'nın postallarının sesi, döşemedeki taşların arasından geçip odanın merkezine kadar uzandı. Gözleri, içeri girer girmez refleksle masanın çevresindekileri taradı.

Dikdörtgen masa genişti; ortasında büyükçe bir harita, kenarlarında kapalı dosyalar vardı. Haritanın üzerinde birkaç kırmızı iğne dikkat çekiyordu. Masanın başında, sırtı düz, bakışı keskin bir adam oturuyordu: Tuğgeneral Fikret Yıldırım. Üniformasındaki yıldızlar gece kadar ağırdı. Asena'yı görür görmez sadece başını hafifçe salladı. Ne bir gülümseme ne de bir hoş geldin sözü vardı. Gereksiz hiçbir kelimeye yer yoktu bu odada.

Sağ yanda, gri saçları düzgünce taranmış, alnında çizgilerle geçmiş yılların izini taşıyan Timuçin Albay, dosyaya göz gezdiriyordu. Duruşu kararlı, her zamanki gibi savaşla barış arasındaki o ince çizgide yürüyen bir adam gibiydi.

Asena'nın bakışları masanın sol tarafındaki iki siluete kaydığında, kalbi istemsizce göğsüne çarptı.

Ethem Boduroğlu. Eski bir bordo bereliydi, şimdinin ise askeri danışmanıydı. Sert bakışları, çelik gibi oturmuş çenesi ve karısının elini sıkıca tutuşuyla duruyordu. Yanında ise zarif ama vakur bir kadın vardı.

Yağmur Boduroğlu.

Gözlerinde tarifsiz bir parıltı gizliydi. Kızına, gururla, özlemle, neredeyse titreyen bir ışıkla bakıyordu. Sanki o an zamanı dondurmak, Asena'nın bu hâlini belleğine kazımak istiyordu. Asena, bakışları annesininkilerle buluştuğu anda, içini saran duygu selini dizginlemek için omuzlarını hafifçe yukarı kaldırdı. Göğsünü dikleştirdi. Yüzündeki ifadeyi en sade, en katı hâline getirerek başını yalnızca bir kez eğdi. Göz göze geldiklerinde, Yağmur Boduroğlu'nun gözleri hafifçe nemlendi ama kızı, bu zayıflığı sanki hiç görmemiş gibi davrandı.

Ciddiydi ama yanaklarına yayılan o sıcaklık, damarlarından geçen heyecanın dışa vuran tek iziydi. Bir gözlemci baksa fark etmezdi fakat içerideki herkes onun içinin kıpır kıpır olduğunu anlayacak kadar geçmişini biliyordu.

Asena bir adım attı, masaya yaklaştı. Timuçin Albay başını kaldırdı.

"Hoş geldin, Yüzbaşı Gündüz. Yerine geç," dedi. Sesi buyurgan ama içinde ölçülü bir saygı barındırıyordu. Asena başını bir kez daha eğdi, askeri disiplinle masanın ucundaki sandalyeye ilerledi. Oturdu. Parmak uçlarını birbirine kenetledi. Gözlerini ileri dikti.

Brifing başlamak üzereydi.

Tuğgeneral Fikret Yıldırım, ellerini masanın üzerinde kenetledi ve çenesini dikleştirdi.

"28 Şubat 2016 tarihi itibariyle kurulmuş Güvercin Timi'nin komutanı Asena Gündüz. Bu timin varlığı tamı tamına üç sene boyunca hiç kimse tarafından bilinmeyecek. Hiç kimse, timinize dair bilgi talep edemez. Bu yetki, yalnızca burada, şu anda sizinle aynı havayı soluyan insanlarda."

Masanın üzerinde, dosyaların kenarında duran mühürlü zarfa hafifçe dokundu.

"Bu zarfın içinde önümüzdeki altı ayın görev haritası var. Her biri tek tek değerlendirilmiş, analizi yapılmış, riski hesaplanmış operasyonlar. Ama unutmayın... Her başarılı tim önce birbirine sadakatle bağlanır. Sadakat olmadan ne operasyon kazanılır ne de vatan korunur."

Asena, düşünceli bakışlarla Fikret Yıldırım'ın yüzüne baktı.

"Ya bir gün timi bırakmak zorunda kalırsam?" diye sorguladı. Bir an için Asena, babası Ethem Boduroğlu ile göz göze geldi. "Ne de olsa bizim kalıcı bir ismimiz yok," diye fısıldadı. Ethem, gözlerini kızından kaçırmadı. O cümlede hem Asena'nın geçmişi hem de Ethem'in ona sunduğu hayattan çalınmış aidiyet hissi vardı. Kızının omuzlarına giydirdiği görünmez üniformayı görüyordu şimdi ve onun ağırlığını. Yanıt vermedi, zaten böyle bir cümleye kelimeyle verilecek bir cevap yoktu.

Fikret Yıldırım, bu kısa ve duygusal anı görmezden gelir gibi yaptı ama yüz hatları bir anlığına gevşedi. Derin bir nefes aldı ve dosyanın üzerinde duran mühürlü zarfı Asena Gündüz'e doğru itti.

Asena, kendisine itilen zarfa parmak uçlarıyla dokundu. Mühür çizgisine dokunduğunda içindeki bir başka sessizlik daha yankılandı. Göz kapakları bir kez kırpıldı. Sonra zarfı kendine doğru çekti.

Mührü kırarken çıkan o keskin çıtırtı, geçmişine çekilen bir çizik gibiydi. Yıllarca sakladığı kimliği, bastırdığı aidiyeti, şimdi o kâğıdın üzerindeki harflerle ete kemiğe bürünüyordu. Gözleri, zarfın içinden çıkan kâğıda ilişti. Satır satır, cümle cümle okurken boğazında bir şey düğümlendi.

Tuğgeneral Fikret Yıldırım, gözünü Asena'dan ayırmadan konuştu.

"Doğan her tim, doğduğu gün yalnız kalır."

Asena, okuduğu yazılardan gözlerini kaldırarak Tuğgenerale çevirdi. Yıldırım'ın yüzünde ne bir gurur tebessümü vardı ne de bir şüphe kırıntısı. Sadece emir gibi gelen bir hakikatti.

"İşte bu yüzden adımlarınızı sessiz, sadakatinizi ise gür tutun."

Asena'nın buğulanmış bakışları tekrar kâğıda döndü. Ve artık ses onun içinden geldi; bu bir okuma değil, bir ant içiydi.

GÜVERCİN TİMİ KOMUTANLIK PROTOKOLÜ

Bu belge ile;

Asena Gündüz, 28 Şubat 2016 tarihinden itibaren kurulan ve faaliyetleri son derece gizli tutulan Güvercin Timi'nin daimî komutanı olarak atanmıştır.

Protokolün hükümleri şunlardır:

Asena Gündüz, hangi görevde, hangi şartlarda ve hangi kimlikle olursa olsun, Güvercin Timi'nin değişmez ve tartışılmaz komutanıdır. Bu atama ve komutanlık, Asena Gündüz'ün görev süresince ve şehit olana dek devam edecektir. Devletin, üst makamların ya da herhangi bir dış gücün talebi ve isteğine rağmen, Asena Gündüz'ün komutanlık görevi ve kimliği değiştirilemez. Güvercin Timi'nin varlığı ve komutanlık yapısı, sadece bu protokolde adı geçen kişiler tarafından bilinir ve yönetilir. Asena Gündüz'ün görevden alınması, herhangi bir nedenle mümkün değildir; bu durum sadece Asena Gündüz'ün kendi isteği veya şehit düşmesiyle sona erer.

Bu protokol, Güvercin Timi'nin operasyonel güvenliği ve sürekliliği için en üst düzeyde gizlilik ve bağlayıcılıkla imzalanmıştır.

İmzalar;

Tuğgeneral Fikret Yıldırım

Albay Timuçin Şahugül

Ethem Boduroğlu

Yağmur Boduroğlu

Asena'nın parmakları, protokol metninin alt kısmında titrek bir şekilde durdu. İmzalar sıralanmıştı. Bir kararın, bir yükün, bir kimliğin ta kendisi gibiydi.

Gözleri, "şehit olana dek" ifadesine takıldığında içinden bir şey çekilip alınmış gibi oldu. Kalemi eline aldı ama ucu kâğıda dokunmadan önce durdu. Sessizlik, odanın köşelerinde yankılandı. Ardından sesi çıktı. Yavaş, kontrollü ama içinde bastırılmış bir hayret vardı.

"Bu nasıl mümkün olabilir?"

Başını kaldırdı. Önce babasına baktı, sonra Tuğgeneral Fikret Yıldırım'a döndü. Gözleri kısılmıştı, yüzü ifadesiz gibi görünse de içinde fırtına kopuyordu.

"Devletin bile geri çeviremeyeceği bir protokolden bahsediyorsunuz. Bir görevin ölümle mühürlenmesinden. Kimliğim değişse bile bu komutanlık devam edecek diyorsunuz. Peki bu nasıl işler? Kim böyle bir yetkiyi verebilir? Ya da buna kim 'evet' dedi?" diye sordu.

Tuğgeneral Fikret Yıldırım, gözlerini Asena'dan ayırmadan başını eğdi ve ellerini birleştirerek masaya yaslandı. Sesini biraz alçalttı.

"Bazı yapılar vardır, Asena. Görünmezdir. Bazı kararlar, devletten de önce alınır. Ve bazı insanlar vardır... Bu kararları taşıyabilecek kadar güçlü doğarlar."

Ethem Boduroğlu, gözlerini kızından kaçırmadı. O cümleler, onun aklında yıllardır saklıydı. Kızına verdiği hayat, şimdi kâğıtla şekillenmişti.

"Senin adını koruyamadık ama kaderinle ilgili ilk cümleyi biz yazdık," dedi Ethem sessizce. "Güvercin Timi'nin komutanı olmak, senin kaderine doğarken yazıldı."

Asena bir an sustu. Masanın kenarına baktı. Yıllarca taşımaya alıştığı kimliklerin, görev isimlerinin, sahte hayatların arasında ilk kez kendi gerçekliği bu kadar çıplak kalmıştı. Kalemi tekrar tuttu ama hâlâ yazmıyordu. Solunda oturan annesi Yağmur Boduroğlu, kızının boştaki elini kavradı ve dudaklarına buruk bir tebessüm bürüdü.

"Her ne olursa olsun, sen, Güvercin Timinin yegâne komutanısın. Bunu hiçbir güç değiştirmeyecek. Kendi iradenle yerini bir başkasına devrettiğinde bile bu, hiçbir zaman değişmeyecek. Eğer bir gün buna mecbur kalırsan bu protokolü hatırla."

Asena, annesinin elini avuçlarının içinde hissettiği an, içindeki tüm karmaşa bir anlığına dondu. Zaman, o temasla birlikte ağırlaştı. Başını yavaşça çevirdi ve annesine baktı.

Yağmur Boduroğlu'nun gözleri, baharın henüz uyanmaya başladığı bir ormanın yeşiline benziyordu. Sakin ama derin. O gözlerin içine baktığında, Asena çocukluğuna dair unuttuğu şeyleri anımsar gibi oldu. İlk, asker üniformasını giydiğindeki o heyecanını, Osman'ın karşısında dururken ki ciddiyetini ve anılarındaki hatırlamakta zorlandığı o silueti.

O siluetin, gökyüzünü andıran bakışlarını.

Asena'nın dudakları hafifçe aralandı ama kelime çıkmadı. Bütün yanıtlarını, annesinin gözlerinde bulmuş gibiydi. Onun bakışları, tüm savaşlardan, görevlerden, kimliklerden daha gerçekti. Ve o bakışlar şimdi, bir mirası devrediyordu.

Kalemi yeniden tuttu. Bu kez eli titremedi.

Kâğıdın en altına kalemin ucunu değdirdi. Derin bir nefes aldı. İçinden geçen yüzlerce kelimenin içinden yalnızca biri, sesi kadar ağır ve net düştü kâğıda.

Ek Madde:

"Eğer bir gün görevimden kendi iradem dışında ayrılmak zorunda kalırsam ve yerime başka bir kişi geçirilirse; görevi devralan kişinin tüm irade, yetki ve sorumlulukları, bu protokol kapsamında tarafıma bağlı kabul edilir. Bu durumda, mevcut konumumdan yeniden Güvercin Timi Komutanlığı görevine geçişim, işbu protokolü imzalayan dört kişinin ortak onayıyla yürürlüğe girer."

Asena Gündüz
28 Şubat 2016

İmza atıldıktan sonra odadaki hava kısa bir an için ağırlaştı; sanki kelimeler bile sessizliğe saygı duruşuna geçmişti. Tuğgeneral Fikret Yıldırım, elini protokolün üzerine koyarak nazik ama otoriter bir sesle konuştu.

"Protokol artık yürürlükte. Asena Gündüz, bu imza ile sadece bir timin değil, aynı zamanda üç yıl boyunca varlığı gizli kalacak bir direnişin, bir iradenin, bir devlet sırrının da sorumluluğunu üstlenmiş oldu. Bu belge, sadece hukuki değil; ahlaki ve vatanî bir bağlılık protokolüdür."

Ardından başını hafifçe eğdi, masada oturan diğer üç kişiye baktı.

Tuğgeneral Fikret Yıldırım, arkasına yaslanıp eliyle kapıyı işaret etti.

"Çıkabilirsin Asena. İyice dinlenin ve sizden istediğimiz Mimba'yı bize getirin."

Asena, yavaşça yerinden doğruldu. Sandalyesi hafifçe gıcırdadı. Önce babasına, sonra annesine, sonra da Tuğgenerale baktı. Her bir bakışta başka bir veda vardı; geçmişe, çocukluğuna, adı değiştirilen yıllarına... Ve şimdi, kim olacağını bilmediği bir geleceğe karar verme yüküyle sarmalandı. Kapıya yönelmeden önce kısa bir selam verdi. Duruşunda ne bir isyan ne de bir tereddüt vardı. Sadece, derin bir kabullenişti. Asena, başını eğmeden kapıyı açtı. Omuzlarını dikleştirdi. Arkasına bile bakmadan brifing odasından çıktı. Ethem Boduroğlu, arkasına yaslandığı sırada Yağmur Boduroğlu, düşünceli gözleriyle Asena'nın imzaladığı protokole baktı.

"Mevcut konumumdan yeniden Güvercin Timi Komutanlığı görevine geçişim, işbu protokolü imzalayan dört kişinin ortak onayıyla yürürlüğe girer."

Metnin bu kısmını yeniden okudu ve kaşlarını hüzünle çatıp Tuğgeneral Fikret Yıldırım'a baktı.

"Asena'nın ilave ettiği maddede dört kişinin ortak onayıyla yürürlüğe girmesini istediği düşünceler var, ya biz şehit olursak? O zaman bu protokol nasıl yürürlüğe devam edecek?"

Fikret Yıldırım, geçmişin yüküyle ağırlaşmış omuzlarını dikleştirip küçük bir nefes bıraktı. Gözleri, babacan bir tavırla Yağmur Boduroğlu'nun yüzünde dolaştı.

"Senin ileri görüşlülüğün her zaman kendini gösterdi. Lakin merak etme onun içinde bir çözüm buldum," dedi ve bakışlarını yanında duran masadaki telefona çevirdi. Elini uzatıp ahizeyi kaldırdı ve sarı düğmeye basıp kulağına yasladı. Çok geçmeden açılan hat ile dudaklarını araladı.

"Brifing odasına Kıdemli Üsteğmen Osman Çavdar'ı çağırın."

O an, sadece bir asker değil, gelecekte bir çatlağı onaracak olan irade çağrıldı.

🪶

7 Haziran 2022 – 02:00 / Suriye

Selçuk Ege Turalı, Ağzından

Fyrsta, Ólafur Arnalds

Yorgunluk sadece bedene değil, ruha da saplanır.

Çok daha derinlere iner; görünmeyen, dokunulamayan bir yerde kök salar. Ruhun ince damarlarına, kalbin en kırılgan köşelerine saplanır. Zamanla büyür, çürütür, sessizce kemirir insanı. Bedeni dinlendirdiğinde geçmez o yorgunluk. Gözlerin kapanır ama ruhun uyanıktır hâlâ; ağır, hırpalanmış, eksik kalmış bir parça gibi. Savaşın, kayıpların, iç hesaplaşmaların yüküyle yoğrulmuş bu yorgunluk; dışarıdan bakınca görünmez ama içten içe varlığın her anını zehirler.

Alperen ile kaldığımız evin çatısında, yanımda duran Selami ile oturuyordum. Selami'nin yaptıklarından dolayı ekip, Güvercin Timiyle çalıştırılmaktan vazgeçilmişti. Üstüne üstlük Çilingir, kim olduğu bilinmeyen kişi tarafından vurulmuştu. Sağlık durumu iyiydi ama sonuçların neyi doğurduğunu öğrenmek için yeniden Selami'yi yanıma çağırmıştım.

"Selami," dediğimde kafasını kaldırdı ama konuşmadı. "Çıkart artık şu ağzındaki baklayı."

Selami, bir an için sustu ve bakışlarını gecenin gökyüzüne serpiştirdiği yorgandan çekip bana baktı.

"Çilingir yeniden askerlik yapabilsin diye Mete, rütbesinden istifa etti."

Duyduğum anda içimden biri yumruk yemiş gibi oldu. Gözlerim bir an boşluğa takıldı. Kalbim, bozkırda tek başına kalmış bir tank gibi donakalmıştı.

"Ne zaman oldu bu olay?"

Selami, gözlerini gözlerimden kaçırıp omuzlarını düşürdü.

"Dün gece saat 23:14'te kararı alınmış. Tuğgeneral Fikret Yıldırım'a gelen bir gizli evrakın içindeymiş."

Başımı hafifçe sarkıttığımda düşünceler, zihnime hücum etti.

"Çilingir iyileşiyor diye sevinmiştim," dedim, "ama şimdi başka bir yara açıldı."

Selami uzun bir nefes aldı, ardından konuşmaya başladı.

"Mete'nin yaptığı fedakârlık büyük. Rütbesinden istifa etmek kolay değil, hele böylesi kritik zamanlarda... Ama onun kararı, Çilingir'in tekrar sahaya dönmesi için bir zorunluluktu."

Gecenin sessizliğinde, kelimeler bile ağırlaşıyordu. Yüzümde, içine gömüldüğüm bir yorgunluk vardı. "Peki ya Mete? O nasıl kaldı bu kararın altında?" diye sordum, sesim titreyerek.

Selami gözlerini yere indirdi. "Onun da içinde fırtınalar kopuyor. Bunu senin gibi anlayabilecek biri yok. Kendiyle, geçmişiyle ve şimdi, verdiği bu kararla."

Bir an için ikimizde konuşmadık. Gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Yıldızlar sanki biraz daha solgundu. Selami, damağını şaklatıp bana döndü.

"Eyşan'ın bu durumdan haberi yok, Selçuk."

Selami'nin dediği cümleyle bir anda ona baktım ve kaşlarımı çattım.

"Nasıl yok?"

Gözlerim, gecenin karanlığında bir cevap arar gibi Selami'ye saplandı fakat Selami sadece başını hafifçe iki yana salladı, sessizliği seçti. O an anladım ki, en ağır yükler bazen en sessiz kalanların omuzlarındaydı.

Eğer Eyşan bu karardan haberdar olsaydı, asla böyle bir şeye izin vermezdi. Mete'yi tanıyordum ama Eyşan'ı daha iyi tanıyordum. Eyşan'ın Mete için nasıl bir çizgisi varsa, Güvercin Timinde verilmiş her karar içinde belirgin bir vicdanı vardı. Kaşlarım, alnımda derin çizgiler hâlinde çatılıyken başımı yavaşça iki yana salladım.

"Eyşan'a bu durumu anlatmamız gerek," dedim kararlılıkla. "Evet, Mete, Çilingir'in yeniden askerlik yapabilmesi için büyük bir fedakârlıkta bulunmuş. Bunu inkâr etmiyorum ama Güvercin Timi, Eyşan'ın emekle, mücadeleyle, canıyla var ettiği bir tim. Her ne kadar şu an komutasında olmasa da o timin ruhu Eyşan'a ait. O yüzden bu karar verilemez."

Bedenim Selami'ye dönerken sesim netti.

"Bana, Tuğgeneral Yıldırım'a iletilen tüm evrakların bir kopyasını gönder. Gecikmeden. Ben, Eyşan'a bu durumu aktaracağım. Bunu ondan gizlemek, timin ruhuna ihanet olur."

Selami bir süre daha sessizce durdu, sonra başını salladı. "Peki," dedi yavaşça. "Evrakları sana ulaştıracağım. Ama Eyşan'a bu haberi verirken dikkatli ol. Mete bu kararı kalbinden sökerek verdi."

Ayağa kalktı. Çatının kenarına doğru yürüdü, ayaklarının altında hafifçe gıcırdayan tahtalar yankılandı gecede. Çıkarken son bir kez omzunun üzerinden bana baktı. Gözlerinde bir şey vardı. Belki sitem, belki de anlayıştı. Ardından merdiven boşluğuna doğru kayboldu. Adımları, uzaklaştıkça gecenin sessizliğine karıştı.

Geride tek başıma kalınca, içimde bir boşluk belirginleşti. Sanki kelimeler de nefes de düşünceler de yavaşladı.

Çatının ortasına uzandım. Tahtaların serinliği, sırtım boyunca yayıldı. Ellerimi başımın altına koydum ve gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Yıldızlar; gecenin karanlığına serpiştirilmiş, yırtık bir kumaşın arkasından sızan ışık gibiydiler. Her biri binlerce yıl öteden parlıyordu ama ben o anda hiçbirine ulaşamayacak kadar uzaktım.

Gökyüzüne bakarken şunu düşündüm. İnsan bazen sadece yorulmaz. İnsan bazen parçalanır da fark etmez. Savaşın, görevlerin ve alınan kararların altında; omuzlarda taşınan değil, göğsün tam ortasında ezilen bir yük vardır. Ve o yük, gecenin yıldızlarından bile daha uzakta bir yerden sızar içeri.

"Gülme öyle Selçuk, kek yaptım diyorum işte. Bayağı da kabardı, bakma öyle küçümser gibi..."

Sesin tınısı, kalbimin en kırılgan yerinden yükseldi. Kirpiklerim titredi. Zihnimin en arkasındaki çekmece açıldı. Gözümün önüne, gülüşüyle içimi ısıtan Neslihan geldi.
Ruhumda hâlâ izi kalan, kahkahasıyla günümü aydınlatan kadın. Yanaklarında gamzeleri vardı. Gözleri gülünce, dünya dururdu sanki. Ellerini her tuttuğumda, hayatın bana sunduğu en saf mucizeye temas ediyormuşum gibi hissederdim.

Sol elimi yavaşça göğsüme koydum. Yüzük parmağımda küçük bir sızı hissettiğimde içli bir nefes bıraktım. Kalbim, acımaya devam ediyordu. Savaşlar sadece dışarıda olmazdı. Bir insanın içi de cephe olurdu.

Ve ben, o cephede, kaybettiklerimin yasını tutarak yaşıyordum.

Ellerim silah tutsa da kalbim hep bir beşiği sallamak istemişti aslında. Ben baba olamamıştım. Ben eşimi koruyamamıştım. Ben hiçbir zaman bir yuva kuramamıştım, sadece enkazın içinde yaşamaya devam etmiştim. Gözlerimi kapatıp açtım ve yeniden yıldızlara baktım. Bir tanesi, diğerlerinden daha parlaktı. Tıpkı Neslihan'ın gözleri gibiydi.

Belki de o yıldız Neslihan'dı ve bana gökten bakıyordu ama ben, her gece aynı mezarda uyanıyordum.

7 Haziran 2022 / Şırnak

Eyşan Çakır, Ağzından

Pulim, Serdar Ayyıldız & Seren Uzun

Ayaklarımın altındaki zemin ne taştı ne de toprak, bir boşluk gibiydi. Düşeceğimi düşünüp duruyordum ama sanki görülmeyen bir şey beni taşıyordu. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Gökyüzü griydi. Ne gündüzdü ne de gece. Zamanın bile işlemediği bir yerdi.

Üzerimde üniformam vardı. Kusursuz, lekesiz, öylece üzerime oturmuştu ama ben, bu kabuğun içinde kendim değildim. Göğsümün tam ortasında bir ağırlık vardı. Biri oraya görünmeyen bir mühür basmıştı. İleride insanlar vardı. Hepsinin sırtı bana dönüktü. Omuzları dik, bir asker edasıyla hareketsizdiler. Sanki biri durmuş, zamanı ve onları o anın içine kilitlemişti.

En önde, ayakta, üzerindeki asker üniformasıyla biri duruyordu. Ellerini arkasında birleştirmişti ama bu duruş bana hiçbir yerden tanıdık gelmiyordu. Ona doğru yürüdükçe üşüyordum, içim üşüyordu. Her adımımda ayaklarımın altındaki sessizlik biraz daha derinleşiyordu. Sanki bu düzlüğün altında yıllardır konuşmayan bir dünya yatıyordu.

"Asena Gündüz, bu timin kalbidir..."

Tam o sırada, derinlerden gelen bir ses yankılandı. İçimden değil, dışarıdan. Toprağın altından kopup gelmiş gibiydi. Adımlarım ben istemeden durduğunda biri göğsüme elini bastırdı ve nefesimi tuttu. Gözlerim o tanıdık sesin yüzünü bulmak için önümde duran insanların yüzünde dolandı.

Sağ tarafımda kalan boşlukta bir masa gördüm. O masanın etrafına toplanmış siluetlerin karşısında duruyordu.

Osman.

"O var olduğu sürece bu hiçbir zaman değişmeyecek."

Önümde duran arkası dönük bedenler birden bana döndüklerinde yüzleri belirginleşmeye başladı. Sırtlarının dönük olduğu yerde, en önde duran asker üniformalı kişi yavaşça bizden ayrılarak yürümeye başladığında yanımda birinin varlığını hissettim. Yüzümü ağırca sağ omzuma çevirdiğimde benden uzun olan birinin varlığıyla tanıştım. Üzerindeki kısa kollu tişörtüyle dik duruyordu. Bakışlarım, yüzünü görmek için yukarıya tırmandığında Mete'nin en önde giden adama baktığını fark ettim. Mavi gözlerine işlenmiş kızıllığın, gözlerinin altındaki tene bıraktığı yaşları izledim.

İçimdeki o mühürle ona döndüm. Mete, giden kişiye adım atmadan önce ben bir şey söylemeliydim ama dilim tutulmuş gibiydi. Tam o anda, göğsümdeki o görünmeyen el birden çekildi. Yerine yakıcı bir soğuk doldu. Tüm görüntü silinmeden hemen önce, bir uğultu sardı etrafımı. Sanki rüya çözülmeden önce son bir fısıltıyla beni geri çağırıyordu.

"Özür dilerim."

Göz kapaklarım birden aralandı. Soluk bir ışık gözlerimin içine doldu. Yastığım soğuktu. Alnım ter içindeydi. Nefesim göğsümde sıkışmıştı, sanki hâlâ o görünmeyen el oradaymış gibiydi. Birkaç saniye nerede olduğumu bilemedim. Saçlarıma vuran ılık nefeslerle derin bir nefes vererek sağıma doğru döndüm.

Mete, sol kolunu başımın altına yerleştirmiş diğer kolunu ise gövdesinin yanına yaslamış bir şekilde uyuyordu. Göğsü yavaşça inip kalkıyordu, derin ve düzenli bir uykunun içinde kaybolmuş gibiydi. Dudakları hafifçe aralıktı, bir şey fısıldayacakmış gibi ama zamanı değilmiş gibi susuyordu.

Kirpiklerinin arasından yayılan gölgeler, gözlerinin ne kadar uzun süredir açık kalmış olabileceğini anlatıyordu. Alnına düşen birkaç tutam saç, o savaşlara göğüs germiş yüzün üstünde çocukça bir perde gibiydi. Bir tek uykuda böyle görünüyordu. Gözlerimi kaçırmak istedim ama yapamadım. Sanki onu izledikçe rüyadaki boşluk biraz daha doluyor, üzerimdeki o görünmeyen ağırlık biraz daha gevşiyordu.

Kollarımı, karnımın izin verdiği kadar gövdesine yaslayıp kendimi ona doğru yaklaştırdığımda Mete, aralı dudaklarını kapatıp derin bir nefes aldı ve başımın altındaki koluyla beni biraz daha gövdesine çekti. Gövdesine yasladığı elini belime atıp bacağını, bacağımın üzerine attı. Burnumu yumuşakça boynuna yaslayıp, ağır ağır derin bir nefes aldım ve ardından sakince verdim.

Bilincimin kıyısında, rüyamda gördüğüm o ağırlık ve söylenen sözler vardı; kalbimde taşıdığım yükün hiç azalmadığını hatırlatan bir yankı gibi.

"Eyşan?"

Mete'nin sesini işittiğimde yüzümü boynundan çekip başımı geriye yasladım. Mete'nin nefesi yavaş yavaş derinleşirken, göz kapakları ağır ağır aralandı. İlk başta biraz bulanıktı bakışları, sanki rüyalar ile gerçeklik arasında gidip geliyordu. Dudakları hafifçe kıvrıldı, o tanıdık, yorgun ama içten gülümsemesi belirdi yüzünde. Gözleri önce odanın loşluğunu süzdü, sonra benim yüzüme takıldı.

"Günaydın," diye fısıldadığımda Mete'nin bakışları onu sarmalayan ellerime ve bacağımın üzerine attığı bacağıma dolanıp yeniden yüzüme tırmandı. Mete'nin gözlerindeki o yorgunlukla karışık sıcak bakışı, içimde bir titremeye sebep oldu.

"Günaydın, koala gibi sarmışım seni," dedikten sonra yavaşça bacağını, bacağımın üzerinden çekti ve dudaklarını alnıma bastırıp yavaşça sırt üstü uzandı. Sol kolunu henüz başımın altından çekmemişti. Mete'nin göğsüne doğru uzanacakken iki miniğin karnımda olduğunu hatırladım ve oflayarak kendimi sırt üstü bıraktım. Ellerim karnımın üzerinde yaslı bir şekilde konumlanırken Mete'nin uyku mahmuru kıkırtısını duydum. Genizden gelen bu ahenge âşık olmamak mümkün değildi.

"Ne oldu hatun? Sarılamadın mı?"

Dudaklarım istemsizce bükülürken Mete, kıkırdayarak başımın altından kolunu nazikçe çekti. Üzerime eğilip dudaklarını dudaklarıma bastırıp kısa ve sıcak bir öpücük bıraktı. O sırada parmakları, karnımdaki şişliğe dokunduğunda içimde tarifsiz bir huzur ve umut yayıldı. Dağılmaya başlamış uykulu gözleriyle gözlerimin en derinine bakarken dudaklarında haylaz bir tebessüm yerleşti.

"Altı ay sonra, tenini tenimden ayırırsam namerdim," dediğinde, gözlerindeki ciddiyetle dudaklarındaki sırıtış birbirine zıt düşüyordu. Kaşlarımı kaldırdım, gözlerimi kısıp hafifçe yana döndüm. "Seni temelli üstüme mıhlamayı mı planlıyorsun?" dedim, sesime alaylı bir incelik katmaya çalışarak.

"Kesinlikle. Sadece üstüne değil... her yanına," dedi ve karnıma dokunduğu elini hafifçe yana kaydırdı.

"Yüzbaşım, şu an resmi görev dışında mısınız? Çünkü bu dokunuşlar disiplin kurallarını biraz zorluyor olabilir," dedim, gülüşümü bastıramadan. Gözlerinin en derininde küçük bir kırılmaya şahit olacaktım ki hızla dudaklarını alnıma bastırdı. Yeniden gözlerimin içine baktığında kafasını salladı.

"Benim görev tanımım değişti. Artık sabahları seni öpmek, gün boyunca seni sevmek, akşamları da seni epey sahiplenmekle yükümlüyüm," dedi fısıltıyla, dudağını çeneme yaklaştırarak.

"Çok romantik. TSK'nın yeni iç tüzüğünü sen mi yazdın?"

Mete güldü. "Yok ama yakında 'eşini sabah sabah gıdıklamak mecburidir' maddesini eklettiririm."

O an karın kaslarımın hemen altına inen parmakları beni dürter gibi yapınca kahkahayı patlattım. Kahkaha atarken bir yandan da içim ısınıyordu. Hayatımın bu kadar dağılmış olduğu yerde, onun böyle haylazca hayatla dalga geçmesi, içimi düzeltiyordu.

"Dur be adam, herkes evde, uyanacaklar şimdi."

Mete, kaşlarını kaldırıp yüzüme alayla baktı.

"Uyansınlar, Caner ile Lara için kıyafet falan bakılacaktı zaten."

Gözlerimi devirdim. Bu adamın hiçbir sabahı sıradan geçirmeye niyeti yoktu.

"Elin hâlâ belimde farkında mısın?"

"Farkındayım," dedi öyle bir tondaydı ki... Sanki her sabah o eliyle uyanmak ibadetmiş gibi.

"Elimi çekersem dengem bozulur, düşerim. Hamile kadının üstüne düşmek istemem."

"Senin niyetin zaten hep düşmek," dedim hınzırca.

"Senin üstüne, senin içine, senin aklına... Niyetim belli yani," dedi ve başını yastığa yaslayıp o umarsız gülümsemeyle tavanı izlemeye başladı. Birkaç saniye sessizlik oldu. Ama o sessizlik bile elektrik yüklüydü. Sonra tekrar bana döndü, sesi alçaldı.

"Bak, doğru zamanı biliyorum. Ama sen bir kere daha bu şekilde gülersen..." Gözleri dudaklarıma takıldı. "Sana dokunmamak için kutsal bir şeymişsin gibi dua etmem gerekecek."

Gülmemi bastırmaya çalışırken yanaklarım alev alev oldu.

"Elin hâlâ belimde bu arada," dedim yeniden, gözlerimi kısıp ona bakarak.

"Dediğim gibi... denge meselesi," dedi, dudaklarının kıyısında bir sırıtışla. "Bütün terazim sende."

"Terazi mi? O el kantar gibi bastı bastı da hâlâ inmiyor, farkındasın değil mi?"

Mete, parmaklarını hafifçe oynattı, sanki tartıdaymış gibi. "Şimdi bir düşün. Sen merkezsin, ben senin etrafında dönüyorum. Bunu dengelemem lazım. Elim belinde olmazsa ne olur?"

"Ne olurmuş?" diye sordum, kaşlarımı kaldırarak.

"Düşerim. Hem de öyle bir düşerim ki bir başkası toplayamaz beni," dedi ve göz kırptı. "Bütün yerçekimi sende hatun. Hem fiziksel hem duygusal."

"Ah canım Newton'um," dedim gülerek, "romantizmi bile fizikle açıklıyor artık. Ama yerçekimiysen, ben de dünyan olayım mı?"

"O zaman sana her sabah çekilmekten hiç şikâyet etmem," dedi ve kolunu daha da sardı belime. "Ve unutma, dünyam sarsılırsa ilk sende kayarım."

"Bu kadar laf salatasını sabah sabah nasıl hazırladın acaba?" dedim gülerken.

"Yataktan kalkmadan kelime proteinleriyle beslendim. Ama asıl enerji kaynağım..." Parmaklarını tekrar karnıma doğru indirdi, bu kez nazikçe. "Buradaki iki minik enerji pili. Onlar da anneleri gibi dengemi alt üst ediyor."

Gözlerimi devirip yavaşça kalkmak için hareketlendim. Mete'nin gözleri bir anlığına karnıma, sonra boynuma ve en son dudaklarıma kaydı. Karnımdaki eli haylazca gezmeye devam ederken elini tutup yavaşça çekmeye çalıştım.

"Elini kolunu nereye koyacağını bilmiyorsun gibi dolanıyorsun," dedim kaşlarımı çatıp.

"Yoo, gayet iyi biliyorum," dedi ve gözlerini kısmış bir şekilde, tehdit eder gibi yavaşça eğildi. "Sadece önce sevkiyat noktasını, sonra hedefi, sonra da stratejiyi belirliyorum. Doğru zaman, doğru cephe."

"Cephe mi?"

"Bu sabah benim için göbek hattı ile boyun hizası arasında mini bir harekât planı çizdim. Düşman mı dost mu, hâlâ emin değilim ama rehin alınacak şeyler belli."

Kahkahayı patlattım. "Sen asker değil, baş belâsısın."

"Baş belânım ama gönüllü teslim olmuşsun," diyerek bir elini saçlarıma, diğerini belime koydu. Sonra gözlerini gözlerime dikti. "Bak şimdi. Bir elimin yerini değiştirmem bir manevra, dudağını öpmem psikolojik üstünlük, karnına el sürmem doğrudan işgal. Bu savaş benim lehime."

"Hani sen barış yanlısıydın?" dedim alayla.

"Barış için önce ateşkesin bozulması gerekir. O da senin gülüşünle başlıyor."

Dudaklarıma yayılan küçük bir tebessüm giderek büyüdü. Mete'nin bakışları dudaklarıma kaydığında göğsünü kabartacak kadar güçlü bir nefes alıp bıraktı. Bedenimi kavrayarak beni yatakta kendiyle birlikte doğrulttu ve alnıma derin bir öpücük bırakıp yataktan kalktı.

Mete, odanın içindeki banyoya doğru ilerlediğinde yataktan kalkıp nevresimi düzelttim. Komodinin üzerindeki saate baktığımda saatin henüz 07:30 olduğunu fark ettim. Adımlarımı banyoya sürükleyip aynanın önündeki Mete'nin yanına geçtim. Mete, eğildiği lavabodan doğrulup kenardaki havluya uzandı. Suyu açıp avuçlarımı suyun altına koydum. Avcuma doldurduğum suyu yavaşça eğilip yüzüme birkaç kez vurup doğruldum.

Sular, yüzümün kenarlarından boynuma doğru akarken Mete'nin uzattığı havluyu kavradım ve yüzümü nazikçe kurulamaya başladım.

Mete, "Annem acaba kahvaltıyı hazırladı mı? Caner sabah ona yardım etmek için erken kalkacaktı?" diye sorduğunda aynadaki yansımada göz göze geldik. O yansımada birbirimize ne kadar benzediğimizi ne kadar farklı düşündüğümüzü ve tüm farklılıkların nasıl da aynı yerde birleştiğini gösteriyordu. Saçları dağınıktı, gözlerinde hâlâ uykunun izleri vardı ama dudaklarının kenarındaki sırıtış dimdik ayaktaydı.

"Büyük ihtimalle yardım ediyordur. Bu arada annen beni hâlâ, çocuğunu ayartmış gibi süzüyor, farkındasın değil mi?" dedim gülerek. Mete, gözlerini kısıp bana döndü.

"Çünkü seni ilk gördüğünde 'bu kızın burnu dik, kesin oğlumu ezer' dedi. Şimdi anladı ki, sen sadece ezmekle kalmadın, devirdin de."

Elimdeki havluyu hafifçe karnına vurup kenara astım.

"Senin her bakışın başka bir dengemi bozuyor," diye de devam etti. Kalbimin, kurduğu cümlelerle eridiğini hissettiğimde ritminin göğsümü delip geçeceğini fark ettim.

"Sabah sabah bu ne romantiklik kocacığım?" diye alayla kurduğum cümleye kaşlarını kaldırıp indirdi. Göz ucuyla karnıma bakıp dudaklarına hınzır bir sırıtış bürüdü.

"İki çocuk yapmış bir adamım ben. Sana şiir yazar gibi davranmam normal."

"METE, EYŞAN. HADİ UYANIN ARTIK!"

Alev'in evi sarsacak kadar güçlü uyandırma sesiyle Mete, gözlerini devirdi.

"Başladı bizim mesai," dediği sıra gülerek arkamı Mete'ye döndüm. Kapıya doğru yürürken omzumun üzerinden Mete'ye baktım.

"Senin psikolojik üstünlük planın sabah banyosunda çöktü, kocacığım."

Mete, kıkırdayarak yaklaştı ve burnumun üzerine küçük bir öpücük bıraktı.

"Benim planım banyoda değil, gecede başlar. Gündüzler sadece ateşkestir karıcığım."

Mete ile odadan ayrılıp koridora çıktığımızda Alev ve Caner'in sesleri duyuluyordu.

"Olmaz."

"Bana ne ya! Siz eğlenirken biz evde kös kös oturacak mıyız?"

Mutfağa girdiğimizde tüm ekibin masanın etrafında toplandığını fark ettim. Mete'nin belime yasladığı elle sandalyeye yerleşirken yanıma oturup kaşlarını alnında büzdü. Alev, ellerini masanın üzerine yaslamış bir şekilde sinirle Caner'e bakıyordu. Lara ise sessiz bir şekilde kahvaltısını yapmaya başlamıştı.

Mete, "Sabah sabah neyin kavgasını yapıyorsunuz?" diye sorguladığında Caner, elindeki çayı Lara'nın önüne bırakıp yanına oturdu.

"Akşam için bir eğlence düzenleyelim dedim, Alev'de 'Lara için de bir eğlence de biz düzenleyelim,' dedi."

Kafamı sallayıp Alev'e baktım.

"Zaten biz Lara için bu akşam kına gecesi yapmayacak mıydık?" deyip Caner'e baktım. "Sizde o sırada kendiniz eğlenmiş olursunuz."

Caner, Lara'ya bakıp derin bir nefes aldı ve verirken kafasını salladı.

"Tamam tamam ama lütfen düzgün bir yerde yapın. Hatta yapılacak yere bizde bakalım."

Alev, gözlerini devirip kafasını iki yana salladı. Barış, sol kolunu Alev'in oturduğu sandalyenin sırtına koyup masaya doğru eğildi.

"Oldu olacak tüm istihbaratı kapılarına dizelim badi. Sabah sabah saçmalama Caner ya. Bırak eğlensin kızlarda."

Alev, büyük bir gülümsemeyle Barış'a baktı ve ardından Caner'e dönüp nispet yaparcasına Barış'a omzunu yasladı. Caner, bıyık altından gülerek Lara'nın oturduğu sandalyeye yaslandı ve Lara'nın çayına şeker koyup karıştırmaya başladı. Bakışlarım masadaki Cemile ve Ayda'ya kaydığında kaşlarımı kaldırıp gülümsedim.

"Ee kızlar, sizin neden bu aralar hiç sesiniz çıkmıyor?" diye sorguladığımda Ayda'nın gözleri kahvaltı tabağında kaldı. Bakışlarım Deniz'e çevrildiğinde Ayda'nın yüzünü inceleyip bana baktı.

"Alperen abi göreve gitti ya ondan beri böyle, Eyşan abla," dedi Deniz yavaşça. Ayda gözlerini kaçırmadan tabağa bakmaya devam etti. O an göz göze geldiğimizde, içindeki sessizliğin ne kadar yüksek bir çığlık olduğunu fark ettim. Birini özlemek, onu beklemekten daha ağır oluyordu bazen. Hele ki nerede olduğunu bilemeden, her sabah aynı boş sandalyeye bakarak uyanmak zorundaysan.

Masada kısa bir sessizlik oldu. Çünkü bazı anlar vardı ki, sözcükler sadece sessizliğe çarpar ve yankılanmazdı. Herkes o sessizliğin içinde kahvaltısını ederken Mete, annesine baktı ve boş kalan iki sandalyeyi gösterdi.

"Babam ve Kartal nereye gittiler?"

Hümeyra anne, elindeki çatalı tabağının yanına koyup kulplu kahve bardağına uzandı.

"Askeriyeye uğradılar. Babanla birlikte davetiye meselesini halledecekler."

Mete, anlayışla kafasını salladığında Hümeyra anne, kahvesinden bir yudum aldı ve bana baktı.

"Kahvaltı yaptıktan sonra kıyafetlere bakmaya gidelim. Akşama doğru da kına yapacağımız yere geçeriz. Erkeklerde ne yapıyorsa yapsınlar."

Mete ve Caner, gülerek birbirlerine bakarken Lara, boğazını temizleyip Hümeyra anneye baktı.

"Alev ile zamanında bir mekâna gitmiştik. Orada kına için organizasyon yapıyorlar. O yüzden kına malzemesi almamıza gerek yok. Sadece organizasyon için haber vermemiz gerekiyor."

Alev, ağzındaki lokmayı bitirip kafasıyla onayladı.

"Evet, evet. Tiki Restoran'ın üst katında eğlence Pub'ı var."

Caner ile Barış'ın birbirine baktığını fark ettim. Gözlerindeki şüpheci bakışların Alev'in eğlence anlayışına bir korku gibi duruyordu. Mete, Caner ile Barış'ın aklından geçenleri duymuş olacaktı ki kafasını sallayıp Caner'e baktı.

"Kızlar eğlenirken bizde biraz gideceğimiz yerde dururuz. Kına yakılacağına yakın kızların yanına geçeriz."

Caner, ağırca kafasını sallayıp Lara'ya baktı. Derin bir nefes alıp bıraktığında bakışlarını Lara'dan çekmeden, "O halde gel git yapmayalım, bizde kına gecesinde duralım," dedi.

Lara'nın dudaklarında büyük bir gülümseme oluştuğunda bakışlarımı Mete'ye çevirdim. Sol gözünü kırpıp elimin üzerine elini yasladı. Birbirimize ne zaman uzansak, başka bir yerden eksiliyorduk sanki. Ne zaman gülümsesek, bir vedanın gölgesi yanağımıza düşüyordu.

Biz askerdik. Her sevinç yarım kalma ihtimaliyle doğardı bizde. Her sabah, son sabah gibi kalkılırdı ama ona rağmen bağlanıyoruz ve kahkahalar atıyoruz.

Çünkü insanız.

Ve insan olmak, en çok savaşın ortasında öğreniliyordu.

7 Haziran 2022 / Şırnak

Yazar, Ağzından

Aşk, Gökhan Türkmen

Güneş dar sokaklara dik açıyla vuruyor, dükkân tabelalarının gölgeleri kaldırıma keskin bir bıçak gibi düşüyordu. Dağ rüzgârı arada bir gelip geçtiğinde, bir gelinlik mağazasının kapısında asılı ince tül perde hafifçe uçuşuyor, içerideki lavanta ve sabun kokusu dışarı sızıyordu. Lara, küçük taş basamaklardan çıkarken ayakkabısının ucuyla yere düşmüş bir gelinlik tülünü geri itti. Dükkân eskiydi ama zarifti. Ahşap çatısı, dikiş masalarının üzerinde yığılı danteller, raflara özenle dizilmiş inci işlemeli taçlar; her şey bir zamanların hikâyesini taşıyordu.

Eyşan ellerini kavuşturmuş, bir kenarda sessizce izliyordu. Onun bakışlarında yıllarca keskin nişancı dürbününden bakan bir askerin disipliniyle, şimdi bir ablanın duygusal kırılganlığı iç içe geçmişti. Ayda, duvakların arasında kaybolmuştu. Alev, gelinliklerin kol boylarını ölçüyor, kumaşların ışığı nasıl yansıttığını inceliyordu.

Hümeyra Çakır, düğmeye basılmış gibi mağazayı yöneten teyzeye sorular soruyordu.

"Şu Fransız dantelli olan hangi bedene denk gelir?" diye ciddi bir yüzle ölçü alıyordu.

Cemile, bir köşede aynanın karşısında eline giydiği eldivenle poz verirken iç çekti.

"İnsan şu dantel içinde bile kendini prenses gibi hissediyor."

Lara ilk gelinliği giydiğinde, dükkânda her şey bir anda sessizleşti.

Elbise, sırtı transparan işleme detaylıydı; omuzlarından başlayan zarif inciler, beline kadar iniyor, gövdesindeki Fransız güpürü tül eteğe sanki su gibi dökülüyordu. Etek geniş değildi ama adım attığında kendiliğinden dans ediyordu. Duvak, başından değil, ensesinden tokayla tutturulmuştu; saçlarının açık olması, her zamanki Lara sertliğini yumuşatmıştı. Ayna karşısına geçtiğinde, birkaç saniye boyunca nefes almayı unuttu.

"Ben... bu muyum?" diye fısıldadı.

Eyşan, arkasından yaklaştı, omzuna bir elini koydu.

"Sen hâlâ sensin, Lara."

Alev, Lara'nın solundan yaklaşıp dudaklarındaki büyük bir tebessümle Lara'yı aynadan süzdü.

"Çok yakıştı ama diğer seçtiklerini de dene. İçine sinmezse bunu alırsın."

O sırada, çarşının birkaç sokak ötesindeki bir damatlık satan bir dükkânda, erkekler bambaşka bir alemdeydi.

Soyunma kabininde Caner, ağır ağır damatlığını giyiyordu. Ellerinde hafif bir titreme vardı. Gömleğin kolunu son kez çekiştirirken derin bir nefes aldı. Aynanın önündeki ışık, terzinin loş ortamında soluk yüzüne vuruyor, gözlerinde hem heyecan hem de hafif bir endişe parlıyordu. Kulaklarında düğün telaşının, terzinin makine sesinin ve dışarıdaki adamların mırıldanışının karışımı yankılanıyordu.

Odanın diğer ucunda, Kubilay eski bir sandalyeye yaslanmış, elleriyle çenesini tutuyordu; Osman, pencereden dışarıdaki sokak hareketlerini izliyordu. Deniz, hafifçe gülümseyerek Barış'la şakalaşıyor, Bora ve Ahmet ise terzinin köşesindeki masada çaylarını yudumluyordu. Mete, odanın ortasında duruyor, sessizce Caner'in kabin kapısına doğru bakıyordu; gözlerinde derin bir kardeşlik, sessiz bir destek vardı. Aralarındaki bağ, kelimelerin ötesindeydi; Caner'in her hareketi Mete'nin yüreğinde karşılık buluyordu.

Birden kabinin kapısı aralandı.

Caner, soyunma kabininden ağır adımlarla çıktı. Üzerindeki beyaz damatlık, ona adeta özel dikilmişti. Kumaşı ince ama dayanıklı, üzerinde hafif mat bir parlaklık vardı; Şırnak'ın sert rüzgarlarına rağmen pürüzsüz ve kusursuz görünüyordu. Ceketin omuzları tam oturuyor, kaslı ama iri yapısına mükemmel şekilde uyum sağlıyordu. Düğmeler, ince işçilikle yerleştirilmiş, el işçiliğinin zarafetini taşıyordu. Kravatı ise beyazın biraz daha açık tonundaydı ne çok parlak ne de çok mat, tam dengede, sade ama asil.

Paçaları biraz dar kesim olup, adımlarını rahat ve kendinden emin atmasına izin veriyordu. Caner'in sert duruşunu yumuşatan bu beyazlık, onun hayatında yeni bir sayfanın, hem de en önemli sayfanın açıldığını her bakışta anlatıyordu. Üzerindeki beyaz damatlık, ona sadece bir kıyafet değil; içinde taşıdığı sorumluluğun, sevginin ve kararlılığın da simgesiydi.

Caner beyaz damatlığıyla kabinden adımını attığında, odadaki tüm gözler ona kilitlendi. Mete'nin bakışlarında kardeşlik ve gurur vardı; yılların beraberliği, bu anın ağırlığını sessizce taşıyordu. Barış ise hemen yanına yaklaşıp hafifçe sırıttı.

"Valla Caner, bu beyaz takım elbise seni hiç alışık olmadığımız kadar nazik göstermiş. Sen sınırda terörist kovalayan adamdın, şimdi neredeyse bir cam bardak kadar kırılgan duruyorsun!"

Dükkânda yankılanan kahkahaların arasında Caner, gözlerini devirip kafasını iki yana salladı ve ellerini ceplerine sokup aynanın karşısına geçti.

"Barış, tıraşı kes abicim." Aynada üzerine bakıp Barış'ın gözlerini alaycı bir tavırla buldu. "Ayrıca seni de göreceğiz. Biliyorsun, bu işler sırayla."

Barış, boğazını temizleyip kafasını salladı ve Mete'ye baktı. Mete, dudaklarındaki tebessümle Caner'e yaklaşıp kolunu omzuna attı.

"Neden beyaz?" diye sordu, sesi hem merak hem de hafif alayla doluydu.

Caner, aynadan kendine son bir kez baktı, beyaz takımın duruşunu hissetti. Hafif bir tebessümle cevap verdi.

"Beyaz... Yeni başlangıçların rengi. Eskilerimden arınmış bir şekilde yeni hayata başlamak istedim."

Barış, kenardaki sandalyeye çöküp kafasını iki yana salladı.

"Üzerin kirlendiğinde gelen pişmanlık hissini görmek için sabırsızlanıyorum."

Caner, gözlerini devirip aynaya sırtını döndü ve Barış'ı gösterdi.

"Ya biz bu adamı niye aramıza aldık ki? Bıraksaydık da babamla birlikte askeriyeye gitseydi amına koyayım."

Caner'in lafı havada asılı kalmışken, Barış kahkahayı patlattı, "Tamam tamam sakin ol, demedim bir şey."

Mete, alaycı bir tavırla Caner'i süzdü.

"Ee, nasıl oluyormuş Caner Bey? Sen de benim düğünümde az çektirmedin bana," deyip Bora'ya baktı.

"Sen şahitsin valla Çilingir. Düğünümde yapılan muamelenin aynısını Caner için de yapılmasını istiyorum."

Mete'nin bu cümlesinden sonra Barış, Mete ile göz göze geldi. Mete'nin dudaklarında sinsi bir tebessüm olduğunda Caner, üfleyerek önüne döndü.

Mete, "Yaranamadım yavrum, yaranamadım," dedi.

Oda tekrar kahkahalarla dolarken Caner, beyaz takımının üzerindeki kusursuz duruşu ve omuzlarına yüklenen sorumluluğu hissediyordu. Gözlerinde hafif bir kararlılık, yanında ise yıllardır omuz omuza savaştığı dostlarının dostça alayları vardı.

O sıralarda, lacivert bir Range Rover gelinlikçinin önünde durdu. Kartal, arabanın anahtarını alıp arabadan indi ve kilitleyip dükkâna girdi. Bütün kızlar, Kartal'ın geldiğini gördü fakat Kartal'ın bakışları yalnızca Lara'da takılı kaldı.

Kartal'ın boğazı kurudu. Gözlerinde bir şey yandı; gözyaşı değil, daha çok geçmişe duyduğu özlemin ateşiydi bu. Lara hep cesurdu, güçlüydü, özgür bir ruhtu. Ama şimdi, onun bembeyaz bir gelinlik içinde bu kadar sessiz ve narin duruşu, Kartal'ı fena halde sarstı.

Çünkü Lara onun ikiziydi. Aynı kalp ritmiyle büyümüş, aynı acıya aynı anda ağlamışlardı. Yıllar boyunca, birbirlerine sadece kardeş değil, sırdaş, yoldaş, bazen de siper olmuşlardı. Şimdi Kartal ilk kez onun sırtının gölgesine alışmalıydı. Artık Lara'ya eşlik eden ayak sesi kendi sesi olmayacaktı. O yanına yürürken, başka bir adamın kalp atışı duyulacaktı.

Kartal bir şey söylemek istedi ama kelimeler dudaklarına gelmedi.
Sadece yürüdü. Yavaşça, adım adım, her bir adımı geçmişlerinden bir parçayı daha arkasında bırakarak. Lara başını çevirdi. Göz göze geldiler. Lara'nın bakışında endişe değil, onay bekleyen bir sessizlik vardı. "Olmuş mu?" diye sormadı ama gözleri öyle söyledi.

Kartal yutkundu. Dudakları aralandı, "Güzel... çok güzel olmuşsun Lara," dedi. "Çocukken pamuktan elbise yapardın kendine... Şimdi gerçekten bulutlara karışmış gibisin, Lara."

Lara hafifçe güldü, gözleri nemlendi.

"Yanımda yürümen biraz daha zor olacak, değil mi?"

Kartal başını salladı.

"Zor olacak... ama sen mutluysan, hepsine değer."

O an, odada sadece iki kardeşin yüzyıllık bağları yankılandı. Sessiz, ağır ama sarsılmaz.

Kartal, bir an daha fazla dayanamadı. İçindeki ağırlığı ses tellerinden söküp atmaya çalışır gibi boğazını hafifçe temizledi. Ardından ellerini yavaşça ceplerine soktu. O bildik, kendinden emin ama içten içe darmadağın haline sığındı. Kendini toparlamaya çalışırken başını hafifçe yana çevirdi.

Gözleri, odanın bir köşesinde sessizce onları izleyen Alev'e takıldı.

"Kına gecesi için Tiki Restoran'ın üstündeki Pub'ı düşünmüşsünüz ama ben sizin için çoktan yer ayırttım fakat farklı bir yerde."

Alev'in gözleri hafifçe büyüdü, şaşkın ama meraklı. Kartal'ın ses tonu bir anda tüm dikkatleri üzerine çekmişti. Oradaki hiç kimse, bu sözleri beklememişti.

Lara, gelinliğinin eteklerini hafifçe düzeltip Kartal'a döndü. Gözlerinde yıllardır alıştığı o koruyucu abi ifadesi vardı şimdi onun yüzünde, ama bu kez biraz daha farklı... Sanki bu gece, Lara'yı sadece bir kardeş olarak değil, bir kadın olarak da onurlandırmak istiyordu.

Lara, "Sen bunu ne zaman planladın?" diye sorduğunda Kartal gözlerini kısarak gülümsedi.

"Siz sabah kahvaltı yaparken biz de askeriyeye gitmiştik. O zaman planladım ve gidip görüştüm. Bugün eski bir taş evinin geniş avlusunda yapılacak."

Lara'nın gözleri dolmuştu ama ağlamamaya yeminli gibiydi. O an, abisinin ne kadar değişmediğini fark etti. Savaş meydanlarında nasılsa, onun kalbinde de hep bir koruma içgüdüsü vardı. Onu kırmadan, ezmeden, sahip çıkar gibi...

Cemile, bir adım öne çıkarak elindeki bindallıyı gösterdi.

"Kartal haklı," dedi ve bindallıyı Lara'nın eline tutuşturdu.

"Bu gece Lara için özel bir gece. O yüzden hiçbir ayrıntı eksik olmamalı."

Aynı akşam, Şırnak'ın eski taş evlerinden birinin geniş avlusunda, kına gecesi için hazırlıklar tamamlanmıştı. Avlunun ortasına, nar çiçeği rengi örtülerle süslenmiş yuvarlak masa yerleştirilmiş, etrafına minderler atılmıştı. Tüller, fener ışıkları ve karanfillerle süslenmiş avlunun duvarları, sıcak yaz gecesinin yumuşak esintisiyle hafifçe kıpırdanıyordu. Ortadaki küçük sahnenin hemen önüne, yerden yükseltilmiş bir sedir kurulmuş, üzerine kırmızı kadife örtü serilmişti.

Eyşan'ın üzerinde mor bir elbise vardı. Omuz başlarına kadar gelen ince tül detaylar, hareket ettikçe nazikçe dalgalanıyordu. Saçları gevşek bir topuzla toplanmış, kulaklarında sade ama göz alıcı bir çift küpe sallanıyordu. Yüzündeki makyaj abartıdan uzaktı; zarif ama kararlı ifadesiyle olduğu gibi dikkat çekiyordu. Açık havada nefes alırken bir köşede olan biteni gözlüyordu.

Eyşan'ın gözleri, soldan gelen Mete'ye takılı kaldığında derin bir nefes alıp bıraktı. Mete, koyu füme renkte, dar kesim, şık bir takım elbise giymişti. Gömleği beyazdı, kol düğmeleri ise Caner'in düğün günü hediye ettiği, Bozkurt motifli kol düğmesiydi. Eyşan'ın yanına geçtiğinde Mete'nin gözleri, müptelası olduğu toprak gözlere gömülü kaldı.

Sol kenardaki geniş alandan içeriye giren Ayda, açık somon rengi, beli kuşakla toplanmış, hafif dökümlü ipek bir elbise giymişti. Eteği diz hizasında, zarifçe dalgalanıyordu. Saçlarını yarım topuz yapmış, kalan kısmı omuzlarına düşüyordu. Kına gecesinin duygusunu taşıyan sade ama romantik bir görünümü vardı.

Elini tutarak yürüyen Deniz, siyah tonlarının hâkim olduğu klasik bir takım elbise giymişti. Ceketinin cebinde küçük bir karanfil çiçeği detayı vardı. Ayakkabıları parlak, duruşu dikti. Gecenin anlamına uygun biçimde saygılı, ama yüzünde hafif bir heyecan taşıyordu.

Kubilay, mavi-gri karışımı bir takım elbise tercih etmişti. Diğerlerinden farklı olarak kravatsızdı, yerine yakasına iğnelenmiş küçük bir ay yıldız broş vardı. Saçları klasik bir şekilde geriye taranmış, parfümü uzaktan bile fark ediliyordu. Davetliler arasında en genç ama en derli toplu görünendi.

Kubilay'ın koluna girmiş Yonca, gül kurusu renginde, yarı transparan kolları olan, yerlere kadar uzanan bir şifon elbise giymişti. Şişmiş karnını gizlemeyen elbise, onun anneliğini bir kez daha gözler önüne seriyordu. Saçlarını dağınık dalgalarla salmış, sadece bir tarafını tokayla toplamıştı. Hafif bronz makyajı, gözlerini daha da belirginleştiriyordu.

Kubilay'ın sağında yürüyen Osman, lacivert keten bir takım elbise giymişti. İçine klasik beyaz gömlek yerine hafif desenli bej bir gömlek tercih etmişti. Gülümsemesi geceye uygun şekilde sıcaktı ne gergin ne fazla rahattı. Tam kararında bir hâli vardı.

Cemile, zümrüt yeşili, A kesim, ince işli bir elbise içindeydi. Boyun hizasına kadar uzanan zarif bir yaka detayı ve bileklere inen şifon kollarıyla oldukça asil görünüyordu. Saçlarını topuz yapmış, kulaklarını saran büyükçe küpeleriyle dengeli bir görünüm sergiliyordu. Gözlerinde geçmişin sessizliğini, dudaklarında ise bir tebessüm taşıyordu.

Sağ köşede Bora'nın yanında duran Ahmet, açık kahverengi takım elbise giymişti. İçine klasik açık mavi gömlek, üzerine ince bordo kravat takmıştı. Ceketinin cebinden mendil gibi çıkardığı beyaz yazma, yöreye selam çakan bir detaydı. Yüzünde içten bir gurur vardı.

Bora, gecenin enerjisini taşıyan karakterlerden biriydi. Üzerinde kömür grisi dar kesim bir ceket, içine ise açık gri t-shirt giymişti. Klasiğe karşı hafif isyankâr bir duruş sergiliyordu ama bu onu daha karizmatik kılıyordu. Saçlarını geriye atmış, bileğinde ince bir deri bileklik vardı.

Hümeyra Çakır, diz hizasında, yumuşak krem rengi, ince kumaştan, hafif dökümlü bir elbise giymişti. Kolları yarım kollu, yakası hafif V kesim, çok abartısız ama şıklığıyla dikkat çekiyordu. Boynunda ince bir altın zincir vardı, küçük bir kolye ucu takılıydı. Saçları doğal dalgalar halinde omuzlarının üzerine dökülüyordu. Hafif bir makyaj, yüzüne tazelik katmıştı.

Ayakkabıları topuklu ama rahat bir modeldi; açık tonlardaydı, elbisesiyle uyumluydu. Üzerinde çok ince, krem tonlarında bir hırka vardı. Elleri nazikçe kenardaydı, yüzünde hem gurur hem de hafif duygusallık vardı.

Alparslan Çakır ise koyu lacivert kumaş pantolonuyla, beyaz gömlek giymişti. Gömleği ütülü, temiz ve klasik kesimliydi. Üzerine açık gri tonlarında hafif ince bir ceket giymişti; ceketin kol düğmeleri parlak ama sadeydi. Kravat takmamıştı, yakası hafif açık bırakarak rahat ve şık görünüyordu. Ayakkabıları siyah, deri ve iyi bakım görmüştü. Saçları düzgün taranmış, yüzünde yılların getirdiği tecrübe ve oğlunun mutluluğuna dair hafif tebessüm vardı.

Kartal, kına gecesine uygun olarak zarif ama rahat bir görünüm tercih etmişti. Üzerinde beyaz bir gömlek ve siyah bir pantolon vardı. Yakasını hafifçe açık bırakmıştı ve kravat takmamıştı.

Kısa bir süre sonra Lara'nın ve Caner'in hazırlandığı odaların kapıları açıldığında Alev ve Barış göründü. Barış, hızla Alev'in üzerinde gözlerini gezdirdiğinde sadece kendinin duyabileceği bir sertlikte yutkundu. Alev, koyu lacivert, dökümlü, omuzları açıkta bırakan bir elbise giymişti. Sırtına kadar uzamış saçlarını sıkı bir atkuyruğu yapmış, iri halka küpeleriyle göz kamaştırıyordu. Makyajı belirgindi, özellikle gözlerine yoğunluk verilmişti.

Alev, Caner'in odasından çıkan Barış'ı gördüğünde bir an için nefesini tuttu. Barış'ın üzerinde koyu lacivert, kesimi tam oturan bir takım elbise vardı. Beyaz gömleği temiz ve ütülüyken, göğsünde ince, siyah bir kravat zarifçe bağlanmıştı. Ayakkabıları ise siyah, cilalı deri; her adımında hem sağlam hem de kararlı bir imaj çiziyordu.

Takım elbisesinin kol düğmeleri küçük, gümüş renginde ve sadeydi; bu da onun minimalist ama etkileyici tarzını tamamlıyordu. Saçları özenle taranmış, yüzündeki hafif sakal ise onu daha olgun ve karizmatik gösteriyordu.

Alev ve Barış, birlikte yürüyerek odanın önünden çekildiklerinde Alev, adımlarını biraz hızlandırdı ve müzik sisteminin yanında durdu. Dudaklarında tebessümle kayda bastığında oldukları alanda gürültülü bir müzik çalmaya başladı. Müziğin sesini duyan Lara, aynanın karşısında son kez kendine baktı.

Lara'nın üzerinde, geleneksel motiflerle işlenmiş, zarif ve ağır bir bindallı vardı. Koyu kırmızı kadife kumaştan yapılmış bindallının üzeri, altın ve bakır renklerinde ince işçilikle süslenmişti. Yakası yuvarlak ve hafifçe açık bırakılmış, kolları bele kadar dar, bileklere doğru hafifçe genişleyen kollardı. Kollarının ve göğsünün etrafını saran motifler, yaldızlı ipliklerle işlenmiş, her biri ayrı bir hikâye anlatır gibiydi.

Bindallının etek kısmı yere kadar uzanıyor, kumaşın içinde minik, parıldayan taşlar gece ışığında hafifçe titrek bir ışıltı yaratıyordu. Alnındaki bindallı tacı, ince işlenmiş altın işlemeleri ve kırmızı incilerle doluydu, nar çiçeği rengine yakın bir parıltı saçıyordu. Kırmızı duvağı, bindallının koyu tonunu yumuşatıyor, Lara'nın yüzüne ve gözlerindeki hafif buğulu ama kararlı ifadeye mistik bir hava katıyordu.

Caner, olduğu odanın kapısı açıp dışarıya çıktığında herkesin gözü Caner'e kaydı. Caner'in üzerindeki takım elbise, gece kadar derin ve simsiyah bir renge sahipti. Kumaşı hafif parlak, ince dokulu ve tamamen pürüzsüzdü; ışık vurduğunda bile matlığını koruyarak asaletiyle öne çıkıyordu. Ceket, vücuduna tam oturuyor, keskin ve net hatlarıyla güçlü bir siluet çiziyordu. Omuzları geniş, beli ise inceydi, adeta özel dikim bir tasarımdı.

Ceketin yakası, klasik değil, ince saten bir şerit ile kaplanmış, klasik smokin havası veriyordu. Gömlek ise tamamen siyah, sade ve yakasızdı; kravat yerine ince bir siyah fular, boğazına hafifçe sarılmış, modern ve biraz da asi bir duruş katıyordu.

Pantolon da ceketin rengine tam uyumlu, ince kesimli, neredeyse ikinci deri gibi duruyordu. Ayakkabılar ise aynı tonlarda, rugan değil, mat siyah deriyle kaplanmış, son derece zarif ve şıktı.

Lara'nın olduğu odanın kapısı açıldı ve içeriden Lara, ağır adımlarla çıktı. Caner'in nutku, Lara'nın güzelliğini gördüğü andan itibaren tutuldu.

"Uçtu, uçtu, baba, kızın evden uçtu

Kızın evden uçtu, baba, o çapkına kaçtı"

Lara, Caner'e dönüp gülümsedi.

"Uçtu, uçtu, baba, kızın evden uçtu

Kızın evden uçtu, baba, ellere karıştı"

Mete, birbirlerine bakakalan çiftlerin dikkatini toplamak için sağ elini dudaklarına götürüp sert bir ıslık çalıp alkış tutmaya başladı. Herkesin dudaklarında büyük bir gülümseme oluşurken Caner, heyecanlı ellerini üzerine silip sağ elini karnına doğru yaklaştırıp kolunu Lara'ya doğru uzattı. Lara, utangaç ve kararlı bir şekilde küçük adımlarla ona yaklaşıp koluna girdi. Birlikte, alkışlayan ve onları izleyen Güvercin Timi'nin yanına doğru yürümeye başladılar.

"Uçtu, uçtu, baba, kızın evden uçtu

Kızın evden uçtu, baba, o çapkına kaçtı

Uçtu, uçtu, baba, kızın evden uçtu

Kızın evden uçtu, baba, ellere karıştı"

Alev, müziği değiştirip bir dans müziği açtığında Caner ve Lara, ortadaki boş olanda durdu. Caner'in eli Lara'nın beline sarılırken Lara'nın elleri, Caner'in omuzlarına kondu.

"Kendine benim gözlerimden
Bi' bakabilsen
Bendeki eşsiz manzaranı
Bi' görebilsen"

Bir kenarda duran Mete ile Eyşan, bu büyülü anı izlerken kısa bir bakışla anlaştılar. Sessizce kenardaki uzun, işlemeli gül kutularına yöneldiler. Kutuların kapaklarını kaldırdıklarında içlerinden kırmızı, pembe ve beyaz gül yaprakları fışkırdı.

Eyşan, elini kutuya daldırırken Mete, Lara ve Caner'e doğru yürümeye başladı. Ardından Eyşan da geldi. Birlikte ellerini doldurdukları gül yapraklarını, dans eden çiftin üzerine atmaya başladılar. Yapraklar, Lara'nın kırmızı bindallısının üzerine serpilirken Caner'in siyah takımına nazlı nazlı kondu. Gül yaprakları onların etrafında dönerken Lara'nın saçlarından kayıp yere düşüyor, ayaklarının altında bir çiçek tarlası oluşturuyordu.

"Seninle şu solan umudum
Yeşerdi yeniden
Dört bi' yanım hüzünlü güzdü
Şimdi yediveren"

Caner, başını hafifçe iki yana sallayarak kahkahayla güldü. Bu mutluluk, içindeki çocuğun sesiydi; sonunda ait olduğu yere, Lara'nın yanına varmanın neşesiydi.

"Beraber göğüsleriz biz
Zorunu, korunu da hayatın
Yeter ki ellerimiz
Hiç ayrılmasın"

Kalabalık bir anda alkışlamaya başladı. Yonca, Alev'e yanaşıp fısıltıyla "Düğünde ne yapacaklarını düşünemiyorum," derken Barış bir an gözlerini kaçırmadan Alev'e baktı. Gülümsemeleri, bu gecenin yalnızca bir başlangıç olduğunun sessiz ifadesiydi.

"Sen canımsın benim
Kalp atışımsın
Sen nerede, ben orda
Evim, vatanımsın"

Müzik, yumuşak bir inişle sona erdiğinde Caner ve Lara, birkaç saniye daha göz göze kalmayı sürdürdüler. Sonra Lara başını eğdi, gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı. Caner, onun alnına minik bir öpücük kondurduğunda, alkışlar yeniden yükseldi. Müziğin ardından devreye davul ve zurna girdi. Ritim yükselmişti artık. Kına gecesinin hüzünlü kısmı, yerini coşkuya bırakıyordu.

Alev, Barış'a kaşlarıyla işaret verdiğinde Barış, koşarak Caner'i kenara doğru çekti ve pisti Lara'ya bıraktı. Lara'nın yanına yaklaşan Ayda, Cemile ve Alev ile birlikte Eyşan ve Yonca eline ikişer tane tef aldı.

"Rakkas geldi meydane, al bastı ak gerdane
Ay-ay-ay-ay-ay-ay, canlar
Böyle dilber gördün mü, ey meclisişahane?
Ay-ay-ay-ay-ay-ay, canlar"

Lara, sağa ve sola sallanırken Alev, Cemile ve Ayda, ezberledikleri koreografide dans etmeye başladılar.

"Aşk ile Allah Allah
Vur defe, vur zile, yallah
Cihan da böyle yanıyor, yansın
Yosmam, salla"

Teflerin şıngırtısı, ayak sesleriyle birleşince avlunun taş zemini titrer gibi oldu. Lara, eteklerini hafifçe savurarak döndü, yüzünde hem zarafet hem de kıpırtılarla dolu bir neşe vardı. Alev ve Ayda, adımlarını yere vura vura sağa sola açılırken Eyşan ve Yonca teflerini havaya kaldırıp havalı dönüşler yapıyorlardı. Cemile ise, Lara'nın arkasına geçip elindeki tefi kavisli bir hareketle havada çevirerek ritme eşlik etti.

Tüm kadınlar, şarkının nakaratına yaklaşırken bir anda senkronize şekilde geri çekildi, Lara ortaya çıktı. Tef sesleri sustu, sadece davulun tok vuruşları kaldı. Lara, gözlerini kapatıp belinden yukarı doğru vücudunu dalga gibi kıvırdı. Ardından bir anda ellerini havaya kaldırıp dönerken eteği açıldı, sanki zaman bir anlığına durdu.

Ardından hep birlikte bağırdılar:

"Yosmam, salla!"

Kadınların kahkahaları, teflerin yeniden ritme girmesiyle havaya karıştı. Alev, Eyşan'a dönüp göz kırptı.

"Biz neden senin düğününde böyle bir şey düşünmedik ki?"

Eyşan, gülerek elindeki tefi salladı.

"Bu zamana nasipmiş, salla!"

Caner, bu manzarayı izlerken iç çekti.

"Bir insan bu kadar mı güzel olur be..."

Mete, Caner'in yanına yaklaştı, onun buğulu bakışlarını fark edince hafifçe omzuna dokundu.

"Olurmuş demek ki," dedi gülümseyerek. "Hem de senin gibi bir adamın karşısına."

Caner, başını eğdi, gülümsedi ama gözlerini Lara'dan ayırmadı.

"Ben hâlâ gerçek olduğuna inanamıyorum. Bir sabah uyanacağım da hepsi bir rüya çıkacak sanıyorum."

Mete, başını iki yana sallayıp dudaklarının kenarını kıvırdı.

"Yok kardeşim, bu rüya değil. Rüyaysa da bu kez uyanma," dedikten sonra kahkaha attı. Caner, Mete'nin omzuna attığı eline vurup Lara'yı izlemeye devam etti. O sırada pistteki ritim biraz daha hızlandı, Lara ve kızlar dansın son figürlerine geçiyordu. Tefleri havada sallayarak Lara'yı yeniden ortada tek başına bıraktıklarında Osman ve Barış'ın ellerindeki davul dikkat çekti.

"Hadi bizim çapkın, sıra sende."

Caner, bir an durdu. Derin bir nefes aldı. Sonra takımının ceketini düzeltti ve sanki hayatının en önemli görevine adım atar gibi ağır ama kendinden emin adımlarla Lara'ya doğru yürümeye başladı. Tüm tim alkışlamaya başladı.

Alev, "Aha kumam geliyor!" diye seslenince kalabalık kahkahalarla coştu.

Caner, hiçbirini duymuyordu artık. Tek duyduğu, kalbinin attığı ritimdi ve tek gördüğü, Lara'nın gözleriydi. Lara, eline tutuşturulan tefle Caner'in etrafında dönmeye başladığında Caner, kızarmış kulaklarıyla Lara'yı izlemeye başladı. Barış ve Osman, ritme uygun bir şekilde davula vururken Alev ve Cemile, ellerini dudaklarına yaslayıp sert bir zılgıt çekti.

Lara, Caner'in etrafında dönerken eteğinin uçları havalanıyor, her adımda bindallısının ince işlemeleri ışığın altında parlıyordu. Gözlerinde ise sadece Caner vardı. Hafifçe başını yana eğdi, Caner'e eğlenceli ama bir o kadar da utangaç bir bakış attı. Elindeki tefle bir kez Caner'in omzuna dokundu.

Caner, gülümsedi. Elleriyle ceketinin düğmesini açtı, adımını öne attı. Barış ve Osman'ın davul ritmi hızlanırken kalabalık bir anda tempo tutmaya başladı. Alev, bağırdı.

"Haydi Damat Bey, göster marifetini!"

Caner, Lara'nın çevresinde bir tur attıktan sonra hafifçe dizlerini kırıp başını eğdi. Lara, tebessüm ederek elindeki tefi başının üstünde çevirdi. Ardından Caner'in yanına geldi, elini tuttu. O an kalabalık bir kez daha alkış kopardı.

Davullar sustu. Birkaç saniyelik sessizlikte sadece çiftin solukları duyuldu. Caner, Lara'ya eğildi.

"Ben sana bir ömür böyle bakmaya razıyım," dedi fısıltıyla.

Lara, elini onun kalbine koydu.

"Ben de seninle her gün böyle gülmeye..."

Zamanın, bir kum saati misali nasıl aktığı bilinmezken, kurulmuş masanın etrafındaki rakı bardaklarından bazıları, yemek tabaklarına yaslanmıştı.

"Paralar oldu yeşil money
Tanımıyor engel, mâni
Yok insafı, imani
Bol keriz, bol enayi
Ütüverirler gari
Gari de gari, gari"

Alev, Lara, Eyşan, Ayda, Cemile ve Yonca; yemek masasında oturmuş, gülerek kollarını birbirlerinin omuzlarına koymuş ortadaki erkekleri izliyordu.

"Gemisini kurtaran
Fedakâr ve cefakâr
Kaptanın yüzdüğü deniz
Biziz abicim, biziz
Yüzdürmeyin gari
Gari de gari, gari"

Caner, Kartal, Mete, Bora, Ahmet, Barış, Kubilay, Deniz ve Osman zıplayarak dönmeye başladıklarında Alparslan Çakır, gözlerini devirerek gülmeye başladı.

"Kıl olmadan dinleyiverin gari
Gari de gari
Hayret bi' şey oluve'meyin gari
Gari de gari

Zilleri takıverip oynayıverin gari
Gari de gari
Şıkıdım da mıkıdım, şıkıdım, mıkıdım gari
Gari de gari"

Masadaki kahkahalar göğe yükselirken, Alev ve Cemile bir yandan ellerindeki rakı bardaklarını tokuşturuyor, bir yandan da gözlerini dans eden adamlardan ayırmıyordu. Eyşan, başını Lara'ya yasladı.

Lara, "Bunlar sabaha kadar durmaz," dediğinde Eyşan, gözleri parlayarak Mete'ye baktı. O sırada Mete, Bora'yla sırayla takla atar gibi dizlerini kırarak zıplıyordu.

"Durmasınlar. En son ne zaman bu kadar güldük ki?" dedi hüzünle karışık bir gülümsemeyle.

Alev, tefini önündeki boş rakı bardağına vurdu.

"Hadi hanımlar, erkekleri pistte yalnız bırakmayalım!"

Ayda, hemen ayağa fırladı.

"Şıkıdım da mıkıdım mı? Tam benim alanım!"

Kadınlar, kahkahalarla sandalyelerden kalkarken, masadaki peçeteler havaya savruldu. Alev, Barış'a göz kırptı.

"Yandı buralar, hazır ol!"

Barış kollarını iki yana açtı, abartılı bir reverans yaparak Alev'e doğru yürüdü.

"Buyurun sultanım, meydan sizin!"

Kına gecesi artık tamamen bir şenliğe dönmüştü. Dans eden kadın ve erkekler karışmış, masanın etrafında dönen çember büyümüştü. Gülüşmeler, rakı kadehlerinin şıngırtısına karışıyor, zaman sanki gerçekten durmuştu. Bir tek yıldızlar, bu gecenin şahidi olarak yukarıdan parlıyordu.

Gecenin neşesi, yavaş yavaş yerini duygusal bir telaşa bırakmaya başlıyordu. Alev, tepside hazırlanmış kırmızı duvakları ve kına sepetini alırken Lara ile Caner, el ele tutuşarak hazırlanmış sedire doğru yürümeye başladılar.

Lara, Caner'in elini sımsıkı tutuyordu; parmakları birbirine kenetlenmişti. İçinde hem tarifsiz bir heyecan hem de içten bir huzur vardı. Caner ise derin bir nefes alıp Lara'ya cesaret veren, kararlı bir bakış attı. Sedire yerleştiklerinde Alev, Eyşan'a doğru yaklaştı.

Eyşan, Alev'in eline sıkıştırdığı kırmızı duvağı açarak Lara'ya doğru eğildi ve nazikçe başının üzerine örttü. Caner'in gözleri, duvağın ince tülünün ardından zar zor seçilen Lara'nın yüzüne kilitlendi. Gözlerindeki heyecan, sevgisi ve koruma arzusu, kelimelere sığmayacak kadar derindi. Lara'nın hafifçe yana eğdiği başı, duvağın kırmızı tonlarıyla bütünleşirken, ortamda bir sessizlik hâkim oldu; sadece kalplerin atışları duyuluyordu sanki.

Ayda, Deniz'in yanından ayrılarak Lara'nın yanına geçti ve hafifçe ellerini arkasında bağlayıp boğazını temizledi.

"Bülbül olsam gül dalında salınsam"

Deniz'in bakışları bir anda Ayda'ya takıldığında kaşları şaşkınlıkla havalandı.

"Duman olsam dağ başında savrulsam
Kemer olsam yar beline sarılsam aman
Ağlaya ağlaya yar yüreğime kan doldu"

Ortam, Ayda'nın yumuşak ve içten sesiyle bir anda büyülenmişti. Herkes nefesini tutmuş, bu nağmeli anı dinliyordu. Deniz, Ayda'nın gözlerine bakarken yüzünde hafif bir tebessüm belirdi; aralarındaki o kısa, anlam yüklü an, geceye gizemli bir sıcaklık kattı.

"Siyah da zülüf pembe yanak ah üstüne bend oldu
Ağlaya ağlaya yar yüreğime kan doldu
Siyah da zülüf pembe yanak ah üstüne bend oldu
Verin benim tamburamı çalayım"

Kartal, boğazına takılan yumruyla güçlükle yutkunup kollarını göğsünde bağladı. Gözlerine batan yaşlardan, gözlerini kırpıştırarak kurtulmaya çalıştı ama sol yanağına akmasına engel olamadı. Aynı anda Lara'nın da yanağına düşen yaş, aynı duygunun sessiz yansımasıydı. O an zaman durmuş gibiydi; sadece kırmızı duvağın altında saklı o kırılgan ama güçlü bağ hissediliyordu. Kartal, gözyaşlarını saklamaya çalışırken, yüreğinde Lara ve Caner için duyduğu derin bağlılık daha da güçlenmişti.

Caner, Lara'nın burnunu çektiğini duyduğunda sağ elini uzattı ve Lara'nın elini sıkıca kavradı. Caner, Lara'nın avcunu kapattığında Lara, Caner'in bu küçük ama anlamlı jestiyle gözlerini ona çevirdi, ağlamasına rağmen yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi.

Alev, hafifçe Lara'nın önünde eğilip gülümsemeye çalıştı.

"Damadın annesi, gelinin elini açmıyor!"

Hümeyra Çakır, elindeki altınla Lara'ya yaklaşıp avcunun üzerinde tuttuğunda Lara, ağırca avcunu açtı. Avcuna koyulan altının ardından Alev, kınayı alıp Lara'nın avucuna yavaşça sürdü. Kınanın o koyu, canlı kırmızısı avuç içinde yavaş yavaş yayıldı, adeta geceyi daha anlamlı kılıyordu.

Her dokunuş, Lara'nın içinde büyüyen duyguları katlayarak çoğaltıyordu. Kına, sadece bir gelenek değil; artık Lara ve Caner'in yaşamlarının yeni bir dönüm noktasını, bağlılık ve sevgiyle yazılmış bir hikâyenin ilk sayfasını müjdeliyordu.

Alev, kınayı sürdükten sonra Lara'nın avcunu beyaz bir tül ile kapattı, üzerine küçük kırmızı bir kurdele bağladı. Barış, küçük bir atakla Alev'in elindeki kına tepsisini alıp Caner'in önünde diz çöktüğünde Caner, yavaşça elini Lara'nın elinden çekip Barış'a baktı.

Barış, Caner'in gözlerinin içine gülümseyerek baktı. O gülümsemenin içinde hem kardeşlik vardı hem de yıllarca sırt sırta savaşmış bir yoldaşın gururu. Tepsiyi yere koydu, bir tutam kınayı işaret parmağının ucuna aldığında çalmaya başlayan melodiye Caner, gözlerini kapatmak durumunda kaldı.

"Hain gibi bu aşk, hain gibi bu ayrılık
Hain gibi beklemek ve seni gizlemek
Sen de yenik düşme, sabrını yitirme
Korkma ölmezsin daha çok istedin diye"

Caner'in gözkapakları titreşti. Şarkının sözleri, içinde sakladığı nice gecenin yankısını taşıyordu. Barış, parmaklarını Caner'in avucunda tuttuğu an hafifçe başını eğdi.

"Korkma ölmezsin daha çok istedin diye..."

Barış'ın sesi çıkmıyordu ama dudakları mırıldanıyordu.

"Bir ömür yetmez ki
Sana doymaya, ah be, sevgilim
Bir hayat yetmez ki
Bir kıyısından başlasak aşkın bari"

Barış, Alev'in uzattığı tülü alıp Caner'in avucunu kapattı, kurdeleyi bağlarken gözleri doldu. Caner, gözlerini açtığında Barış, kaldırıp hafifçe gülümsedi. "Bu da bizim usulümüz," dedi. "Kınan kutlu olsun, kardeşim. Gönlün kadar temiz bir yolun olsun."

Caner, elini sıkıca yumruk yaptı. O yumruğun içinde artık sadece kına değil, yılların yükü, geleceğin sözü ve Lara'ya duyduğu sonsuz sevgi vardı. Caner, alt dudağını sertçe dişleyip Barış'ın kolundan tuttu ve kendiyle birlikte ayağa kalkıp sıkıca sarıldı. Barış, hiç beklemeden Caner'in sarılışına karşılık verdi.

Barış, "Artık senin de bir evin var. Biz sırtını koruruz, sen yüreğini koru," dediğinde Caner, kafasını sallayıp hafifçe geri çekildi ve Lara'ya bakıp gülümsedi. Lara'ya elini uzatıp ayağa kalkmasına yardımcı olduğunda bedenini Lara'ya doğru çevirdi ve başındaki duvağa doğru uzandı. Parmaklarının arasına sıkıştırdığı duvağı ağırca açıp Lara'nın yüzüne baktı.

Lara, başını hafifçe eğdi; utangaç bir tebessümle Caner'in gözlerinin içine baktı.
O an, ikisinin arasında zaman durmuş gibiydi.

Kalabalık sessizce onları izliyordu, ama o sessizlik içinde Caner'in kalp atışları sanki yüksek sesle çarpıyordu. Lara'nın yüzü, o kırmızı duvak altındaki mahcubiyetle aydınlanmış, yanaklarındaki pembelik bir ömür boyu sürecek bir sözleşmenin mührü gibi olmuştu.

Caner, dudaklarını Lara'nın alnına bastırdı ve ardından alınlarını birbirlerine yaslayıp birbirlerine baktılar.

"Evlerinin önü yonca, yâr gülüm ben sana gonca."

İkisinin de dudaklarından dökülen cümle hem bir ezgi hem de kalpten gelen bir yemin gibiydi. Sesleri öyle içten, öyle birbirine karışmıştı ki, o anda kimin ne söylediği değil, aynı anda aynı duyguyu paylaşıyor olmaları anlam kazanmıştı.

O gece, yalnızca bir kına gecesi değildi.
O gece, yıllar boyu kalplerde yankılanacak bir dua, bir söz, bir bağlılıktı.

7 Haziran 2022 / Şırnak

Lara Akman, Ağzından

Yarala Meni, KareProd

Bazen insanın içinde öyle bir sessizlik olur ki, en kalabalık gecelerin ardından gelir.
İçin doludur ama boş hissedersin. Güldüğün, sarıldığın, "mutluyum" dediğin her anın ardında eksik biri durur.

Gece çökmüş, kalabalık dağılmıştı. Herkesin ardında bıraktığı o tatlı yorgunluk benim içimde bir başka türden yankılanıyordu. Yalnızlığa çok alıştım sanıyordum. Meğer bazı gecelerde daha keskin oluyormuş bu eksiklik. Kınalı avuçlarımı dizlerimin üstüne bıraktım. Sadece sessizlik vardı. Ta ki o tanıdık adım sesini duyana kadar.

"Üşüyorsun."

Kartal'dı bu. Usulca yaklaştı. Ceketini omuzlarıma attı. Oturdu yanıma, hiçbir şey sormadan. Zaten neyi sorsa cevabı gözlerimdeydi. Kafamı çevirip ona baktım. Gözlerindeki yansıma, benim içimdeki boşluğu tam yerinden tanıyordu. Çünkü o da aynı boşlukla büyüdü. Aynı eksiklikle yürüdü bugüne kadar. İkimiz de annesizliğin, babasızlığın ne demek olduğunu biliriz. İkimiz de "mutluluğun tam ortasında neden ağlanır" sorusunun cevabıyız.

Bir süre hiç konuşmadık. Sonra, ikimizin de içine aynı anda gelen bir cümle gibi çıktı sesim, "Annem olsaydı..."

Yarım kaldı. Devamını getiremedim. Çünkü her seferinde o boşluğu hayal etmek bile boğazımı düğümlüyordu. Kartal usulca başını çevirdi.

"Annem olsaydı, senin elini tutardı. O kınayı sürerken ağlamamak için kendini zor tutardı. Ve gece uyuyana kadar başucunda beklerdi."

Durdu. Sonra ekledi.

"Ben de kapının önünde beklerdim."

Güldüm. Hıçkırıkla karışık bir gülümseme.

"Sen hep beklemedin mi zaten, değil mi? Küçüklüğümden beri."

Omuzlarım titredi. Gözyaşlarımı gizlemeye çalışmadan yüzümü ellerime gömdüm.
Kartal başını geriye yasladı, gökyüzüne baktı.

"Ben seni hep izledim, Lara. Düşerken, kalkarken, susarken. Bir kardeşin yapabileceği en iyi şey bazen sadece orada olmak. Ses çıkarmadan. Kol kanat olmadan. Gölge gibi. Sen güçlü kal diye."

Dönüp ona baktım.

"O kadar çok şeyin içinde ayakta kaldık ki... Bazen bizim bile inanasımız gelmiyor, değil mi?"

Kartal başını eğdi.

"Sen gelin oluyorsun, ben sanki biraz daha yalnızlaşıyorum. Ama mutlu yalnızlık bu. İçinde gurur var."

Sonra gözlerini bana dikti.

"Caner iyi bir adam Lara. Kalbini emanet ederken hiç tereddüt etmedin. Ben de etmiyorum. Ama bir şartla."

"Ne?" dedim fısıltıyla.

"Ne olursa olsun... Beni unutma. Ben sadece kardeşin değilim, ben senin yarınım. Beni kaybedersen kendini kaybedersin."

Gözlerimi kapattım.

"Seni kaybetmek, annemi ikinci kez kaybetmek gibi olurdu."

Birbirimize döndük. Sessizce sarıldık. Omzuna başımı koydum. O an hiçbir kelime gerekmedi. İkizliğin o anlatılamaz dili konuştu içimizde. Gece soğuktu ama biz birbirimize yaslandık. İlk defa hayatımda, bir sayfayı kapatırken korkmadım. Çünkü o sayfanın kenarında, Kartal vardı. Benim yarım. Benim kardeşim.

Benim hep bekçim.

İçimde koca bir rahatlama vardı. Bu gece, geçmişin acılarını taşısa da geleceğe dair içimi aydınlatan bir sözü de yanında getirmişti. Kartal ayağa kalktı. Üstünü silkeledi, ceketini omuzumdan aldı ama hemen ardından beni sardı kollarıyla.

"Hadi. Yarın yeni bir gün. Evleniyorsun, kız kardeşim. Şimdi biraz uyu. Çok ağladın, gözlerin sabaha şişmesin," dedi.

Gülümsedim.

Kartal'ın sarılışı, yıllardır eksikliğini duyduğum o güven hissini yeniden hatırlattı bana. Onun kokusunda, çocukluğumuzun toprak kokusu vardı. Birlikte ağladığımız geceler, birlikte sırtımızı yasladığımız o yalnızlık... Hepsi geride kalmış gibiydi şimdi.

Kartal usulca çekildi, gözlerimi yokladı.

"Ben içeri geçiyorum," dedim hafifçe başımı sallayarak.

"Tamam. Ben de biraz hava alırım," dedi.

Verandadan ayrılıp merdivenleri çıktım. Gece ağırdı ama yıldızlar sanki benimle birlikte yürüyordu. Üst kata vardığımda herkes uyumuş gibiydi. Sadece içeride, odanın aralığından sızan loş bir ışık beni çağırıyordu. Kapıyı itip odaya girdim. Caner yatağın kenarında oturuyordu. Başını kaldırmadan, elinde tuttuğu küçük bir kitabın sayfalarını karıştırıyordu. Geldiğimi fark ettiğinde başını kaldırıp gülümsedi. O gülümseme, tüm gece boyunca taşıdığım ağırlığı biraz daha hafifletti.

Caner kitabı kapatıp komodine bıraktı, sonra elini yavaşça bana doğru uzattı. Elimi tuttuğunda kalbim hafifçe hızlandı. Odanın sessizliği içinde sadece nefeslerimiz duyuluyordu.

Caner, beni dikkatlice yatağa doğru çekti. Sol dizinin üzerine oturttuğunda, boynunu hafifçe arkaya eğip mavi gözleriyle beni dikkatle süzdü. O bakışlar, bütün günün yorgunluğunu, gecenin ağırlığını ve içinde taşıdığı tüm sevgi ve şefkati yansıtıyordu. Sağ eli nazikçe bacağımda gezinirken, sol eli belimde sağlam bir destekle durdu; düşmemem için oradaydı, ama aynı zamanda sanki "Buradayım, seni bırakmayacağım" diyordu. O an, zamanın yavaşladığını hissettim.

Gözlerime baktı, mavi gözleri derin bir deniz gibi dalgalanıyordu. "Biliyorum, hayat kolay olmadı ama ne geçmişi ne de geleceği tek başına taşıyamazsın. Ben buradayım."

Bir an durdu, sonra hafifçe tebessüm etti. "Şimdi seni buraya oturtuyorum, çünkü güçlü olduğunu biliyorum. Ama biliyorum ki bazen durup dinlenmek de gerekiyor. Ben senin o molan olacağım."

"Caner..." dedim, sesi titrek. "Yanımda sen olunca, korkularım küçülüyor."

Gözlerini kırptı, hafifçe eğildi ve dudaklarıma dokunmadan önce fısıldadı, "Sana söz veriyorum, artık ne olursa olsun, bu yolun sonuna beraber yürüyeceğiz."

Başımı hafifçe kaldırdım, dudaklarımı onunkine yaklaştırdım ama biraz durdum. "Bu yolun kolay olmayacağını biliyorum. Ama seninle her zorluğu aşarım."

Göz göze geldik, sessizlikte içten bir an paylaştık. Sonra Caner dudaklarını bana yumuşakça dokundurdu ve dünya bir an durdu. Öpüşmemiz derinleşirken, zaman sanki yavaşladı. Ellerim istemsizce Caner'in omuzlarına uzandı, onun sıcaklığını tüm benliğimde hissettim. Dudaklarımızı ayırmadan yavaşça ayağa kalkıp bacaklarımı iki yana açarak yeniden kucağına yerleştim.

Caner'in dudaklarıyla benimkiler arasındaki temas giderek yoğunlaştı; nefeslerimiz hızlandı, kalplerimiz senkronize bir ritimle çarpmaya başladı. Ellerim, sırtında gezinirken Caner beni daha sıkı sarıp bedenini bana iyice yaklaştırdı. Dudaklarından ayrılırken, çenemi hafifçe ısırdı ve gözlerime derin, alevli bir bakış attı.

"Seninle olmak, tüm dünyayı unutmak gibi," dedi, sesi karanlık ve çekiciydi.

Bacaklarım beline sarılıydı. Parmaklarımı saçlarına doladım, yumuşak ama tutkulu bir çekişle başını bana doğru çektim. Vücudumuz adeta birbirine yapışmıştı, aramızda elektrikten başka bir şey yoktu. Dudaklarına açlıkla yapıştığımda Caner'in hırıltılı nefesini işittim.

Öpüşmemiz alevlendi, elleri bedenimde gezindikçe içimdeki tutku daha da büyüyordu. Her dokunuşu, her nefesi beni sarhoş ediyor, kontrolümü biraz daha kaybettiriyordu. Parmaklarım onun saçlarında dolaşırken, o beni bırakmadan yavaşça sırt üstü yatağa doğru yatırdı. Vücudumun her kıvrımı onun varlığıyla dolup taştı, o an dünya sadece bizim etrafımızda dönüyordu.

"Seni bebekler gibi uyutmak istiyorum," diye fısıldayıp dudaklarıma küçük buseler kondurmaya başladı. Elleri eşofmanımın lastiklerinde amansızca dolandı ve bir çırpıda üzerimden çıkarttı.

Caner'in dudakları tişörtümün üzerinden sıcak izler bırakırken, elleri yavaş ama kararlı bir şekilde tişörtümü kaldırıp sıyırdı. Sütyenimin açıkta kalan hassas derisi, onun nefesini ve dokunuşlarını daha da belirgin kılıyordu. Üzerimdeki son giysiyi de çıkarttığında, bedenimin her santimi Caner'in elleriyle ve dudaklarıyla buluşmaya hazırdı.

Caner, dudaklarını nazikçe karnıma doğru gezdirdi. Hafifçe soluklanarak dudaklarını orada tuttuğu anda, içinde büyüyen bir sıcaklık dalgası bedenimi sardı. Boşluğun hemen altındaki o yerde, dudaklarını biraz daha bastırdı ve fısıldadı.

"Burada iki tane hayat var. Senden ve benden birer parça."

O sözler, kalbimde yeni bir kıvılcım çaktı; bir yandan korku, bir yandan tarifsiz bir bağlılık hissettim. Caner'in yanında olmanın ne demek olduğunu, bu küçük ama anlam dolu anlarda bir kez daha derinden anladım.

+21 (Argo, cinsellik vb unsuzları içerir. Okumak istemeyenler için işaretli alanı bıraktım. Oraya doğru kaydırın lütfen.) +21

Dudakları kasıklarıma doğru sürüklendiğinde, bütün bedenim birden elektriklenmiş gibi titredi. O an zamandan kopmuş, sadece Caner'in varlığı etrafımı sarmıştı. Başımı yavaşça geriye doğru attım; boynumun uzunluğu açılırken, göz kapaklarım ağırlaştı ve gözlerimi sıkıca kapattım.

Nefesim düzensizleşti, ciğerlerim daralırken kalbim göğsümde öyle hızlı çarpıyordu ki, ritmini duyabiliyordum sanki. Caner'in dudaklarının sıcaklığı, yumuşak ama aynı zamanda ateşli dokunuşları, tenimde izler bırakıyordu. O hafif titreyen dokunuşları, kasıklarımdaki en hassas noktada geziniyor, içimde bir fırtına kopuyordu.

Dilini klitorisime bastırdığında ellerim saçlarına uzandı. Farkında olmadan iyice onu kendime yaklaştırdığımda bacaklarımı biraz daha onun için araladım. Kapalı gözlerimin ardındaki siyahlık, beni kendi içimde bir kapana hapsetmişti. Tam o sırada deliğimde hissettiğim ıslak dille hapsolduğum kapandan inleyerek kurtulmaya çalıştım. Caner, tüm arzusuyla benim şehvetime can katmaya çalışırken birden dilini oradan çekip sağ elini ensesine doğru uzattı. Sol kolu gergin bir şekilde yatağa yaslı kalırken tek eliyle tişörtü kafasından çıkarttı.

Sağ elini yatağın üzerine yasladı, şişmiş pazısının üzerinde kalan tişörtü gözden uzağa bir yere fırlatıp üzerime eğildi. Tutkudan büyümüş göz bebekleriyle gözlerimi izlerken ellerimi kaslı gövdesine yasladım. Hızlı dokunuşlarla eşofmanına inerken lastiklerine tutunup aramızdaki engeli ortadan kaldırması için heyecanla sıyırmaya çalıştım.

Caner, kalbimi durduracak bir hareketle gülümseyerek dudaklarını dudaklarıma bastırdığında bir anda çıldırma noktasına geldiğimi hissettim. Eşofmanın lastiklerinde bir kanca misali takılmış parmaklarımı sertçe çekerek omuzlarından ittirdim. Caner, ne olduğunu anlayamamış bir şekilde üzerimden doğruldu.

"Yataktan in," diye fısıldayıp dizlerimin üzerine kalktığımda sertçe yutkundu. Aşağı yukarı oynayan âdem elmasını dişleyip emme isteğini bir süreliğine kenarda bırakırken kafamı sallayarak onu yataktan aşağıya doğru ittirmeye çalıştım.

"Lara, bunu yapmana gerek yok."

Kirpiklerimin altından ona bakarken nasıl göründüğümün bilincinde değildim ama Caner'in gözlerindeki tutku, giderek artan bir boğuk şehvete karışıyordu. Yatağın ucuna doğru kayıp yataktan indiğinde parmaklarımı eşofmanın lastiklerine takıp aşağıya çekiştirdim. Boxerını eşofmanı ile indirdiğimde büyümüş ve erekte olmuş penisi o kadar güzel görünüyordu ki kendimi inlemekten alıkoyamamıştım. Penisinin ucunda parıldayan zevk suyu alt dudağımı ıslatıp dişlememe neden olduğunda Caner, elini çeneme koyup yüzüme doğru eğildi.

"Bana, aklımı kaçırtacakmış gibi bakma," dedi ve baş parmağını alt dudağımda ezmek istermişçesine bastırarak gezdirdi. Yüzümü eğmeden gözlerimi penisine eğdiğimde penisinin ucundaki zevk suyunun akışını izledim.

"Benim için yaşını dökerken, aklını kaçıracak olan sen değilsin bence?" diye mırıldandım. Dilimi çenemi tutan parmaklarına değdirip çektiğimde Caner, boğazdan bir hırıltılı nefes verdi. Çenemi tutan parmakları ağırca ayrıldığında kurumuş dudaklarımı ıslatıp penisine baktım.

Caner, boştaki eliyle penisini kavrayıp sıvazlamaya başladığında dudaklarımı birbirine bastırıp yutkundum.

"Dilini çıkart."

Dudaklarımı aralayıp dilimi alt dudağıma yasladım. Caner, penisini biraz daha sıkıca kavrayıp başını dilime yasladığında gözlerimin kapanmasına engel olamamıştım.

"Gözlerini aç. Senin için ağlayan varlığıma gözlerini kapatmanı hakaret sayarım," diye tısladı. Gözlerim, duyduğum cümleyle anında açılırken Caner, sol elini nazikçe saçlarıma daldırdı. Usulca okşamaya başladığında dudaklarımı kapatıp varlığını ağzıma kenetledim. Caner, yaptığım hareketle başını arkaya atıp inlediğinde dişlerimi sürtmeden ağzımdaki varlığını daha çok sahiplenmeye başladım.

Caner'in sert nefesleri, benim boğazımdan gelen mırıltılarımla birleşirken gözlerimi bir saniyeliğine kapatıp ağzımdan çıkarttım ve penisindeki elini çektim. Penisine avcumu yaslayıp başını ağzıma alıp bir lolipop misali emdim ve dilimi gezdirdim. Ağzımdaki salgılarla bulanan penisi, kasıklarımda bir ağrının sebebi olmak üzereydi. Hamlelerimi hızlandırdığımda vajinamdan akan özümün bacaklarımın arasından akıp gittiğini fark ettim. Caner, saçlarımdaki parmaklarını biraz daha sıkılaştırıp bana doğru yüzünü eğdi.

"İçine gömülüp seni parçalamamak için kendimi zor tutuyorum Lara, yavaşla," diye güçlükle kelimeleri bir araya getirdiği cümleden sonra nedense içimde kopan bir güçle daha sert asıldım. Avcuma oturan damarlı yapısı, avuç içlerimi karıncalaştırırken ağzımdaki penisi giderek büyüyordu.

Caner, saçlarıma asılıp kafamı inleyerek geriye çektiğinde nefes nefese geriye çekilmek zorunda kaldım. Dudaklarımın kenarından akan tükürüklerimle gözlerinin içine devamını istermişçesine bakarken Caner, sol elini saçlarımdan yüzüme indirirken sağ elini de yüzüme yasladı. Çatık kaşlarıyla bir an için kızdığını bile düşünmüştüm ama gözlerindeki şehveti gördüğümde bunun yalnızca bir hayranlıkla karışık doyumsuzluk olduğunu fark etmiştim.

"Canın acımadıkça durmayacağım," diye fısıldarken ellerini bir anda belime indirip yatağa doğru uzanmaya zorladı. "O yüzden bana canın acıdığında söylemen gerekecek," bacaklarımı aralayıp bedenini sıkıştırdı. Dudaklarını bana göre sağ, ona göre sol göğsüme yaslayıp delirmişçesine emmeye başladığında tırnaklarımı omzuna bastırıp beline doğru indirdim. Vajinamda hissettiğim penisiyle inlemek üzereyken göğsümü dişleyip çekiştirdi. Soluğum kesilircesine kalırken bir anda dudaklarını göğsümden çekti ve yüzünü yüzüme eşitleyip sertçe içime girdi.

Aralı dudaklarıma yasladığı dudaklarıyla inlemelerimiz birbirimizin solukları arasına karıştı. Elleri, göğüslerime kapandığında kalçasını hızlandırarak içime gömülmeye devam etti. Ruhumda patlayan duygularım, büyük bir ahenkle onun varlığını kabul etmek için algılarımla oynamaya başlamıştı.

"Off, yavrum benim," diyerek inlediğinde ellerini göğüslerimden çekti ve kalçalarımı avuçlarının arasına alıp sertçe avuçladı. Öpüşlerimiz, ıslak ve terbiyesiz bir ahenkle birleşmesine devam ederken kulaklarımda yankılanan kirli şakırtılarımız bir melodi misali içimi okşuyordu.

Caner, ellerini kalçalarımdan çekip iki göğsüme de avuçladı ve hafifçe sıkarak birbirlerine yaklaştırdı. Sert solukları şişmiş göğüs uçlarıma çarparken ritimlerine de devam ediyordu. Dilini önce sağ göğüs ucumun haresinde gezdirip sertçe emdi ve ardından sol göğsüme sürükleyip onun da haresinde gezindi. Burnundan sert bir nefes bıraktığında ellerimi kendi saçlarıma daldırıp hafifçe çekiştirdim. Meme uçlarımda bıraktığı ıslak dokunuşuyla emmeye devam ederken inleyerek ellerimi saçlarına daldırıp yüzüme çekmeye çalıştım.

"Caner, öp beni," diye fısıldadığımda Caner, dudaklarını göğsümden çekip yüzüme yükseldi. Elleri saçlarımın yanında kalırken dirsekleri yatağa yaslanmıştı. Sağ elini saçlarıma daldırıp hafifçe çekiştirdi ve dudaklarımızı birbirine kenetledi. Dillerimiz birbiriyle adeta bir savaş içerisine girmiş gibiydi. Bunun bir galibi yoktu. İkimizde vuslatın tutsakları olmuştuk.

Caner, "Özümü özüne akıtmak istiyorum," diye dudaklarımın içine fısıldadı.

Soluklarımın arasında kafamı belli belirsiz salladım.

"Akıt, özünü özüme."

Caner, inleyerek hareketlerini sertleştirdiğinde sağ bacağımı omzuna doğru çekiştirdi. Hızlanan nefesleriyle dudaklarımın üzerinde soluklarımdan çaldı. İçimde sürüklenen penisin, duvarlarıma her çarptığında damarlarının biraz daha gerildiğini hissedebiliyordum. Aldığım zevkten gözlerimin geriye doğru kaydığını fark ettiğimde Caner, diğer bacağımı da alıp omzuna attı ve biraz daha üzerime eğildi. Diplerimde hissettiğim darlığın genişlediğini hissettiğimde atacağım çığlık Caner'in dudaklarının arasında kısıldı. Caner'in dişlerini sıktığını çenemde hissederken zevkten bir gözyaşım şakağıma doğru yuvarlandı.

Kasıklarımdan kopan bir damarın özümü içerdiğini biliyordum. Özüm, duvarlarımın arasında sıkışmış penisin etrafına sarıldığında Caner, kasıldı ve sertçe köklerini vajinama yaslayıp durdu. Caner'in kızarmış yüzü gevşerken içimde zonklayan penisin bıraktığı öz, özüme karıştı.

DEVAM EDEBİLİRSİNİZ

İçimde hâlâ Caner'in varlığının yankısı vardı. Nefes alışlarımız birbirine karışmıştı, oda sessizdi ama kalbimin atışı her şeyi bastırıyordu. Caner, dudaklarını yavaşça dudaklarımdan çekti. Gözlerini gözlerime dikti. Derin, yorgun ama sonsuz bir bağlılıkla bakıyordu. Ardından alnını benimkine yasladı, bir süre öylece kaldık.

Tenimizin temas ettiği her yerde bir sıcaklık vardı, sadece bedensel değil, ruhlarımız birbirine karışmış gibiydi. Sanki tüm dünya, o anın dışında kalmıştı. Birlikte geçirdiğimiz her an, hayatlarımızın en gerçek haliydi.

Caner, üzerimden kalkıp kollarını bedenimin etrafına dolamadan önce ince pikeyi üzerimize çekti.

"Biliyor musun?" dedi, sesi fısıltıdan ibaretti. "Sen benim bütün yaralarıma merhem oldun. Sana baktığımda, artık geçmişimden korkmuyorum. Sen, benim cesaretimsin."

Sözleri göğsümde yumuşak bir dalga gibi yayıldı. Elimi yüzüne götürdüm, yanaklarını avuçlarımın içine aldım. "Sen de benim yıllarca içimde susturduğum her duyguyu tekrar konuşturan insansın. Kalbimin sesini ilk defa duyar gibi oldum seninle."

Gülümsedi. Yüzünde huzur vardı. Parmaklarını karnımın üzerinde gezdirdi, nazikçe. Geleceği düşündüğümde kalbimde endişe yerine umut vardı. Başımı onun çıplak göğsüne koydum. Caner parmaklarını saçlarımda gezdirdi, dudaklarını başıma bastırdı. Öylece sarıldık; geçmişin yükünü arkada bırakmış, geleceğe omuz omuza yürümeye hazır iki insan gibi... Gece sessizdi ama içimizde bir hayat sesi vardı.

Ve o gece, ilk defa gerçekten evimdeymişim gibi hissettim.

8 Haziran 2022 / Şırnak

Yazar, Ağzından

Öyle Kolay Aşık Olmam, Can Ozan ft. Damla Eker

Düğün alanı, Şırnak'ın eteklerinde, dağların göğe değdiği bir noktada kurulmuştu. Askeriyeye ait geniş, korunaklı bir bahçeydi burası; etrafı yüksek çamlarla çevrili, girişte güvenlik noktasında nöbet tutan iki asker görünüyordu. Gökyüzü açık ve berraktı. Alacakaranlık, yavaş yavaş toprağa iniyor, doğunun sessiz asaleti törenin üzerine seriliyordu.

Düğün kalabalıktı.

İstihbarattan gelen konuklar, Caner'in birlikte görev yaptığı komandolar, Lara'nın tim arkadaşları, onların hayatlarına dokunmuş insanlar vardı. Sol köşede, nikah masasının hemen uzağındaki boşlukta bekleyen kızlar, uzaktan bile göz kamaştırıcı duruyorlardı.

Eyşan, uzun toz pembe bir elbise giymişti. Kumaşı şifon, eteği hafifçe rüzgârla dalgalanıyordu. Omuzlarına dökülen saçları dağ esintisiyle hafifçe kıpırdıyor, gözleri her zamanki gibi dikkatli ve duygulu bir yerdeydi.

Alev, koyu mürdüm renginde, belden oturtmalı bir elbise giymişti; sade ama çok etkileyiciydi. Kaşlarını yukarı kaldırdığında, bakışları çakmak gibi parlıyordu. Yonca, beş aylık hamileydi ve açık bej rengi bir elbise giymişti. Elbisenin bel altına yerleştirilen ince kemer, karnını nazikçe vurguluyordu. Gülümsemesi, etrafındaki herkese huzur veriyordu. Ayda, dantel detaylı pudra tonlarında bir elbiseyle sade ve şıktı. Saçlarını açık bırakmıştı, dudaklarında hafif bir gülümseme vardı. Cemile ise lacivert mat saten, sade bir elbise giymişti. Yüzü yumuşak ama gözlerinde alışık olduğu sorumluluk ciddiyeti vardı.

Sağ köşede, nikah masasının hemen uzağındaki boşlukta ise erkekler duruyordu.

Mete, Osman, Bora, Ahmet, Kubilay, Deniz ve Barış; hepsi resmî tören üniformaları içindeydi. Üniformalar temiz ve kusursuz ütülüydü. Mete'nin yakasında bordo berelilerin nişanı, göğsünde üç madalya vardı. Osman'ın omuz apoletleri kararlı adımlarını yansıtıyordu. Kubilay ve Deniz'in yüzü heyecandan kıpkırmızıydı ama gözleri ciddiyetle ileriye bakıyordu.
Barış'ın şapkası kolunun altındaydı, diğer eli kılıcına hazır şekilde kenetlenmişti. Bora ve Ahmet, resmi duruşlarının altında bir gurur taşıyordu.

Alparslan ve Hümeyra Çakır, kalabalığın ilerisine yerleştirilen sade ama zarif bir masanın önünde misafirleri karşılıyordu. Hümeyra'nın üzerinde zarif taş detaylı koyu bordo bir elbise vardı, saçları topuz yapılmıştı. Alparslan ise koyu lacivert takım elbisesi ve yakasındaki eski asker rozetleriyle, geçmişin ve bugünün saygısını taşıyordu.

Kapının önünde, taş zemin üzerine sıralanan askerlerin arasında bir geçit kuruldu.
Mete ile Bora önde, kılıçlarını çapraz kaldırmıştı. Ardında Osman ve Kubilay; en sonda Deniz ile Barış duruyordu. Kılıçlar gökyüzüne uzanıyor, aralarındaki geçitte gölgeler düşüyor ama ışık metalin üzerinden yansıyarak parlıyordu.

Alanda yankılanan İzmir Marşı ile birlikte herkes ayağa kalktı ve kapıdan görünen Caner ile Lara'yı alkışlamaya başladı.

Caner, beyaz takımını, göğsünde yalnızca istihbaratın anlayabileceği küçük bir yıldızlı rozetiyle süslemişti. Lara'nın üzerinde, zarafetin kusursuz bir temsilcisi olan, beyaz saten kumaştan dikilmiş, ince askılı ve göğüs kısmı düz kesimli, sade ama çarpıcı bir gece elbisesi vardı. Kumaş, ışığı nazikçe yansıtıyor; elbisenin her hareketle birlikte dalgalanan yapısı, sanki her adımında bir fısıltı gibi yankılanıyordu. Yüksek yırtmacı, ince ama kararlı adımlarını daha da belirginleştiriyor, her adımda zarafetini gözler önüne seriyordu. Elbisenin arka eteği hafifçe sürünüyor, bu da Lara'nın yürüyüşüne gösterişli bir ihtişam katıyordu.

Ayağında sade, ince bantlı ve zarif topuklu ayakkabılar vardı. Saçları özenle geriye toplanmış, yüzü tüm saflığıyla ortaya çıkmıştı. Her ayrıntısıyla hem zarif hem güçlüydü. Sanki her anı kontrolünde tutan bir kadının asil duruşunu taşıyordu.

Caner, otuz diş sırıtarak kılıçların altından Lara ile geçerken bir an için Mete ile göz göze geldi. Saniyelik bir vakitle sağ gözünü kırpıp Lara'ya baktı ve gülümsemesini olabildiğince genişletti. Kalabalık arasında sessizce selamlaşan gözler, sadece anı değil, yılların birikmiş güvenini de paylaştı.

Kılıçların altından geçtikten sonra Lara'nın elbisesi, basamaklardan inmenin ardından açık hava platformunun taş zemininde hafifçe sürünmeye başladı. Caner, Lara'nın eline sıkıca sarıldı. Elbisenin uzun kuyruğu biraz takılınca hemen eğildi, diğer eliyle eteği nazikçe toparladı. Lara, dudaklarının kenarında beliren hafif gülümsemeyle başını eğdi, sonra adımlarını yeniden hızlandırdı.

Nikâh masası, süslenmiş bir zeytin ağacının altındaydı. Şırnak'ın yalçın dağlarının gölgesi uzaktan silikçe görünüyordu ama havada barış ve dinginlik hâkimdi. Sandalyeler sade ama zarifti, masa ise beyaz dantel örtülerle kaplanmıştı. Yanlardan ince çiçek süslemeleri sarkıyor, üzerinde küçük, zarif bir kalem duruyordu.

Caner, Lara için sandalyeyi usulca çekti. O otururken bile gözlerini üzerinden ayırmadı. Sonra kendi yerine geçti. Nikâh memuru tam karşılarında duruyordu ama onların dünyası sadece birbirine bakmaktan ibaretti. Mete, yüzündeki sırıtışla Caner'in sağ çaprazında yerini alırken, Eyşan, boğazını temizleyerek Lara'nın sol çaprazındaki yerini aldı.

Mete, dilini köpek dişine sürtüp ellerini önünde birleştirdi ve gülümseyerek Caner'e doğru eğildi.

"Gördük senin de aptal olduğun günleri," diye fısıldadı. Caner, gözlerini kapatıp açarken kafasını iki yana sallayıp gülümsedi ve Lara'ya baktı. Mete, haklıydı. Caner, âşık olmuştu. Aptalca, akılsızca ama gerçek bir tutkuyla ve o gün, aşkın yalnızca bir duygu değil, bir karar olduğunu anlamıştı. Caner, aptal dediği aşkın kapılarını, şimdi evlilikle aralıyordu.

Nikâh memuru, kısa ve zarif bir konuşmanın ardından gözlüğünü hafifçe düzeltti, ellerini masanın üzerine koydu. Mikrofonu eline aldı, ama ses tonu yüksek değil, yumuşak ve tok bir tondaydı. Bütün gözler Caner ve Lara'nın üzerindeydi.

"Sayın Lara Akman ve Caner Cenk Çakır," diye başladı memur, sesi mikrofona yumuşak ama kararlı bir şekilde yansırken. "Sizler bugün burada hem yasal olarak hem de ruhlarınızla bir hayat arkadaşlığına, bir ömre yemin etmeye geldiniz. Hayatın önünüze ne getireceğini bilemeden... Bazen savaşın, bazen fırtınanın, bazen yalnızca sıradan bir sessizliğin içinden geçeceğinizi bilerek..."

Kalabalıktan derin bir sessizlik yayıldı. Herkes o an, sadece iki kişiyi izliyordu. Birbirlerine göz kırpmadan bakan iki yorgun, savaşçı ruhu.

Memur, başını hafifçe yana eğdi ve Lara'ya yöneldi.

"Lara Akman. Bugün burada, hiçbir baskı altında kalmadan, özgür iradenle; yoldaşlığını karanlık zamanlarda da sürdüreceğine, birlikte susacağın ve birlikte konuşacağın bir hayata 'evet' demeye, Caner Cenk Çakır'ı, iyi günde de kötü günde de sadakatle seveceğine ve yanında duracağına söz veriyor musun?"

Lara'nın gözleri buğulandı ama sesi titremedi. Gözlerini Caner'e dikti. Sesinde ne fazla bir duygu ne eksik bir kelime vardı. Her şey olması gerektiği kadar netti.

"Evet," dedi. "Kalbimle, evet."

Memur döndü, bu kez dik bir duruşla Caner'in gözlerinin içine baktı.

"Caner Cenk Çakır. Bugün burada, hiçbir baskı altında kalmadan, kendi iradenle; hayatın her anında Lara Akman'ın yanında olacağına, onun kalbinin güvenli limanı olacağına, onu sadece bir eş değil, kaderin ta kendisi gibi kabul edeceğine söz veriyor musun?"

Caner'in dudakları kıpırdadı ama önce sesi gelmedi. Gözlerini Lara'ya dikti.

"Evet. Gönlümle, onurumla ve son nefesime kadar, EVET!"

Caner'in ilk başta sakin çıkan sonu sondaki kuvvetiyle haykırışa çevrildiğinde Mete, irkildi ve Caner'e kahkaha atarak bakmaya başladı. Lara'nın şahidi Alev, gülmeye başladığında Barış, nemlenen göz altlarını çaktırmadan silmeye çalışıyordu.

Nikah memuru Barış ve Alev'e bakıp kaşlarını kaldırdı.

"Şahitler, şahitlik ediyor musunuz?"

Barış ve Alev, kafalarını sallayıp birbirlerine baktılar ve aynı anda Caner ve Lara'ya bakıp otuz iki diş sırıttılar.

"Hayır demek olmaz, tabii ki de evet!"

Kalabalık alkışlara boğulurken, nikâh memuru gülümseyerek defterin sayfalarını çevirdi. Lara ve Caner, isimlerini zarif imzalarıyla mühürlediler. Kalem Caner'in elindeyken, Lara'ya dönüp hafifçe eğildi.

"Artık resmen benim eşimsin," diye fısıldadı. Lara, dudaklarında hafif bir tebessümle cevap verdi. "Zaten hep öyleydim."

O sırada Bora, arkadan Barış'ın sırtına bir şaplak attı. "Gördün mü be kardeşim, Caner de evlendi ha. Bundan sonra sırada kim var?"

Barış cevap vermedi, gözlerini kısa bir an için Alev'e çevirdi. Gülümseyerek başını hafifçe yere eğdi. Nikah masasından ayaklandıklarında nikah memuru Caner ile Lara'ya baktı.

"O halde; şahitler huzurunda, yasal olarak sizleri karı koca ilan ediyorum."

Caner, hafifçe Lara'ya döndü ve ellerini Lara'nın kollarının yanına yaslayıp alnına dudaklarını değdirdi. Ağırca kondurduğu nazik öpücük sonrası burnunu Lara'nın burnuna sürttü.

"Hayatıma hoş geldiniz karıcığım, iyi ki geldiniz, iyi ki."

Lara, Caner'in gözlerinin içine baktı.

"Hoş bulduk hayatına, seni sonsuza dek sevmeye geldik."

Birbirlerinden ayrıldıklarında Caner, hızla arkasındaki Mete'nin karşısında durdu. Mete, alt dudağını sertçe dişleyip kollarını açtı ve Caner'i kendine çekip sıkıca sarıldı. Lara ile Eyşan, gülümseyerek sarıldıklarında Caner, gözlerini kapatıp derin bir nefes verdi.

Lara ile Eyşan, birbirinden ayrıldıklarında Caner ile Mete'de ayrılmışlardı. Caner, alaylı bir şekilde kollarını iki yana açtı.

"Yenge?" diye söylendiğinde Eyşan, gülerek Caner'e sarıldı.

Eyşan, Caner'in kulağına "Öğk," diye fısıldadığında kahkaha atarak ayrıldılar. Mete ile Lara, bir abi kardeş edasıyla sarılıp ayrıldıklarında Barış ile Caner göz göze geldi. Caner, kaşlarını kaldırıp Barış'a kollarının arasını gösterdiğinde Barış, gözlerini devirdi ve Caner'e doğru yaklaşıp sarıldı.

"Artık sıra sende Barış," diye fısıldayıp geri çekildi. Barış, umutla parlayan gözlerle Caner'i süzüp Lara'yla tokalaştı. Caner, elini gülümseyerek Alev'e uzattığında Alev, Caner'in uzattığı eli sıkıp gülümsedi. Lara ile Caner, yeniden birbirlerinin ellerine kenetlendiklerinde sahnenin ortasına doğru yürümeye başladılar.

Caner, sol elini Lara'nın beline yaslayıp kendine doğru çektiğinde Lara'nın eli otomatik bir şekilde Caner'in sağ eline kenetlenmişti. Lara, sol elini Caner'in omzuna koyduğunda ilk dans müziklerinin melodisi yankılanmaya başlamıştı.

"Öyle kolay âşık olmam
Ama senin ayrı bi havan var
Seni gördüğümde beynim oyunlar oynar"

Caner'in dudaklarında şarkı sözlerini duyduğu andan itibaren buruk bir tebessüm oluşmuştu.

"Yine görüşürüz hiç sanmam
Yaşıyoruz çok farklı hayatlar
Benim olmazsan burda bi dakka durmam"

Lara'nın gözleri, Caner'in gözlerinden bir anlığına bile kopmazken derin bir nefes alıp usulca verdi.

"Bir bir bir söyledim her şeyi olmaz ki
Zorlama boş yere
Senden kaçar oldum ben engeller yüzünden
Hiç hiç hiç yok mu bi yolu demiştin
Ben de o gece fazla içmiştim
Kıralım duvarları gel yanıma yat dedim"

Caner, Lara'nın belinden elini çekip Lara'yı kendi etrafında bir kez döndürdü. Yeniden birbirlerine yaklaştıklarında alınları birbirlerine yaslandı.

"Öyle kolay âşık olmam
Ama senin ayrı bi havan var
Seni gördüğümde beynim oyunlar oynar
Yine görüşürüz hiç sanmam
Yaşıyoruz çok farklı hayatlar
Benim olmazsan burda bi dakka durmam"

Caner, derin iç çekti.

"Aşık ettin beni kendine," diye fısıldadı.

Lara, gülümseyerek alnını Caner'in alnına sürttü.

"Havadan oldu herhalde?" deyip güldüğünde Caner, kahkaha atarak alnını Lara'nın alnından ayırdı ve elini başının arkasına koyup Lara'yı göğsüne yasladı. Caner, Lara'yı göğsüne daha sıkı bastırdı; kalplerinin aynı ritimde attığını hissediyordu. O an, tüm dünyanın gürültüsü ve karmaşası yok olmuş, sadece ikisi kalmıştı. Lara'nın sıcak teni, yumuşak nefesi, Caner'in içinde büyüyen huzur ve mutluluğun en somut kanıtıydı.

Gözlerini kapattığında, yanında sevdiği kadının varlığı ona hayatın tüm zorluklarına karşı güç veriyordu. Bu anın, birlikte atacakları sayısız adımın ilk ve en değerli başlangıcı olduğunu biliyordu. Sessizce ama derin bir kararlılıkla, geleceğe doğru birlikte yürümeye hazırdılar.

8 Haziran 2022 / Şırnak

Eyşan Çakır, Ağzından

Sil Baştan, Şebnem Ferah

Bir çiçek, tohumu patladığında kökünden koptu. Tohuma bulaşan kan taneleri, dünyaya gelen canın varlığını kanıtladı. Çiçek öldü ama tohum toprağın altına gizlendi. Bir gün gelecek, o tohum çiçeğin izlerini taşıyarak topraktan patlayacaktı.

Ve zaman geçti...

Toprak, o tohumu bağrına bastı, derinlerinde sakladı. Geceler boyu karanlığa sarındı, soğuk yağmurlara göğüs gerdi, rüzgârın savurduğu anlarda bile kök salmaya devam etti. Dışarıdan bir hiç gibi görünen bu sessiz bekleyiş, aslında içten içe büyüyen bir hayattı.

Derinliklerde filizlenmek, karanlığın içinde ışığı hayal etmek zor bir sanattı. Toprak bazen fazla ağır geldi, nem fazlalaştı, soğuk, keskin bir bıçak gibi iliklerine işledi. Lakin tohum biliyordu; ne kadar derine gömülse de bir gün o karanlıktan sıyrılacak, toprağın çatlaklarından süzülerek gökyüzüne uzanacaktı.

Bir süre sonra vakti geldi. İki filiz, toprağın kabuğunu kırarak gün ışığına gözlerini açtı. Küçüktü, narindi ama inatçılığı atalarından mirastı. Onu örseleyen fırtınaların, onu ezen toprakların, onu unutan zamanın inadına büyüyecekti. Kökleri geçmişin kanını, dalları geleceğin umudunu taşıyordu.

Her yaprak, bir anıyı anlatıyordu. Her çiçek, kaybedilmiş bir hikâyeyi fısıldıyordu. O tohumdan doğan, sadece bir bitki değil; bir hatıra, bir direniş, bir yeniden doğuştu. Çünkü hiçbir şey gerçekten ölmezdi. Toprak sadece korurdu, saklardı ve zamanı geldiğinde dünyaya geri verirdi.

Ve şimdi, rüzgârın kollarında savrulan narin çiçeğin ta kendisi, bir zamanlar toprağın altında gömülü kalan o kanlı tohumdu. Artık, göğe uzanan bir hikâyeye dönüşmüştü.

Etrafımdaki kalabalığın canlılığı ve neşesi, içimdeki o hafif huzursuzluğa rağmen varlığını koruyordu. Osman, Barış, Ahmet, Alev, Yonca, Kubilay ve Deniz, Caner ile Lara'nın etrafında oyunlarına dalmıştı. Onların enerjisi, o anın samimiyeti ve sıcaklığı beni bir anlığına rahatlatıyordu. Gözlerim etrafta dolaşırken, herkesin yüzünde o anın mutluluğunu gördüm; bu an, hayatın güzel yanlarından biriydi.

Bir an için telefonun sessizde olduğunu hatırladığımda içimdeki dürtüyle çantama uzandım. Telefonun soğuk yüzeyini avuçladım. Ekranı açtığımda Selçuk'un adı orada, birkaç kaçırılmış arama ile birlikte parlıyordu. Gözlerim kalabalığın arasından Mete'yi aradı; ama o an göremedim. Kısa bir tereddüt yaşadım, ama kalabalığın neşesi ve çocukların oyunları gözlerimin önündeydi. "Bir şey olmaz," diye kendimi teselli ettim, telefonumu tekrar kapattım ve yürümeye başladım.

Ayaklarım hafifçe yere basarken kalabalığın sesi kulaklarımda yankılanıyordu; her kahkaha, her koşu, o anın huzurunu daha da güçlendiriyordu. Kapıya yaklaştığımda serin hava yüzüme vurdu; dışarıda, hafif esen rüzgârın tazeliği içimi ferahlattı. Telefon yine titrediğinde, ekranda Selçuk'un adı tekrar parladı.

Parmaklarım hafifçe titreyerek telefonu kulağıma götürdüm. Kalabalığın enerjisi arkamda kalırken, o an tamamen Selçuk'un sesine açıldı.

"Alo, Selçuk?"

"Nasılsın, kız kardeş?"

Duyduğum kız kardeş kelimesiyle dudaklarımda oluşan bir gülümsemeye engel olamamıştım. Nefesimi derin çekip, kararlılıkla karşılık verdim, "İyiyim, Selçuk. Sen nasılsın?"

Selçuk'un derin bir nefes aldığını işittiğimde arkamda yankılanan müziğin uzaktaki uğultusunun telefona gittiğinin bilincine varmıştım.

"Neredesiniz, bu müzik sesi nereden geliyor?" diye sorguladığında boğazımı temizledim. Kırılmaya çalışan gülümsememi yitirmeden gözlerimi yumdum.

"Caner ile Lara'nın düğünü var."

Sesim yumuşak ve hafif titrek çıktı, ama içimde saklamaya çalıştığım özlemin ve sıcaklığın izleri vardı. Düğünün neşesi arka planda yükselirken, kalabalığın kahkahaları ve müziğin ritmi uzaklaşıp sadece bir fonda sesi gibi kalıyordu. Selçuk'un sessizliği, onun da bu anın ağırlığını hissettiğini anlatıyordu.

Bir an, o uzaklarda olmaları gerektiğini düşündüm; birlikte olsak, bu an çok daha anlamlı olurdu. Gözlerimi açtım, etrafıma baktım; herkes mutluydu, herkes kendi dünyasındaydı ama benim dünyam biraz daha farklı, biraz daha eksikti şimdi. Telefonu sıkıca tuttum, içimde hem sevinç hem de hasret dolu bir sızı vardı.

"Keşke siz de burada olsaydınız..." diye mırıldandım, sesimin içinde hem umut hem de biraz da çaresizlik vardı.

Selçuk'un karşılık vermesi gecikti; sessizlik yine telefon hattını doldurdu. Derin bir nefes aldı, sonra hafifçe konuşmaya başladı.

"Nasip Güvercin. Bize nasip olmadı."

Sözcüklerin ağırlığı kulaklarıma dolarken, ben de içimdeki karmaşayı bastırmaya çalışıyordum. Gözlerim etraftaki mutluluğu aradı ama içimde bir yerde hâlâ kaygı vardı.

"Her neyse," dedi, bir anda. "Sana bildirmem gereken bir durum var."

O andan itibaren, zaman yavaşladı. Düğünün neşesi, kalabalığın sesi, her şey arkada kalmıştı; sadece o cümle ve ardından gelecekler vardı. Parmaklarım telefonun üzerinde sıkıca kenetlendi. Beklemeye hazırdım, ne olursa olsun.

"Dinliyorum."

Telefonun ucunda belli bir süre sessizlik oluştuğunda kapandığını zannettim ve bir saniyeliğine telefonu kulağımdan çekip ekrana baktım. Aramanın devam ettiğini gördüğümde kulağıma yaslayıp kaşlarımı çattım.

"Selçuk, orada mısın?"

Selçuk'un gürültülü bir nefesini işittiğimde kaşlarım, alnımda büzüldü.

"Lafı çevirmeyi ikimizde sevmeyiz Eyşan. Mete, Çilingir'in yeniden asker olabilmesi için kendi rütbesinden ve Güvercin Timinin komutasından istifa etmiş."

Dünyam bir an için durdu; içimde büyüyen karmaşanın ne kadar derin olduğunu o anda daha iyi anladım. Sözcükler zihnimde yankılanırken, içimde tarifsiz bir boşluk açıldı. Mete'nin böyle bir karar alacağını aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Güvercin Timi'ni emanet ettiğim adamın, bir anda bambaşka bir yola savrulması korkunç bir ihtimaldi.

Kalbim sıkıştı, nefesim daraldı. Emanetin ne kadar kırılgan olduğunu, birinin elinden kayıp gitmesinin ne denli acı verici olacağını düşündüm.

"Eyşan?"

"Selçuk..." dedim, sesimde hem şaşkınlık hem de bir parça endişe vardı. "Bunun ne anlama geldiğini tam olarak biliyor musun?"

Selçuk'un sesinde yorgun bir kararlılık duyuldu.

"Biliyorum Eyşan ama Mete, başka çare görmedi. Çilingir'e şans vermek zorundaydı."

Kendimi toparlamaya çalışırken gözlerimi içeriye doğru çevirdim. Camların arkasında oynamaya devam eden Osman, Alev, Yonca, Kubilay ve Deniz'i izledim. Her biri, gelecekte karşılaşabileceğimiz belirsizliklerden habersiz, anı yaşıyordu.

Bilinçsizce, "Mete'nin kararı tüm dengeleri sarsacak," diye fısıldadım. Dudaklarımdan dökülen cümleyle dişlimi sertçe dişleyip kafamı iki yana salladım. Gözlerimi kapattım. O an, ne kadar büyük bir sorumluluk üstlendiğimi, ama aynı zamanda ne kadar güçlü olduğumu da hissettim. Kalbimde hem korku hem de sarsılmaz bir inanç vardı.

"Benim kapatmam gerek Güvercin, bu yolda doğru bir karara varılacağından eminim."

Aramanın sonlandığına dair bir ses yankılanırken kulağıma yaslı telefonu ağırca çektim. Bedenimi kapıya doğru çevirdiğimde müziğin yüksek sesi hâlâ devam ediyordu. Ama benim içimde artık farklı bir sessizlik vardı; bu sessizlik, fırtınadan önceki durgunluk gibiydi.

Ağır adımlarla içeriye doğru yürümeye başladığımda ilk defa savsakladığımı fark ettim. İçimde bastırdığım o korku ve kaygı, şimdi bedenime ağır bir yük gibi çökmüştü. Adımlarım ritmini yitirmiş, ağırlaşmıştı. Kalabalığın kahkahaları, müziğin coşkusu bir yandan kulağıma çalınırken, diğer yandan zihnimde koca bir boşluk açılıyordu. Gözlerimi yere indirdim; yorgunluğun, korkunun ve belirsizliğin ağırlığı omuzlarımdaydı.

İçeriye girdiğimde gözlerim dalgınca sürüklendi ve uzakta, gülüşerek birbirleriyle konuşan Mete ile Bora'ya takıldı. Aralarındaki rahatlık, o an içimde büyüyen fırtınayla tezat oluşturuyordu. Onların samimiyeti, gürültünün içinde bir huzur noktası gibiydi ama benim içimdeki endişe ağır ağır büyüyordu.

"Kızım?"

Hümeyra annenin, önüme geçip Mete ile Bora'ya olan bakışımı kesmesiyle gözlerim, gözlerini buldu. Endişeli gözleri, yüzümü tarayıp gözlerimde duraksadı.

"Yüzün bembeyaz olmuş, iyi misin kızım? Mete'yi çağırayım."

Bir anda Hümeyra annenin elini tutup kendime doğru çektim.

"Hayır, çağırma." Boğazımı temizledim. "İyiyim, sadece..."

Kelimeleri toparlayacak gücü kendimde bulamıyordum. Aldığım nefeslerin düzensizliği, içimdeki karmaşanın küçük bir yansımasıydı. Kalbim hızlı hızlı atıyor, ama kelimeler dilimin ucunda donup kalıyordu. Gözlerim, arkasındaki Bora ve Mete'ye kaydığında bakışları baktığım yere kaydı ve birkaç saniye ağırca bana döndü.

"Öğrendin demek?"

Gözlerim, bir mıknatıs misali Hümeyra annenin gözlerine çekildiğinde gözlerini kıstı. O bakışlarda, yılların verdiği tecrübe ve şefkatin yanı sıra, içimde saklamaya çalıştığım o sıkıntıyı görüyordu.

Bir an durakladım. Hümeyra annenin yanımda olması hem bir sığınak hem de sorumluluğumu hatırlatan bir yük gibiydi. O gözlerin içine bakarken, bu yükün altından nasıl kalkacağımı düşündüm.

"Öğrendim, anne..." diye fısıldadım sonunda, sesim kırıktı ama kararlıydı. Onun anlayış dolu bakışıyla karşılaşmak, içimdeki fırtınanın biraz olsun hafiflemesini sağladı.

"Peki, ne yapmayı düşünüyorsun?"

Hümeyra annenin sorusuna sessiz kaldım; dudaklarım mühürlüydü ama içimde fırtınalar birbirine çarpıyordu. Dışarıdan dingin bir siluet gibi görünsem de içimde kıyamet kopuyordu. Çünkü ben, kelimelerle sarılmış yalanların ötesinde, gerçeğin peşine düşmüş bir izdim.

Ve o iz; bir sonun doğurduğu, ilk başlangıç olacaktı.

-

BÖLÜM SONU

Merhabalar, ne bölümdü beh!

Sonunda Caner ile Lara'yı da evlendirdiğimize göre sıra bakalım kimlere gelecek ama ondan önce daha önemli bir meselemiz var. Eyşan, sizce Mete'nin bu yaptığına nasıl bir tepki verecek?

Yorumlarınız ve oylarınız benim için çok değerli. Emeğim için destek olmayı unutmayın.

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle...

Sultan Çakır

üç haziran iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 03.06.2025 01:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Kurgunun seyri değişiyor gibime geliyor. Eyşan askerlikten çekildi. Mete Askerlikten istifa etti. Askeri kirgidan teşkilat kurgusuna dönecek sanki
İçindekiler
Sultan Çakır / GÜVERCİN / XLIX - SONUN DOĞURDUĞU İLK BAŞLANGIÇ
Sultan Çakır
GÜVERCİN

27.32k Okunma

1.42k Oy

0 Takip
84
Bölümlü Kitap
-AURORA-I - YEMİNII - İLK KURŞUNIII - MAVİIV - SORGUV - KANLI TÜYVI - SINIR7. BÖLÜM'DEN KESİTVII - GERÇEKDUYURU VE SOHBETKİTAP ADI VE KESİTVIII - TEKERRÜRIX - 25 SAAT 38 DAKİKA10. BÖLÜMDEN KESİTX - İSYANIN ARKASINDAKİ GÖLGEXI - YALANLAR VE İZLERİXII - SAVAŞIN SINIRINDAXIII - GECEYE SÜRGÜN AŞKXIV - KIRIK GÜVEN KOZASIXV - KIRILMA NOKTASIXVI - DUVARXVII - KANATLARI ISLAK GÜVERCİNXVIII PART I - SIRR-I MÜPHEMXVIII PART II - SÖNMÜŞ OCAK KÖZÜXIX - YÜKLÜ HATIRAXX - BÜLBÜLÜM ALTIN KAFESTEXXI - AL BAYRAĞIN GÖLGESİXXII - SONA BİR KALAA.E.BM.M.ÇXXIII - KORUN BIRAKTIĞI İZXXIV - BOZKURT VE TARUMARXXV - TEK KURŞUN SÖZÜXXVI - KARA KARIŞAN KANXXVII - ÖFKENİN KRİZ UYKUSUXXVIII - OMUZDA TAŞINAN YÜKXXIV - RUHU YUTAN BOŞLUKXXX - GERİ SAYIM SONUXXXI - YAKLAŞAN KASIRGAXXXII - HASSAS VE ZARİFXXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜII PART - XXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜXXXIV - AKREP VE YELKOVANXXXV - ŞEYTAN KILIKLI AZRAİLXXXVI - YOLUN SONUNDAKİ SAKİNLİKXXXVII - ECELİN GÖLGESİXXXVIII - OLASILIK VE KURAMXXXIX - KİMLİK KAYBIXL - BAHT VE TEKERRÜRXLI - KAYBOLAN ZAMANLAR- DUYURU -XLII - YANAN KÜLLERİN ARASINDAK.S.AA.O.ÖG.U.DGÜVERCİN HKK.XLIII - SERZENİŞİN KIYISINDAXLIV - DÜNE İÇİLEN ANT45. BÖLÜMDEN KESİTXLV - LEKE BIRAKAN İZLERMETE'DEN SİZE BİR MESAJ VAR!46. BÖLÜM'DEN KESİTBir İşçinin Günlüğü - DuyuruXLVI - KALPTEN GELEN YOL47. BÖLÜMDEN KESİTXLVII - KIRILAN SADAKAT-DUYURU-XLVIII - DİLDEKİ SÜKÛT-Duyuru-XLIX - SONUN DOĞURDUĞU İLK BAŞLANGIÇDUYURUDuyuruL - FİDES RUPTALI - ALARUM VINCULUMLII - SINAVLAR VE GEÇİŞLER-DUYURU-LIII - TANRILARIN UNUTTUĞU DÜŞÜŞ54. BÖLÜMDEN KESİTLIV - ÖLÜME GÖMÜLÜ BİR SEVDALV - EMANET VE YEMİNNeden bölüm yok - AçıklamaLVI - MÜHÜRLENMİŞ HAKİKAT57. BÖLÜMDEN KESİTLVII - SİS BÖLÜĞÜ
Hikayeyi Paylaş