
Helüüü, ben geldim. Nasılsınız? Bu kadar zaman sizleri bölümsüz bırakmamın elbette ki benim için büyük bir sebebi vardı. Bilgisayarım da ve tabletimde oluşan problem yüzünden yazdığım bölüm silindi ve ben bu bölümü sıfırdan yazmak zorunda kaldım. Yazarken o kadar zorlandığım bir bölüm oldu ki ilham açısından çok bunalıma girmişliğim de vardır.
Her neyse sizi daha fazla bekletmeden bölüme yollamak istiyorum. Aşağıda buluşalım, keyifli okumalar.
Çok bir şey istemiyorum, pamuk eller oya...
Bir de yorum yapsanız çok güzel olacak...

Bölüm Şarkıları;
The Night We Met, Lord Huron
Ben Sana Gelemem, Mela Bedel
Ankara’yla Bozuşuruz, Perdenin Ardındakiler
Chemistry & Math, Flunk
Little Dark Age, MGMT
İyileşiyorum, Selin
Varım, Nova Norda
Canım Senle Olmak İstiyor, Özdemir Erdoğan

🕊️
XLVI
Antik Roma’nın taş sokaklarında, mermer sütunların gölgesinde anlatılan eski bir efsane vardı. Aşkın, yalnızca iki bedenin değil, iki ruhun da birbirine düğümlenmesi olduğuna inanılırdı. Ama bu düğüm görünmezdi, tıpkı kalbin derinliklerinde gizlenen duygular gibi.
Bu inanca göre, her insanın kalbinden doğrudan sol elinin dördüncü parmağına uzanan ince bir damar vardı. Romalı bilginler, bu damara "Vena Amoris", yani "Aşk Damarı" adını vermişti. O damar, aşkın yalnızca bir his olmadığını, aynı zamanda bedenin içinde yankılanan kadim bir bağ olduğunu kanıtlıyordu.
Efsane der ki, Roma’nın ilk günlerinde, güçlü bir savaşçı olan Lucius ve asil bir tüccarın kızı Cassia birbirlerine büyük bir aşkla tutulmuşlardı. Ancak Roma’nın katı yasaları, bir savaşçının soylu bir kadınla evlenmesini yasaklıyordu. İmparator’un buyruğuyla Cassia, istemediği bir adamla nişanlandırıldı ve düğün günü altın bir yüzük parmağına takıldı.
Lucius, sevdiği kadını kaybetmenin acısıyla tanrılara yakardı. "Eğer aşkım gerçekse, kalbimin ona bağlı olduğunu gösterin," diye fısıldadı Roma’nın en eski tapınağında. O gece, Venüs’ün rahibeleri Lucius’u kutsal bir suyla yıkadıklarında, göğsünden çıkan sıcaklık sol elinin dördüncü parmağında yoğunlaştı. Kalbi hâlâ Cassia için çarpıyordu ve onu sonsuza kadar seveceğine dair sessiz bir yemin etmişti.
Cassia, istemediği evliliği kabul ederken bir şey fark etti. Parmağına takılan yüzük her seferinde soğuklaşıyor, içini korkunç bir yalnızlıkla dolduruyordu. Geceleri elini göğsüne koyduğunda, o parmağın kalbinin ritmiyle attığını hissediyordu. Birkaç gün sonra, Lucius’un aşkını asla unutmadığını anladı. O da tanrılara yakardı, sevdiği adamın kalbinin nerede olduğunu bilmek istedi.
İşte o gece, mucize gerçekleşti. Cassia’nın yüzüğü aniden parladı ve sıcak bir ışıltıyla doldu. O an, Lucius’un parmağında da aynı sıcaklık belirdi. İkisi de anladı ki, aşk yalnızca gözlerle görülmez, yalnızca kelimelerle anlatılmazdı. Kalpten gelen bir yol, bir damar aracılığıyla hissedilirdi.
Bu olaydan sonra, Romalılar evlilik törenlerinde yüzüğü sol elin yüzük parmağına takmaya başladılar. Çünkü bu parmak, aşkın kalpten gelen yolunu taşıyor, iki ruhun birbirine olan bağını mühürlüyordu.
Ve derler ki, gerçek aşkı bulan biri, elini göğsüne koyduğunda yüzük parmağında hafif bir titreşim hisseder. Bu, aşkın asla yok olmadığının, kalpten gelen yolun sonsuza dek açık kaldığının bir işaretidir…
💕
23 Mayıs 2022 / Şırnak
Eyşan Çakır, Ağzından
Başlangıç ve sonun arasındaki köprü; zaman mıydı, yaşananlar mı?
Yoksa her adımda geride bırakılan izler mi?
Kendi içimde verdiğim savaş, dışarıdaki tüm çatışmalardan daha yıpratıcıydı. Sadece düşmanlarla değil, kendi vicdanımla da dövüştüm. Kararlarım, hatalarım ve pişmanlıklarım omuzlarıma yük oldu ama yine de diz çökmedim. Çünkü durduğum an kaybedeceğimi biliyordum.
Bir sona yaklaştığımı hissedebiliyordum.
Hava kurşun gibi ağırdı. Gökyüzü bulutsuzdu ama içimde kopan fırtınalar gök gürültüsünden farksızdı. Ayaklarımın altındaki toprak, yıllardır bastığım ama bir türlü sahiplenemediğim bir boşluk gibiydi. Buraya ait olduğumu her hücremle hissediyordum ama buradan gitmem gerektiğini de biliyordum. Her şeyin bir sonu vardı. Bu savaşın, bu yolculuğun, benim hikâyemin...
Ne kadar yaralandığımı düşünmek için bile zamanım olmamıştı. Bir yara iyileşmeden bir diğeri açıldı. Kaybettiklerimin yasını tutmadan bir başkasını kaybettim ama bu, durmam için bir sebep değildi. Çünkü hayat, yas tutanları değil, yürümeye devam edenleri ayakta tutuyordu.
İki elimde tuttuğum kısa kollu tişörtümü valizin içine yerleştirip sağda kalan, Mete’nin tişörtüne uzandım. Karnıma dolanan ellerle kıkırdayarak yüzümü sağa çevirdim. Mete, dudaklarına işlenmiş yorgun gülümsemesine rağmen, gözlerindeki gamzelerini belirgin bir şekilde bana hediye ediyordu.
Uzanıp dudaklarına küçük bir buse kondurduğum sırada derin bir nefes alıp gözlerini kapattı. Sanki o an, dünya biraz daha sessizleşti. Savaşın gürültüsü, geçmişin hayaletleri, geleceğin bilinmezliği... Hepsi birkaç saniyeliğine de olsa geri çekildi.
“Bunu sevdiğimi söylemiş miydim?” diye fısıldayarak beni kendine doğru çevirdi ve burnuma küçük bir öpücük bıraktı. Üzerimdeki tişörtün belini sıyırarak sıcak avuçlarını tenime bastırdı. Ellerinin sıcaklığı vücudumda izler bırakarak, beni her geçen saniye daha da içine çekiyordu. Onunla olmak, her şeyi unutmak gibiydi.
Yavaşça, parmak uçlarımın teninde gezdiği her an, içimde bir kıvılcımın büyüyüp ateşe dönüşmesini hissediyordum. Yavaşça başımı kaldırıp gözlerine baktım. Onların derinliğinde kaybolurken, yavaşça dudaklarımı araladım. “Her seferinde söylüyorsun. Hissettiklerimi her an söylemesem de sen de biliyorsun, değil mi?” diye sordum, sesimde bir sızı vardı.
Mete’nin gözleri, bana dokunduğu her an daha da derinleşti. İçindeki tüm sevgiyi, beni koruma arzusunu, birlikte olmanın getirdiği huzuru gözlerinden okuyabiliyordum. Yavaşça ama bir o kadar tutkulu bir şekilde dudaklarımı buldu. Bu öpücük, sadece aşkın değil, geçmişin, kayıpların ve birlikte geçirilen zamanın öpücüğüydü. Birleştiğimiz her an, her anı sonsuza taşımak istiyordum.
"Biliyorum," dedi, dudaklarından bu kelimeler dökülürken, elleri belimi kavrayıp beni ona daha da yaklaştırdı. "Gözlerinden okuyorum ben seni, Eyşan. Bana baktığında gözlerinin içindeki parıltılar, emin ol her şeyi anlatıyor."
Sözleri, içimdeki korkuları ve şüpheleri silip atarken, kalbim onun her sözünde biraz daha yerle bir oldu. Biz, zamanın ötesinde birbirimize aittik.
Mete, ellerini ağırca tenimden ayırdı. Mete’nin elleri vücudumdan ayrıldığında, bir anlık boşlukta kaybolmuş gibi hissettim. Gözlerimin içine baktığında, hiç olduğu kadar yakın hissediyordum. Her şeyden önce, yalnızca onunla olmak, tüm bu karmaşanın içinde benim sığındığım güvenli liman oluyordu.
Parmakları, tişörtümün eteklerini kavrayıp yukarıya çekiştirirken, hissettiğim her anın sıcaklığı daha da yoğunlaştı. Mete’nin dudakları, karnıma yaslandığında, kalbim bir kez daha hızla çarptı. O an, onun bu sade ama anlam dolu hareketiyle her şeyin bir arada olduğuna, hayatın birlikte daha güçlü olduğumuza inandım.
“Çocuklarımızla çıkacağımız ilk tatil diyebilir miyiz?” dediğinde, sesindeki yumuşak ton ve anlamlı bakışları, içimde tüm endişeleri silip atarak kalbimi bir kez daha fethetti. Gözlerim bir an için hüzünlendi ama bu hüzün, bizi bekleyen güzelliklerin de işaretiydi. Elimi kaldırıp saçlarını okşadığımda, gözlerinin içindeki parıltıların daha da belirginleşmesini izledim.
Şefkat ve hayranlığı hiçbir şey demeden, yalnızca gözleriyle hissettirebiliyordu.
“Evet,” dedim, “Çocuklarımızla ve ailemizle çıkacağımız bir tatil.”
Mete’nin gözlerindeki şefkat yerinde kalırken parmakları, tişörtümden ağırca ayrıldı. Avuçlarını yüzüme yaslayıp dudaklarını alnıma bastırdı ve alnını alnıma değdirdi.
“Bu tatil hepimize iyi gelecek,” diye fısıldadı ve yavaşça geri çekildi. Titrek bakışları toparlamaya çalıştığım valizde gezindi, ellerini yüzümden ağırca ayırdı. “Yardım edebileceğim bir şey var mı?”
Kafamı iki yana sallayıp çenemle kalan son tişörtleri gösterdim.
Ben, “Sadece onlar kaldı, onları da valize koyduğumda tamam sayabiliriz,” dedikten sonra gözlerini bana çevirdi.
“Bizimkilerde hazır. Çilingir, arabaları kontrol etmeye gitti.”
Kafamı belli belirsiz salladım.
“Kim kim gideceğiz?”
Mete, gözlerini kısarcasına gülümsedikten sonra kalan son tişörtleri koymak için yatağa doğru uzandı.
“Caner ve Lara bizimle gelecekler. Çilingir, Ahmet, Barış ve Alev ile tam arkamızda olacak. Osman, Cemile, Ayda, Deniz, Kubilay ve Yonca için Vito ayarladık. Onlar direkt olarak hep birlikte gelecekler.”
Deniz’in ve Kubilay’ın birbirlerinden hâlâ ayrılmamış ve aksine daha güçlü birbirlerine kenetlenmiş olması beni, her seferinde biraz daha mutlu ediyordu. Kafamı sallayarak Mete’ye yardım etmeye başladım. Sol tarafta kalan diş fırçalarını da valizin kenarına koyup kapatmasını bekledim. Aklıma gelen düşünceyle Mete’ye bakıp gülümsedim.
“Mete, denize de girer miyiz?” diye sorduğumda Mete, gülerek bana baktı.
“Gireriz tabii, sen iste yeter ki.”
Kıkırdayarak valize baktım.
“O halde Rize’ye gittiğimizde bikini de almak lazım.”
Mete’nin dudaklarındaki gülümseme bir anda silindi. Gözlerindeki parıltılara kıskançlık tozları eklendi.
“Mayo demek istedin, değil mi yavrum?” dediğinde gözlerimi devirdim.
“Tabii ki de hayır, bikini Mete, bikini.”
Mete, geçiştirmek amaçlı olduğunu düşündüğüm bir şekilde kafasını salladı.
“Tabii efendim.”
Omzuna hafifçe omzuna vurdum.
“Yaa, inatlaşma bak benimle.”
Mete’nin gözleri hafifçe kısılmıştı. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kasılma vardı. Çok iyi tanıyordum onu. Bu, hoşlanmadığı bir şey duyduğunda ama fazla tepki vermemek için kendini tuttuğu zamanki ifadesiydi.
Valizi kapattıktan sonra doğrulup bana döndü. “Bikini meselesini Rize’de konuşuruz.”
Gözlerimi devirdim. “Mete, denize giriyoruz. Ne yapmamı bekliyorsun, paltoyla mı gireyim?”
Omzunu silkti ama belli ki bu mevzuyu kafasında hâlâ tartışıyordu. Sol bileğindeki saatine bakıp kaşlarını yukarıya çekti.
“Haydi çıkalım, bizimkiler bekliyor.”
Kıkırdayarak kapıya yöneldiğim sırada Mete, valizi yatağın üzerinden alıp peşimden geldi. Yatakhaneden çıktığımızda kapının önünde bekleyen Alev ve Barış’ın bakışlarıyla duraksadık. Barış’ın bakışları Mete’nin gözlerinde takılı kalmıştı. İkisi birlikte, ellerindeki valizle önümüzden yürümeye başladıklarında Alev, yanıma yaklaşıp koluma girdi. Peşlerinden yürümeye başladığımız sıra askeriye binasından çıkmıştık.
Mete’nin yeni aldığı aracın yanında bekleyen Caner ve Lara’nın hemen karşısında Alpaslan baba duruyordu. Kubilay, Vito’nun açık kapısından sarkarak bize baktı ve gülümseyerek geri çekildi. Şoför koltuğunda oturan Osman ve yanındaki koltukta oturan Deniz’in arasındaki boşluktan kafasını sokup bana el salladı. Gülerek kafamı iki yana salladım. Şebek herif ya, hiç bu huyundan vazgeçmeyecekti. Mete ve Barış arabalara valizleri yerleştirip Alparslan babanın yanına geçtiklerinde bizde yanlarında durmuştuk.
Alparslan baba, bakışlarını üzerimizde gezdirip “Dikkatli gidin, varınca da arayın,” dedikten sonra askeriyeye doğru yürümeye başlamıştı. Mete, arka kapıyı açıp Lara ile bana bakarak arka koltuğu gösterdi. Hiç bekletmeden arka koltuğa binip yerleşirken Caner, Mete’nin yanına oturmuştu. Mete, şoför koltuğuna binmeden önce Çilingir’in süreceği arabaya yaklaşıp cama doğru eğildi. Çilingir’e bir şeyler söylüyordu ama kısık söylediği için duyamamıştım.
Alev, arka kapıyı açtığında Mete, geri çekildi ve kapısı açık şoför koltuğuna oturup kapıyı kapattı. Emniyet kemerini taktı ve arabayı çalıştırıp iki kere kornaya basıp aracı yürüttü. Vito ortamızda kalırken Çilingir’in sürdüğü araç en arkada kalmıştı. Bakışlarımı Lara’ya çevirip gülümsediğimde, onun da bana gülümsediğini fark ettim.
Caner, Mete’ye bakıp “Aracın içinde ne var ne yok?” diye sordu. Mete, sağ eliyle arkayı gösterdi.
“Arka koltukta atıştırmalıklar var. Her araca da bıraktık.”
Caner, kafasını salladığında Lara, derin bir nefes alıp ellerini karnına koydu ve bakışlarını cama doğru çevirdi. Kartal, Alparslan babanın yanında kalmıştı. Caner, kemerinin izin verdiği kadar arkaya doğru eğildi ve Lara’ya bakıp gülümsedi.
“Rahatın iyi mi?”
Lara, bakışlarını camdan çekti ve Caner’e baktı. Kafasını sallayıp tebessüm ettiğinde Caner, önüne dönüp derin bir nefes aldı. Mete, Caner’e bakıp yeniden yola döndü.
“Senden istediğim evrakları çıkarttın mı?”
Caner, torpidoyu açıp bir tablet çıkarttı ve torpidoyu kapatıp tabletin ekranını kaydırdı. Parmakları tablette gezinirken bakışları saniyelik arka koltuğa döndü ve bana bakıp önüne döndü.
“Koordinasyondaki tableti aldım, haberin olsun,” dedi. Bir şey demeden kafamı salladım.
“Selçuk ve Alperen, Suriye’ye varmış. Ahmet, Rize’ye gittikten birkaç gün sonra İran’a gidecek. İran’dan taşıt ile Suriye’ye geçecek.”
Dikiz aynasına baktığımda Mete, kaşlarını kaldırıp Caner’e göz ucuyla baktı.
“Yakın takip yapmayacak mıydık?”
Caner, kafasını salladığında söze atladım.
“Selçuk, yakından takip edildiğini anlayacak kadar akıllıdır Mete. Ayrıca Suriye’de asla tek başına dolaşmayacaktır. Peşine, herhangi bir durum için adam takar, takip ettirir.”
Mete, dikiz aynasından bana bakıp birkaç saniye bekledi ve ardından yola dönüp alt dudağını kemirdi. Kafasını belli belirsiz salladıktan sonra Caner’e bakıp yeniden yola döndü.
“Osman ile konuştun mu, kim nerede kalacakmış?”
Caner, tableti kapatıp torpido gözüne koyarken, “Cemile, evini Şırnak’a gelirken kiraya vermiş. O yüzden hep birlikte Asiye annenin evinde kalırız dedi.”
Mete, kafasını sallayıp burukça gülümsedi. Gözleri bir an için dikiz aynasından bana uzandı ve anında yola indi. Aklındaki düşünceleri az çok tahmin edebiliyordum. O henüz benim Asiye yengemin evindeki o odayı gördüğümü bilmiyordu. Lara, cebindeki telefonu çıkarttığında başını omzuma yasladı. Telefonundan açtığı filmi izlemeye başladığında kolumu omzuna atıp onunla filmi izlemeye başladım.
23 Mayıs 2022 / Şırnak – Rize Yolu
Yazar, Ağzından
Ben Sana Gelemem, Mela Bedel
Güneş, dağların ardından ağır ağır yükselirken, yolların kıvrımları arasında ilerleyen araç konvoyu sessizliği bozuyordu. Sabahın serin havası, açık camlardan içeri doluyor, doğanın mis kokusunu taşıyordu. Yol kenarındaki ağaçlar, hafif rüzgârın etkisiyle nazikçe sallanıyor, uzaklarda dere sesleri duyuluyordu.
Mete, direksiyon başında sessizce ilerliyordu. Gözleri yola odaklı olsa da dikiz aynasına ara sıra göz atmaktan kendini alamıyordu. Arka koltukta Eyşan ve Lara, başlarını birbirine yaslamış, derin bir uykuya dalmışlardı. Yolun ritmik sarsıntısı, onları huzurlu bir rehavete sürüklemiş gibiydi. Lara’nın elleri karnının üzerinde duruyordu, Eyşan ise yana hafifçe kıvrılmıştı.
Mete’nin dudaklarına belli belirsiz bir tebessüm yerleşti. Gözlerini tekrar yola çevirmeden önce, yan koltukta oturan Caner’e fısıldayarak, “Arkaya baksana,” dedi.
Caner, kaşlarını hafifçe kaldırıp arkaya göz attığında, yüzüne şaşkın ama bir o kadar da yumuşak bir ifade yayıldı. O sert ve mesafeli görüntüsünün altında, kardeşinin karısını ve sevdiği kadını o halde görmek belli ki içine bir şeyler dokundurmuştu. Gözlerini kaçırıp camdan dışarı baktığında, Mete onun hafifçe yutkunduğunu fark etti ama üzerine gitmedi.
Mete, direksiyona biraz daha sıkıca tutunarak mırıldandı. “Bu yolculuk onlara iyi gelecek.”
Caner, bir süre sessiz kaldı. Sonra başını sallayıp, yavaşça cevap verdi. “Hepimize iyi gelecek.”
En arkadaki arabayı kullanan Çilingir, bakışlarını hiç yoldan ayırmadan sürmeye devam ediyordu. Ahmet, sağ dirseğini kapıya yaslamış, öylece akıp giden yolu izliyordu. Barış ve Alev, birbirlerine bakıp önde oturan iki adama baktı.
Barış, “Maşallah, sohbetinize de doyum olmuyor(!)” diye söylendiğinde Çilingir, dikiz aynasından Barış’a baktı. Ardından göz ucuyla Ahmet’e bakıp yeniden yola bakmaya devam etti.
Ahmet, “Ne konuşalım Kokarca?” dediği sıra Çilingir, bıyık altından gülerek dikiz aynasına baktı. Barış’ın Alev’in yanında lakabıyla seslenmesi pek hoşuna gitmemişti. Alev, kıkırdayarak Barış’a baktı ve kaşlarını yukarıya çekti.
“Ne zamandan beri soracağım soramadım. Senin neden lakabın Kokarca?” diye sordu. Barış, gözlerini devirip Alev’e baktığında dudaklarındaki tebessüme engel olamamıştı.
“Eskiden eğitimlerde lağım çukuruna düşüp duruyordum. Ondan dolayı herkes de Kokarca demeye başladı,” dediği an Alev, gülerek Barış’a bakmaya devam etti. Barış’ın kara gözleri Alev’in dudaklarında asılı kalan gülümsemeye takılı kaldı. Dudaklarındaki tebessüm büyüdü ve kafasını iki yana sallayarak bakışlarını kaçırdı. Ahmet, o sırada Çilingir’e göz ucuyla bakıp derin bir nefes almıştı.
“Yorulduysan ben geçebilirim?” diye mırıldandı. Çilingir, göz ucuyla Ahmet’e bakıp yeniden yola döndü.
“Hayır, şu an için iyiyim.”
Ahmet, ağırca kafasını salladı ve küçük bir iç çekti. Bakışlarını sağa doğru kaçırıp gözlerini hafifçe kırpıştırdı. Alev, Çilingir ve Ahmet’in arasındaki kısa diyalogdan bir şey olduğunu anlamıştı. Cebindeki telefonu çıkartıp mesajlara girdi ve Barış’a mesaj yazmak için parmaklarını klavyede hareketlendirdi.
Barış, kısa bir süre sonra titreyen telefonunu çıkartıp Alev’e baktı. Alev, kaşlarıyla Barış’ın telefonunu işaret ettiğinde ise bakışlarını ekrana indirdi.
Çilingir ve Ahmet’in arasında tam olarak ne var?
Barış, derin bir iç çekip ön koltukta oturan Çilingir ve Ahmet’e baktı. Gözlerini birkaç kez kırpıştırıp ekrana baktı. Parmakları klavyede dolanırken Alev, gelecek mesajı bekledi.
Çilingir’in, Bünyamin’in kardeşi olduğunu biliyorsun. Ahmet ile Bünyamin’in arasındaki ilişki, benim ile Caner’in arasındaki ilişki kadar sağlamdı. Çilingir, Bünyamin’e çok benziyor ya, ondan dolayı da Ahmet her Çilingir’e baktığında Bünyamin’i hatırlıyor. Ahmet, vermiş olduğu kararlar yüzünden hem dostunu kaybetti hem de Çilingir’in Bünyamin’i öldürmesine sebep oldu. Bu yüzden kendi içinde suçluluk yaşıyor.
Alev, okuduklarıyla kaşlarını yukarıya çekip Barış’ın gözlerine birkaç saniye baktı. Tam telefonunun ekranına bakmıştı ki Ahmet’in çalan telefonuyla herkes birkaç saniyeliğine Ahmet’e baktı. Ahmet, cebindeki telefonunu çıkartıp aramayı cevaplandırdı.
“Alo?”
Ahmet, karşı tarafın konuşmasını dinledikten sonra kaşlarını yukarıya çekerek sol bileğindeki saate baktı.
“Seet çendê?” (Saat kaçta?)
Ahmet, yeniden karşı tarafı dinledi ve kaşlarını çattı.
"Çı bo Bozkurtê nıgêrî?" (Neden Bozkurt’u aramadın?)
Ahmet, uzun bir süre sessizce beklerken gözlerini Çilingir’e çevirip öylece bekledi. Çilingir, Ahmet’in kendisine baktığını fark ettiğinde birkaç saniyeliğine Ahmet’in gözlerine bakıp yeniden yola döndü. Çilingir’in direksiyona sarılan parmakları kasılıp gevşediği sıra Ahmet, telefonu kapatıp boğazını temizledi ve bakışlarını Çilingir’den kaçırdı.
Barış, “Ne oldu Zafir, bir durum mu var?” diye sordu. Ahmet, ön koltukta rahatsız olmuşçasına kıpırdandı ve omzunun üzerinden arkaya baktı.
“Caner’i ara, bir beş dakikalığına kenara çeksinler. Mete ile konuşmam gerek.”
Barış, Ahmet’in dediğini yaptığı an üç araçta dörtlüleri yakıp sağa çekmişlerdi. Ahmet, emniyet kemerini çözüp, “Siz arabada kalın,” dedi ve seri bir şekilde araçtan indi. Ahmet, en öndeki Mete’nin sürdüğü zırhlı araca ilerleyip şoför kapısının yanında durdu. Mete, tek kaşını sorgularcasına yukarıya kıvırıp Ahmet’e baktı.
“Bozkurt, konuşmamız gerek, iner misin?”
Mete, kafasını salladı ve camı kapatıp arabadan indi. Kapıyı kapattığında Ahmet, kaşları çatık bir şekilde Mete’nin gözlerinin içine baktı.
“Çilingir’in her şeyden haberi varmış.”
Mete, bir şey demeden gözlerini birkaç kere kapatıp açtı. Ahmet, şaşkınlıkla kaşlarını kaldırırken “Haberin var mıydı?” diye sordu. Mete, gözlerini devirip ellerini ceplerine soktu.
“Bazen gerçekten de kim olduğumu çabucak unutuyorsunuz Zafir. Benden bir tane de yerin altında var, unuttun mu?”
Ahmet, alt dudağını sıkıntıyla dişledi.
“Elias Farouq, ölmemiş Bozkurt. Bu durumda tatile çıkmamız ya da Selçuk ve Alperen’in Suriye’de kalması ne kadar doğru?”
Mete, derin bir nefes aldı ve kafasını iki yana salladı.
“İzleniyoruz zaten. Eyşan’ın ve Caner’in bu durumdan haberi var. Peşimize Hayalet Ekibinden Kıyam ve Sessiz’i taktılar. Gittiğimiz her yerde gölgeleri olacak, endişeye lüzum yok. Şimdi arabaya geç, Çilingir’i de şüphelendirme. Çilingir, kimse bilmiyor olarak biliyor, bunu fark etmesin.”
Ahmet, bir şey demeden ellerini ceplerine soktu ve Mete’nin yanından geçip en arkadaki arabaya doğru ilerledi. Mete, sıkıntıyla iç çekip arabaya bindi ve sinyal verip aracı yeniden yola soktu. Üç arabada aynı anda motorlarına güç verirken Ahmet, gözlerini kapatıp başını arkaya yasladı. Çilingir, kaşları çatık bir vaziyette Ahmet’e bakıp yeniden yola döndü.
“Bir sorun mu var?”
Ahmet, sessiz kaldı.
Bir günlüğün sayfaları açıldı. Kalemin kâğıtta bıraktığı kirli izler, akıp giden asfaltın kavurucu sıcaklığına karıştı. Yarım kalmış cümleler, unutulmuş sözler, geçmişin tozlu raflarından düştü.
Bir ihanetin yükü ağırdır omuzda,
Geceler susmaz, fısıldar adını rüzgâr.
Gözlerin hâlâ dünü anlatırken,
Ben bugün de kaybolmuş bir yabancıyım.
Sana uzanan ellerim titrer artık,
Dokunduğu her şey küle döner.
Dilime dolanan eski yeminler,
Boğazımda bir düğüm gibi çözümsüz.
Keşkelerin yankısı duvarları aşar,
Sessizliğin içinde sesini ararım.
Özür dilemek yetmez bazı yaralara,
Zaman bile affetmez bazı hataları.
Şimdi adım bir hatıradan ibaret,
Senin cümlelerinde eksik bir kelime.
Ve ben kendime bile anlatamazken seni,
Gölgeni taşıyorum her gittiğim yere.
23 Mayıs 2022 / Suriye
Alperen Gündüz, Ağzından
Ankara’yla Bozuşuruz, Perdenin Ardındakiler
Her hikâyenin bir başrolü vardır fakat herkes, kendi kaderinin yazarıdır.
Bazen kalemi elimizden düşürürüz, bazen de sayfalar bizim kontrolümüz dışında yazılır. Hayat, tahmin ettiğimiz kadar basit bir kurguya sahip değildir; beklenmedik olaylar, keskin dönemeçler ve derin yaralarla doludur. Kimimiz kendi hikâyesini cesurca yazarken, kimimiz başkalarının kaleminde silik bir yan karakter oluruz. Önemli olan, hangi satırlarda yer aldığımız değil, o satırları nasıl doldurduğumuzdur. Çünkü kader, yalnızca yazılanlarla değil, okunanlarla da şekillenir.
Ben, sonumun ne zaman geleceğini bilmediğim bir hikâyenin satırlarıydım.
“Gitmek zorunda mısın abi?”
Şimdi ise o satırların içinde kaybolmuş, cevabını veremediğim bir cümlenin içinde sıkışmış gibiyim.
Anlık gelişen planlama dahilinde, Ayda’ya açıklama yapmak zorunda kaldığım ana geri döndüm, zihnimde. Çizilmiş bir yolun en başında bıraktığım o kız çocuğuna baktım, yeniden. Arkasında durmasına izin vermeyip yanında durmaya zorladığı Deniz’in gözlerine baktım birkaç saniyeliğine. İki çift gözün, pınarlarından akmaya hazırlanan yaşların sebebi olduğumu yeniden hatırladım.
‘Sizi bırakmak istemiyorum,’ diyemedim.
“Buna mecburum, Ayda. Bu benim görevim.”
Ayda, beni anlamadı. Deniz’in anlamasını istedim ve o an Deniz’in gözlerinin içine yeniden baktım. Deniz, suskunluğuyla konuşuyordu. Nitekim o da bir askerdi ve neyin ne olduğunu Ayda’dan daha iyi kavrayacak kabiliyetteydi. Ayrıntılarına kadar da anlardı. Döneceğimin meçhul olduğunu hatta sonumun ne olabileceğini bile fark edebilirdi. Deniz’in gözlerinde ilk defa şahit olduğum bir kırılganlık sezdim.
Küçük bir çocuğun, belirsizliğe karşı savurduğu sessiz isyandı bu.
“Kardeşim sana emanet Deniz.”
Onu, canının pahasına koruyacağını bildiğim Deniz’e emanet ettim. Ayda’nın gözlerinde yarattığı mutluluğu, bir mehtap misali üzerinde taşımasına izin verdim. Dizlerimi zorlayarak değil, kalbimi sökerek ayrılmıştım Şırnak’tan.
“Alperen.”
Babamın Alp’i annemin Ceren’i ile buluşmuş, Selçuk’un dilinden ise Alperen olarak dökülmüştü. Dumanı kaybolmuş, zift renkli kahvenin içindeki bakışlarımı Selçuk’a çevirip kaşlarımı yukarıya kaldırdım.
“Efendim?”
“İyi misin?” diye sordu, Selçuk. Sesi sertti ama içinde sakladığı burukluğu ben tanıyordum. Sorduğu soruyu bu kez kendime sordum. İyi miydim ve en son ne zaman iyi olmuştum? Açıkçası bilmiyordum. Dudaklarımı büzerek birbirine bastırdım.
“Bir şey demeli miyim?”
Selçuk, omzunu silkti.
“Seni ben zorladım bu plana Alp. İyi olman benim için önemli.”
Bu kez gerçekten düşündüm. İyi olmam onun için önemliydi, peki benim için? En son ne zaman içimdeki ağırlık olmadan nefes aldığımı hatırlamıyordum. Gözlerimi kaçırıp boş duvara diktim.
“Sana kızgın değilim, Selçuk,” dedim nihayet. “Ama iyi miyim… bilmiyorum.”
Bir şey diyecek gibi oldu ama sustu. Kendime bir çıkış yolu arıyordum fakat bu hikâyede dönüş biletim olup olmadığını bilmiyordum. Selçuk'un elini omzuma koyduğunu hissettiğimde, istemsizce başımı salladım.
“Önümüzde uzun bir süreç var, ne zaman döneceğimizi bilmiyoruz,” dedi sadece.
Bunu zaten biliyordum ama en çok da bu yolun sonunun, nereye çıkacağını bilmemek canımı yakıyordu. Selçuk, sessiz kaldığımı gördüğünde sesli bir iç çekti ve elindeki kahvesini masanın üzerine bırakıp karşıma oturdu.
“Bu kardeşinle ilk ayrılığın değil, Alperen.”
Gözlerimi kaçırdım. Bunu hatırlatmasına gerek yoktu. İlk değildi, evet ama her seferinde aynı şekilde acıtıyordu. Sanki her veda, içimde yeni bir yara açıyor, kapanmamış eski kesiklerin üzerine tuz serpiyordu.
“Biliyorum,” dedim, sesi zorla çıkararak.
Selçuk başını hafifçe yana eğdi, gözleri üzerimdeydi. Onun bakışlarında gördüğüm şey, yalnızca bir dostun endişesi değildi. Daha derin bir şey vardı.
“Ayda’yı, emanet edebileceğin en doğru insanın,” kaşlarını kaldırdı, “güvendiklerimizin yanında bıraktın. Saçının bir teline bile zarar gelmemesi için elinden geleni yapacak insanlar var etrafında Alperen.”
“Biliyorum,” dedim yeniden. Sanki zihnimdeki bütün kelime dağarcığım sıfırlanmış ve tek bir sözcüğüm kalmıştı. Selçuk, kaşlarını hafifçe çattı ve ardından alnını büzüştürdü.
“Ee, o zaman sorun ne?”
Sesim, bir an için boğazımda takılacak gibi olurken dudaklarım, nefes almak için aralandı. Ciğerlerime çektiğim büyük bir nefesten sonra sözcükleri toparlamaya başladım.
“Hiçbir şey eskisi gibi değil, Selçuk. Belirsizliğin, belimizdeki silahta tuttuğumuz mermilerin sayısına yansıyacağından korkuyorum.”
Selçuk, gözlerimde bir anlam aradı. Cevap vermedi; sadece sessizce dinledi. O an, sözlerimin içinde kaybolan bir acı vardı. Belirsizlik, her adımda bizi yavaşça yutuyor gibiydi. Kalbimde bir yerlerde, her geçen gün daha da büyüyen bir korku vardı.
“Belirsizlik, her şeyin en tehlikeli tarafıdır,” dedim, ellerimi masanın üzerine koyarak. “Ve biz ona her adımda daha yakınlaşıyoruz. Bir noktada, geriye dönüş olmayacak.”
Selçuk bir süre sustu. Sonra, derin bir nefes alıp gözlerini bana çevirdi. “Biz askeriz biliyorsun değil mi?” dedi, sesi bu kez daha yumuşaktı. “Bozma Birliklere atandığında belirsizliğin içinde yüzmedin mi oğlum sen? Kelle koltukta kaç gece geçirdin?”
Sözleri, eski bir yarayı açtı. O zamanlar, belirsizlik bir yaşam biçimiydi. Birliklere atandığımda, her gece ölümü beklemek gibiydi. O korkuyu, her seferinde bir şekilde bastırmayı başarmıştım. Şimdi, burada ve bu şekilde, o eski "kelle koltukta" gecelerimi hatırlamak bile ruhumu sızlatıyordu.
Evet, biz askeriz. Belirsizliğin içinde yüzmeyi öğrendik ama şimdi, o belirsizlik her şeyin parçası haline geldi. Artık her şey, bir hedefin ya da görevin ötesine geçiyor gibi hissediyordum. Gelecek, her an karşımıza çıkan bir engel gibi görünüyordu ve bir an için nereye gittiğimizi unutmuş gibiydim.
Selçuk, dirseklerini masaya yaslayıp kaşlarını yukarıya kaldırdı.
“Belirsizlikten bu kadar korkarken, neden asker oldun o zaman Alperen?”
Soru, zihnimde yankı yaparken bir an için ne diyeceğimi bilemedim. Bakışlarım; Selçuk’un gökyüzü rengine benzeyen gözlerinde bir ay misali asılı kalırken, zihnimin derinliklerinde gördüğüm suratları yeniden izlemeye başladım.
“18 Haziran 2011 tarihinde; Ankara Altındağ bölgesinde gerçekleşen terör saldırısı esnasında, Kahraman polis memurlarımız Alp Gündüz ve Ceren Gündüz, görevini yerine getirirken şehit olmuştur.
Alp ve Ceren Gündüz, Türk milletinin huzurunu ve güvenliğini sağlamak için canını hiçe sayarak görevini yerine getirirken, kahramanca mücadele etmiştir. Gösterdiği fedakârlık ve cesaret, Türk polis teşkilatının onurudur.
Şehitlerimizin ailesine, meslektaşlarına ve tüm milletimize başsağlığı diliyorum. Aziz hatıraları asla unutulmayacaktır. Milletimizin başı sağ olsun.
Ruhu şad olsun, mekanları cennet olsun.”
Emniyet müdürünün, kürsünün arkasından yaptığı konuşmadan sonra yanıma gelişini izledim. Ayda’nın yanımda, başı dik bir şekilde duruşunu hatırladım. İçten kırılmış kardeşimin gözünden akan yaşı sildiğim anları gördüm. Parmak uçlarıma bulaşmış nemin, kendi yanaklarıma bile dökülmeyen yaşların yerine ıslattığını yeniden hissettim.
Hiçbir zaman aile olmayı becerememiş, dört duvar arasında yalnız kalan, iki kardeşin öfkesini tek bir sözcük ile dilime yansıttım.
“İntikam.”
Sesim, belirsizliğin içinde kaybolmuş bir çığlık gibiydi.
Selçuk, gözlerini birkaç kez kırptı.
“Alabildin mi peki?” diye sordu.
Kafamı salladım, “Aldım,” dedim hiç beklemeden. Selçuk, beklentiyle kaşlarını kaldırdığında ağzımdan çıkan sözcüğün devamını getirecekmişçesine davrandığımı fark etmiştim. Derin bir nefes alıp verdim.
“İçimden geçen tek şey, bir an önce bu lanet olası karanlık olayın, yüreğimde bıraktığı derin yaraları sarmaktı ama olmadı, yapamadım Selçuk. Onları kaybeden yalnızca ben değildim, Ayda’da kaybetmişti. Benimle birlikte ona da yüklenen bir sorumluluk vardı; ona sahip çıkmam, birlikte her şeyi göğüslemem gerekiyordu.”
Göz kapaklarımın, gözlerimin üzerine kapanmasına izin verdim.
“Ayda’yı yalnız bıraktım,” gözlerimi açtım, “O çaresini konservatuar okumakta bulurken ben, her gece dağın başında geride bıraktığım mermilerimin kovan sayılarını tekrar ediyordum.”
Selçuk, başını hafifçe yana eğerek dikkatle dinliyordu. Gözlerinde yavaşça beliren bir yumuşama, sesimin tonunda bir değişiklik arıyor gibiydi. Ama ben, söylediklerimin ağırlığından daha çok, kelimelerimin içindeki acıyı hissetmekle meşguldüm.
"Alperen," dedi Selçuk, sesi önceki kadar sert değildi, ama hala içinde bir yük vardı. "Bazen, herkesin kaybettikleriyle başa çıkma biçimi farklı olur. Ayda'nın yolu, seninkinden başka. O, kendi yolunda bir şeyler buldu, sen de bulmaya çalışıyorsun. Ama kaybettikleriniz, her ikinizin de ruhunda bir iz bırakacak, hatta bırakmışta. Birinin geride bırakıp, diğerinin yerinde kalmak zorunda olmadığı bir yolculuk bu."
Gözlerim, Selçuk'un sözlerinin anlamını sindirmeye çalışarak, önümü izledi.
“Bak bana, intikam isterken geldiğim son noktayı görebiliyor musun? Gördüğüm yerde kafasına sıkmak istediğim puştu, kendi ellerimle teslim edip hâlâ nefes almasını sağlayan biriyim ben. Üstelik kimse anlamasın diye vurulduğunda yalandan bağıran bir gereksizim. Elimde avucumda sadece neyim kaldı biliyor musun, Alperen?”
Selçuk, kısa bir süre sessiz kaldığında devam etmesi için gözlerine baktım. Mavilerinin etrafını sarmış kılcal çizgilerine dikkat kesildim.
“Sadece kırık dökük bir harita ve solmuş bir pusula.”
24 Mayıs 2022 / Çamlıhemşin, Rize
Eyşan Çakır, Ağzından
Sisli bir vadideyim. Çevremde ne bir yol vardı ne de tanıdık bir iz. Ay, ince bir hilal gibi gökyüzünde asılıydı ve rüzgâr, çay yapraklarının arasından süzülen fısıltılar gibi kulağıma eski bir ninniyi taşıyordu. Her şey griyle yeşilin arasında kaybolmuş, gölgeler sessizce hareket ediyordu. Çay tarlaları sonsuzmuş gibi uzanıyordu önümde ama yaprakları yanıktı. Parmaklarıma dokunduklarında ellerimi kesiyorlardı sanki. Yürümeye çalıştım ama ayaklarım batıyordu.
Toprak değil, sanki eski anılarla dolu çamurdan bir bataklıktı.
“Uyusana gözlerim,
Geceler üşür yalnız.
Ay saklanır yastığına,
Rüzgâr bile susar biraz.”
Kulağıma annemin sesi geldiğinde gözlerim, sisli vadinin etrafında dolandı. Dere kenarında, sırtı bana dönük oturduğunu gördüm. Küçük adımlarla ona doğru ilerlemeye başladığımda bir anda çaylıklar yanmaya başladı. Gökten kar gibi beyaz yapraklar yağıyor ama her biri yere düştüğünde siyaha dönüyordu.
“Gül dalında kan kokar,
Annem seni hep arar.
Uyumayan yıldızlar var,
Onlar da seni sorar.”
Annemin etrafındaki çaylıklar, ona ulaşmama engel olmamıştı. Yanına vardığımda yüzüne yansıyan turuncu dalgalar, gözlerinin yeşilini kaplamıştı. Beni görebileceğini sanmıştım ama sanki ben orada hiç yoktum. Yumruk yaptığı sağ elinde, parmak boğumundan dışarıya sızmış bir zincir sallanıyordu.
“Ninni ninni, kara dağlar,
İçine gömdüm dualar.
Bir yüz vardı, sustu gitti,
Adı yoktu, sesi ağlar…”
Sağ elimi kaldırıp, yumruk yaptığı elinin üzerine koydum. Avcumun içi sanki ateşe dokunmuşçasına yanarken elimi kaçırmadım. Derimin kavrulduğunu hissederken parmaklarını ağır bir şekilde avucundan ayırdı. Bakışlarım kader çizgisinin üzerinde yaslanmış, Züğürt’e ait olduğunu fark ettiğim künyede asılı kaldı.
“Kapat gözünü kuzum,
Gece düşmesin içine.
Uyanırsan ağlarsın,
Rüya geçer tenine.”
Birden, arabanın hafif sarsıntısıyla gerçekliğe döndüm. Göz kapaklarım titredi. Nefesimi tutmuşum, fark etmeden. Gözlerimi açtığımda karşılaştığım ilk şey, Çamlıhemşin’in sisli sabahına yansıyan solgun ışıklardı. Camın buğusunda biriken damlalar, sanki rüyadaki yanık yaprakların izini taşıyordu.
Elim farkında olmadan sağ bileğime gitti. Zincir yoktu ama yanma hissi hâlâ oradaydı.
Sanki annemin dokunuşu tenimde asılı kalmış, rüyanın ağırlığı ise göğsümün tam ortasında biriken duman gibi çöreklenmişti. Mete’nin bakışları dikiz aynasından beni bulduğunda şefkatin kırıntılarını ruhuma akıttı.
“Geldik güzelim,” dedikten hemen sonra kafasını sağa çevirip Caner’e baktı. “Bagajda eşyalar bir el atsana.”
Caner, kafasını sallayıp kulpa uzandı ve Mete ile araçtan indi. Bakışlarımı yanımda oturan Lara’ya çevirdiğimde mahmurlaşmış gözlerini kırpıştırdı. Olduğu yerde kıpırdanırken elini ağzına siper edip esnedi. Kıkırdayarak bu halini izlemeye devam ederken ellerini karnına koyup bana baktı. Gözlerindeki heyecan ve mutluluk parıltılarıyla gülümsedi.
“Bunlar beni çok uykucu yaptı, sen nasıl dayanıyorsun?” diye sorguladı.
Kafamı iki yana sallayarak belirginleştiğini hissettiğim karnıma ellerimi yasladım.
“Dayanmıyorum ki direkt uyuyorum,” deyip güldüm. Lara ile karşılıklı gülerken elini kapı kulpuna koyup açtı. Lara’nın arkasından arabadan inip Çamlıhemşin’in temiz havasını ciğerlerime soludum. Mete, Caner ile valizleri araçtan indirmiş, Asiye yengemin evine doğru ilerlemeye başlamışlardı. Deniz, Kubilay ve Osman peşlerinden ilerlerken Çilingir ve Barış arabaları kontrol edip kilitleme işlerini hallediyordu.
Osman, evin kapısını açıp içeriye girdiğinde Mete ve Caner peşinden ilerledi. Valizleri yerleştirmek için hole bırakıp salona geçtiler. Herkes salondaki koltuklara dağıldığında daha önce burayı görmemiş olanlar evi inceliyordu. İçlerinden en çok Mete ve Caner’in bakışları, Osman ile benim dikkatim çekmişti.
Osman, dudaklarındaki buruk tebessümle onları izlemeye devam ederken Caner, sesli bir iç çekti.
“Sanki her an bir yerden Asiye anne çıkacak gibi, değil mi?” dedi ve Mete’ye baktı. Mete, gözlerini hızla kırpıştırıp salonun köşesindeki odun sobasına kaydı. Gözlerinin parladığına şahit olurken dudaklarında çarpık bir tebessüm oldu.
"Haçan odun sobasina fazla yanaşmayın da, yanarsınız ha!" dedikten sonra Caner ile kahkaha atarak gülmeye başladılar. Gülmelerine Osman’da eşlik etmeye başladığı sıra gözlerimin dolmasına engel olamamıştım. Dudaklarım titrek bir şekilde büzüştüğünde bakışlarım Osman’a kaydı. Osman, gözlerimin dolduğunu fark ettiğinde burukça gülümsedi ve kafasını iki yana salladı.
“Annem senin bu halini görseydi, şamara çevirirdi.”
Dayanamayıp hıçkırdığım sıra Mete, hızla oturduğu yer döşeğinden kalktı ve önümde dizlerinin üzerine çöküp bana sarıldı. Dudaklarımdan dökülen hıçkırıklarımı saklamadan kollarımı boynuna sardığımda Mete, yüzünü boynuma sakladı. Boynumda hissettiğim ıslaklıkla Mete’nin içli nefesini işittim.
“Aaa yapmayın ama,” diyen Osman’ın serzenişi ile Mete, benden ayrılıp ellerini yüzünde gezdirdi. Elimi tutup oturduğum yerden kaldırdı ve gözlerini açmadan dudaklarını araladı.
“Siz oturun, biz birazdan geliyoruz,” dedi, çatlamış ses tonuyla. Kimseden çıt çıkmazken gözlerini aralayıp yere baktı ve hızla beni çekiştirerek yürümeye başladı. Kapısı kapalı olan odanın önünde durdu, ardından kapıyı açıp kenara çekildi. Önceden gördüğüm odanın pervazına yaslanıp gözlerimi duvarın içindeki fotoğraflarda gezdirdim.
Mete, küçük bir adım atarak odaya girdi ve beni içeriye çekerek kapıyı kapattı. Gözleri gözlerimden bir an için ayrılmazken ellerini yanaklarıma yasladı.
“Bu odayı daha önce görmüş gibisin,” dediğinde kafamı salladım.
“Züğürt için konuşmaya geldiğimizde görmüştüm. Seni kırdığım günün ertesi günü, aslında senin beni herkesten daha çok tanıdığını o gün anladım.”
Mete’nin gözleri, titrekçe gözlerimde gezindi.
“On bir sene.”
Kaşlarımı sorarcasına çattım. Mete, kurumuş dudaklarını ıslattı.
“Buraya gelmeyeli on bir sene oldu,” bakışlarını duvarda asılı olan fotoğraflarda gezdirdi, “ama sanki daha dün bu odadaymışım gibi hissediyorum.”
Gözleri duvarda asılı olan üniformada kaldığında elimi tuttu ve ağırca üniformanın önüne çekti. Arkamda duraksattığı bedenini sırtıma yaslayıp yanağını yanağıma sürttü.
“Seni ilk gördüğümde üzerinde bu üniforma vardı. Asiye anne, siz gittikten bir hafta sonra bu üniformayı getirip bana verdi. ‘Bir gün onu bu üniformanın önüne getirdiğinde sana tek bir cümle söyleyecek,’ dedi.”
Mete’nin cümlesi, zihnimde bir anının düğümünü açtı. Pas tutmuş kelimeler dilimde bir ağırlığa sebep olurken dolan gözlerimi kırpıştırıp başımı sağa çevirdim, gözlerinin en içine baktım. Tuzlu mavilerinde ciğerimi yakan soluklarımı gerçekleştirdim.
“Biz çok büyümüşüz,” deyip hıçkırdığımda Mete’nin sol gözünden bir damla yaş aktı. Titreyen dudaklarını birbirine bastırıp kafasını salladı. Dudaklarını güçlükle aralarken konuşacağını sandım ama yalnızca içli bir nefes çekti. Düğümü açılmış anıların en karanlıkta kalanı kalbimin tam ortasına demir attı.
Zorlukla, “Hayatlarımızı, hayallerimizi, umutlarımızı çaldılar bizden,” dedikten sonra Mete, karnımdaki ellerini kollarımın kenarına koyup beni kendine çevirdi. Alnı alnıma yaslanırken ikimizin de göz kapakları, yaşlarla dolmuş gözlerimizi örtmüştü.
Mete, “Çocukluğumuzu, masumiyetimizi çaldılar bizden,” dediğinde hıçkırığımı bastırmak için çaba gösterdim. O hüzünlü, yaralı anı bir nefeste birbirimize aktarırken, ikimizin içinde de sıcakkanlı bir sevdanın izleri kalıyordu.
“İyi ki buldun beni,” dedim yavaşça. Gözlerimi açtığımda Mete, gözlerinden akan damlalar ile gözlerimin derinliklerine baktı. Mavi, en berrak, en temiz haliyle toprağıma aktı.
“Hep önce sen geldin bana, ben bulmadım seni,” dedi ve alnını yavaşça alnımdan ayırıp dudaklarını yasladı. Adının yazıldığı yere buselerini kondurdu.
“Farkında olmadan karışmışız biz Eyşan. İnanıyorum ki kaderimiz daha farklı bir şekilde yazılmış olsaydı bile sen bana gelirdin.”
Bir an, sözlerinin ağırlığı içinde kaybolsam da ona doğru hafifçe gülümsedim.
“Gelirdim,” dedim ve bu kez sadece söylediklerimle değil, gözlerimle de bunu hissettirdim. Mete, alnımdan yavaşça çekildi ve gözlerinin içindeki o parıltıyla, bir an için zamanı durdurduğumuzu hissettim. "Bende yine severdim seni," dedi ve sanki geçmişi, geleceği ve tüm o karmaşayı geride bırakmışçasına rahatlamış bir tavırla gülümsedi.
Aklıma gelen düşünceyle, yavaşça kıkırdadım. "Aşkımdan, duvarları fotoğraflarla süslerdin. Her köşede bir anı, bir gülüş, bir hüzün olurdu," dedim. O an, içimdeki her şey, her anı, her his kaybolmuştu. Sadece ikimiz vardı, burada ve şimdi.
Mete, dişlerini göstererek sırıttı. "Belki de öyle ama ikimizin bir olduğu her anı fotoğraflamak, her duvarı süslemekten daha değerli olurdu," dedi. Gözleri, hâlâ üzerimdeki parıltıyı taşıyor ama bu sefer daha sakin, daha huzurlu bir şekilde bakıyordu.
“Geç kalmış sayılmayız,” dedim bir anda. Mete’nin ellerinden ayrılıp yüzümü duvara döndüm ve rastgele çekilmiş bir fotoğrafa baktım. Mete’nin ve benim küçüklüğümün, yaylada çekilmiş bir fotoğrafa sahip olduğunu fark ettim.
“Mesela bu fotoğrafı şimdi birlikte, yeniden çekebiliriz.”
Mete, arkamdan karnıma sarılıp çenesini saçlarıma hafifçe sürttü.
“Neden olmasın, yaparız tabii.”
Olduğum yerde biraz hareketlenip yeniden Mete’ye döndüm. Gözlerindeki gülümseyen gamzeleri, gözlerimin en derinine akıtmaya devam ederken ellerimi beline sardım. Yüzünü biraz daha eğip alnını alnıma yasladı.
“Yüzüne kalıcı bir tebessüm inşa edeceğim. Bunca zaman yapamadığımız her şeyi yapabilmek için elimden geleni yapacağım, sana söz veriyorum Eyşan.”
Gülümseyerek kaşlarımın altından gözlerine bakmaya devam ettim.
“Birlikte yapacağız sevgilim.”
Mete, içli bir nefes alıp alınlarımızı birbirinden ayırdı ve ellerimizi birbirine kenetleyip odadan çıkmamızı sağladı. Salona geri döndüğümüzde Caner, elinde tuttuğu çerçeveyi Lara’ya gösteriyordu. Mete ile yanlarına ilerleyip koltuğa yerleştiğimiz sırada Caner, tebessüm ederek çerçeveyi Mete’ye çevirdi.
Çerçevenin içine sıkışmış anı, Mete ve Caner’in Kara Harp Okulu’ndan mezun olduğu fotoğraftaki yansıtıyordu. Caner, gülerek Mete’ye baktı ve kaşlarını kaldırdı.
“Asiye annenin boyu yetmediği için eğilecektik, hatırlıyor musun?” dedikten sonra bakışlarını fotoğrafa kaçırdı ve baş parmağıyla Asiye yengemin yüzünü okşadı. “Ben de dahil, hiç kimsenin yanında eğilmeyeceksiniz. Size yetişmek isteyen olursa bırakın, onlar sizin boyunuza ulaşsınlar,’ demişti.”
Bakışlarımı fotoğraftan alıp Osman’a baktığımda buruk bir tebessümle Caner’i izliyordu. Osman, bu zamana kadar onlara annesiyle ilgili hiçbir kötü söz söylememişti. Teknik olarak Osman, yeterince Asiye yengemin yanında olamamıştı ama ona rağmen paylaşımcılığını hiç kaybetmemişti. Bu onun, merhametinin bir kez daha ne kadar güçlü olduğunun farkında olmama sebep oluyordu.
Asiye yengemin en güçlü özelliği, Osman’ın kanlarında dolaşıyordu.
Osman, ona baktığımı fark ettiğinde boğazını temizledi ve çenesini dikleştirdi.
“Evet millet, uzun bir yoldan geldiğimiz için yemeklerimizi yiyip dinlenelim. Yarın ne yapmayı düşünüyorsunuz?” diye alelacele bir soru sorduğunda Mete ile Ahmet’in arasında bir bakışma geçti. Çok sürmeyen bu bakışma sonrası kollarımı göğsümde bağladım.
Yonca, ellerini birbirine sürterken “Denize girsek olmaz mı? Hem ne bileyim biraz gezeriz, hıh?” dedikten sonra parlayan gözlerle bana ve Kubilay’a baktı. Kubilay’ın bakışları anında Mete’ye kaydığında gözlerimi kıstım.
“Olur,” dediğimde Mete’nin bakışları yeniden bana çevrilmişti. Tam dudaklarını aralayıp bir şey söyleyecekken Lara, ondan önce davrandı.
“O halde yarın kahvaltıdan sonra alışveriş yapalım. Öğlen yemeğini gittiğimiz yerde piknik tarzı yaparız, olmaz mı?” diye sorguladığında kafamı hızla sallayıp Mete’ye gülümseyerek baktım.
“Bence çok güzel bir fikir,” deyip bakışlarımı herkesin yüzünde gezdirdim. “Hem kafamızı dağıtırız hem de eğlenceli vakit geçiririz.”
Mete’nin gözleri, dişlerimi göstererek güldüğüm dudaklara düşüp ardından yeniden gözlerime tırmandı. Gözlerini kıstı ve ardından dudaklarıma bakıp tebessüm etti. Gözlerini kapatıp açtığında tebessüm ettiği dudaklarının arasından “Olur,” kelimesi döküldü.
Mete, verdiği sözü tutmak için çoktan kolları sıvamıştı bile.
24 Mayıs 2022 – 23:59 / Çamlıhemşin, Rize
Lara Akman, Ağzından
Chemistry & Math, Flunk
Her rahim, Havva’nın var oluşundan beri taşınan kutsal bir emanetti; içinde büyüyen her bebek, insanlığın sonsuz döngüsüne atılan taze bir adımdı. Henüz dünyayı tanımadan onun sessiz dualarını taşıyordu içinde. Düşünüyorum ki belki de Havva’dan bu yana hepimiz, aynı rahmin farklı yankılarıyız ve bebek, sadece başka bir başlangıç.
Ben, o döngünün neresindeyim bilmiyorum. Bir kadının rahmine düşmeden önceki sessizlikle, şimdi içimde yankılanan sesler arasında bir bağ var sanki. Havva’nın sustuğu yerden konuşmaya çalışan bir yorgunluk gibi… Bazen sadece susmak istiyordum; çünkü kelimeler, bu kadim yükün karşısında hep eksik kalıyordu.
Bir an için kelimelere gerek duymadım ve pencerenin pervazına yaslanmış Caner’in arkasına doğru yaklaşmaya başladım. Omuzları hafifçe öne eğilmişti ama hâlâ dimdik bir dağın gövdesi gibiydi. Camın hemen ardında, gökyüzü yıldızlarla doluydu; bir avuç sessiz mucize gibi parlıyorlardı. Hava sakindi. Ne rüzgâr vardı ne de uzaklardan gelen bir ses. Sadece gecenin kendi nefesi duyuluyordu; yumuşak, derin, bilgece.
Caner’in silueti ay ışığında belirginleşmişti. Başını hafifçe eğmişti, sanki yıldızlara bir şey fısıldar gibiydi. Ama onun yıldızlara değil, kendi içine baktığını biliyordum. Bir şey düşünüyordu. Belki geçmişi. Belki beni. Belki dördümüzü. Arkasında durduğumda ellerimi kollarının arasından yavaşça beline sarıldım ve alnımı sırtına yasladım.
Ayaklarım çıplak, kalbim uyanıktı.
Onun sırtı ise sıcaktı, sanki geceyi değil, beni ısıtıyordu.
Yıldızlar tepemizde parlıyor, dünya sessizce dönüyor, kalplerimiz o kıymetli sessizlikte birbirini duyuyordu ve ben, o anda anladım; bazen bir kadının alnı, bir adamın sırtında dua gibi dururdu.
O dua, hayatta kalmanın en güzel haliydi.
Bir süre sonra Caner’in nefesi değişti ve usulca iç çekti. Belki ayın gümüş rengi tenine vurduğu için, belki de sırtımdaki sıcaklığını hissettiğimde anladım ki o da benim kadar suskunluğa mecburdu. Ama artık ikimiz de susamayacak kadar yorgunduk. Başını hafifçe çevirdi, beni görebilmek için azıcık geriye döndü. Göz göze geldiğimiz o an yıldızların gökten düşmesini beklemek gibi uzun ve ağırdı.
Caner, elini belimin üzerinden geçirip, beni tamamen kendine döndürdü. Artık göğsüne yaslanıyordum ve kalbinin ritmini duyuyordum. Ritmi, benimkine karışıyordu. Sıcak avuç içi, ince tişörtümün üzerinde sırtımda dolaşırken çoktan gözlerim kapanmıştı.
“Uyuyamadın mı güzelim?” dedi fısıltıyla, sesi neredeyse bir gece duası gibiydi. Kafamı ağırca iki yana salladım. "Sensiz uykuya devam edemedim," dedim, dudağım onun köprücük kemiğine değecek kadar yakın. Aramızdaki mesafe, tüm geçmişi ve geleceği yok sayacak kadar küçüldü. Yanaklarım onun boynuna dokunduğunda titredi. Caner, başını hafifçe eğdi. Dudakları saçlarımın arasında kayboldu. Sarılmıyorduk artık.
Birbirimizin içinde eriyorduk.
Caner, beni kendine çektiğinde, elleri belimde daha sıkı kavrandı. Dudakları, sabırsızca ve kuvvetle benimkileri buldu. Bu kez sadece bir öpücük değildi; her şey iç içe geçiyordu, bedenler, duygular, arzu. İçimde ne varsa, bütün o hırs, istek ve boşluk bir anda onunla buluşuyordu.
İçimi ateş sardı, her yerimde onu hissediyordum. Onun da benden başka bir şey istediğini biliyordum. Hislerimiz ne kadar karmaşık olsa da vücudumuz sadece bir şeyi arıyordu: Birlikte olmayı, birlikte yanmayı.
“Beni hep düşündüğünü biliyorum… Ama her düşündüğünde, beni hayal etmekle yetinmedin, değil mi? Şimdi buradayız,” diye fısıldadım, öpüşlerinin arasından. Caner’in yüzü, öfke ve arzu karışımı bir ifadeyle gerildi.
“Hayal etmek mi? Hayal ettiğim şeyin gerçeğiyle karşı karşıyayım, Lara.”
O an, gözlerinde yalnızca arzuyu görmekle kalmadım; yıllardır içinde biriken, bir türlü dile getiremeyen her şey vardı.
“O kadar çok bekledim ki seni…” dedi. Sesi kısılmış, gözleri yarı açık bir şekilde benden kaçıyordu. Gözlerimdeki ateşi gördü, ancak geri adım atmadı. Tam tersine, elleri sırtımda daha da derinleşti.
“Bunu hak ettik, değil mi?” dedi, dudaklarını boynuma yerleştirerek. Her kelimesi, içimdeki ateşi körüklüyordu. O anda, her şey silindi. Geçmiş, gelecek, her şey yoktu.
Yalnızca biz, bu ateşin içinde birbirimize yaklaşıyorduk.
Caner, ellerini belimden sırtıma kaydırarak, kıyafetimi çekiştirdi. Bir anda hiçbiri engel olamaz hale geldi. Bedenlerimiz, içimizdeki bu arzuya teslim olmuştu. Bir an durup derin bir nefes aldım, gözlerime bakarak, onun da benden başka bir şey istemediğini fark ettim.
“İstediğim tek şey seninle, sizinle olmak,” dedi, sesi şimdi bir titremeyle karışmıştı. Caner’in kolları vücudumu daha da sıkıca sardığında, ona doğru tamamen yaslandım. Caner, yavaşça sırtımdan aşağı kayarak, belime daha sert sarıldı. “Sadece sen… yalnızca siz,” dedi, dudaklarının arasından çıkan her kelime, beni daha da yakıyordu.
Tenim, onun dokunuşlarına karşılık vermek için daha yakın olmayı, daha fazla sarılmayı istiyordu. Caner’in dudakları boynumda ıslak izler bırakırken, parmak uçlarım sertçe omuzlarına dokundu. Onu kendime çekmek için biraz daha kuvvetli bastırdım. Vücudumun her köşesi ona yöneliyordu.
“Caner,” diye fısıldadım, dudaklarım onun çenesine, sonra göğsüne kayarak. Sesimdeki titreme, ona olan arzumun ne kadar yoğun olduğunu gösteriyordu.
Caner’in gözleri, gözlerimdeki ateşi gördü ve her şey, bir anda patlayan bir volkan gibi hissettirdi. “Lara…” dedi, sesi derinden ve kesik kesikti ama durmadım. Çıplak göğsüne öpücüklerimi kondurmaya başladığımda sırtındaki o ince, titreyen kasları hissettim. Yavaşça, derin bir nefes aldı ve yüzümü kendine çekerek, gözlerimin içine bakıp, dudaklarını yine benimkilerin üzerine kapadı. Dudaklarımız hızla birleştiğinde, onun arzusuyla karışan her şey, sadece bir kavuşma değil, bir itiraf gibiydi.
Dünyadan kopmuş gibiydik, sözler gereksizdi.
Bedenim, ona daha yakın olma arzusuyla titriyordu. Caner, beni nazikçe fakat kararlı bir şekilde yatağa doğru yönlendirdi. Yavaşça sırtım yatağa değdiğinde, Caner de üzerime kapandı, kolları etrafımda daha sıkı bir şekilde yerleşti. Bir an, gözlerimiz birbirine kenetlendi. Ağırlığını üzerime vermemek için sıktığı kollarından beliren damarlarda avcumu gezdirdim.
“Zarar gelmez, değil mi?”
Zihnimdeki kelimelerin hiçbiri dudaklarımdan cevap olarak dökülmezken, sustum ve cevabımı ona anlayabileceği dilden göstermek istedim. Bedenim ona daha yakın olmak için kıpırdandı, parmaklarım onu biraz daha yaklaştırırken dudaklarım, bir tutku fırtınasında, onu yerle bir etti. Gözlerim, her anı derinlemesine hissetmek isterken, dudaklarım onun dudaklarını buldu.
Caner, yavaşça ve sabırsızca beni daha fazla tutarken, her dokunuşumla daha fazla yakınlaştık. Onun vücudundaki her kası, her hareketi hissettikçe, içimdeki arzu daha da katlandı. Parmaklarım onun sırtında gezinirken Caner, altımdaki şortun lastiklerine parmaklarını geçirip aşağıya doğru çekiştirdi. Bacaklarımdan çıkarıp kenara fırlattığı şortum gözden kaybolurken, ellerimi sırtından kaydırıp altındaki eşofmanı çekiştirdim.
Caner, bana yardımcı olarak kolayca eşofmanını çıkarttı. Gözleri gözlerimden bir an için olsun ayrılmazken sağ elini iki göğsümün arasına yaslayıp gözlerini kapattı ve başını geriye attı. Avcunu döven kalp atışlarımın sertliğini fark etmiş olmalıydı ki gözlerini açıp yeniden gözlerime baktı. Göz bebeklerindeki şükran, kanımda dolaşan hazza karışmak için hazırda bekliyordu.
Sağ elini iki göğsümün arasından karnıma doğru ağırca sürükledi ve rahmimin olduğu yerde durdu. Sağ elini biraz kenara kaydırıp yüzünü karnıma eğdi ve dudaklarını bastırdı. Gözlerimi kapatıp başımı geriye attığımda kurumuş dudaklarımı yaladım.
Rahim bir sırdı; Havva’dan kalan. Bebek, bu sırrın sessiz cevabıydı.
“Canını acıtacak olursam durdur beni.”
(+23) ARGO, CİNSEL VB. CÜMLELER İÇERMEKTEDİR. (+23)
Caner, dudaklarını tenimden hiç ayırmadan kasıklarımı örten iç çamaşırına doğru sürükledi. Bacaklarımı biraz daha açıp daha fazlasını istediğimi gösterirken ellerimi Caner’in saçlarına bıraktım. Parmaklarım saç diplerini okşarken Caner’in bıraktığı nefesleri hissedebiliyordum.
“Lara,” boğukça inlemesinin arasından fısıldadığı ismimle alt dudağımı dişleyerek sağ elimi saçlarından çektim. Vajinamı örten iç çamaşırımın kenarından tutup ona yer açtığımda Caner, inleyerek dudaklarını vajinama bastırdı. Dudaklarımdan dökülecek olan inlemem, onun anında ağzıma yasladığı avcunun içinde kaybolurken nefeslerim sıklaşmıştı.
Dudakları, vajinamın etrafını dolanırken dili tüm benliğimi sarsmak istercesine hüküm sürüyordu. Bacaklarımı kaldırıp ayaklarımın topuklarını sırtına bastırdım. Nefes alışlarımızın ritmi birbirine karışmıştı; kalbim göğüs kafesimden fırlayacak gibiydi. Caner’in dudakları tenimde gezinirken, içimde yükselen dalgayı bastıramıyordum. Her öpücüğünde geçmişim, korkularım ve dirençlerim bir bir siliniyordu.
Parmaklarım saçlarının arasına yeniden gömüldüğünde, orada kalmak, oraya kök salmak istedim.
Sağ eli, karnıma yaslanarak bir yılan misali süründü ve sol göğsüme kapandı. Sırtım, aldığım zevkle yukarıya doğru kıvrılırken Caner’in dudakları vajinamdaki yerini daha da benimsemişti. Parmaklarım saçlarını çekiştirmeye devam ederken zihnimdeki algılarım kapanmak üzereydi.
Kasılan vajinamda hissettiğim parmaklarla sol elimi yeniden dudaklarıma yasladım. Artık içime girmesini istiyordum. Varlığını, varlığıma katmasını sabırsızlıkla bekliyordum. Sanki yeniden birlikte olacakmış gibi, ona ait olmak istiyordum.
Güçlükle, “Caner, lütfen,” inleyerek fısıldadığımda Caner, dudaklarını işkence çektirerek ayırdı. Gözlerinin mavilerinde yanan soğuk ateş, benimkilere nazaran daha şehvetli bir görünüme sahipti. Gözleri ağırca vajinama çevrildiğinde kasılıp gevşeyen deliğim alt dudağını sertçe dişlemesine neden oldu. Caner, altındaki boxerı çıkartıp üzerime eğildiğinde ağırlığını vermemek için kendiyle savaşıyordu.
Yatağa bastırdığı sol elinden destek alırken sağ eliyle penisini kavradı ve ıslaklığımla bulanan vajinama birkaç kere vurup sürtündü. Yaptığı hareketle inlemek üzereyken dudaklarını sertçe dudaklarıma bastırdı. Öpüşlerimizin arasında birbirine karışan inlemelerimiz, soluklarımızı kesmek yerine can katıyordu.
Caner’in dokunuşlarıyla vücudumun her zerresi titrerken, aramızdaki sınırlar yavaşça eriyordu. Her öpücüğü, her nefesi beni içine çekerken, ben de ellerimi onun saçlarında kaybettim. İçimde yankılanan ismini fısıldayışı, kalbimde ve bedenimde aynı anda patlayan bir volkan gibiydi. Artık kelimeler yetersizdi; sadece tenimiz konuşuyordu.
Kalın ve sertleşmiş penisini ıslak deliğimde hissettiğimde dudaklarımın arasına büyük bir soluk bıraktı.
“Yavaş, ah, yavaş,” diye fısıldayarak kendini bana doğru bastırdı. Öpüşlerimiz bir an için durakladığında onu içimde hissetmek, sanki yeniden ve yine ona aitmiş hissi veriyordu. Caner, içime tamamen dolduğunda gözlerini gözlerimde gezdirdi.
“Nasılda sarıyorsun beni,” gözlerini kapatıp dudaklarımın arasına inledi. “Ah, Lara, hiçbir zaman doyamayacağım sana.”
Topuklarımı kalçalarına yaslayıp iyice kendime çekiştirdiğimde sağ elini saçlarıma daldırdı ve usulca okşamaya başlarken içimdeki gelgitlerini hızlandırdı. Dudaklarımız yeniden belli bir ahenkle buluşmalarına devam ederken ellerimi göğsüne yasladım. Parmak uçlarım teninin her bir noktasını özenle zihnime kazırken Caner, üzerime bırakmak istemediği ağırlığıyla zorlanıyor gibi görünüyordu.
Yavaş bir hareketle kollarımı sırtına güçlüce yaslayıp yatağa doğru ittirdim. Caner, kucağına geleceğimi anlamışçasına zorluk çıkartmadan yatağa devrildi. Yer değişikliğimiz, onun erkekliğinin daha çok içime gömülmesine neden olurken Caner’in parmakları saçlarımın arasına daldı. Yüzümü yüzüne yaklaştırıp hoyratça öpmeye başladığında kucağındaki hareketlerimi hızlandırdım.
Caner, sol elini sağ göğsüme bastırıp sıktığında dudaklarının arasına bir inleme bırakmıştım. Dudaklarını dudaklarımdan çekip yüzümün her bir noktasında gezdirmeye başladı ve en sonunda alnını alnıma yasladı. Bakışları, kucağındaki her hareketimde hareketlenen göğsümde kaldı.
Parmaklarını saçlarımdan çekip diğer göğsümü de kavradı. Alnını alnımdan çekip beni yeniden sırt üstü yatırdı ve dudaklarını sol göğsüme bastırdı. Göğüs ucumu dişlerinin arasına alıp ardından delicesine emmeye başladı. İçimdeki varlığı her geçen saniye daha da büyürken hareketlerini hızlandırıp göğsümü dudaklarından mahrum bıraktı.
Kollarını dirseklerinden kırarak başımın yanında sabitlediğinde plank yapar gibi üzerimde durdu. Kasıklarımdaki ateş, onun yangınıyla sarmalanmak istediği an dudaklarından verdiği boğuk bir inleme, dudaklarımın hemen arasında yerini aldı.
Caner, “Gel, bana gel sevgilim. Yine karışalım birbirimize, sanki hiç birbirimizin olmamış gibi,” dediği an ateş etrafımızı sarmıştı. Caner, içimden çıkıp son bir kez daha sertçe girdiğinde dudaklarımızdan küllerimiz dağılmıştı.
DEVAM EDEBİLİRSİNİZ
Birbirine karışmış ruhlarımız, tenin ötesinde bir bağla kenetlenmişti. Artık dokunuşlarımız sadece bedensel değil, geçmişlerin, kırgınlıkların, özlemlerin ve sessizce söylenmiş binlerce kelimenin yankısıydı. Caner’in nefesi hâlâ hızlıydı ama dokunuşları yumuşamıştı. Sanki az önceki adam gitmiş, yerine içini açık eden bir adam gelmişti. Sessizlik birkaç saniye sürdü. Sadece kalp atışlarımız konuşuyordu.
Yanıma uzandığında parmaklarımı onun göğsünde dolaştırdım. Caner ise başını hafifçe yana çevirip gözlerini bana dikti.
“Ben hiç baba olabileceğimi düşünmemiştim. Hatta çocuklara mesafeli bile davrandım yıllarca. Bilirsin, bizim hayatta duygular tehlikedir. Sevdiğin her şey, bir gün vurulabilir,” dedi. Gözlerinde acı vardı ama yutkunup devam etti.
“Ama senin yanında, bir şey değişti. Belki de ilk kez, bir çocuğu korumak istedim. Bir çocuğu tutmak, kokusunu içime çekmek, ‘senin’ olan bir şeyi dünyaya karşı savunmak... bilmiyorum. Bunlar hep seninle geldi.”
Başımı göğsüne yasladım, gözümden düşen yaşlar tenine karıştı.
“Caner… seni seviyorum,” dedim sadece. “Ben de seninle birlikte başka bir hayali sevmeye başladım. Korkmadan. İlk kez.”
O an, ne zaman biteceğini bilmediğimiz bir savaşın içinde, kısacık bir ateşkes ilan edilmişti. Belki dünya hâlâ yanıyordu ama biz, birbirimizin nefesindeydik. Ağırca, saçlarımı okşarken duş almak için göğsünden kalktığım sırada beni yavaşça durdurdu.
“Kalkma,” dedi fısıltıyla. “Ben götürürüm seni.”
Caner, beni nazikçe kucakladı, adeta bir bebek gibi. O an hissettiğim her şeyin tarifi yoktu. Vücudum onun kollarında bir an kayboldu. Kollarım, vücudu, her şeyim ona tutunuyordu. Caner her şeyimi, her duygumu okur gibiydi. Ona sarıldım, kollarını sımsıkı sardım. Sadece kendimi onun kollarına bırakıyordum.
Odanın içinde banyoya girdiğimizde beni hemen yere indirmedi. Ayaklarım hala havada, kollarım onun omuzlarına dolanmışken, içimdeki huzur her geçen saniye daha da büyüdü. Başımı onun omzuna yasladım, Caner’in göğsünde sıcacık bir güven buldum. Duşa kabinin içinde tabureye oturduğunda duş başlığına uzanıp suyu açtı. Buhar, yavaşça güvenli bir sığınak gibi yükseldi.
Su, ikimizin üzerinden süzülürken, bu anın bize ait olduğunu, dışarıdaki hiçbir şeyin içeri sızamayacağını hissettim. Sol eliyle sırtımı tuttu, sağ eliyle saçlarımı geriye itti. Ellerinde sabır vardı, şefkat vardı. Dudaklarımdan hiçbir şey dökülmese de sanki içimde kırılıp dökülen her şeyi duymuş gibiydi.
“Biliyorum,” dedi. “Hiçbir şey kolay değil.”
Başımı göğsüne yasladım, gözlerimi kapadım. Kendi içimde ne varsa, birer birer bıraktım o anın içine. Caner susuyordu ama elleriyle beni tutarken, dünyadaki yerimin tam burası olduğunu hatırlatıyordu.
“Senin yanındayken,” dedim fısıltıyla, “korkularım bile susuyor.”
Duşun buğusu etrafımızı sardı. Konuşmadan, hareket etmeden sadece orada, aynı ritimde nefes alarak durduk bir süre. Aşk, böyle sessiz bir anın içinde filizlenmişti zaten.
25 Mayıs 2022 – 01:10 / Suriye
Yazar, Ağzından
Little Dark Age, MGMT
Araba, hurda yığınına dönmüş bir duvarın ardına saklanmıştı. Farlar çoktan kapanmış, motor susturulmuştu. Gecenin içi nefes almıyordu; zaman durmuş gibiydi. Sessizlik, kurşun kadar ağırdı.
Selçuk, direksiyon başında, gözlerini karşıdaki terkedilmiş binaya dikmişti. Kasvetli gözkapaklarının altında uykusuzluğun gölgeleri dans ediyordu. Ellerini gevşekçe direksiyonun üzerinde dinlendiriyor ama vücudu her an harekete geçmeye hazır bir yay gibi gergindi.
Yan koltukta Alperen vardı. Dürbünü yüzüne yaslamış, gözlerini karanlığın içine daldırmıştı. Nefesi sığ, dikkatiyse ölümcül bir keskinlikle odaklanmıştı. İzledikleri yerin önemi büyüktü. Sadece bir bina değildi o; içerideki her nefes, sahadaki bütün dengeleri değiştirebilirdi. Hiçbir şey olmaması gereken bir geceydi bu ama ikisi de biliyordu. Bir şey olacaktı ve başladığında, geri dönüşü olmayacaktı.
O kapının ardında geçmişin tortusu, geleceğin tehdidi yatıyordu.
Selçuk gözlerini binadan ayırmadan konuştu, sesi rüzgâra karışacak kadar kısıktı.
“Alt kattaki panjur... Eskiden havalandırmaymış. İki saat önce içeri girip çıkan çocuğu gördüm. Sürünerek girdi.”
Alperen dürbünü indirip kaşlarını çattı.
“Çocuk dediğin gözlemci mi? Yoksa canlı kalkan mı?”
“İkisi de olabilir,” dedi Selçuk. “Shaytan’ın yöntemi bu. Temiz hedef gösterip kirli sonuç alır.”
Alperen başını ön koltuğa yasladı, gözlerini kapatmadan önce bir kez daha binayı süzdü.
“İçerideyse eğer… fark ederiz. Hissedilir o. Ortamın kokusu değişir.”
Selçuk kısa bir nefes aldı.
“İçeri girmemiz gerek. Bu gece elimizden kaçarsa, bir daha gölge bile bulamayız.”
Parmaklarını direksiyondan kaldırdı. “Ben çatıyı alırım. Arkadaki su borusu hâlâ sağlam duruyor gibi. Sen ızgaradan gir.”
“B planı?”
“Shaytan’a B planı işlemez,” dedi Selçuk, gözlerini kısıp. “Bizi ya içeri davet etmiştir… ya da çoktan izliyor.”
Kısa bir sessizlik oldu. Gece bir kez daha ağırlaştı.
Alperen gözünü kırpmadan saatine baktı.
“01:22. Giriyoruz.”
“Unutma,” dedi Selçuk, kapıyı aralayarak. “Orada her şey susar ama Shaytan suskunluğu boğar.”
Alperen başını salladı.
“Ve biz, sessizliği yırtmaya geldik.”
İkisi de arabanın içinden sessizce süzüldü. Gecenin tenine değmeden hareket ediyor, varlıklarını gölgede eritiyorlardı. Gözlerini binaya değil, binanın arkasındaki karanlığa dikmişlerdi artık. Çünkü hedef sadece bir adam değildi.
Bir karanlığın beden bulmuş hâliydi.
Selçuk, binanın arkasındaki su borusuna usulca yaklaştı. Duvara sırtını verip yukarı baktı. Beton sıvalar yer yer dökülmüş, boru paslanmıştı ama hâlâ taşıyacak gibiydi. Parmak uçlarında yükseldi, bir eliyle boruya asılırken diğeriyle duvara tutundu. Gecenin sessizliğini delen tek ses, ayakkabısının kısa bir süreliğine çatlattığı harçtı.
Tepede, çatıya açılan boş bir pencere vardı. Perdesi yıllar önce rüzgârla tartışmış ve kaybetmiş gibi; camsız, ruha benzeyen bir karanlıkla göz kırpıyordu. Selçuk pencereye ulaştığında, bir an durup içeriyi dinledi. Hareketsizlik vardı ama bir şeylerin onu izlediğini hissediyordu.
Tam o sırada, aşağıda, Alperen yere diz çökmüştü. Elindeki küçük çakıyla havalandırma ızgarasını dikkatle söktü. Metalin hafif sürtünme sesi bile, geceye bıçak gibi saplandı. Sonra yüzünü yere yasladı ve sürünerek içeri girdi. Dar, boğucu bir tüneldi bu; rutubet ve pas kokusu ciğerine doldu ama nefesini sabit tuttu. İçeri süzülen hava ağırdı, içeride bekleyen bir şeyin kokusu gibiydi.
Selçuk çatıya geçtiğinde sessizce içeri atladı. Toz, ayaklarının altında çıtırtı yaptı. Oda karanlıktı ama içgüdüleriyle hareket etti. Eli tabancasının kabzasında, gözleri her gölgeyi sorguluyordu. Bir adım attı. Sonra bir adım daha. Derken, aşağıdan gelen hafif bir ses duydu. Boğuk. Nefes gibi. Ama insana ait olmayan bir yankıyla.
Aşağı katta, Alperen havalandırmadan çıktığında dizlerinin üzerine çöktü. Tüfeğini öne alıp odanın içine göz gezdirdi. Terk edilmişlik, burada başka bir anlam taşıyordu. Sandalye devrilmişti. Bir yerde bir halı kalkmış, altındaki tahta zemine işlenmiş eski bir sembol sırıtmıştı.
Siyah, kan kırmızısına boyanmış bir çakal kafası.
Alperen, gördüğü amblemin, göğsünde takılı kamerayla fotoğrafını çekti ve merdivenlere doğru sessizce adımladı. Selçuk ile göz göze geldiğinde sağ tarafta kalan gaz lambasının aydınlığında sessizce kenara pustu. Birileri içerideydi ve konuşuyorlardı. Konuşmalar çok net değildi ama bazı kelimeler rüzgârın üzerinde taş gibi düşüyordu.
Yukarıdaki cam kırıklarından sızan cılız ışık titredi.
“Elias’ın ölümü benim için kayıp değil ama senin için ne ifade ettiğini biliyorum, Tahir.”
Shaytan el-Aswad, yıllardır duyulmamış bir tonla konuşuyordu. Ne bir tehdit vardı sesinde ne de gürleyen öfke. Bu daha beterdi. Soğuk, hesaplı ve donuk bir sessizlik gibiydi kelimeleri. Selçuk, kaşlarını çatarak pustuğu duvara baktı. Sanki onları görüyor gibiydi. Selçuk, birkaç saniye için ellerini göğsüne yasladı ve kamerayı aktif hâle getirip parmağındaki yüzüğün üzerine dokundu. Mikrofon, artık kayıt almak için hazırdı.
Tahir, “Beni sorgulama,” dedi, sesi çatladı ama kırılmadı. “Ben sırf onun yanında durabilmek için kendi öz abimi vurdum.”
Sözler, zemine atılmış bir bomba gibi yankılandı. Alperen’in nefesi kesilmişti.
Tahir’in sesi devam etti, daha da alçaldı, daha kişisel, daha çıplak. “Bana güvensin, inansın diye, ben ailemi kendi ellerimle gömdüm. Ama ne yaparsam yapayım bana hep şüpheyle baktı, bir piyon sandı. Ölmesi sence çok mu umurumda?”
Tahir’in sözleri bir an için odayı doldurdu. Şehir dışındaki terkedilmiş binanın duvarları, sıradan bir geceyi yutan derin bir sessizlikle kaplandı. Shaytan, hiç şaşmadan, sanki bu tür itiraflara alışmış gibi, soğukkanlı bir şekilde dinliyordu.
Shaytan, “Peki, bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun? Devlete çalışmayacaksındır, kendine bir yol çizdin mi?”
Tahir, umursamazca omzunu silkti.
“Açıkçası düşünmedim, sonuç olarak beni bağlayan biri yok,” ellerini havaya kaldırıp parmaklarıyla tırnak işareti yaptı, “Özellikle psikopat.”
Shaytan, Tahir’in bu dediğine soğukça gülümsedi ve masanın altındaki elini yukarıya kaldırdı. Tahir’in gözleri, Shaytan’ın elindeki silahı gördüğünde hafifçe açıldı.
“Ne yapıyorsun?”
Shaytan el-Aswad, gözlerini Tahir’e sabitlemişti. Tahir’in omuzları gerildi, içindeki şüphe büyüyordu. Bir anda aralarındaki ilişki değişmişti. Shaytan, ona gerçek yüzünü gösteriyordu.
“Her şeyin başlangıcını kimse tek başına kontrol edemez.”
Tahir, nehir gibi hızlı akan düşünceler içinde sıkışıp kalmıştı. Sözlerin anlamını kavrayarak, bir adım geriledi. Göğsü hızla inip çıkıyordu, nefes almakta zorlanıyordu.
“Sen. Devletin kölesisin,” dedi, sesinde hem acı hem de öfke vardı. Shaytan gülümsedi ama bu gülümseme, geçmişin hüsranını ve ihanetini özetler gibiydi. Derin bir sessizlik sardı odanın her köşesini. Her kelimeyi bir bombanın patlaması gibi, dikkatle seçiyordu.
“Devlete sadakat, Tahir,” dedi Shaytan, “güçten gelir. Ve sen, o güce fazla yakınsın. Ama bu yolculuğun sonu, daha fazla yol almanıza izin vermeyecek.”
Bir an bile tereddüt etmeden, Shaytan tetiği çekti. Sadece bir anlık, bir yarım saniye kadar bir sessizlik vardı; sonra, metalin sert sesi gecenin derinliğine karıştı. Selçuk ve Alperen, sindikleri duvarın arkasında şokla birbirine bakarken arkalarında duydukları adım sesiyle anında döndüler. Selçuk, gördüğü Kıyam ve Selami ile dudaklarının aralanmasına engel olamadı.
Selami, Selçuk’un ona şaşkınlıkla bakmasına gözlerini devirdi ve eliyle içeriyi gösterdi.
“İçeriye gelin,” diye fısıldayıp aralı kapıyı sonuna kadar açtı. Shaytan, elindeki silahı Selami’yi görmesiyle indirdi ve gözlerini içeriye giren dört kişide gezdirdi. Selçuk ve Alperen, olayın anlamını ve burada nelerin döndüğünü çatık kaşlarıyla anlamaya çalışırken Selami, Shaytan’ın yanına geçti ve eliyle onu gösterdi.
“Shaytan Al Aswad, namı değer Şeytan’ın oğlu. 2016’da Elias Farouq’un yanına yerleştirildi. Asıl ismi Süleyman. Kendisi çok yakından tanıdığınız birinin oğlu oluyor.”
Selçuk, duyduklarıyla elini koyacak bir duvar aradı ama yaslanacağı tek şey masanın kenarı oldu.
Dişlerinin arasından, “Kaç can aldığından haberin var mı senin?” diye tısladığında Selami, Selçuk’a baktı ve kafasını salladı.
“Selçuk, Mete’nin komuta altındaki askeri de aynı şekilde görevlendirilmişti. Vatan haini olmak zorunda kalmıştı, onun gibi bir durum içerisine girdi ama ismini değiştirerek içeriye sızdı. Bunca zaman boyunca Elias Farouq, ondan şüphelenmedi.”
Selçuk, Selami’nin açıklamasıyla acıyla gözlerini yumdu.
“Sen benim karımın ve çocuğumun ölmesine sebep oldun.”
Shaytan, başını sağa doğru eğdi.
“Eğer Elias ısrar etmeseydi sizin evinize hiçbir zaman gelinmeyecekti, Selçuk. O gün evinize gelecek olan ben olsaydım, senin karın ve çocuğun şu an hayatta olacaklardı. Suçu bende arama. Senin intikamın benimle değil, Elias ile.”
Selçuk, duyduklarıyla gözlerini açtığında Alperen, Selçuk’un daha fazla sinirlendiği anlamıştı. Elini Selçuk ile Shaytan’ın arasına koydu ve çatık kaşlarıyla Shaytan’a baktı.
“Kimin oğlusun?” diye sordu. Selçuk, sinirinin arkasındaki merakla Shaytan’ın, namı değer Süleyman’ın cevabını bekledi. Shaytan, elini ceketinin cebine koydu ve cüzdanını çıkartıp istihbaratçı kimliğini çıkarttı. Selçuk, kartın siyah rengini gördüğünde kaşları şüpheyle yukarıya yükseldi. Gözleri kartın üzerindeki isimde gezindiğinde dudakları aralandı.
“Ne?”
Kartın üzerinde Süleyman Çalkun yazıyordu.
Shaytan Al Aswad, Mümtaz Çalkun’un oğluydu.
Süleyman, Selçuk’un ve Alperen’in şaşkınlığı üzerine çenesini kaldırdı ve gözlerini birkaç kere kırpıştırdı.
“Vatanını en çok seven, görevini en iyi yapandır. Ben kendi çıkarlarım için değil, devletim için buradaydım. Lakin Mümtaz Çalkun, kendi çıkarları ve başkasının menfaati için devlete ihanet edenlerin yanında oldu. Mümtaz Çalkun’un babam olması bir şeyi de değiştirmedi. Ne Elias Farouq ne de Mümtaz Çalkun, içlerindeki devletin adamını tanıyamadı.”
Selçuk, Selami’ye göz ucuyla bakıp tek kaşını havalandırdı.
“Her bir noktada burnunun çıkması ne kadar da tesadüfi bir duruma evriliyor,” dedikten sonra yeniden bakışlarını Süleyman’a çevirdi. “Her ne kadar devletin adamı olsan da Elais Farouq’un yanında çalıştığın süreç boyunca birçok sivilin hayatına mâl oldun. Bunun için yargılanabilirsin, biliyorsun, değil mi?”
Süleyman, burukça gülümsedi ve o gülümsemenin içinde, yılların yorgunluğu kadar bir kabulleniş de vardı.
“Biliyorum,” dedi Süleyman, başını hafifçe eğerek. “Ama bazen bir yangını söndürebilmek için, onunla birlikte yanmayı da göze alman gerekir. Ben o yangının içine kendi isteğimle girdim. Yanacağımı bile bile.”
Alperen hâlâ temkinliydi, gözlerini kısmış, hâlâ kararsızdı. “Ya Elias ölmeseydi? Ya planladığın gibi gitmeseydi hiçbir şey? O zaman da ‘devletin iyiliği’ bahanesiyle masumları harcamaya devam mı edecektin?”
Süleyman'ın gözleri Alperen’e döndü, bir an için göz bebekleri küçüldü. “Beni yargılamak kolay,” dedi alçak bir sesle. “Ama siz hiçbir zaman o masada olmadınız. O karanlıkta, tek başına. En yakınındaki adamın seni ne zaman sırtından vuracağını bilmeden. Her adımı bin hesapla atarken, tek bir hatanın, yalnızca senin değil, ülkenin sonu olabileceğini bilerek...”
Sessizlik yine çöktü. Dışarıdan, çatının üzerinde yürüyen bir kedinin patileri bile daha çok ses çıkarıyordu.
Selçuk, gözlerini Süleyman’dan ayırmadan mırıldandı.
“Ve yine de... o evin kapısı Elias’a açılmasaydı, karım ve oğlum hâlâ hayatta olacaktı. Bu yangında ben de yandım, Süleyman. Ama seninle birlikte yanmadım. Senin kararlarının bedelini ben ödedim.”
Süleyman, derin bir nefes aldı. Ellerini cüzdanıyla birlikte cebine geri soktu. “O yüzden buradayım,” dedi. “Yalnızca hesap vermek için değil. Gerekirse, cezamı almak için. Ama önce... işler tamamlanmalı. O yangının son kıvılcımları hâlâ sönmedi.”
Selçuk, Süleyman’ın gözlerini süzdü. Bu kez içinde yalnızca öfke değil, yavaşça uyanan bir anlayış vardı. Ama affetmek? Hayır. Daha zamanı değildi.
Alperen, eliyle hâlâ Selçuk’un önünde set olmuş şekilde duruyordu. “Peki,” dedi. “Ama bu hikâyede herkesin bir hesabı var. Ve biz hepsini göreceğiz.”
25 Mayıs 2022 / Çamlıhemşin, Rize
Osman Çavdar, Ağzından
İyileşiyorum, Selin
Gözlerimi araladığımda, evvelâ tavanın ahşap desenlerine çarptı bakışlarım. Zaman, sessizce durmuş gibiydi. Bu sabah bambaşkaydı. Çünkü ilk kez, omuzlarımda yılların yorgunluğuna değil; göğsümde usul usul nefes alan bir kadına uyanıyordum. Cemile’ye.
Tenine düşen ilk ışık huzmesi, geceyi omuzlarından süzülen saçlarının arasından çekip alırken, ben hâlâ rüyadaymışım sanıyordum. Uyandığım yer, sadece doğup büyüdüğüm ev değildi; sanki yıllardır kapalı duran içimdeki o yuvaydı da. Sıcaklığı, göğsümde duran eliyle ruhuma işliyor, parmak uçlarımda titreşen kalp atışları gibi dokunuyordu bana. Bu kadar sessizlikte bile onun varlığı çığlık gibiydi.
Kimi insan sabaha çalar saatin sesiyle uyanır, kimi soğuyan çayın hatrına. Ben, Cemile’nin nefesiyle uyandım bu sabah. Bir kadın, bir adamı sadece bir kucakla, bir sabahla yeniden doğurabilir mi? Galiba evet.
Yıllarımı dağ başlarında, gece operasyonlarında, sırtımda yalnızlıkla harcadım. Uykularım puslu, düşlerim yarım kaldı hep. Ama bu sabah, kollarımda tamamlanmış gibiydim. İlk kez, savaşlar durdu içimde, silahlar sustu. Yalnızlık selam durdu.
Çünkü Cemile vardı.
Çünkü sabah, artık sadece bir sabah değildi.
Cemile, sabahın ürkek bir kuş gibi tünediği sessizlikte kıpırdandı. İnce bir iç çekişle, başını hafifçe göğsümden kaldırdı. Gözlerini tam açmadan, alışkanlıkla parmaklarını saçlarına götürdü. O hareket... Ah, o hareket! Bir kadının uyanışında bile zarafet gizliymiş meğer.
“Sabah mı oldu?” diye fısıldadı, sesi uykuyla uyanıklık arasında bir yerden çıkmış gibiydi.
“Oldu.” dedim. Sesim kısık ama içim çalkantılı. Çünkü bir an, sadece bir an için bile, onun yanımda olduğunu unutmaktan korkuyordum.
Birlikte kalktık yataktan. Cemile, pencereden dışarı baktı. Dağların ucundan sis ağır ağır çekiliyordu, sabahın utangaç yüzü yeni yeni gösteriyordu kendini. Sobanın üstünde kalan çaydanlığı işaret ettim; gülümsedi. İkimiz de o eski zamanlara aitmişiz gibi, aynı dili konuşuyorduk sanki. Susarak anlaşmak, susarak gülümsemek.
Cemile elbisesine yöneldiğinde, tam odadan çıkmak üzereydim ki, arkamdan gelen sesi durdurdu beni.
“Çıkmana gerek yok, Osman.”
Sözleri yumuşak ama kararlıydı. Ne utangaçtı ne de utanmaz. Sadece kendisi gibiydi. Duraksadım. Kapıya birkaç adım kalmıştım ama yürüyemedim. Ne kalabildim yerimde ne de tamamen gidebildim. Sadece orada, öylece durdum.
Omuzlarım biraz düştü, bakışlarımı yere indirdim ama başımı çevirmedim. Onun giyinirken bana güvenmesinden doğan bir mahremiyet vardı aramızda; adı konmamış bir yakınlık, kimseye gösterilmeyen bir cesaret.
Sırtımı dönmüştüm ama kulaklarım onun her hareketini duyuyordu. Kumaşın hafifçe hışırdaması, saçlarını geriye toplarken çıkan o zarif fısıltı... Her şey bana ait gibiydi ama dokunamadığım bir sonsuzluk kadar da uzaktı. O anda fark ettim. Bir kadına duyulan en derin saygı, onun ‘rahatlığına’ gösterilen sadakatmiş.
Dönüp bakmadım. Bekledim ve o giyinip yanıma gelene kadar, içimde bir şey yerli yerine oturdu. Bir kadın bir adamın yanına sadece elbiseleriyle değil; güveniyle, huzuruyla, sevgisiyle gelirmiş.
Cemile yanıma geldiğinde, göz göze geldik. Hiçbir kelime etmedik ama ne kadar zaman geçerse geçsin, o anı ömrüm boyunca unutmazdım. Birlikte odadan çıkıp salona geçtiğimizde henüz kimsenin uyanmadığını fark edebilmiştik. Cemile, pencerenin yanına yaklaştı. Perdeleri hafifçe araladı. Dışarıda ince bir sis, çam ağaçlarının arasında dolanıyor, yükseklerden inen kuş sesleri arada bir bu sessizliği incitmeden dokunup geçiyordu.
Ben mutfağa yöneldim. El alışkanlığıyla ocağa yaklaştım. Sobanın üzerinde unutulmuş çaydanlığa bir göz attım. İçinde biraz su kalmıştı. Cemile arkamdan geldi, yanımda durdu. Birlikteydik ama birbirimize temas etmeden, aynı yöne bakan iki yürek gibiydik.
“Ben kahvaltıyı hazırlayayım,” dedi usulca.
Sesi, sabahın içindeki en güzel şeydi.
Gülümseyerek kafamı salladım, hiçbir şey demeden tezgâhın kenarına yürüdüm. Cemile, ellerini usulca zeytin kavanozuna uzatırken ben de çay bardaklarını dizmeye başladım. Sessizliğimizin içi anlamla doluydu; hiçbir kelimeye ihtiyaç duymadan anlaşan iki insan gibi…
Tam o anda, mutfağın kapısından usulca bir gölge süzüldü. Başımı kaldırdığımda, Eyşan’ı gördüm. Saçları dağınık, üzerinde kalın gri hırkasıyla ama ayakta dimdik duruyordu. Uykudan yeni uyanmıştı belli ki ama bakışları hâlâ uyanıklıktan uzak bir gecenin derinliğini taşıyordu. Göz göze geldik. Gülümsedi.
"Uyandınız ha?" dedi, sesi her zamanki gibi net ama yumuşaktı.
"Biraz erken oldu," dedim, elimi çaydanlığa uzatırken.
“Erken uyanan kahvaltıyı hazırlar diye bir kural mı koydunuz?” diye sorguladı. Gözleri bir Cemile’ye, bir bana kaydı.
Cemile nazikçe başını eğdi. Aralarında kelimelere dökülmemiş, kadın kadına bir nezaket akışı geçti sanki. Eyşan’ın gözlerinde kısa bir anlığına ince bir tebessüm belirdi. Bir kuzenin, ağabeyi gibi gördüğü adamın sonunda huzuru bulduğuna tanık olan bir kadının tebessümü.
Eyşan içeriye girdi. Ayak sesleri bile tanıdıktı. Benimle birlikte büyümüş bir çocukluk sesiydi o, askeriyede yan yana omuz vermiş iki yüreğin yankısıydı.
Kendine bir sandalye çekti. Kolunu dirseğinden masaya dayadı, başını hafif yana yatırdı. “Çaydanlıkta ne var, barış mı demlediniz yoksa?” diye sordu, yarı ciddi, yarı şakacı bir ifadeyle.
Ben gülümsedim.
Cemile ise onun bu nüktedanlığını sabahın yumuşaklığıyla birleştirerek cevap verdi. “Demli çay ama içine biraz huzur da kaçmış olabilir.”
Henüz çay fokurdamaya başlamıştı ki, koridorun ucundan gelen ayak sesleri evin sabahına biraz hareket kattı. Ahşap döşemeler, bu kez daha kararlı ve ritmik iki adımı taşıyordu bize doğru. Ardından kapı aralandı, içeri önce Caner ve Lara girdi.
Caner’in saçları dağınıktı, uykulu gözlerinin altında belli belirsiz morluklar vardı ama gülümsemesi eksik değildi. Üzerine rastgele geçirdiği tişört hâlâ buruşuktu. “Sabah mesaisi başlamış, biz yine geç kaldık,” dedi, esneyerek Lara’yı sandalyeye doğru yönlendirdi. O sırada arkasından Mete göründü.
Üzerinde gri tişört, kolları sıvalıydı. Saçları hâlâ hafif dağınık ama gözlerinde net bir uyanıklık vardı. Eyşan’la göz göze geldiği anda yüzüne yayılan o hafif ama içten gülümseme, tüm evi bir anlık huzurla sardı.
“Sabahın en güzel tarafı...” dedi yavaşça. Caner lafı yapıştırdı, “Kahvaltı mı, Eyşan mı?” dedi.
Mete gözlerini Eyşan’dan ayırmadan cevapladı. “İkisi birden.”
Eyşan, başını çevirip hafifçe gülümsedi. O gülümseme, günlerce susmuş bir dağın yüzündeki karı eritebilirdi. Tam o sırada evin kapısı çaldığında Mete, elini kaldırıp benimle göz göze geldi.
“Ben bakarım,” deyip mutfaktan çıktı. O sırada mutfağa giren Alev, Ayda, Yonca, Kubilay ve Deniz anlaşmış gibi hep bir ağızdan “Günaydın,” diyerek masaya kuruldu. Çilingir, Ahmet ve Barış mutfaktan içeriye girdiğinde ellerindeki ekmek ve simit poşeti dikkatimi çekti.
"Siz ne ara uyandınız?" diye sordum, hafifçe gülümseyerek ama sesimde bir merak vardı. Çilingir, omzunu silkip elindeki poşetleri Eyşan’a uzattı.
“Bir saat önce falan. Baktım Ahmet ile Barış, salonda oturuyor. Kahvaltıyı kuru kuru yapmayalım dedik, simit ve ekmek falan aldık işte.”
Çilingir’in açıklamasına kafamı salladığımda herkes masadaki yerini almaya başlamıştı. Eyşan, çaydanlığa elini uzatacakken Mete, ellerini Eyşan’ın omuzlarına koyup hafifçe eğildi.
“Sen otur hayatım, ben hallederim.”
Caner, gözlerini devirerek bana baktı.
“Eyy ahali görün, yüzbaşının geldiği son nokta.” dedi, elini geniş bir hareketle havada sallayarak. Yüzünde, tanıdık o alaycı gülümsemesi belirdi. Mete, masadaki tüm çay bardaklarını doldurup en son Caner’in bardağını doldurdu.
“Ne demişler, çayda dem rütbede kıdem Caner üsteğmen,” dedi ve dişlerini göstererek gülmeye başladı. Caner, yeniden gözlerini devirdiğinde yanında gülen Lara’ya odaklandı.
“Sende mi be hatun?”
Lara, duyduğu soruyla gülüşünü gizlemeye çalıştı ama Caner’in de yüzünde bir gülümsemenin oluşmasına destek olmuştu. Mete, masadaki yerini aldığında Eyşan, Mete’nin tabağını doldurmaya başladı. Mete’nin hayran bakışları Eyşan’ın yüzünde takılı kalırken gülümseyerek Cemile’nin tabağına kahvaltılıklardan paylaştırmaya başladım.
“Teşekkür ederim,” diye fısıldayıp bir dilim simit uzattı. Masadaki herkesin yüzündeki gülümseme, o anın zarif sakinliğiyle birleşmişti. Bir anda, gülüşler birbirine karıştı, sanki bir tür sessiz anlaşma gibi. Evin her köşesine sızan o huzurlu sessizlik, her birimizde bir yansıma buldu. Asiye Çavdar’ın evi, annemin ocağında olmanın verdiği bir aidiyetle, evin içinde yankılanan bir mutluluk vardı.
Bugünün sıradan gibi görünen bu dakikalarında, kimse fark etmedi belki ama ev, ilk kez bu kadar tamdı.
25 Mayıs 2022 / Çayeli, Rize
Eyşan Çakır, Ağzından
Varım, Nova Norda
“Eyşan, yavrum bu bikini çok açık değil mi?”
Mete’nin üzerimdeki beyaz, klasik bir bikiniye olan tavrı henüz geçmemiş, üstelik pareo ile kapatmak istemesi de sinirlerimi zıplatmaya yetmişti. Bakışlarımı sahildeki insanlarda gezdirip yeniden Mete’nin güneşten rengi açılmış gözlerine çevirdim.
“Herkes bikini giymiş Mete, en masum benimki bence,” diye bir açıklama yaptığımda Mete, gözlerini kısıp elimi tuttu ve yavaşça denize doğru çekiştirdi.
“Canımın içi diğerleri beni ilgilendirmiyor,” dedikten sonra bir anda kucağına alıp öyle ilerlemeye başladı. Bakışlarım bizimkilere çevrilirken bizi görmediklerini fark ettim ve yeniden Mete’ye baktım. Mete’nin bakışları hemen önündeki göğüslerimde dolanıp gözlerime tırmandı.
“Zaten süt gibi tenin var, üzerine bir de gittin beyaz bikini giydin. Niyetin ne hatun, beni kalpten götürmek mi?”
Elimi boynuna doladım.
“Kalp krizini atlattıysan, beni yere bırakabilirsin,” dedim alayla.
Mete gülümsedi. “Yok, seni bırakmak gibi bir planım yok bugün. Hatta mümkünse hiç.” Beyaz bikiniye bakışlarını bir kez daha gezdirdi, sonra gözlerini yüzüme sabitledi. “Senin teninle beyazın bu kadar iyi anlaşması suç gibi bir şey zaten.”
Gülmemek için dudaklarımı ısırdım. Mete Mert Çakır, bir övgüyü bile yangın alarmı gibi verebilen adamdı. Denizin kumsala vuran kıyısında kucağından indirip yeniden elimi tuttu. Ayak bileklerime kadar gelen su, ilk başta ürpertti beni. Serinliği, tenimde küçük bir şok gibi gezindi. Küçük adımlarla suyun içine doğru yürürken gözlerim Mete’nin gözlerinde asılı kalmıştı.
Güneş, beyaz bikinimin üstüne vurdukça gözleri oraya kayıyordu ama çaktırmadan bakmaya çalışıyordu. Tabii ki yakalıyordum onu.
“Yüzmeye geldik sanıyordum, bakış yarışına değil,” dedim. Mete’nin kaşları kalktı.
“Seninle her yarışa varım ama bunda kaybedeceğimi bile bile giriyorum.”
Cevap vermedim. Sadece denizin içine doğru birkaç adım attım. Suyun içinde ilerlerken her adımımda özgür hissettim. Gözlerim hafif kapanmıştı, saçlarımı geriye doğru attım, denizin tuzu dudaklarıma bulaştı. Ellerimiz bir an için ayrıldığında Mete, bir anda suyu elleriyle sıçratarak geldi.
“Kaçamazsın,” dedi.
“Zaten kaçmak istemiyorum,” dedim ve kendimi onun kollarına bıraktım. Su bizi hafifçe sarstı. Göz göze geldik.
“Mete,” dedim fısıltıyla.
“Efendim?”
“Bazen böyle olunca... her şey normale dönecek sanıyorum.”
Mete başını eğdi, alnını benimkine yasladı.
“Senin yanında dünya bozulsa bile ben normale dönerim.”
Gözlerim yandı, bir anda içimde bir şey sıkıştı ama söylemedim. O an konuşmak değil, yaşamak gerekiyordu. Suya bıraktım kendimi, gökyüzünü izledim. Onun yanında, denizin içinde, hayat bir anlığına hafifti. Ayaklarım ince kumun içinde kayarken suyun serinliği parmak uçlarımdan kalbime kadar yayılıyordu.
Mete’nin bakışları sağa doğru çevrildiğinde dişlerini göstererek kahkaha atmaya başladı. Başımı çevirdiğimde Caner, Lara’nın arkasından havlu tutuyor ve bakışlarını etrafta gezdiriyordu. Caner’in kıskançlığına bende gülmeye başladığımda Lara ile gözlerim kesişti. Kafasını iki yana sallayıp suya girdiğinde Caner, elindeki havluyu geriye doğru savurdu ve Lara’nın peşinden suya girdi.
Bir anda sağ taraftan bir çığlık ve kahkaha karışımı bir ses yükseldi.
“Yol açın millet! Geliyoruuuuzz!”
Başımı çevirdim.
Barış ve Alev, el ele tutuşmuş, çılgınca sahilden denize doğru koşuyorlardı. Kahkahaları, güneşin altında parlayan su damlacıkları gibi etrafa saçılıyordu. Onları izlerken istemsizce gülümsedim. Barış, suya ilk adımını attığında çocuksu bir sevinçle kendini dalgalara bıraktı. Ardından Alev, gülümseyerek dizlerine kadar gelen suyun içinde ilerledi. Suyun sıçramaları, kahkahalarla birlikte havada dans eden bir melodiye dönüştü.
Kıyıya yakın bir yerde, Yonca ile Kubilay durmuş, suya küçük adımlarla yaklaşıyorlardı. Yonca’nın göbeği, o minik misafirin gelişini duyuruyordu artık. Kubilay onun elini sıkıca tutuyordu.
“Yavaş,” dedi yumuşak bir sesle.
“Ben hazırım,” dedi Yonca, gülümseyerek.
Kubilay, gözlerini ondan ayırmadan suya girdi. Sanki her adımda Yonca’yla birlikte atan bir kalbi vardı.
Az geride Ayda ile Deniz beliriverdi. El ele tutuşmuşlardı. Sessiz, ama birbirlerine yaslanmış bir huzur vardı aralarında. Ayda gözlerini kısmış, suyun parlak yansımalarını izliyordu. Deniz ise kıyıdaki taşları tekmeleyerek ağır ağır yürüyordu. Arkalarından Osman ile Cemile geldi; el ele, gözlerinde tatlı bir yorgunluk. Derken Çilingir ve Ahmet de suya daldı, o an sanki herkes ait olduğu yere dönüyordu.
Ben hepsine birden baktım. Kalbim yavaşladı, sanki o anın içindeyken hiçbir şeyin bizi bulamayacağına inandım. Savaş, acı, kayıp... hepsi biz denize her adım attığımızda biraz daha uzaklaşıyordu.
Hayatla yeniden temas eden bir avuç insandık.
Bir süre sonra suyun içinde önce Barış'ın çığlığı yükseldi. “Biri beni kurtarsın! Alev beni boğuyor!”
Alev, kahkahalar içinde Barış’ın başına avuçla su sıçratıyor, Barış da kaçamayıp şapır şupur karşılık veriyordu. Onların bu çocukça hâllerini izleyen Ayda, önce gülmekle yetindi ama Deniz onun bir anda arkasından sırtına su atınca çığlığı bastı.
“Deniz!”
“E, savaş çıktıysa herkes tarafını seçsin,” dedi Deniz, kaşlarını kaldırarak. Bir anda herkesin üstüne serseri dalgalar gibi gelen kahkahalar yayıldı. Su savaşı resmen başlamıştı. Kubilay, Yonca’nın hemen yanındaydı. Onu korur gibi duruyordu ama Yonca, Kubilay’ın beklemediği bir anda avuçla suyu suratına yapıştırınca herkes kahkahaya boğuldu.
“Senin o minik misafir adına savaşıyorum!” diye güldü Yonca.
Kubilay, gözlerini kısıp “Bunu sen istedin,” der gibi başını sallayıp ona sarıldı. Beraber dalgaların içine oturdular. Yonca’nın göbeği suda hafifçe yüzüyordu.
Ben tam o sırada yanımdaki Mete’ye döndüm. Gözüm gözlerindeki gökyüzüne bakıyordu, elim ise onun avucunda kalmıştı. “Baksana,” dedim fısıltıyla, “sanki hiçbirimiz savaş görmemişiz gibi.”
Mete, gözlerini bana çevirdi. “Bana sorarsan savaş tam da bu. Hep birlikte ayakta kalmak. Gülmek, sevmek, nefes almak. Ve eğer bu bir cephe ise, ben hep senin yanındayım.”
Sonra koluma hafifçe su çarptı. Barış, sırıtarak bizi hedef almıştı.
“Yüzbaşı, sen hâlâ romantik takılıyorsun ama savaş başladı,” diyen Barış ile Mete’nin bakışları Barış’a çevrildi. “Cesaretin varsa çık ortaya.”
Mete, göz ucuyla bana baktı. “Seninle sonra ilgileneceğim,” diyerek göz kırptı ve Çilingir’in yanına yüzdü. Çilingir, onun koluna girip “Hazırsan seni zirveye taşıyayım, komutanım!” deyip kahkahalar eşliğinde Mete’yi omuzlarının üstüne aldı. Su biraz taştı, çocuklar gibi şen kahkahalarla sarsıldık.
Barış bunu görünce yerinde duramadı. “Caner! Gel bakalım, seni ödül gibi omzuma alacağım. Bu savaşı biz kazanacağız!”
Caner bir an tereddüt etti, sonra gülerek “Senin sırtın sağlamsa ben varım,” dedi ve hızla Barış’ın omzuna çıktı. Şimdi iki takım karşı karşıyaydı. Çilingir’in omzunda Mete, Barış’ın omzunda Caner. Suyun ortasında dairesel bir boşluk açıldı, herkes onları izliyordu.
“Başla!” diye bağırdı Deniz.
İlk hamleyi Mete yaptı, Caner’in omzuna eğilip onu denge kaybına uğratmaya çalıştı. Caner geri çekilip Mete’nin kolunu yakaladı. Su sıçradı, bağrışmalar havada yankılandı.
“Mete! Dengeni kaybediyorsun,” diye kışkırttı Caner.
“Sen o kadar hafifsin ki, Barış seni taşımıyor, seni izliyor!” diye karşılık verdi Mete.
Mete, Caner’in omzuna doğru ikinci bir hamle yaptı. Bu kez daha hızlıydı. Barış, gülerek Caner’i omzunda sımsıkı tutmaya devam etti. Sular havada çırpınırken, Caner bir an için dengesini kaybetti. Mete'nin gücüyle bir an yere düşecek gibi oldu, ama neyse ki kendini hemen toparladı. “Bu kadar kolay devrilemem!” diye bağırarak, omzunda Barış’ı çekiştirdi.
Caner, Mete’nin omzuna hamle yaptı ama Mete, ona ters bir hareketle karşılık verdi. Caner, dengesinin kaybolmasıyla suya doğru sırt üstü düştü.
“Caner!” diye bağıran Barış, kahkahalarını bastıramadı. “Bu kadar basit miydin?”
Caner, suyun içinden başını çıkarıp gülerek, “Bu sadece bir round’du,” dedi. "Ama bir dahaki seferde daha dikkatli olacağım."
Mete, kendisini suya bıraktığında bana doğru kulaç atmaya başladı. Gözleri, suyun parlak ışıkları altında parlıyordu, yüzü ise neşeli ve kararlı bir ifadeyle doluydu. Sonunda bir an için suya yavaşça yaklaştı. Bakışları benimle buluştu.
“Suyun üzerine çıkınca üşüdüm biraz, çıkacağın zaman söyle önce ben çıkıp havluyu alayım.”
Kafamı sallayıp bacaklarımı suda hareket ettirdim ve Mete’nin beline doladım. Su, hareketimle birlikte çırpındı, aramızdaki mesafe hemen ortadan kayboldu. Vücudum onun yanına iyice yaklaştı ve o an bir elektrik gibi yayıldı aramızda. Gözlerim onun gözlerine kilitlenmişken, suda yavaşça döndü. “Beni mi tutuyorsun?” diye şakayla karışık bir soru sordu.
Ona doğru biraz daha yaklaşıp, burnumla hafifçe dokundum. “Evet, seni tutuyorum,” dedim, sesim de hiç olmadığı kadar hafif ama kesin bir şekilde titriyordu. Mete'nin gözlerinde bir kıvılcım belirdi ve elleri belimdeki kolları sıkıca kavradı. Ardından, beni kendine doğru çekip, “O zaman bırakma,” dedi, sesi adeta yutkunarak çıkıyordu.
Denizin içinde ne kadar durduğumuzun farkında bile olmadığını, parmaklarımın buruşukluğundan fazlaca olduğunu anlayabilmiştim. Mete’nin bakışları ellerime kaydığında küçük bir tebessüm ile kıyıya doğru yüzmeye başladı. Caner, Lara’yı yanımda bırakıp Mete’nin ardında yüzerken Lara’ya yaklaştım.
Lara, tuzlu sudan dolayı kızarmış mavi gözleriyle yüzüme bakıp gülümsedi.
“Bu tatil hepimize iyi gelecek bence,” diye mırıldandığında kafamı sallayarak onu onayladım. Bakışlarım uçsuz bucaksız denizde gezindi ve ardından yeniden Lara’ya çevrildi.
“Sen nasılsın Lara, anne olmaya hazır mısın?” diye sorduğumda Lara’nın bakışları gözlerimde takılı kaldı. Lara'nın gülümsemesi bir an dondu, ardından dudaklarının kenarında silik bir hüzün belirdi. Gözlerini denize çevirmeden önce birkaç saniye boyunca gözlerime baktı. Tuzlu sudan kızarmış gözleri bir anlığına daha da buğulandı.
“Hazır mıyım bilmiyorum,” dedi kısık bir sesle, dalgaların sesiyle neredeyse yarışan bir tonda. “Ama... içimde bir yerde, sanki onunla birlikte her şey iyileşecekmiş gibi hissediyorum. Belki de bu umuda tutunuyorum.”
Bir an sessizlik oldu. Yalnızca dalgaların kıyıya vuruşu ve martıların uzaktan gelen çığlıkları vardı. Lara parmaklarını ince bir hareketle karnına götürdü.
“Annem olsa, ne derdi acaba?” diye fısıldadı sonra, rüzgârın taşıdığı hatıralara karışarak.
Onun o kırılgan anında yanında olmak istedim, sadece orada durarak. Göz göze geldik yeniden. Bu defa gözlerinde korku değil, cesaretin en ham hali vardı.
“Sen iyi bir anne olacaksın,” dedim. “Hem de çok iyi.”
Gözleri yeniden doldu ama bu sefer gülümsemesi tamdı. Sonsuz bir yaz gününün içinde, geçmişin gölgeleriyle geleceğin ışığı arasında sıkışmış o an sanki hep kalacaktı.
“Eyşan, Lara haydi çıkın artık.”
Lara, bir anlığına gözlerini kırpıştırdığında aynı anda kıyıda duran Caner ve Mete’ye baktık. İkisi de ellerinde havaya gerdikleri havlularla bizi bekliyorlardı. Onların bu haline gülmeden edemediğim sıra Lara, elini dudaklarının üzerine koyup kıkırdadı. Birlikte kıyıya doğru yüzmeye başladığımızda Mete, denize girip diz seviyesine kadar yürüdü. Vücudumu sudan çıkarttığım an havluyu sarmalaması gözlerimi devirmeme neden olmuştu.
“Oyy, üşümüş benim yavrum, üşümüş,” diyerek kollarına aldığında kıkırdayarak bedenimi sarmalamasına izin verdim. Kıskançlıkta Mete Mert Çakır’ın üzerine diyecek bir sözüm yoktu.
25 Mayıs 2022 / Çamlıhemşin, Rize
Caner Cenk Çakır, Ağzından
Canım Senle Olmak İstiyor, Özdemir Erdoğan
Dünya hep gürültülü gelmişti bana. Çatışma sesleri, telsiz anonsları, emirler, bağırışlar… Derinlerde bir yer hep yorulmuştu. Savaştık, sustuk, dayanmayı öğrendik ama ben asıl sessizliğe alışmıştım. Kendi içimde kurduğum bir mağarada yaşar gibi yaşadım yıllarca.
Ta ki onun sesini duyana kadar.
Lara’nın sesi ilk başta sertti, duvara çarpan bir taş gibiydi ama sonra fark ettim ki o sesin içinde bir sızı vardı. Yalın, saklı bir sızı. İnsan acısını saklamayı biliyorsa, onurludur ve ben onu o sesiyle sevdim.
Dünyanın sessiz olduğunu, Lara’nın sesini duyduğumda anlamıştım.
Çünkü gerçek sessizlik; her şeyin sustuğu yerde değil, seni gerçekten anlayacak bir sesin olmadığı yerdedir. Lara; uykusuz gecelerimi, kurşun yemiş hatıralarımı, sır gibi sakladığım çocukluğumu buldu.
Gözlerim, üzerindeki çiçekli elbisesiyle hemen Alev’in yanında oturan Lara’nın yüzünde takılı kaldı. Lapis Lazuli bakışları, içinde barındırdığı gamzeleriyle masadaki yüzlerde dolanıyordu. Dudaklarının kenarlarında parıldayan tebessümün elmasları içime akıyordu. Birbirimize karıştığımız aşkın tohumlarını taşıyan bu kadını seviyordum.
Barış’ın ve Mete’nin, Lara’ya evlilik teklifi edeceğimden haberi vardı. Asiye annenin evinin önünde kurduğumuz yemek masasında, bu gece Lara’ya evlilik teklifi edecektim.
Elimi cebime götürdüm. Kutunun sert köşeleri parmak uçlarıma çarptı. Küçüktü ama içindeki yük büyüktü. Hayatım boyunca taşıdığım yüklerden değil bu. Bu yük, umut gibiydi. Sırtına aldığında seni eğmeyen, aksine dimdik durmanı sağlayan bir yük.
Aşkın yükü.
Başımı kaldırdım, Lara gülüyordu. Alev bir şey anlatıyordu galiba, başıyla bir şeyleri taklit eder gibi yaptı. Lara kıkırdadı. O gülüş, savaş görmüş bir adamın yarasına ilaç gibi düşer. Onu izlerken zamanın biraz durduğunu hissettim. Hep öyle oluyordu. Onu izlediğimde, zaman bana iyileşmek için bir şans tanıyordu sanki.
“Hazır mısın?” diye fısıldadı Mete yanımdan. Seste hem heyecan hem kardeşlik vardı. Yutkundum. Bakışlarımı ona çevirip kafamı salladım. Mete, ağırca ayağa kalktığında önceden hazırladığımız ve sakladığımız ses sistemine doğru yürüdü. Sandalyemi geriye doğru çektim, ayağa kalkarken kalbimin göğsümde attığını değil, sanki parmak uçlarımda çarptığını hissediyordum. Elimdeki küçük kutu, avcumun içinde ağırlaşmıştı.
Lara, kalktığımı Alev’in sayesinde fark etmezken küçük adımlarla arkasına doğru dolaştım. Mete’ye göz ucuyla baktığımda telefonunu çıkarttı ve ayarladığımız şarkının çalmasını sağladı. Ortamı saran melodi ile herkes sustu ve Lara’nın arkasında durduğum için bana çevrildi.
“Nasıl oldu anlamadım tanıştık birdenbire
Nedenini sorma boş yere
Seni kucaklamak geldi içimden
Kendimi tutamadım
İşte geldim yanına”
Osman ve Kubilay, aynı anda “Hayda!” nidaları atarken sağ ayağımı geriye doğru atıp sol dizimin üzerine çöktüm. Lara’nın gözleri bana kilitlendiğinde sessizlik en güzel cümlelerinden birini kurdu.
Bakışlarımız.
“Anladım sendin aradığım hayatım boyunca
Kim koşup açmaz hemen aşk kapıyı çalınca
Yalnız yaşamak zor
Beklemek ondan da zor
Çektiklerim artık yeter gel benimle ol
Mantık irade kuvvet sevince pek işlemiyor
Canım senle olmak istiyor”
Lara, oturduğu sandalyeden ayağa kalktığında iki eli de aralanmış dudaklarının üzerini örtmüştü. Sağ elimi ona uzattığımda ellerini dudaklarının üzerinden çekti ve iki elini de sağ avcuma bıraktı. Gözlerinden yanaklarına düşen damlalar her ne kadar kalbime bir kor gibi düşse de mutluluktan ağladığının bilincinde olmak, bir nebze rahat nefes almama neden olmuştu.
“Etrafımda onlarca insan varken dünyanın hep kalabalık ve sesli olduğunu düşünmüştüm. Dünya hep sessizmiş Lara, sadece senin sesin eksikmiş.”
Kutuyu tek elimle açıp Laciverttaşı’ndan olma yüzüğü görmesini sağladım. Lara, gördüğü taşla gözlerini gözlerimde dolandırdı. Lara, dudaklarını ısırarak başını eğdi. Omzundaki o görünmez yük bir anlığına silinmiş gibiydi. Yutkundu. Gözyaşlarını sildi ama bir yenisi daha süzüldü.
“Ben seninle eksik yanımı değil, tamamlandığım halimi sevdim. Benimle evlenir misin Lara?”
Kalbinin attığını ellerinden hissedebiliyordum. Kafasını sallarken dudaklarını gülümseyerek araladı.
“Evet, seninle evlenirim Caner.”
Barış ve Kubilay, ellerini kulaklarına koyarak “Duyamadık ne?” diye bağırdıklarında Lara, kıkırdayarak bana doğru eğildi ve yüzüme karşı “Evet,” diye bağırdı. Gülerek dizimin üstünden kalkıp titreyen ellerimle yüzüğü kutusundan çıkarttım ve Lara’nın elini nazikçe kavradım. Etrafımızdaki sevdiklerimizden kopan ıslıklar ve alkışlar eşliğinde birbirimize sarıldık.
Ellerim Lara’nın beline sıkıca kenetlenirken yüzünü göğsüme sakladım. Herkesin gözleri üzerimizde olsa da bir tek gözlerim Mete’nin gözlerine kaydı. Mete, her zaman olduğu gibi soğukkanlıydı, ama gözlerinde o özel bakış vardı. Ne de olsa, o benim ikizim, kan bağımız, ruhumuz aynı. Yavaşça bana dönüp hafifçe göz kırptı. O an ne söylemem gerektiğini ne hissettiğimi çok iyi biliyordu. Beni tanıyordu, içimdeki korkuları, endişeleri. Bir bakışla, "Doğru olanı yaptın," diyordu. Hiçbir kelimeye gerek yoktu.
Mete’nin göz kırpması, bana sadece bir onay vermekle kalmıyordu, aynı zamanda kardeşlik bağımızın en derin yerinden gelen bir bağıştı. O bakış, yıllarca birlikte yaşadığımız, birbirimizin her halini bildiğimiz, bir ikiz olarak hissettiklerimizin tümünü özetliyordu.
Lara ile ayrılıp birlikte masaya geri yerleştiğimizde Yonca heyecanla ellerini çırptı ve Lara ile bana baktı.
“Caner abi, düğün işini ne yapacaksınız?” diye sorguladığında bakışlarım Lara’ya çevrildi. Lara, kaçamak bir bakışla önce bana bakıp ardından Yonca’ya baktı.
“Benim ailemden sadece Kartal var,” bakışlarını masadaki sevdiklerimizde gezdirdi, “bir de sizler.”
Eyşan, sol elini Lara’nın elinin üzerine koydu ve gülümseyerek bir bana bir de Lara’ya baktı.
“Siz bizim düğünümüzde aktif bir rol oynadınız, sıra bizde,” dedikten sonra Lara’ya bakarak devam etti, “Unuttun mu benim de ailem yoktu ama sizler vardınız. Düğün nasıl olursa olsun, biz burada olacağız.”
Mete, Eyşan’ın cümlesini bitirmesiyle hafifçe gülümsedi ve “Hadi bakalım, o halde döndükten sonra düğünümüz var,” dedi, o saf kardeşlik havasıyla. Herkesin gözleri birbirine kayarken, Lara’nın yüzündeki endişe, bir anda yerini huzurlu bir rahatlığa bıraktı.
Zihnimdeki bir anı gözlerimin önüne serildiğinde bakışlarım Lara’nın parmağına taktığım yüzükte takılı kaldı.
Gözlerim bir anlığına çalışma masasına doğru kaydı. Açık kalan günlüğe bakışlarımı gezdirdim. Mete, onun günlüğünü okuduğumu biliyordu ama bundan çekinmiyordu. Aynanın karşısından çekilip masaya yaklaştım. Derin bir nefes verip bakışlarımı yazıda gezdirdim.
08 Şubat 2015
Bugün, sabah erkenden yapılan tatbikat yine herkesin sınırlarını zorladı ama sanırım, bu benim için tekdüzelikten çok daha fazlası. Benim için, her geçen gün seninle ilgili daha fazla şey keşfetmek gibi. Birlikte olmasak da kara kışın en sert günlerinde bile içimde bir sıcaklık oluyor. O sıcaklık sensin, Asena.
Kaşlarım yukarıya doğru kıvrıldı. "Kızların sana baktığını ama senin yüz vermediğini de yazsaydın keşke."
Tatbikatın sonunda hepimiz yorgunduk ama ben seni düşündüm. Bugün senin gülüşünü, o kararlı bakışlarını hayal ettim. Sadece bir an için bile olsa, seni gördüğümü hayal etmek bana güç veriyor. Her şeyin üzerine kararlılıkla basan, en zor anlarda bile soğukkanlı kalabilen biri olduğunu düşünüyorum.
"Ağzına sıçacak gibi hissediyorum." Gözlerimi bir an için sağa çevirdim. "Sanki şu an yokluğu sıçmıyor da." Yeniden yazıya bakıp kaldığım yeri buldum.
Belki de seninle bir gün gerçekten bir araya gelebilirim, belki de birlikte mücadele edeceğiz ama o zaman geldiğinde, seni hayal ettiğim gibi değil, yanında gerçek olarak görmek istiyorum. Çünkü senin gerçekliğin, hayal ettiğimden çok daha fazla şey ifade ediyor.
Benim için zorlu geçiyor bazen karanlıklar ama o karanlıkta gözlerimi kapadığımda, senin o ışığın gözlerimde beliriyor. İyi ki tanıdım seni, Asena. İyi ki küçüklüğümsün, 10 yaşımsın. Belki de yarının karanlıkları, seni ve beni daha yakından bir araya getirecektir. Bugün seni düşünmek, benim için bir ödül oldu.
Belki bir gün, bu yazdıklarımı sana gösterebileceğim ama o güne kadar, sana sadece kalbimi yazıyorum.
MMÇ
Onun içindeki sıkışmışlık, beni bazen düşündürüyordu. Belki de birinin peşinden gitmek, onu bulmak, gerçek bir şeyler yaşamak için çaba sarf etmekti ama bunu daha ne kadar sürdürebilirdi ki? Günlüğü okuduğumu anlaması için kapattım ve odanın kapısını açıp salona döndüm.
"Barış, hadi!"
Barış, karşı odadan çıktığında ellerimi ceplerime sokup Mete'ye baktım. Artık koltuğa ayaklarını uzatmış, yüzü bize dönük yan bir şekilde uzanıyordu. Ona doğru yaklaştığımda kırlente yasladığı başını geriye itti, yüzünü bana çevirip gözlerini benimkilerle birleştirdi.
"Okudun mu?"
Bir şey demeden yüzüne baktım.
Derin bir iç çekti. "Ne anladın okuduğundan?"
Sırıttım.
"Aptal olduğunu."
Dişlerini gösterircesine sırıttı ve kıkırdadı.
"Görürüz senin de bir gün aptal olduğun günleri." dedi, kafasını sallarken.
Çenemi boynuma doğru yaklaştırıp kaşlarımı kaldırdım. "Buna inanıyor musun cidden?"
Mete, gözlerimin içine derince baktığında kaşlarını kaldırdı, "Kim bilir?" kaşlarını indirdi. Dudağının sağ kenarı alaycı bir şekilde kıvrıldı. Gerçekten bir gün değişeceğime inanıyordu ama daha çok hayal kurardı.
O anda, içimdeki ruh, bir günlüğün sayfalarındaki yazıların arasında kayboldu. Her kelime, her cümle, her hatıra birbirine karıştı. Bir an için zaman durmuş gibiydi ve o sayfalardan birine takılı kaldım. Gözlerim Mete’nin gözlerini bulduğunda, o günlükteki cümleler gözlerine yansıdı.
O gözlerde, yıllarca yaşadığımız her anın, her zorluğun, her mutluluğun gölgesini gördüm. Metinlerdeki yazılar, yazılmak üzere bekleyen o cümleler gibi, şimdi gözlerime bakıyordu. Her şeyin derinliklerinde kaybolmuş o sessiz ama yoğun anlamı, sanki sadece bu anda anlam kazanıyordu.
Gözlerimde yıllar birikirken,
İçimdeki huzur, bir yabancı gibi.
Bir adım daha atarım ama
Yolun sonunda bilmediğim bir şey var.
Savaşın yankıları sessizleşir,
Rüzgâr, kendi hikayesini fısıldar.
Bir omuz, bir gölge, bir fısıltıdan daha fazlası,
Bazen sadece bakışlar anlatır her şeyi.
-
BÖLÜM SONU
Ayy, helüüü ben geldim ama nasıl geldim valla bende anlamadım. Yazdığım bölümün gerçekten silinmesi sinirlerimi zıplattı ve neredeyse bütün ilhamımı alt üst etti. Normalde yazdığım bütün bölümlerin yedeklerini ve taslaklarını çıkartırım ama bu bölümün taslaklarını çıkartmamıştım ki bana çok büyük bir ders olmuş oldu.
Her neyse;
Bölüm hakkında neler düşünüyorsunuz? 3. Kitap olduğu için biraz daha ağır gitmek zorundayım, hiçbir sırrın eksik ve yarım kalmaması gerek. Malum Mümtaz Çalkun’un oğlunun aslında Shaytan Al Aswad olduğunu öğrendik. Bununla ilgili olarak da ilerleyen bölümlerde olaylar ısınacak. Bu bölümü bir geçiş bölümü olarak görün. Diğer bölümde asıl iplerin nasıl gerildiğini okumuş olacaksınız.
O halde;
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle
Sultan Çakır
Yirmi beş nisan iki bin yirmi beş
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.29k Okunma |
1.47k Oy |
0 Takip |
88 Bölümlü Kitap |