66. Bölüm

XLVII - KIRILAN SADAKAT

Sultan Çakır
sultanakr

Helüüü, biz geldik, nasılsınız? Umarım iyisinizdir. Saat şu an güncel olarak 04:13 ve ben son düzenlemeleri yapıp bölümü salıyorum. Yazım yanlışlarını lütfen görmezden gelin ama gördüğünüz yerlerde de uyarı çakmayı unutmayın. Klavyemin A harfinde bir sorun var, bazen çoğaltıp beni sinir edebiliyor. Mazur görün.

Dilenci değilim;

Hayrına bir oy verip yorum yap be :')

Bölüm Şarkıları;

Bir Tutam, Bö & Munch

Disfruto, Carla Morrison

Bana Yalan Söylediler, Semiramis Pekkan

Koyu Siyah, No.1

Beyaz Giyme Toz Olur, Ender Balkır

Pınar Başından Bulanır, Grup Abdal

Ben Denizde Bir Gemi, Cengiz Özkan

Without You – Extended, Ursine Vulpine

Battlefield, Svrcina

Never Surrender, Liv Ash

🕊️

XLVII

Gün yüzü görmeyen bir tarihin ardına...

Bora,

Sana "kardeşim" diye başladığım cümleler vardı eskiden. Şimdi ne desem eksik ne yazsam geç kalmış gibi geliyor. Ama bazı borçlar var ki, ölüm bile onları sildirmez.

Senin abin, benim can yoldaşımdı. Bir karda donarken sırtımı ısıtan adamdı. Aynı çorbayı kaşıklayıp, aynı kurşundan sakındığımdı. O, benim nefesimdi bir dönem. Senin de ömründü, biliyorum.

Ben ona veda bile edemeden gittim. Kendi ölüme ağlayamadım da onun gözlerine sızan hayal kırıklığına yandım. Vatan haini dediler bana, Çilingir. Oysa ben sustum, çünkü görev susmaktı. Çünkü bazen ihaneti üstlenmek, ihaneti önlemekten kolaydır.

Ama ben Bünyamin’i susturamadım.
Sana konuşmadım.
Ve sen... sen onu susturmaya yardım ettin.

Bu satırları yazarken ne seni suçluyorum ne de kendimi affediyorum. Bu, sadece gerçeğin kanayan yeridir. Bünyamin’in yattığı o isimsiz toprağın başına bir gün gelirsen, iki taş koy: biri onun yitmiş masumiyetine, biri senin taşıyamadığın yükün adına.

Sana yazıyorum çünkü kardeşin gibi sevdiğim birini, susarak ölüme gönderdim.
Sana yazıyorum çünkü onun ölümünde ikimizin de eli var.
Ama benimki biraz daha önceydi.

Bir gün yüz yüze gelirsek eğer, sessizlikle selamlaşalım. Bazı acıların dili yoktur çünkü.

Ahmet Kurtuluş

20 Mayıs 2022 – 05:16 / Hakkâri

Yazar, Ağzından

Bir Tutam, Bö & Munch

Eski taş duvarların arasında sessizliğe gömülmüş bir evdi burası. Tavan arasını andıran küçük, karanlık odanın içi küf kokusu ve zamana yenik düşmüş mobilyaların dokusuyla doluydu. Eskimiş, solmuş kumaşla kaplı, yayları neredeyse dışarı fırlayacak kadar yorgun bir kanepeydi. Üzerinde Eyşan yatıyordu, gözleri kapalıydı. Solgun teni, gecenin ağırlığına karışmış bir huzursuzluk taşıyordu. Koluna takılmış bir serum damla damla akıyordu; damarlarının üstünden geçen plastik hattın ucundaki şeffaf sıvı, odadaki tek düzenli ritim gibiydi.

Hemen yanındaki eski, çiziklerle dolu ahşap masanın etrafında Elias ve Tahir vardı. Elias, kamburunu çıkartarak öne eğilmişti; sessizdi ama bakışları dinamik, sürekli hesap yapar gibi. Bir an başını çevirip Tahir'e baktı, sonra hafifçe çenesiyle Eyşan'a bağlı serumu işaret etti. Anlaşmaları için kelimelere gerek yoktu.

Tahir iç çekerek sandalyesinden kalktı. Üzerindeki montun yıpranmış omuzları, sanki bu hareketten bile rahatsız olmuştu. Sessiz adımlarla Eyşan’a yanaştı, serumu söktü. Her şey kontrollüydü ama sertti. Sonra yeniden Elias’ın yanına çöktü, elini şakağına dayayıp sustu.

Elias, o sırada cebinden çıkardığı küçük bir şırıngayı dikkatle inceliyordu. İçindeki sıvıdan çok, ucundaki metal iğneye odaklanmıştı. İnce uç, dikkatli bir ışıkta parlıyordu. Gözleri yavaşça Eyşan’ın yüzüne kaydı; uzun kirpiklerinin gölgesinde, savaşlarla yorulmuş ama hâlâ bir direnç taşıyan o yüze...

“İğnenin ucundaki dinleme cihazı gerçekten de çalışacak mı?” diye sordu, sesi alçak ama netti. Titreyen bir sorunun değil, soğuk bir planın yankısıydı bu. Tahir sessizce başını kaldırdı. Elias’ın parmaklarında döndürdüğü şırıngaya baktı; o metal uç, sadece fiziksel bir nesne değilmiş gibi duruyordu. Bir sessizliğin kalbini delmeye gelen bir hançerdi sanki.

“Bunun adı Sessiz Tohum,” dedi Tahir alçak bir sesle. “Mikroskobik boyutta, iğne ucu kadar küçük. Vücudun kendi hücreleriyle kaplanır, böylece MR ve röntgende bile fark edilmez. Biyolojik hafızaya da sahip. Sesleri sadece belirli bir frekansta kaydeder. Ve o frekansı çözecek tek şey... biziz.”

Bir an oda yeniden sessizliğe gömüldü.

Tavanın ahşapları arasında bir rüzgâr hışırtısı dolaştı. Eyşan kıpırdanmadı ama Elias’ın gözlerinde, küçük bir zafer kıvılcımı yanıp söndü. Akrep ve yelkovan 08:15’i gösterirken Elias oturduğu sandalyeden kalktı ve Eyşan’a doğru ilerledi. Sağda duran tahta bölmeyi açıp tahta parçasının duvara yaslanmasını sağladı. Elinde tuttuğu ilaç ve mikroskobik boyuttaki dinleme cihazını, Eyşan’ın sol uyluğuna enjekte etti.

Tahta merdivenleri inerek duvara yaslı kapağı üzerine kapattı. Üç tane tahta merdiveni indikten sonra onu bekleyen araca doğru yürüdü. Kapıyı açıp arka koltuğa yerleştiğinde araba çoktan hareket etmişti. Yan koltukta oturan Tahir, elindeki tableti ona çevirdi ve uzattı.

“Dinleme cihazı aktif ve vücuda yerleşti,” dedikten sonra tabletteki bir sekmeye tıkladı. Arabanın içinde Eyşan’ın çığlıkları yankılanırken arkasından yükselen Mete’nin sesiyle Elias, dişlerini göstererek güldü.

"Eyşan, sakin ol. Korkma, bir şey olmayacak."

Elias, tabletten yükselen sesle bakışlarını tabletten çekip akan yolu izledi. Parmakları, ustalıkla cebindeki sigara paketini kavrarken çığlıkları dinlemeye devam ediyordu. Siyah, metal Zippo’nun kapağını açıp dudaklarına yerleştirdiği sigarasını yaktı ve derin bir nefes aldı. Zippo’yu kapatıp cebine yerleştirirken boştaki eliyle sigarayı parmaklarına sıkıştırdı.

"Çok özür dilerim. Çok özür dilerim, geç kaldım. Geç kaldım, çok özür dilerim!"

Elias’ın gözleri, Mete’nin sesine odaklandığında bir anlığına dondu. Gülümsedi ama bu gülümsemede sevinç yoktu, sadece acının tadını bilen bir adamın diş gıcırdatan zaferi vardı. Elias Farouq, parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarayı yeniden dudaklarına götürdü. Yanaklarını içe göçürecek derinlikte dumanı ciğerlerine depoladı ve sigarayı çekti. Beyaz, hissiz gözü titrediği sıra dudaklarının arasından dumanı serbest bıraktı.

“Bu daha hiçbir şey Çakır. Daha çok geç kalacağın zamanlarda elbet gelecek.”

Arabanın içinde süzülen sigara dumanı, aralı camdan dışarıya hücum ederken tarih; 22 Mayıs 2022’yi göstermeye başlamıştı. Saat 01:01’di. Elias Farouq, tek başına kaldığı odada, elindeki suyunu içerken kulağını tabletten gelen seslere germişti.

"04:17 Operasyonu'na onay veriyor musun?"

Elias, elindeki su bardağını kenara bırakırken kenarda duran küçük, ten rengi kulak içi kulaklığı kulağına taktı. Kulağının içine gizlediği küçük cihazdan Eyşan’ın, ‘Evet.’ demesini duydu. Ağır adımlarla tabletin yanına ilerledi ve sol eliyle tableti eline aldı. Elini havaya kaldırıp tableti duvara fırlattı ve ardından su bardağını da tabletin biraz önce durduğu yere sertçe koydu.

“Hamit!”

Odada yankılanan gür sesiyle, kapı aralandı ve saçı sakalı birbirine girmiş bir adam içeriye girdi. Elias, gelen kişiye bakmadan duvar kenarındaki tabletin yanına doğru yürüdü.

“Intalaqa ash-Shayṭān wa Tāhir naḥwa Shirnāk. Awṣilū ilayhim al-khabar bi-ayy ṭarīqa. Hunāka madāhama al-layla, lā yajibu an yaʿūdū ilā hūnā abadan.”

Shaytan ile Tahir, Şırnak'a doğru yola çıktı. Bir şekilde onlara haber uçurun. Bu gece baskın var, buraya asla dönmesinler.

Tabletin yanına vardığında sağ ayağını kaldırdı ve tabletin üzerine vurmadan hemen önce içerideki adama baktı. “Hazır olun, bu gece teslim oluyoruz.”

O gece Elias Farouq, şafak operasyonu ile Şırnak’a getirildi. Kulağının içine yerleştirdiği kulaklığı kimse fark etmemişti. Anbean onun hakkında planladıkları her şeyden haberdar olmuştu ama Elias sanıldığından daha zekiydi. Tahir ile öncesinden yaptıkları plan sayesinde elçiliğe kendi adamlarını yerleştirmişlerdi. Şırnak, yalnızca anlaştıklarını sanmışlardı.

Amacı da oydu.

Cizre sınır kapısının önünden ayrıldıkları vakit Elias Farouq, çoktan elçiliğe sızdırdığı adamları ile rotasını İran’a çevirmişti.

26 Mayıs 2022 – 22:18 / Çamlıhemşin, Rize

Ahmet Kurtuluş, Ağzından

Bana Yalan Söylediler, Semiramis Pekkan

Hayatta adına yazılmış her karar, görünmez bir zincirin halkası gibi, geleceğin göğsüne işlenmişti. Verdiğin her seçim, attığın her adım, yalnızca bugünü değil; yarın karşına çıkacak rüzgârları, savrulacağın yolları ve uğrayacağın fırtınaları da beraberinde getiriyordu. Bazen küçücük bir tereddüt, yıllar sonra dönüp gelen büyük bir yankıya dönüşürdü. Ve insan, farkında olmadan, kader dediği o ağır hikâyeyi, elleriyle yazardı.

Benim ellerim kan kokuyordu.

Soğuk gecenin içinde, parmaklarım titrerken avuçlarımda kalan kırmızı lekeleri silemedim. Ne su arındırabiliyordu beni ne zaman unutturabiliyordu. Önümdeki hayat başka bir renge boyanmıştı. Biliyordum; her adımın, her kararın ardında taşıdığı bir bedel vardı. Benimkisi, tenime sinmişti. Gözlerimi kapattığımda, yalnızca kokusunu değil, ağırlığını da hissediyordum.

Parmaklarımın arasındaki sigaranın ucundaki közü izledim. Alev, karanlığın içinde solgun bir yıldız gibi titreşiyordu; sönmeye direnen ama her an yok olabilecek bir yıldız... Duman, gecenin sessizliğine karışırken düşüncelerim de darmadağın oluyordu. Bir an, rüzgâr hafifçe esti; elimdeki sigaranın külü dağıldı ve yere sessizce döküldü.

Tıpkı geçmişimde toparlayamadığım, geri dönüp düzeltemediğim hatıralar gibi...

Omuzlarıma çöken yükle ayağa kalktım. Ayaklarımın altında ezilen kuru yaprakların sesi, gecenin yalnızlığına eşlik etti. Hayat, adına yazılmış kararların izini sürerken, benden geriye yalnızca suskun bir gölge kalıyordu. Arkamdaki evin önünden gelen adım seslerine kulak kesilirken başımı sağ omzuma doğru çevirdim. Omzumun üzerinden arkama baktığımda Mete, sol elinin parmaklarına sıkıştırdığı iki kulplu fincanla kapıyı kapatıp bana yaklaştı.

Bir an, elimdeki sigarayı yere attım ve topuğumla söndürdüm. Göz göze gelmeden, yalnızca ayak seslerine ve gecenin çıplak nefesine kulak vererek bekledim. Mete yanımda durdu. Sol elindeki fincanlardan birini bana uzattı. Buharı tüten kahvenin kokusu, kan ve kül karışımı havayı bastırmaya çalışır gibi etrafı sardı. Fincanı aldım. Parmaklarım onun getirdiği sıcaklığa temas ederken, üzerime çöken donukluk bir anlığına dağılır gibi oldu.

"Xeber heye?" (Haber var mı?)

Mete’nin sorduğu soruyla bakışlarımı Mete’nin yüzüne çevirip kafamı iki yana salladım.

“Na, xeber nîne, belê destê li qulawe.” (Hayır, haber yok ama eli kulağında.)

Mete, belli belirsiz kafasını salladığı sıra elimdeki fincanı dudaklarıma yaklaştırdım. Sıcak kahveden bir yudum alıp yutkundum.

"Tu li ser ku Bora ji te veşart, xurt bûyî?" (Bora'nın senden saklamasına kızdın mı?)

Mete, bir an için dudaklarına yaklaştırdığı kahve kupasıyla duraksadı. Mete, gözlerime bakarken bir an kendini kaybetti. Dudakları kıpırdadı ama kelimeler çıkmadı. Bir an için bütün geceyi, bütün o karanlık anları hatırladı gibi oldum. Sonra, derin bir nefes aldı ve başını hafifçe eğdi.

"Xortim, na. Min her tiştî jî kesekî bûn. Her hewsa xwe şexsî ne diqewime." (Benim için, hayır. Her şey başka birinin meselesi oldu. Her durumda, kendi yolumda ilerliyorum.)

Kelimeleri sert, ama bir o kadar da kırılgan bir şekilde çıktı. Duygularının hiçbirini saklamıyordu ama yine de her şeyin bir parçasıydı. Gözleri, bu sefer biraz daha uzak bir yerdeydi. Bir şeylerin eksik olduğunu hissedebiliyordum. Ama o an, ne de olsa, her şeyin ne kadar kırılgan olduğunun farkındaydık. Mete, elindeki kupadan bir yudum aldı ve arkasına doğru eğilip kupayı taburenin üzerine bıraktı. Cebindeki sigara paketini çıkartıp bir dal sigara alıp yaktı. Aramızda süzülen dumanların arasından derin bir nefes aldı.

Mete, “Hemû kes heta vê demê tiştên xwe veşartine. Niha demekê ji wan re veşartinê,” dedi. (Herkes bu zamana kadar bir şeyler sakladı. Artık saklama zamanı onda.)

Mete, sigarasından bir daha nefes aldı. Gözlerim onunkilere takıldığında, yüzündeki o sert ifadeyi yavaşça kaybolduğunu gördüm. Bir şeyler daha vardı, söylenmesi gereken ama henüz dile gelmeyen. Belki de içindeki ağırlığı, gecenin karanlığında biriktirmişti. Bir an, bu karanlıkta kaybolan cümlelerin anlamını çözemeyecek gibi oldum ama bir şekilde, hepsinin zamanı gelmişti.

Mete, kafasını ve ardından bedenini bana doğru döndürüp omuzlarını düşürdü. Gecenin karanlığına nazaran parıldayan mavileri, ortasındaki obruklarına inat geçmişimi sızdırmaya devam ediyordu. O an, bir şeylerin parmaklarımın ucuna kadar ulaşmasına engel olamıyordum. İçi boş bir hüzün hem bana hem de ona ait, havada asılı kalmıştı.

Bir süre sessiz kaldık. Gözlerimiz, geceyle örtüşmüş ama aslında birbirimizden çok uzak iki noktada kaybolmuştu. Bu kadar yakın olmamıza rağmen, aramızda yılların biriktirdiği boşluklar vardı.

Mete, dudaklarını birbirine yapıştırıp derin bir nefes aldı. Gözlerinde, fark etmeye çalıştığım bir şeyler vardı. Bir şeyler kaybolmuş gibiydi, ama ne? Ne hissettiğini çözemediğim o an, her şeyin ne kadar geç kalmış olduğunun farkına varmak gibiydi.

“Pişman oldun mu Zafir?”

Mete'nin sorusu, havada asılı kalan tüm sessizliği kırdı. Gözlerim, bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilmeden aniden buldu. İçimdeki o ağır boşluğu bir anlık bir korku sarstı. Pişmanlık, ağır ve yakıcı bir yük gibi geliyordu ama asıl zor olan, pişmanlıkla yüzleşmekti.

Mete'nin gözlerine baktım. Orada bir şeyler vardı, bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama dudakları o kadar sertti ki, her şeyin söylenmesi neredeyse imkânsız gibi geliyordu. O an, yıllar önceki kararlarımın yankısı gibiydi, her biri bir başka anı, bir başka duyguyu, bir başka hatayı taşıyordu.

Elimdeki fincanı daha sıkı tuttum ama ellerim yine de titriyordu. "Pişman oldum," dedim. Kelimeler, hafifçe dudaklarımdan döküldü ama sanki her biri, ağır bir taş gibi içimde yankılandı. "Ama pişmanlığın bir anlamı var mı?" diye sordum, sesimdeki çatlaklık fark ediliyordu. "Zaman geriye gitmeyecek, bu yük her zaman benimle olacak."

Gözlerimiz birbirinden kaçarken, aramızdaki boşluk daha da derinleşti.

Bedenimi Mete’ye doğru döndürdüm ve elimdeki kahve fincanını onun kahvesinin yanına bıraktım. Fincanın kenarındaki buhar, biraz önceki soğuk geceyi sarmaktan çok, her ikimizin arasında büyüyen sessizliği sarıyor gibiydi. Kahve kokusu, havada taze bir keskinlik bıraksa da her şey biriken hüzünle ağırlaşıyordu.

“Peki sen,” dedim, bu kez sesim biraz daha güçlüydü. “Pişman oldun mu Bozkurt?”

Mete, lakabını duyduğunda başını hafifçe kaldırıp bana baktı. Gözlerinde bir an için beliren donukluk, yavaşça yerini anlamlı bir boşluğa bıraktı. Gözleri, bir zamanlar kendisinde var olan o keskin bakışı, şimdi bir türlü bulamıyordu. O an, bir kayıp gibi hissettim; belki de her şeyin kaybolan bir parçasıydı. Sonra, derin bir nefes alıp gözlerini benden kaçırarak, “Pişman olmak… her zaman kolay olsaydı, belki çoktan olurduk,” dedi, ama sözleri, sanki kendini kandırıyormuş gibi geliyordu. "Bazen pişmanlık, geçmişin karanlık köşelerine saklanıyor. Ama orada bir yerde, ona tutunmanın hiçbir anlamı olmadığını bilmek gerekiyor."

Ellerindeki sigara dalına bakarak, bir an sustu. Ardından başını kaldırıp gözlerime daha dikkatli bakmaya çalıştı. "Pişman olmak demek, her şeyin bitmiş olduğunu kabul etmek demek, Zafir. Bunu kabul edebilmek… Bu zor."

Bir an daha birbirimize baktık. Zihnimde, söylediklerinin yankısı sönmeden kaldı. Belki de pişmanlık, yalnızca o anda söylenmesi gereken kelimelere değil, bir ömrün toplamına bakmayı gerektiriyordu. Ama biz, belki de ne zaman buna yelken açsak, her şeyin kaybolacağını biliyorduk.

Arkamızdaki kapının bir saniyeliğine açılıp kapandığını işittiğimizde Mete ile aynı anda kapıya döndük. Çilingir, elinde kahve kupasıyla, diğer eli cebinde bize yaklaştığında derin bir nefes alıp verdim. Çilingir, Bünyamin’in izlerini bir vesikalık misali yüzünde taşıyordu.

Çilingir, yanımızda durduğunda bakışlarımı güçlükle yüzünden çektim ve taburenin üzerine bıraktığım kahve fincanını kavradım. Ilıyan kahveden iki küçük yudum aldığım sıra Mete, bedenini tamamen Çilingir’e döndürdü.

“Bizimkiler yattı mı?” diye sorduğunda Çilingir, kafasını salladı.

“Caner, Barış ile film izlemeye daldı.”

Mete, kafasını sallayıp kahve fincanına uzandı. Çilingir kahvesinden bir yudum almak için kupayı kaldırdığı sırada, gözüm uzaklara, geceyle bütünleşmiş hafif bir harekete takıldı. İçimde tarif edemediğim bir sıkıntı yükseldi. Bütün kaslarım gerildi. Ağzımdan uyarı bile çıkmadan, geceyi yaran o tiz ıslık sesini duydum.

Her şey bir anın içine sıkıştı.

Gözlerim, Çilingir’in bedenine döndüğünde, onun bir anda sendeleyerek geriye doğru çekildiğini gördüm. Elindeki kahve kupası yere düşüp kırıldı; o ses, gecenin sessizliğinde içime işledi.

“Bora!” diye haykırdım, ayaklarım istemsizce ona doğru hamle yaptı. Mete, saniyesinde silahını çekip arkamızdaki karanlığa yöneldi. Başını eve doğru çevirip “Caner!” diye bağırdığı sıra ben, dizlerinin üzerine düşen Çilingir’e yetişmeye çalışıyordum. Gecenin içi bir anda ağırlaştı; nefes almak bile zorlaştı.

Çilingir’in gözleri bana kilitlenmişti. Bir şey söylemeye çalışıyor gibiydi ama kelimeler çıkmıyordu. Tam sırt üstü devrilecekken hızla kollarından kavrayıp düşüşünü yavaşlattım. Elleri, titreyen ellerimle buluştuğunda parmaklarının birkaç saniye içinde buz gibi olduğunu hissettim.

Zaman, başımın üzerinde ağır ağır kapanan bir tavan gibi çöküyordu. Caner ve Barış, evden çıkmış etrafımızda bir duvar örerken ellerimi Çilingir’in hemen sol göğsüne isabet etmiş yarasına bastırmaya başladım.

“Bora, ses ver!” diye bağırdığımda Çilingir’in bakışları gözlerimden hiç ayrılmamıştı. Mete’nin yanımıza yaklaştığını fark ettiğimde elleriyle Çilingir’in yüzünü avuçladı.

“Bora bizde kal,” elleriyle yüzünü sarstı. “Bora, ses ver badi, badi yapma,” Caner’e doğru başını çevirdi. “Caner ambulansı aradınız mı?”

Caner, titrek bir sesle "Arıyorum!" diye bağırdı, cebinden çıkardığı telefonu kulaklarına götürürken elleri tir tir titriyordu. Barış, bize siper olurcasına etrafı kolaçan ediyordu, omuzlarında yılların yükü varmış gibi kasılmıştı. Çilingir’in dudakları aralandı, bir şey söylemeye çalışıyordu. Başımı daha da yaklaştırdım, duymak için ama çıkan ses, yalnızca boğuk bir fısıltıydı; sanki hayatı, bedeninden sökülüyordu.

“Dayan kardeşim... Dayan!” dedim dişlerimin arasından. Ellerim, onun sıcaklığını kaybeden bedenine bastırırken, sanki benim de ruhum onunla birlikte akıp gidiyordu. Mete’nin eli, benim elimle birlikte Çilingir’in yarasına bastı. İkimiz de bastırıyor, ikimiz de sanki kendi canımızı kurtarmaya çalışıyorduk.

Mete, “Çilingir yalvarırım bir ses ver!” diye acıyla inlediğinde Çilingir, bendeki gözlerini bir kez kapatıp açtı. Dudaklarını güçlükle araladıktan sonra derin bir nefes verip aldı. O an anladım; bazen bir kardeşi kaybetmek, bir ömrü iki kez yıkılıp yeniden toplamaktı.

Çilingir, “Canım acıyor, dayanamıyorum,” diye fısıldadığında Mete, kanlı eliyle Çilingir’in yüzünü avuçladı.

“Bak, ambulans geliyor kardeşim, geliyor! Sık dişini lan, sık dişini!”

Çilingir, Mete’nin onu sarsmasına rağmen hâlâ gözlerini benden ayırmamıştı. Sol elim yarada sıkıca yaslı kalırken sağ elimi kaldırıp Çilingir’in saçlarına bıraktım.

“Beni bir kez daha kardeşsiz bırakma. Sana yalvarırım Bora...” Sesim titredi, içimdeki bütün ağırlıkla kelimelere tutunmaya çalıştım. Çilingir, gözkapaklarını ağır ağır kırpıştırdı, parmak uçları titrek bir güçle bileğime dokundu. O küçücük temas, bir zamanlar Bünyamin’le ettiğimiz kahkahaların, omuz omuza verdiğimiz bütün mücadelelerin, sarıldığımız bütün sessiz gecelerin hatırasını beynimin tam ortasında yankıladı.

“Üşüyorum,” diye fısıldadı Çilingir, sesi neredeyse havaya karışıyordu.

“Üşüme kardeşim, üşüme,” diye fısıldadım, gözlerimden dökülen yaşları onun görmemesi için kafamı eğerek. Başım onun alnına yaslandı. “Ben buradayım... Biz buradayız gitmek yok.”

Mete, kafasını sola çevirip Caner’e baktı.

“Nerede kaldı lan bu ambulans!” diye bağırdığında siren sesleri bütün yaylada yankılanmaya başladı. Yüzümü yeniden Çilingir’e çevirip yarasına daha sıkı bastırdım. "Dayan Bora!" diye inledim, avuçlarım kanla kayganlaşmıştı. Başı omzuma düşerken Mete’nin bir anda Çilingir’in omuzlarını kavradığını fark ettim.

“Bora!”

Başımın içinde bir şeyler çığlık attı o anda. Çilingir, gözlerini kapattı. Çilingir’i sırt üstü yatırıp yarasına bastırmaya devam ederken kafamı hiddetle iki yana salladım.

“Hayır, hayır, hayır! Lütfen, hayır Bora hayır!”

Gözlerimden akan yaşlar, görüşümü bulanıklaştırıyordu. Alnımı, yaraya bastırdığım ellerimin üzerine yasladım.

“Sen bana Bünyamin’in emanetisin. Gitme, yalvarırım gitme!”

Kollarıma sarılan ellerle ambulansın geldiğini fark ettim. Beyaz ışıklar gecenin karanlığını delerken iki sağlık görevlisi sedyeyle yanımıza koşturdu. Mete, hemen geriye çekildi; ben de titreyen ellerimle Çilingir’in bedenini dikkatle onların ellerine teslim ettim. Bir an için, parmaklarımı onun üzerinden çekmeye kıyamadım. Sanki bırakırsam tamamen kaybedecektim.

“Dayan,” dedim boğuk bir sesle, “Bora, dayan kardeşim.”

Sağlıkçılar hızlıca müdahaleye başladılar; biri kanayan bölgeye turnike uygularken diğeri oksijen maskesini Çilingir’in yüzüne yerleştirdi. Kanlı elleriyle yere çökmüş Mete’nin yanına hızla yürüyüp kollarından tuttuğumda korkulu gözleriyle bana baktı.

“Ölmez değil mi?” dedikten sonra kafasını salladı, “Çilingir güçlüdür, bırakmaz bizi.”

Mete'nin sesi, ne kadar kırılgan olduğunu ortaya koyuyordu. Gözlerindeki umutsuzluk, onu ne kadar sevdiğimizi ne kadar güçlü bir bağımız olduğunu hatırlatıyordu. Ama ben, her şeyin bitmesine izin veremezdim. Çilingir’in güçlü olduğunu biliyordum; o, asla bırakmazdı bizi.

“Bora güçlü,” dedim, "Hep öyleydi. Hayatta kalacak, görüyorsun. Güçlüdür, bırakmaz."

27 Mayıs 2022 – 23:16 / Çamlıhemşin Devlet Hastanesi, Rize

Mete Mert Çakır, Ağzından

Beyaz Giyme Toz Olur, Ender Balkır

Babam ‘İnsanın yükü ağırdır evlat, taşıyamazsın,’ derdi ama bilmiyordu ki bir dostluğun başlangıcının, en büyük yüklerin peşinden geldiğini.

Kara Harp Okulu’nda ilk yıl, her şey bir sınavdır. Bedensel, ruhsal ve zihinsel sınavlar... Başlangıçta hepsi birbirine benzer gibi görünse de her biri insanın ne kadar güçlü olduğunu, dayanıklılığını, karakterini sınar. O gün de böyle bir gündü; sabahın ilk ışıklarından akşamın karanlığına kadar süren, adeta bir hayatta kalma savaşı gibiydi.

Eğitim alanında, bir grup olarak çalışıyorduk. Bu, gerçekten zorlayıcı bir egzersizdi. Herkes kendi gücüne güveniyordu ama bir şekilde bu günlerden birinde her şeyin sınırlarına dayanmak zorunda kalacağımızı hepimiz biliyorduk.

Bizimle grupta olan, adını bilmediğim biri vardı. O, biraz farklıydı. Fiziksel olarak diğerlerinden çok daha güçlüydü; belki de okulun en güçlü adamıydı. Ama bugün, onun o kararlı duruşunun arkasındaki o yorgunluğu fark ettim. O an yük taşıyan bir dağ gibiydi. Gücü, neredeyse her şeyi kaldırabilecekmiş gibi görünse de içinde bir kırılma noktası vardı. O noktaya geldiğinde, o bile yıkılabilirdi.

Ve o an geldi. O kişi, koca sırt çantasının yüküyle neredeyse yere düşecek gibi oldu. Diğerleri ona bakarken, kimse adım atmak istemedi. Eğitmen, biraz sert bir şekilde bağırarak, "Bora’yı taşıyacak bir Allah’ın kulu yok mu?" diye sordu. O an bir anlık sessizlik oldu, herkes birbirine baktı. Kimse bu soruya cevap vermedi. İçimde bir şeyler kıpırdamaya başladı.

Adının Bora olduğunu ilk o anda öğrenmiştim.

Caner’in gözleri, sanki bu yükten kaçmak ister gibi bana doğru kaydı. Herkes birbirine bakıyor ama kimse hareket etmiyordu. Sadece Bora, o devasa çantayı sırtında taşımanın yükünü hissediyordu. Eğitmenin bakışları, herkesin kararsız olduğu bir anda, bu boşluğa düşmemek gerektiğini fark ettim. O an, kimse bir şey yapmasa da ben bir adım atmalıydım.

Bora'nın yanına doğru yürüdüm. O, bana şaşkın gözlerle bakıyordu ama bir şey söylemedi. Şu an bile, her şeyin ötesinde bir şey vardı. Kendisinin de bir zamanlar bu kadar güçsüz hissedebileceğini düşünmek zor olsa da o an bir şekilde bunu hissedebiliyordum. Herkesin gözleri üzerimizdeydi ama bu bakışlar bizi yargılamaktan çok, bir adım atmamızı bekliyordu.

Bora bir şey söylemek üzereydi ama ben hızla büyük cüssesini sırtıma aldım. "Hadi, kalkalım," dedim. Bir an sessizlik oldu ama sonra Bora'nın omuzları gevşedi. O an, Bora da fark etti ki, bazen gücün bir gösterişten ibaret olmadığını anlamalıydık. Güç, bazen başkalarının yükünü alabilmektir.

Eğitmen, gözlerini kısıp bize baktı ama ben bir şey demeden ilerledim. Bora ile birlikte adım adım yürümeye başladık. O an, hiç konuşmadık. Ama bu hem onun hem de benim için başka bir şeyin simgesiydi.

Bora, sırf fiziksel olarak değil, aynı zamanda insan olmanın anlamını da yavaşça kabul etmeye başlamıştı. O yük, aslında sadece fiziksel değil, ruhsal bir yük de taşıyordu. O an, yalnızca onu taşıyan ben değil, aynı zamanda o an, kendimi de kanıtlamış oldum. Eğitmenin gözlerinden aldığım bakış, bu anın bizim için bir dönüm noktası olduğunu gösteriyordu.

Bora ve ben, bu zorlu yolda birbirimize yalnızca fiziksel olarak değil, birbirimizin gücünü de hissettik. O gün, sadece eğitimin bir parçası değil, aynı zamanda bir dostluğun temellerinin atıldığı gündü. O günden sadece birbirimizi değil, sıkıntılarımızı da yüklemiştik birbirimize.

Şimdi ise Bora, soğuk bir hastanenin nezih bir odasında can yüküyle cebelleşiyordu.

Nereden geldiğini bile anlamadığım bir kurşun ile gece, yeniden gözle görülür bir kan gölüne dönüşmüştü. Ameliyathanenin önünde, ayakta bekleyen Ahmet’e küçük bir bakış atıp kafamı ameliyathane kapısına çevirdim. Eski bir timin kökleri en derin yerlerinden bir kez kopmuştu. Bir kez daha kopması demek yaralarımızın sarılamayacak kadar hasarlı kalacağının bir kanıtıydı.

“Mete.”

Sol yanımdan gelen Caner’in sesi ile bakışlarımı kapıdan çekip ona baktım. Yanındaki Jandarma memurunu göstererek çenesini gerdi.

“İfade vermeniz gerekli,” dediğinde bakışlarım bir mıknatıs misali Ahmet’in gözlerini buldu. Ahmet, sırtını yasladığı duvardan ayrılarak küçük adımlarla bize doğru yaklaştığında Jandarma memuruna baktı. Jandarma memuru elindeki dosyayla Ahmet’i köşeye doğru yönlendirirken Caner’de peşlerinden ilerliyordu.

Ayakta tek başıma kalmıştım.

Gözlerim yere mıhlanırken adımlarım bilinçsizce atılmaya başladı. Kenardaki koltukta oturan bir çift ayağın önünde durup dizlerimin üzerine çöktüm. Gözlerim, göz pınarlarıma hücum eden yaşlarla buğulanırken alnımı Eyşan’ın dizlerine yasladım.

Eyşan’ın dizlerine başımı yasladığım anda, içimde ayakta kalmak için verdiğim bütün savaşlar birer birer teslim bayrağını çekmişti; dudaklarımda sessiz, ıssız bir yakarışın izleri kalmış, gözlerimin ardında ise büyüyen, kabına sığmayan, taşan bir boşluk oluşmuştu.

Etrafımızda zaman durmuştu sanki; ne koridordan geçen doktorların ayak sesleri duyuluyordu ne de uzaklardan gelen ağlamaklı fısıltılar, sadece Eyşan’ın parmaklarının saçlarımın arasında usulca gezinmesinin çıkardığı, neredeyse duyulmaz ama ruhumu iliklerine kadar titreten o dokunuşun sesi vardı.

Kendimi bir anlığına bile olsun toparlamaya çalışmadım; çünkü bazı acılar vardı ki, onlarla savaşmak değil, onlara teslim olmak gerekiyordu, çünkü bazı yaralar öyle derindi ki, üzerine ne kadar toprak atsan da o sızı, o yanık koku hep orada, derinin en altında kalıyordu.

Bora'nın kanı, gözümün önünden gitmiyordu; o sıcaklık, o ağırlık, ellerimde hâlâ canlıydı ve içimde bir yer, kurtulması mümkün olmayan bir suçluluk duygusuyla çığlık çığlığa haykırıyordu.

Başımı dizlerine daha da gömdüm, sanki orada, Eyşan’ın dizlerinde, bütün kaybettiklerimi, bütün yaralarımı, bütün suça bulanmış anılarımı gizleyebilirmişim gibi; sanki Eyşan’ın sessizliği, ellerinin sıcaklığı, kalbimdeki kırıkları birer birer toparlayabilirmiş gibi.

Eyşan’ın “Mete,” diye seslenmesiyle gözlerimi kaldırıp kök saldığım topraklarına baktım.

“Çilingir iyi olacak,” gözlerimi kapattım, “Şşş, Mete, güçlü durmalısın. Bora için güçlü durmalısın.”

Gözlerimi açtığımda sol gözümden yanağıma akan yaşı tutamadım. Eyşan, başını sağ omzuna doğru eğdiğinde gözleri yanağıma düşen yaşta kaldı. Baş parmağıyla yaşı silerken yüzüme doğru eğilip yanağıma dudaklarını bastırdı.

“Bora…” dedim, sesim titrek bir fısıltıya dönmüştü, “Bora benim sırtımı taşıyan tek adamdı, Eyşan. Bunu hafife alma… Benim yüküm, benim geçmişim, benim içimde taşıdığım bütün karanlıklar... başka kimsenin boynuna asılamazdı; başka kimse onları taşıyamazdı, başka kimse benimle yürüyemezdi.”

Eyşan, başını geri çektiğinde gözlerim Eyşan’ınkilerde sabitlenmişti, sanki beni eksiksiz anlayabilecek tek kişi oymuş gibi.

“Ben yere düştüğümde, herkes döner gider... Bora gitmedi. Hiç gitmedi, bende gitmedim. Beni sırtında taşıdı, Eyşan. Çamurda sürüklendiğimizde, karanlığın içinde nefes alamadığımızda... benim sırtımı kendisininkiyle bir etti. Ben düşerken o da düştü ama beni yere bırakmadı. Kimse yapmaz bunu, kimse. Herkes bir yerden sonra yükünden vazgeçer. Bora vazgeçmedi.”

Sözlerim titriyordu, nefesim her kelimenin sonunda çatallaşıyordu.

“Eğer ona bir şey olursa... Eğer o da düşerse...” Elimi Eyşan’ın dizlerine yaslayıp gözlerimi kapattım, içimde yükselen o dayanılmaz boşluğu bastırmak istercesine. Yüzümde dolanan parmaklar ile titrek bir nefes alıp kollarımı Eyşan’a sarmaladım. Eyşan, sarılışıma karşılık verdiğinde ellerimi sırtım boyunca gezindi.

“Bu çok farklı Eyşan, bu çok farklı. Canım daha kaç kere yanacak?” diye mırıldandığımda Eyşan’ın derin bir nefes verdiğini işittim.

“Canımın canı, içinde bir kor taşıyor. O koru söndürmenin tek çaresi ise içeride yatıyor. Ne elden bir şey gelir ne de çare bulunur,” dedikten sonra ağırca ellerini sırtımdan çekip yüzümü ellerinin arasına aldı.

“Dağını kırmışlar sırtın bükülmüş. Sırtında taşıdığın yük ağırsa, başını dizlerime yasla. Yükünle ezilmektense ağırlığını benimle paylaş. Çünkü Bora uyandığında sen onu taşıyacaksın,” dedi Eyşan, sesi hem titrek hem de inatla güçlüydü; ellerinin arasına aldığı yüzümde, kaybolmuş bir asker gibi bakıyordum ona, sanki bakışlarımda yardım isteyen bütün sessiz çığlıkları bir araya toplamıştım.

Sözleri usulca ama sarsıcı bir şekilde kalbime dokunurken, yüzümü biraz çevirip dudaklarımı Eyşan’ın avcuna bastırdım. İçinde patlamaya hazır bir fırtına gibi kabaran hıçkırıklarımdan birini daha fazla tutamadım, boğuk bir nefesle salıverdim. Dudaklarım Eyşan’ın avuç içlerinde dolanırken hastane koridorlarında yankılanan ayak sesleri, makinelerin ritmik bip sesleri, her şey arka planda silikleşmişti, çünkü o anda, dünya iki insanın arasındaki suskun bir bağlılıktan ibaretti: yaralı bir askerin ve onu avuçlarının arasına sığdırmaya çalışan bir kadının dünyasıydı.

27 Mayıs 2022 – 23:41 / Çamlıhemşin Devlet Hastanesi, Rize

Eyşan Çakır, Ağzından

Koyu Siyah, No.1

Gece, karanlığın koynunda kanlı bir sırra daha gebe kalmıştı. O sır, bir şekilde her şeyin başlangıcına işaret ediyordu. Gecenin yoğun, boğucu havası içinde, hastanenin ışıkları ne kadar parlarsa parlatsın, içerideki odaların köşelerine hapsolmuş karanlıklar daha derindi.

Mete, Ahmet’in ardından ifade vermek için Jandarma memurlarının olduğu alana gitmişti. Bakışlarım Caner ile kesiştiğinde tek kaşımı kaldırıp sıkıntılı bir nefes bıraktım. Gözlerimi kırpıştırıp çenemi dikleştirdim ve çenemle sigara içme alanını işaret ettim. Caner, kafasını sallayıp ayağa kalktı. Ayağa kalkıp yürümeye başladığım sıra peşimden gelen adım seslerini işitiyordum. Sigara içme alanına çıktığımızda ellerimi ceplerime soktum ve kaşlarımı çattım.

“Kıyam nerede?” diye sorguladığımda gözlerini kısarak arkamda bir noktaya baktı. Kaşlarıyla o noktayı işaret ettiğinde ellerimi ceplerimden çıkartıp bir hışımla arkamı döndüm. Seri adımlarla Kıyam’ın saklandığı ağaca doğru yürümeye başladım. Kıyam ve Sessiz’in olduğu noktaya vardığımda kaşlarım, alnımın ortasında bir çukurun derinlemesine açılmasını sağlamıştı.

“Bütün bunlar olurken, siz ne bok yiyordunuz?”

Kıyam’ın gözleri kurduğum cümle ile irileşirken Sessiz’in boğazını temizlemesini işittim. Bir anda ona dönüp sağ elimi yumruk yaptım.

“Evin önüne kadar gelen birisi varken, siz ne bok yiyordunuz lan!” diye dişlerimin arasından tısladım. Omzumda bir el hissettiğim anda omzumdaki ele bakıp Caner’e gözlerimi büyüttüm.

“Çek lan elini.”

Caner, ürkekçe bakan gözleriyle elini omzumdan çektiğinde yeniden Sessiz’e baktım. Bir an için sessizlik oldu. Kıyam'ın gözleriyle gözlerim buluştu; derin ama aynı zamanda terkedilmiş bir bakıştı. “Sizi uyaracak kadar erken fark edemedik,” dedi, ama bu cümledeki çaresizlik, bana tüm gerçeği fısıldıyordu. İçlerinde bir eksiklik vardı, bir savunmasızlık. Bir şeyleri kaçırmışlardı ve şimdi bunun bedelini ödemek zorundaydılar.

Yumruk yaptığım eli havaya kaldırıp işaret parmağımı çıkarttım.

“Sizin yüzünüzden içimizden birisi yaşam savaşı veriyor. Sizin dikkatsizliğiniz yüzünden biz şu an buradayız ve bana diyebileceğiniz tek şey ‘Erken fark edemedik’ mi olacak? Selami nerede?”

Kıyam’ın bakışları, Sessiz’e yöneldiğinde, ikisi de bir anlığına birbirlerine sustular. O anda fark ettiğim şey, aralarındaki sessiz anlaşmazlıktı. Sessiz, bir adım öne atılmaya cesaret edemedi. Gözleri yere kayarken, Kıyam derin bir nefes aldı.

“Suriye’de.”

Aldığım cevapla kaşlarım eski haline döndü. Yüzümdeki ifadesizlikle dudaklarımı araladım.

“Orada ne yapıyor?” diye sorduğumda Sessiz, boğazını temizleyip cebinden telefonunu çıkarttı. Ekran kilidini açıp bize doğru çevirdiğinde gördüğüm adres konumu kaşlarımın yeniden çatılmasına neden olmuştu.

Sessiz, “Bu adreste Shaytan Al Aswad ve Tahir’i buldular. Selçuk ve Alperen, Shaytan’ın aslında Süleyman olduğunu ve Mümtaz Çalkun’un oğlu olduğunu öğrendiler.”

Gözlerim, duyduğum bilgi ile irileşirken Caner’den “Ne?” sözcüğünü duyabilmiştim. Sessiz, Caner’e bakıp telefonunu cebine koydu.

“Süleyman, devlet için çalışıyormuş.”

Sessiz’in son cümlesiyle bakışlarım Caner’e çevrilmişti.

“İmkânı yok,” dedim Caner’e bakarken. “Mümtaz Çalkun’da Elias Farouq için çalışıyordu. Shaytan Al Aswad’ın devlet için çalıştığını sanmıyorum.” Ardından Sessiz’e bakıp kaşlarımı alnıma doğru çektim. “Shaytan Al Aswad’ın Süleyman Çalkun olduğuna dair kimlikten başka bir delil var mı?”

Sessiz, kafasını salladı.

“Selami ile Suriye’den Şırnak’a dönüş yapacaklar. Alparslan Çakır’ın bilgisi dahilinde yola çıktılar. Alparslan albay Şırnak’ta, güvenlik önlemleri alınmış bir şekilde onları bekliyor.”

Bizim de Şırnak’ta olmamız gerekliydi ama Çilingir vurulmuştu ve şu an ameliyathanede canı pahasına bir savaş veriyordu. Sıkıntılı bir nefes verip yeniden Caner’e baktım ve ellerimi ceplerime soktum.

“Alparslan albayın, Çilingir’in vurulduğundan haberi var mı?” diye sorduğumda kafasını salladı.

“Annem ile buraya asker gönderiyor. Ameliyathaneden sağ çıktığı anda, helikopter ile Şırnak’a geri döneceğiz.”

Bir şey demeden derin bir nefes verdiğim sıra Caner’in bakışları Sessiz’e çevrildi.

“Jandarma memurları Mete ve Ahmet’in verdiği ifadeye göre ilerleyecekler ama kim olduğunu göremediğimiz için pek bir şey çıkacağını sanmıyorum.”

Birisi, elini kolunu sallayarak yakınımıza girmiş ve geceyi kana bulamıştı. Vurulan kişinin Mete’de olabileceği aklıma düşerken ellerimi ceplerimden çıkartıp göz ucuyla Kıyam’a ve Sessiz’e baktım.

“Bir süre ortalıktan kaybolmayın, sizinle sonra görüşeceğim,” dedikten hemen sonra Caner’e dönüp çenemle içeriyi işaret ettim. Caner ile birlikte yeniden içeriye girdiğimizde kollarımı göğsümde bağlayıp kaşlarımı çattım.

“Elçilikten ulaşabileceğimiz birileri var mı?”

Caner, sorduğum soruyla gözlerini kıstı. Birkaç saniye sonra kafasını salladı ve çenesini kaldırdı.

“İran’da sadece Caffar var, aklından ne geçirdiğini söylersen daha ayrıntılı bir araştırma yapabilirim.”

İçimde beslenen yılan, zehrini düşüncelerime karıştırmıştı.

“Elias Farouq’un Suriye’den ayrıldığını düşünüyorum.”

Caner, tek kaşını şaşırmışçasına kaldırdı.

“Bunun olabileceğine nereden vardın?”

Bakışlarımı Caner’den çekip etrafıma baktıktan sonra yeniden ona döndüm.

“Düşmanı hiçbir zaman hafife almayın demişler. Elias Farouq, kolay bir lokma değil, öylesine teslim olacağını zaten beklemiyorduk, değil mi Caner? Her ne kadar Alparslan baba, elçilikle bağlantı kurmuş olsa dahi Suriye, Elias Farouq’un toprağı. Bu işler bazen rütbeye değil paraya bakıyor. Türkiye’nin verdiği paranın değeri, Elias Farouq’un çaldığı toprakların değerlerinden daha azdır, emin ol.”

Caner, sorgulayıcı bir tavırla kaşlarını alnında büzdü.

“Yani, Elias Farouq’un kaçtığından mı şüpheleniyorsun?”

Kafamı acıyla salladım.

“Şüphelenmiyorum, olduğuna inanıyorum.”

Caner, sessiz bir şekilde bana bakmaya devam ettiğinde kafamı iki yana salladım ve derin bir nefes verdim.

“Caffar ile bağlantı kurduğunda bana haber vermeyi unutma. Ben Mete’nin yanına geçiyorum. Lara, Yonca ve Ayda’nın yanında, aklın kalmasın. Mete’ye bir bakayım bende yanlarına geçeceğim.”

Caner, minnet dolu gözlerle kafasını sallayıp sigara içme alanına geri çıktı. Küçük adımlarla ameliyathaneye doğru ilerlemeye başladığım sıra, duvara yaslı bir şekilde Mete ile duran Deniz’i gördüm. Dudaklarımda buruk bir tebessüm oluşurken boğazımdaki koru yutkunmaya çalıştım.

“Çilingir’in abisi…” diye geçirdim içimden. Bir an için gözlerimi kapattım. Vicdanım, alnımın ortasında bir sızı gibi zonkladı.

“Belki de en büyük bedeli Deniz ödedi. Yine de kaçmadı.”

Çilingir’in içerideki yaşam mücadelesi yetmezmiş gibi, Deniz her saniye geçmişiyle de savaş halindeydi. Ama kimseye bir şey söylemiyor, yalnızca sessizce destek oluyordu. Sessizliğiyle, duruşuyla, varlığıyla.

Sessizce yanlarına yaklaştım. Gözlerim, Mete’nin yüzünde gezindi. Sanki yaşlanmıştı. Gözlerinin altında halkalar, alnında çizgiler, çenesindeki kasılma... Bu gece, hepimizden bir şeyler alıp götürmüştü.

“Bir haber yok mu?” diye sordum kısık bir sesle. Sadece Mete değil, ben de o duvarın dibine yıkılmak üzereydim. Mete başını yavaşça kaldırdı, gözleri benimkilere değdi. O bakışta bir erkekten çok, kaybetmekten korkan bir adamın sessiz haykırışı vardı. Kafasını ağırca iki yana salladığında birkaç saniyeliğine ameliyathaneye baktı ve ardından bana doğru bedenini çevirip kollarını göğsünde bağladı. Omzunu duvara yaslayıp içli bir nefes aldı.

Gözleri, bir girdap misali bakışlarımı içine hapsederken kafamı iki yana salladım.

“Korkuyorum Mete,” dedim sonunda, sesim çatallaşmadan hemen önce. “Bu kadar çok şeyin iç içe geçmesinden... görev, ihanet, aile, geçmiş, sen… Her şey birbirine karıştı.”

Mete, omzunu duvardan ayırıp bir adım yaklaştı. O adımda silah yoktu, emir yoktu, unvan yoktu. Sadece o vardı.

“Karışmasına izin verdik,” dedi. “Çünkü insanız. Çünkü bu bir savaş değil sadece. Bu... biziz.”

Göz göze geldiğimizde, gözlerimin dolduğunu fark etti ama ben silmedim. Güçlü durmak artık başka bir şeydi. O an, en güçlü halim belki de en savunmasız hâlimdi.

“Çilingir ameliyattan sağ çıkarsa...” dedi, “dağılmış bir timin ruhu yeniden tamamlanır. Ama çıkamazsa… parçalanırız.”

Elimi kaldırıp yanağına dokundum. Parmaklarım, tanıdık bir sıcaklıkla onun tenine yaslandı. Mete, gözlerini titrekçe kapatıp yanağını elime dayadığında, dudaklarımı nemlendirmek için yavaşça yaladım. İçimdeki boşluğu bir anlığına bile olsa dolduran bu temas, sanki bizi savaşın ortasında bile ayakta tutan bir umut gibi hissettirdi.

“Parçalanmanıza izin vermeyeceğim,” dedim. “Söz veriyorum, elimden ne geliyorsa yapacağım.”

Mete gözlerini açmadan, sırtıma elini koyup beni kendine çekti. Gövdesine yaslandığımda, içimde kırılan onlarca parçanın bir araya gelmeye çalıştığını hissettim. Onun kokusu, kalp atışları ve sessizliği en çok ihtiyacım olan sığınaktı. Gözlerimi kısa bir süre kapattım, sonra kollarımı onun beline doladım. Birkaç saniye böyle kaldık. Sonra, kendimi hafifçe geri çektim. Ellerim yavaşça ondan ayrılırken, Mete dikkatle gözlerime baktı. Derin bir iç çekti, ardından çenesini dikleştirerek kelimelerini toparladı.

“Babam aradı,” dedi. “Annem buraya geliyormuş. İçeriden olumlu bir haber alırsak Şırnak’a geri döneceğiz.”

Başımı sallayıp gözlerimi kırpıştırdım. Caner ile konuştuğumuz her şeyi ayrıntılı bir şekilde anlattım. Mete, dikkatle dinleyip başını salladı. Ellerini ceplerine soktu. Gözlerinde intikamın soğuk ve kararlı kıvılcımları parlıyordu. Alt dudağını dişleriyle sıktı, yüzüne kasvetli bir ifade yerleşti.

“O piçin kaçtığı hakkında şüphelenmekte haklısın,” dedi. “Ben de sana katılıyorum. Her ne kadar düşmanımız olsa da akıllı olduğunun farkındayız. Peki, bu konuyla ilgili olarak Selçuk ve Alperen’i uyaracak mısın?”

Başımı iki yana salladım.

“Selçuk zeki biridir,” dedim. “Bu duruma karşı kendi tedbirlerini çoktan almıştır. Ama onlara Elias Farouq hakkında soru sorarsak şüphelenirler. Bildiğimizi anlarlar. Ayrıca Selçuk’a bilgi vermekten daha öncelikli bir konu var.”

Mete kaşlarını çattı, dinlemeye devam etti.

“Selami’nin, Shaytan Al Aswad’ın—yani Süleyman Çalkun’un—yanında olması… ve birlikte Şırnak’a dönüyor olmaları. Bu işin peşine düşeceğim.”

Mete, sıkıntıyla ellerini ceplerinden çıkardı. Sağ eliyle yanağını sıvazladı, başını salladı.

“İyice olaylar birbirine girdi,” dedi. “Kimin doğru söylediğini, kime güvenebileceğimizi anlamak çok güç.”

Mete’nin sesi zihnimin gerisinde yankılanırken, gerçeklik yavaşça silikleşti. Ayakta duruyordum ama içimde bir şey çöküyordu. Görünmeden. Gürültüsüz. Her adımda biraz daha eksiliyorum. Her kayıpta biraz daha soluyorum. Sanki içimde bir sayaç var ve her ölüm, her ihanet, her korku bir tık daha indiriyor sayacı.

“Eyşan...”

Mete’nin sesi, kafamın içinde yankı yaparken, sol eli belime sarıldı ve beni nazikçe yanına çekti. Gözlerim hala bulanık, zihnimdeki karmaşa ağır bir örtü gibi üzerime düşüyordu.

“Daha fazla ayakta kalmak senin ve bebeklerimiz için iyi değil, gel otur şöyle,” dedi.

O an, adımlarım sanki yerle bağlantısını koparmış gibi ağırlaştı. Mete’nin sıcak elini belimde hissetmek, beni bir şekilde yere çekiyordu ama içimdeki yük, her adımda biraz daha ağırlaşıyor, her nefeste biraz daha sıkıyordu göğsümü.

Bir süre susarak başımı salladım ve nihayet sandalyeye oturmak için adım attım. Otururken, kendimi her şeyden uzak, tek başıma hissettim. Ama bir yanda da Mete'nin varlığı her geçen an içimdeki boşluğu biraz daha dolduruyordu.

Mete yanımda, ellerini dizlerine koyarak sessizce oturdu. Nehri izleyen bir insan gibi, bana odaklanarak bir süre sessizce durdu. Aramızdaki sessizlik ne bir kaçış ne de rahatlık veriyordu; sadece bir ortak anlayış vardı, belki de hayatta kalmak için birlikte olmanın gücü.

İçimden bir ses, bu karanlıkta ne kadar uzun süre yürüyebileceğimizi sorguluyordu. Ama gözlerim onunla sabırla beklerken, bir başka ses de her adımın bir adım daha yakın olduğuna işaret ediyordu.

28 Mayıs 2022 – 02:26 / Çamlıhemşin Devlet Hastanesi, Rize

Yazar, Ağzından

Pınar Başından Bulanır, Grup Abdal

Hastane koridorunda zaman, tavan lambalarının soğuk beyaz ışığında donmuştu sanki. Sessizlik öyle yoğun, öyle keskin bir hâl almıştı ki, nefes almak bile gürültüye karışacak diye korkuyordu insan. Ameliyathanenin kapısı kapalıydı. İçeride Bora, yaşamla ölüm arasında görünmez bir ipte yürüyordu. Herkes, bu ipin kopmaması için sessizce dua ediyordu.

Ahmet, sırtını duvara yaslamıştı. Elleri boşta, gözleri bir noktaya kilitlenmiş gibi. Ama o nokta, sadece bir kapıydı. O kapının ardındaki belirsizlik, adamın omuzlarını göçertmişti. Gözleri kırmızı, ama ağlamıyordu. Ağlamaktan öte bir şey vardı yüzünde; içi sızlayan, kıpırtısız bir sabır.

Koridorun biraz ilerisinde, bir bankta Mete ve Eyşan oturuyordu. Eyşan’ın başı, Mete’nin göğsüne yaslanmıştı. Gözleri kapalıydı ama uyumuyordu. Uyuyacak gibi de değildi zaten. İçinde kopan fırtına, göz kapaklarının ardında sessizce dönüyordu. Mete'nin bakışları, duvara saplanmıştı. Sağ eliyle Eyşan’ın saçlarını ağır ağır okşuyordu; sakinleşmesi için mi, kendi içinde bir şeyleri bastırmak için mi bilinmez. Yüzünde sessiz bir hüzün, gözlerinde anlatılmayan cümleler vardı.

Koridorun başında Deniz, Osman’ın yanında ayakta duruyordu. Osman’ın elleri ceplerinde, başı biraz önde, dişlerini sıkıyordu. Arada bir yanındaki Deniz’e dönüp bir şey diyecekmiş gibi oluyor ama vazgeçiyordu.

Kenardaki sandalyelerde Cemile, Lara, Ayda ve Yonca yan yana oturuyordu. Ayda’nın elleri dizlerinde kenetlenmişti, gözleri yerde. Yonca’nın bakışları, bir noktaya sabitlenmişti; belki dua ediyor, belki geçmişe takılı kalıyordu. Cemile'nin dudakları kıpırdıyordu ama ses çıkmıyordu, yalnızca içinden konuşuyordu. Lara’nın bakışları ise cam kapıdan görünen bedenlerde kalmıştı.

Dışarıda, sigara içme yerinde, Kubilay, Barış ve Caner sessizce yan yana durmuş, sigaralarını içiyorlardı. Dumana karışan düşüncelerinin ağırlığı yüzlerinden okunuyordu. Kimse konuşmuyordu, konuşacak bir şey yoktu çünkü. Her biri kendi içinde sessiz bir fırtınayla mücadele ediyordu. Sadece kül düşüyor, duman yükseliyordu.

Zaman durmuştu o koridorda. Herkes, Bora'nın döneceği o an için bir yerinden tutunmuştu hayatın. Ya hep birlikte nefes alacaklardı ya da birlikte çökeceklerdi sessizliğin dibine.

Kapı nihayet aralandı.

Metal menteşelerin yankısı, koridorun ölüm sessizliğine bıçak gibi indi. Herkesin içinden bir şey koptu o anda. Sanki sadece bir kapı değil, içerde tutulan umutların ve korkuların da kilidi açılmıştı.

Ahmet, yerinden bir yay gibi fırladı. Sırtını yasladığı duvar bir anda yok olmuş gibi. Birkaç adımda, doktorun karşısında dikildi. Gözleriyle adamın dudaklarına kilitlendi. Çünkü o dudaklardan çıkacak her kelime, onun dünyasını ya ayakta tutacak ya da paramparça edecekti.

Mete, Eyşan’ı göğsünden dikkatlice ayırdı. Elleriyle omzuna hafifçe dokundu, sanki “bekle” diyordu. Sonra hızla doğrulup Ahmet’in yanına geçti. Yan yana, sessiz bir cephe gibi durdular doktorun önünde.

“Kardeşimizin durumu nedir, doktor bey?” dedi Mete. Sesi boğuktu. Sanki boğazından değil, içinden kopup gelen bir yankıydı bu. Doktor sustu önce. Nefes aldı. Beyaz maskesini çenesine indirdi, ellerini arkada birleştirdi. Yüzü yorgundu ama daha çok hüzünlüydü.

“Kurşunun çıkış noktası yoktu,” dedi, kelimeleri ölçerek, sanki her biri bir damla zehirmiş gibi. “Göğsüne saplanmıştı. Kalbe yakın değildi ama sol akciğerin üst bölgesindeki doku parçalanmış. Kurşunu çıkarabilmek için o dokuyu almak zorunda kaldık.”

Sessizlik, düşen bir cam parçası gibi yankılandı.

Ahmet’in alnı hafifçe seğirdi. Gözleri, bir anlık boşlukla doktorun omzunun arkasına kaydı. Orada olmayan bir şeye bakar gibi. Mete’nin çenesi sıkıldı; damarları gerildi. Yanındaki dostunun sarsıldığını hissedince bir adım geri çekilip hafifçe omzuna dokundu.

Arkada, sandalye gıcırdadı. Cemile başını ellerinin arasına aldı. Ayda, dudaklarını sıktı ama ağlamadı gözleri boşluğa sabitlendi. Yonca başını eğdi, dua eder gibi. Osman, doktorun sesiyle beraber donmuş gibiydi. Deniz, onun bir adım ileri çıkmasını engelleyen sessiz kuvvetti yanında.

Camın ötesinde, geceyi delen sigara dumanı artık sadece nikotin değil, çaresizliğin kokusuydu. Kubilay, Barış ve Caner hiçbir şey demeden birbirlerine baktılar. Sanki biri bir kelime ederse, o an yerin yarılacağına emindiler.

O koridorda saat durmuştu. Ama kalp atışları değil. Herkes, Bora'nın o ameliyathaneden nasıl çıktığını değil artık nasıl bir hayatla geri döneceğini düşünüyordu. Doktor, bakışlarını ikisinin arasında gezdirdi. Ahmet'in yüzündeki keskinlik, Mete’nin suskunluğundaki gerilim... bu insanların savaşçı olduğunu ama en zayıf yerlerinden vurulduklarını fark etmemek mümkün değildi.

“Ameliyat sona erdi,” dedi doktor, sesi bu kez daha kontrollü ama hâlâ yorgun. “Yoğun bakıma alacağız. Şu an stabil durumda ama uyanmasını beklememiz gerekecek. Uyandığında sol akciğerin işlev değerini ölçmemiz lazım. İlk birkaç saat çok önemli.”

Cümle bitince, hiçbir şey değişmedi. Zaman yine akmadı. Ne biri konuştu ne diğeri gözünü kaçırdı. Çünkü her kelimenin içinde başka bir ihtimal gizliydi: yaşamak ya da yarım kalmak. Mete, bir adım geriye çekildi. Sanki dizlerinin bağı çözüldü de sadece inadına ayakta kalıyordu. Ahmet’in eli yavaşça onun omzuna uzandı. Güç vermek için değil, yükü, acıyı, korkuyu paylaşmak için.

Doktor, son sözlerini söyledikten sonra göz temasını kesti. Ne bir "geçmiş olsun" dedi, ne de bir umut cümlesi bıraktı arkasında. Sadece başını hafifçe eğip, sessizce uzaklaştı. Beyaz önlüğünün koridorda savrulan ucu bile yankı yaptı sanki; sessizliğin içinde her hareket, bir çığlığa dönüşüyordu. Aynı anda, hastane girişindeki gece lambalarının solgun ışığı altında, dışarıdaki üçlüden biri başını çevirdi.

Caner.

Bakışları sağa kaydı. Gözbebekleri bir şey yakalamıştı. Yolun kenarına yanaşmış koyu renkli arabanın içinden inen iki kişiyi seçti: Annesi ve Kartal. Derin bir nefes verdi Caner, ama öyle bir nefes ki; içinde çocukluk vardı, korku vardı, biriktirilmiş onca kelime vardı. Duman değil ama başka bir şey çıktı ciğerinden: bir iç yük.

Elindeki izmariti dikkatlice aldı, kenardaki küllüğe bastırdı. Küller dağılmadan sustu. Sonra çenesini dikleştirdi, omuzlarını gerdi. Kendi zırhını kendi kuşandı, tek kelime etmeden.

Hümeyra Çakır, kapının yanından hızla yürüyerek yanına geldi. O her zamanki zarif ama dimdik duruşuyla, topuklarının sesi gecenin sessizliğini kısa süreliğine deldi. Kadın durduğunda, Caner’in omzuna bir el koydu hafif ama çok şey anlatan bir dokunuştu bu. Bir annenin, oğlunun içindeki fırtınayı suskunca fark edişi.

Elini sıvazladı, göz göze bile gelmeden. Sonra tek kelime etmeden içeriye girdi. Caner’in bakışları Kartal’ın yüzünde kaldı. Kartal, Caner’e bakıp başıyla hafif bir selam verdi. “Lara, iyi mi?” diye sorduğunda Caner, başını salladı. Eliyle içeriyi gösterdiğinde hep birlikte içeriye girdiler.

Eyşan, Hümeyra Çakır’ın geldiğini fark ettiğinde oturduğu yerden ayağa kalktı. Hümeyra Çakır, gözlerindeki sakinlik karışımı endişesiyle Eyşan’ı kontrol edip Lara’ya baktı. Ardından herkesin iyi olduğunu gördükten sonra Mete’nin yanına doğru ilerledi.

“Bora iyi mi oğlum?”

Mete'nin gözleri bir anlığın ötesinde dondu. İç çekişi, göğsünün derinliklerinden gelen sessiz bir haykırıştı adeta. Alt dudağını dişlerinin arasına sıkıştırdı; çünkü konuşmak, duyguyu itiraf etmekti. Oysa o da annesi gibi, acıyı bakışlarına mühürlemeyi tercih etmişti.

Bir saniye, zaman ağırlaştı. Sadece annesinin gözlerinin içine baktı. O gözlerde ne bir yargı ne bir korku vardı. Sadece anne oluşun o tuhaf gücüydü bu. Bir bakışla yaranın derinliğini anlamak ama üzerine konuşmamayı bilmekti.

Mete, sessizce başını eğdi.

Hümeyra, oğlunun bu haliyle daha fazla bir şey söylemedi. Sormadı. Çünkü cevaplardan çok, yanında durmak gerekiyordu şimdi. Elini Mete’nin koluna koydu. Hafifçe sıktı. Bu, “Ben buradayım” demenin annelere özgü bir yoluydu.

Lara, Kartal’ın da geldiğini fark ettiğinde yavaşça ayağa kalktı. Kartal, iki büyük adımda Lara’nın önünde durup kollarını ikizinin sırtına koyup sarıldı. Caner, ellerini ceplerine sokup sırtını duvara yasladı ve birbirine sarılan ikizleri izledi. Birisi, karnında evlatlarını taşıyan, canı için canından vazgeçebileceği kadınıydı. Diğeri ise kadınının can yarısıydı. Kartal, Caner’in onları izlediğini fark ettiğinde sol elini Lara’nın sırtından çekip ona doğru uzattı.

Caner, sırtını duvardan ayırıp onlara doğru ilerlediğinde Kartal, elini Caner’in sırtına yaslayıp kendilerine doğru çekiştirdi. Caner, sol elini Lara’nın beline koyarken sağ elini de Kartal’ın omzuna koyup sarıldı. Caner’in yanağının sol tarafı, Lara’nın başının üzerinde soluklanırken bakışları Kartal’ın gözlerinde asılı kalmıştı.

Sonra yavaşça ayrıldılar. Sadece bedenler, ama ruhlar hâlâ birbirine sarılıydı. Kartal, gözlerini yere indirip bir adım geri çekildi. Lara, karnına eliyle dokundu. İçgüdüsel, koruyucu bir hareketti. Caner, bu küçük dokunuşa uzun uzun baktı. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir titreme belirdi.

Arka planda Eyşan, onları izliyordu. Bir anlığına bile olsa gözleri doldu ama sonra çabuk toparladı. Duygularını yıllardır disipline etmiş bir kadındı o. Ama bazı sahneler, bazı insanlar, bazı anlar o duvarları çatlatıyordu.

Bir anlığına koridorun ucundan gelen tekerlekli sedyenin sesi duyuldu. Hemşirelerin yanında, sedyenin üzerinde yatan beden: Bora. Gözleri kapalıydı. Yüzü solgundu. Ama yaşamdı bu. Kırılgan, solgun ama hâlâ burada. Mete, başını hızla kaldırdı. Eyşan gözlerini kırpmadan baktı. Ahmet, gözünü sedyeden ayırmadan yürümeye başladı.

Koridordaki herkes, nefesini tuttu.

Tekerlekli sedyenin metal tekerlekleri, koridorun zemininde yankı bırakarak ilerliyordu. Bora'nın hareketsiz bedeni, beyaz çarşafın altında neredeyse saydam görünüyordu. Solgun teni, sargılarla kaplı göğsü, burnuna bağlı oksijen tüpü… Her şey, hayatta kalmanın ne kadar ince bir çizgide yürüdüğünü haykırıyordu.

Hemşireler hızlı ama dikkatliydi. Her biri, bu bedenin içinde hâlâ atmakta olan kalbin değerini biliyordu. O kalp, bir timin kardeşi, bir annenin evladı, bir ülkenin askeriydi.

Ahmet, adımlarını hızlandırdı. Kalbi, göğsünün içine sığmaz gibiydi. Bir şey diyemedi. Dokunmak istedi ama dokunamadı. İçinden binlerce kelime aktı ama dili tutulmuştu. Mete, birkaç adım geriden onları izliyordu. Elleri iki yanında yumruk olmuştu. Barış, Mete’nin omzuna hafifçe dokundu, sonra onun önünden geçerek Ahmet’in yanına geldi.

Bora’yı taşıyan sedye, yoğun bakımın kapısında durduruldu. İçerideki ekip hazırlığını tamamlamıştı. Kapı, sensörle açıldığında içeriye kısa bir soğuk hava sızdı. O havada antiseptik kokusu vardı, ölümle yaşam arasındaki çizgiyi hatırlatan o ağır, keskin kokuydu.

“Yoğun bakımda ilk 24 saat kritik,” dedi hemşirelerden biri. Sesi yumuşaktı ama taşıdığı gerçekler sertti. “Ziyaret yasak. Doktor gerekli oldukça sizi bilgilendirecek.”

Kapılar, Bora’nın ardından kapanırken bir uğultu gibi sustu koridor. Hiçbir çığlık atılmadı, kimse yere çökmedi. Ama herkesin içinden bir şey çöktü. Ahmet, sırtını duvara yasladı. Ellerini gözlerine kapatıp başını geriye yasladı. Sessizce dua ediyordu, belki de sadece nefes almaya çalışıyordu. Mete, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. “O buradan kalkacak,” dedi kendi kendine. Bir yemin gibi. Eyşan, sadece başını eğdi. Omzundan akan yükle, içerideki genç adamın nefes alışını duymaya çalıştı.

Bora, artık kendi bedeniyle baş başaydı. Dışarıdaki herkes beklemeye, o ise yaşamaya tutunmaya devam ediyordu.

28 Mayıs 2022 – 03:12 / Çamlıhemşin Devlet Hastanesi, Rize

Osman Çavdar, Ağzından

Ben Denizde Bir Gemi, Cengiz Özkan

Bazı vedalar zamansızdır.

Ne zaman ve nerede geleceği belli olmaz. Bazen öyle bir anda gelir ki kelimeler yetmez, cümleler kurulmaz ve öylece ayrılık başlar. Bazen ise ardında bir tebessüm bırakır. Her şey planlıdır ve olması gerektiği gibi yollar değişir. Vedayı biraz olsun katlanır kılar.

Askerin vedası yoktur.

Bazı anlar, yalnızca mahşere kalır.

Annemi kaybettiğim gece, bir insanı değil, kendimin bir parçasını da kaybettiğimi düşünmüştüm. Beni doğuran ve yedi yaşıma kadar büyüten kadına veda edememiş olmanın yükü omzuma değil, ruhumun en dibine çökmüştü. Her ölüm erkendir derler.
Ama bazıları sadece erken değil, eksik bırakır insanı.

Çilingir’in hiç beklemediğimiz bir anda vurulması, her daim tetikte gezmemiz gerektiğini bir kez daha yüzümüze vurmuştu. Vedaların tıpkı zamansız olduğu gibi, düşmanın da uyumadığını bize acımasızca bir kez daha hatırlatmıştı. Eyşan’ın başına gelmiş bunca olaydan sonra Mete’nin de gördüğü ve yaşadığı şeyler, artık karşımdaki insanlara karşı empati kurmamı engelliyordu.

Çünkü ben, hiç onlar kadar zorluk görmemiştim.

“Akciğerden alınan doku, Bora Yalaz Arınlı’nın askerlik kariyerine bir etkisi olacak mıdır?”

Mete ve Caner’in kısa bir zamana kadar öldü sandıkları annesinden dökülen soru cümlesi, zihnime kazınan en darbe vurucu sözcüklerden oluşmuştu. Verilen cevap ise zihnimde neredeyse ağır hasarlı, ucu açık bir travmaya dönecekmiş gibi hissettiriyordu.

“Dediğim gibi Hümeyra Hanım; önümüzdeki yirmi dört saat çok önemli. Her şey Bora Bey’in uyanmasından sonra başlayacak. İlk kontrolleri yaptıktan sonra transfer işlemini gerçekleştirebilirsiniz.”

Doktorun ses tonu ne bağırıyordu ne de fısıldıyordu, sadece gerçeği taşıyordu. Bir yandan Hümeyra Hanım’ın gözlerine baktım, anneliğin bin hâlini gördüm o bakışlarda.
Bir yandan da içimde kendi anneme duyduğum veda isteğiyle, Bora’nın başına bir şey gelmesin diye sessizce dua ettim.

Gözlerim istemsizce odanın köşesine kaydı. Mete oradaydı. Sırtı duvara yaslı, başı öne eğikti. Ahmet oradaydı, sadece ellerini birbirine kenetlemişti, parmakları beyazlaşana dek sıktığını fark ettim. Sanki o ellerle Bora’yı tutuyordu hâlâ, bırakırsa düşecekmiş gibi. Eyşan, kapının hemen dışında ayakta dikiliyordu. Zaman, burada bizim değil, ölümün ellerindeydi.

Ne zaman düşeceği belli olmayan bir bıçak gibiydi.

Derin bir nefes aldığım sıra Eyşan’ın bakışları benimkileri buldu. Nefesimi yavaşça geri bırakırken çenesini hafifçe dikleştirdi ve bana doğru yürümeye başladı. Gözlerinin altı uykusuzluktan kızarmış olmasına rağmen hâlâ omuzlarını dik tutmaya çalışıyordu.

“Çok fazla kalabalıklaştık, dikkat çekiyoruz. Yonca ile Lara hamile, ayrıca kızlar da iyice yorgun düştüler. Cemile’yi, Alev'i, Ayda'yı, Yonca'yı, Kubilay, Deniz ve Barış'ı alıp helikopter ile Şırnak'a dönün. Gerekirse Caner ile Lara'yı da birlikte sizinle göndereceğim."

Eyşan’ın sesi, soğuk ve netti. Her kelime bir kararın sonrasını, her adımın riskini taşıyordu. Sanki kendisi hamile değilmiş gibi davranması bir an için sessiz bir sorgulama yaşamama neden oldu fakat bakışlarının ısrarcılığı tüm sorgularımı keskin bir şekilde kırmıştı. Mete’yi burada yalnız bırakıp bizimle gelmeyeceğinin farkındaydım. Kafamı ağırca salladığım sıra Eyşan, bakışlarını Caner’e çevirdi.

“Caner,” diye seslendiğinde Caner, Lara’nın yanından kalkıp yanımıza yaklaştı.

“Herkesi toparlayın, helikopter ile Şırnak’a geçin. Oraya vardığınızda bana haber verin. Seninle uzaktan bağlantı kurma şansımız olabilir. Lara’nın bu ayları kritik, fazla yorgun düşmesin. Biz Mete ve Ahmet ile buradayız, Kartal ve Hümeyra anne de burada zaten. Hep birlikte, Çilingir’i de alıp geliriz.”

Caner, sorgularcasına annesine ve Mete’ye baktığında Mete, ağırca kafasını eğip kaldırdı ve yeniden yoğum bakım ünitesinde yatan Bora’ya geri döndü. Caner, sessizce Lara'nın yanına doğru yönelirken ben de ayaklarımı sürüklercesine Kubilay ile Deniz’in bulunduğu köşeye yürüdüm. İkisi de ayakta bekliyordu ama üzerlerindeki yorgunluk, oturmadıkları hâlde sırtlarına çökmüştü. Kubilay’ın gözleri uykusuzluktan kıpkırmızıydı, Deniz’in kaşları çatılmış, çenesini avucuna dayamış bekliyordu.

“Toparlanıyoruz,” dedim alçak sesle. “Eyşan karar verdi. Cemile, Alev, Ayda, Yonca, Barış ve Caner ile hep birlikte Şırnak’a geçeceğiz. Helikopter hazır olacak.”

Kubilay başını eğip bir kez gözlerini kapadı, kısa ama derin bir nefes aldı. Deniz ise bakışlarını bana dikti, sadece bir kez kafasını salladı. İkisine son kez göz ucuyla baktım, ardından yönümü çevirip Cemile’nin yanına doğru yürüdüm. Koridorun ucunda, ellerini karnının önünde birleştirmiş, sessizce bekliyordu. Yanına yaklaştığımda bakışlarını bana çevirdi, belli ki bir şey söylememi bekliyordu.

“Şırnak’a geçeceğiz,” dedim sadece.

Gözlerinde kısa bir şaşkınlık, ardından başını eğip kabulleniş. Göz altlarındaki gölgeler, sessizce çektiği yükleri anlatıyordu. Hiçbir şey sormadı. Gerek de yoktu zaten. Bu veda değildi belki ama bir ayrılık daha başlıyordu.

28 Mayıs 2022 – 05:08 / Kelardasht Abbasabad Ormanı, Mazandaran Eyaleti / İran

Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından

Şafak, dağların arasından doğarken ormanın üzerine gümüş bir sis gibi indi. Ağaçların yaprakları çiğ damlalarıyla ağırlaşmış, dallar sabahın ilk esintisine karşı hafifçe titriyordu. Kelardasht’ın güneybatısındaki Abbasabad Ormanı, insanı yutmaya hazır bekleyen bir labirent gibi uzanıyordu önünde. Toprak ıslak ve kaygandı; adım attığın anda çürümüş yaprakların arasında bastırılmış bir nefes gibi ses çıkıyordu.

Elias Farouq’un saklandığı yer, kayalık bir yamacın içine oyulmuş, zamanla yosunla kaplanmış bir beton sığınaktı. Terk edilmiş bir Sovyet ileri karakolunun kalıntısıydı bu. Giriş neredeyse görünmezdi; ağaç kökleriyle sarılmış, yer yer çöküntüye uğramıştı. İçeriye sadece dar bir patikadan geçilerek ulaşılabiliyordu. Patikanın sonunda, paslanmış bir demir kapı arkaya doğru açılıyor, içeri girildiğinde ise taş duvarlı bir tünel karanlığın bağrına uzanıyordu.

Farouq, soğuk taş zemine serilmiş eski bir halının üzerine çökmüş, susturulmuş bir radyo cihazının titrek frekans ışığını izliyordu. Kulağına yasladığı telefonu ağırca çekip ekrana baktı ve yeniden kulağına yükseltti.

“Kapının önünde komutan ile bir adam duruyordu. Dediğin adam çıktığında hiç beklemeden indirdim.”

Radyo cihazının yanındaki eski çelik masada, yarım kalmış notlar ve kırmızı kalemle işaretlenmiş haritalar üst üste yığılmıştı. Elias, telefonun ucundaki sesi dinlerken bir yandan gözlerini daracık pencereden dışarıya, sisin içinde silüeti zor seçilen ağaçlara çevirdi.

Elias, yüz kasları kıpırdamadan sustu. Başını yavaşça sola çevirdi, karanlık köşede bekleyen susturuculu silahına göz gezdirdi. Dışarıda kuşlar ötmeye başlamıştı ama ormanın sesi bile burada tedirgin ediciydi; sanki her çalı ardında bir tehdit, her sessizlikte bir tetik vardı.

“Yaşayıp yaşamadığını öğrenebilir misin?”

Karşı taraf kısa bir an sessiz kaldı. Sonra cümle, sanki boğazdan tırnakla kazınarak çıkmış gibi geldi. “Bu çok riskli. Hastanenin her yerine askerleri sarmışlar. İçeri sızmak mümkün değil.”

Elias’ın çene kası belli belirsiz kasıldı. Parmaklarıyla susturuculu silahın namlusunu sıvazladı, gözleri beton duvarın çatlaklarına takılmıştı ama zihni çok daha derinlerde bir başka çatlağı yokluyordu.

“Tamam, benden haber bekle,” dedi ve telefonu sessizce kapattı. Radyo cihazının sesini biraz kıstı, sonra dosyaların arasından kırmızı bantla mühürlenmiş siyah bir zarfa uzandı. Zarfın üzerinde sadece tek bir kelime yazılıydı.

Süleyman Çalkun.

Elias, zarfı açtı ve içerisine dökülen belgelere göz attı. Okudukça ifadesi daha da sertleşti. Elias, son belgeyi okurken, gözleri kararmaya başladı. Süleyman Çalkun'un adı ve yazılı olan her kelime, beyninde yankılandı. Birkaç satırın ardından, beynindeki tüm sinyaller birbirine karıştı. Shaytan Al Aswad. Bu isim, ona çok uzak bir yerden, ama derinden tanıdık bir şekilde geliyordu.

Elias, yıllardır, kendisini yoldaş olarak kabul ettiği, ancak aslında kendi oyununu oynayan Çalkun'u tanımadığını düşündü. O, Shaytan Al Aswad’dı… Yıllardır Elias’la birlikteydi, onu takip etmiş, ona hizmet etmiş, ancak bir zamanlar çok değerli bir müttefik olan bu adam şimdi ona ihanet etmişti.

Elias, belgenin üzerine bakarken sanki bir perde kalktı. Çalkun’un asıl kimliği, ona ihanetini açıklıyordu. Shaytan Al Aswad, Elias’ın çok güvendiği, ona saygı gösterdiği adamdı. Ama şimdi ne yazık ki, ona ihanetiyle yüzleşmek zorunda kalmıştı.

“Bunu nasıl yaparsın?” diye fısıldadı Elias, ellerini zarfın üstünde gezdirerek. Sesi, betondan yansıyarak kayboldu. Bakışları ağırca sağa doğru çevrildi. Güvercin Timi komutanı Mete Mert Çakır’ın ve diğer tim üyelerinin bilgileri, Mücadele İtibar Teşkilatı Başkanı Eyşan Çakır’ın ezbere bildiği bilgilerinde göz gezdirdi.

Gözleri, kâğıdın köşesindeki detaylara odaklandı. Zarfın altına ince bir şekilde yazılmış bir not daha vardı.

"Onlar senin en zayıf noktan. Timi asla yok etmeden, tek tek onları harcayabilirsin."

Elias derin bir nefes aldı, elindeki belgeleri sertçe kapattı. Sonra hızla telefonunu cebinden çıkardı ve ekranına birkaç hızlı tuşlama yaptı. Yine o tanıdık ses yanıtladı, bu kez daha hızlı, daha fazla endişeyle. “Elias, bir şey mi oldu?”

Elias’ın gözleri bir kez daha belgelere kaydı. Bir süre sonra, sert bir şekilde konuştu.
“Güvercin Timi'nin her birinin takibini yap. Birini bile gözden kaçırmamaya dikkat et. Uzun bir süre onları rahat bırakıyorum. Geri döndüğümde, bugünlerini çok arayacaklar. Herkesi çekin, kimse benden habersiz iş yapmasın.”

Telefonu kapattı. Telefonu cebine koyup, kalktı ve susturuculu silahını alarak dışarı doğru ilerlemeye başladı. Orman, sabahın erken saatlerinde hala sıcakken, Farouq bir süreliğine geçici bir suskunluğa büründü. Tüm ağaçlar, sisin içinde soluk bir şekilde silüetlere dönüşmüş ve yavaşça yükselen kuş cıvıltıları bile bir tehdit gibi geliyordu. Ormanın karanlık köşeleri, her an bir şeyin gizlendiği alanlar gibi görünüyordu.

Farouq, ağaçların arasındaki dar patikayı izlerken, her adımında toprağın altından çıkan gıcırdayan sesleri duyuyordu. Havanın sıcaklığı, her geçen dakikayla birlikte biraz daha bunaltıcı hale geliyordu. Yavaşça ilerlerken, gözleri, her açıdan gelen en ufak hareketi kaçırmamak için uyanık kalıyordu. Ama her şeyin bu kadar durağan olması, bir tuhaflık yaratıyordu. İnsan, bu kadar sessiz bir yerde, adımlarını takip eden bir gölge aramadan edemiyordu. Fakat, bir süre sonra, kendisini yalnızca rüzgârın taşıdığı ağaç yapraklarının sesine teslim etmişti. Takip edilmiyordu. Hiçbir şey yoktu.

Ormanın derinliklerine doğru ilerledikçe, içindeki gerilim biraz daha hafifledi. Kendine bir hedef koymuştu. Ne kadar tehlikeli ne kadar karanlık olursa olsun, o hedefi bulacak ve ortaya çıkacak olan gerçeği, en derin karanlıkta bile ışığa kavuşturacaktı. Bir anda, kendi adımlarını duymaya başladı. Sessizlik, tekdüze bir melodi gibi kulaklarında yankı yapıyordu.

Birden gözleri bir şeyin farkına vardı. Hızla geri dönüp bir anlık duraklama yaptı ama etrafında hiçbir şey yoktu. Derin nefes aldı, ardından adımlarını hızlandırarak yoluna devam etti. Bu orman, içinde saklanan bir sırla ona doğru adım atmaya devam ediyordu. Ama bu sır, belki de çözülmeyecek bir bilmeceydi. Farouq, her şeyin gizemli bir şekilde ortada olduğunu düşünürken, bir anda içindeki duygulara, her şeyin çözülmesi gerektiği düşüncesine odaklandı.

Elias, ormana doğru bir kez daha baktı. Artık orman sadece bir örtü değildi. Her şeyin başladığı, her şeyin döneceği yerdi.

28 Mayıs 2022 – 06:30 / Şırnak

Caner Cenk Çakır, Ağzından

Without You – Extended, Ursine Vulpine

Motorun uğultusu, helikopterin içinde yankılanan tek şeydi ama o uğultunun içinden bile Lara'nın nefesini duyabiliyordum. Göğsümdeydi. Sol kolumun altına doğru kıvrılmış, başını tam kalbimin üzerine yaslamıştı. Uyuyordu. Yaşadığımız onca şeyin arasında nasıl davranacağımı bilemiyordum. Bildiğim tek şey, onun bu şekilde kıpırtısız duruşunun içimde yankılanan bir sükûnet doğurduğuydu.

Savaşın, görevlerin, gecenin ağırlığını bir anlığına da olsa unutturuyordu.

Şırnak semalarında süzülüyorduk. Dağlar, vadiler yavaş yavaş uyanırken, güneşin ilk ışıkları zirveleri usulca okşuyordu. Kışlaya birkaç dakika kalmıştı. Pilot telsizden iniş hazırlığını bildirirken, gözüm hâlâ Lara'nın yüzündeydi. Gözkapakları kıpırdamıyordu. Kaşlarının ortasında artık o gergin çizgi yoktu.

Gözlerimi bir anlığına Lara'nın yüzünden, her ne kadar içim istemese de çekip karşımda oturanlara çevirdim. Yonca, Kubilay’ın göğsüne sokulmuştu. Bir eli, koruma içgüdüsüyle şişkin karnının üzerinde duruyordu. O an, zaman sanki bir anlığına durdu. Aklımın kıyısında bekleyen ama üzerine düşünmekten kaçındığım o düşünceyi su yüzüne çıkardı: Lara’nın da karnı büyüyünce nasıl görüneceği.

Zihnimi aniden ele geçiren o sahne, içimde bir yerlere dokundu. Dudağımda fark etmeden beliren, hafif ama içi dolu bir tebessüm oldu. Hem umutlu hem de biraz hüzünlüydü. Çünkü bu dünyada istediğim şeyler çok değildi; ama sağlıklı iki evladımızın dünyaya gelmesi, o kısa liste içinde en başta yer alıyordu. Savaşın, yalanların, kayıpların içinden sıyrılıp gelen bir dilekti bu. Temiz, masum ve hak edilmiş bir dilek.

Başımı tekrar Lara’ya çevirdim. Uyumaya devam ediyordu. Yüzünde o dinginlik hâlâ duruyordu. Ellerini ellerimin üzerine kapatıp içimden geçirdim.

Tanrım, lütfen... Bu sefer eksilmeden yaşayalım.

Gece, karanlığın içindeki kandan eksilmeden elimize bulaştırmaya da bir yandan devam ediyordu. Çilingir’in vurulması, yeniden sarsılmamıza neden olmuştu. Belki de bu yüzden, Lara’nın nefesiyle birlikte içime dolan sükûnet, bana ait olmayan bir zamandan bir an çalıyordu. Her şey bitmiş, her şey başlamamış gibiydi. Sadece biz vardık. Sadece umut vardı.

Ama umut, bizim mesleğimizde hep en çok kanayan yerdi.

Telsizden gelen kısa bir cızırtının ardından pilotun sesi duyuldu.

“Kışla görüş alanında. İniş yapıyoruz.”

Helikopterin gövdesi hafifçe titredi. Paletlerin sesi daha baskın, daha belirgin bir uğultuya dönüştü. Sarsıntılar başladığında bile Lara kıpırdamadı. Bir an daha bekledim. Elimi usulca yanağına götürüp saçlarını hafifçe okşadım.

“Lara,” diye fısıldadım. “İniyoruz.”

Göz kapakları titredi önce. Sonra alnını hafifçe kaşır gibi yaptı. Nihayet gözleri aralandı. Uykunun sisinden sıyrılırken bana baktı, birkaç saniyeliğine hiçbir şey söylemeden. O birkaç saniye boyunca, gözlerinin içine kazınan yorgunlukla benim içimde taşıdığım endişe arasında görünmeyen bir köprü kuruldu. Sonra, dudakları yavaşça kıpırdadı.

“Kışlaya mı geldik?”

Başımı eğip kısaca onayladım.

“Evet. İniyoruz.”

Kollarımı biraz gevşetince, yavaşça doğrulup oturdu. Bir elini karnının üzerine koydu istemsizce; anneliğin ilk refleksi gibiydi bu. Yanımda olduğunu, üçünün de nefes aldığını görmek bile içimde tarifsiz bir şükür duygusu oluşturdu.

Helikopter tekerlekleri yere dokunduğunda içimde garip bir his belirdi. Bu gürültünün içinde bir şey bitmiş gibi değildi. Aksine, yeni bir şey başlıyordu. Ama ne?

Kapaklar açıldı. İçeriye sabahın serin havası doldu. Lara üzerine örttüğüm şalı kenara kaldırırken, ben de onu elimle hafifçe arkadan destekledim. Önce Lara indi, ardından ben. Gözlerim hızla çevreyi taradı. Kışlanın iç avlusu sessizdi ama sessizlik burada hiçbir zaman huzur anlamına gelmezdi.

Arkamızdan Yonca ve Kubilay indi. Yonca’nın adımları ağırdı ama yüzünde taşıdığı dinginlik, içeride hissettiği hayatın yansımasıydı. El eleydiler. Belki de bu sabah, yalnızca biz sağ kalmamıştık. Umut da bir şekilde helikopterden inmişti.

Lara yanıma yaklaştı.

“Şimdi ne olacak?” diye sordu sessizce. Sesi kararsız değildi, sadece çok yorgundu. Kışlaya bakarken derin bir nefes aldım.

“Bilmiyorum,” dedim. “Ama elimizden geleni yapacağız. Her şey için.”

Barış ve Alev helikopterin rampasından aşağıya inerken, rüzgâr saçlarını darmadağın etmişti. Alev’in gözlerinde yorgun ama dirençli bir ışık vardı. Barış ise her zamanki gibi dimdik duruyordu. Diğer taraftan Cemile’nin koluna girmiş Ayda ile Deniz göründü. Osman da birkaç adım arkalarından yürüyordu. Hep birlikte yanımızda durdular. Herkesin yüzünde aynı şey vardı: belirsizlik, yorgunluk ve az da olsa umut.

Bakışlarımı Barış’a çevirdim. Göz göze geldik. Gözleri bir şey söylemiyordu ama çok şey anlatıyordu. O an derin bir nefes aldım ve sesim biraz sert çıktı ama netti. “Kızlar dinlensin.”

Lara’ya ve Alev’e kısa bir bakış attım. Her ikisi de ayakta zor duruyordu. Kalplerini, bedenlerinden daha önce tüketmiş gibiydiler. Bu saatten sonra onları daha fazla zorlamanın anlamı yoktu.

Ardından tekrar Barış’a döndüm.

“Siz de üniformalarınızı giyip koordinasyon merkezine geçin.” dedim. Lara’nın koluna girip hep birlikte kışlaya doğru yürüdüğümüz vakit bina girişinde bekleyen babamı fark ettim. Keskin, çakır bakışları üzerimizde hasar tespiti yaparken gözlerimiz bir anlığına kesişti. Önünde durup omuzlarımı dikleştirdiğim sıra, bakışlarını yüzlerimizde gezdirdi ve arkasını dönüp içeriye girdi. Peşinden ilerleyip yatakhaneye yöneldiğimizde herkes kendine ait odalarına dağılmıştı.

Lara’yı yatağına yerleştirdikten sonra bir süre başucunda bekledim. Üzerini örterken gözleri hâlâ kapalıydı ama ellerimle yüzüne dokunduğumda, uykunun içinde bana bir cevap verir gibi parmaklarımı kavradı. O an içimde garip bir sıcaklık yayıldı; tanımlayamadığım ama tanıdık bir şeydi. Varlığının hayatta tuttuğu tek şey benmişim gibi hissettirdi.

Odasından çıktım. Koridor sessizdi, sadece birkaç ayak sesi yankılanıyordu taş duvarlarda. Ayaklarım beni otomatik olarak üniforma odasına götürdü. Giyinirken zihnimde sürekli aynı şey dönüp duruyordu: Shaytan Al Aswad, yani Süleyman Çalkun. Bu ismin birdenbire Elias ile yan yana anılması, içimizdeki taşları yerinden oynatmıştı. Bize ihanet ettiğini sandığımız adam, meğer bizi korumak için yerin yedi kat dibine inmişti. Ama bu bilgi, geçmişte yaşadığımız kayıpların acısını silmeye yetmiyordu. Özellikle Selçuk için...

Kemerimi bağlayıp botlarımı çekerken aynaya kısa bir bakış attım. Göz altlarım çökmüş, çenemde birkaç günlük sakal birikmişti. Koordinasyon merkezine giden koridoru adımlarken, yanımdan hızla geçen bir erin selam duruşuyla irkildim. Karşılık verdim, yürümeye devam ettim.

Merkezin kapısını itip içeri girdiğimde, Barış çoktan oradaydı. Haritalar açılmış, ekranlarda sınır hatları dönüyordu. Emir-komuta zinciri işlemeye başlamıştı.

Barış başını kaldırdı, göz göze geldik.

“Çok şey değişti Caner.” dedi alçak sesle.

“Evet,” dedim. “Ama bu kez biz hazırlıklıyız.”

Çünkü artık kaybetmeye değil, kazanarak bitirmeye ant içmiştik.

Koordinasyon kapısı tıklatıldığında Barış ile aynı anda kapıya döndük. Selami, arkasında gelen Osman, Kubilay ve Deniz ile içeriye girdiğinde derin bir nefes alıp ellerimi ceplerime soktum. Koordinasyon merkezinin içindeki hava, dışarıdaki sabah serinliğine inat yoğun ve ağırdı. Herkesin yüzü geceyi yaşamış gibiydi, zaten yaşamıştık da. Kapıdan giren her adım, içerideki gerilimi biraz daha sıkıştırdı.

Selami’nin bakışları doğrudan bana kilitlendi. O her zamanki resmi tonundan bir parça uzak ama hâlâ kendine hâkimdi. Arkasındaki üçlü ise sessizce ilerledi. Osman’ın kaşları çatık, Kubilay’ın dudakları ince bir çizgi hâlinde, Deniz’in gözlerinde ise alışılmadık bir kararlılık vardı. Bu, onlar için bir görev değil, kişisel bir hesaplaşmaydı artık.

Selami kısa bir selam verdikten sonra doğrudan konuya girdi.

“Tahir öldü.”

Yüzümde mimik bile oynamadı.

“Ateşi bol olsun,” dedim. Barış başını hafifçe çevirdi, Selami’ye baktı ama bir şey demedi. O da haberi almış gibiydi, sadece doğrulama bekliyordu. Odanın içinde bir süre sadece duvar saatinin tik takları duyuldu. Herkes kendi sessizliğinde yankılandı.

Tahir...

Yıllarca aynı masada oturmuş, aynı silahı kuşanmış, aynı yeminle yürümüştük. Ama bazıları yeminini sadece dudaklarıyla ederdi. Tahir onlardan biriydi. Herkes onun düştüğünü duyunca bir şey hissedecekti belki ama ben, içimde bir merhamet kıpırtısı bile bulamadım.

Selami devam etti, sesi artık biraz daha keskin, biraz daha netti. “Vurulduğunda yanında sadece Elias’ın şifreli dosyasını taşıyordu. Süleyman Çalkun ile çözmeye çalıştık ama başaramadık.”

Barış’ın kaşları hafifçe çatıldı. “Süleyman mı?” diye sordu. Selami başını yavaşça salladı.

“Evet,” dedi. “Shaytan Al Aswad. Şu an sorgu odasında, kendini temize çekmeye çalışıyor. İlk başta Elias’la bağlantısı olduğunu düşünmüştük ama... Görünüşe göre sahte bir örtü üzerinden bilgi toplamaya çalışıyormuş. Çift taraflı yürümüş. Riskli bir oyun oynamış.”

Osman, sessizliğini ilk bozan oldu. “Peki ya Elias?” dedi. Sesi sabırlı ama öfkeyle yoğrulmuştu. “Hâlâ bir adım ötemizde mi?”

Selami başını iki yana salladı. “Artık değil. Tahir’in cesedinden çıkan şifreli veri Elias’a ulaşan yolda bir kırıntıydı. Selçuk ile Alperen’in gittiği yerde Shaytan, yani Süleyman ile buluşmam vardı. Tahir’in cesedi ile birlikte Şırnak’a geri dönecektik fakat Selçuk’un ve Alperen’in orayı bulacağını tahmin edemedim.”

Gözlerimi kıstım ve kafamı hafifçe sola çevirdim.

“Selçuk, onları nasıl bulduğunuzu sormadı mı?”

Selami gözlerini yere indirdi, bir an için dudaklarını ısırdı. Bu, onun için kolay bir cevap değildi. Ardından başını kaldırdı ve bakışlarını doğrudan bana sabitledi.

“Sordu. Ama ona farklı bir bilgi verdim. Sadece Elias’tan gelen sinyal takibini söyledim. Elias’ın elçilikten adamları sayesinde kurtulduğunu anlattığımda bana inanmayı tercih etti.”

Osman, kaşlarını çatıp elini kaldırdı ve bir adım atarak bize yaklaştı.

“Bir dakika, bir dakika. Elias, elçiliğe teslim edilmedi mi?”

Osman’ın sorusuyla göz ucuyla Barış’a bakıp bakışlarımı Osman’a çevirdim.

“Mete, Elias Farouq’un kışlada tutulduğu zaman, Selçuk’un ona hediye ettiği yüzüğü sorgu odasına saklamış. Elçilik olayını babam, Selçuk ve Çilingir’den başka kimse bilmiyor, dahil olmayın. Bilin ama bildiğinizi kimseye belli etmeyin,” dediğimde Deniz, bir adım geriye çekilerek Selami’nin yüzüne baktı.

“O yüzden mi Çilingir vuruldu?” diye sorguladığında Selami, büyüyen gözleriyle bana döndü.

“Çilingir vuruldu mu?”

“Evet,” dedim. Sesim taş gibi soğuktu. Odanın havası bir anda değişti. Sanki herkes aynı anda nefes almayı unutmuş gibiydi. Barış başını öne eğdi, Kubilay sessizce dişlerini sıktı. Deniz gözlerini kısıp Selami’ye bakarken, Osman bir küfrü yutmuş gibi başını geriye attı.

Selami'nin yüzü solmuştu. Şaşkınlıkla birkaç adım geri çekildi, sanki söylediklerim gerçek olamayacak kadar ağırdı.

“Selçuk, Suriye’den geri dönerken bana bunu çözebilecek tek kişi var dedi,” dediğinde Barış, elini alnına vurup bize sırtını döndü. Selami, kafasını iki yana sallayarak “O da Çilingir’di.”

Gözleri boşluğa baktı, kendi içinde bir hesaplaşmaya gömülmüştü. O an odadaki herkes aynı şeyi düşündü: Elias’a ulaşmak için oynanan bu satrançta her piyon, bir bedelle yer değiştirmişti.

Derin bir nefes aldım.

“Bir şekilde gizli evrak açılabilir fakat Elias’ı nerede bulacağımız bence daha önemli bir konu,” dediğim sıra Selami, ağırca başını iki yana salladı.

“Bu saatten sonra saklandığı yerden başını bile çıkarmaz. Uzun bir süre boyunca sessiz kalacaktır.”

Barış, hâlâ bize sırtı dönük şekilde başını öne eğdi. O an yalnızca duruşundan bile ne düşündüğünü anlayabiliyordum: Bu kadar kayıptan sonra bir sessizlik, bir gizleniş yeterli olamazdı. Adaletin peşine düşmek artık bir görev değil, bir zorunluluktu.

Kubilay’ın sesi bu sessizliği yardı.

“Sessiz kalacağını düşünmüyorum. O bir gölge gibi hareket eder ama gölgeler bile ışığa muhtaçtır. Yani mutlaka bir yerden sızacaktır. Yeter ki biz doğru yeri bekleyelim.”

Deniz, gözlerini bana çevirdi.

“Peki ya dosya? Elias’ın Tahir’e verdiği şifreli dosyada ne olduğunu hiç tahmin edebiliyor musunuz?”

Omuzlarımı kaldırdım ama gözlerim bir noktada sabit kaldı.

“Elias bu kadar riski sadece boş bir şifreleme için göze almaz. Bu dosya onun son planı olabilir ya da geçmişte yaptığı bir hatanın izi. Belki de her şeyin başladığı yere dönüyor.”

Selami göz kapaklarını sıkıca kapadı, alnındaki çizgiler belirginleşti.

“Bir isim daha geçiyor dosyada. Şifre çözülmese bile harici bir bağlantı tespit ettik.”

Selami duraksadığında başımla devam etmesini istedim.

“Levan Reşid.”

İsim odaya bir kurşun gibi düştü. Sessizliğin ardından Barış’ın fısıltısı geldi.

“Levan mı? Bu ismi en son Irak sınırında duymuştum.”

“Demek ki hâlâ hayatta,” dediğimde Barış yavaşça arkasını döndü, gözleri soğuk ama odaklıydı.

“Elias’ı avlamaya çalışırken onun avcısını uyandırdık.”

Selami, ceketinin iç cebinden kırışmış bir belge çıkardı. Kâğıdın kenarları yanmış gibiydi, belki de biri onu yok etmeye çalışmıştı. Yavaşça önüme uzattı.

“Levan Reşid,” dedi yeniden. “Elias’tan daha eski, daha köklü ve çok daha karanlık biri.”

Barış ona döndü. “Onunla ilgili kayıt yok sanıyordum.”

Selami başını eğdi. “Resmi kayıtlarda hâlâ yok ama Elias’ın dijital not defterine sızabildik. Notların arasında sembollerle gizlenmiş, geriye dönük bir isim analizi yaptık. Levan ismini Elias, toplam dört farklı kimlikle ilişkilendirmiş. Hepsi de farklı ülkelerde kayıtsız giriş çıkışlar yapmış. Ama biri öne çıkıyor…”

“Kim?” dedim, sabrımı zorlayarak.

“2007 yılında Musul’da düzenlenen, yerel halkın ‘Gölgeler Günü’ dediği katliamın planlayıcısı.”

Kubilay’ın boğazı kurudu, hafifçe öksürdü. “O gün çocuklar... hastaneler…”

“Evet,” dedi Selami. “Onların hepsi bir simülasyondu. İnsan davranış testi. Elias sahadaydı ama karar verici Levan’dı.”

Deniz ileri atıldı, yumruğu titriyordu. “O hâlde neden hiç gündeme gelmedi? Neden biz bu adamı bir dosyada bile görmedik?”

Barış araya girdi. “Çünkü Levan Reşid bir hayaletti, tıpkı Miran Zafir gibi. Elias sahnede görünen maskeydi. Asıl oyuncu, perde arkasındaki sistemdi.”

Kâğıdı elime aldığımda yazan cümleleri okudum.

"Mülakat: L.R.
Tarih: 10.12.2022
Lokasyon: Merhamet Kampı
Not: Göz teması kurulmamalı."

Başımı kaldırdım, gözlerim Selami’nin gözlerine saplandı.

“Bu seneye ait bir tarih, Merhamet Kampı tam olarak nerede yer alıyor? Ayrıca bu adam sağ ise Elias onun peşinden gidecek olabilir.”

Selami, kafasını iki yana salladı. “Leş, yani Levan ölü. Merhamet Kampı’nın nerede olduğunu bilmiyorum ama bu tarihte çok büyük bir şey yaşayacağımızın bende farkındayım.”

Bir anlığına gözlerimi kırptım. Acaba babam, Merhamet Kampı’nın yerini biliyor olabilir miydi?

“Alparslan albay, bu kampın yerini biliyor mudur?” diye sorguladığım sıra koordinasyon merkezinin sağ kapısı açıldı. Babamın odasına bağlı kapıdan, koordinasyon merkezine ayak basan babam, yönümüzün ona doğru dönmesine sebep olmuştu.

Babam, parkeye çarptığı sert adımlarla masanın başına geçip sandalyeyi çekti ve eliyle sandalyeleri gösterdi. Seri hareketlerle masanın etrafına geçip durduğumuzda yerine oturdu. Nizami bir atakla sandalyelere kurulduktan sonra bakışlarını gözlerime sabitledi.

“Brifing hazır mı?”

Kafamı sallayıp çenemi dikleştirdim.

“Merhamet Kampı diye bir yer duydunuz mu?” diye sorguladığımda babamın bakışları benim gözlerimde donuklaştı.

“Bu ismi nereden öğrendiniz?” diye sordu. Derin bir nefes alıp Selami’ye baktığımda Selami, babama baktı.

“Elias’ın dijital not defterine sızdığımızda Levan Reşid’in kaydını bulduk albayım.”

Babam, sıkıntılı bir nefes verip sandalyesine yaslandı ve sol dirseğini kolçağa koyup eliyle alnını sıvazladı. Gözleri masanın üzerinde sabit kaldığı sıra alt dudağını dişleyip serbest bıraktı.

“Mümtaz Çalkun’un ölümünden sonra ne olduğunu öğrendim,” dedikten sonra önce Osman’a ardından bana baktı ve yeniden masaya odaklanmaya devam etti. “Akıncı Timi’nin her şeyi öğrendiği yermiş. Nerede olduğu bilinmiyor, yalnızca sekiz askerin nasıl ocaklarını söndürdüklerini kanıtlıyor.”

Bir süre kimse konuşmadı. Sessizlik bu kez boğucu değil, düşünsel bir ağırlık taşıyordu. Babam derin bir nefes alarak devam etti.

“Merhamet Kampı bir yer değil sadece, bir yöntem. Orası, insan zihninin kırılma noktalarını test ettikleri, inancı ve sadakati yokladıkları bir deney sahasıydı. Bütün kirli işler ve planlar burada yapıldı. Bu yüzden kayıtları yok. Bu yüzden yok sayıldı.”

Deniz öne eğildi. “Yani orada sadece Akıncı Timi değil… belki başka timler de mi?”

“Hayır,” dedi babam. Sesi keskinleşmişti. “Sadece Akıncı. Çünkü onlar, ‘sırrı’ taşıyorlardı. Levan Reşid gibi teröristlerin, Mümtaz Çalkun gibi zamanın vatan hainlerinin aslında kim olduğunu bulmak için görevlendirilmişler. Mümtaz Çalkun, o sırra ulaşmamaları için onları harcadı. Elias da şimdi aynı yolda ilerliyor olabilir.”

Kubilay başını kaldırdı. “Peki şimdi? Şimdi Merhamet Kampı hâlâ aktif mi?”

Babam gözlerini masaya dikti. “Eğer Elias gerçekten o kampın izini sürüyorsa, Levan Reşid’in ölümü hiçbir şeyi bitirmemiştir. Sadece başka bir başlangıca zemin hazırlamıştır.”

Ben derin bir nefes aldım. İçimde buz gibi bir his yükseliyordu.

“Ve biz o başlangıcın tam ortasındayız.”

Osman’ın sessizliği gözümden kaçmadı. Ellerini dizlerinde birleştirmişti, başı hafifçe eğikti. Gözleri yerde ama zihni çoktan başka bir savaşın içine girmiş gibiydi.

“Peki ya o sır?” dedim. “Akıncı Timi’nin uğruna öldüğü o şey… Neydi o?”

Babam gözlerini bana kaldırdı. Bir an için konuşmakta tereddüt etti. Ardından sesi alçaldı.

“O sırrı yalnızca Akıncı Timi biliyordu. Onları oraya gönderen o zamanın albayı, şimdinin Tuğgenerali Fikret Yıldırım’dı.”

Babam gözlerini bana kaldırdı. Dudakları hafifçe aralandı ama kelimeler gelmedi. Sanki söylemekle susmak arasında sıkışıp kalmıştı. Bir an başını eğdi, sonra usulca konuştu.

“O sırrı yalnızca Akıncı Timi biliyordu. Onlar bile neyi koruduklarını tam olarak bilmiyorlardı. Onlara sadece bir şey söylendi: ‘Eğer bu bilgi açığa çıkarsa, dengeler yerle bir olur.’”

Boğazımda bir düğüm hissettim. “Ne demek bu? Ne bilgisi bu kadar güçlü olabilir ki?”

Babam başını iki yana salladı. “Cevabını ben de bilmiyorum. Ama o zamanın istihbarat raporlarında sadece tek bir ifade geçiyor: ‘Sıfır Noktası.’”

Herkes bir anda irkildi. Kubilay’ın alnı kırıştı, Barış’ın bakışları camın dışına kaydı.

“Sıfır Noktası?” dedi Deniz, fısıltıyla. “Bu bir kod adı mı?”

“Belki bir yer,” dedi Osman. “Belki bir sistem. Belki de bir isim.”

Babam derin bir nefes aldı. “Kimse bilmiyor. Bilen herkes susturuldu.”

Ben yutkundum. İçimde bir şeyler çözülüyor gibiydi. O an bir gerçekle yüzleştim. Sır, bir bilgi değil bir tehdit gibiydi. Ve biz, onu bilmeden ona doğru yürüyor olabilirdik. Dudaklarım bilinçsizce aralandı.

“Susturulmayan tek birisi vardı,” dediğimde babam ile göz göze geldim.

“Onun da delirmesine sebep oldular.” Bu cümleyi aynı anda söylemiştik. Derin bir sessizlik çöktü odaya. Bir süre kimse konuşmadı. Züğürt’ün çorak gözlerinde gördüğüm o dehşet, şimdi yeniden içimi titretiyordu.

Babam başını önüne eğdi. “Bir adamın zihnini parçalayan şey ne gördüğü ve ne anladığıdır. Onlara ne yaptırdıklarını hâlâ bilmiyoruz. Ama bildiğim bir şey varsa,” dedi ve bakışlarını tekrar bana çevirdi, “Mehmet Sönmez, o sırra sadece şahit olmadı. O sırrın bedelini ödedi.”

Kısa bir sessizliğin çökmesinin ardından Selami, elini kaldırıp söz aldı.

“Shaytan Al Aswad’ın, Mümtaz Çalkun’un oğlu olmasını ve aslında devlet için çalıştığı hakkında neler düşünüyorsunuz?”

Babam, sandalyesinde hafifçe doğrulup boğazını temizledi. Kaşlarını çatıp başını iki yana salladı.

“Devletin adamı bile olsa, Elias Farouq’un planlarına hizmet ettiğini değiştirmez bu. İki yıl boyunca devlet gözetiminde kaldı ama birçok masumun ölmesine göz yumdu. Süleyman’ın tek yapması gereken, doğruyu söylemekti ama o sustu. Ve o suskunluk, bize pahalıya mal oldu. Buradan sonrası bizi ilgilendirmiyor. Süleyman Çalkun, bu zamana kadar sustuğu için ağır cezaya hüküm giyecek.”

28 Mayıs 2022 – 08:23 / Çamlıhemşin Devlet Hastanesi, Rize

Ahmet Kurtuluş, Ağzından

Battlefield, Svrcina

Her kayıp bir ömür boyu sürer.

O kayıpların yankısı, zihinde fırtınalar koparırdı. Başlangıçta çığlık gibidir, sonra sessizleşir; ama içimizde sarsılmaz izler bırakırdı. Şimdi, zamanın sadece bir illüzyon olduğunu görüyorum. Her şeyin, tek bir anın içinde, bir uçurum gibi çöktüğünü fark ediyordum.

Birini kaybetmek, içimde duran kırık bir parça gibiydi. Ne zaman dokunsam, keskinliği canımı yakıyordu. Bünyamin gittiğinden beri, her şey gergin bir halat gibi içime dolanıyordu. Çilingir’in gözlerinde o sarsıcı hüznü gördüğümde, sanki onun yerine kalan boşluğa bakıyordum. O kadar ağır, o kadar sessiz bir boşluk ki... İnsan sustuğunda, aslında en çok o zaman bağırır. Ve ben hâlâ ona tek bir cümleyle bile dokunamadım.

Neden? Hangi korkunun esiriyim? Ne yanlışlar büyüttüm içimde?

Gerçekten abilik etmek istemiştim. Onun omzuna elimle dokunup “Yalnız değilsin,” demek istemiştim. Ama kelimeler, her defasında ağzımda kuruyup kaldı. Onunla konuşmak için doğru an hep “sonra”ya ertelendi. Şimdi fark ediyorum: O “sonra” hiçbir zaman gelmiyor.

Çilingir’e abilik yapmak istedim. Bünyamin’in bende bıraktığı yükü, onunla paylaşmak istedim. Ama yapamadım. Yapmakla istemek arasındaki o dev uçurumda, sadece pişmanlık büyüttüm. Ve şimdi, ikinci kez değer verdiğim birini kaybetmekten korkuyorum. Çünkü kayıplar, yalnızca birer eksilme değildi. Onlar, içimizde tamamlanmamış cümleler gibi kalıyordu.

“Try to get some sleep (Biraz uyumaya çalış)

We carry on through the storm (Fırtınanın içinde yol alıyoruz)

Tired soldiers in this war (Bu savaşta yorgun askerleriz)

Remember what we're fighting for” (Ne için savaştığımızı unutma)

Bakışlarımı sağ tarafa çevirdiğimde, Eyşan’ı Mete’nin omzuna yaslanmış halde gördüm. Gözleri kapalıydı. Sanki birkaç dakikalığına bile olsa savaş alanından uzaklaşmak ister gibi. Mete’nin sol eli, eşinin karnında zırh gibi durmuştu. Onun da gözleri kapalıydı ama yüzündeki çizgiler, içindeki savaşı saklayamıyordu.

“We're standing face-to-face (Yüz yüze duruyoruz)

With our own human race (Kendi insanlığımızla)

We commit the sins again and than our sons and daughters pay (Aynı günahları tekrar işliyoruz ve sonra bedelini çocuklarımız ödüyor)

Our tainted history, is playing on repeat” (Kirlenmiş tarihimiz, tekrar tekrar sahneleniyor)

Birini gerçekten ne zaman kaybedeceğini anlayamazsın. Ama o kayıp gelip kalbine çöreklendiğinde, her şeyin değiştiğini fark edersin. Belki de sormamız gereken şu: Kaybetmek, gerçekten bir yok oluş mu? Yoksa bir hatırlayış mı?

İçli bir nefes bırakıp bakışlarımı onlardan çektiğim sıra, bize doğru yaklaşan doktoru fark ettim. Yerimden hızla kalkıp doktorun karşısına dikildiğimde Mete ve Eyşan’da yanımda durakladı. Doktorun bakışları önce bende sonra da Mete’de dolaşıp yeniden bana çevrildi.

“Hastayı uyandırma kararı alındı. Solunum desteği hazır da bekletilecek,” dedi ve sağa doğru dönüp yoğun bakım ünitesinin kenarındaki el sensörüne avcunu uzattı. El sensörünün yanıp sönen mavi ışığı, hastanenin soğuk beyazlığına karşı tek renkli bir umut gibi parladı. Kapı ağır bir fısıltıyla aralandı. İçeriden gelen cihaz sesleri, düzenli ama mekanik bir yaşam belirtisi gibi yankılandı. Kalbim ritmini şaşırdı sanki. Ne kadar süredir bu anı bekliyordum, bilmiyorum. Ama şimdi, o kapının ardındaki yatakta yatan kişi için zaman durmuş gibiydi.

Adımlarım tereddütlüydü. Bir yanım koşmak, onun başucuna kapanmak istiyordu. Diğer yanım hâlâ geçmişin zincirlerinde esir gibiydi. Her şeyin nasıl başladığını, nasıl sonlandığını düşündüm. Bünyamin’in cansız bedenini kucakladığım o geceyi. Çilingir’in o karanlık koridordan çıkıp gözlerime bakışını. Ne kadar sustuysam, o kadar çok şey kırıldı içimde.

Yatağa yaklaştım. Çilingir’in teni, neredeyse hastane örtüsü kadar solgundu. Gözkapakları bir çiçek gibi yorgun kapanmıştı. Ama oradaydı. Henüz tam gitmemişti. Göz ucuyla monitördeki değerlere baktım. Ritim düzenliydi. Hayatla ölüm arasında inatçı bir ip geriliydi sanki. Her an, her şey değişebilirdi.

Yanındaki sandalyeye çöktüm. Bir süre sessizce oturdum. Başım önümdeydi. Dudaklarım kıpırdadı ama sesim çıkmadı önce. Dilim, yılların ağırlığıyla kurumuştu sanki. Ama sonunda fısıltıya benzeyen bir ses döküldü içimden.

“Bünyamin’i koruyamadım. Ama seni… Seni korumak istiyorum.”

Bu cümle, içimde taş gibi oturan o suçluluk hissini biraz olsun hafifletti. Gerçekti. İlk kez kendime bu kadar dürüst konuşuyordum. Ben onun abisiydim. Kan bağı yoktu belki ama bu, kalbimin karar verdiği bir akrabalıktı. Bünyamin’in bana bıraktığı emanetti o. Ve ben bu emaneti bir kenara atmıştım, konuşmamış, dokunmamış, yanında durmamıştım. Şimdi bunu telafi edebilir miydim? Bilmiyorum. Ama en azından bir yerden başlamalıydım.

Avuç içlerimi birbirine kenetleyip alnımı ellerimin üzerine yasladım. Sessizlik, bir dua kadar ağırdı artık.

Bir an için gözlerim doldu. Ama ağlamadım. Bu sefer, duygularımı sessizlikle yendim. Çünkü bazı savaşlar, dışarıda değil, insanın kendi içinde kazanılırdı.

Hafif bir kıpırdanma hissettim sonra. Başımı kaldırdım. Doktor monitöre doğru eğilmişti, hemşire de hemen yanı başında durmuştu. Derin bir sessizlik içinde birkaç saniye geçti. Sonra, göz kapakları titredi Çilingir’in. Kirpikleri zar zor kıpırdadı, sonra gözlerini açtı.

O an, içimdeki zaman yeniden başladı.

Seni kaybetmedim, dedim içimden. Bu sefer başlayacağım. Bu sefer susmayacağım. Mete’ye baktığım zaman, gözleri hafifçe irileşmiş ve Çilingir’in vereceği herhangi bir tepkiyi kaçırmamak için dikkatle izliyordu. Gözlerinin altında yorgunluk çizgileri vardı ama bakışlarında bir umut kıvılcımı tutunmuştu. Sessizliğin ortasında onun nefesi bile dikkatle ölçülüyordu, sanki bir ses çıkarırsa bu anı bozacakmış gibi.

Doktorun bakışları monitörde sabit kalırken Çilingir’in suratındaki oksijen desteği kesildi. Çilingir’in göz kapakları bir kez daha kıpırdadı. Bu sefer daha belirgindi. Kaşlarının arasındaki çizgi hafifçe oynadı. Parmak uçlarıysa, yorganın altında fark edilmesi zor ama bir o kadar belirgin bir titremeyle hayat belirtisi verdi.

Ağzında takılı maske nefesiyle buğulandı.

O an içimde bir kıvılcım çakıldı. Korkuyla karışık bir umut sardı beni. İçimden geçenleri kontrol edemiyordum artık. Zihnimde yankılanan tek bir cümle vardı: “Seni kaybetmedim.”

O buğuyla kaplanan maskenin arkasındaki hayat, benden kalan son parça gibiydi. Öylece seyretmedim. Başucuna biraz daha yaklaştım. Elini tutmak gibi değil bu, kendimi tutmak gibiydi. Sanki avuç içlerime tutunmuş bir geçmiş, yeniden yaşamaya direnen bir bağ vardı aramızda.

Bir an için Mete, bir adım attı. Sessizdi ama varlığı ağırdı. Çilingir’in diğer yanına geçtiğinde bir şey demedi; sadece durdu. Yüzü taş gibi sertti ama gözlerinde, özenle saklamaya çalıştığı bir tedirginlik vardı. Onu böyle görmeye alışkın değildim. Normalde duvar gibidir, sağlam durur, ne olursa olsun sarsılmaz. Ama şimdi o da sanki çatlayan bir yerinden içeri sızan korkuya teslim olmuş gibiydi.

Çilingir’in hâlâ tam açılmamış gözlerine baktı. Nefesini tuttuğunu fark ettim. Ben de tuttum. O an odadaki herkesin aynı şeyi yaptığını hissedebiliyordum; herkes, bir nefeslik hayata tutunuyordu. Mete elini uzattı. En son elinin titrediğini eşinin kaybolduğu zamanda görmüştüm. Şimdi yine eli titriyordu. Çilingir’in alnına uzattığı eliyle hafifçe dokundu ona. Sert değil, emir verir gibi değil, bir kardeşin kardeşini usulca dünyaya geri çağırışı gibi.

“Yalnız değilsin,” dedi. Sesindeki o kalınlık, her zaman emir gibi duyulurdu ama bu sefer dua gibiydi. “Aç şu gözlerini. Ahmet burada. Ben buradayım. Sen de burada ol. Tamam mı?”

Ben o anda nefes aldığımı fark ettim. Göğsümdeki baskı hafifledi. İçimde hâlâ buruk bir boşluk vardı ama yerini bir kıpırtıya bırakıyordu şimdi.

Çilingir’in parmakları bir kez daha hareket etti. Göz kapakları bu sefer daha fazla aralandı. Işıkla başı döner gibi oldu. Ama ben o gözlerin bize döndüğünü, bizi seçtiğini gördüm ve o anda içimde yükselen şey umut değildi sadece. Bu; bir savaştan sağ çıkanın, yanında duranlarla birlikte yeniden ayağa kalkacağına dair sarsılmaz bir inançtı.

Doktorun gözleri bir kez daha monitöre kaydı. Çilingir’in solunum değeri bir nebze sabitlenince, başıyla hafif bir işaret verdi. Ardından sesini alçaltarak ama kesin bir tonda konuştu:

“Şimdilik bu kadar. Lütfen dışarı alalım sizi.”

Mete’yle göz göze geldik. O, her zamanki gibi başıyla onayladı. Bir şey demedi. Eyşan’ın elinden tuttu, sonra kolunun altına aldı onu. Sanki onu da hayatta tutmak için sarılıyordu. Eyşan, başını onun omzuna yasladığında, içimden bir şey daha kırıldı. Çok derin bir yerden, kelimesiz bir şey.

Onlar yavaş adımlarla dışarı çıkarken ben geride kaldım. Kapının eşiğinde, arkamda kalan Çilingir’e dönüp baktım. O hâlâ maskenin ardında, gözlerini tam açamasa da bizimleydi. Kalbim çarpıyordu ama bedenim hareketsizdi. Önüme döndüğümde yoğun bakım ünitesinin kapısı kapandı.

“Şırnak’a sevk edilebilir, durumu stabil,” dedi. İçimde bir şey aniden irkildi. Sevinçle kaygı birbiriyle çarpıştı. Doktor devam etti, “Bildiğiniz üzere sol akciğerinden bir doku alındı. Bu tür operasyonlardan sonra normal yaşama dönülebilir. Ancak askerî göreve devam edip edemeyeceği konusunda net konuşmak için henüz erken. Sağlık Kurulu, özellikle efor testi ve nörolojik taramalardan sonra karar verebilir.”

Sanki zaman durdu. Gözlerimle onu takip ettim. Kalbimdeki o ağır sessizlik, Çilingir’in sesi yerine geçmişti. Askerlik onun kimliğiydi. Sırtına geçirdiği üniforma sadece kumaş değil, ruhtu. Şimdi ise o ruh, eksik bir nefesle sınanacaktı.

Kendime bile yalan söyleyemiyordum: Bunu kabullenmek zor olacaktı ama bir yanım da o an sadece şunu düşündü: Yaşaması, yeterdi. Nefes alması, yeterdi.

Doktor, kafasını ağırca eğip kaldırdıktan sonra bakışlarını Hümeyra Çakır’a çevirdi. Hümeyra Çakır, yanındaki Kartal ile göz göze gelip doktora yeniden baktı.

“Şırnak’a sevki boyunca yanımızda Askeri Tabip Kartal Akman’da olacak,” dedikten sonra yeniden Kartal’a döndü. “Kartal, doktor ile konuşup çıkış işlemlerini ayarlar mısın?”

Kartal başını kısa bir selamla eğdi, gözlerinde askerî disiplinle harmanlanmış bir insaniyet vardı. Mete, Hümeyra Çakır’a dönüp Eyşan’ı kolunun altından çekti.

“Anne, Eyşan ile siz burada bekleyin,” dedi ve bana döndü. “Bir sigara içelim seninle, gel.”

Mete ile birlikte sigara içme alanına çıktığımızda derin bir nefes alıp verdim. Mete, sigara paketini çıkartıp iki dalı çıkarttı ve birini bana uzattı. Ben sigarayı alırken ellerimizin biraz daha titrediğini fark ettim. Belki de artık bunu saklamaya gerek yoktu. Bu yorgunluk, bu korku, bu içimize işleyen belirsizlik hepsi bedenimize sinmişti.

Mete çakmağı çaktı, önce kendi sigarasını, sonra da benimkini yaktı. Bir süre konuşmadan, sadece dumanla karışık bir sessizliğin içinde bekledik. Yanımda dimdik duran bu adamın omuzları biraz daha çökmüş gibiydi. Ama gözleri hâlâ kararlıydı. Hep öyleydi.

“Ben onun yaşamasına bile razıydım,” dedim ansızın. Sesim yabancı geldi kulağıma. Kırılmış, bastırılmış, yıllarca ötelenmiş bir duygunun sesi gibiydi. “Sol akciğerinin bir kısmını kaybetmiş olabilir ama… ama yaşıyor, Mete. Yaşıyor.”

Mete gözlerini uzak bir noktaya dikti. Ağzından çıkan duman gökyüzüne değil, yere çöküyordu sanki.

“Yaşamak yetiyor bazen,” dedi. “Ama Çilingir… Bora nefes aldıkça kendine öfke duyacak. Onu yaşatmak kolay, yaşadığını hissettirmek zor olacak. Sence bunun farkında mısın?”

Sigaramın dumanı havada kaybolurken, içimde bir şeyler boğuluyordu. O kadar karışık duygularım vardı ki… Hem bir yanda Bora'nın yaşaması hem de eski haline geri dönme ihtimali beni bir şekilde rahatlatıyordu. Ama diğer yandan, Çilingir'in bu hale gelmesi, her şeyin ne kadar kırılgan olduğunu da hatırlatıyordu.

Mete’ye bakarken, içimdeki soruyu sorabilmek için cesaret topluyordum. “Çilingir’in durumu ne olacak?” dedim, sesim beklediğimden daha kırılgan çıkmıştı. Sözlerimi zorla yuttum ama içinde bulunduğumuz durumun her bir parçasını sindirebilmek o kadar zordu ki. Her şeyin bu kadar hızlı değişmesi, insanın içini bir boşluğa sürüklüyordu.

Mete, sigara dumanını usulca üfleyerek bakışlarını yere indirdi.

"Bora’nın durumu hem Suikast Birimi'ni hem de bordo bereli kimliğini etkiliyor, Ahmet. Her iki birim de ondan maksimum verim almak istiyor,” dedikten sonra bedenini bana döndürdü.

“Geri dönebilir ama bu çok kolay olmayacak. Çilingir, bordo bereli olmasının yükünü omuzlarında taşıyor. Hem de Suikast Birimi’nin o keskin hatlarıyla yoğrulmuş bir adam. Geri dönebilmesi için, sadece fiziksel yeterliliği değil, aynı zamanda moralini de bulması gerek.”

Ne kadar imkânsız görünse de bir ihtimalin onu hala ayakta tutabileceğini düşündüm. O zaman, her şeyin geriye dönmesi için bir şans var mıydı?

"Kurul, karar verirken her şeyi göz önünde bulunduracak. Çilingir'in suikastçı kimliği, bordo bereli geçmişi... Tüm bu sorumluluklar, onu bir savaşçıya dönüştürüyor. Ama bir kez daha savaşabilecek mi?" dedi Mete, derin bir iç çekerek.

O an, beynimde bir şeyler yerli yerine oturdu. Bora’nın yaşaması, bir zafer gibi görünse de aslında ona en büyük sorumluluğu yükleyecek olan şey, hayatta kalmak değil, yaşadığını hissettirmekti. Ama ne kadar zor olurdu ki? Geçmişin ve tüm yaşadıklarının gölgesinde, birinin yeniden hayata tutunması kolay mıydı?

Yavaşça kafamı salladım. “O zaman bir yol olmalı,” dedim. “Bir çözüm olmalı. Bizim de ona çabalarımızı iki katına çıkarmamız gerek.”

Mete gözlerinde hala kararsızlıkla ama aynı zamanda bir inançla bakarak başını salladı. “Bora’yı geri döndürmek zor olacak, Ahmet. Her şeyin, eski haline gelmesi o kadar kolay değil.”

Kaşlarımı kaldırıp çenemi dikleştirdim.

“Ama biz elimizden geleni yapmalıyız. Her şeyin bir çözümü vardır, değil mi?”

Mete’nin gözlerinde bir güven vardı. “Evet, her şeyin bir yolu vardır.”

28 Mayıs 2022 – 10:49 / Şırnak

Eyşan Çakır, Ağzından

Never Surrender, Liv Ash

Bir askerin namusu, apoletlerinde takılı rütbesidir.

O rütbe sökülürse, sadece kıyafeti değil, taşıdığı sorumluluğu da düşer yere; göğsünden koparılan o metal parçası, yılların yeminini, verilen sözleri, kazanılan güveni ve omuzlarına yüklenmiş canların hesabını da beraberinde götürür.

Mete ile sık sık göz göze geliyordum. Konuşmuyorduk ama her defasından bir şeyler söylemiş oluyorduk. Bu defa suç nerede başlıyor, sorumluluk nerede bitiyor bilmiyorduk. Çilingir’in yaşaması hepimiz için bir nebze moral kaynağı olurken farklı bir problemin kapısını aralamıştı. Askerliğe devam edebilmesi, bu şartlardaki bir durumda zor gibi görünüyordu.

Bu konuyu Hümeyra annenin yanında açtığımızda yalnızca ‘Bana bırakın,’ deyip bir süreliğine konunun kapatılmasına neden olmuştu. Mete’nin gözlerinde fark edebildiğim bir korku vardı. Mete, bu zamana kadar sırt sırta çarpıştığı, dağlarda birlikte güçlüklerin üstesinden geldiği adamını, badisini bırakmak istemiyordu. Mete, sırtını yaslayıp nefeslendiğini dağının yıkılmasını izlemek istemiyordu fakat benim gördüğüm yıkım, bir komutanın, değer verdiği askerini kaybetmenin eşiğine gelmesinin ağırlığıyla, nasıl bir geceyi uykusuz geçirdiğiydi.

Sağ karın boşluğumdaki silahın kabzasını kavrayıp tabancayı kılıftan çıkarttım. Şarjörü çıkartıp tek bir mermi çıkarttım ve masaya koydum.

"Her şeyi kabul ederim ama ihaneti affetmem," dedim ve şarjörü tabancaya geri taktım. Ardından sürgüyü çekip masanın üzerine bıraktım. "Herkese ihanet edebilirsiniz ama bu masaya edemezsiniz."

Bakışlarımı ağırca Selami’ye çevirip gözlerimi kıstım.

"Unutmayın. İhanet, içinde mermisi olmayan bir silahla savaşmaya benzer; düşmanını değil, sadece kendini kandırırsın. Değil mi, Selami?"

Selami, gülümseyerek kafasını salladı.

"Evet."

Kaşlarımı kaldırıp dudaklarımı büzdü.

"Boş bir mermi nasıl bir silaha yakışmazsa, ihanet de bir dosta yakışmaz. O yüzden Millî İstihbarat Teşkilâtı Başkanlığından derhal ayrılıyorsun."

Sorumsuzca davranmıştım.

Suçun, sınırı çizilmez ama kimi bulursa bulsun sorumluluk hepimize saplanırdı.

Hayalet Ekibi’ni, Mücadele İtibar Teşkilatı’na dahil etmemem gerekiyordu. Elbette ki bize ihanet etmemişlerdi ama benden habersiz iş çevirmişlerdi. Özellikle Selami’nin henüz Mit’ten ayrılmadığı bilgisini aldıktan sonra eskisi kadar Selami’ye güvenim kalmamıştı.

Kışlanın semalarına yaklaşan helikopter ağırca alçalmaya başladığında derin bir nefes alıp Hümeyra anneye baktım. Elinde tuttuğu tabletin kılıf kapağını kapatıp bakışlarını bana çevirdiğinde buruk bir tebessüm gönderdi. Aynı şekilde karşılık verdiğim sıra, helikopter küçük bir sarsıntıyla Özel Tim Taburuna inmişti. Mete, Kartal aynı anda kemerlerini çözüp Çilingir’i güvenli bir şekilde helikopterden sedyeyle birlikte indirirken kemerimi çözüp ayağa kalktım. Ellerim karnıma sarılırken küçük adımlarla helikopterin kapısına doğru ilerledim.

Mete, Çilingir’in sedyesine yardımcı olduktan sonra helikoptere geri dönüp bana doğru kollarını uzattı. Sağ eli bacaklarımın arkasına yaslanırken kollarımı boynuna sarıp bir anlığına gözlerimi kapattım. Mete, çevik bir hareketle beni kucağında helikopterden indirip ayaklarımın yere sağlamca basmam için bana zaman tanıdı.

Dengemi sağladığımda annesine sol elini uzatıp yardımcı oldu. Ahmet ve Kartal, Çilingir’i içeriye doğru götürmeye başladıklarında bakışlarımı Hümeyra anneye çevirdim.

“Hayalet Ekibini koordinasyon merkezine çağırtıyorum.”

Hümeyra anne, kafasını salladı.

“Gerekli evrakları alıp bende geçiyorum,” dedikten sonra Mete ile beni beklemeden yürümeye başladı. Helikopterin dönen pervanesi uzamış saçlarımın uçuşmasına neden olurken Mete, elini elime kenetleyip küçük adımlarla yürümeye başladı. Onunla birlikte kışlaya girip üzerimizi değiştirmek için yatakhaneye adımladık.

“Take on the night
To reach the mornin', oh, oh
We'll write our names
In blood and glory, oh, oh”

Odaya girip metal dolaba doğru ilerlerken Mete, kapıyı kapatıp üzerindeki tişörtü bir çırpıda ensesinden tutarak çıkarttı. İkimizden de nefes alıp verişlerimizden başka ses çıkmıyordu. Tişörtü yere bırakırken bana dönmedi. Sırtındaki izlere gözüm takıldı. Bıçak çizikleri, eski dikiş yerleri, kabuk bağlamış çatlaklar… Dağlarda, karanlıkta, kurşunların arasında kazanılmış bir beden.

Sadece bir beden değil; taşıdığı her iz, bir başka canın hayatta kalmasına dair sessiz bir belgeydi.

“Oh, our hearts are unafraid
We're makin' our own fate
And we don't need to wait”

Küçük adımlarla yanına yürüyüp alnımı sırtına bastırdım. Mete’nin sırtı, tıpkı savaşın içinde taşıdığı yükler gibi, ağır ve güçlüydü. Ama o an, hiç değilse bir süreliğine o yükleri birlikte taşıyor gibi hissettim. Bütün o karmaşık duygular, sadece bu anın içinde kayboluyordu.

“We're a phoenix risin'
From the ashes fightin'
Our courage climbin'
We'll never, never surrender”

“Ben senin hiç yaralarını sevmedim, değil mi sevgilim?” dedikten sonra alnımı sırtından çekip nasıl olduğunu bilmediğim ama dikiş izi kalmış yarasına dudaklarımı bastırdım.

“Ben senin hiç yara izlerinden öpemedim ki.”

Mete, omuzlarını yükseltecek kadar derin bir nefes alıp gövdesini bana çevirdi. Gözlerim göğsünün tam ortasında, kalbine yakın kurşun izlerinde takılı kalırken alnını alnıma yasladı.

“Ben de senin yara izlerine hiçbir zaman bakmadım Eyşan, kalbindeki hariç.”

Dudaklarımı büzdüm.

“This is our battle
Won't stay in the shadows now
Livin' for tomorrow
We'll never, never surrender”

“Kalbimizdeki hariç.”

Kafamı hafifçe kaldırıp gözlerine baktığında, bakışlarında hiç görmediğim bir derinlik vardı. Sanki içinde kaybolduğum, hiç çıkmak istemediğim bir denizin dibine çekiliyordum. İleriye dair herhangi bir düşünce yoktu. Sadece o an vardı, ikimizin arasında sessizce dönen bir an.

Mete, alnıma dudaklarına bastırıp derin bir nefes aldı. O an, belki de hiçbir şeyin farkında olmadan, savaşın tüm yıkımlarını, kayıplarını, acılarını unutur gibi oldum. Bu, sadece bir anlık bir sığınma değildi; bu, hep birlikte güçlü kalmamızın tek yoluydu.

“Vereceğin kararda emin misin?” diye sordu, dudakları alnımda yaslıyken. Kafamı hafifçe salladığımda ağırca dudaklarını çekti ve gözlerimin içine bakarken hafifçe kafasını salladı. Mete, üniformasını giyinmek için birkaç adım benden uzaklaşırken metal dolaptaki beyaz gömleğimi ve pantolonumu çıkarttım. Bedenlerimiz, ait olduğumuz üniformaların içine hapsolurken zihinlerimiz çoktan koordinasyon merkezine gitmişti.

Herkes buradaydı.

Sol tarafa yerleşmiş Güvercin Timi, sağ tarafta kalmış Hayalet Ekibi’nin hemen karşısında oturuyordu. Selami, benimle göz göze geldiğinde zihnimdeki karar mekanizması bir anlığına bütün geçmişimi gözlerimin önünde bir alarm misali uyarladı. O an içimde yankılanan şey bir öfke değil, hayal kırıklığıydı. Selami’ye bağırmak istemiyordum. Zaten onunla ilgili kırıldığım şey, kulaklarımı sağır edecek kadar gürültülüydü.

Sadece bir kelime, sadece bir bilgilendirme bile yeterli olabilirdi. Ama o, bana sırtımı yasladığım güven hissini eksiltmişti. Güven, bir kere eksildi mi tamamlanmaz, eksik kalırdı.

Yara gibi... Kabuk bağlasa da izi kalır.

Gömleğime takılı olan kılıftan tabancamı çıkartıp masanın üzerine bıraktım. Selami’nin bakışları bir bana bir de Alparslan albay arasında gidip gelirken dilimi dişlerimin arkasında gezdirdim. Masanın üzerinde kalan tabancama bir an gözüm takıldı. Metalin soğuk yüzeyinde kendi yansımamla göz göze geldim. Komutan olmak; sadece emir vermekle ilgili değildir.
Komutan olmak; en yakınındaki adamın sana doğrulttuğu gerçeği görüp, o gerçeğin karşısında tek başına durabilmektir.

Selami’nin ifadesi değişmemişti ama ben, yüzüne çakılı kalan o ‘evet’in içinde kendine ettiği itirafı sezmiştim. Yanlış yapmıştı ve ben, o yanlışı affetmeyecektim. Arkamda kalan dosyalardan birini aldım, içindeki evrakları kısa bir bakışla tarayıp dosyayı masaya koydum.

“Hayalet Ekibi’yle tüm bağlantılar bugünden itibaren dondurulacak. Onlarla herhangi bir operasyon yürütmeyeceğiz. Gölge gibi arkadan iş çevrilen bir ortamda bu tim bir dakika bile yaşayamaz.”

Kartal ve Ahmet içeri girdiğinde ortamda ince, sessiz bir gerilim vardı. Herkes susuyordu. Sadece gözler konuşuyordu. Benim gözlerimse artık bir kararın ardında netleşmişti.

“Mete yüzbaşım,” dedim, “Çilingir’in son durumu için sağlık raporunu getir misin?”
Elimdeki evrakları bırakıp ona döndüm. “Birbirimize sırtımızı dönersek, ilk düşen biz oluruz. Ama birbirimizi arkadan vurursak o zaman tim değil, sadece aynı üniformayı giymiş yabancılar oluruz.”

Bu cümle, salondaki herkesin yüzünde soğuk bir yankı gibi dolaştı. Selami, bir şey söylemek ister gibi yaptı ama ben elimi havaya kaldırıp avcumun içini yüzüne çevirdim ve “Yeter,” dedim.

Konuşacak hiçbir şey kalmamıştı. Bazen tek bir cümle, bir adamın ait olduğu yerin artık orası olmadığını anlatmaya yeterdi. Çünkü sadakat kırıldığında ses çıkarmazdı. Sadece araya mesafeler koyardı.

Ve bu savaş artık sadece dışarıda değil, içimizde de veriliyordu.

“Breakin' all the chains
It's time to take our place
Time to take our place
Oh, our hearts are unafraid
We're makin' our own fate
We're makin' our own fate”

-

BÖLÜM SONU

Anlık olarak şu şekilim dhsjdkh.

Merhabalar, nasılsınız? Umarım iyisinizdir. Ayyy, bu bölümü yazarken o kadar stres yaşadım ki size anlatamam. Neredeyse Çilingir'i kim vurdu ya götürüp tahtalı köye gönderiyordum. Neyse ki Bora yaşıyor. Henüz Selçuk ve Alperen'in, Çilingir'in vurulduğundan haberleri yok ve nasıl öğrenecekleri ise muamma. İlerleyen bölümlerde onları da okumaya devam edeceğiz. Özellikle Selami'nin Suriye'ye onların yanına gitmesiyle her şeyin harlanması tabii ki de Selami'ye gerçekten ağır patladı.

Bu arada klavyemde bir sıkıntı var. A harfleri kendi kendine çoğalıyor, yazım yanlışını kontrol etmeye elimden gelebildiğince çalıştım, bakın ÇALIŞTIM diyorum. Gece saat 4 olmuş ben bölüm yayınlama telaşına girdim ve klavye sübliminal bir mesaj göndererek A harflerini çoğaltıyor.

Her neyse;

Diğer bölümün taslağını çıkartmadım, o yüzden bölümün ne zaman geleceği hakkında en ufak fikrim yok. Bu sıralar ilham almakta çok zorlanıyorum. İş yerindeki stres, sorumluluklar vesaire derken bizimkilere vakit ayıramıyorum ama söz, daha da uzun bölümler okuyacağımız günler gelecek. Az sabır...

O halde;

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

Sultan Çakır

beş mayıs iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 05.05.2025 04:18 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sultan Çakır / GÜVERCİN / XLVII - KIRILAN SADAKAT
Sultan Çakır
GÜVERCİN

29.29k Okunma

1.47k Oy

0 Takip
88
Bölümlü Kitap
-AURORA-I - YEMİNII - İLK KURŞUNIII - MAVİIV - SORGUV - KANLI TÜYVI - SINIR7. BÖLÜM'DEN KESİTVII - GERÇEKDUYURU VE SOHBETKİTAP ADI VE KESİTVIII - TEKERRÜRIX - 25 SAAT 38 DAKİKA10. BÖLÜMDEN KESİTX - İSYANIN ARKASINDAKİ GÖLGEXI - YALANLAR VE İZLERİXII - SAVAŞIN SINIRINDAXIII - GECEYE SÜRGÜN AŞKXIV - KIRIK GÜVEN KOZASIXV - KIRILMA NOKTASIXVI - DUVARXVII - KANATLARI ISLAK GÜVERCİNXVIII PART I - SIRR-I MÜPHEMXVIII PART II - SÖNMÜŞ OCAK KÖZÜXIX - YÜKLÜ HATIRAXX - BÜLBÜLÜM ALTIN KAFESTEXXI - AL BAYRAĞIN GÖLGESİXXII - SONA BİR KALAA.E.BM.M.ÇXXIII - KORUN BIRAKTIĞI İZXXIV - BOZKURT VE TARUMARXXV - TEK KURŞUN SÖZÜXXVI - KARA KARIŞAN KANXXVII - ÖFKENİN KRİZ UYKUSUXXVIII - OMUZDA TAŞINAN YÜKXXIV - RUHU YUTAN BOŞLUKXXX - GERİ SAYIM SONUXXXI - YAKLAŞAN KASIRGAXXXII - HASSAS VE ZARİFXXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜII PART - XXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜXXXIV - AKREP VE YELKOVANXXXV - ŞEYTAN KILIKLI AZRAİLXXXVI - YOLUN SONUNDAKİ SAKİNLİKXXXVII - ECELİN GÖLGESİXXXVIII - OLASILIK VE KURAMXXXIX - KİMLİK KAYBIXL - BAHT VE TEKERRÜRXLI - KAYBOLAN ZAMANLAR- DUYURU -XLII - YANAN KÜLLERİN ARASINDAK.S.AA.O.ÖG.U.DGÜVERCİN HKK.XLIII - SERZENİŞİN KIYISINDAXLIV - DÜNE İÇİLEN ANT45. BÖLÜMDEN KESİTXLV - LEKE BIRAKAN İZLERMETE'DEN SİZE BİR MESAJ VAR!46. BÖLÜM'DEN KESİTBir İşçinin Günlüğü - DuyuruXLVI - KALPTEN GELEN YOL47. BÖLÜMDEN KESİTXLVII - KIRILAN SADAKAT-DUYURU-XLVIII - DİLDEKİ SÜKÛT-Duyuru-XLIX - SONUN DOĞURDUĞU İLK BAŞLANGIÇDUYURUDuyuruL - FİDES RUPTALI - ALARUM VINCULUMLII - SINAVLAR VE GEÇİŞLER-DUYURU-LIII - TANRILARIN UNUTTUĞU DÜŞÜŞ54. BÖLÜMDEN KESİTLIV - ÖLÜME GÖMÜLÜ BİR SEVDALV - EMANET VE YEMİNNeden bölüm yok - AçıklamaLVI - MÜHÜRLENMİŞ HAKİKAT57. BÖLÜMDEN KESİTLVII - SİS BÖLÜĞÜLVIII - OKYANUSTAN DOĞAN IRMAKLAR, ŞANSLI ÇÖL GEZGİNİLVIX - ŞAFAK SÖKMEDENLX - DİP KUYUSU- DUYURU -
Hikayeyi Paylaş
Loading...