60. Bölüm

XLV - LEKE BIRAKAN İZLER

Sultan Çakır
sultanakr

 

Helüüü, ben geldim. Nasılsınız? Bu bölümü lütfen sindirerek okuyun. Çok önemli ayrıntılar gizli olabilir, benden söylemesi…

 

Yeterince beklettim ve daha fazla bekletmek istemiyorum,

 

Girişlerimiz bu taraftan efendim,

 

İyi okumalar :)

Bölüm Şarkıları;

Flying, Anathema (Remastered)

Pyramid Song, Radiohead

6patlar, Son Feci Bisiklet

3055, Ólafur Arnalds

Who Will Remember Me, by Twelve Titans Music

Breathe, Fleurie

 

🕊️

XLV

Bir defterin üzerindeki kan tanecikleri, bir sonraki sayfaya ince gölgeler gibi izini bırakmıştı. Sayfa her çevrildiğinde, o silik lekeler sanki mürekkebin arasında kayboluyormuş gibi görünüyordu ama kaybolmazdı. Kâğıt, üzerine düşen her şeyi hatırlardı; kelimeleri, dokunuşları, en çok da sessizce damlayan ve iz bırakanları.

Bu lekeler, rastgele sıçramış birkaç damladan ibaret değildi. Öyle olsaydı, zamanla solup gider, unutulurdu ama unutulmuyordu. Çünkü bazı izler, sayfalardan silinse bile geçmişten silinmezdi. O defterin sayfaları arasında sıkışıp kalmış bir sır vardı. Unutulmak istemeyen, belki de fark edilmek için sabırla bekleyen bir gerçek.

Eller, o sayfalara dokunduğunda yalnızca kelimeleri hissetmişti; gözler, satırlar arasında gezindiğinde yalnızca cümleleri okumuştu. O lekeler, tıpkı sessiz bir çığlık gibi oradaydı. Belki bir hata, belki bir işaretti. Belki de birinin geride bıraktığı son izdi ve o iz, bir gün fark edilecekti. Çünkü zaman, her şeyi unutturmazdı.

Bazı sırları yalnızca uykuya yatırırdı.

Küllerin altına gömülen sırlar, bir gün mutlaka yeniden alev alırdı.

22 Mayıs 2022’ye Bağlanan Gece – 01:01 / Şırnak

Yazar, Ağzından

Saat 01:01.

Gece, Özel Tim Taburunun üzerinde ağır bir battaniye gibi duruyordu. Nöbet noktalarındaki siluetler, uzaktan bakınca heykel gibi hareketsizdi. Koridorlar loş ışıklarla aydınlanıyordu ama bu ışık, gerçek anlamda bir aydınlık sağlamıyordu. İçeride devriye gezenlerin adımları, betona çarpıp hızla kayboluyordu. Herkes bir şey bekliyordu ama kimse neyi beklediğini tam olarak bilmiyordu.

Taburda bir huzursuzluk vardı. Açıkça konuşulmamış ama varlığı inkâr edilemeyecek bir gerilimdi. Tıpkı havadaki nem gibi, görünmez ama hissedilir gibiydi. Gökyüzü kapalıydı, yıldızlar bile bu gece saklanmayı seçmişti. Ve bir şey, çoktan başlamıştı.

Koordinasyon merkezinde oturan Selçuk’un, sol işaret ve orta parmağının arasındaki sigaranın uzayan külü, kor noktasından kırıldı. Küçük bir kıvılcım parladı, sonra sönerek yüzük parmağındaki alyansa çarpıp masaya dağıldı. Masanın üzerindeki dosyanın üzerinde bir enkaz misali kaldı.

Elias Farouq’un dosyası.

Selçuk, gözlerini kaldırmadan, parmak uçlarını sert kapak üzerinde gezdirdi. Parmakları, dosyanın üzerindeki ince küllere karıştı ama onları silkelemedi. Bunu yaparsa, altındaki gerçeğin daha net ortaya çıkacağından mı korkuyordu? Yoksa çoktan bildiği bir şeyle yüzleşmek istemediğinden mi?

O dosya, çoktandır oradaydı ama kalbindeki izler 2017’den beri içini yakmaya devam ediyordu. Üzerine yığılan diğer evrakların ağırlığı altında ezilmiş, görünmez kılınmış, ama asla unutulmamıştı. Şimdi, hafif bir dokunuşla bile tekrar gün yüzüne çıkacak gibiydi. Tozun ve küllerin altına gömülen hiçbir şey sonsuza kadar saklı kalmazdı.

Selçuk, parmaklarının arasındaki sigarayı dudağının kenarına sıkıştırdı. Koru içine çekti, ciğerlerine dolan dumanın acılığını hissetti ama bu, içindeki yangının yanında hiçbir şeydi. Gözlerini masadaki dosyadan ayırmadan, solundaki içi su dolu karton bardağa attı. Sigaradan geriye kalan kor, suya değer değmez cılız bir cızırtıyla söndü, minik bir duman halkası yükseldi ve hızla kayboldu.

Buz mavisi gözlerinin etrafını saran kılcal damarlar, uykusuz gecelerin ve uzun süren gerilimin izlerini taşıyordu. Kırmızı çizgilerle örülmüş beyazlıkların üzerine göz kapaklarını ağır bir perde gibi indirdi. Bunu dinlenmek için değil, birkaç saniyeliğine gerçekliği silmek için yaptı.

Göz kapakları titrek bir refleksle yeniden aralandığında, başını hafifçe sağa çevirdi. Omzunun üzerinden arkasına baktı. Boğazını hafifçe temizleyip, sesi alışılmadık şekilde soğuk ve net çıkan bir tonda, “Mücahit, Alev Atsız’ı koordinasyon merkezine çağır,” dedi. Mücahit, hiçbir şekilde sorgulamadan ayağa kalktı ve kapıya doğru ilerledi.

“Güvercin’e bunun bilgisini ne zaman vermeyi düşünüyorsun, Selçuk?”

Selçuk’un bakışları tam karşısındaki sandalyede oturan Selami’ye çevrildi. Parmaklarını masanın kenarında gezdirdi. Eli, istemsiz bir hareketle eski dosyanın üzerine kaydı, ancak kapağını kaldırmadı.

“Güvercin’e bazı şeyleri söylemenin bir zamanı vardır, Selami,” dedi, sesi aynı soğuk ve ölçülü tonda. “Bu da o zamanlardan biri değil.”

Selami hafifçe burnundan soludu, arkasına yaslanıp başını hafifçe yana eğdi. Selçuk’un yüzünü inceliyordu, belki bir açık, belki bir çatlak arıyordu ama Selçuk, her zamanki gibi, içini göstermeyen bir duvar gibiydi.

“Peki ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sorguladı yeniden, Selami. Selçuk, gözlerini kıstı ve çenesini dikleştirdi.

“Öncelikle Alev Atsız ile görüşeceğim,” bakışlarını diğer sandalyelerde oturan Hayalet Ekibinde gezdirdi, “Sizi de tanıdıktan sonra Güvercin ile konuşacağım,” dedi.

Odada kısa bir sessizlik oldu. Sadece masanın kenarında yanan lambanın cılız ışığı, dosyanın üzerinde gölgeler oynatıyordu.

Selami, Selçuk’un sözlerini sindirmeye çalışıyormuş gibi başını hafifçe salladı ama bakışları hâlâ sorgulayıcıydı. Hayalet Ekibinin diğer üyeleri ise sessizdi. Kimi kollarını göğsünde kavuşturmuş, kimi avuçlarını birbirine sürterek sabırsızca bekliyordu.

“Demek önce Atsız,” diye mırıldandı Selami, daha çok kendine söyler gibi. Ardından gözlerini Selçuk’a dikti. “Bu, sandığın kadar kolay olmayabilir.”

Selçuk hafifçe gülümsedi ama bu gülümseme, herhangi bir neşe taşımıyordu.

“Kolay olmayacağını biliyorum,” dedi. Eli hâlâ dosyanın üzerindeydi. Başparmağı, kapağın köşesini usulca kaldırdı ama içindekileri görecek kadar açmadı. Sanki içindeki bilginin odadaki havayı daha da ağırlaştıracağını biliyor ve bunu geciktirmek istiyordu.

Kapının menteşeleri bir kez daha gıcırdadı. Adımlar yankılandı.

Alev Atsız, koordinasyon merkezine varmıştı.

Alev, ne olduğunu anlamamış ama her an acil bir operasyona hazırlıklı olarak masanın önünde durmuştu. Bakışları önce Selçuk’ta ardından karşısında oturan maskeli yüzlerde dolandı. Selami, fötr şapkasını çıkartıp önüne koyduğunda gözlerini kıstı ve Selçuk’a baktı. Selçuk, eliyle sağ çaprazındaki sandalyeyi gösterdi ve kafasını eğdi.

“Otur, Alev,” dedi. Alev, hafif çatılmış kaşlarıyla Selçuk’u çok kısa süzdü ve gösterdiği sandalyeye oturup arkasına yaslandı.

“Acil bir durum mu var?” derken gözlerini, masanın üzerindeki kâğıtlarda gezdiriyordu. Kollarını göğsünde bağlayıp yeniden Selçuk’a baktı. “Bu maskeli kişiler kim?”

Selçuk, derin bir nefes aldı ve boğazını temizledi.

“Acil bir durum yok fakat gözümün önünde durup görmediğimiz şeyler var,” dedi ve baş parmağının altındaki dosyayı kaldırdı. Alev, Raşit Fas’ın dosyasını gördüğünde kaşlarını yukarıya çekti.

Alev, “Raşit ne alaka?” diye sorguladığı an Selçuk, elinin sağında kalan dosyayı da araladı. Zara Demirkan dosyası da aralandıktan sonra diğer dosyayı da açtı. Mümtaz Çalkun’un fotoğrafı, Alev’in kıvrılmış kaşlarının düşmesine neden oldu. Gözlerini kırpıştırarak dosyalardan bakışlarını çekti ve direkt olarak Selçuk’un gözünün içine baktı.

“Bunlar ne demek oluyor?”

Selçuk, derin bir iç çekti.

“Bunca zamandan beri Elias hep içimizdeymiş. Bu şerefsizleri musallat eden başından beri oymuş. Tabii, Raşit Fas’ın dosyası eskilere dayanıyor fakat Asena Gündüz’ü arıyor olmasının nedeni, Elias Farouq’un yönlendirmesi sonucuymuş. Mümtaz Çalkun’un babası Seyyar, Seyyar’ın babasını öldüren Elias Farouq’un babasıymış.”

Alev, bir şey diyecekmişçesine dudaklarını araladı ama demedi. Öylece Selçuk’a bakakaldı. Selçuk, yeniden boğazını temizledi ve gözlerini kaçırıp önünde serili olan dosyalara baktı. Kısa bir sürüklenmeden sonra Alev’a baktı ve sağ eliyle karşısındaki maskeli kişileri gösterdi.

“Hayalet Ekibi. 2017’den beri Elias Farouq’u takip ediyorlar. Sen sormadan ben cevaplayayım, bize bilgi vermeleri yasaktı. Ta ki Güvercin kaçırılana kadar. Çünkü Güvercin bir teşkilat başkanı ve Hayalet Ekibi de Mücadele İtibar Teşkilatı’nın dışarıdaki ayak izleri.”

Alev, yaşadığı şokla kaşlarını derince çattı ve yeniden dudaklarını araladı.

“Peki, benden ne istiyorsun?” diye sorguladığında Selçuk, arkasına yaslandı.

“Hayalet Ekibi ile operasyona katılmanı istiyorum, Alev. Elias Farouq, her an kaçabilir. Hayalet Ekibinin sahip olduğu emir erleri, karadan Elias Farouq’un köpeklerini yakalayacak sen de F-16 ile Al-Suqaylabiyah Ormanlarını havadan tarayacaksın. Taş üstünde taş bırakmayacaksın.”

Alev, birkaç saniye boyunca Selçuk’un söylediklerini tarttı. Gözleri, karanlık maskelerin ardında oturan Hayalet Ekibinin üyelerinde gezindi. Bir zamanlar ismini bile duymadığı, varlığından bile haberdar olmadığı bir teşkilatın gölgeleri şimdi karşısında oturuyordu. Yutkundu. Güvercin kaçırılana kadar. İşte kilit cümle buydu. Alev, dişlerini sıktı. Öfkesini bastırmaya çalışsa da sesindeki gerilim belli oluyordu.

“Güvercin’e yapılanların bir bedeli olacak,” dedi, sesi keskin ve netti. “Ve ben o bedeli en ağır şekilde ödetmede yardımcı olacağım.”

Selçuk, hafifçe başını salladı. “Bu yüzden seni seçtim.”

Alev, kısa bir nefes aldı ve geri verdi. Sonra, masaya eğildi. “Operasyon ne zaman başlıyor?”

Selçuk, karşısında oturan maskeli figürlerden birine göz ucuyla baktı. Hayalet Ekibinden Sessiz, metalik bir sesle konuştu.

“Şafakta.”

Alev, belli belirsiz kafasını salladı ve yeniden Selçuk’a baktı.

“Güvercin’in bu operasyondan haberi olacak mı?”

Selçuk, kafasını salladı.

“Haberi olacak ama önce seninle konuşmak istedik. Henüz Güvercin, Hayalet Ekibi ile tanışmadı. Siz yola çıktığınızda onu buraya çağıracağım.”

Alev, ellerini masaya koydu ve yavaşça oturduğu sandalyeden ayağa kalkıp çenesini dikleştirdi.

“O halde hazırlıklarımızı yaptıktan sonra yola çıkalım,” dedi. Selçuk, ayağa kalktığı an Hayalet Ekibi de ayaklanmıştı. Alev ile koordinasyon merkezinden çıktıklarında içeriye Eyşan girdi. Eyşan’ın bütün olanlardan haberi vardı. Çünkü Alev, Mücahit’in onu koordinasyon merkezine çağırmasından beş dakika sonra Eyşan’ı uyandırmış ve ona bilgi geçmişti.

Selçuk, Eyşan’ı gördüğünde bakışlarını kaçırdı ve önündeki dosyalara baktı. Eyşan, küçük adımlarla Selçuk’un yanındaki sandalyeyi çekti ve oturdu. Selçuk, kalktığı sandalyeye geri oturdu ve derin bir nefes aldı.

Eyşan, “Caner’e neden söylemedin?” diye sordu.

Selçuk, kafasını iki yana salladı.

“Lara’nın yanındaymış, rahatsız etmek istemedim. Zaten yeterince yanında vakit geçiremedi. Bari onlar düzgün bir gün geçirsinler. Güvercin Timine haber vermemi ister misin?”

Eyşan, masanın üzerindeki dosyalara baktı ve titrek bir nefes aldı.

Eyşan, “Bütün bunların sebebi bendim, Güvercin Timini de bu işe karıştırmayacağız,” dediği an Selçuk, Eyşan’a baktı.

“Mete’nin tavrı hoş olmayabilir. Özellikle öğrendikten sonra sana karşı garda geçebilir,” dedi. Eyşan, kafasını iki yana salladı.

“Bu savaşın nedeni benim, Selçuk. Güvercin Timinin bu konuyla alakası yok. Herkesin başına gelenler, benim aldığım kararlar sonucunda oluştu. O yüzden Alev ve Hayalet Ekibi, Suriye’ye gidecek ve şafağı, ateşler içinde cayır cayır yakacak.”

Selçuk, belli belirsiz kafasını iki yana salladı.

“Mete’nin haberi olmalı, Eyşan. O, sen yokken çok kötü şeyler yaşadı. Ruh hali hiç ama hiç iyi değildi.”

Eyşan, kaşlarını çattı ve çenesini dikleştirdi.

“Anlayacak Selçuk, anlayışla da karşılayacak. Benim geçmişim, hepinize zarar verdi. Elimden gelse, hiçbirinizi bu işe karıştırmazdım,” dedi ve başını yana eğdi, “Eşinin ve çocuğunun intikamı da bu gece son bulacak. Elias Farouq’un sorgularına da sen gireceksin. İçinin yangını belki de bir nebze soğur.”

Selçuk, ceketinin sol iç cebine elini soktu. Parmaklarının arasına sıkıştırdığı fotoğrafı çıkartıp kanatlarını açtı. Baş parmağı eşinin ve bebeğinin yüzünde bir tüy misali dolandı.

“İçimin yangını ne yapsam sönmüyor ki Eyşan,” kirpikleri gözyaşıyla titredi, “Kalbimi bir kora çevirdiler benim. Nefes aldıkça canım yanıyor.”

Eyşan, dolan gözlerini kırpıştırdığında yaşların, yanaklarını ıslatmasına engel olamadı. Gözleri onun elindeki fotoğrafa kaydı. Selçuk’un parmakları, zamanın acımasızlığına rağmen hâlâ hatıraların sıcaklığını taşıyan o küçük kareyi nazikçe okşuyordu. Eyşan, Selçuk’un bu halini pek sık görmezdi. O, her zaman soğukkanlı, her zaman dimdik duran adamdı ama şimdi, omuzlarında taşınamayacak kadar ağır bir yük var gibiydi.

“Peki, bunca yıl nasıl dayandın?”

Selçuk, gözlerini fotoğraftan ayırmadan başını hafifçe iki yana salladı. Birkaç saniye konuşmadı. Sonra, sesi çatallı ama kararlı bir tonla yanıtladı.

“Dayanmadım, Eyşan. Yanmayı öğrendim.”

Eyşan, Selçuk’un sözlerini duyduğunda içindeki suçluluk duygusu daha da ağırlaştı. O, kaybettiklerinin yasını tutmuştu ama Selçuk’un acısı hâlâ tazeydi, hâlâ ilk günkü gibi içini yakıyordu.

Titreyen sesiyle, “Özür dilerim,” dedi.

Selçuk başını kaldırdı, gözleri Eyşan’ın gözlerine sabitlendi. Yüzündeki çizgiler daha da derinleşmişti. Bir an sustu, sonra alçak ama keskin bir sesle konuştu.

“Özür dileme, Eyşan. Çünkü özürler zamanı geri çevirmiyor. Ne seni ne beni ne de kaybettiklerimizi geri getiriyor.”

Eyşan, yutkunarak başını eğdi. O an, içinde biriken her şeyin bir çığ gibi büyüdüğünü hissetti ama gözyaşlarını sakladı. Selçuk, elindeki fotoğrafı son kez okşadıktan sonra ceketinin içine geri koydu. Yüzündeki yorgunlukla derin bir nefes aldı.

“04:17 Operasyonu’na onay veriyor musun?” diye sordu.

Eyşan, kendini toparlayarak başını kaldırdı. “Evet.”

Selçuk gözlerini ona dikti, bir saniyeliğine durdu. Sonra başını hafifçe salladı ve hiçbir şey söylemeden ayağa kalkıp kapıya yöneldi. Eyşan, onun ardından bakarken, bu savaşın sadece dışarıdaki düşmanlarla değil, içeride, kendi içlerinde de olduğunu bir kez daha fark etti.

Ve bazen, en büyük yangınlar insanın kendi içinde yanardı.

22 Mayıs 2022’ye Bağlanan Gece – 02:12 / Şırnak

Eyşan Çakır, Ağzından

 

6patlar, Son Feci Bisiklet

Sessizlik bazen en gürültülü çığlıktır; duyabilen için bir hikâye, duyamayan için yalnızca boşluktur.

Gece, karanlığın içinde derin bir nefes gibi uzayıp gidiyordu. Rüzgârın taşıdığı toprak kokusu, boğazımı yakacak kadar keskin ama bir o kadar tanıdıktı. Geceyi bölen ne bir ayak sesi ne de uzaklardan yankılanan bir silah sesi vardı. Bu sessizlik, huzurun değil, fırtınadan önceki durağanlığın habercisiydi.

Önünde durduğum kapı, şimdi elimi kaldırıp vurmaya cesaret edemediğim bir ana şahitti. Sessizliği bozmamak için mi, yoksa o kapının ardında beni bekleyen geçmişten korktuğum için mi, bilmiyordum. Arkamda gece, önümde ise bilinmezlik vardı. Derin bir nefes alıp sağ elimi yumruk yaptım ve kapıya iki kez vurdum.

“Gel!”

İçeriden duyduğum ses ile bölünen anı aralamak için elimi, kapının soğuk metaline uzattım. Kulpu indirip içeriye girdim ve kapıyı kapatıp çenemi dikleştirdim. Alparslan Çakır, okuduğu dosyadan bakışlarını henüz kaldırmamıştı.

“İyi geceler albayım, önemli bir durum bildirmek zorunda kaldığım için rahatsız ettim.”

Alparslan albay, sesimi duyduğu an kaşlarını kaldırdı ve bakışlarını dosyadan çekip bana baktı.

“Kızım, hayırdır inşallah?” dedi ve çok kısa üzerimi süzüp yeniden yüzüme baktı. Eliyle çaprazındaki koltuğu gösterdi, “Geç otur, ayakta kalma.”

Dediğini ikiletmeden sağında kalan koltuğa oturdum ve sırtımı dikleştirdim. Ellerimi dizlerimin üzerine koyup derin bir nefes aldım. Alparslan Çakır’ın bakışları, yüzümde bir şeyler arıyormuş gibi keskin ve sorgulayıcıydı. Gözlerindeki yorgunluğa rağmen, bir komutanın alışkın olduğu teyakkuz hâli hiç eksik olmuyordu ama derinlerindeki şefkati göstermekten de hiç gocunmuyordu.

Kaşlarını çatıp arkasına yaslandı, ellerini masanın üzerinde birleştirdi. “Anlat bakalım, seni bu saatte buraya getiren şey nedir?”

Bir an duraksadım. Bu kelimeleri nasıl seçeceğimi bilmiyordum. Çünkü bazı haberler, sadece duyulmaz; hissedilir, sarsar, değiştirir ve az sonra söyleyeceğim şey, her şeyi geri dönülemez bir noktaya sürükleyecekti.

“Alev Atsız’ı ve Hayalet Ekibini Suriye’ye, Al-Suqaylabiyah Ormanlarına gönderdim,” çatık kaşları şaşkınlıkla havalandı, “Mete’nin ve Güvercin Timinin bundan haberi yok ve asla olmayacak. 04:17’de Hayalet Ekibi karadan Elias Farouq’u ele geçirecek, ardından da Alev, havadan müdahale yapıp enkaza dönüştürecek.”

Alparslan albayın yüzündeki ifadeler hızla değişti; şaşkınlık ve endişe arasında gidip geldi. Gözleri, söylediklerimi sindirmeye çalışırken, adeta zihninde sayısız olasılık hesaplıyordu. Sessizliğin içinde, sadece kendi nefesim ve albayın sabırlı bekleyişi vardı.

Bir süre hiçbir şey söylemeden, bakışlarını benden ayırmadan masanın üzerine yerleştirdiği ellerini inceledi. Ardından başını yavaşça kaldırıp derin bir nefes aldı, “Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun?” dedi, sesindeki sertlik hafifçe yükselmişti.

“Evet, albayım,” dedim, ne kadar hazırlıklı olsam da sesim biraz titredi. “Ama bu, doğru olan tek yoldu. Tim ve özellikle Mete için fazla riskliydi, bu harekâtın başarıya ulaşması için bu kadar ileri gitmek zorundaydık.”

Alparslan Çakır, gözlerinde geçirdiği fırtınanın ardından bir anlığına derin bir sessizliğe gömüldü. Sonra, gözlerinde bir karar belirip, yavaşça başını salladı. “Bunu yapmak zorundaydık… Ama bir şey unutuyorsun, kızım.”

Sözlerini kesmeden bekledim, merakla devam etmesini.

“Bu işin bir bedeli olacak. Her şeyin bir bedeli var. Ne zaman, nasıl ve ne kadar ağır olacağını bilmiyoruz ama…” Albay derin bir nefes aldı, “Zamanı geldiğinde seni ve ekibini buna hazırlamalısın. Bu kadar büyük bir hamleyi gizlemek, her şeyin doğru gitmesi demek değil.”

Sözlerinin ağırlığı omuzlarımda bir yük gibi hissettirdi. Fakat, gözlerimdeki kararlılık ona rağmen sarsılmadan durdu. “Biliyorum albayım ama bu gece, her şey değişecek.”

Alparslan, birkaç saniye sessizce bana baktıktan sonra yavaşça başını sallayarak, “O zaman, başımıza gelen ne olursa olsun, seninle olacağız,” dedi ve bu sözler, hissettiğim ilk baskıyı hafifletmişti.

Dilimde ağırlaşan cümlelerden birkaçını daha serbest bırakmak istedim ama ağırlığı, yutkunmama neden olmuştu. Alparslan albay, konuşmakta zorlandığımı fark ettiğinde kaşlarını yeniden çattı.

“Başka bir şey daha mı var?” diye sorguladığında kafamı belli belirsiz salladım ve çenemi yeniden dikleştirdim.

“Bunca zaman Elias Farouq, hep bir nefes kadar ensemizdeymiş albayım. Raşit, Zara, Mümtaz… Bunların her biri ile bağlantısı varmış.”

Alparslan, söylediklerimi duyduğunda bir anlığına gözleri şaşkınlıkla genişledi. Kaşları öyle hızlı kalktı ki, sanki söylediklerim bir anda zihninde yankı uyandırmıştı. Sadece birkaç saniye sessiz kaldı ama o birkaç saniye bana bir ömre bedeldi.

“Ne diyorsun, kızım?” dedi, sesi titrek bir anla kesildi. “Raşit, Zara, Mümtaz… Elias Farouq’la bağlantılı mı? Bu nasıl olabilir?”

Gözlerindeki şok ve kafa karışıklığı, önceki sakin halinden çok farklıydı. Ardından hızla başını sallayarak, ellerini birleştirip masaya koydu. Sanki sözcükler yerine, içindeki düşüncelerle savaşmaya çalışıyordu.

“Bunu nasıl fark etmedik?” dedi, bu sefer gözlerindeki hışım ve kaybolan güveni belirgin bir şekilde hissedebiliyordum. “Bunlar, bu kadar büyük isimler, nasıl bu kadar derin bir bağla birbirine bağlı kalmışlar?”

Alparslan, ciddiyetle bana bakarken, gözlerinden öfke ve endişe karışımı bir şeyler geçti. “Elias Farouq, bir satranç taşı mıydı o zaman? Yoksa daha büyük bir planın parçası mıydı?”

“Farouq bir satranç taşı değildi, albayım,” dedim, sesim hala sarsılmıyor ama içimde yükselen endişeyi zar zor gizliyordum. “O, oyunun merkezindeydi. O, taşların oynandığı, her hareketin arkasındaki gerçek güçtü.”

Alparslan Çakır, sol köşede duran siyah, üzerinde Atmaca işlemesi olan sigara tabakasına uzandı ve çıkıntısına basıp aralanmasını sağladı. Onun sigara içtiğine çok şahit olmamıştım ama bu gece yeniden görmüştüm. Sigarasını yaktıktan sonra derin derin çekti. Odanın soğuk havasında kaybolmasına izin verirken, sanki içindeki karışıklığı bu küçük hareketle dışarıya atıyordu.

Bir anlık sessizlik, düşüncelerimizin her biriyle birlikte ağırlaştı.

“Farouq…” dedi, sigarasından bir nefes daha çekip, dumanı odanın ortasında bırakarak, “Evet, o, tahta üzerinde çok önemli bir parça. Ama bu kadar önemli bir parçanın arkasındaki gerçek güç, her zaman gizli kalır.”

Sözleri bana, bir komutanın yıllarca edindiği deneyimlerin yansıması gibi geldi. Gözlerindeki öfke, şaşkınlık ve sorgulama arasında, bir de vazgeçmeyecek kadar güçlü bir inanç vardı. Alparslan Çakır, her durumda çözüm arayan bir adamdı ama bu gece, hiç olmadığı kadar kaygılıydı.

“Bu kadar büyük bir oyun oynanıyor ve biz, fark etmeden içine çekiliyoruz,” diye mırıldandım, “Elias Farouq, tek başına bir oyuncu değil. Onun etrafında bir ordu vardı, albayım.”

Alparslan, sigarasından son bir nefes daha çekti ve dumanı avuçları arasında kaybolurken, gözlerinde bir kararlılık beliriverdi. “Evet, belki de tam olarak bu yüzden kaybettik. Farouq'un etrafındaki o orduyu fark edemedik.”

Sonra gözlerini tekrar bana çevirdi, gözlerindeki derinlik, şimdi her zamankinden daha keskin ve daha netti. “Ama bu gece her şey değişecek, değil mi?” dedi. “Şimdi bu oyunun son hamlesi bizim elimizde.”

Sözlerinden aldığım güçle, derin bir nefes aldım ve sessizce başımı salladım. "Evet, albayım. Bu gece, biz her şeyi tersine çevireceğiz."

Alparslan albay, birkaç saniye gözlerimin içine baktı ve derin bir nefes alıp bakışlarını kaçırdı. Sigarasından bir nefes daha çekip hemen tabakasının yanındaki küllüğe bastırdı. Oturduğu sandalyeden kalkıp karşımdaki koltuğa doğru yürüdü ve oturdu. Dizlerinin üzerine dirseklerini yaslayıp ellerini kenetledi. Bakışları henüz bana dokunmamıştı ve yalnızca aramızdaki sehpada asılı kalmıştı.

“Mete, senin yokluğunda çok kötü oldu kızım. Ne çektiğini asla söylemeyi düşünmüyordum ama ona söylememe kararın, Mete’nin ne şekilde tepki vereceğini değiştirecektir,” dedi ve kaşlarının altından bana baktı, “Evde, odanın o kanlı halini gördüğünde hırçınlaştı ve saldırganlaştı. İki tane sakinleştirici yapıldı ama ona rağmen direnmeye çalıştı. Sinir krizi geçirdi.”

Alparslan albayın sözleri içime işledi. Sanki göğsüme saplanan bir bıçak, içimde yıllardır büyüttüğüm duvarları bir bir deşiyordu. Bir an nefesimi tuttum, mideme bir taş oturmuş gibi hissettim. Ellerimi dizlerimin üzerine koydum, ama istemsizce avuçlarımın içine sıkışan tırnaklarımın bıraktığı acıyı hissettim.

Mete…

O kanı gördüğünde, içindeki her şeyi bir kenara atıp delirdiğini düşündüm mü? Hayır. Mete’nin öfkesi hiçbir zaman yalnızca bir öfke olmadı. Onun sinir krizleri, öyle basit bir taşkınlık değildi. O, içindeki her şeyi yakan bir yangındı. O, nefessiz kalana kadar boğazına sarılmak istediğin ama en sonunda kendini öldürdüğün bir savaştı.

Ve ben… Ben onu bu hâle getirdim.

Gözlerimi sıkıca kapattım. Yutkundum ama boğazımdaki o lanet olası düğüm hiç çözülmedi. Mete’nin içinden geçip onu paramparça eden şeyin ben olduğumu bilmek, her şeyden daha çok acıtıyordu.

"Bunu ona anlatırsam operasyona dahil olmak ve Elias’ın buraya leşini sermek isteyecek, albayım. Elias Farouq’un ölmesi, onun kolay yoldan kurtuluş bileti olur," gözlerimi açtım, “Onun ölümü böyle olamaz. Önce devletin önünde, yaptığı her şeyin bedelini ödeyecek, ardından da infaz edilmesi için elimden geleni yapacağım.”

Sesim, hiç ait olmadığım bir yere hapsolmuş gibiydi. Kendime mi, Alparslan Çakır’a mı, yoksa Mete’ye mi söylediğimi bilmiyordum. Ama kelimeler ağzımdan döküldü. Yüzünde, içinde ne olduğunu çözmeye çalıştığı bir ifade vardı. "Ne kadar saklayabilirsin?" diye sorduğunda yutkundum.

Ciğerlerime dolan hava zehir gibi geldi. Ne kadar saklayabilirim? Saklamak, onun ruhunu biraz daha mahvetmek değil mi? Ama gerçeği söylemek, onu tamamen parçalamak olacaktı. Başımı hafifçe eğdim, sonra doğrulup doğrudan Alparslan albayın gözlerine baktım.

"Sabah, herkesle birlikte öğrenecek," dedim, sesim fısıltı kadar düşük ama keskin bir bıçak gibi. Bir an, odadaki hava tamamen değişti. Alparslan albayın yüzündeki çizgiler gerildi, bir şey söyleyecek gibi oldu ama sustu.

"Eyşan-"

"Elbet öğrenecek," diye devam ettim, gözlerimi bile kırpmadan. "Ama bunu benim kontrolüm dışında, başkasından duymayacak."

Alparslan albay, bir süre sustu. Sonra göz kapaklarını yavaşça kapatıp açtı, sesi alçaldı ama tonunda tartışmaya yer bırakmayan bir ağırlık vardı. "O zaman yarın, nasıl parçalanacağını da hesap et."

O an, o kelimelerle birlikte içimde bir şey çatladı.

Albay devam etti, "Çünkü Mete, seni kaybettiğini sandığında bile yanıyordu. Gerçeği öğrendiğinde, alevin kendisi olacak."

Titremeyen ellerim, o an üşümeye başladı.

“Buna mecburum. Geçmiş benim yüküm.”

Alparslan albay başını hafifçe yana eğdi, yüzüne sert bir ifade oturdu. Beni tartıyordu. Yaptığım seçimi, içimde tuttuğum ağırlığı, söylemekten kaçındığım ama her halimle belli ettiğim o yükü ölçüyordu.

Sonunda, ağır bir nefes aldı. “Mecbur olmak, yükü hafifletmez,” dedi, sesi alçak ama tok bir tınıyla. “İçini kemiren şeyin ne olduğunu biliyorum, Eyşan. Sen de biliyorsun.”

O an, içimde yankılanan tek şey Mete’nin sesi oldu. Beni arayan, beni bulan, bana dokunmaya korkan ama içindeki ateşle yanıp kül olan o hâli… Biliyordum. Hem de her şeyden iyi biliyordum.

Ama söyleyemezdim.

Ellerimi birbirine kenetleyip sıkıca tuttum, parmaklarımın arasındaki ince titremeyi bastırmaya çalışarak. "Bazen birini korumak için ona belli etmemek gerekir albayım ve bu da bir yerde, yalanlara gebe kalır."

Alparslan albay kaşlarını çattı. Gözlerindeki sertlik yerini, neredeyse acıya benzer bir anlayışa bıraktı. “Ama yalanlar, bir noktada gerçeğin kendisi kadar yıkıcı olur,” dedi. “Ve Mete, yıkılmaz gibi görünen her şeyin, nasıl paramparça olabileceğini defalarca gördü.”

"Eğer ona gerçekleri anlatmam gerekiyorsa, bunu ben yapacağım," dedim, sesim fazla düz, fazla kesin çıktı.

“Peki ya sen?” diye sordu Alparslan albay. “Sen bunu kendine anlatabilecek misin?”

Bir an, boğazıma düğümlenen nefesi yutkundum. Kendime anlatabilir miyim? Yaptığım her şeyi, içimde bastırdığım her pişmanlığı, her korkuyu… Bunları, aynaya baktığımda kendime söyleyebilir miyim? Alparslan Çakır’ın gözlerinin içine baktım.

Meleklerim vardı, beni toplarlardı…

“Ben, bugüne kadar verdiğim her kararın bedelini sonuna kadar ödedim. Yine olsa, yine öderim.”

Şimdi gözleri kanlı, kusmuk içinde kanatları…

Alparslan albay, bir süre duraksadı. Gözlerinde, söylemek isteyip de sustuğu kelimelerin ağırlığını görebiliyordum ama ben çoktan kararımı vermiştim.

“Ve Mete…” dedim, içimde yankılanan bir fısıltıyla. “O, yıkılmaz sandığı her şeyin nasıl un ufak olabileceğini defalarca gördü.”

Albay derin bir nefes aldı, yüzü gölgeler içinde daha sert, daha yorgun görünüyordu.

“Sen de aynı enkazın altında kalacaksın, kızım,” dedi usulca.

Gözlerimi kırpmadan ona baktım. Sesim titremedi, nefesim kesilmedi.

“Enkazına alışan biri, yıkılmaktan korkmaz Alparslan baba. Bunu, bana sen söylemiştin.”

Alparslan albay, bir an için duraksadı. Gözlerindeki derin çizgiler belirginleşti, ifadesindeki sertlik yerini kabullenmeyle karışık bir hüzne bıraktı.

“Elbet,” dedi, sesi artık fısıltıya yakın bir tondaydı. “Ama bazı enkazlar, alıştıkça daha ağır gelir, Eyşan.”

Gözlerimi kaçırmadım. O an, içimde bir yerlerde bir şeylerin çöktüğünü hissettim ama dışarıdan bakıldığında hâlâ dimdik duruyordum.

“Ben ağırlığını taşımayı öğrendim, Alparslan baba.”

Albay başını hafifçe yana eğdi, yüzüme uzun uzun baktı. Sonra gözlerini yere indirip derin bir nefes aldı.

“O zaman yükünü paylaşacak kimseyi itme, kızım,” dedi yavaşça. “Çünkü bazı ağırlıklar, tek başına taşınmaz.”

Yeminle son, bu son… Herkes öldü sen yaşa… Her gün aynı karmaşa… Çekilir gelen başa… Çekilir gelen…

22 Mayıs 2022’ye Bağlanan Gece – 04:17 / Al-Suqaylabiyah Ormanları, Suriye

Yazar, Ağzından

Saatlerdir süren ölümcül sessizlik, geceyi kaplayan puslu havayla bütünleşmişti. Al-Suqaylabiyah Ormanları, geceye gömülmüş bir canavar gibi uykudaydı ama uyanmaya hazırdı. Rüzgâr bile soluk almayı bırakmıştı.

Cehennem kapıları 04:17’de ardına kadar açıldı. Telsizlerden gelen kısa ama kesin emir, geceyi bıçak gibi yardı.

“Bu gece taş üstünde taş kalmayacak. Hazır olun, başlıyoruz.”

Ön hat, emir gelir gelmez harekete geçti. Hayalet Ekibi’nin liderliğindeki özel birlikler, ormanın dört bir yanına yayılmıştı. Sessiz, Kıyam, Giz, İz ve Kurşun... Her biri bir ölüm makinesi gibi tetikteydi. Arkalarındaki askerlerle birlikte, hedef bölgeye sinsice ilerlediler.

Sessizlik yerini cehennemi bir kakofoniye bıraktı. Batı cephesinde, Kurşun’un yönetimindeki ağır silahlı birlikler, ilk saldırıyı başlattı. Makineli tüfekler hırladı, bombalar ağaçları kökünden sarsan bir gürültüyle patladı. Farouq’un adamları daha ne olduğunu anlayamadan, ilk siperleri düşmüştü.

“Batı cephesi temizleniyor!” diye bağırdı İz, telsizden.

Giz, kuzey hattında hareket halindeydi. Sızma timiyle ilerleyerek, Farouq’un dış çemberdeki adamlarını sessizce avladı. Gölge gibi hareket eden askerler, düşmanın üzerine çöküyordu. Çıkardıkları tek ses, susturuculu silahların kısık patlamalarıydı.

Doğu cephesinde Kıyam, hücum ekibini yönetiyordu. Elinde saldırı tüfeğiyle ilerlerken, telsizden emir yağdırıyordu:

“Baskıyı arttırın! Kaçacak yerleri kalmasın!”

Ve gerçekten de öyle oldu. Farouq’un adamları, ormanın dört bir yanından gelen saldırı karşısında paniğe kapılmıştı. Çoğu, neye uğradığını bile anlayamadan yere yığıldı.

Ormanın iç kısmına doğru ilerleyen Sessiz ve Kıyam, Elias Farouq’un saklanabileceği binaya doğru yol alıyordu. Gölgeler gibi hareket ediyor, her adımlarını hesaplıyorlardı. Onların işi bitirmesi gerekiyordu.

Sessiz, eliyle işaret etti. Binanın önünde iki nöbetçi vardı. Bir nefes, bir mermi. Susturuculu tabanca havada tek bir fısıltı bıraktı ve iki adam da yere düştü.

İçeri girdiklerinde, Sessiz hızla sağ tarafa, Kıyam sol tarafa yöneldi. Farouq’un en yakın adamlarından birkaçını hızla indirdiler. Kapıyı tekmeyle açtıklarında, Elias Farouq’un kaçmaya çalıştığını gördüler.

“Kıpırdama!” diye tısladı Kıyam, silahını adamın alnına dayayarak.

Farouq’un gözleri çılgınca sağa sola kaydı. Kaçacak yeri kalmadığını anlamıştı.

Sessiz, telsizini açtı.

“Hedef elimizde. Tekrar ediyorum, Elias Farouq elimizde.”

Bu anonsun telsize düşmesiyle birlikte, gökyüzündeki F-16'nın pilotu Alev Atsız harekete geçti. Yüksek irtifada süzülmekte olan savaş uçağı, ölümcül dansına başlamak için emir bekliyordu.

“Onay verildi. Temizleyin.”

Alev, uçağını dalışa geçirdi. Radar ekranındaki hedefleri taradı, imha edilmesi gereken noktaları belirledi.

Ve cehennemi serbest bıraktı.

İlk bombalar, ormanın derinliklerine düştü. Toprak sarsıldı, ağaçlar köklerinden koparak savruldu. Farouq’un geriye kalan adamları, kaçmak için çabalıyordu ama nafileydi. Ölüm, gökyüzünden yağıyordu. Al-Suqaylabiyah Ormanları artık bir mezarlığa dönmüştü.

Gece parçalandı, şafak söktü.

22 Mayıs 2022 / Şırnak

Eyşan Çakır, Ağzından

Karşımda, dizlerinin üzerine çöktürülmüş geçmişim, ayaklarımın ucundaki her adımda yankılarını duyduğum bir yük gibi duruyordu. Her biri, zamanı ve anıları sararak bana bakıyor, derinlerden yükselen bir acıyla sesleniyordu. Geçmiş, karanlıkta gizlenmiş, her hatıra bir zincir gibi bacaklarımı sarmıştı. Bu sabah, o zincirlerin her bir halkası biraz daha gevşemiş gibi hissediyordum.

Şafak, tıpkı eski bir yara gibi, yavaşça iyileşmeye başlıyordu.

“Alın, götürün bu şerefsizi!” diye bağıran Alparslan Çakır’ın sesiyle bir adım sola kaydım. Bakışlarımı, Elias Farouq’tan çekip Mete’ye baktığımda onun da bana baktığını fark ettim. Sinirden büyümüş göz bebeklerinin küçüldüğünü gördüğümde gözlerimi kırpıştırmak zorunda kaldım. Kollarını tutan Çilingir ve Ahmet’in ellerinden sertçe kurtuldu. İçeriye götürülen kişilerin arasından geçti, kışlanın kapısına doğru ilerledi.

“Mete!” diye seslenip peşinden koşar adımlarla yetişmeye çalıştım. Savaş, hayatımda izler bırakırken, bazen savaşan kişi olmak, her zaman bir kayıp gibi hissediyordu. Adımlarımı hızlandırıp Mete’nin koluna dokunduğumda anında kolunu kendine doğru çekti ve yürümeye devam etti.

Kaşlarımı çatıp “Mete, ne oluyor?” diye sorguladığım an, adımlarını durdurdu ve bana sol omzunun arkasından baktı.

“Daha ne kadar beni uyutup arkamdan plan yapacaksın, Eyşan?”

Sözleri, içimi derin bir sızıyla doldurdu. Gözlerim bir an boşluğa kaydı. O kadar fazlaydı ki, içinde ne kadar zaman kaybolmuş olduğumu fark ettim. Onunla her şeyin hep bir adım gerisinde kalmak zorunda olduğum hissi, bir yara gibi açıldı. Yüzündeki ifade, hissettiğim her şeyin ta kendisiydi. Artık savaşmak değil, yıkılmak istediğimi düşündüm. Her adımda daha da yaklaşıyordu.

Mete, bedenini bana döndürdü ve bir adım yaklaştı. Kaşlarını büzerek yukarıya kaldırdı.

“Daha ne kadar beni yok sayacaksın?”

Ellerimi havaya kaldırdım, “Bak benim de sonradan haberim old-”

Mete, sağ elini göğsüne doğru kaldırdı.

“Bana söyleyebilirdin!” diye bağırdı. Sözlerinin yankısı, hava kadar yoğun ve kesikti. Gözlerinde, yıllarca taşıdığı bir kırılganlık vardı. Her kelime, her bağırış, biriken öfkenin patlaması gibiydi. Alt dudağımı acıyla dişlerimin arasına sıkıştırdığımda Mete, kafasını iki yana salladı.

“O puşt seni kaçırdı. Psikolojimizin ağzına sıçtı. Bizi, bebeklerimizle tehdit etti,” bir adım daha atıp yüzüme doğru eğildi, “Neden sağ bir şekilde ayaklarının dibinde diz çöktürdün ona!” diye bağırdı.

Sözleri, içimde bir yerleri paramparça etti. Mete’nin gözlerinde gördüğüm öfke, sadece Elias Farouq’a değildi. Bana, benim kararlarıma, benim suskunluklarıma da öfkeliydi. Alt dudağımı dişlerimin arasından kurtarırken nefesim düzensizleşti. “Mete…” diye fısıldadım ama cümlem yarım kaldı.

Mete, kaşlarını çatıp başını iki yana salladı. “Bize neler yaptığını unutmadın, değil mi?” Sesindeki çatlak, öfkesinden bile daha ağırdı. “O herifi sağ bıraktın, Eyşan! Neden?”

Yutkundum. Nedenini biliyordum. Ama söylemek, tüm savunmalarımı yerle bir etmek gibiydi. Ellerim yumruk oldu, bakışlarımı onunkilerle buluşturdum. “Çünkü ölmek, onun için bir kurtuluş olurdu.”

Mete, bir an duraksadı. Yüzüme, sanki benden başka bir şey görüyormuş gibi baktı. “Ve sen, onu buraya getirerek, acı çektirerek intikam alacağını mı sanıyorsun?”

Gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım. “Hayır. Sadece ölmesinin yetmeyeceğini biliyordum.”

Mete, gözlerini kapattı ve yüzünü gökyüzüne doğru kaldırdı. Derin bir nefes çekip yüzünü yeniden bana eğdi ve gözlerini açtı. Kızarmış ve dolmuş gözlerinden yanağına akan yaşı izledim. Beni, yılların yüküyle, derin bir boşlukla süzüyordu.

“Ben senin sadece kocan değilim, anla artık. Bana emanet ettiğin o Güvercin Timinin komutanıyım. Bana haber vermek zorundaydın. Bana, geç öğrensen bile söylemek zorundaydın ki geç öğrenmedin,” dedikten sonra bir adım geriye çekildi. “Bana hiç mi güvenmiyorsun be Eyşan?”

“Bu, güven meselesi değil,” dedim, sesimin olabildiğince sağlam çıkmasına çabalayarak. “Bunu tek başıma taşımam gerekiyordu.”

Mete’nin çenesi kilitlendi, gözleri sertleşti. “Sen hâlâ anlamıyorsun, değil mi?” dedi, sesi soğuk ve kısık bir fısıltıydı. “Tek başına değilsin.” Birkaç adım geriye gidip ellerini iki yana açtı. “Bunu görmek bu kadar mı zor? Biz buradayız. Ben buradayım. Ama sen, her seferinde bizi dışında bırakıyorsun.”

Yutkundum. Mete, o derin, öfke ve hayal kırıklığı dolu bakışlarıyla üzerime yürüdü.

“Biz kim, Mete?” diye sordum, farkında olmadan fısıldar gibi.

O, sert bir şekilde güldü. Ama içinde hiç neşe yoktu. “Bunu gerçekten mi soruyorsun?” Başını iki yana salladı. “Senin için biz diye bir şey var mı, Eyşan?”

Mete, gözlerimin içine bakarak fısıldadı.

“Eğer yoksa… söyle, bileyim.”

Gözlerimi devirip kurumuş dudaklarımı ıslattım. “Saçmalıyorsun.”

Mete, kaşlarını çattı ve sağ eliyle kendini gösterdi.

“Ben mi saçmalıyorum? Bu zamana kadar yaptığın her işe saygı duydum Eyşan. Ne sorguladım ne de sorgulattım. Yeri geldi verdiğin kararlarda arkanda durdum, bazen de sana plan önerdim ama sen, her seferinde kendi kafanda oluşturduğun planlarla önüme geçtin. Her şeyi kendince çözmeye kalktın, her defasında beni denklemden çıkardın. Canını,” yüzünü yüzüme doğru yaklaştırdı, “beni hiçe saydın, ısrarla ölüme yürümek istedin,” diye fısıldadı, “Şimdi sen söyle bana, ben mi saçmalıyorum yoksa sen mi?”

İçimde bir şey sıkıştı, nefes almak zorlaştı.

“Mete-”

“Elini vicdanına koy da söyle.” Gözleri gözlerimde sabit, tek bir kırılma bile olmadan bakıyordu. “Ben mi saçmalıyorum?”

İçimdeki boşluğa doğru savrulduğumu hissettim. Çünkü vereceğim cevap, ikimizi de ya kurtaracak ya da tamamen batıracaktı. Boğazımdaki düğümü yutkundum. Söyleyecek çok şeyim vardı ama hangisinin bu yangına su dökeceğini, hangisinin körükleyeceğini bilmiyordum.

“Mete, mesele bu değil,” dedim, sesimi olabildiğince sakin tutmaya çalışarak.

“Öyle mi?” diye sordu, kaşları çatıldı. “O zaman mesele ne, Eyşan? Söylesene.”

Derin bir nefes aldım.

“Mesele, senin beni anlamaman değil,” dedim yavaşça. “Mesele, senin beni korumaya çalışırken kendimi unutmam.”

Mete, bu kez gerçekten öfkeyle güldü.

“Kendini mi unuttun?” Başını iki yana salladı, gözleri kısıldı. “Beni unutmuş olsan gam yemem Eyşan ama sen bizi unuttun. Sen, aldığın kararla hem bizi hem de Güvercin Timini hiçe saydın. O operasyona gitme hakkını, daha dört gün önce varlığı belli olan, Hayalet Ekibine vermeyecektiniz.”

Her kelime, her ses tonu üzerine ağır bir yargı gibi çöküyordu. Gözlerim boşluğa takıldı, karışan düşüncelerim bir anda birbirine girdi. Kendimi savunacak tek bir kelime bulamıyordum. Her şeyi düşündüm, her şeyi tarttım; ama Mete'nin söyledikleri, içimdeki yarayı daha da derinleştiriyordu.

Kendi irademle kararlar alıp hayatıma yön verdiğimde, neden hep yanımda olmalarını istediğimi unuttuğumuzu, benim de anlamadığım bir yerde kaybolduğumu fark ettim. Ne kadar savunsa da bir tarafım hep yalnızdı.

“Mete,” dedim, sesim sanki derinlerden geliyormuş gibi yankılandı. “Dediklerinde ve öfkende haklısın ama... bunu yapmak zorundaydım, seni…” Cümlemin sonunu getiremedim. O kadar büyük bir acı vardı ki, kelimeler dilimden düşmeden boğuluyordu. “Selçuk, bana söyledi. Bir şeyler yapmak zorundaydık, kaçacaktı. Dediğim gibi plandan benim de en son haberim oldu. Ben sadece operasyon için onay verdim.”

Mete’nin gözlerindeki şaşkınlık, içimdeki fırtınayı bir süreliğine sakinleştirmişti.

“Caner, bilmiyor muydu?” diye sorduğunda kafamı yavaşça iki yana salladım.

“Lara ile olduğu için ona haber verilmedi. Yalnızca Alev’e haber verildi. Alev’de sen uyurken beni çağırdı, koordinasyon merkezine Selçuk’un kendisini çağırdığını söyledi.”

Mete’nin kafasında hâlâ beliren sorular vardı, her kelimeyi tartarak, daha derinlere inmeye çalışıyordu. O an, söylediklerimin onu ne kadar etkilediğini, aslında bana ne kadar yakın olduğunu fark ettim. Ama bu tüm bu açıklamalar birer yansıma gibiydi, asıl mesele içimdeydi; güvenin, kaybın ve pişmanlığın karmaşasıydı.

Mete’nin burnu burnuma sürtüldüğünde gözlerimi kapattım. Onun kokusunu, sıcaklığını içime çekiyordum ama bu sefer farklıydı; sanki zaman durmuş gibiydi, aramızda bir mesafe oluşmuştu. Her şeyin çürüdüğü, her kelimenin yavaşça kaybolduğu bir andı. Ve o an, tüm duvarlarımı yıktım. Gözlerimi kapalı tutarken bile, ondan gelen her şeyi, her duyguyu hissediyordum.

Mete, beni anlamak istiyordu ama ben kendimi anlatmaya çalıştıkça, daha da uzaklaşıyor gibiydim. Bir köprünün iki yakası gibi, birleştirmeye çalıştıkça daha da ayrı düşüyorduk. Bir adım ileri gitmek, bin adım geri gitmek gibiydi bu.

“Babamın bana söylediği bir söz var Eyşan. Bir dağın zirvesini yok etmek istiyorsan, önce temelindeki kayayı sarsmalısın. Ben, sırtımı yasladığım, kafamı omzuna koyduğum dağımı; gözlerinin önünde abisine işkence çektirerek parçaladım,” gözlerim aralandı, “sana ve Deniz’e yaptıkları için. Çilingir'in bakışlarındaki samimiyet, bir an olsun azalmadı. İran’da,” gözleri doldu, “sen uyurken o adam, hıçkırarak ağladı. Benim can dostum, kardeşim dediğim dağım, önümde paramparça oldu. Ben yaptım, Eyşan.”

Mete’nin ağzından dökülen her kelimeyle bir yıkımın içindeydim. Mavi okyanuslarının hırçın dalgalarında boğulmaya başladığımda, sol gözümden sızan yaşa engel olamadım. Mete avuçlarını, boynum ile kulaklarımın arasındaki yerine yerleştirip baş parmaklarıyla göz yaşlarımı sildi.

“Bende kararlar aldım Eyşan ve senin gibi, aldığım her kararın arkasında durdum,” dudaklarını, yenisi eklenmiş yaşın üzerinde soluklandırdı, “Sana yalvarırım beni önüne alma. Arkanda olmaya razıyım ama yalvarırım canını hiçe sayma. Ben sensiz yaşayamam. Verdiğin kararlarda yanında dururum ama bir bedel ödenmesi gerekiyorsa bunu artık tek başına yüklenme. Ben yalnızca senin kocan değil, altında olduğum emir erinim.”

Kalbimde bir çığlık koptu. İçimdeki acı, kararsızlık, ona duyduğum sevgi, her şey birbiriyle karıştı. O, sadece bir adam değildi. O, aynı zamanda bana hem bir eş hem de bir asker olmuştu. Lakin bu kadar derin bir bağ, karanlık bir çözüme mi, yoksa aydınlığa mı çıkacaktı? Bunu bilmiyordum ama şu an, ikimizin de aynı enkazın altında olduğunu hissedebiliyordum.

“Ben ağırlığını taşımayı öğrendim, Alparslan baba.”

Albay başını hafifçe yana eğdi, yüzüme uzun uzun baktı. Sonra gözlerini yere indirip derin bir nefes aldı.

“O zaman yükünü paylaşacak kimseyi itme, kızım,” dedi yavaşça. “Çünkü bazı ağırlıklar, tek başına taşınmaz.”

Zihnimde çınlayan cümlelerle ellerimi havaya kaldırdım ve Mete’nin yüzünü avuçladım. Avuçlarımdaki yumuşak tenini baş parmaklarımla okşayıp parmaklarımın ucuna yükseldim ve küçük bir öpücük kondurdum. Mete, gürültülü bir nefes alıp bıraktığında naneli nefesi boynuma vurdu.

“Özür dilerim, Mete.”

Mete, kafasını iki yana salladı.

“Dileme, dileme canımın içi, dileme. Evet, eskiden yalnızdın, çok yalnız kaldın ama artık yalnız değilsin Eyşan. Karnında iki canımız var, ben varım, Güvercin timi var. Etrafında seni seven, sana değer veren insanlar var. Her biri senin gözünün içine bakıyor. Bizi görmezden gelme.”

Göz kapaklarım, topraklarımın üzerine örtüldüğünde dudakları burnuma sürtündü.

“Sana bağırdığım özür dilerim,” dedi, kırılgan ses tonuyla. İçimi saran pişmanlığım, tüm duygularımın önüne devrilmişti ve ben, bir süre bunun altından kalkamayacak gibi hissediyordum.

“Haklıydın Mete, sen her zaman haklıydın,” dedim titrek ses tonumla, “Ben çok yalnız kaldım.”

Mete, derin bir iç çekerek ellerini belime koyup bedenimi sarmaladı. Yer ve mekân kavramı bir anlığına soyut bir duruma geçmişti.

“Yalnızdın, yolunu bulmaya çalıştın. O yolda kararlar almak ve onları hatırlamak zorunda kaldın ama artık değilsin, Eyşan,” burnunu boynuma gömüp derin bir nefes aldı, “Artık değilsiniz biriciğim.”

Yalnızdım, yolumu bulmaya çalıştım.

Kararlar aldım, tarumar oldum.

Artık değildim.

22 Mayıs 2022 / Şırnak

Selçuk Ege Turalı, Ağzından

 

3055, Ólafur Arnalds

Yüreği yanmış bedenlerin ruhları kül kokar.

Zaman geçtikçe azalacağını sanırsın ama yanılgıdır bu. Kül her nefeste havalanır, tekrar çöker ve seninle yaşamaya devam eder. Ellerini nereye sürsen is bulaşır, hangi suyla yıkasan arınamazsın. Çünkü o koku, derinin değil, yüreğinin derinliklerine sinmiştir.

Peki, bir insanın ruhu nasıl doğar, bunu hiç düşündünüz mü?

Her insan, içinde eksik bir ruh taşır.

O eksikliği zamanla fark edersiniz ama anlamak, her zaman kolay değildir. Ruhun doğuşu, bir anlamda hep bir arayışın başlangıcıdır. Her insan, doğduğunda tamamlanmış bir varlık değildir. İçinde bir boşluk, bir eksiklik vardır ve o eksiklik, ölene kadar peşinden gelir.

Bir gün ruh eşini bulursun ve eksikliğinin bir tarafı artık eşittir. İki eksik bir bütünü tamamlar. İki yarım, bir evlat sahibi olur.

“Adı ne olsun Selçuk?”

Gülümsedim.

“Mert olsun. Adı gibi güvenilir olsun.”

Mert’in doğumu, benim ruhumun en derin köşelerinde açılan bir boşluğun ilk kez farkına varmamı sağladı. O küçük beden, gözlerindeki o masumiyet, tüm eksikliklerimizi, tüm kayıplarımızı örtüyordu. Neslihan ve ben, bir zamanlar bir araya gelmiş yarımlardık; ama Mert… Mert, bütün olmamızı sağladı, aynı zamanda eksik kalan taraflarımızı da bizden ayrılmadı. Ruhumuz birleştiğinde, kaybettiklerimizin bir parçası doğmuştu.

Benim ruhum, onları kaybettikten sonra eksilmemişti.

Ruhum, bedenimi terk etmişti.

Ruhumun bedenimi terk ettiği gün yağmur, çok şiddetliydi. Sanki dünyayı silmek için yağıyordu. Toprağa düşen her damla, geleceği bir kez daha gömme çabasına girmişti. Gökyüzü kararmıştı, yeryüzünde, benden başka hiçbir şeye yer yokmuş gibi hissetmiştim. Bedenim neredeyse mezarın karanlığına karışacak kadar ağır, sanki yerle bir olmuş bir geçmişin her parçası beni içine çekmişti. Kollarım, bacaklarım, ellerim ıslak ve soğuk, ama hiçbiri soğukluğu hissettirmiyordu. Sadece bir donmuşluk vardı içimde, bir ceset gibi.

Üzerine yığıldığım dizlerime bulanan çamurların, pantolonumda bıraktığı izleri daha dün gibi hatırlıyordum. Hep oradaydı, hep orada vardı. Ben, hep oradaydım.

Gözlerim, Neslihan’ın ismini taşıyan o taşta kayboluyordu. Mert’in adı, bir zamanlar en güzel tebessümün, en masum bakışın izlerini taşıyan harflerle kazılıydı ama o taşlarda artık bir şey yoktu. O harfler, bana dönüp bakan bir yüz değil, göçüp gitmiş, ardında silinmiş bir geçmişin paslı anılarıydı. Neslihan’ın gülüşü, Mert’in minik elleri, hepsi bana yabancılaştı, çünkü geriye kalan sadece zamanın acımasızlığıydı.

Yağmur damlaları, sanki geçmişi silmeye ne varsa ne bırakmışsam hepsini yıkamaya çalışıyordu. Ama ben biliyordum; bu yağmur, içimdeki yarayı kapatmazdı. Her damla, daha fazla acıyı, daha fazla kaybı, daha fazla hatıra parçasını içime işliyordu. Ne zaman bir adım atsak, toprağa her adım düşüşümde, hafızam bir adım daha geriye gidiyordu, Neslihan ve Mert’in kaybı, yeniden orada, her zaman olduğu gibi.

“Selçuk, iyi misin?”

Sağ omzuma konulmuş elin sahibine yüzümü çevirdim. Ona hiç itiraf edemediğim, aslında Mert adını, sırf hatırlamamak için ondan almak istediğimi anlatmak istedim. Bu zamana kadar kimse bana onların adını sormamıştı, bende söylememiştim. Yaptığımın bencilce olduğunu biliyordum ama pişmanlığımı göreceğinden emindim.

Bunu ona yine söylemedim.

“İyiyim,” diyerek yalan söylemeyi tercih ettim. Verdiğim nefeste bile ölmüş bir ruhun küllerini taşırken, nasıl iyi olabilirdim ki? Kafamı sallayarak buna kendimi de inandırdım. “İyiyim,” dedim, yeniden.

Yüzümü, sorgu odasının kapısına çevirdim ve camın hemen yanındaki kapıya doğru yürüdüm. Elimi uzatıp kulpu kavradım ve aşağıya indirip kapıyı araladım. İçerideki katilime bakmadan kapıyı kapattım ve sandalyeye ilerledim. Sakince çekip oturdum, ellerimi masanın üzerine yerleştirdim.

Zihnimde yankılanan çığlıklar ve oğlumun ağlama sesleri nüksederken, kaşlarımın altından Elias Farouq’un yüzüne baktım. O bana bakmıyordu ama ben ona bakıyordum. Derince çatılmış kaşlarımı görsün istedim. Yüzümdeki izden korksun istedim. Onun yüzünde bıraktığım izle ateşimi harlamak istedim.

Bakmadı.

“Kaldır lan kafanı, gözlerimin içine bak!” diyerek dişlerimin arasından tısladım. “Bak!”

Elias Farouq, yüzünü eğdiği yerden kaldırmadan yalnızca gözlerini kaldırdı. 2017’den beri yüzünü görmüyordum. Öldü sandığım puşt, kanlı canlı karşımda duruyordu. Zihnimdeki oğlumun ağlaması susmuyordu. Eşimin çığlıkları silinmiyordu. Ellerimi kulaklarıma bastırmak istedim, ‘Lütfen, durun!’ demek istedim ama yapamadım.

Zaten susturulmuşlardı, neden bir kez daha susturmaya çalışıyordum ki?

Öldür onu, ne bekliyorsun!

Eşimin, zihnimde yükselen sesini ilk defa duymak istemiyordum. Evet, ölmeliydi. O gün zaten öldürmüştüm. Biz ölmüştük. Ben her gün ölürken onu yalnızca bir kez öldürmüştüm. O zaman neden karşımda oturuyordu?

Gözlerimde biriken külleri hissettim.

Elias Farouq, acaba gözlerimdeki ateşi görebiliyor muydu?

Alıp verdiğim her nefeste küllerimi savurduğumu fark edebiliyor muydu?

Ruhu yanmış bir adamın, bir çöpten hallice olmadığını biliyor muydu?

“Konuşmama hakkına sahip değilsin. Söylemediğin her bilgi, doğrulamadığın her cevap,” solumda kalan laptopu çevirdim, “senin aleyhine ceza olarak işlenecek.”

Elias, masanın üzerindeki kelepçesine baktı ve ardından gövdesine bağlı olan yalan makinesinin kablolarını inceledi.

“Makineyi kandırabilirim?”

İfadesizce ona baktım.

“Makineyi kandırabilirsin,” dedim, sesim titremeden. “Ama ruhunun pisliğini gözlerinden silemezsin.”

Elias, yüzünü masaya doğru eğdi ve bir süre hiç kıpırdamadı. O kadar sakin, o kadar soğuktu ki, sanki bu yaşadığı anın her zerresine hakimdi. Beni, içimdeki kaybolmuş insanı, yıllar önceki korkularımı bilebilecek kadar uzağımda bir yerlerdeydi.

“Tıpkı senin içindeki ateş gibi, değil mi Viran Ege?”

Masanın üzerindeki kenetli ellerimi çözmek ve ona saldırmak istedim. Ağzını yüzünü dağıtmak, belimde takılı olan silahı çıkartıp alnının tam ortasından vurmayı hayal ettim. O kadar yakındım ki, nefesim boğazımda sıkıştı. Yalnızca, hayalini bile öldürmek için gereken gücü bulamıyordum. Ellerim masanın kenarlarını sıkarken, parmak uçlarımın arasından sıvı bir acı sızıyordu. O acı, yıllarca bastırdığım her şeyin üzerini kazıyordu.

“Ruhunu bana anlat, Ege. Anlat bana her şeyi.” dedi Elias, alaycı bir gülümseme ile.

Yavaşça derin bir nefes aldım. "Ne olduğunu çok iyi biliyorsun. Ama sana yine de söyleyeyim, Elias," dedim, ellerim masada inatla sıkılıyordu, "gözlerimde gördüğün şey hem seni hem de beni bitirecek bir şey. O yüzden, dikkat et."

Kaşları alaycı bir tavırla kıvrıldı.

“Nasıl yani?”

“Benim ruhum yok,” dedim, neredeyse fısıldar gibi. “Ama seninkini alıp gitmemi istemezsin.”

Sözlerim yavaşça düşerken, içimde bir kıvılcım belirdi. Kafamda, gözlerimde, her bir kasımda bir ateş yanıyordu. Manipülelerine izin vermemem gerekliydi. Ona bu hislerimi yansıtmamalıydım. Derin bir nefes alarak kollarımı göğsümde bağladım ve omuzlarımı geriye gerdim.

“Raşit Fas, Zara Demirkan ve Mümtaz Çalkun ile ilgili bağlantıların doğru mu?”

Elias Farouq, dudaklarını büzerek tek kaşını kaldırdı.

“Doğru.”

Bakışlarım, laptopa bağlı sisteme kaydı. Kalp grafiği, doğru olduğunu simgeleyen çizgilerle yükselip alçaldı. Gözlerimi ekrandan çekip yeniden ona baktım.

“Güvercin kaçırıldığında ona ne yapıldı? Çünkü kendisi hiçbir şey görmediğini ve sürekli uyutulduğundan bahsetti.”

Elias’ın bakışları gözlerimin tam odağında kaldı. Ona her ne kadar ifadesiz baksam da gözlerimdeki, ruhumdan savrulan korun harı tütüyordu. Elias, bakışlarımdan rahatsız olmuş olacaktı ki gözlerini kırpıştırıp çenesini gerdi. Paranoyak karakterini uyandırmak üzereydim, bunu hissedebiliyordum. Selami’nin dediği gibi benim ona zarar verebileceğimi düşünmeye başlayacaktı. Gözleri, benim ona bakıyor olduğumu kontrol etmek istiyormuşçasına bana çevrildi.

Gülümsedim.

Çenesi titrediğinde masaya bağlı kelepçeli ellerini yumruk yaptı.

Gülümsemem genişledi. Ruhumdaki ateş, kıvılcımlarıyla dudaklarımın kenarlarına baskı yaptı.

“Korkma sana zarar vermeyeceğim,” ona doğru eğildim ve fısıldayarak, “Şimdilik.” dedim. Kelepçeli ellerini sertçe çekiştirerek açabileceğini sandı ama yapamayacağını anladığında bana kafasını savurmaya çalıştı. Kahkaha atarak geriye çekilirken daha da hırslandı ve bileklerinin kanamasını önemsemeden daha da sert davranmaya başladı. Masanın titrek tonları, kulaklarımda ve odada gürültülü bir tını bırakırken kaşlarımı alayla yukarıya kıvırdım.

“Sahiden, benden bu kadar çok mu korkuyorsun?” diye sordum ve ellerimi hafifçe iki yana açtım. “Halbuki daha hiçbir şey yapmadım sana.”

Elias, ağzından tükürükleri saçmasına engel olamadan bağırmaya başladığında gözlerimi kıstım ve kollarımı göğsümde bağladım. Bağırışları, duvarlara çarpıp yankılandı. Boğazı kısılmış gibi, sesi hem öfkeli hem de çaresiz bir tını taşıyordu. Masanın metal ayakları zeminde gıcırdarken, bileklerinden sızan kanın masanın yüzeyine damladığını gördüm. Hâlâ, tüm inadıyla kaçabileceğini sanıyordu.

Başımı hafifçe yana eğdim.

"Bağırmaya devam edebilirsin, Elias," dedim, sakince. "Ama bunu neden yapıyorsun, gerçekten anlıyor musun?"

Öfkeden kıpkırmızı kesilmiş yüzüne baktım. Bunu beklemiyordu. Kaçınılmaz olanı inkâr etmeye çalışıyordu.

"Beni öldüreceksin," diye tısladı.

Kaşlarımı yeniden kaldırdım ve muzipçe gülümsedim. “Evet, seni öldüreceğim.”

Elias’ın soluğu düzensizleşti. Bir anlığına gözlerinde korkunun gölgesini gördüm ama hemen toparlandı. Kendini salmamak için direndiğini anlayabiliyordum. Gururu, korkusundan büyük görünüyordu. Ama ben insanların gururunu nasıl kıracağımı bilirdim.

Belimdeki silahımı yavaşça çıkardım ama doğrultmadım. Onun yerine masanın metal yüzeyine koydum. Soğuk çelik, odadaki boğucu sessizliği delip geçen bir tınıyla yankılandı. Elias’ın gözleri istemsizce silaha kaydı.

"İnsanlar genellikle iki şeyden korkar," dedim, parmaklarımı masanın üzerinde gezdirerek. "Bilinmezlikten ve kaçamayacakları sondan."

Elias gözlerini benden kaçırmadı ama ben kaçırmasını istiyordum. O gözlerini kaçırdığı an, onun üzerinde tam anlamıyla kontrolü ele geçirmiş olacaktım.

"Senin için hangisi daha korkutucu, Elias?" dedim fısıltıyla. "Ne zaman öleceğini bilmemek mi, yoksa nasıl öleceğini bilmek mi?"

Kaslarının gerildiğini gördüm. Sessizliği cevap olarak kabul ettim. Masanın üzerindeki parmaklarım silaha doğru sürüklendi ve kabzayı kavradı.

“Bunu yapamazsın, beni öldüremezsin. Bu bir suç! Ben sizin vatandaşınız değilim!” diye tıslayarak bağırdı.

Onu duymadım.

Silahın sürgüsünü sertçe çektim.

“Beni vurursan diplomatik bir savaş başlatırsın!”

Silahı ona doğrulttum.

“Bir diplomat olarak tehditleri iyi bilirim Elias, ama unutma; en büyük savaşlar, sessizce ilan edilir.”

İşaret parmağımın bir anda tetiğe baskı yapmasıyla gözleri şiddetle örtüldü. Kendini öyle bir geriye çekmişti ki masaya bağlı kelepçeler bile, gürültülüyle şıkırdamıştı. Ölmediğini anladığında gözleri kapalı bir şekilde dudaklarını araladı ve derin bir nefes verdi. Dişlerimi sıkıp ayağa kalktım. Silahın namlusu hâlâ ona dönüktü ama artık tetiğe basmam gerekmiyordu. Korku, çok daha etkili bir silahtı.

“Ve bir çocuğun susturulduğu yerde hiçbir barış anlaşması geçerli değildir.” dedim, tek nefeste. Sözlerim, odanın duvarlarına çarpıp yankılandı. Elias’ın dudakları titredi ama ağzını açıp tek kelime bile edemedi. Konuşsa bile sesi çıkmazdı, biliyordum. Yıllardır kaçtığı o karanlık, sonunda onu yutmaya hazırdı.

Gözlerini ağırca araladığında silahı yavaşça masaya bıraktım. Elias’ın gözleri namluya kilitlendi. O an, eğer elleri serbest olsaydı silahı kapıp bana doğrultacağını biliyordum. Ama kelepçeler bileklerini keserken bile bunu yapamazdı. Çünkü benim ona doğrulttuğum silah, sadece bir silah değildi. Oğlumun sessiz çığlıklarıydı. Karımın artık çıkmayan sesi, donuk bakışlarıydı. Onları benden alan bir psikopatı, ölmekten daha beter bir hale getirmiştim.

Bir diplomat olarak savaşlarım sözcüklerle başlamıştı ama şimdi, sessizlik benim en büyük silahımdı.

“Kolay ölmeyeceksin, Elias Farouq. İlkinde acım tazeydi, kan kokusu üzerime bulaşmıştı. Temizlenmek ve arınmak için seni öldürmeyi hızlandırmıştım. Mademki sen ölmedin, bende oyunun kurallarını değiştiriyorum,” dedim ve sağa doğru yüzümü çevirdim. Sağ elimi havaya kaldırıp boynumun yanından kesiyormuş gibi yaptım. Gözlerim, Elias’ın arkasındaki duvarda asılı olan ışığa çevrildi. Kırmızı ampul yavaşça söndüğünde sinsice sırıttım.

“Diplomatik oynayacağım ama adilce. Seni ülkene teslim ediyoruz ama bakalım ülken seni nasıl karşılayacak?”

Elias, sertçe kaşlarını çattı.

“Bu ne demek oluyor?”

Silahımı masadan alıp belime takarken çenemi dikleştirdim.

"Hiçbir ülke, ihanet eden hainini kendine dost kabul etmez."

Elias’ın yüzündeki öfke, karanlıkta yankı buldu. Gözlerindeki şaşkınlık, kaybolan gücün yerini alıyordu. Bir zamanlar her şeyin sahibi olduğu dünyada, şimdi bir kuklaydı; ipleri elinde tutan ise ben oluyordum.

“Sen… senin amacın ne?” diye sordu, sesi titremeye başlamıştı.

Dudaklarımda soğuk bir gülümseme belirdi. “Amacım, bir zamanlar senin gibi olan her insanın nasıl çürüdüğünü görmek. Senin gibi, her şeyini kaybedenlerin. Hain olduklarında sadece kendi sonlarını değil, etraflarındaki her şeyi de yok ederler. Ve artık, Elias, senin sonun başlıyor.”

Gözleri büyüdü.

“Bir gün senin de kapın çalacak,” Ellerimi masaya yaslayıp, soğuk gözlerimle baktım. “Sakın sormadan kapıyı açma, Azrail’in olabilir.”

Kendimi hızla onun esaretinden çekip kapıya adımladım ve kulpa abanıp odadan çıktım. Sorgu odasında Alparslan Çakır’dan başka kimse yoktu. Görevli olan askerler bile dışarıya çıkartılmıştı. Yutkunarak elimi kulptan çektim ve gözlerimi kırpıştırdım.

“Albayım?”

Alparslan Çakır, başını yukarı kaldırarak bana baktı. Gözlerinde, yılların verdiği sertlik ve dikkatli bir analiz vardı. Odaya girdiğimi fark etmişti fakat hala sessizdi. Önündeki sandalyeyi çekip oturduğunda yanındaki sandalyeyi çekti ve eliyle oturmamı işaret etti. İkiletmeden yanındaki sandalyeyi biraz daha çektim ve karşısına oturdum.

Alparslan albay, gözlerini bana dikerek kısa bir süre sessiz kaldı. O anın ağırlığı, etrafımızdaki havayı iyice yoğunlaştırıyordu. Konuşmak için doğru zamanı bekliyordu, ama ben de içimdeki soruları daha fazla tutamayacak kadar gergindim.

Alparslan albay, derin bir nefes aldı, “Bazen tehlike, kararın kendisinde gizlidir, Selçuk,” dedi. “Elias’ı susturmak istemen anlaşılabilir ama bazı şeyleri aceleyle çözmek her zaman iyi sonuç vermez. Neyi kaybettiğini düşünmeden hareket etmek, en büyük hatayı yapmana yol açabilir.”

“Haklısınız ama bir noktada daha fazla beklemek, daha fazla kaybetmek anlamına gelir,” dedim.

Dudaklarında beliren buruk, hafif bir gülümseme ile gözlerime bakarak, “Ve seni bekleyen tek şey o kayıp olacaksa,” dedi Alparslan albay, “o zaman zaten kaybedecek bir şeyin kalmamış demektir.”

Kafamı belirsiz bir şekilde salladım ve dediklerini onayladığımı gösterdim. Benim kaybedecek bir şeyim yoktu. Hepsini, camın arkasında kalan şerefsiz çalmıştı. Alparslan albay, sıkıntılı bir nefes aldı ve bakışlarını benden çekip camın arkasına baktı.

“Shaytan’ı bulamamışlar. Herhangi bir yere gitmiş olabilir. Eyşan’ı kaçırdıklarında ne yaptıklarını da söylemediler,” dedikten sonra gözlerini bana çevirdi, “Eyşan’a yaptıkları şeyi öğrenmeden onu göndermemiz gerek ama zamanımız çok az. Her an onu almak için gelebilirler.”

Sıkıntıyla derin bir iç çekip yanağımın içini dişledim.

“Albayım, sizce onu teslim etmekle doğru mu yapıyoruz?” diye sorguladığımda Alparslan albayın bakışları gözlerimin derinliğine mıhlandı. Gözlerinin arkasında gizli olan şefkatin en derinliklerinde bir bilinmezlik taşıyordu fakat ona rağmen kafasını salladı.

“İçeride dediğin gibi, kendi ülkesi bile onu affetmeyecek.”

Gözlerimi kırpıştırıp yüzümü cama çevirdim.

“Ya bir gün pişman olursak?” diye sordum yeniden.

Camın arkasındaki siluet, gözlerimin önünde silindi. Zihnimin arkasındaki anıda var oldu ve o camın arkasında bir olay mahalini oluşturdu. Eşimin ve çocuğumun yüzünü görmemi engelleyen, Elias Farouq’un üzerindeki siyah peçeyi izledim. Donmuş bir vaziyette gözlerinin içine bakarken yere çöktü ve kara gözlerini kırpıştırdı.

“Lâ tense hâzâ el-yevme ebadan, li’enneke yevmen mâ setetedavvaku en-nedeme mücedden ve fî kulli karârin tettehizuh.”

"Bugünü asla unutma, çünkü bir gün aldığın her kararda pişmanlığı yeniden ve yine tadacaksın."

22 Mayıs 2022 / Şırnak

Yazar, Ağzından

Her gün, bir önceki günden daha uzun ve yorucu oluyordu.

Güneş tepeye yaklaşmış, gölgeleri kısaltmıştı. Nöbet noktaları belirlenmiş, devriyeler çoktan çıkmıştı. Kamp alanının içi hareketliydi. Birileri cephane taşıyor, birileri telsizle konuşuyordu. Çadırların önünde dizilmiş sandalyelerde oturan birkaç asker, yarım kalan kahvelerini içiyordu. Suriye’den getirilen teröristler, güvenlik çemberinin içine alınmıştı.

Koordinasyon merkezinin önünde; üzerindeki siyah kamuflajlı iki asker, göğüslerinde çapraz tuttukları MPT-76 tüfekleriyle bekliyordu. İçerideki masanın etrafında toplanmış yüzler, masanın en başında duran üç kişiye bakıyordu. Eyşan, gözlerini masanın sol tarafında oturan Güvercin Timinde gezdirdi. Sırasıyla Mete, Osman, Çilingir, Ahmet, Barış, Kubilay, Yonca, Lara, Deniz ve Alperen oturuyordu.

Eyşan’ın tam karşısında ise Alev Atsız yer alıyordu.

Eyşan’ın sağında kalan tarafta ise başta Selami olmak üzere, sağa doğru Kıyam, Kurşun, Giz, İz, Sessiz, Kirpi, Sır ve Ayaz oturuyordu.

Eyşan’ın sağında Selçuk, solunda ise Caner yer alıyordu.

Mete, Eyşan’ın beyaz gömleğinin üzerine taktığı silah kılıfına göz gezdirdi. İki tabanca, omuzlarından geçen kayışlarla karın boşluğunda sabitlenmişti. Eyşan, çenesini dikleştirip ellerini arkasında bağladı ve dudaklarını araladı. Gözlerini önce Mete’ye çevirip derin bir nefes aldı, ardından da teker teker tüm Güvercin Timinin yüzüne baktı.

“Sizi buraya çağırma nedenim, henüz hiçbirinize, komutanınız da dahil olmak üzere bilgi verilmemiş olmasıdır. Bunun sorumlusu benim ve bunu düzeltmek de bana düşer,” dedi ve sağ elini arkasından çözüp Hayalet Ekibini gösterdi.

“Karşınızda oturan ekip, Hayalet Ekibi. 2017’den beri Elias Farouq’un adamlarından ve çevresinden sorumlulardı. Dünkü yapılan 04:17 Operasyonu ile Elias Farouq başta olmak üzere 185 adamını ele geçirdiler. Operasyonun ana yöneticisi ise Alev Atsız’dı.”

Bütün gözler Alev Atsız’a çevrildiği sırada Mete’nin bakışları Eyşan’ın yüzünde takılı kalmıştı. Barış, derin bir nefes alıp verdi ve bakışlarını Eyşan’a çevirip söz aldı. Eyşan, kafasını eğip kaldırdığında Barış, havaya kaldırdığı eli indirdi.

“Alev Atsız, Güvercin Timi için çalışmıyor muydu?”

Eyşan, bu soruyla dudaklarını büzdü.

“Hayır,” çenesini yeniden kaldırdı, “Alev Atsız, hiçbir zaman Güvercin Timine ait olmadı, çünkü o sadece benim için çalışıyor,” dedi ve Alev’e bakıp gülümsedi. Alev, gülümseyerek hafifçe yüzünü eğdi ama bakışlarını Eyşan’dan hiç koparmadı. Bu onların arasındaki sessiz bir bağın simgesiydi. Her koşulda, yan yana olmasalar bile dostluklarının simgesi haline gelmişti.

Alev’in bu hareketiyle Eyşan da yüzünü hafifçe eğdi ve göz kırpıp yüzünü kaldırdı. Eyşan, boğazını temizleyip sağ eliyle Selami’yi gösterdi.

“Selami Baykut, kendisi bir psikolog ve 2017’den beri Elias Farouq’u gözlemledi. Hayalet Ekibinin lideri de diyebiliriz,” dedi ve Selami’ye baktı, “Öyle değil mi, Selami?”

Selami, tek kaşını kaldırıp ağırca kafasını salladı ve göz ucuyla Caner’e baktı. Eyşan, gözlerini kısacak gibi oldu ama dudağını hafifçe büzerek bakışlarını kaçırdı. Masaya odaklanıp kaşlarını yukarıya kaldırdı.

“Bu masada olmanızın bir diğer sebebi, artık hepinizin birlikte çalışacak olması.” Sesi sakin ama kararlıydı. “Elias Farouq, bugün saat 17:00’de kendi ülkesine teslim edilecek. Bu süreç boyunca ve sonrasında Hayalet Ekibi onu izlemeye devam edecek. Olası bir durumda bizimle irtibata geçecekler, biz de Güvercin Timi’ni olay yerine yönlendireceğiz.”

Eyşan’ın sözleri odada yankılanırken kısa bir sessizlik oldu. Herkes kendi düşüncelerine dalmış gibiydi. Mete parmaklarını masaya tıklattı, sonra gözlerini Eyşan’a dikerek konuştu. “Peki, Hayalet Ekibi ne kadar güvenilir?”

Selami, kaşlarını hafifçe çatarken Caner, Selami’ye bakarak çarpıkça gülümsedi. Eyşan, bakışlarını masadan çekip Mete’nin yüzüne baktı.

“Onlar olmasaydı belki de beni bulamayacaktınız?”

Mete, kaşlarını havalandırdı.

“Onlar değil, Selçuk buldu nerede olduğunu. Mantık yürüttü ve doğru çıktı. Sen hâlâ neden o evde tutulduğunu bilmiyorsun, değil mi?” Eyşan, kaşlarını çatarken Mete, devam etti. “Rojin’in evinde tutuluyordun.”

Eyşan, aldığı cevapla gözlerini kırpıştırdı ve alt dudağını yalayıp gürültülü bir nefes aldı. “Bunun sırası değil, konumuza dönelim.” dedikten hemen sonra çenesini dikleştirdi.

“Hayalet Ekibi, Elias Farouq’un çevresine sızmak için yıllarını verdi. Şu an onun en zayıf anı ve biz bunu değerlendirmek zorundayız.”

Osman, ellerini masanın üzerinde bağladı. “Farouq’un teslimatı sırasında biz nerede olacağız?”

Eyşan ona döndü. “Güvercin Timi, sınır hattında konuşlanacak. Farouq’un kaçma ihtimaline karşı orada olmalıyız. Ama şunu unutmayın, bu teslimat bir son değil. Daha çok bir başlangıç.”

Selami, gözlerini kısarak Eyşan’ı inceledi. “Sen de böyle düşünüyorsun, değil mi?”

Eyşan başını hafifçe yana eğdi. “Eğer Elias Farouq gerçekten bitmiş olsaydı, biz şu an burada olmazdık.”

Bu söz üzerine odada yeniden bir sessizlik oldu. Herkes, önlerinde duran tehlikenin henüz tam olarak şekil almadığını fark etmişti.

Eyşan, “Ayrıca,” dedi, “Elias Farouq’un yanındaki adamı, yani Shaytan Al-Aswad’ı ele geçiremedik. Bu da demek oluyor ki Elias, kendi ülkesine dönse bile, bir şekilde onunla iletişime geçecektir. Onu takip ettirmemin asıl nedeni de budur. Shaytan, Elias’tan şu an daha değerli ve onu bulursak Elias’ın infazına bir adım daha yaklaşmış oluruz.”

Barış, dirseklerini masaya yaslayarak gözlerini kıstı. “Shaytan Al-Aswad...” diye mırıldandı, ismi ağzında tartarak. “Bu adam hakkında elimizde ne var?”

Selami, sandalyesine yaslanarak kaşlarını çattı. “Neredeyse hiçbir şey. Kimliği tam olarak bilinmiyor, yüzü net olarak tespit edilmemiş. Elias’ın en sadık adamlarından biri olduğu kesin ama asıl dikkat çeken şey, onun sahada hiç yakalanmaması. Hep gölgelerde kalıyor.”

Mete, gözlerini devirdi. “Yani elimizde ismi dışında bir şey yok? Harika.”

Eyşan, parmaklarını masanın üzerine hafifçe vurdu. “İsminden fazlası var. Hayalet Ekibi, son operasyon sırasında Elias’ın şifreli mesajlarını buldu. Bazı kodlar var ama henüz tam anlamıyla deşifre edilmedi. Eğer çözersek, Shaytan’ın izini bulabiliriz.”

Osman, kollarını göğsünde kavuşturdu. “O zaman vakit kaybetmeyelim. Bu kodları çözmek için neye ihtiyacımız var?”

Mete, gözlerini Eyşan’a çevirdi. “Bunun için biriyle çalışmamız gerekebilir. Dijital şifreleme konusunda uzman biriyle.”

Osman, gözlerini kıstı. “Bir fikrin mi var?”

Eyşan, kısa bir duraksamadan sonra başını hafifçe salladı. “Evet,” dedi ve Sessiz’in sağında oturan Kirpi’yi gösterdi. “Kirpi, bu işi sana veriyorum. Layığıyla yerine getireceğinden eminim.”

Caner, kaşlarını kaldırdığında Eyşan, sağ karın boşluğunda silahın kabzasını kavradı ve tabancayı kılıftan çıkarttı. Şarjörü çıkartıp tek bir mermi çıkarttı ve masaya koydu.

“Her şeyi kabul ederim ama ihaneti affetmem,” dedi ve şarjörü tabancaya geri taktı. Ardından sürgüyü çekip masanın üzerine bıraktı. “Herkese ihanet edebilirsiniz ama bu masaya edemezsiniz.”

Odadaki sessizlik, Eyşan’ın sözleriyle birlikte daha da derinleşti. Herkes gözlerini masanın üzerindeki tabancaya ve tek başına duran o mermiye dikmişti. Eyşan, gözlerini ağırca Selami’ye çevirip gözlerini kıstı.

“Unutmayın. İhanet, içinde mermisi olmayan bir silahla savaşmaya benzer; düşmanını değil, sadece kendini kandırırsın. Değil mi, Selami?”

Selami, gülümseyerek kafasını salladı.

“Evet.”

Eyşan, kaşlarını kaldırıp dudaklarını büzdü.

“Boş bir mermi nasıl bir silaha yakışmazsa, ihanet de bir dosta yakışmaz. O yüzden Millî İstihbarat Teşkilâtı Başkanlığından derhal ayrılıyorsun.”

Selami, büyümüş gözleriyle Caner’e bakarken Caner’de aynı şekilde Eyşan’a bakakalmıştı. Eyşan, “Sen de Caner,” dedi ve Caner’e baktı.

“Bunu seninle sonra görüşeceğim.”

Selçuk, ellerini ceplerine soktu ve derin bir nefes alıp verdi. Eyşan, o sırada silahını masadan alıp kılıfına geri koydu ve ellerini masanın üzerine yerleştirdi. “Güvercin Timi ikiye ayrılacak. Bir ekip sınır hattında Farouq’un teslimatını gözlemleyecek, diğeri ise Shaytan’ın izini sürmek için Hayalet Ekibiyle koordineli çalışacak.”

Caner, kollarını göğsünde bağladı. “Kim, hangi ekipte olacak?”

Eyşan, gözlerini devirdi. “Mete, Çilingir, Kubilay, Deniz ve Caner burada kalacak. Barış, Ahmet, Selçuk ve Alperen ise sınır hattında olacak. Hayalet Ekibiyle temas halinde kalacaksınız.”

Barış, kaşlarını kaldırarak hafifçe gülümsedi. “Sınır hattı, ha? Güzel. Bir aksiyon çıkar belki.”

Alev, ona yan gözle bakıp hafifçe başını iki yana salladı. “Bu işin şakası yok, Barış.”

Eyşan, boynunu çıtlatıp doğruldu. “Plan belli. Herkes görevini biliyor. Artık zamanı gelince harekete geçeceğiz.”

Mete, sandalyesinden kalkarken bir an Eyşan’ın gözlerine baktı. “Ve umarım bu sefer hiçbir şey ters gitmez.”

Eyşan, Mete’nin sözlerine karşılık vermedi. Ama içinde, hiçbir şeyin planlandığı gibi gitmeyeceğini çok iyi biliyordu.

22 Mayıs 2022 / Şırnak

Mete Mert Çakır, Ağzından

Ölüm, er ya da geç hak edeni bulur.

Bir asker, şehadet şerbetini yudumladığında bu, ölüm sayılmaz. Şehitlik en büyük mertebedir. Peki, bir teröristin ölümü? O sadece bir leşe dönüşür ve yok olup gider. Üzüldüğümüz tek şey, sıkılan mermimiz olur fakat bugün, mermilerimiz bile boşa gidecek.

Diplomatik yolun devreye girdiği bir anın içinde sıkışmıştık. Adalet dediğimiz şey ise masanın üzerindeki soğuk bir kâğıt parçasına dönüşmüştü. Biz savaşı cephede veriyorduk ama masada kaybetmiştik.

Biliyorum, bu iş burada bitmeyecekti. O puşt, bir şekilde yeniden geri dönecekti. Plan yapacaktı, daha fazla can almaya ant içecekti. Bir savaşçının en büyük öfkesi, savaşmadan kaybetmekti. Şimdi, bile bile bir kurdu serbest bırakıyorduk. Bir teröristin ölümü sevaptır ama asıl adaletsizlik, hak ettiği ölümü bile ona çok görmektir.

“Mete,” diye seslendi babam, soğuk bir emir gibi. Gözlerimi ona çevirdim. “Elias Farouq’un diplomatik koşullarda geri verilmesi yönergesine sen ne diyorsun?”
Kaşlarımı çatıp derin bir nefes aldım.

“Benim düşüncelerim, bu saatten sonra neyi değiştirecek albayım?” diye yanıtladım. Kaşlarımı kaldırarak devam ettim, “Üç saat sonra paketlenip kendi ülkesine verilecek.”

Babam derin bir nefes aldı, dudaklarını araladı ama hemen karşımda oturan Eyşan’a baktı. Gözlerim onunla kesişti, sessizce yutkundum. Sabah, gerçekten çok sinirlenmiştim. Elbette o bir istihbarat mensubuydu, bana bilgi vermesi yersizdi ama ben onun askeriydim. Ben, onun emir eriydim. Kendi elleriyle başına geçirdiği Güvercin Timinin komutanıydım. Bana bilgi vermesi gerekirdi.

Elias Farouq, beni onun canıyla tehdit ederken, Eyşan, Elias Farouq’u dizlerinin önünde çökmüş, başı eğik bir şekilde teslim almıştı. Bu bana yetmezdi. Onun leşini, Eyşan’ın ayaklarının altına sereceğime söz vermişken, bana bunu yapmamalıydı.

“Mete, artık bana kırgın bakma, lütfen. Onu bu şekilde teslim etmek bende istemiyorum ama buna mecburuz. Bir şekilde Shaytan ile iletişime geçecektir,” dedi Eyşan, gözlerindeki derin çaresizlik ve kararsızlıkla.

Kaşlarımı çattım, hala anlamıyordu. Eyşan, beni yeterince anlayamıyordu. Onun için nasıl korktuğumu yıllardır biliyor olmasına rağmen, beni anlamak istemiyordu gibi bir hali vardı.

“Eyşan haklı evlat,” dedi babam, sabırla.

“Değil,” dedim, sert bir şekilde sözünü keserek. “Düşman düşmandır. Onu serbest bırakmak, yaralı bir kurdu dağa salmaktan farksız.”

Babamın gözlerinde bir anlık bir yumuşama belirdi ama sonra o da sabırlı bir şekilde başını salladı. “Savaş, evlat. Bazen kazandığını zannettiğin bir yerde, kaybetmek zorunda kalırsın. Bizim görevimiz, bu dünyayı biraz daha güvenli hale getirebilmek.”

Kaşlarımı kaldırıp kafamı iki yana salladım ve derin bir iç çektim.

“Bu andan itibaren ne konuşsak boş, çünkü teslim edilecek. Konuşarak sadece kendimizi yoracağız, uzatmanın bir anlamı yok,” dedim sessizce.

Babam bir an daha sustu, gözleri uzaklara dalmıştı. Savaşın yorgunluğunu, yılların getirdiği acıyı ve pişmanlıkları o an daha iyi anlıyordum. Ama ben, o kadar uzun süredir bir şeyin kaybolmuş olduğunu hissettim ki, artık bir yolculuğun sonuna gelmiş gibiydim. Düşman teslim edilecek ama kazandık mı? Gerçekten kazandık mı?

Eyşan’ın bakışları, içimdeki boşluğu daha da derinleştiriyordu. Ona bir şey söylemek istedim ama ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Bir zamanlar güvendiğim, birlikte savaştığım, yan yana durduğum o kişi, şimdi bana bir yabancı gibi görünüyordu. O da belki, bu sistemin içinde kendini kaybetmişti. Bunu görmek, beni bir kat daha hüsrana sürüklüyordu.

Eyşan, derin bir nefes aldı, ama ne söyleyeceğini bilmiyordu. O da tıpkı benim gibi bir sonuca varmıştı. "Savaş..." diye fısıldadı. "Her şeyin bir bedeli var. Kimi zaman, doğruyu yaparak kaybetmek zorunda kalırsın."

Kaşlarımı yine çatıp ona döndüm, gözlerimdeki sertlik belirginleşti. “O, hala bir tehdit. Ve biz, bu tehdidi serbest bırakıyoruz. Bir kurdu dağa salıyoruz. Savaşçıların yegâne hatası ya da gerçeği budur: Düşmanınız, teslim alındığında, hala düşmanınızdır.”

Bir sessizlik anı daha geçti. Babam, üniformasının kolunu çekerek kararsızca bakışlarını bana yöneltti. "Evlat, savaş bitmedi. Bazen kaybettiğini düşündüğün yerlerden, kazandığın zaferler çıkar." dedi ama bu söz, bana bir anlam ifade etmiyordu.

“Evet,” dedim, alaylı bir gülüşle. “Ama savaş, ruhumuzu da öldürüyor.” Gözlerim Eyşan'dan kaçtı, çünkü o anda onu gözlerimde görmek, bütün yükleri bana hatırlatıyordu. "Bunu nasıl taşıyacağımızı bilmiyorum."

Ve işte o an, gerçekten de her şeyin bir bedeli olduğunu hissettim. Bu savaş, sadece bir fiziksel savaş değildi. Herkesin taşıdığı yük, her adımda biraz daha ağırlaşıyor, biraz daha karanlıklaşıyordu. Ve ben, her geçen an, bir şeyin daha kaybolduğunu hissediyordum. Bütün bu kararlar, her bir adım, sonunda bizi bir boşluğa itecekti.

Babam, derin bir iç çekip arkasına yaslandı ve gözlerini kapatıp açtı.

“Bu teslimat bittikten sonra yani yarın, sizi Rize’ye gönderiyorum. Güvercin Timi ile bir tatile çıkacaksınız. Mücadele İtibar Teşkilatı evraklarda boş olarak görünecek. Nerede olduğunuzun bilgisi verilmeyecek. Kendi araçlarınızla gideceksiniz.”

Kaşlarımı kaldırıp indirdim.

“Shaytan’ı aramayacak mıyız?”

Babam, gözlerini devirdi.

“Arka planda çalışmaya devam edeceksiniz zaten evlat ama resmi olarak değil. Ben annenizle buradan size bilgi akışı sağlayacağız. Hayalet Ekibi zaten, Elias Farouq’un ülkesinde olacak. Kirpi ve Selami, burada kalarak Shaytan’ın izini sürecekler.”

Kafamı salladığım sıra aklıma düşen soruyu Eyşan’a yönelttim.

“Koordinasyon merkezinde neden Selami ve Caner’e Milli İstihbarat Teşkilatı’ndan ayrılacaksın dedin?” diye sorguladığımda babamın bakışları Eyşan’a çevrildi.

“Bu ne demek oluyor?”

Eyşan, derin bir nefes verip kollarını göğsünde bağladı. Kaşlarını kaldırıp babama baktı.

“Milli İstihbarat Teşkilatı’ndaki herkes bir gün bir seçime zorlanacak, ister istemez. Alt kollar da buna dahildir,” deyip bana baktı, “Ahmet’in bu ülke için neler yaptığını hatırla. Aynısını bir gün Caner’de yaşayabilir. O yüzden Mücadele İtibar Teşkilatı’nda kalması daha hayırlı olur.”

Babam, derin bir nefes alıp doğruldu. Ellerini masanın üzerine koyarak başını kaldırdı ve gözlerini Eyşan’a çevirdi. “Bunun yaşanmasına izin vermezdim, Güvercin,” dedi. Gözlerinde bir kararlılık vardı, ama bir anlık tereddüt de görebiliyordum.

Eyşan, burnundan derin bir nefes vererek sarkık bir gülümseme takındı. O an, zihnimdeki acı verici anılar yeniden canlanmaya başladı ama aynı anda, gözlerimden bir anlık bir buğulama geçti. İçimi ezen bir hisse kapıldım; ne kadar zorlandığımı, her geçen saniye biraz daha kaybolduğumu fark ettim. Gözlerimi birkaç saniye kapadım, derin bir iç çektim.

“Albayım, Erdinç Savaş zamanında Caner’in yaptıklarını ne çabuk unuttunuz? Sizin bile haberiniz yokken alınmış her kararın bedelini nasıl ödediğimizi hatırlayın.” Eyşan’ın sesi, her bir kelimesinde bir hikmet barındırıyordu. Onun söylediği doğruydu ama gerçekleri kabullenmek, her zaman bu kadar kolay olmamıştı.

Evet, geçmişteki bazı kararlar, karanlıkta kalan anlar, sadece bizleri değil, bizden sonra gelecek olanları da etkiliyordu. Gözlerimi açıp babama baktım. Hayatın tüm zorluklarını, tehditleri, zaferleri biriktiren bir zaman dilimiydi. Savaş sadece etrafımızdaki insanlarla değildi, bazen kendi iç savaşlarımızla da baş etmek zorundaydık.

“Pekâlâ, bu konu hakkında yorum yapmayacağım. Dediğim gibi, teslimat olayı gerçekleştikten sonraki gün yola çıkın.”

Boğazımı temizleyip kaşlarımı alayla kaldırdım.

“Hepimiz nerede kalacağız?” diye sorguladığımda Eyşan’ın bana baktığını hissettim. Gözlerimi ona çevirdiğim sırada hafifçe gülümsedi.

“Asiye yengemin, Dirvana’nın ve Cemile’nin evi var.”

Çilingir ile Dirvana’nın bir an için aynı evde olduğunu düşününce gülmeden edemedim.

“Çilingir ile Dirvana’nın aynı evde olduğunu bir düşünsene?” dediğimde Eyşan, dişlerini göstererek gülümsedi. Gözlerim, Eyşan’ın dudaklarında asılı kalırken sessiz bir iç çektim. Eyşan’ın gülümsemesi, her zamanki gibi beni bir anlığına etkisi altına aldı. O an, aramızdaki gergin havayı yavaşça kıran bir şeyler vardı. İçimdeki gerilim, biraz olsun hafifledi. Gözlerim ona takıldıkça, her bir hareketi sanki beynimde yankılanıyordu.

“Hadi, çıkın,” diyen babamın sesiyle aynı anda ayağa kalktık. Sol elimle Eyşan’a öncelik verirken gülümsemesini tebessüme çevirip yanımda durdu. Yine aynı anda esas duruşa geçip babama selam verdik ve odadan çıktık. Kapıyı kapattığımda Eyşan, bedenini bana doğru çevirip derin bir nefes aldı.

“Ben biraz acıktım da bir şeyler yiyelim mi?” diye sordu. Gülümseyerek derin bir nefes aldım. Her ne olursa olsun ne yaşanırsa yaşansın ona ne küs ne de dargın kalabiliyordum.

“Bende acıktım aslında. Ne yiyelim ne yemek istersin?” diye sorduğumda dudaklarını yalayıp gözlerini büyüttü. Bu haline dişlerimi göstererek gülmeye başladım. Bu kadın benim tüm algılarımı yıkıyordu. Seslice yutkunmasını işittiğimde kaşlarımı şaşkınlıkla kaldırdım.

“Kuşbaşılı kaşarlı pide söyleyelim mi?” dediğinde gözlerimi kısıp sağ elimi havaya kaldırdım.

“Bol peynirli de olsun mu?” diye onunla dalga geçtiğimde gözleri biraz daha büyüdü ve yeniden dudaklarını yaladı. Kafamı iki yana sallayıp havadaki elimi indirdim. Elini tutup yatakhaneye doğru çekiştirmeye başladım.

“Kendi yerinde yiyelim, hem daha sıcak olur.”

Yaklaşık yarım saat içerisinde üzerimizi değiştirmiş ve kendimizi bir anda pideci de bulmuştuk. Menüye bile bakmadan siparişlerimizi verip açık ayranlarımızı önden istemiştik. Eyşan, dudaklarının üzerinde ayrandan bir bıyık oluşmasını umursamadan tek solukta bir büyük bardağı bitirmiş ve yenisini sipariş etmemi istemişti.

“Karnın ağrımasın?” diye endişelendiğimde ise bir şey olmayacağını söylemişti. Bardağımı kaldırıp açık ayranımdan bir yudum aldım. “Ayranla doyma bari?”

Eyşan, gözlerini kısıp bana baktı, sonra dudaklarını yaladı. “Hayır, daha yeni başlıyorum.”

Kıkırdayarak başımı iki yana salladım. "Sana yemek ısmarlamak, cephaneliği doldurmak gibi bir şey. Ne kadar koyarsam koyayım yetmiyor Eyşan."

Eyşan kaşlarını kaldırarak sandalyesinde hafifçe bana doğru eğildi. “Beni tanıyorsun işte, Mete. Açken ben, ben değilim.”

Bu kadar basit bir cümlenin bende yarattığı etkiyi tarif etmek zordu. Onun böyle küçük, doğal hallerini izlemek bile kalbimi sıkıca avucuna alıp sıkıyordu. O farkında değildi ama ben, her haline ayrı ayrı tutuluyordum.

Masanın üzerinden elimi uzattım, başparmağımı hafifçe dudaklarının kenarına sürdüm. Eyşan’ın kaşları hafifçe kalktı, gözleri gözlerime kilitlendi.

“Ne yapıyorsun?”

Gülümseyerek parmağımı gösterdim. “Ayran bıyığın vardı,” deyip parmağımı yaladım. “Ne yapsaydım,” ona doğru eğilip fısıldayarak, “öperek mi silseydim?”

Eyşan’ın yanaklarına tatlı bir pembelik yayıldı ama bozuntuya vermedi. Dudaklarını birbirine bastırdı, sonra hafifçe gülümsedi. “Teşekkür ederim, kocacığım.”

“Her zaman, karıcığım.”

Gözlerini devirerek başını iki yana salladı ama gözlerindeki sıcak parıltıyı görebiliyordum. Tam o anda garson, siparişlerimizi getirdi. Mis gibi tereyağı kokusuyla dumanı tüten pideler masaya konduğunda Eyşan, hemen bir dilimi kaptı. Ama sıcak olduğunu hesaba katmamış olacak ki parmaklarını hızla geri çekti.

“Ah, sıcak!” diye mırıldandı, parmaklarını üfleyerek.

Gülerek elimi uzattım, onun tuttuğu dilimi alıp ortasından bir parça kopardım. “Bekle biraz, hemen saldırma.” Sonra o küçük parçayı uzatıp göz kırptım. “İstersen ben yedirebilirim.”

Eyşan gözlerini kısmış, bana meydan okuyan bir bakış fırlatıyordu. Ama dudaklarının kıvrılmasını engelleyemiyordu. Eğilip elimi tuttu ve parmaklarımı hafifçe sıkarak pideden bir ısırık aldı. O an zaman yavaşladı sanki.

Elim hâlâ onun dudaklarının yakınındaydı ve sıcak nefesi parmaklarımın ucunda bir iz bırakmış gibi hissettim. Gözlerimiz birbirine kenetlendiğinde, midemin tam ortasında garip bir kıpırtı oldu. Savaşın ortasında, kaosun içinde, ölümle burun burunayken bile hissetmediğim bir huzur ve heyecan...

Yutkunarak elimi geri çektim.

“Sıcak mıydı?” diye sordum, sesimin biraz kısıldığını fark ederek.

Eyşan başını hafifçe yana eğdi. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme vardı. “Tadı çok güzeldi.”

Ama bakışlarından anladığım, pidenin tadından çok daha fazlasını kastettiğiydi. Ve o an bir kez daha anladım ki ne kadar tehlikenin içindeysek, bu kadın benim için hep en güvenli sığınak olacaktı.

Eyşan, önümde oturmuş pidesini yerken ben onu izlemekten kendimi alamıyordum. Gözleri yemeğine odaklı olsa da dudaklarının kenarında kıvrılan belli belirsiz gülümsemeyi görmemek imkânsızdı.

Kendi pidemden bir parça kopardım ama yemeğe başlamadan önce ona baktım. “Biliyor musun, seni izlemek bazen yemekten daha doyurucu.”

Eyşan kaşlarını kaldırıp bana baktı, ardından başını hafifçe yana eğerek gülümsedi. “Bunu karnı aç olan biri mi söylüyor?”

Omuz silktim. “Belki de aç olduğum şey yemek değildir.”

Sözlerim havada asılı kaldı. Masanın üstünden bana doğru hafifçe eğildi, gözlerini gözlerime kilitledi. “Peki, neye açsın Mete?”

Bu sefer sıra bende miydi? Yutkundum. Bir şey söylemem gerekiyordu ama dilimin ucundaki kelimeler, onun kahverengi gözlerine baktığım anda buhar olup uçtu. Eyşan’ın dudakları, sanki birazdan söyleyeceğim şeyi tahmin etmiş gibi kıvrıldı.

“Neyse,” diye mırıldandı. “Sonuçta herkesin açlığı farklıdır.”

Gülerek başımı iki yana salladım. “Sen bazen fazla zekisin, farkında mısın?”

Gözlerini devirdi, sonra önündeki ayranı alıp son bir yudum daha içti. Bardağı masaya bıraktığında, dudaklarının kenarında yine küçük bir ayran lekesi kalmıştı. Gözlerim o minik lekeye takıldı. Parmağımı uzatıp onu silmek için dokunacakken Eyşan elini tuttu ve hafifçe sıktı.

“Yine mi?” diye sordu, gözlerinde o tanıdık meydan okuma.

Gülümseyerek başımı eğdim. “Bu sefer başka bir yöntem deneyeceğim.”

Elimi nazikçe avucunun içinden kurtarıp başımı masanın üzerinden ona doğru yaklaştırdım. Eyşan’ın gözleri büyüdü ama geri çekilmedi. Yavaşça, hafifçe, dudağının kenarındaki ayran lekesinin tam üstüne dudaklarımı değdirdim.

Birkaç saniye süren küçücük bir temastı ama içimde fırtınalar koparmaya yetti. Geri çekildiğimde, Eyşan’ın gözleri gözlerimdeydi.

“Mete, bir gören olacak?”

Gülümsedim. “Bilerek yukarıya oturduk zaten. Ayrıca sadece silmek için daha etkili bir yöntem kullandım. Masada peçete yoktu Eyşan.”

Başını hafifçe yana eğdi, parmağını dudaklarının kenarına götürdü, sonra da bana gözlerini kısarak baktı.

“Demek daha etkili?”

Söylediğim cümlelerden sadece bunu mu almıştı? Gülümseyerek omuz silktim. “Öyle olmalı.”

Başını iki yana salladı ama gülümsüyordu. “Bu yemek fazla romantikleşmeye başladı.”

İç çektim. “Seninle her şey romantikleşiyor, ne yapabilirim?”

Kıkırdayarak pidelerimize geri döndük. Eyşan sadece savaş alanında omuz omuza çarpıştığım bir kadın değildi. O benim en büyük zaafımdı.

Ve her geçen gün, biraz daha ona yeniliyordum.

22 Mayıs 2022 – 16:50 / Cizre Sınır Kapısı, Şırnak – Cizre

Selçuk Ege Turalı, Ağzından

 

Who Will Remember Me, by Twelve Titans Music

Herakles ve Diomedes'in atlarını bilir misiniz?

Herakles'in on iki görevi arasında en kanlılarında biri Trakya Kralı Diomedes’in insan etiyle beslenen vahşi atlarını ele geçirmekti. Bu atlar, kan kokusuna alışmış, görenleri dehşete düşüren yaratıklardı. Herakles, yanındaki adamlarla birlikte Trakya'ya doğru yola çıktı ve büyük bir savaşın ardından Diomedes’i esir aldı.

Diomedes, Herakles tarafından esir alındığında, Herakles ona iyi bir muamele yapmayı düşünmüş. Ancak, Diomedes bir fırsatını bulmuş ve düşmanlarını serbest bırakmaya karar vermiş. Ancak, Diomedes'in serbest bırakılması, Herakles'in yanındaki askerler için büyük bir tehlike oluşturmuş. Kral, akılcı bir şekilde serbest bırakılmadan önce öldürülmeliymiş çünkü serbest bırakıldığında, düşman her zaman yeniden geri dönermiş.

Sonuç olarak, Herakles, Diomedes'i öldürmek zorunda kalmış. Eğer o serbest bırakılacak olsaydı, korkunç bir felakete yol açabilirmiş.

Düşmanları affetmek ya da serbest bırakmak, kötü sonuçlar doğurabilir çünkü onlar her zaman yeniden saldırabilir, tıpkı yaralı bir kurdun tekrar av aramak için geri döneceği gibi.

On dakika sonra, Elias Farouq’u teslim edecektik.

Gözlerim bir an için Cizre sınır kapısının karanlık köşelerine kaydı. Sonunda bir şeyin farkına varmıştım: Bizim savaşımız, yalnızca bir insanı değil, bir ideolojiyi, bir gücü yok etmek üzerineydi. Farouq’un serbest bırakılması, yaralı bir kurdu yeniden dağa salmak gibiydi; geri dönüp herkesi parçalayabilirdi.

Ne de olsa, bir kez serbest kalan düşman, tıpkı geçmişteki tüm düşmanlar gibi, her zaman geri dönüp daha büyük bir tehdit oluştururdu.

Bunun farkında olmamıza rağmen, elimizden hiçbir şey gelmiyordu.

Gelmeyecekti de.

Bir çatışma içinde sıkışıp kalmıştık.

Karmaşa, her an daha yoğun bir hal alırken, zaman hızla ilerliyordu. Geride bıraktığımız kararlar, her geçen dakikada daha ağır bir sorumluluk yükledi. Farouq’un teslimi, sadece bir başlangıçtı; asıl savaşın ne zaman başlayacağı ise hala belirsizdi.

Yanıma gelen; Alperen, Ahmet ve Barış’a bakıp derin bir nefes aldım. Dağların arkasına saklanmak için hazırlanan güneşin bıraktığı hüzünler yüzlerimizi aydınlatıyordu. O an, her şeyin bir anda ağırlaştığını hissettim. Gözlerimdeki karanlık, yıllardır taşıdığım sorumlulukların yansımasıydı. Dağların ardında kaybolan güneş, belki de tüm bu mücadelelerin sona erdiği, ancak yeni bir başlangıcın da habercisi olacağı zamanı işaret ediyordu. Yüzlerindeki yorgunluk, bu topraklarda geçen yılların, onların da omuzlarına yüklediği ağırlığı gösteriyordu.

Bir başka gerçek daha vardı; kimse bu yükü yalnız başına taşıyamazdı.

Alperen’in bakışlarında, her an neyle karşılaşacaklarını bilmemenin verdiği belirsizlik vardı. Ahmet, sessizdi; fakat yüzündeki çizgiler, içinde taşıdığı öfkeyi gizlemiyordu. Barış ise her zamanki soğukkanlı duruşuyla, her şeyin kontrol altında olduğunu belli etmeye çalışıyordu. Oysa biz ne kadar kontrol edebildik ki?

Her birimizin ruhunda farklı bir savaş vardı. Ama biz, aynı hedefe doğru ilerleyen bir ekip, birbirimize kenetlenmiş, bir bütün olmalıydık. Farouq’un teslimi sadece bir adım daha atmamıza neden olmuştu. Ama asıl soru şuydu: Yola devam edebilecek miydik?

Son beş dakika kala, kendi ülkelerinin konsolos elçisi bize doğru yaklaşmaya başladı. Adımlarını dikkatle izledim. Elçi, her şeyin farkında bir şekilde yürüyordu ama bakışları sanki bir anlaşmanın peşindeydi. Her adımında hem kendi ülkesinin çıkarlarını hem de bizimle olan ilişkisini düşündüğü belliydi. Bunu anlayabiliyordum. Zor bir durumda, herkes kendi çıkarını savunurdu. Yine de bu dakikada onun ne düşüneceğinden çok, bizim nasıl bir karar vereceğimiz önemliydi.

Konsolos elçisinin yaklaşmasıyla, içimdeki gerilim bir kat daha arttı. Farouq’un teslimi, uluslararası bir meseleye dönüşmüştü. Sadece bizim için değil, tüm bölge için önemli sonuçlar doğurabilecekti. Elçinin tavrı, her şeyi değiştirebilirdi. Ne de olsa, bazen bir kişinin attığı küçük bir adım, tüm dengeleri alt üst edebilirdi.

“Antum ta‘rifūn al-qawā‘id walākinanī mā ziltu mulziman biblāghikum bihā.”

Kuralları biliyorsunuz ama yine de bildirmekle yükümlüyüm.

Devam etmesi için kafamı salladığımda Elçi, çenesini kaldırdı.

“Ilyās Fārūq; yumkin an yu’aththir ‘alā al-tawāzun al-diblomāsī, wal-amn, waḥattā mustaqbal al-sukkān al-maḥallīyīn. Lihādhā al-sabab, lan yusmaḥu li-Turkiyā bī ayyi ḥālin min al-aḥwāl bikhurq al-ḥudūd ba‘da taslīmihi mubāsharatan.”

Elias Farouq; diplomatik dengeyi, güvenliği ve hatta yerel halkın geleceğini dahi etkileyebilir. Bu nedenden dolayı, teslim edildikten hemen sonra Türkiye’nin hiçbir şekilde sınır ihlali yapmasına izin verilmeyecektir.

“Sawfa nu‘īdu lakum al-khamsa mawāṭinīn al-atrāk alladhīna ladaynā ma‘a al-irhābī allatī sana’khudhuhu minkum.”

Sizden alacağımız terörist ile bizde kalan beş Türk vatandaşını sizlere geri iade edeceğiz.

“Yajibu ‘alā al-duwal an taḥtaram siyāsāt al-amn al-khāṣṣa biba‘ḍihā al-ba‘ḍ.”

Ülkeler birbirlerinin güvenlik politikalarına saygı göstermek zorundadır.

Elçi, cümlesini bitirdikten sonra sol kolunu havaya kaldırıp bileğindeki saate baktı.

“Laqad ḥān al-waqt.”

Zaman geldi.

Yüzümü Ahmet’e çevirdiğimde Barış ile geriye çekilip Elias’ı tuttuğumuz arabaya doğru yürümeye başladılar. Zihnimdeki baskın düşüncelerin her biri, anılarımın içindeki kan kokusuyla yeniden bulanmaya başladı. Derin bir nefes alıp bıraktığım sırada Ahmet ve Barış, Elias’ın kollarına girmiş bir şekilde sınır çizgisinin hemen önünde duraksadı.

Pişman olacaksın, yapma. Elias’ı onlara vermeyin Selçuk.

Zihnimdeki anılardan bir filiz misali doğan eşimin sesiyle sertçe yutkundum. Elçi, yanındaki iki korumaya eliyle Elias’ı işaret etti. Barış ve Ahmet’in kollarından alınan Elias Farouq ile zihnimin içindeki oğlumun çığlığı yeniden sustu. Zihnimde, hepimizin bir noktada bir şeylere teslim olmanın acısını taşıyacaklarını bildiğim o an vardı. Ama ne yapabilirdik ki? Kendi savaşımızda, bazen kayıplar kaçınılmazdır.

"İçinden geçenleri biliyorum," dedi Ahmet, ama sesi ne kadar sakin olursa olsun, içindeki gerilimi hissedebiliyordum. "Ama doğru olanı yapmak zorundayız."

Sözlerini duymak, beni daha da ağırlaştırdı. Ne doğruydu ki? Bazen en doğru gördüğün şey bile, seni kaybetmeye daha yakın hale getirebilir.

Farouq’un teslimi, bir kez daha sadece bizim için değil, tüm bölge için bir dönüm noktasıydı ve ben, o noktada duruyordum. Geçmişin ve geleceğin arasında sıkışmış bir şekildeydim.

Elçi, belindeki silahı kaldırıp Elias’a doğrulttuğunda gözlerimin büyümesine engel olamadım. Elimi kaldırıp sınır çizgisine yaklaştım.

“Marḥabān, mādhā taf‘al? (Hey, ne yapıyorsun?)” diye bağırdığımda karşı tarafın askerleri bize doğru silahlarını yöneltti. Havadaki sağ elimi Alperen, Barış ve Ahmet’e yönelttim.

“Sakın silah çıkartmayın. Tehdit olarak algılanırız, sakın!”

Karşımda duran Elçi, Elias’a doğrulttuğu silahı indirmeden bana baktı.

“Ülkeler birbirlerinin güvenlik politikalarına saygı göstermek zorundadır,” dedi Arapça. “Elias Farouq, bizim için bir tehdit.”

Tetiğe bastı.

“Hayır!” diye bağırdım, içimden kopan o çığlık, sanki dünyayı durduracak kadar güçlüydü. Tam sınır çizgisini ihlal edecekken Alperen ve Barış sertçe kollarıma girdi. Bedenimi kaldırıp geriye doğru çekerlerken gözlerim, Elias’ın yere serilmiş bedenine saplanmıştı.

Duygular, kontrol edilmesi zor bir canavara dönüşmüştü.

Elçi, arkasını dönüp arabasına doğru yürürken, askerler Elias’ın yerdeki bedenini kaldırıyorlardı. Elias’ın başı geriye doğru düşerken gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.

“Alperen, sıkı tut. Ben Ahmet ile arabayı getiriyorum.” diyen Barış’ın sesiyle gözlerimi açıp Alperen’e baktım. Hafifçe çırpınmaya devam ederken ifadesiz bakışlarımla yeşillerine odaklandım.

“İstediğin oldu.”

Kafamı iki yana salladım.

“Henüz değil,” sertçe yutkundum, “Henüz değil, Alp.”

Yanımızda beliren kirpi ile Alperen, beni kirpiye doğru yönlendirdi. Kirpiye bindiğimizde derin bir nefes alıp Ahmet’e baktım.

“Ahmet, şehir mezarlığına sürer misin?” diye sorduğum sıra bir şey demeden kafasını salladı ve kirpiyi çalıştırıp sürmeye başladı. Gürültülü ses, zihnimin içindeki uğultuları bir nebze olsun sustururken bakışlarımı Barış’a çevirdim.

“Caner’e mesaj gönder, Eyşan’a saat 20:00’de herkesin koordinasyon merkezinde toplanmasının gerek olduğunu söylesin.”

Barış’ta bir şey demeden telefonunu çıkartıp mesaj çekmeye başladı. On beş dakika sonra kirpi ağırca durdu. Alperen, arka kapıyı açıp geçmem için izin verdiğinde hızla kirpiden atladım ve kuru bir soluk çektim. Mezarlığın sol köşesinde duran seyyar çiçekçiden iki tane karanfil alıp içeriye girdim.

Mezarlığın havası, üzerine çöken yalnızlıkla ağırlaşmıştı. Karanfilleri sıkıca tutarken, her adımda toprağın kokusu burnuma doluyordu. Alperen, Barış ve Ahmet'in sessizce yanımda yürüdüğünü hissedebiliyordum ama düşüncelerim çok uzaklardaydı. Birbirine bağlı iki mezarın önünde durduğumda sertçe yutkunup elimdeki karanfilleri havaya kaldırdım.

Gözlerimdeki buğulu dünya, mezarın soğuk taşına odaklandıkça daha da bulanıklaşıyordu. Karanfilleri yavaşça mezarın üzerine koyarken, her bir çiçek sanki geçmişin bir parçası gibi toprakla birleşiyordu. Anılar ve duygular bir anda tekrar canlanmıştı. Karımın hayalini zihnimde yeniden canlandırmaya çalıştım. Onun gülüşü, her şeyden önce buradaydı, bu mezarın içinde. Bunu hissedebiliyordum.

Dolan gözlerime rağmen gülümseyerek, “Ben geldim,” dedim. Gözlerimden akan yaşlar yanaklarımı ıslatırken yanaklarımı acıtan gülümsemeyi silmemiştim. Çenem, bir zelzele misali titrerken mezarın önünde dizlerimin üstüne çöktüm. Sağ elimle oğlumun mezarındaki toprağı avuçlarken gözlerimi sıkıca kapatıp dişlerimi sıktım.

“Ben geldim, babacığım.”

Yüzümü, hıçkırmamak için sıkarken derin bir nefes aldım. Gözlerim, oğlumun mezarının üzerindeki toprakla birleşmişti. Her bir çakıl taşı, her bir zerre, içimdeki acıyı daha da derinleştiriyordu. Sanki toprak, bir zamanlar benimle olan her şeyi geri almıştı. Karım ve oğlumun anıları bir yudum su gibi kayıp gitmişti.

Bir zamanlar bana ait olan her şey, toprak altında bir olmuştu.

Bir süre sessiz kaldım. Bir şeyler söylemek istedim ama kelimeler boğazımda düğümlendi. Ne diyeceğimi, nasıl hissedeceğimi bilmiyordum. Hıçkırıklarım, dudaklarımın ucunda biriken her acıyı dışarı çıkarmak için savaşıyordu. Fakat sustum. Bazen acıyı kelimelere dökmek, her şeyi daha da büyütürmüş gibi gelirdi.

“Karanfili çok seversin sen,” diye fısıldadım.

“Neden karanfil?” diye sorduğumda gülümseyerek elindeki tek, kırmızı karanfili bana doğru uzattı.

“Dalı tek olan bir çiçek olduğu için, tasavvufi manada Allah’ın birliğini ve aşkı temsil eder,” dedi ve sol elindeki yüzüğü bana gösterdi.

“Benim aşkım karanfil gibidir Selçuk. Bir tek sanadır sevgim.”

Bir kez daha karanfillerin üzerine bakarak, yavaşça doğruldum. “Her zaman…” diyerek toprağa son bir kez bakıp geri döndüm.

“Bir yola çıkıyoruz, Selçuk.”

Alparslan Çakır’ın cümlesiyle bakışlarımı camdan çektim ve ona baktım.

“Öncelikle senden bir söz istiyorum. Asla ama asla Güvercin’in bu olaydan haberi olmayacak.”

Emin olmamakla beraber kafamı salladığımda Alparslan Çakır, çenesini dikleştirdi.

“Biliyorsun ki Shaytan’ın nerede olduğunu bilmiyoruz ve Elias, teslim alındıktan sonra bir şekilde Shaytan tarafından kaçırılabilir. Çünkü Shaytan, Elias’ın adamı ama ya adamının öldüğünü görürse?”

Kaşlarımı çatarak, “Anlayamadım?” diye söylendim. Alparslan Çakır, derin bir nefes aldı ve ellerini dizlerinin üzerine koyup sırtını doğrulttu.

“Bak evlat, Elias’ı herkes gibi bende teslim etmek istemiyorum ama Shaytan’ı bulmamız için bunu yapmamız şart. Elçilik, Elias’ı ne kadar zapt edebilir bilmiyoruz. O yüzden birkaç tanıdıkları araya soktum ve Elçiliği kendi tarafımıza çektik. Elias’ı teslim alana kadar kimse görmeyecek. Onu bir süre uyutup üzerine çelik yelek giydireceğiz. Teslim alacak olan Elçilik görevlisi ona bir silah doğrultup vuracak. Eminim ki Shaytan ile daha önce bu planları akıllarından geçirmişlerdir.”

Kaşlarımı kaldırıp öylece bakakaldım.

“Eğer uzaktan izliyorsa Elias Farouq’un öldüğünü düşünecek ve bu bizim için bir fırsat yaratacak.”

Yanağımın içini dişleyip kafamı iki yana salladım.

“Peki, benden tam olarak ne istiyorsunuz albayım?”

Alparslan Çakır, derin bir nefes aldı.

“Yeniden yola çıkmanı istiyorum, Selçuk. Alperen’i yanına alıp Suriye’ye gideceksin. Tıpkı yıllar önce Yağmur Boduroğlu’nun senden kızını korumasını istediği gibi gizlice, kimseye bu durumu anlatmadan gideceksiniz. Sanki bu işlerden artık uzakmışçasına davranacaksınız. Onları zaten yarın Rize’ye göndereceğim. Bütün bu olanlardan yalnızca Çilingir’in haberi olacak. Başka kimse bilmeyecek.”

“Albayım, Çilingir Mete’nin sırdaşı. Ondan sır nasıl saklayabilir ki?” dediğim sıra kapı çalındı ve aralanmış kapıdan Çilingir girdi. Kapıyı kapatıp bize doğru yaklaştı ve Alparslan Çakır’a baktı.

“Albayım.”

Alparslan Çakır, başını kaldırıp Çilingir’e baktı.

“Biz de tam senden bahsediyorduk Bora.”

Çilingir, kafasını ağırca salladı ve bana baktı.

“Suriye’de tanıdığım biri var, orada kalacaksınız. Neler olup bittiğini ben size buradan ileteceğim.”

Kaşlarımı çatıp gözlerimi kıstım.

“Mete’ye söylemeyecek misin?”

Kafasını iki yana salladı.

“O gece ağladığımda, senin bana söylediklerinden sonra, kendime bir söz verdim. Mete için Eyşan’ı, Eyşan için ise Mete’yi canım pahasına korumaya devam edeceğim. Onlar için bu sırrı ölene kadar saklayacağım.”

Zihnimdeki karanlık, bir nebze olsun azalmıştı ama içimdeki boşlukla yaşayacak bir yol bulmam gerekiyordu. Yine de bu adımları atmak zorundaydım. Her şeyin sonu gibi görünen bu anı, belki de yeni bir başlangıca dönüştürmek için adım atmalıydım.

Koordinasyon merkezindeki herkesin bakışları suskunluklarına gömülmüştü. Elias’ın öldüğünü düşünmeleri, özellikle Eyşan’ın bir an için gözlerinin masaya takılı kalmasına neden olmuştu. Elimde, parmaklarımın arasında tuttuğum ikiye katlanmış istifa mektubunu gördüğünde nasıl bir tepki verebileceğini kestiremiyordum. Bundan kaçışım yoktu, bir an önce yapmam gerekliydi.

“Güvercin.”

Eyşan, gözlerini masadan ayırıp bana baktığında parmaklarımın arasındaki katlanmış kâğıdı ona doğru uzattım. Tek kaşını kaldırıp gözlerini gözlerimde dolandırdı ve ardından kâğıdı alıp kanadını açtı. Bakışları kâğıtta yazılanlarda dolanırken büyümeye başladı. Gözlerini kırpıştırıp bana baktığında kafasını iki yana salladı.

“Bunu kabul etmeyeceğimi biliyorsun, değil mi?”

Kaşlarımı kaldırıp çenemle kâğıdı gösterdim.

“Alparslan Çakır’dan onay aldım.”

Sağ işaret parmağını bükerek kendini gösterdi.

“Aklınca beni çiğnediğini söyleyerek, sana kızacağımı mı düşünüyorsun?”

Bir şey demeden ona baktığımda gözlerini yeniden kırpıştırdı ve derin bir nefes alıp elindeki kâğıdı ağırca masanın üzerine bıraktı ve Mete’ye baktı. Gözlerindeki çaresizliği ona yansıttığında Mete, kaşlarını çattı ve bakışlarını bana çevirdi.

“Neler oluyor?” diye sorguladığında çenemi dikleştirdim.

“İstifa ettim.”

Mete, çatılan kaşlarını bozmadan şaşkınlıkla alnına sürükledi.

“Ne?” dedi sertçe.

Eyşan’ın gözleri, söylediklerimi sindirmeye çalışırken bir süre sessiz kaldı. Sözlerim havada asılı kaldı, gerilimin içinde zaman durdu sanki. Kafasındaki düşüncelerinin her biri, yüzündeki küçük değişimlerle okunuyordu. Birkaç saniye boyunca hiçbir şey söylemeden bakışlarımız karşı karşıya geldi. Mete’nin şaşkın bakışları, bana odaklanan dikkatini hissedebiliyordum.

Sonunda, Eyşan derin bir nefes aldı. Gözleri yorgun ama kararlıydı. “Sen ne yapıyorsun, Selçuk?” dedi, sesi bu defa daha yumuşaktı ama içinde bir anlam vardı; kaygı, belki de biraz kızgınlık.

Mete, hâlâ şaşkın bir şekilde bana bakıyordu. Herkes bir adım geride durmuş gibiydi, suskunluk ağırlaşıyor ve her an her şey patlayacakmış gibi hissediliyordu. Bakışlarımı herkesin şaşkınlıkla dolu gözlerinde gezdirdim.

"İstifa ettim," dedim tekrar, bu defa daha net, daha kararlı. "Bu savaşın içinde daha fazla yerim yok." Gözlerimdeki kararlılığı fark etmişlerdi ama hala anlam verememişlerdi.

Eyşan, masanın kenarına yaslanarak, “Bunu bana açıklamadan nasıl bir karar alırsın?” diye sordu. Gözlerindeki soru işaretine, içimdeki boşluğu eklemem zor olmuştu. Kafamı kaldırıp ona baktım.

"Yapmam gereken şey bu," dedim. "Bazen, en doğru karar, geri çekilmek olur. Eğer bu mücadeleye devam etsem, kaybedeceğimi biliyorum. Ama hala bir şeyler yapabilirim. Bu... bizim için son olamaz."

Eyşan’ın gözleri bir anlık bir kırgınlıkla doldu. Yavaşça başını sallayarak, "Bunu nasıl yapabilirsin?" dedi.

Mete, yüzündeki öfkeyi ve şaşkınlığı karıştırarak derin bir nefes aldı. “Söylediğin bu, her şeyi değiştirebilir,” dedi. “Ama şu an, sadece kendi duygularına odaklanıyorsun. Her şey birdenbire bir kenara mı bırakılacak?”

Kaşlarımı kaldırıp kafamı iki yana salladım.

“Benim karım ve çocuğum gözlerimin önünde öldürüldü Mete. Ben bu işe intikam için devam ettim. Artık intikamını alacağım biri de yok. O yüzden istifa ediyorum ve askerliğimi bırakıyorum. Suriye’deki evime gidemem ama yine de Suriye’ye taşınacağım.”

Eyşan masadaki kâğıdı tekrar aldı, bakışları bir an kayboldu ve yeniden bana döndü. Tam dudaklarını aralayıp bir şey söyleyecek gibiydi ama hızla kapatıp sandalyeden kalktı ve arkasına döndü. Kollarını göğsünde bağlayıp kafasını iki yana salladığında hızla bize doğru döndü.

Dolu gözleriyle, “Gitmek zorunda mısın? biz senin ailen değil miyiz?” diye sorguladığında Mete, kaşlarını çattı ve ayağa kalkıp Eyşan’ı kollarının arasına aldı. Eyşan, yüzünü Mete’nin göğsüne saklarken hıçkırarak ağlamasına engel olamıyorduk. Bir hiç uğruna üzdüğüm kız kardeşimin varlığı ve yaşaması için buna mecburdum.

Ağırca ayağa kalkıp Mete’ye doğru ilerledim. Mete’nin kızarmış gözleriyle karşı karşıya geldiğimde gözlerimi kırpıştırdım. Gövdesinde sığınan kız kardeşimi sıkıca tutarken kafasını sağa doğru eğdi ve iki yana salladı.

“Yapma, üzme onu Selçuk,” dedikten sonra sağ gözünden akan yaşı bıraktı. Burnumu büzüp kafamı iki yana salladım. Mete, gözlerini kapatıp Eyşan’ı kendinden biraz uzaklaştırdığında Eyşan, burnunu çekti ve yan gözle bana baktı.

“12 Ocak 2016’yı hatırlıyor musun?”

Acıyla gülümsedim ve kafamı salladım. Her ne kadar kendimi sıksam da gözlerimin dolmasına engel olamamıştım. Eyşan, gözlerimin dolduğunu gördüğünde yutkunarak gözlerini kırpıştırdı.

“O gün sana ‘Sen kendi yoluna gideceksin. Alperen, bozma birliklere atandı. Eee, ben ne olacağım? Alacağım kararların önüme çıkacağını bildiğim bir yola çıkmak zorundayım ve bunu tek başıma yapacağım.’ demiştim. Şimdi Alperen’i de alıp gidiyorsun, eee, ben ne olacağım?”

12 Ocak 2016 günü Eyşan’ın onu takip edeceğimden ve yine bugün, 22 Mayıs 2022 günü itibariyle, yine onun için gideceğimden de haberi yoktu. Ona rağmen, geçmişteki gibi gülümseyerek sağ omzuna elimi koyup omzunu sıktım. Aradaki tek fark, artık apoleti yoktu. Eyşan’ın aklına o gün gelmiş olmalıydı gözlerini kapattı.

"Merak etme kız kardeş, bir alo ile 'Selçuk, yetiş.' demen yeterli. Her daim gölgendeyim."

Eyşan’ın hıçkırıkları, bana bir zamanlar paylaştığımız acıyı hatırlattı. O an, zamanın hiç geçmediği bir an gibi hissettirdi. Onun gözlerindeki kırılganlık ve duygusal derinlik, benim için her şeyin anlamını yeniden değiştirdi. Her iki elimi de onun sırtına koyarak onu sımsıkı sarıldım. Şu anda ona söylediğim her şey, geçmişteki kelimelerimden çok daha fazlasıydı; bunlar, sadece bir anı değil, ona olan bağımın güçlendiği, tekrar yaşadığımız bir andı.

Çok sürmeden ayrıldığımızda bakışlarımı Mete’ye çevirip kollarımı iki yana açtım. Mete, kaşlarını çatıp bana doğru yaklaştı ve sıkıca sarıldı. Mete'nin kollarındaki güç, bana güven veriyordu. O an, yıllarca süren zorlukların ardından birbirimize olan bağlılığımızı yeniden hissediyordum. İçimdeki tüm karmaşa, onun bu güçlü sarılmasıyla biraz olsun hafifledi. Sadece birbirimize bakarak anlamadığımız bir şey kalmadığını düşündüm. Yolda bir araya gelmiş ve bir aile gibi olmuş, birbirimize her durumda tutunmayı öğrenmiştik.

Mete, sarıldığımızda kafasını hafifçe omzuma yasladı. “Her zaman senin yanındayım, Selçuk,” dedi, sesindeki hüzünle. "Sadece bir adım uzaklıktayım, biliyorsun."

O an, hep birlikte bir daha ayrılmamak üzere, ne olursa olsun duracağımız yerin burası olduğunu fark ettim. Eyşan ve Mete’nin yanında olmak, bana sadece bir arkadaşlık değil, gerçek bir aile bağı veriyordu. Birlikteyken, her zorluğu aşabileceğimize inancım daha da pekişmişti.

Ayrılmamıza rağmen, birbirimize olan bu sıkı bağ her an yeniden güçlenecek gibi hissediyordum. Yolda yalnız olmadığımı, her zaman geri dönecek bir gölgenin olduğunu biliyordum.

Herkesle sırasıyla sarılmış ve her biriyle yeniden bir bağın bütününü oluşturmuştum. Alperen ile yavaşça adımlarımızı attık, her birinin ardında, birlikte geçirdiğimiz zamanın ve paylaşılan acıların yankısı vardı. Ama bu kez, her şey daha farklıydı. Çevremizdeki insanlar, geçmişin izlerinden değil, geleceğin umutlarından bir araya geliyorlardı. Her sarılma, her bakış, yeniden doğmuş bir güvenin temellerini atıyordu.

Yolda yalnız değildim, bunu biliyordum. Gölgelerim vardı; karanlık anlarda bile ışığı bulmama yardımcı olacak dostlarım vardı. Geri dönüp bakmadım. Çünkü arkada bıraktığım her şey, beni bugüne getiren her şey, artık bir parça daha güçlüydü.

Bütün bunlar, her birimizin farklı yerlerden gelip, bir araya geldikçe daha sağlam hale gelen bağlarıydı. Birlikte yürüdükçe, yalnızca geçmişi değil, geleceği de inşa ediyorduk. Yola çıkanlar her zaman geri dönme arzusuyla gelir, ama biz, dönmemek için ilerliyorduk.

Ve ben, o yolda hiçbir adımın yalnız olmadığını biliyordum.

22 Mayıs 2022 – Elias Farouq Sorgusundan Yarım Saat Önce/ Şırnak

Mete Mert Çakır, Ağzından

 

Breathe, Fleurie

Güvercin Timi ve Mücadele İtibar Teşkilatı’nın Başkanı ve üyeleri, babamın talimatı ile koordinasyon merkezine toplanmıştı. Masanın en başında oturan babam, sert bakışlarını Selçuk’ta ve hâlâ gözlerimin arkasından eksilmeyen, öfkemle baktığım gözlerimde gezdiriyordu. Babamın bakışları, her zaman olduğu gibi, kararlı ve sertti. Ama bu sefer bir farklılık vardı. Belli ki bir şeylerin değişmesini, bizim yerimize koyabileceğimiz bir çözüm bulmamızı istiyordu. Ama gözlerimdeki öfke, onun ne kadar derin düşündüğünü fark etmiyor gibiydi. Bu savaş, sadece dışarıdaki düşmanla değil, içimizdeki çatışmalarla da ilgiliydi.

“Elias Farouq’un sorgusuna yalnızca Selçuk girecek.”

Babamın sesi, odadaki havayı aniden değiştirdi. Herkesin gözleri babama ve ardından bana yöneldi. Selçuk’un adı geçince, odadaki sessizlik bir anda daha da yoğunlaştı. Herkesin içine işleyen bir ağırlık vardı ama kimse bir şey söylemeye cesaret edemedi.

Selçuk, babamın bu kararı almış olmasına şaşırmadı. Her zaman işin içinde olmasına rağmen, bu defa doğrudan bana ve onun arasındaki bağlantıya işaret ediliyordu. O an, sözlerin arkasındaki anlamı derinlemesine hissettim.

Babamın bakışları tekrar gözlerimde gezindi. “Selçuk, sana güveniyorum ama şunu unutmamalısın. Bu sorgu, yalnızca bilgiyi elde etmek için değil, aynı zamanda bu operasyonun başarısının anahtarı olacak.”

Selçuk, kararlı bir şekilde başını salladı, ancak bana bakarken gözlerinde bir tedirginlik vardı. Bu, sadece dışarıdan görünüyordu. İçinde olduğu savaşı hepimiz hissediyorduk. O kadar ağır bir yük vardı ki, üzerimize, sanki her an devrilebilirmişiz gibi.

Ben de o an, bir anlığına gözlerimi kapatarak, içsel bir hesaplaşma yaşadım. Bu operasyon, hepimizi farklı bir noktaya çekecekti veya geri adım atacak ya da tüm karanlıkta yol alacaktık. Ama tek bildiğimiz şey, geri dönüşün olmadığıydı.

“Elias Farouq’tan alacağımız bilgiden, bizi bekleyen her şeye kadar her şeyin sorumluluğu bizim omuzlarımızda. Hazır mıyız?” diye sordum, odadaki atmosferi daha da yoğunlaştırarak.

Ve herkesin gözleri bir anda bana döndü.

Zamanın hızla kayıp gittiğini hissediyordum. Bir an önce karar vermeliydim ama her şeyin yavaşça çözülmesini beklemek gibi bir duygu vardı içimde. Bir anda kum saati masanın üzerine yerleştirildi. Kum tanelerinin düşüşü, her saniye bir şeyin silindiğini hatırlatıyordu. Bir an, sanki dünya birden durmuş ve sadece o kum tanelerinin düşüşü kalmıştı.

Bir anlık sessizlikten sonra, kum saati bir arka planda kaybolmuş gibi hissedildi ve ben, sorgu odasının spot ışığı gölgesinde, düşüncelerimle kaybolmaya başladım. Zihnim, bir zamanlar geçmişin yüküyle doluyken, şimdi geleceğin belirsizliğiyle yeni bir sayfa açıyordu.

Selçuk gülerek bana baktığında elindeki viskiyi havaya kaldırdı.

"Seni çok iyi anlıyorum."

Burukça gülümsedim ve elimdeki viski bardağını havaya kaldırıp tokuşturdum. Büyük bir yudum alıp önümdeki sehpaya bıraktım. Viski bardağımın yanına bir kutu bırakıldığında kaşlarımı kaldırıp Selçuk'a baktım. Gülümseyerek kaşlarıyla kutuyu işaret etti.

"Aç bakalım."

Elimi yavaşça kutuya uzatıp avuçlarıma aldım. Kutunun kapağını kaldırdığımda gördüğüm yüzük, dudaklarımda büyük bir tebessümün oluşmasına neden olmuştu. Mavi kehribar taşına oyma sanatıyla hazırlanmış, üzerinde "bozkurt" ve "Türk balası kurt olur" ibaresi yazıyordu.

"Türk balası kurt olur bastığı yer yurt olur. Yani; Türk'ün yavrusu büyüyünce kurt olur, bastığı yerleri bir şekilde alır ve kendi yurdu yapar." dediğinde bakışlarımı yüzükten çekip ona baktım. Kutuyu sehpanın üzerine bırakıp ayağa kalktım, adımlarım belki de hafif bir şaşkınlıkla olsa da kararlıydı. Selçuk elindeki bardağını bırakarak bana doğru adımladı. Kollarımı açıp ona sarıldığımda, vücudumda bir rahatlama, bir bağlılık hissi doğdu. Sarılmamız, sadece bir teşekkür değil, aynı zamanda aramızdaki güçlü bağı simgeliyordu.

"Çok teşekkür ederim Selçuk." dedim, sesim titredi ama bu, minnettarlığımı daha da derinleştiriyordu. Ayrıldığımızda gülümseyerek kafasını iki yana salladı.

"İçinde mikrofon var. Sonra sana nasıl kullanacağını gösteririm." dediğinde kahkaha atarak kafamı iki yana salladım.

"Siz istihbaratçılar yok musunuz?" diye alayla mırıldandığımda eliyle kolumun yanına hafifçe iki kere vurdu ve yerine gitti. Koltuğa geri dönüp yüzüğü sağ yüzük parmağıma taktım.

Kum taneleri son bir kez, birkaç saniyelik bir boşluk bıraktı.

“Çilingir.”

Bora, ona seslenmem ile elindeki tabldotu sıyırdı ve boş olana bırakıp bana döndü. Sorgularcasına kaşlarını kaldırdığında sağ elimin yüzük parmağındaki yüzüğü gösterdim.

“Bunu nasıl kullanabilirim, bilmiyorum. Düğünde Selçuk hediye etmişti, içinde mikrofon olduğunu söyledi.”

Bora, kaşlarını çatıp parmağımdaki yüzüğe baktı ve eliyle yemekhanenin kapısını gösterdi.

“Gel, odanda bakalım.”

Bora ile odaya geçtiğimizde masanın önündeki koltuklara oturduk. Parmağımdaki yüzüğü çıkartıp sehpanın üzerine koyduğumda Bora, biraz eğildi ve yüzüğü alıp sağına ve soluna baktı. Tahta çıkıntıyı hafifçe döndürdüğünde üzerindeki mavi kehribar taşı ağırca yükseldi. Yüzüğün içine yerleştirilmiş mikrofona dikkatlice bakarken Çilingir, sağ elini uzattı.

“Telefonunu ver bakayım.”

Cebimdeki telefonu çıkartıp ona verdiğimde ekran fotoğrafıma gülümseyip bana baktı. Telefonu bana çevirdiğinde Eyşan’ın gelinliğiyle çekilmiş fotoğrafımızı gördüm. İstem dışı sırıtırken Bora, gözlerini devirdi.

“Elinden gelse aşkını dağlara yazacaksın.”

Gözlerimi devirip elimle yüzüğü gösterdim.

“Boş yapma Çilingir, işine bak.”

Bora, yeniden gözlerini devirip kafasını iki yana salladı.

“Mavi gözünü siktiğimin aşığı.”

Gülerek onu izlerken mavi taşın içine işlenmiş karekodu okuttu ve telefonda açılan uygulamayı indirdi. Yüzüğün içindeki mikrofonu eşleştirdiğinde kehribar taşı kapattı ve çıkıntıyı eski haline göre döndürdü.

“Açılışı ve eşlenişi öğrendin. Yapman gereken sadece üzerindeki tahtanın ortasındaki boşluğa dokunman. Her zaman işe yaramaz. Güvenlik kilidi gibi düşünerek çıkıntıyı çevireceksin,” dedi ve yüzüğü uzattı. “Dene bir bakayım.”

Yüzüğü sağ yüzük parmağıma takıp çıkıntıya dokundum.

Bora, “Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma,” dedikten sonra yeniden çıkıntıya dokundum. Bora, elindeki telefondan uygulamayı açıp kaydedilen ses kaydını açtı.

“Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma.”

Gülümseyerek telefonu bana uzattı.

“İşte bu kadar.”

Selçuk’un camın ardındaki Elias Farouq’a bakışlarını izlerken sağ yüzük parmağımdaki yüzüğü ağırca çıkarttım. Hemen arkamda duran, askının üzerindeki cekete mikrofonunu aktifleştirip bıraktım.

Kum saati yeniden belirdiğinde, her şey bir anda tekrar başladı. Kum saati devrildiğinde, etrafındaki dünya tekrar şekil almaya, bir araya gelmeye başladı. Eyşan’ın karşımda olduğu bir ana devrildiğim sırada cebimdeki telefonu çıkarttım ve çay bardağını kenara doğru kaydırdım.

Eyşan, kaşlarını kaldırarak ne yaptığımı sorgularken gözlerimi telefonun ekranına bir saniyeliğine indirdim. Sağ yüzük parmağımdaki yüzüğü çıkartıp taşı yukarıya kaldırdım. Gözlerimi yeniden Eyşan’a çevirdiğimde tek kaşımı havalandırdım.

“Asla ve asla kimseye bir şey demeyeceksin.”

Eyşan, kafasını salladığında ses kaydına dokundum.

“Bir yola çıkıyoruz, Selçuk.”

Babamın sesini duyunca Eyşan, tam konuşacak gibi oldu ama anında elini ağzına yaslayıp kendini susturdu.

“Öncelikle senden bir söz istiyorum. Asla ama asla Güvercin’in bu olaydan haberi olmayacak. Biliyorsun ki Shaytan’ın nerede olduğunu bilmiyoruz ve Elias, teslim alındıktan sonra bir şekilde Shaytan tarafından kaçırılabilir. Çünkü Shaytan, Elias’ın adamı ama ya adamının öldüğünü görürse?”

“Anlayamadım?” dedi, Selçuk. Bir süre sessizlik oldu.

“Bak evlat, Elias’ı herkes gibi bende teslim etmek istemiyorum ama Shaytan’ı bulmamız için bunu yapmamız şart. Elçilik, Elias’ı ne kadar zapt edebilir bilmiyoruz. O yüzden birkaç tanıdıkları araya soktum ve Elçiliği kendi tarafımıza çektik. Elias’ı teslim alana kadar kimse görmeyecek. Onu bir süre uyutup üzerine çelik yelek giydireceğiz. Teslim alacak olan Elçilik görevlisi ona bir silah doğrultup vuracak. Eminim ki Shaytan ile daha önce bu planları akıllarından geçirmişlerdir.”

Eyşan’ın gözleri benimkilerde asılı kaldı.

“Eğer uzaktan izliyorsa Elias Farouq’un öldüğünü düşünecek ve bu bizim için bir fırsat yaratacak.”

“Peki, benden tam olarak ne istiyorsunuz albayım?”

“Yeniden yola çıkmanı istiyorum, Selçuk. Alperen’i yanına alıp Suriye’ye gideceksin. Tıpkı yıllar önce Yağmur Boduroğlu’nun senden kızını korumasını istediği gibi gizlice, kimseye bu durumu anlatmadan gideceksiniz. Sanki bu işlerden artık uzakmışçasına davranacaksınız. Onları zaten yarın Rize’ye göndereceğim. Bütün bu olanlardan yalnızca Çilingir’in haberi olacak. Başka kimse bilmeyecek.”

“Albayım, Çilingir Mete’nin sırdaşı. Ondan sır nasıl saklayabilir ki?”

“Albayım.”

Çilingir’in sesini duyduğumda derin bir nefes almak zorunda kalmıştım.

“Biz de tam senden bahsediyorduk Bora.”

“Suriye’de tanıdığım biri var, orada kalacaksınız. Neler olup bittiğini ben size buradan ileteceğim.”

“Mete’ye söylemeyecek misin?”

Eyşan, kaşlarını kaldırıp elini yavaşça ağzından çekti.

“O gece ağladığımda, senin bana söylediklerinden sonra, kendime bir söz verdim. Mete için Eyşan’ı, Eyşan için ise Mete’yi canım pahasına korumaya devam edeceğim. Onlar için bu sırrı ölene kadar saklayacağım.”

Ses kaydı kapandığında telefonu alıp ekranını kapattım ve cebime koydum. Masanın üzerinde kalan yüzüğün taşını kapatıp çıkıntıyı çevirdim. Yüzük parmağıma takarken bakışlarım, Eyşan’ın gözlerinde dolandı.

“Hiç kimseye bunun hakkında bilgi vermeyeceksin. Onlar bizim haberimiz yokmuş gibi davranmaya devam etsinler. Hayalet ekibi ile bizde bir yola çıkacağız. Onlar Suriye’de Elias Farouq’un izini sürerken, senin dediğin gibi Kirpi’de dijital şifreyi çözmeye çalışacak. O sırada bizde Rize’de sakince durup saman altından su yürütmeye başlayacağız.”

Eyşan, düşünceli bakışlarıyla yüzümü süzdü.

“Peki Alperen’in ve Selçuk’un güvenliğini nasıl sağlayacağız?” diye sorduğunda gülümsedim.

“Unuttun mu? Ben, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın alt koluna sahip Suikast Birimi Ekibinden Zafir kod adlı, gerçek ismiyle Ahmet Kurtuluş'un komutanıyım. Ahmet, bizim için onların bir gölge gibi peşlerinde olacak.”

Duvardaki eski saat, tik tak diye ağır ağır işlemeye devam ederken, gözlerim kum saatine takıldı. Tüm dikkatim bir noktada toplanmıştı. Kum taneleri düşerken zamanın nasıl silinip gittiğini düşünmeden edemedim.

Aniden, odada bir hareket oldu; bir rüzgârın hışırtısı gibi, kum taneleri hızı arttı, düşüşleri hızlandı ve birer birer döküldü. Kum saatinin her taneleri, bir zaman diliminin sona erdiğini, bir başka dönemin başlangıcını işaret ediyordu. O anda, her şey birden netleşti. Gözlerimdeki bulanıklık kaybolmuş, aklımdaki karışıklık yerini keskin bir bilinçliliğe bırakmıştı.

Zamanın akışı, bir saniye daha hızla geçerken, odadaki tüm sesler geri geldi ve dünya yeniden şekil aldı.

Selçuk ve Alperen, kirpiye binip uzaklaşmaya başladığında Deniz, ağlayan Ayda’ya sarılarak gözlerini giden kirpiye çevirdi. Göğsüme sırtını yaslayan Eyşan ile ellerimi karnına yaslayıp iyice kendime bastırdım. Dudaklarım, saçlarına yaslı bir şekilde dururken gözlerimi Çilingir’e çevirdim.

Kehribar gözleri, eski bir sır gibi derin ve gizemli, her bakışında içinde sakladığı ateşi gizlice fısıldıyor; adeta zamanın ve yıkımın izlerini taşıyan bir parlaklıkla, geçmişin yangınına dair unutulmuş bir iz bırakıyordu. İçine katıldığı sırrı kurcalamayacak ve onu zorda bırakmayacaktım.

Bazı sırlar yalnızca uykuya yatırılırdı.

Küllerin altına gömülen sırlar ise bir gün, mutlaka yeniden alev alırdı.

-

 

BÖLÜM SONU

Merhabalar… Uzun bir ara vermiş gibi oldum, gerçekten çok özür dilerim. Umarım sabırla beklediğiniz bir bölüm olmuştur. Hâlâ henüz açıklanmamış sırlar, yeniden karşımıza çıkan düşünceler var. Alperen’in ve Selçuk’un çıktığı bu yolda Mete, aklını kullanarak bu durumdan haberdar oldu. Bakalım bu durum, karşımıza neleri çıkartacak?

Mete’nin bölüm sonundaki cümlesini yeniden hatırlatmak isterim: Bazı sırlar yalnızca uykuya yatırılırdı. Bu da demek oluyor ki henüz, bizim bilmediğimiz birkaç sır daha var. Bol, kafa karıştırmalı bir bölüm olduğunu düşünüyorum. O yüzden sindirerek okumanızı tavsiye etmiştim. Her neyse;

Bölüm hakkında, aklınıza takılan sorularınız var mı?

Yorumlarda buluşalım.

 

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

 

Sultan Çakır

 

yirmi bir mart iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 21.03.2025 21:45 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sultan Çakır / GÜVERCİN / XLV - LEKE BIRAKAN İZLER
Sultan Çakır
GÜVERCİN

19.03k Okunma

1.16k Oy

0 Takip
71
Bölümlü Kitap
-AURORA-I - YEMİNII - İLK KURŞUNIII - MAVİIV - SORGUV - KANLI TÜYVI - SINIR7. BÖLÜM'DEN KESİTVII - GERÇEKDUYURU VE SOHBETKİTAP ADI VE KESİTVIII - TEKERRÜRIX - 25 SAAT 38 DAKİKA10. BÖLÜMDEN KESİTX - İSYANIN ARKASINDAKİ GÖLGEXI - YALANLAR VE İZLERİXII - SAVAŞIN SINIRINDAXIII - GECEYE SÜRGÜN AŞKXIV - KIRIK GÜVEN KOZASIXV - KIRILMA NOKTASIXVI - DUVARXVII - KANATLARI ISLAK GÜVERCİNXVIII PART I - SIRR-I MÜPHEMXVIII PART II - SÖNMÜŞ OCAK KÖZÜXIX - YÜKLÜ HATIRAXX - BÜLBÜLÜM ALTIN KAFESTEXXI - AL BAYRAĞIN GÖLGESİXXII - SONA BİR KALAA.E.BM.M.ÇXXIII - KORUN BIRAKTIĞI İZXXIV - BOZKURT VE TARUMARXXV - TEK KURŞUN SÖZÜXXVI - KARA KARIŞAN KANXXVII - ÖFKENİN KRİZ UYKUSUXXVIII - OMUZDA TAŞINAN YÜKXXIV - RUHU YUTAN BOŞLUKXXX - GERİ SAYIM SONUXXXI - YAKLAŞAN KASIRGAXXXII - HASSAS VE ZARİFXXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜII PART - XXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜXXXIV - AKREP VE YELKOVANXXXV - ŞEYTAN KILIKLI AZRAİLXXXVI - YOLUN SONUNDAKİ SAKİNLİKXXXVII - ECELİN GÖLGESİXXXVIII - OLASILIK VE KURAMXXXIX - KİMLİK KAYBIXL - BAHT VE TEKERRÜRXLI - KAYBOLAN ZAMANLAR- DUYURU -XLII - YANAN KÜLLERİN ARASINDAK.S.AA.O.ÖG.U.DGÜVERCİN HKK.XLIII - SERZENİŞİN KIYISINDAXLIV - DÜNE İÇİLEN ANT45. BÖLÜMDEN KESİTXLV - LEKE BIRAKAN İZLERMETE'DEN SİZE BİR MESAJ VAR!46. BÖLÜM'DEN KESİTBir İşçinin Günlüğü - DuyuruXLVI - KALPTEN GELEN YOL47. BÖLÜMDEN KESİTXLVII - KIRILAN SADAKAT-DUYURU-XLVIII - DİLDEKİ SÜKÛT-Duyuru-XLIX - SONUN DOĞURDUĞU İLK BAŞLANGIÇDUYURU
Hikayeyi Paylaş
Loading...