68. Bölüm
Sultan Çakır / GÜVERCİN / XLVIII - DİLDEKİ SÜKÛT

XLVIII - DİLDEKİ SÜKÛT

Sultan Çakır
sultanakr

Helüüü, ben geldim. Nasılsınız? Sizi fazla bekletmek istemiyorum, aşağıda buluşalım.

Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin, keyifli okumalar...

Bölüm Şarkıları;

Ya Sidi, Orange Blossom

Tamam Aşkım, İbrahim Tatlıses

Çözemezsin, Dedublüman

Nilüfer, Müslüm Gürses

A Shadow's Lament

The Evening Fog, Twelve Titans Music

Seni Seviyorum, Bora Öztoprak

Yandım, Mazhar Alanson

🕊️

XLVIII

Her insanın bir kimliği vardır.

Kimlik dediğimiz şey, sadece bir isimden ya da doğum tarihinden ibaret değildir. O, insanın ait olduğu yerdir, geçmişidir, tanıklarıdır. Peki ya bir askerin kimliği nedir? Üniformaya sıkışmış bir suskunluk mudur yoksa her sabah giydiği kamuflajın içinde kaybolan bir insan mıdır?

Bir asker için kimlik, çoğu zaman boynuna asılı bir künye kadar basite indirgenir. O metal parçaya kazınan birkaç harf ve rakam, insanın geçmişine dair tüm detayları yutar fakat künyeye bakarak bir askerin sevdiği şarkıyı, çocukken hangi sokakta top oynadığını ya da kime özlem duyduğunu anlayamazsın. Kimliği tanımlayan o soğuk metal, görevle özdeşleştiğinde, geriye kalan yalnızca bir görev bilinci olur. Ve o künye kaybolduğunda, kimlik de beraberinde kayar. Artık o kişi bir isim değil, bir boşluk olur.

Künye ne zaman bulunur, bilinmez. Belki hiç bulunmaz ama o kayıp, sadece bir eşyanın değil; bir insanın, bir hafızanın ve bir aidiyetin de kaybıdır. Her geçen gün, adı biraz daha silinir belleğimizden. Entropi, insanın içinde başlar; dağınıklık, ilk önce hatırlanması gerekenleri yutar. Ve künye yoksa, kimlik askıda kalır. Ne tamamen unutulmuş ne de tam olarak hatırlanmış bir hâlde olur.

Peki, kimliği olmayan bir askeri rütbe mi tanımlar yoksa, o rütbenin uğruna susmayı seçtiği anlar mı?

🖇️

6 Eylül 2016 / Özel Kuvvetler Komutanlığı, Gölbaşı, Ankara

Bora Yalaz Arınlı, Ağzından

Ya Sidi, Orange Blossom

O gün sabah her zamankinden sessizdi Gölbaşı. Kışa dönmeye hazırlanan Ankara havası, betonun üzerinde ince bir buz gibi geziniyordu. Nizamiyeden geçtiğimizde, içimde tarif edemediğim bir ağırlık çöreklendi. Sessizlik, sadece havanın değil, karargâhın da içinde dolanıyordu sanki. Herkes bir şeylerin farkındaydı ama kimse dile getirmeye cesaret edemiyordu. Alışıldık emir-komuta zincirinin dışında bir şeyler oluyordu.

Üzerimde, siyah bir gömlek ve aynı renkte taktik pantolon vardı. Ellerindeki dosyalarla bir sağa bir sola yürüyüp giden askerlerin arasında bakışlarım, solda, duvara yaslanmış bir şekilde bekleyen abime ve Ahmet'e kaydı. İkisinin de yüzü ciddiyetinden ödün vermiyordu ama gözleri öyle değildi. Heyecanla bekleyiş, gözlerinde belirgin bir parıltıya neden olmuştu.

Bir anda önümdeki kapı aralandı ve üzerindeki kamuflaj üniformasıyla çıkan rütbeli, elindeki kağıtla koridora baktı.

"Bünyamin Boraç Arınlı."

Abim, ismini duyduğu anda Ahmet'in yanından ayrılıp kapıya doğru yaklaştı. Kapıdan içeriye girmek üzereyken gözleri bir anlığına bana değdi. Sağ gözü saniyelik bir farkla kapanıp açılırken göz kırptığını anlayabilmiştim. Dudağımın sağ köşesi, titrek ve silik bir şekilde kenara çekilirken Ahmet'in yanıma geldiğini gördüm. Hemen solumda durduğunda omzunu hafifçe omzuma sürtüp duvara yaslandı.

İçeriden gelen sesler bastırılmış bir uğultu gibiydi. Abim içeri girdiğinde kapı yeniden kapandı ve koridor yine sessizliğe gömüldü. Saatime bakmadım ama zaman orada durmuş gibiydi. Beklemek, bir asker için en zor eğitimdi belki de. Ne kadar hazır olursan ol, o kapıdan içeri çağrılana kadar her şey belirsizdi.

Ahmet, sağ cebinden bir şeker çıkardı ve avucuma bıraktı. "Naneli," dedi. Abimle birlikte göreve gitmeden önce hep yapardı bunu. Boğazımda bir şey düğümlendi ama yutkundum. Ahmet, abim ile aynı yaştaydı ve benden üç yaş büyüktü. Birlikte çıktıkları yolculukta her ne kadar kendimi bir an için geride kalmış hissetsem de hiçbir zaman öyle olmadığını kanıtlamışlardı.

Abimin yokluğunda Ahmet, benim abimdi.

Yaklaşık yedi dakika sonra kapı yeniden açıldı. Aynı rütbeli asker, bu sefer elinde kâğıt olmadan Ahmet ile bana baktı.

"Zafir ve Çilingir."

Bizim, kimliğimiz yoktu.

Biz, kimliksizlerdik.

Bizi doğrudan brifing salonuna aldılar. Geniş bir masanın etrafında toplanmış tanıdık yüzler, tüm ciddiyetiyle bize bakıyordu. Masanın en başında Mete ve Caner'in babası, Alparslan Çakır oturuyordu. Babamın can yoldaşı, benim can dostumun babasıydı.

Masanın solunda yer alan sandalyelerde sırasıyla Mete, Caner, Barış, abim, Alper ve Yonca oturuyordu. Ahmet ile birlikte onların tam karşısına oturduğumuzda dosyalar dağıtıldı, kapılar kapandı, perdeler indirildi. Alparslan Çakır, önündeki evraklara elini koymuş, sessizce göz gezdiriyordu. Kimseye bakmadan konuşmaya başladı.

"Bugün burada, TSK'nın özel bir inisiyatifi kapsamında, emir-komuta zincirine bağlı ama klasik yapının dışında bir tim kuruyoruz. Adı: Mavi Ateş. Sıcak çatışmalara değil, sıcak sessizliklere gideceksiniz. Bu timin içinde yer almak istiyorsanız, hayatınızda artık geriye bir şey bırakmayacaksınız."

O cümleyle içimizden bir şey koptu. O an anladım ki, sadece bir tim kurulmuyordu. Kendi adımıza yeni bir kimlik, yeni bir yol çiziliyordu.

Mete'nin hafifçe hareketlendiğini fark ettiğimde önündeki dosyanın kapağını açtığını gördüm. Yüzü taş gibi bir ciddiyetle kaplıydı. Mete Mert Çakır, gerçekten de komutan olmak için yetiştirilmişti.

"Herkes kendi uzmanlığında bu timde yer alacak. Görev dağılımı şu şekilde olacak. Önünüzdeki dosyalarda da vereceğim bilgiler mevcut. Caner, keskin nişancı olarak göreve dahil."

Bakışlarımı dosyaya indirdiğimde Mete, her göz gezdirdiğim ismi söylemeye başladı.

"Barış, sahada iz sürme ve taklit etme göreviyle, Alper, medikal müdahale ve psikolojik analiz göreviyle, Yonca, kamuflaj uzmanlığı sayesinde sızma göreviyle," bir anlığına kafamı kaldırıp Mete'ye baktığımda bakışları abimin yüzüne odaklıydı. Sanki geçmişle gelecek arasındaki çizgide bir karar anıymış gibiydi o an, "Bünyamin, patlayıcı imha uzmanı olarak aramızda yer alacak," dedi.

Bakışları Ahmet ile bana döndüğünde çenesini dikleştirip omuzlarını geriye attı.

"Yapılan yazışmalar ve onaylar sonucunda Suikast Ekibinden ikinizi seçtik."

Gözlerimi Mete'nin mavilerinden çekip önümdeki dosyada yazılanlara baktım.

Suikast Ekibi – Kimliksizler:

Çilingir / Uzmanlığı: İstihbarat ve Taktiksel Yönlendirme – Ölüm Anonsçusu

Zafir / Uzmanlığı: Psikolojik Operasyonlar ve Şifreli İletişim – Zihin Avcısı

"Zafir, yabancı dile olan etkin yatkınlığıyla sahada iz sürme, istihbarat toplama ve sızma görevlerinde yer alırken, Çilingir ise elektronik erişim, kilit sistemleri ve sessiz geçiş uzmanı olarak görev alacak."

Konuşma bittiğinde kimse yerinden kıpırdamadı, nefes almadı. Yalnızca ve sessizce birbirimize baktık. Geriye dönüp dönmemek, masadan kalkıp kalmamak arasında insanın içini ezen bir kararsızlıktı ama kimsenin kalkmaya niyeti yoktu. Çünkü o andan sonra artık biz sadece bir tim değil, bir kararın, bir yok oluşun, bir dirilişin kod adlarıydık.

Alparslan Çakır, önündeki kalemi alıp dosyaların köşesine kısa bir not düştü. Sonra başını kaldırdı.

"Bu bir görev değil evlatlar. Bu bir varoluş şekli. Mavi Ateş, gerektiğinde kendi gölgesini bile arkasında bırakacak. Her biri ayrı birimlerden seçilmiş, özel kuvvetler standartlarının üzerinde eğitim almış, uyum testlerini geçmiş bireylersiniz. Artık birey değil, bir timsiniz. Aile gibi ama daha sessiz bir bağla bağlısınız birbirinize. İçinizden biri düşerse, diğeriniz onu yalnız bırakmaz. Geri dönmese bile izini bırakmaz."

Gözlerimin kenarında hafif bir yanma hissettim. O cümle, "geri dönmese bile izini bırakmaz," içimi delip geçmişti. Çünkü bu timin kaderinde sessiz gitmek vardı. Adımızı haykıranlar olmayacaktı. Geri dönsek bile, bizden önce dökülen teri kimse bilmeyecekti.

Mavi Ateş Timi, Gölbaşı'nın buz tutmuş sabahında ateşle yazılmıştı.

İlk resmi toplantıdan birkaç saat sonra, karargâhtaki boş bir eğitim salonuna geçmiştik. Hepimiz hâlâ ciddiyetimizi korumaya çalışsak da aramızdaki kimya, hafif çaplı bir kaosa dönüşecekti.

Salonda, timin tamamı çember olmuş şekilde yerde oturuyorduk. Ahmet'in elindeki ıslak mendille Barış'ın ensesine saldırmasıyla başlayan dalga, kontrolsüz bir şamata halini almıştı.

Barış, ciyaklayan bir sesle irkildi. "YA! Ahmet! Ben sana o kolonyayı getirene kadar ne yaptım ya?!"

Ahmet, gayet ciddiyetle.

"Ense terini vatana ihanet gibi gördüm, Barış."

Caner, gülmemek için dudağını ısırdı ama Yonca, hiç acımadan lafı yapıştırdı.

"Bu timle görev çıkarsa düşman kendi kendine teslim olur. Psikolojik savaş böyle bir şey."

Alper, köşede bir sandalye çekmiş, herkesi gözlemliyordu. Elinde tuttuğu deftere bir şeyler karalarken kafasını kaldırmadan konuştu.

"Bu ortam, yoğun bastırılmış mizah potansiyeli içeriyor. Kronik saçmalama riski mevcut."

Mete, duvarda asılı duran hedef tahtasına bakıyordu ama omzunun seğirmesinden gülümsediği belliydi. "Bu kadar ciddi eğitimlerden geçip de hâlâ çocuk gibi davranabiliyorsunuz ya, vallahi umut verici."

Gözlerimi kısıp Mete'ye döndüm. "Senin ciddiyetin de ayrı bir tehdit unsuru zaten Hekimoğlu. Bir gün seni gülerken görürsek zaman bükülmesi falan yaşanacak."

Mete, göz ucuyla bana bakıp kaşlarını kaldırdı. Tam konuşacakken Caner, söze atladı.

"Ben de bir gün bu ekiple ciddi ciddi operasyona nasıl gideceğimizi düşünüyorum. Düşman bizden önce gülmekten düşüp teslim olur diye korkuyorum."

Mete dayanamadı. Gözlerini kapattı, burnundan nefes verdi.

Bu, "Eğer elimde kelepçe olsaydı şu an sizi iki sıraya dizmiş, toplu olarak sorguya almıştım" bakışıydı. Ahmet ve abim, Mete'nin sabır dilenen yüz ifadesiyle kendilerini gülmekten alamazken Caner, kahkaha atarken başını geriye yasladı.

"Yemin ederim bu timden ya çok büyük işler çıkacak ya da topluca bir rehabilitasyona gönderileceğiz."

Mete, o meşhur sabırlı lider tonuyla ama belli ki gülmemek için zorlanarak konuştu. "Hazırlıklarınızı tamamlayın. Yarın ilk eğitim senaryosu başlıyor."

Caner, elini kaldırdı.

"İtiraz ediyorum. Göz temasın eğitimden çok vicdan muhasebesi yaptırıyor."

Mete, sinirle Caner'e bakarken Mete'ye yaklaşıp elimi omzuna attım.

"Caner haklı badi. Geçen eğitimde göz göze geldiğimizde bir hafta kendime gelemedim."

Yonca, ciddiyetle, "Mete yüzbaşımın bakışı kesinlikle, psikolojik harp dersi olarak okutulmalı." dedi.

Barış, yavaşça eğildi, yerdeki pet şişeyi alıp elinde çevirdi.

"Çok ciddiyetsiziz ama bak hâlâ timiz. Demek ki bu işte bir denge var."

Alper, not defterini kapatırken mırıldandı.

"Evet. Psikolojisi bozuk olan düşman bile bizim yanımızda terapi görmüş gibi hisseder. Strateji budur."

Tam o sırada Barış, bambaşka bir evrenden seslendi.

"Ya siz hiç karpuzun içine tespih sakladınız mı? Şifreleme için birebir."

Üç saniye sessizlik.

Mete kafasını hafifçe çevirdi, Caner'e baktı. Caner, bir saniye bile tereddüt etmeden elini kaldırdı. "Vallahi bu sefer ben değilim! Yeminle bu fikir bana ait değil!"

Mete, kafasını iki yana sallayıp sırtını duvara yasladı.

"Yemin ediyorum, biz özel tim değiliz. Biz, devlet destekli sit-com ekibiyiz."

Tüm salon bir anda gülme krizine girdi. O an, Mavi Ateş Timi'nin sadece özel yeteneklerle değil, aynı zamanda birbiriyle eğlenebilen, gülebilen insanlardan oluştuğu anlamıştım. İşte bu, bizi daha da güçlü yapacaktı.

1 Şubat 2017 00:12 / Akçakale, Şanlıurfa

Çilingir, Ağzından

Tamam Aşkım, İbrahim Tatlıses

Hava, teni delen türden bir ayazdı.

Rüzgâr, Suriye sınırındaki yıkık duvarların arasından sürünerek geçip bizim tarafa fısıltılar taşıyordu. Ama bu, sıradan bir rüzgâr sesi değildi. Betonların arasından süzülen uğultu, gecenin içine gömülü karanlık işleri haber veriyordu. Bir tür uyarı gibiydi. Tanrı bile yüzünü bulutların ardına gizlemişti sanki. Ay, utangaç bir çocuk gibi yalnızca arada bir gözetliyordu yeryüzünü.

Bizse çoktan utanma vaktimizi yitirmiş, vicdanlarını askıya asmış adamlar olarak göreve alışkanlıkla yürüyorduk.

"Akyıldız Traktör."

Yolun kenarındaki neon tabela göz kırpıyordu. İçerisi traktör mezarlığı değil, resmen bir silah cehennemiydi. Dıştan bakıldığında bir tamirhane gibi görünen bu bina, aslında içinden RPG çıkan bir pavyondu. Bu kadar aleni bir maskeyi kimse ciddiye almazdı. Belki de zaten bu yüzden işe yarıyordu. Kim, traktör tamircisinden silah kaçırılacağını düşünürdü ki? Orası değil de dayımın Konya'daki buğday ambarı gibi görünüyordu.

Bir hafta süren takibin ardından, silahların Akçakale'den Suriye'ye nasıl ve nereden taşındığını nihayet çözmüştük. Bu gece, bütün o düğümleri çözme gecesiydi.

Elimi kulaklığıma götürdüm.

"Çilingir konuşuyor. İniş sessiz. İçeride hareket var. Teyitli üç adam. Arkada sahne ışığı yanıyor. Barış dikkat et, o sahneye çıkarsan bu kez seni gerçekten gömeriz."

Bir çıtırtı geldi kulaklıktan, Caner'in sinirli nefesi.

"Söz verdirt bir de Çilingir, tam türkü moduna girdi."

Barış'ı susturmak, atomu parçalamaktan zordu ve itiraf etmeliyim ki o gece hepimizin içinde sinsi bir delilik dolaşıyordu. Üzerimde beyaz gömlek ve pantolon, cebimde ise sahte kimlik vardı ama içimde hâlâ bordo bereli disiplinle çarpan bir kalp atıyordu. Göz ucuyla, ketumluğun sözlük karşılığı olan Mete'ye baktım. O, afişin arkasına sığınmış, her zamanki gibi dingin ama ölümüne tetikte bekliyordu.

İlk ben girecektim.

Ben, Çilingir'im.

İçeri adım attığımda karşıma çıkan şey bir tamirhane değil, rutubetli bir pavyondu. Hava; ter, duman, parfüm ve bayat lahmacun kokusuyla yoğrulmuş gibiydi. Loş ışıkta sarkan tavan lambaları, içerideki zamanın durmuş olduğunu anlatır gibiydi. Masaların arasında kıpırdayan gölgeler, ölümle dans eden figüranlardı.

Köşedeki masada bir adam telefonla konuşuyordu. Sandalyesinin altına gömdüğü çanta dikkatimi çekti. Silah sevkiyatı ya da bilgi aktarımı olabilirdi.

Mete ve Caner'in birbirinden uzaktaki masalara kurulduklarını fark ettiğimde küçük adımlarla Mete'nin yanındaki masaya yerleşip arkama yaslandım. Caner'in gözleri irileştiği sırada ortamda bir mikrofon cızırtısı işittim.

"Bu şarkı, gözleri mavi, siniri kara olan birisine gidiyor."

Sahneye atlamış olan Barış'tan gözlerimi çekip yeniden Caner'e döndüğümde kafasını sağa doğru eğdiğini gördüm.

"Allah belanı versin Barış. Adamlar uyanırsa götümüze boşaltacak mermileri."

Barış, "Bir gün yolda giderken, biriyle konuşurken, bir şarkı duyduğunda, aklına geldiğim oluyor mu hiç," diyerek şarkısını söylemeye başladığında hemen yan masada oturan bir kaçakçı, burnunun kemerinde siyah gözlüğü indirip sahneye baktı. Yüksek bir sesle yanındaki adama baktı.

"Ula bu adam gerçek mi yoksa şakşuka yedim de halüsinasyon mu görüyorum?"

Göz ucuyla Mete'ye baktığımda tüm soğukkanlığıyla üzerindeki siyah gömleği düzeltip kafasını sağa çevirdi.

"Unutturmayın, geri döndüğümüzde Barış'a nota anahtarıyla işkence yapılacak."

Barış, bir anda ezbere bildiğimiz şarkının sözlerini atladı.

"Ah aşkım, aman aşkım, sen ne dersen tamam aşkım, acılar içinde kaldın, ne istersen söyle aşkım, bu senin farkın..."

Ben bir yandan sahneyle mekândaki kaçakçıların ilgisini ölçmeye çalışıyor, bir yandan Barış'ın sahneyi nasıl hâlâ kontrol altında tuttuğuna şaşırıyordum. Birkaç adam ayağa kalkmıştı ama niyetlerinden emin değildik. Kimi Barış'a bakıyor, kimi onun arkasındaki perdenin kıpırtısına. Mete'nin sesini yeniden kulaklıklarımda duymaya başladım. "Yirmi beş tabanca, on kutu mermi, iki bidon kaçak viski görüyorum. Sende ne var Zirve?"

Caner, boğazını temizledi.

"Sahnede iki keleş bir fiyasko görüyorum. Ayrıca Barış'ı sustursam görev başarısız sayılır mı?"

Caner'in sesi kulaklıktan kesildiği anda gözlerimi kısmış, yavaşça sahneye kaydırmıştım bakışlarımı. Barış'ın elindeki mikrofon, sanki ölüm fermanımızı ilan eden bir mühür gibiydi. Şarkının melodisi, pavyonun rutubetli duvarlarına değil, gecenin iliklerine işliyordu.

Gözüm bir anda, masaların arasında garip davranan bir adama takıldı. Ceketinin altından çıkan metal parıltı, gecenin tüm karanlığını tek bir noktaya çekmişti. Mete kulaklıktan fısıldadı. "Sağ duvarın dibindeki adam. Eli silahında. Yabancı yüzler, onları uyandırdı."

O anda içerideki atmosfer değişti. Sanki pavyon değil de bir mayın tarlasıydı bastığımız yer. Her adım, her nefes bir tetik gibi gergindi. Caner'in pozisyon aldığı bölmede hafif bir kıpırtı oldu. İki adam ayağa kalktı. Birisi çaktırmadan arka kapıya yöneldi.

"Çilingir," dedi Mete. "Arkadan kaçıyorlar. Seçimini yap."

Ben seçmiştim bile.

Elim, ceketimin içine gizlenmiş tabancaya uzandı. Parmaklarım tanıdık soğukluğa değdiği an geçmişin bütün operasyonları bir anda zihnime çakıldı. Kandil'deki sessiz gece. Cudi'deki kıyamet. Afrin'de yarım kalan bir operasyon ve gözleri açık kalan bir silah arkadaşı.

Ateş etmeyecektim henüz ama tetikteydim. "Barış," dedim kulaklıktan. "İniyorsun. Şimdi."

Barış, bir tür hisle göz göze geldi benimle. Sahnenin kenarına yürürken dudaklarıyla mırıldandı. "Keşke son bir nakarat daha söyleseydim."

Mikrofonun 'pıt' sesiyle kesilen şarkı, ortamı bir an için ölüm sessizliğine boğdu. Masalardan biri hızla devrildi. Kaçmaya çalışan adam kapıya yöneldi. Mete, kurşun gibi fırladı. Caner, arka bölmeye daldı. Ben, silahımı çektim ve içime çektiğim soğuk havayı geride bırakıp ateşe döndüm. İçerisi birden çatışma sahnesine dönüştü. Kurşunlar, nemli duvarlara çarpıyor, bardaklar paramparça oluyor, çığlıklar birbirine karışıyordu.

O an, yıllardır defalarca yaşadığım o his geri geldi. Kapatılmış bir dosya gibi bastırdığın ama içinde hâlâ yanmaya devam eden şey neydi? Adını bilmiyordum ama ne zaman kurşun sesi duysam, içimden çıkıp bana bakıyordu.

29 Mayıs 2022 – 01:05 / Şırnak

Yazar, Ağzından

Çözemezsin, Dedublüman

Şırnak gecesi, dağların koynunda sessizce uzanıyordu. Rüzgârın ince parmakları, kışlanın duvarlarında geziniyor, demir kapıların köşelerine uğrayıp hafif bir uğultu bırakıyordu. Gökyüzü, yıldızların titrek ışıklarıyla örtülmüş; ay, karanlıkla kirlenmiş bir bıçak ağzı gibi ince ve solgundu.

Kışlanın ana kapısının önünde, Mete tek başına ayakta duruyordu. Üzerindeki hâkî montun yakası rüzgâra direnememiş, solgun tenine değiyordu. Elinde yanan sigara, titrek bir ışık gibi, geceye karşı direnen son kıvılcımdı adeta. Dumanı, dudaklarının arasından ağır ağır çıkıyor, soğuk havada silikleşmeden yukarı süzülüyordu. Sigarayı orta ve işaret parmağı arasında tuttuğu gibi değil de sanki bir yük gibi taşıyordu. Ucundaki kül, incecik bir hat olarak sallanıyor, ne zaman düşeceğini bilmeden varlığını sürdürüyordu.

Mete'nin gözleri maviydi ama o gece, mavinin ortasındaki siyah noktacıklar genişlemiş, gecenin bütün boşluğunu içine çekmiş gibiydi. Göz bebekleri bir süre sonra küçülmüş, gözlerinin mavisi karanlıkla çatışmayı bırakıp teslim olmuştu.

Sigarasından son bir nefes aldı. Dudakları titremeden, düşünmeden dumanı saldı. Ardından sigarayı ayak ucundaki boş teneke kutunun yanına bastırarak söndürdü. Geceye arkasını döndü. Küçük, neredeyse sessiz adımlarla sıhhiyeye doğru yürümeye başladı.

Sıhhiyeye vardığında içerisi loştu. Sarı floresan lambaların cılız ışığı, odanın beyaz duvarlarını bile solgun göstermeye yetiyordu. Sol köşede bir sedye ve sedyenin üzerinde yatan Çilingir vardı. Gözleri kapalıydı, solgun teni yastığa batmış gibiydi.

Mete, sedyenin yanındaki sandalyeye oturdu. Sırtını hafifçe yasladı, başını geriye bırakmadan önce derin, uzun bir nefes verdi. O an, dünyadan kopmuş gibi sadece kendini duydu; kalbinin yorgun ritmini, aklının uğultusunu ve soluk alışının karanlığa karışan sesini.

Gözleri istemsizce Çilingir'in göğsüne kaydı. Sol tarafı kalın bir bandajla kapatılmıştı. Bandajın beyazı, kanın solmuş izleriyle kirlenmişti. Mete, bir an o noktada bakışlarını sabitledi ama sonra gözlerini kaçırdı. Cesaretini toplayıp yüzüne baktı.

"Duymuyorsun biliyorum," dedi kısık bir sesle, "ama keşke bu kadar sessiz kalmasaydık be Çilingir."

Söyledikleri havada asılı kaldı.

Tam o sırada, kapı sessizce aralandı. İçeriye giren Ahmet'in ayak sesleri duyulmayacak kadar hafifti ama Mete, sağ omzunun üzerinden bakarak onun geldiğini hissetti.

Ahmet, bir şey demeden Mete'nin yanındaki sandalyeye oturdu. Sessizliğin hüküm sürdüğü odada iki adamın bakışları buluştu. Konuşmadılar. Sadece gözleriyle, kelimelerin yetmediği yerden bir acıyı paylaştılar. Paylaştıkları şey, sadece bir sızının değil, omuz omuza yaşanmış bir savaşın, susarak kabul edilmiş kaybın yansımasıydı.

Koordinasyon merkezi, içine kapanmış bir kutu gibiydi. Dışarıda gece Şırnak'ın sırtına ağır bir ur gibi çökmüşken içeride yalnızca sarı bir masa lambası yanıyordu. Her şey sustuğu için değil, her şey vazgeçtiği için sessizdi sanki.

Eyşan, masanın başında dimdik oturuyordu ama varlığı dağılmıştı. Sırtı sandalyeye değmiyordu; ruhu masanın üzerindeki kâğıt yığınlarının arasında bir yerlere sıkışmış gibiydi. Telsiz sessiz, ekranlar donmuş, duvar saatinin tik takları bile utançla geri çekilmişti.

Masayı kaplayan evrakların arasında elini gezdirdi. Parmak uçları kâğıtlara değil de yaşanmışlıklara değiyormuş gibi yavaş ve dikkatliydi. Sonunda bir dosyada durdu eli. Açtı.

Çilingir.

İsmi, kâğıdın üst kısmında siyah harflerle kazınmıştı; bir mezar taşına yazılmış gibi net, sert, geri dönülmez.

Arkasına yaslandı. Sırtını sandalyeye tam oturttuğunda, belki ilk kez o gece rahat bir nefes verdi ama o nefes bile boğazına takılmış gibiydi. Gözleri, dosyanın içindeki satırlarda gezindi.

İç sayfalarda başarılar vardı. Operasyon tarihleri. Etkisiz hale getirilen hedefler. Kusursuz atışlar. Takdir cümleleri. Onun yıllar boyunca ördüğü isimsiz bir gururun dökümü. Eyşan'ın bakışları bir süre sayfalarda gezindi. Ama asıl durduğu satır en alttaydı.

Tıbbi Not: Sol hemitoraksta mermi girişi. Akciğer alt lob kısmi rezeksiyon. Kalıcı kapasite kaybı. Askerlik durumu yeniden değerlendirmeye alınmalıdır.

Boğazında bir düğüm oluştu. Eli, istemsizce sol göğsüne gitti. Sanki kendi ciğerine saplanmış gibi bir boşluk hissetti. Arkaya yaslandı. Sandalyesi hafifçe gıcırdadı. Koyu karanlığın içindeki yılan yeniden kıpırdandı. Bu odaya birini sokmayan, Eyşan'ın bile kendi içine girmesine izin vermeyen o sessiz, tehditkâr yalnızlıktı.

Bir rapor formu çekti kenardan. Kalemi eline aldığında, tereddüt parmak uçlarına kadar yayıldı. Yazmaya başlamadan önce gözlerini bir kez daha dosyaya çevirdi. Çilingir'in sedyede yatan hali gözlerinin önüne geldi; nefes almak için gösterdiği çaba, bilinçle bilinçsizlik arasındaki o ince çizgi... Ve bir yoldaşın düşmemek için verdiği sessiz savaş.

Kalemi kâğıda dokundurdu.

"Durum: Hayati fonksiyonlar stabil. Göğüs bölgesinde operasyon sonrası hassasiyet sürmekte. Fiziksel yeterliliği geçici olarak düşmüş durumda. Görev uygunluğu, üst makamın takdirindedir."

Kâğıdı kıvırıp dosyanın içine yerleştirdi. Kalemi bıraktıktan sonra ellerini yüzüne kapattı.

"Bir adam, sadece göğsünden değil, geleceğinden de vurulabiliyor demek ki." diye fısıldadı, sesi neredeyse duyulmayacak kadar kısık, yorgundu. O an, Eyşan ne bir komutandı ne de raporları düzenleyen biri... O an sadece, birinin eksilme ihtimalinin içinde yavaş yavaş küçülen bir insandı.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, Şırnak'ın üzerine daha da ağır basmıştı. Sessizlik, artık bir örtü değil, sanki bir baskıydı. Betonun, dikenli tellerin, paslı mazgalların bile nefes aldığı; gökyüzünün yıldızlarla değil, gölgeyle dolduğu saatlerdi.

Eyşan, koordinasyon merkezinden çıkarken elinde ince bir dosya vardı. Rapor hâlâ sıcaktı, daha mürekkebi kurumamış bir yük gibi taşıyordu. Parmaklarının arasındaki kâğıt değil, belki de bir hayatın devamına dair alınacak kararın soğukluğu titriyordu.

Sıhhiyeye giden yol sessizdi. Nöbetçi kulübesinin önünden geçerken kimse başını kaldırmadı. Kimse "komutanım" demedi. Sanki herkes, Eyşan'ın içindeki sessizliğe saygı duruşuna geçmişti.

Kapının koluna dokunduğunda, içeriden gelen hafif ilaç kokusu, kanın metalik yankısıyla karışmıştı. İçeri girdi. Mete, aynı sandalyede oturuyordu. Ahmet gitmişti. Oda daha da sessizdi şimdi. Çilingir'in solgun bedeni hâlâ yerli yerindeydi. Sadece odadaki ışığın açısı değişmişti. Gecenin geç saatiyle birlikte, her şey daha çıplak, daha savunmasız görünüyordu.

Eyşan adımlarını yavaşlattı. Ayak sesleri yumuşak bir yankıyla odaya doldu. Sandalyelerin bacakları, hastane seramiğinde çıkardığı o metalik sesle tanıştı. Mete başını kaldırdı. Göz göze geldiler. Orada, kelimelerin ezileceği bir yoğunluk vardı. O gözlerde yalnızlık yoktu artık, bir başkasının yalnızlığıyla kesişen bir başka yalnızlık vardı.

Eyşan, dosyayı yavaşça Mete'nin yanındaki masaya bıraktı. Sert bir hareket değildi. Bir görev teslimi gibi de değildi. Bu, daha çok bir yük paylaşımıydı. Mete, dosyaya bakmadı. Onun yerine gözlerini Eyşan'ın yüzünde tuttu. Eyşan ise, dosyanın üzerine baktı ama sanki orada değildi. Sanki bir şey söylemek istiyordu ama sözler, sol göğsünde bir yerde sıkışmıştı.

"Çilingir uyandığında sağlık raporu teslim edilecek," dedi Eyşan, çok sessiz. "Hümeyra anne ile Alparslan baba da orada olacakmış, öyle dediler."

Mete gözlerini tekrar Çilingir'e çevirdi.

"Verilecek karar umarım Çilingir'i yaşadığına pişman etmez."

Eyşan, bakışlarını dosyadan çekip Mete'ye baktığında kaşlarını bilinçli bir sorumlulukla alnında büzdü.

"Mete, her karara hazırlıklı olmalıyız. Çilingir yalnızca bordo bereli değil, Suikast Ekibinin de bir parçası. Yarın Türk Silahlı Kuvvetlerine iki tane evrak gönderilecek. Birinden güzel bir karar alması, diğerinden de alacağı anlamına gelmeyecek, bunu sende biliyorsun. Özellikle bordo berelinin standartlarını göz önünde bulundurduğumuzda başımıza ne geleceğini biliyorsun."

Mete, o cümleye cevap vermedi. Ve Şırnak gecesi, bir kez daha üç insanın omzuna çöktü. Biri yatıyordu, biri direniyordu, biri taşıyordu.

Her cephede bir savaş verilir. Bu gece, Tuğgeneral Fikret Yıldırım'ın odasındaki Alparslan ve Hümeyra Çakır'da Çilingir için bir savaş halindeydi. Tuğgeneral, elindeki evraklara bakıp derin bir iç çekti ve bakışlarını Alparslan'a çevirdi.

"Bu çocuk, Bozkır Timi'nde şehit olan Coşkun'un oğlu değil mi?" diye sorduğunda Alparslan Çakır, kafasını salladı ve gözlerini kırptı. "Bora, babası gibi bir asker. Çıktığı her görev ve operasyonda başarıyla dönüş yapmış. Özel Kuvvetler Komutanlığı'na bağlı bu asker, bizim için bir veli nimet Tuğgeneralim. Onu kaybetmek demek çok büyük bir eksidir bizim için."

Tuğgeneral Fikret Yıldırım, önündeki belgeleri kapattı. Masaya dirsekleriyle dayanıp öne eğildi.

"Bora'nın yalnızca sahadaki performansı değil, sadakati, disiplin seviyesi, liderlik vasfı da dikkat çekici ama rapor açık Alparslan. Mermi sol akciğere yakın bir noktadan girmiş, kısmi rezeksiyon yapılmış. Uzun vadede yük taşıma, koşu, nefes kontrolü gibi temel askeri fonksiyonlarda %30'dan fazla kayıp riski var."

Hümeyra Çakır, çenesini dikleştirip Tuğgenerale baktı.

"O çocuk silahını bırakırsa nefes almayı da bırakır."

Tuğgeneral, gözlerini kadına çevirdi. Şefkatle ama kararlılıkla konuştu.

"Hümeyra Hanım, anlıyorum ama bu mesele artık sadece vicdanla verilecek bir karar değil. Bu, devletin güvenliğiyle, birliğin bütünlüğüyle ilgili. Onun sahaya dönmesi için değil sadece, sahada bir daha düşmemesi için düşünmeliyiz."

Alparslan Çakır derin bir nefes aldı, araya girdi.

"Eğer Bora'ya bir masa başı önerisi getirirseniz kabul etmeyecektir. Onun ruhu haritaya değil, arazinin kendisine yazılmıştır. Bu çocuk, kendi ölü babasının izinden giden bir askerse siz de onu dosyadan değil, içinden gelen çağrıyla değerlendirin."

Tuğgeneral kısa bir sessizlikten sonra başını eğdi. Masadan bir kalem aldı, evrakların üzerine bir not düştü.

"Tam teşekküllü psikolojik değerlendirme ve ikinci fiziksel test istiyorum. Raporlar netleşmeden kesin karar verilmeyecek. Ama söyleyin ona... Bazen kahramanlık, zorlamakla değil kalmakla da olur."

Hümeyra gözlerini yere indirdi. Alparslan ise, bir teşekkür gibi ama daha çok bir dua gibi başını Tuğgenerale eğdi.

29 Mayıs 2022 – 03:03 / Şırnak

Eyşan Çakır, Ağzından

Hayat, iki tarafı tercihlerle donatılmış bir madalyondur.

Bir tarafında bekleyenler vardır. Sessiz, sabırlı ve umutla bekler. Diğer tarafında ise kanla, inatla ve yeminle yürüyenler vardır. Ben, ikinci tarafta yürümeyi seçtim. On altı yaşımda adımı değiştirdiler, on sekizimde parmak izimi. Yirmimde dağlara çıktım, ilk hainin kafasını nişanladım. Yirmi beşimde gözümün içine baka baka "biz kazanacağız" diyen her düşmana, "önce bizi geçeceksin" dedim.

Ben annemin ölümünü gömen değil, intikamını taşıyan bir kadındım. Babamın adını andıklarında içimden geçen dua değil, bir sonraki operasyonun planıydı. Acımı bir duanın içine değil, bir silahın soğuk namlusuna yükledim. Anne ve babamın dağılmış üniformaları gözümün önünden hiç gitmedi ama ben, gözlerimi yummadım, gözyaşı dökmedim.

Yas tutmadım.

Çünkü yas, düşmanın zaferini kabul etmekti.

Beni bu topraklara bağlayan şey sadece kan değil, hatıraların sırtıma yüklediği bir sorumluluktu. Bir kadının; annesinin çığlığını, babasının suskun cesaretini içinde taşıyarak yürüyebileceğini gösterdim herkese. Diz çökmedim. Boyun eğmedim. Sevdiğim her şeyin küle döndüğü o günden beri içimde bir yangın var. Ama ben bu yangını ağlayarak değil, savaşarak söndürmeyi seçtim.

Ben, bir çocuğun geceleri titreyerek uyandığı karanlıkta büyüdüm. Ben, geçmişini devlet sırrı, kimliğini mühürlü dosya yapan bir sistemin içine doğdum ama yine de inancımı kaybetmedim. Kendimi kaybetmedim.

Her adımım hesaplıydı. Her nefesim görevdeydi. Gözlerimi her kapattığımda, annemin bana son kez sarıldığı anı gördüm ama ben o anı bir yas olarak değil, bir emir gibi taşıdım.

"Sakın durma Eyşan... Bitirene kadar durma."

Durmadım.

Şimdi bizi hâlâ durdurmak isteyen o madalyonun diğer tarafında bekliyordum. İhanet pusudaydı, karanlık ise tetikte. Sessiz, sabırlı ve umutluyduk. O madalyonun gölgeli yüzünü, güneşe çevirmeden de durmayacaktık.

Bakışlarım, ağırca sol yüzük parmağımdaki alyansa indiğinde sesli bir iç çektim. O yüzük, sadece bir evliliğin değil; yarım kalan hikâyemin tamamlanma sözüydü. Sağ yüzük parmağımdaki güvercin kanatlarıyla bezeli yüzüğüme baktım. Beni ben yapan kimliğime sarılarak sağ elimi de karnıma yasladım.

Karnımdaki bebekler, henüz gözlerini açmadan önce bu ülkeye barışı göstermeliydim. Henüz bana "anne" demeden önce, onların annesinin kim olduğunu, ne için savaştığını bilmelilerdi. Ben onlara ölü bir ülke değil, uğruna yaşanacak bir ülke bırakmak istiyordum.

Sevdiklerimizden ayrılarak değil, sevdiklerimizle çocuklarımızı büyütmek istiyordum.

Ben Eyşan Çakır.
Sadece bir komutan değilim.
Ben, vatanı sırtında taşıyan tüm kadınların sesiyim.
Ben, bu ülkenin hem kurşun yiyen göğsüyüm hem de doğum sancısı çeken rahmiyim.

29 Mayıs 2022 – 12:06 / Şırnak

Mete Mert Çakır, Ağzından

Bora'nın başucunda oturuyorum ama orada bekleyen sadece ben değildim.

Odamızda suskun bir zaman duruyor, anılar kıpırdamadan sıralanıyor duvar diplerine. Kimi günün sabahından, kimi bir cephenin ortasından, kimi gece yarısı uykusuz bir çözümlemeden... Her biri, onunla ördüğümüz dostluğun tuğlaları gibi.

Bora Yalaz Arınlı.

Bir sırdaştı.
Bir omuzdu.
Bir kadeh sessizlikti.
Bir küfrün içinde saklı merhametti.

Başucunda otururken, sırtıma kadar yürüyen o soğuk sızıdan anlıyordum; onu kaybetmek, sadece bir can kaybı değildi. O giderse, bazı kelimeler sonsuza dek eksik kalırdı. Geri dönmeyecek bir parçamdı o.

"Bora..." dedim, sesim kendi içime gömüldü. "Uyan. Ne olur, uyan. Yalnız bırakma beni."

Sessizlik, duvarları çatlatan türdendi. Bir çift puslu bakış, acının ve kim bilir kaç rüyanın içinden süzülerek bana değdi. O anda, dünyada bir şey yerinden oynadı. Sanki Tanrı, sustuğumuz yerde konuştu.

"Bora?" dedim yine. Fısıltıydı bu, ama içimde haykırıyordu. O bakış, önce tanımadı beni. Gözlerinin içinde, beni benden daha iyi bilen bir dost yeniden doğdu. Kaşlarının arasında bir çizgi beliriverdi. Dudakları çatlamış ama belli ki kelimeler arıyordu. Bora'nın sağ tarafında oturan Ahmet, ağırca ayağa kalkıp sedyeye doğru yaklaşırken gözlerimi Bora'dan ayıramadım.

"Ne ağladın be Bozkurt?"

Sesi, rüzgâr gibi hafifti ama göğsümde gürledi. Gülümsedim. Dudaklarım titredi. Ahmet, büyük adımlarla revirin kapısına ilerlerken ayağa kalkıp biraz daha Bora'ya yaklaştım. "Azıcık gözyaşı döktük diye hemen de yakaladın ha," dedim boğuk bir kahkahayla. Sanki ciğerimden çıkmadı o ses. Sanki yıllardır içime bastırdığım bir nefesin, nihayet dışarı salınmış haliydi.

Bora'nın yorgun bakışları benden ayrılıp sağ kolumun yanından kapıya döndüğünde göz bebeklerinin büyüdüğünü fark ettim. Sağ omzumun üzerinden arkama baktığımda Ahmet, başını duvara yaslamış bir şekilde Bora'ya bakıyordu. Gözlerinden yanaklarına düşen yaşları saklamaya gerek duymuyordu. Açık kapıdan içeriye giren Ümit ile bir adım kenara çekilip gülümsedim. Ümit, yüzündeki rahatlama tebessümü ile Bora'ya yaklaşıp elindeki defteri açtı.

"Yeniden aramıza hoş geldin Bora," dedikten sonra bakışlarını monitöre çevirip yeniden dudaklarını araladı. "Kendini nasıl hissediyorsun?"

Bora, gözlerini her kırpıştırdığında sanki içindeki yorgunluğu bir nebze olsun kaybediyordu. Konuşmak için yeterli nefesi bulduğunda "İyiyim," diyebilmişti. Ümit, elindeki deftere kalemi bastırdığı anda bakışlarım Bora'nın gözlerine çevrildi. Bora, ısrarla gözlerini Ahmet'ten çekmiyordu.

Ümit, kendi defterine notlarını alırken aslında biz; bir kardeşin, ölümün kıyısından geri dönüşünü içimize kazıyorduk.

Dikkatimizi çeken adım seslerini işittiğimizde hepimizin bakışları kapıya çevrildi. İçeriye giren Caner ve Barış'ın arkasından gelen Eyşan, hızla yanıma gelip gülümseyerek bana bakarken derin bir nefes verip kolumu omzuna attım ve kendime doğru çektim. Dudaklarımı şakağına bastırıp derin bir nefes aldım.

Eyşan, hâlâ omzumun altındayken, avuç içini sırtıma koydu. Duruşum değişmedi ama içim çözüldü. Her şey tamir olmasa da bazı şeyler yeniden inşa edilebilirdi. Revirin kapısından içeriye giren Kubilay, Deniz ve Osman ile yüzümde naif bir tebessüm oluştu. Her ne yaşanırsa yaşansın, içimizdeki bağlılık duygusu hiçbir şekilde çözülmüyordu.

O an, bir anlığına zaman durdu. Sanki revirin duvarları, içeriye dolan nefesleri, yutkunmaları ve boğaza oturan minneti tutmak için biraz daha genişledi. Bu sessizlik, çığlıkların bittiği yerde başlayan bir dua gibiydi. Biz, dağlarda omuz omuza yürümüş adamlardık. Aç kaldık, uykusuz kaldık, ölüme defalarca selam durduk ama en çok da birbirimizin yokluğuna yenildik.

Boğazıma düğümlenen cümleyi içime gömdüm. Çünkü bu an, kelimelerin değil, varlığın anıydı. Birinin yaşadığını görmek, hâlâ burada olduğunu hissetmek... İşte bu, en büyük şükürdü. Bakışlarımı Bora'ya çevirdim. Yastığa yaslanmış başını hareket ettirmeden, gözlerini birer birer hepimize çeviriyordu. Çok şey söylemek ister gibiydi ama o sadece başını hafifçe eğdi. İçindeki yorgunluğu taşıdığı hâlde, omuzlarındaki ağırlık hafiflemişti.

Bakışları, gözlerimde asılı kaldığında küçülen göz bebeklerinin içinde sıkıştım.

"Çilingir, yarın bir gün, kader bu ya, ateş altına girersek, biraderimiz dediğimiz o insan, bize ateş açarsa sen ne yaparsın?"

Bora, gözlerini kısıp çenesini dikleştirdi.

"Dilsiz cellat, günü gelir ağzını açarsa ilk kurşunu ben sıkarım."

Gözlerindeki intikam ateşi, 18 Şubat 2017'de yanmaya başlamıştı. Bora, gözlerini kırpıştırıp bir saniyeliğine benim gözlerimden ayırdı ve bir derin nefes alıp gözlerini yeniden benimkilerle buluşturdu.

"Ya bir gün bende gidersem?"

Aklıma düşen anıyla titreyen çenemi sıkıp gülümsemeye çalıştım. "Sen hiç gitmedin ki," dedim sessizce. Bora, gözlerini kırptı ve gözlerinden bir damla yaş, yanaklarına düşmeden kirpiklerinde kaldı.

Caner'in "Ahh, yeter ama lan bu ne duygusallık?" demesiyle Çilingir, gözlerini açıp Caner'e baktı ve gülümseye çalıştı. Göz ucuyla Caner'e baktığımda sol kolunun altına Lara'yı, sağ kolunu da Barış'ın omzuna atmış bir şekilde gülümsediğini gördüm. Tam o anda, revirin sessizliğini adım sesleri deldi. Sanki dışarıdan gelen ayak sesi değil, içeriye sızan bir fırtınanın habercisiydi. Kapı aralandı. İçeriye giren nöbetçi asker selam verdi ama selamı havada dondu. O an, revire giren sadece bir asker değil, aynı zamanda huzursuz bir sessizliğin sonuydu.

"Komutanım, Alparslan albay ivedilikle sizi çağırmamı iletti."

Sağ kolumu Eyşan'ın omzundan çektiğim sıra kaşlarım yukarıya yükselip alçalmıştı. Asker, bir adım geriye çekildiğinde bakışlarımı Çilingir'e çevirip gülümsedim.

"Bakıp hemen geleceğim," dediğimde Çilingir, kafasını iki yana salladı.

"Sanki bir yere gittiğim var, Bozkurt."

Gülerek kafamı salladım ve arkamı döndüğüm an ciddi bir surata bürünüp revirden çıktım. Arkamdaki askerin peşimden eşlik ettiğini fark ederken yürüdüğüm koridorların nedensiz bir şekilde uzadığının bilincine varmıştım. Attığım her adımda, konuşulacak meselenin ağırlığı sanki içime işliyordu.

Koridorun sonunda bulunan çelik kapı açıldığında içeriye bir anlığına sessizlik hâkim oldu. Babam, masasının başında dimdik oturuyordu. Odanın loşluğunu delen tek ışık, pencerenin önünden süzülen gün ışığıydı. Babamın bakışları, kapıdan girmemle birlikte üzerime kilitlendi. Sertti, ama tanıdığım o bakışların altında bir şey daha vardı: endişe.

"Otur Mete," dedi kısa ve net bir ses tonuyla.

Söyleneni sorgulamadım. Babamın karşısına geçip oturduğumda, ellerimi dizlerimde birleştirdim. Sessizlik birkaç saniye sürdü. Sanki içindeki fırtınayı bastırmak için kelimeleri sıralamadan önce nefesini tutuyordu.

"Bora uyandı," dedim ilk ben, usulca.

Babam başını yavaşça eğdi. Elleriyle masanın kenarını kavradı, sonra parmaklarını gevşetti.

"Gözlerini açmış," dedi. Bir tını vardı sesinde hem rahatlamış hem tetikte. "Ama o çocuk bir daha aynı olmayacak, biliyorsun değil mi?"

İçimde bir şey kırıldı. "Aynı olmayacak" cümlesi, sadece Bora'ya dair değildi. O an, kendimize dair bir gerçeği de kabulleniyorduk. Hepimiz, birer birer değişiyorduk. Kaybederek, görerek, susarak. Ne ara yere çevrildiğini fark etmediğim bakışlarımı yeniden babama çevirdim.

"Ne yapmayı düşünüyorsunuz?"

Babamın gözleri, gözlerimde kısa bir süre dolandığında omuzları ağırca yükselip alçaldı.

"Kardeşlik, fedakarlıkla ölçülür evlat. Alman gereken bir bedel var," dedi ve ayağa kalkıp oturduğum koltuğun karşısına doğru yürüdü. Karşıma oturduğunda ellerini dizlerinin üzerine koyup çenesini kaldırdı. "Bir gün, aldığın bu kararın bedeli karşına çıkacak."

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.

"Çıkarsa borç bilirim," deyip gözlerimi açtım. "Ama Bora'ya ömür boyu taşıyacağı bir eksiklik hissettirmem."

5 Haziran 2022 / Şırnak

Barış Gömlekçi, Ağzından

Nilüfer, Müslüm Gürses

"Sevgisizliğine bir kalp verdim..."

Yüreğimin içinde küçük bir çocuk vardı ama o çocuğun yüreği, yıllar önce çatlayarak kapanmış bir kutunun içindeydi.

Bunu kendime ilk defa bu kadar net itiraf ediyordum. Belki yıllardır kaçtığım şey tam da buydu. O çocuktan, içimde hâlâ annesinin peşinden koşan, kapının önünde oturup 'Dönebilir,' diye bekleyen o çocuktan.

Sekiz yaşındaydım.

Evden çıkarken annemin kokusunu ezberlemeye çalıştım. Bir daha duyamadığımı biliyordum sanki. "Ben seni seviyorum ama kendimi de sevmek zorundayım," demişti. O cümle, bana ait olmayan bir savaşın silah sesi gibiydi. Annem, birini seçmişti ama o kişi ben değildim.

O günden sonra kadınlara bakış açım değişti. Hepsi geçici, yalan, gidiciydi. Benim kafamda bu hep böyleydi ve o kutunun yanına kimse, gelmeye cesaret edemedi. Ben bile o küçük Barış'ın yanına yaklaşamadım. Duygularımın üzerine beton döktüm. Kadınları tanıdığımı düşündüm. Onların ne zaman yalan söylediğini ne zaman sıkıldığını, gözlerinin başka birini kaydığını anladığımı sandım. Tüm bunları, annemin gözüne bakarken görmüştüm çünkü.

Ta ki gerçek bir göze bakana kadar.

Alev, benim için bir kural hatasıydı.

Ona bakarken kendimi hep savunmasız hissediyordum. Tüm o ördüğüm duvarlar, gürültüler ve maskeler bir kenara düşüyordu. Alev'in gözleri başka hiçbir şeye kaymıyordu, buradaydı, benimleydi ve belki de ilk defa bir kadın, beni terk etmeyecek gibiydi.

Onunla olduğum zamanlar o kutudan sesler gelmeye başlamıştı. Onun gülüşünü izlerken içimde bir şey titriyordu. Belki de yıllar sonra biri o kutunun kapağını kaldırmaya çalışıyordu.

"Barış."

Alev'in sesiyle, dudaklarımın arasındaki sigarayı ağırca çekip üfledim. Omzumun arkasından bakıp ardından bedenimi Alev'e doğru döndürdüm. Alev, birkaç adım daha yaklaştı. Gözleri, benim o hep kaçtığım yere bakıyordu sanki.

"Bu sıralar pek bir suskunsun," dedi. Sesi yargılayıcı değildi, sadece artık beni tanıyordu ve bu beni korkutuyordu. Bir an hiçbir şey demedim. Sonra sigaramı kenardaki küllüğe bastırıp yere baktım.

"Elimden gelse susmam zaten," dedim, gülümsemeden. Gözlerimi yerden kaldırıp ona baktığımda gözlerime kilitlenmiş yeşillerini fark ettim. Başımla köşedeki boş bankı işaret ettim. "Gel, biraz oturalım."

Alev, sessizce yanıma geçtiğinde, bankta yan yana oturduk. Rüzgâr, yaprakların arasında alçak sesli bir şarkı gibi dolanıyordu. Bir süre konuşmadan durduk. Bu zamana kadar ona hiçbir şey anlatmamıştım. Sanki içimdeki cümleler yıllardır pas tutmuştu, şimdi tek tek çözülüyorlardı.

"Ben sekiz yaşındaydım," dedim sonunda. Alev dönüp bana bakmadı, sadece dinledi. "Annem evi terk ettiğinde... bir koku kaldı geriye. Parfümü. Hâlâ burnumun ucunda. 'Ben seni seviyorum ama kendimi de sevmek zorundayım' demişti."

Sustum. Cümle boğazıma takıldı. "Bunu duyduğumda, anlamamıştım ama bir daha da unutmamışım."

Alev başını eğdi. Sessizliği saygıyla örttü.

Devam ettim.

"O günden sonra kadınlara bakışım değişti. Sevgiyi çıkarla karıştırdım. Herkesin bir gün gideceğini düşündüm. Ve kimseyi uğurlamadan önce terk etmeyi öğrendim. Evime aldığım herkes misafirdi. Güya güvendeydim."

Derin bir nefes aldım.

"Sonra sen geldin. Her şey karıştı. Sanki içimde biri kutunun kapağını zorlamaya başladı."

Alev hafifçe başını çevirdi. "İçindeki çocuk mu?"

Sesinde kırılgan bir yumuşaklık vardı.

Başımı salladım. "Evet. O çocuk annesini bekleyen, 'belki döner' diye kapıya bakan çocuk. Hâlâ orada oturuyor. Sırtı duvara yaslı, yorgun..."

Birden Alev'in eli, parmaklarıma dokundu. Tüm savunmalarım çatırdadı.

"Ben o çocuğun yanına otururum, Barış," dedi. "Gitmem, bunu daha önce de söyledim sana."

Boğazım düğümlendi. Gözlerimi kaçırmadan edemedim. Rüzgâr biraz daha sert esti o anda; sanki içimdeki sessizliği de beraberinde taşır gibi. Yutkundum.

"Alev... Ben kendimden bile gitmek istemiş bir adamım. O çocuğun yanına kimse oturmadı çünkü o çocuk, kendini bile kabul edemedi. Ben kendime bile anlatamadım neler hissettiğimi. Anılarımı unuttum sanıyordum ama unutmakla donmak aynı şeymiş. İçimdeki her şey donmuştu, ta ki senin ellerin değene kadar."

Alev'in parmakları benimkilerin arasına kaydı. Alev, gülümseyerek kafasını iki yana salladı.

"Ben seni çok seviyorum, Barış," dedi. "Geçmişinle, eksiklerinle, içindeki çocukla. Ben seni olduğun gibi seviyorum. Gitmiyorum, çünkü seninle kalmayı seçiyorum."

Gözlerim doldu ama ağlamadım. Sadece başımı eğdim. Alnımı onun omzuna yasladım.
Ve orada o an içimde bir şey kırılmadı. Bu sefer tamir oluyordu. Alev'in sessizliği bile şifaydı ve o kutunun içinden ilk kez bir ses yükseldi.

"Artık yalnız değilsin."

"Oooooo! Çifte kumrular."

Caner, Caner...

Alev, "Geldi kumam," dediğinde burnumdan nefes vererek güldüm ve doğrulup Alev'e baktım. Alev, gözlerini devirip göz ucuyla Caner'e baktığında Caner, kalçasını banka yaslayıp bana doğru eğildi. Kollarının arasına alıp gülerek Alev'e baktı. Alev, kollarını göğsünde bağlayıp kafasını iki yana salladı.

"Bende diyorum Caner nerede kaldı?"

Caner, burnunu çekip gözlerini askeriyeye doğru çevirdi.

"Lara, karnındaki bebeler yüzünden sürekli uyuyor. Doğal olarak uğraşacak kimse olmayınca bende sıkılıyorum. Sonra Barış'ın olduğunu hatırlayıp onu arıyorum."

Caner'in yaptığı açıklamaya gözlerimi devirip Caner'e baktım.

Alev, "Sonra sende gelip aramıza giriyorsun," dedi.

Caner, omzunu silkti.

"Ne yapayım," deyip beni kollarının arasında biraz sıkınca kendimi geriye çekmeye çalıştım. Biraz ani çekince ikimizde yere doğru devrilecekken Alev, hızla elini koluma koyup dik tutmaya çalıştı.

"Lan! Oğlum bir dur lan!"

Caner, gürültülü bir kahkaha bırakırken ben doğrulmaya çalıştım. Alev, karnını tutarak halimize gülmeye başladığında gülerek Caner'in kolları arasından kurtulmaya çalıştım. Alev, kafasını iki yana salladığı sıra oflayarak arkasına yaslandı.

Alev, "Ben bu üçlüyle kendimi şey gibi hissediyorum... Hani bir filmin dramatik final sahnesinde kameraman kadrajda kalır da her şeyin anlamı bir anda bozulur ya. İşte o kameraman benim," dedi.

Caner, kollarını üzerimden çekip dizlerine vurarak gülmeye başladığında gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırmaya çalıştım ama olmadı. Kahkaham, önce burnumdan, sonra boğazımdan taşıp çıktı. Bakışlarım Alev'in hafif sinirli ama bu anda olduğu için mutlu olduğunu yansıtan gözlerinde takılı kaldı. Derin bir nefes alıp hafifçe bıraktım ve Caner'e baktım.

"Neyse, tıraşı kes badi. Bora'nın durumundan bir haber var mı?" diye sorguladığımda Caner, anında ciddileşmişti. Göz bebekleri küçüldüğünde tek kaşı havalandı.

"Kurulun Bora'nın uyandığından haberi var ama henüz Bora hakkında bir hüküm giydirmemişler. Eyşan, sorguladı fakat ona da bilgi vermeyeceklerini söylediler," dedi ve boğazını temizleyip kaşlarını kaldırdı.

"Ayrıca, buraya gelme sebebim sizinle uğraşmak değildi," piç gülüşü takındı, "o da var da neyse. Annemle konuştum, Lara'ya kına gecesi ve düğün yapacağız. Bizim istihbarattan arkadaşları da çağırmayı düşünüyorum. Sende kaç kişinin telefonu var diye sormaya geldim."

Kaşlarımı kaldırıp ona baktım.

"İstihbarat kınası mı bu? Gelin çıkarırken telsizle haber mi geçilecek?"

Caner, iç çekerek gülümsedi.

"Ne sandın? Kod adıyla halay başı çağıracağız."

Alev başını geriye yasladı, yeniden gülmeye başladı. O an, üçümüzün kahkahaları birbirine karıştı. Geriye yaslanıp gökyüzüne baktım. Güldüğümüz için suçluluk hissettiğim anlar çok olmuştu ama bu an onlardan biri değildi. Bir nebze olsun soluk aldığımız o andaydık.

Alev, kolundaki saate bakıp gözlerini yeniden bana çevirdiğinde küçük bir tebessüme büründü.

"Ben bir Eyşan'ın yanına gideyim. Malum, kumam evleniyor, kendisine elti olacak kıymetlimize özel bir muamele çekmemiz gerekli," dediğinde gülerek Caner'e baktım. Caner, hiçbir şey demeden yalnızca Alev'deki bakışlarını çok kısa bir anlığına bana çevirdi. Gözlerindeki ifadeden okuduğum tek şey 'Doğru kişiyi bulduğum' anlamıydı.

Alev ayağa kalkarken üstünü silkeledi. Rüzgâr, saçlarının ucunu hafifçe savurdu. O bildik, hızlı ama zarif adımlarıyla yavaşça bizden uzaklaşırken, Caner'le aynı anda arkasından baktık.

Caner, "Hayatında ilk defa doğru bir şey yaptın Barış. Alev'in kıymetini bil," dediğinde içli bir nefes verdim. Gözlerim, Alev'in yavaş yavaş ufka karışan siluetinde takılı kaldı. Rüzgâr, onun gidişiyle sanki biraz daha serin esmeye başlamıştı. Üzerimize kısa bir sessizlik çöktü. Öyle bir sessizlikti ki içinde yılların yorgunluğu, defalarca bastırılmış kelimeler ve yüzeye çıkmamış duygular vardı.

Başımı hafifçe sallayıp burukça gülümsedim. Gözlerimin kenarlarına yerleşen çizgilerin o gülümsemeyi hüzünle bıçakladığını hissettim.

"Bazen kıymet bilmek için, kıymetin ne olduğunu önce anlaman gerekir," dedim. "Ben geç anladım Caner. Geç olsun, eksik olmasın."

Caner, alayla gülümseyip omzuma hafif bir yumruk attı.

"Bunları yaz bir kenara. Yarın bir gün Alev kafana sandalye fırlatırsa, dönüp bu cümleyle kendini avutursun."

Gülerek kafamı salladım. "Alev sandalyeyi fırlatmaz. Önce seni bulur, sonra benim kafama çarpar o sandalye. 'Dolaylı kusurlu' olduğun için."

Caner bir kahkaha attı. "Hukuken yandım yani."

Dudaklarımdaki gülümseme buruklaştı.

"Birini kaybetmeden sevmeyi öğrenmek lazım. Ya da... kaybetmeden önce onu sevdiğini söyleyebilmeyi."

Caner ciddileşti. Gözlerini kıstı, başını salladı. "Sen de böyle derinleşince, ortam birden mezarlık gibi oluyor ha."

Bir an durup güldüm.

"O zaman düğünde takı yerine edebiyat kitabı takacağım. Sayfa arasına da küçük not bırakırım: 'Bu adam duygusal hasar aldı.'"

Caner, "Yanına da şu notu iliştir: 'Tamir edilebilir ama yedek parça bulunamıyor,'" deyip sırtıma hafifçe vurdu. İkimiz de bir süre sonra yan yana bir şekilde bankta oturmaya başladık. Uzaktaki bir yaprağın savruluşunu izlerken bile susmanın gücünü taşıdık.

5 Haziran 2022 / Şırnak

Eyşan Çakır, Ağzından

A Shadow's Lament

Gökyüzü, açık bir lacivertin içine uzanmıştı. Hafif esen rüzgâr, boğazımın ucunda unutulmuş bir cümle gibiydi. Oturduğum taş betonun serinliği avuçlarıma yayılırken, sessizlik bir örtü gibi üzerime serilmişti. Gözlerim ilerideki dağlara takılı kaldı. Her biri, kendi içinde başka bir suskunluk taşıyordu.

Bu gibi anlarda, içimden konuşmak daha kolay geliyordu. Sesli söyleyemediğim şeyler, düşüncelerimin içinde yankılanıyordu.

"Bora uyandı, testlere bile girdi ama belirsizliğin içindeyiz hâlâ. Güvercin Timi'nde herkes bir şeylerin peşinde, herkes ayakta kalmaya çalışıyor ama... ben neyin üstündeyim, tam olarak bilmiyorum," diye geçirdim içimden.

Mete'yi düşündüm. Son konuşmamız gözümün önüne geldi. Sessizliğinde gizlediği kırıkları, bana yansıttığı yüzü... Onu düşündüğümde hâlâ içimde bir düğüm oluyor. Çözmeye kalktıkça daha da sıkışıyor. Elimi boğazıma götürdüm. O düğümü orada hissedebiliyordum. Boğazıma saplanan, konuşmamı zorlaştıran bir şey vardı. İçimde susturamadığım bir bekleyişti.

Bir çift ayak sesleri toprağın üzerinde yankılandı. Başımı çevirmeme gerek kalmadan gelenin kim olduğunu anladım. Alev'in yürüyüşü her zaman kendine özgüydü. Ne tam aceleci ne de kayıtsızdı. Sessizce yanıma oturdu.

"Ben geldim," dedi.

Sadece başımı eğdim. Göz göze gelmedik. Bir süre ikimiz de konuşmadık. Rüzgâr, saçlarımızı birbirine karıştıracak kadar yakındı. Alev ellerini kucağında birleştirdi. Gözlerini karşıda bir noktaya sabitlemişti.

"Bazen düşünüyorum da," dedi, "biz sanki hayatlarımızı kurarken değil, yıkıntılar arasında yaşamayı öğrenmiş gibiyiz."

Bakışlarımı yere indirdim. "Savaşsız bir günü hatırlamıyorum," dedim.

"Ben de," diye yanıtladı. "Ama bu, hep böyle gidecek anlamına gelmez."

Bana döndü. Gözleri yumuşaktı. Alev'in bakışlarında çoğu zaman sertlik olurdu. Bu sefer değildi.

"Lara ile Caner evlenecek. Ve evet, bu karmaşanın ortasında. Ama hâlâ bir şeyleri kutlayabiliyoruz. Bunu küçümseme Eyşan. Çünkü kutlamaya değer tek şey kaldıysa, o da bizim hâlâ gülüyor oluşumuz."

Bir süre başımı çevirmedim. Sonra istemsizce gözlerine baktım. Hafifçe gülümsüyordu.

"Yani şimdi sen beni dolaylı yoldan eltiliğe mi hazırlıyorsun?" diye sordum.

Gülümsemesi genişledi. "Hem de nasıl. Sen elti olurken ben hala görümcelik sınavından geçemedim. Ama merak etme, düğüne kadar beni de yetiştiririz."

Kahkaha attım. Hafif, temiz, içten bir kahkaha. Başımı omzuna yaslayıp derin bir nefes verdim. O an, kısa ama gerçek bir huzurun içindeydim. Savaşın, acının, belirsizliğin tam ortasında bir anlık soluk gibiydi bu. Alev, kollarını bedenime sarıp sağ elini yavaşça karnıma yasladı.

"İkizlerin doğmasına ne kadar kaldı?" diye sorguladığında burukça gülümseyip bakışlarımı dağda gezdirdim.

"Tamı tamına altı ay kaldı."

Başım, omzunda hafifçe yükselip alçaldığında gözlerimi kırpıştırıp hafifçe omzundan başımı kaldırdım. Aldığı derin nefesle yeniden gözlerime odaklandığında burukça tebessüm etti.

"Ne kadar çabuk zaman geçti, öyle değil mi?"

Kafamı sallayıp gülümsedim.

"Öyle."

Alev kolundaki saate baktı. Sonra bana döndü, gözlerinde o tanıdık ışıltı vardı.

"Haydi, kalk. Lara için isteme gecesi planlamam gerekiyor. Operasyon planı çıkaracağım. Kızı kuru kuru mu evlendireceğiz? Caner'in burnu sürtünsün biraz."

Başımı iki yana salladım ama içimden "iyi ki geldin" dedim. Alev bazen gürültülü, bazen suskun, ama daima tam zamanında gelen biriydi. Alev ile birlikte olduğumuz alandan kalkıp binaya doğru yürümeye başladığımızda içimizdeki sessizlik, biraz olsun dağılmıştı. Az önceki sakinlik yerini, tanıdık bir telaşın eşiğine bırakmıştı. Hızlıca kantine doğru ilerledik.

Kantinin kapısını açtığımızda içeride tanıdık sesler yankılandı. Osman, Deniz ve Kubilay, üçü de karşı duvardaki uzun masaya yayılmış, yarı ciddi yarı boş muhabbetin ortasındaydılar. Deniz'in elinde kahve kupası, Osman ise her zamanki gibi kollarını göğsünde kavuşturmuş, sessiz ama her şeyi gören bir ifadeyle oturuyordu. Kubilay'ın burnunda yara bandı vardı.

Yonca'nın hamileliği gerçekten zor geçiyordu.

Göz göze gelince kafalarını bize çevirdiler. Alev'in omzuna dokunup başımla o yöne işaret ettim. Hiç konuşmadan yürümeye başladık.

"Hayırdır komutanlar? Bir şey mi var?" diye sordu Kubilay, bizi görünce gözlerini hafif kısarak. Osman, hâlâ gözlerini ayırmadan bakıyordu. Deniz oturuşunu ve üzerini düzeltmişti bile. Hep böyleydi. Resmiyeti şakaya döker ama saygıyı eksik etmezdi.

Masaya vardığımızda hafifçe gülümsedim. "Bir operasyon planlamamız var," dedim. "Ama bu sefer düşman birlikleri değil, hedef."

Osman başını hafif yana eğdi. "Tehdit düzeyi?"

Alev hemen araya girdi. "Yüksek dozda kına, bolca gözyaşı ve tamamen sivil halk destekli duygusal bir saldırı planlanıyor."

Deniz kıkırdadı. Kubilay'ın kaşları daha da kalktı. "Yine neye bulaşıyoruz?"

"Lara'yı istemeye gidiyoruz," dedim. Bu cümleyi kurarken ağzımdan çıktığı anda tuhaf bir sıcaklık kapladı içimi. Sanki biz, yıllardır çatışmaların ortasında yaşayan insanlar değilmişiz gibi... Normal bir şeyden, sıradan bir gelenekten bahseder gibiydim. Ve bu tuhaf biçimde güzeldi.

Osman gözlerini kıstı. "Kimden isteyeceğiz?"

"Lara'nın ailesi yok biliyorsunuz. Sadece ikizi Kartal var. Dolayısıyla, bu işi düzgün yapmamız gerek. Ciddi ama içten, sade ama eksiksiz bir hazırlık olacak."

Osman ve Deniz, kafasını sallarken Kubilay'ın bakışları arkamıza çevrildi. Bir anda ayağa kalktığında arkama döndüm. Yonca'nın uykulu gözleriyle kantine girdiğini gördüğümde gülerek yanımdan jet hızıyla geçen Kubilay'a döndüm.

"Bu kadar aşk dolu bir kalkış ancak seninle açıklanabilir, Kubilay," diye arkasından laf attım ama çoktan kulakları onu duymuyordu. Masaya yeniden döndüğümde, Alev koluma girmişti. Yavaşça sandalyeye çöktüğümde küçük bir nefeslendim. İçimizde sessizce yayılan o hafif mutluluk hâli kantine de sinmişti sanki. Osman, kollarını masaya dayayıp gözlerini bana dikti. Ciddi bir asker gibi değil, yıllardır aynı sofrayı paylaşan bir kuzenim gibi bakıyordu.

"Ciddi misiniz bu işte?" diye sordu.

Başımı yavaşça salladım. "Ciddiyiz. Bu dünyada hiçbir şey uzun sürmüyor ama bazı şeylerin hakkını vermek gerek. Özellikle de sevgi gibi ender şeylerin."

Bir an sessizlik oldu. Herkes bir şey düşündü ama kimse dile getirmedi. Belki kaybettiklerini, belki de hâlâ hayatta tutmaya çalıştıklarını. Bu tür anlar, savaşın içinden çekip alınmış küçük molalardı. Ve o molalarda biz, sadece asker değil, insan oluyorduk.

Alev kolumu hafifçe sıktı. "Planı konuşmak için detaylı bir oturum şart," dedi gülümseyerek. "Bunun istemesi olacak, kınası olacak, eğlencesi olacak, düğünü olacak. Ne yapacaksak beraber karar verelim."

Osman gözlerini masadan dışarıya, puslu ufka çevirdi. "Belki de bu kadar karmaşanın içinde bir kutlama planlamak, en büyük cesaret," dedi.

Alev hafifçe başını salladı. "O zaman cesur olalım."

Ben de gülümsedim. Çünkü savaş bitmese de gülümsemek hâlâ mümkünse, hayat bir yerlerde devam ediyor demekti. Omzuma konulan elle, burnuma dolan Mete'nin kokusu anlık bedenimin etrafını sarmıştı. Sağıma doğru baktığımda gülümseyerek bana baktığını fark ettim.

"Koordinasyon merkezinde yoktun, sorduğumda burada olduğunu söylediler."

Sesinde ne sitem vardı ne de acele. Sadece beni bulmak istemişti, hepsi bu.

"Biraz hava almak için çıkmıştım," dedim. "Lara ile Caner için planlama yapıyoruz."

Mete başıyla onayladı. Ardından masada oturanlara göz ucuyla selam verip yanıma oturdu. Omzumda kalan eli hâlâ sıcaktı.

"Gülümseyerek yakaladım seni, karıcığım. Nadir bir manzara," dedi alçak sesle.

Ben de hafifçe omzumu kaldırıp göz kırptım. "Cesaret dediler, ben de gülümsedim." Kısa bir kahkaha koyuverdi, sonra yüzü ciddileşti.

"Lara ve Caner için ne yapmayı düşünüyorsunuz?" diye sordu.

Derin bir nefes aldım. "Alev, geleneksel olsun istiyor. Kına gecesi, isteme, eğlence... Hepsi. Sanki birer zafer gibi kutlamak istiyorlar bu kararı."

Mete, onaylayarak kafasını yeniden salladı.

"Hak ettiler," dedi ve sinsice gülümsedi. "Caner için devran vakti."

Mete'nin gözlerinde sinsi bir ifade belirirken ne yapacağını sorgulamak yerine zamanı geldiğinde öğrenmeyi seçtim. Osman, oturduğu sandalyeden kalktığında üzerindeki üniformayı düzeltip boğazını temizledi. Bileğindeki saate bakıp kaşlarını kaldırdı ve bakışlarını bana çevirdi.

"Ben Cemile'yi okuldan almaya gidiyorum. Akşam yemekte ayrıntıları konuşuruz," dedi ve hiçbirimize başka bir şey demeden yanımızdan ayrıldı. Kubilay ve Deniz, imalı gülümsemeleriyle birbirlerine bakıp kaşlarını kaldırdılar ve gözlerini bana çevirdiler.

Aynı anda, "Kurumuş boğazım," dediler. Masada biriken kahkahalar kantini sardığında omzumdaki elin varlığı biraz daha ağırlaştı. Bakışlarımı Mete'ye çevirdiğimde bakışlarının dudaklarımdaki gülümsemede takılı olduğunu fark ettim.

O bakış, savaşın, yorgunluğun ve belirsizliğin arasında kaybolan her şeyi bir anlığına durduruyordu. Sadece ikimiz vardık, o sıcaklık, o sessizliğin içinde saklıydı. Gülümsemem biraz daha büyüdü; çünkü biliyordum, bu küçük an, hayatın hala bir yerlerde nefes aldığını kanıtlıyordu.

Kahkahalar, dışarıdaki karanlığı unutturmaya çalışan bir koruyucu duvar gibiydi. Ama ben, omzumdaki eli ve Mete'nin gözlerindeki o anlık huzuru seçtim. Çünkü en zor zamanlarda, insanı ayakta tutan şey işte bu küçük bağlardı; dokunmak, hissetmek ve yanında birinin olduğunu bilmek.

Ve o anda, içimde yeni bir cesaret belirdi çünkü savaştan daha güçlü olan, birlikte olmaktı.

Mete, gözlerini dudaklarımdan çekip gözlerime odakladığında göz bebeklerinin büyüdüğünü gördüm. Bir sağ gözüme bir de sol gözüme bakıp kafasıyla kantinin kapısını işaret etti.

"Bir benimle gelsene."

Mete'nin sesi, kantinin gürültüsünden sıyrılıp kulaklarımda yankılandı. Hâlâ kalkmadığımı fark ettiğinde kolumdan nazikçe kavrayıp ayağa kalktı. Alev, soru soran gözlerle "Nereye gidiyorsunuz?" diye sorguladığında Mete, onu duymamazlıktan geldi. Mete ile birlikte kantinden çıktığımızda kolumu hafifçe çekiştirdim.

"Mete, nereye götürüyorsun beni böyle aniden?" diye sordum, gözlerimi kısarak, tebessümüm hâlâ dudaklarımda.

"Orası çok gürültülüydü," dedi, sesi kısık ama kararlıydı. Adımlarımız yatakhanenin koridoruna kesiştiğinde tebessüm ederek gözlerimi devirdim.

"Senin için gürültülü olan yerler genelde sadece birkaç kahkaha içeriyor," dedim, alayla karışık bir gülümsemeyle. Sesim hafifti ama kalbim hızla atıyordu. Bu sessiz yürüyüş, içimde fırtınalar koparıyordu.

Mete, yanımdan bir adım geri çekilmedi. Sessizliğimizi bir anlığına soluklarımız doldurdu. Koridorun loş ışıkları, aramızdaki mesafeyi daha da dar gösteriyordu. Sonunda yatakhanenin kapısının önünde durduk. Elini kapının koluna götürmeden önce başını bana çevirdi.

"Sadece birkaç dakikalığına... Sadece sen ve ben," dedi.

Gözlerimi onunkilere kilitledim. Orada bir acele, bir talep yoktu. Sadece dürüst bir yakınlık, sakince dile gelen bir istek vardı. Başımı hafifçe salladım. Kapı açıldı. İçeri adım attığımızda, yatakhanenin içindeki huzur bizi içine çekti. Sessizdi. Dışarının kalabalığı, görevlerin yükü, o sonsuz endişe geride kalmıştı.

Mete, kapıyı yavaşça kapattı. Ardından arkasını dönüp bana baktı. Omuzlarımda biriken günün ağırlığını fark etti belki de çünkü sessizce yanıma geldi ve parmak uçlarıyla saçlarımı yüzümden geriye itti.

"Sen gülünce dünya biraz daha kolaylaşıyor," dedi fısıltıyla. Sadece baktım. O an konuşmak zordu. Çünkü onun gözlerinde kaybolmak, bir cümle kurmaktan daha gerçekti.

Mete, alnını alnıma yasladığında gözlerimi kapattım. Sessizlik, ikimizin arasındaki her şeyi anlatıyordu. Bedenim, onun tenine yakınlaştıkça kalbim daha çok atıyordu. Ama bu korku değil, yaşamak isteğiydi. Hayatta kalmak değil, gerçekten yaşamak...

Dudaklarımın üzerine dudaklarından arşınlanan nefesini hissetmek, nabzımın biraz daha artmasına neden oluyordu. Mete, parmaklarını saçlarımdan okşarcasına geçirip burnunu burnuma sürttü.

Mete, dudaklarını acelesiz ama sertçe dudaklarıma örttüğünde, sanki içimde tuttuğum onca duygu nihayet bir çıkış yolu buldu. Zaman, dışarıdaki tüm uğultularla birlikte durdu. Ne kantindeki kahkahalar ne de binanın eski duvarlarında yankılanan ayak sesleri vardı artık. Sadece biz vardık. Dudaklarımızın birleştiği o yer, bütün acıların, bütün suskunlukların, bütün bekleyişlerin anlamını bulduğu bir yerdi.

Öpücüğü, içinde taşıdığı her şeyi anlatıyordu. Özlem, koruma içgüdüsü, sahiplenme ama en çok da şefkat vardı. Savaşın kararttığı günlerin ardından, bu öpücük bir tür vaatti. "Buradayım, gitmeyeceğim," diyordu.

Ellerim, üniformanın kumaşında gezindi. Kalbinin hemen üzerinde durduğumda, atışlarını hissettim. Hızlıydı, benimkiyle aynı ritmi tutturmuş gibiydi. Bu yakınlık, bir kıvılcımdan fazlasını doğuruyordu bedenimde. Teninin sıcaklığı, alnıma, yanaklarıma, boğazıma yayıldı. Başımı biraz geriye çekip ona baktım. Gözleri benimkilere kilitlenmişti; bakışı, cümlelerden daha derindi.

Mete alnını yeniden alnıma yasladı, elleri saçlarıma karışırken burnunu usulca burnuma sürttü. Aramızda bir nefeslik mesafe vardı ama o mesafe bile yeterince yakıcıydı.

"Seni çok özledim," dedi. Sesi, karanlık bir odada yankılanan sade bir cümle kadar yalındı ama etkisi büyüktü. Boğazım düğümlendi.

"Ben de... ben de çok özledim," dedim titreyen bir fısıltıyla. Sesim bile onun varlığına boyun eğmişti.

Mete'nin parmak uçları boynuma doğru ilerlerken, başparmağı çenemde nazik bir daire çizdi. Parmakları usulca uzaklaşırken ellerini belime yerleştirip beni kendine çekti. Bakışlarımız aramızdaki büyüyen karnıma çevrildiğinde Mete'nin kafasını iki yana doğru salladığını fark ettim.

"Evlatlar sağ olsun, karıma düzgün bile sarılamıyorum."

Mete'nin cümlesine kıkırdayarak tam dudaklarımı aralayacakken dudaklarını yeniden dudaklarıma bastırdı. Parmakları, belimden sıyrılıp sırtıma doğru kayarken bedenim istemsizce ona daha fazla sokuldu. Zihnimdeki bütün cümleler işlevini yitirdi. Öpüşümüz bir çağlayan gibi coşkulu ama dikkatliydi; acele yoktu, sadece hissetmek, tamamen birbirimizde erimek vardı.

Nefes nefese kalmıştım ama geri çekilmedim. Dudakları, dudaklarımda dans ederken zamanın içinde eriyorduk. Dilini hafifçe dudağımın arasına dokundurduğunda kalbim bir anlığına göğsümü delip dışarı çıkacak sandım. Ben de karşılık verdim, her hareketini hissederek, içimde kıpırdayan hayatın onunla anlam bulduğunu bilerek. Dudaklarımız uyum içinde hareket ederken, bir elim boynuna dolanmıştı, diğer elim parmak uçlarıyla saç diplerinde geziniyordu.

Mete, öpücükler arasında nefes almak için yüzünü yana kaydırdığında, çenemden aşağı dudaklarının izi gibi bir sıcaklık kaldı. Sonra dudakları boynuma kaydı. Hafif, usulca... Gözlerimi kapatıp başımı yana eğdim. Omzumdan başlayıp köprücük kemiğime kadar ilerleyen öpücükleri, içimde titreşimlere dönüşüyordu. Parmakları belimde hafifçe sıkıldığında, tenimin onun dokunuşuna nasıl açıldığını hissediyordum. Bu temas, sadece fiziksel değil, ruhumun da sınırlarını kaldırıyordu.

"Eyşan," diye fısıldadı dudaklarının arasından, adımı sanki dua eder gibi söyleyerek. İç çekişi, benim de derin bir nefes almama neden oldu. Adımı böyle söylediğinde, bu dünyada onun için tek gerçek benmişim gibi hissediyordum.

Kollarını bedenime daha sıkı doladı. Biz birbirimize sarıldıkça, dünya küçülüyor, biz büyüyorduk. Dudaklarımız tekrar buluştuğunda, bu sefer daha yavaş ama daha hissederek, daha içe işleyerek öpüştük. Bir öpücük, iki insanı birbirine ne kadar yaklaştırabilirse, o kadar yakındık. Dudaklarının hareketi, boynuma yayılan sıcaklığı, parmaklarının kalçamda bıraktığı izi unutulmaz kılıyordu.

"Kaç," boğazını temizledi, "kaçıncı aya kadar yapabileceğiz?" diye sorduğunda alt dudağımı dişleyerek alttan ona baktım.

"Sanırım son bir aya kadar," dedim kısık sesle, dudaklarımın köşesi belli belirsiz kıvrılırken. Mete güldü. Kahkahası, göğsüme yaslanmışken içimde yankılandı. Bu kadar yakınken bile, onun gülüşü kalbimin ritmini bozuyordu. Gülüşünün hemen ardından tekrar ciddileşti, bakışları gözlerime döndüğünde, içinde hem hayranlık hem de hafif bir endişe vardı.

"Elimi tuttuğunda, her şey yolunda gibi hissediyorum," dedi. "Ama ya senin bedenin yorulursa ya ben istemeden-"

"Şşş..." Parmaklarımı dudaklarına götürdüm. "Sen olmasan çok daha zor olurdu. Beni yorma. Beni tamamla."

Sözlerimden sonra, aramızdaki mesafe yine yok oldu. Dudaklarımız yeniden buluştu; bu kez daha içgüdüsel, daha fazla tutku yüklenmişti. Öpüşürken, bedenlerimiz arasında sadece birkaç kat kumaş değil, binlerce kilometrelik yollar, onca acı, onca bekleyiş vardı. Ama şimdi, tam bu anda, bütün o mesafeler bir öpücüğe sığmıştı.

Mete, beni kucaklayarak hafifçe yatağın kenarına oturttu. Belime sarılı kolları dikkatle, titizlikle gevşemedi. Karın kaslarımın altında hissettiğim minik kıpırtılar beni gerçeğe çekti ama korkutmadı; onun varlığıyla, bu anın içindeki güvenle daha da cesur hissettim. Geriye doğru hafifçe sarktığımda dudakları dudaklarımdan koptu.

"Bizi asla bırakma," dedim, dudakları boynumdayken.

"Bırakmam," diye mırıldandı, dudaklarını gömleğin üzerinden sürterek alnını karnıma yaslayarak. "Hiçbirinizi bırakmam."

Bu sözlerle yeniden yükselerek dudaklarıma kapandı ve ben gözlerimi kapatıp bir kez daha kendimi ona bıraktım. Artık sadece bir kadındım; savaşçı değil, komutan değil, yalnızca sevdiği adamın kollarında kendini güvende hisseden bir kadın...

Gömleğimin düğmelerini usulca çözerken bakışları gözlerimden ayrılmadı. Her biri açıldıkça, içimdeki yüklerden arınıyordum sanki. Karın kaslarımın üzerindeki küçük hareket, içimdeki yeni hayatın varlığını hatırlattı. Mete'nin avuç içi, o hareketin üzerine hafifçe yerleşti. Parmak uçlarıyla karnımı okşadı.

"Burada... hayatın kalbimden çaldığı iki mucize var," dedi, sesi kısık, gözleri nemliydi. "Ve sen Eyşan, sen onu taşıyorsun. Benim kalbimi taşıyorsun."

Parmak uçlarıyla gömleğimin son düğmesini çözdü. Kumaş, omuzlarımdan süzülerek yatağa düştü. Tenim, onun nefesiyle ürperdiğinde gözlerimi kapattım. Yalnızca hissetmek istedim. Düşünmeden, savaşmadan... Sadece onunla bir olmak.

Ellerim, onun gömleğine uzandı. Titreyerek düğmelerini çözdüm, teni ortaya çıktıkça içimdeki arzu değil; ona daha da yakın olma ihtiyacı büyüyordu. Parmak uçlarım göğsünde gezindiğinde, kalbinin atışını hissettim. Ritmi, benimkine karıştı.

+21 OKUMAK İSTEMEYENLER BİR SONRAKİ BELİRTTİĞİM NOKTADAN DEVAM EDEBİLİRLER.

Mete'nin avuç içleri belimde gezinirken, gözlerimi kapattım. Dokunuşu, bilinçle çizilmiş bir haritanın yollarını takip ediyordu sanki; nereye nasıl dokunacağını bilen, ezbere tanıdığı bir bedenin üzerinden geçiyordu. Beni çözüyor, sonra yeniden var ediyordu.

Boynuma bırakılan öpücükler, derimin altında bir melodi gibi titreşiyordu. Parmakları kürek kemiklerimin arasında gezinirken, göğsüme bastırdığı teniyle aramızda hiçbir boşluk kalmamıştı. Nefesi sıcak, ıslak ve sabırlıydı. Dudaklarını omzumun kıvrımına, oradan köprücük kemiğime doğru sürüklerken, içimden bir titreme geçti.

Yavaşça sırt üstü yatırdı beni. Yatakta hafifçe gömüldüm. Karnıma baktı, sonra bana... Bakışları yakıcıydı; yalnızca arzuyu değil, hayranlığı ve sadakati de taşıyordu içinde.

"Elimde tutuyorum seni," dedi fısıltıyla, "ama sanki ellerim yetmiyor. Daha fazlasını istiyorum. Daha derine... daha içeriye..."

Parmaklarıyla göğsümdeki çizgileri izledi. Avuç içlerini üzerimde gezdirdiğinde, başımı geriye düşürüp gözlerimi kapattım. Parmaklarının çizdiği her daire, kaslarımda bir kasılmaya, dudaklarımda bastırılmak istenen bir iniltiye dönüştü.

Sonra dudaklarını üzerime indirdi. Göğsüme, sonra sol mememin tam üstüne... Islak ve yavaş öpücükler kondururken elleri kalçama kaydı. Teni sıcaktı, elleri kararlı. Nefesim düzensizleşti, parmak uçlarım onun saçlarına dolandı. Gözlerini kaldırdığında, içimde kaybolmaya hazır bir adama baktığımı biliyordum.

"Her hücrene tapıyorum ben."

Bende ona taptığımı söylemek istemiştim ama sesim boğazımda düğümlenmişti. Pantolonumun düğmesini çözdü. İç çamaşırımla birlikte dizlerime indirdi ve üzerimden söküp attı, dudakları kasıklarıma doğru indi. Geri çekilmek istedim, utançtan değil, daha fazla dayanamamaktan ama Mete, tutkulu bir sabırla beni dizginliyordu.

"Seninle olmak... bir zafer gibi Eyşan," dedi dudaklarını iç uyluklarıma bastırarak. Dudakları, nemli izlerini bırakarak vajinamda yaslı kaldığında bedenim titredi. Kalçalarım kontrolsüzce yükseldi. Mete her tepkimi hissediyor, içimde büyüyen fırtınayı yönetiyordu. Bir iniltiyi daha bastıramadım. Adını fısıldadım. Gözümden bir damla yaş aktı ne acıdan ne utançtan. Bu bir teslim oluştu. Bu bir arınmaydı.

Parmaklarım saçlarında dolaşırken, her hareketimde onu daha da derinden hissediyordum. İçimde büyüyen hayatı düşündüm. Göğsümdeki ritim, onun kalp atışıyla birleşiyordu adeta. Gözlerimi açtım, onun gözlerine baktım; orada hem aşk vardı hem koruma hem umut.

Beni öptü. Uzun, sabırlı, yoğun...

Mete dudaklarını uzun uzun üzerimde gezdirdikten sonra, yavaşça doğruldu ve gözlerimde kaybolan ateşi hissetti. Elleri hâlâ kalçalarımdaydı; parmak uçları hafifçe bastırarak beni daha da kendine çekiyordu. Solukları arasında kararlı bir sesle, "Seni daha fazla bekletmemeliyim," dedi.

Göğsünde yükselip alçalan ritmi hissettim; o da benimle aynı fırtınanın içindeydi. Yavaşça pantolonunun kemerini çözdü, düğmelerini tek tek açarken gözlerini benden ayırmadı. Her hareketi dikkatli ve neredeyse tören gibiydi; bedenimi ve ruhumu kutsayan bir dokunuşun habercisi gibiydi.

Pantolonunu yavaşça indirdi ve dizlerinin üzerine çöktü. Gözlerinde yanan o kararlı tutku, içimde bir yerdeki tüm duvarları yıktı. Bana doğru eğildi; dudakları tekrar dudaklarımı buldu, bu sefer daha sert, daha aç ve tutkulu bir biçimde. Dudaklarının sertliği, beni yerimde tutan zincir gibiydi ama aynı zamanda özgürlüğe açılan kapı.

Öpüşleri arasında nefes alışlarımız karışıyor, kalplerimiz adeta senkronize atıyordu. Ellerini yavaşça omuzlarımdan aşağı doğru indirdi, ardından belime ulaştığında sıkıca kavradı. Parmak uçları tenimi hafifçe bastırarak kalçalarıma kaydı; sıcaklığı, dokunuşlarının her zerresinde hissediliyordu.

Ellerinin avuçları kalçalarımda durdu; parmakları tenimi sıkıca sarıp hafifçe bastırırken, ben istemsizce derin bir iniltiyle karşılık verdim. O an bedenimin her hücresi ona teslim oldu. Mete, inlememi duyunca gözlerini gözlerimden ayırmadı; sanki her sesi, her nefesi içimde kaydediyordu.

Kalçalarımı elleri arasında hafifçe kaldırdı, parmaklarının nazik ama kararlı hareketleri, bedenimde dolaşan fırtınayı büyüttü. İçimde kıpırdanan o gizli heyecan, kontrolümden tamamen çıkıyordu. Nefesim düzensizleşti, kalbim deli gibi atıyordu.

Ellerini bırakmadan, bedenimde dolaştırdı; sırtımdan aşağıya, kalçalarımdan uyluklarıma doğru nazikçe ama derin bir ihtirasla. O an dünyadaki her şey durmuştu; sadece onun teni, benim tenim vardı. Parmaklarının tenimde bıraktığı izler, sanki birer kelimeydi ve ben her kelimeyi can kulağıyla dinliyordum.

Onun kalbindeki ateşi, dudaklarındaki sıcaklığı hissederken, kendimi ona teslim ettim tamamen. Gözlerimi kapattım, bütün dünyadan kopup sadece onun varlığında eridim.

Penisini vajinamda hissettiğimde Mete, inleyerek dudaklarını dudaklarımda soluklandırdı. Her hareketinde, her dokunuşunda, içimde yeni bir dünyanın kapıları aralanıyordu. Bedenlerimiz birbirine uyum sağlarken, ruhlarımız da bu ritme eşlik etti. Mete, yavaşça içime girdiğinde alnını alnıma yaslayıp kalçalarımı avuçlarının içinde sıktı.

Mete yavaşça derinleşirken, ellerini kalçalarımdan ayırmadan sıktı. O sıkışta içimde hem acı hem haz bir arada yükseldi; bedenim onun varlığıyla tamamen doluyor, kayboluyordu.

"Sikeyim, her seferinde nasıl bu kadar sıkı olabilirsin ki?" diye boğuk bir sesle fısıldadı, dudakları hâlâ birbirimize yapışmışken. Sesi, kararlılığı ve arzusuyla beni daha da içine çekti, bedenimi onun ritmine teslim etmeye zorladı.

Aklımı kaybedercesine, sesim titreyerek "Daha derin..." diye fısıldadım, arzuyla, istekle. Mete tereddüt etmeden, tüm gücünü kullanarak derinlere doldu. O anda ikimizin çıkardığı inlemeler, dudaklarımızın arasına hapsoldu; nefes nefese kalmış, birbirimize sıkıca yapışmıştık.

"Seni öyle deli gibi istiyorum ki, her bir damarını, her bir hücreni içimde hissetmek istiyorum," diye fısıldadığımda Mete'nin boğazından kopan bir hırlamayla hızlandığını fark ettim. Yanağı yanağıma yaslandığında nefeslerini kulağımda hissettim.

"Seni parçalayacak kadar yakınım ama aynı zamanda korkuyorum," dedikten sonra gözlerini gözlerime mıhladı. Arzuyla karışık o şefkat içime bir nehir gibi akıyordu.

"Beni kışkırtma," dedi, sesi sert ama içinde kaybolan bir sızıyla. Parmakları kalçalarımda sıkıca dolaşırken, bedenimi adeta kendi ateşine çekiyordu.

Dudakları yanağımdan boynuma, oradan göğsüme doğru inip çıkarken, kalbim onun ritmine uydu; artık sadece onun vardı, sadece onun sesi vardı. Gözlerimi açtığımda, ateşle dolu bakışlarıyla bana baktığını gördüm, hırslı, kararlı ama bir o kadar da nazik. Kasıklarımda patlamaya hazır bir hazın beklediğini hissettiğimde Mete, hareketlerini hızlandırdı.

"Geleceğim," diye fısıldadığımda, Mete, "Birlikte," deyip dudaklarıma yapıştı. Mete'nin dudakları, sözcüklerin çok ötesine geçmişti artık; her dokunuşu, her nefesi birer itiraf gibiydi. Göğsüme yaslanan vücudunun sıcaklığı, kalbimin ritmini belirliyordu. Her hareketinde, içimde giderek büyüyen bir fırtına vardı. Birlikte o kıyıya doğru yaklaşıyor, hiçbir kelimenin anlatamayacağı bir doruğa sürükleniyorduk.

Nefeslerimiz birbirine karışmıştı. Her saniye biraz daha titriyordum; ellerim sırtında, parmaklarım tenine gömülüydü. Varlığıyla içimdeki her kırık tamir oluyordu, her boşluk doluyordu. Gözlerimizi birbirimize kenetlediğimiz o an, birlikte o eşiği geçtik. Nefesimiz, bedenimiz, kalbimiz aynı anda sarsıldı.

Mete, alnını gerdanıma yaslayıp soluklarını göğüslerime doğru üfledi.

Bedenimizden taşan haz, kalbimize işliyordu.

DEVAM EDEBİLİRSİNİZ.

Mete, alnını gerdanımdan ayırdığında gözleri gözlerimde mıhlandı.

"Ruhumu alaşağı ediyorsun," diye fısıldadı. "Senin için var olan bu beden, senin varlığınla nefes alıp veriyor. Verdiğim ve vereceğim her kararda gözlerimin önüne ilk önce sen ve evlatlarımız geliyor."

Mete'nin gözleri gözlerimdeyken zaman durdu sanki. Sesindeki titrek kararlılık, göğsümde yankılandı. Bu cümleyle birlikte kalbimde bir şeyler yer değiştirdi. Titreyen nefesimi tutmaya çalıştım ama olmadı; o an içimde biriken her şey, gözlerime doldu.

"Evlatlarımız..." dedim fısıltıyla, sesi zar zor duyulan bir dua gibi. O kelimeyi onun ağzından duymak, içimde hem umut hem de tarifsiz bir sızı bıraktı. Parmakları yüzümde gezindi. Başparmağıyla yanağımdaki ıslaklığı sildi.

"Sana söz veriyorum," dedi, sesi neredeyse yutkunur gibiydi. "Eğer bir gün senden ayrı düşersem, bil ki sadece bedenim kaybolmuştur. Ruhum, seni bırakmaz."

İçim titredi. Onunla savaşın ortasında bile böyle konuşabiliyor olmak, ne kadar yaralıysak da hâlâ insan kalabildiğimizi hatırlatıyordu. Elimi kalbinin üzerine koydum.

"Hiçbir şey, senin varlığından daha kıymetli değil," dedim, sesim titreyerek. "Dünya ne kadar karanlık olursa olsun... senin yanındayken kendimi sanki hiç zarar görmeyecekmişim gibi hissediyorum."

O anda sarıldık. Zamanın dışına taşmış gibiydik. Ne arzunun aceleciliği vardı tenimizde ne de kelimelerin telaşı. Sadece birbirine yaslanmış, kırık yerlerinden tutunmaya çalışan iki insan... İki ruh, aynı sessizliğe sığınmıştı.

Ve biliyorduk ki: Biz yan yana durdukça, hayat ne kadar darmadağın olsa da hiçbir fırtına bizi yıkamazdı.

6 Haziran 2022 / Şırnak

Caner Cenk Çakır, Ağzından

The Evening Fog, Twelve Titans Music

Bir yüzük, sahibine en çok değer verdiği şeyi kaybettirir.

Bazen insan, bir şeye uzanırken onun aslında neyi götüreceğini hiç düşünmez. Bir yüzük kutusunun içinde ne olabilir ki? Bir halka. Altından ya da titanyumdan, belki de sadece çelikten yapılmış bir parça. Ama sen onu taktığında, o artık sadece metal değildir.

Bağ olur. Yemin olur. Korku olur.

Kimisi aşkı yüzüğe sığdırırdı. Kimisi ise yüzüğün içine kendi sonunu mühürlerdi. Ben hangisi olacaktım? Bazen düşünüyorum da Lara, bu yüzüğe bakarken neler hissedecek? Bu yüzük onun için sadece bir mücevher mi olacak, yoksa bizim aramızdaki sessiz sözlerin sembolü mü?

Derin bir nefes alıp verdim. İçimde bir ağırlık vardı. Bu sadece bir yüzük seçmek değildi, bu, hayatımdaki en büyük kararlardan biriydi. Tüm bu savaşın ortasında yeni bir hayat kurma çabasıydı.

Tam o anda, omzuma dokunan bir elin sıcaklığı içimde yankılandı. Arkama döndüğümde Mete'nin gülümseyerek bana baktığını gördüm. Gözlerinde hem güven hem de bir kardeşin verebileceği en büyük destek vardı.

"Sevdiğini yitirme korkusu, bazen sevmenin kendisinden daha acı verir ama korkuyla yaşamak yalnızca gerçek bir sevginin önündeki büyük bir engeldir," dedi ve omzumdaki elini diğer omzuma kaydırıp beni kendine doğru çekip hafifçe sarstı. "O yüzden Caner, korkma. Dün yaşanmış her olay, bugünün gölgesinden başka bir şey değildir. Asıl olan, yarına umutla bakabilmektir."

Mete'nin sözleri içimde kıpırdanan korkuyu biraz olsun hafifletti. Derin bir nefes daha aldım, yüzüğe son bir kez baktım. Klasik bir gümüş altının değeri yoktu, yalnızca taktığım kişinin varlığı benim için değerliydi.

Bu küçük metal parçası, bana büyük bir sorumluluk yüklüyordu; sadece Lara'ya değil, kendime de söz veriyordum. Sevgimi, cesaretimi ve geleceğimi...

Bakışlarımı karşımdaki kuyumcunun gözlerine çevirip gülümsedim.

"Alıyorum."

Kalbimde garip bir sızı vardı; korku ve umut iç içe geçmişti ama artık biliyordum ki korkmak, sevmekten vazgeçmenin bir bahanesi olamazdı.

Ve ben, her ne olursa olsun, onun ve çocuklarımız için savaşmaya hazırdım.

Yüzüğü alıp kuyumcudan Mete ile birlikte çıktığımızda, dışarıda bekleyen arabaya doğru ilerledik. Çilingir, sağ kolunu açık camdan dışarıya doğru sarkıtmış bir şekilde gülerek bizi izlerken kehribar gözlerindeki ışıltı gülmeme neden olmuştu.

Çilingir, "Aga be, gözlerimizin önünde ikisi de dünya evine girdiler lan," derken Mete, gözlerini devirmiş ve arka kapıyı açmıştı. Araladığı kapıdan arabaya bindiğinde peşinden bende binip kapıyı kapattım. Barış, aracı çalıştırırken Mete, öne doğru eğilip Çilingir'in ve Barış'ın hafifçe omuzlarına vurdu.

"Ee, sıra artık size mi geliyor acaba?" diye şakalaştığında Barış ile dikiz aynasından göz göze geldim. Dudaklarımda sinsi bir tebessüm meydana geldiği sırada Barış, arabayı yürütmeye başladı. Mete, arkasına yaslandığında Çilingir, kemerin izin verdiği yere kadar bize doğru döndü.

"Bilemem artık, Barış abimiz ne zaman cesaret edip de yengeye yüzük alırsa onun da düğününü yaparız."

Barış, kafasını iki yana sallayıp Çilingir'e baktı ve ardından yola döndü.

"Bizim daha sıramız var Bora, sen kendi haline yan."

Çilingir, elini göğsüne koyup "Pardon," dedi. "Hadi benim bir kız arkadaşım yok. Senin hayatında biri var oğlum daha neyi bekliyorsun?"

Barış, derin bir nefes alıp direksiyonu sola doğru çevirirken gülümsedi.

"Evlilik demek, yeni bir başlangıç demektir," dedi ve Çilingir'e bakıp yola döndü. "Benim, önce kendi hesaplarımı kapatmam gerek. Ardından onun da sırası gelecek."

Mete, başını hafifçe eğip Barış'a baktı.

"Haklısın, geçmişi arkamızda bırakmadan geleceğe yürümek zor ama bazı insanlar var ya Barış, beklemeye değiyor."

Barış, dikiz aynasından göz ucuyla Mete'ye baktı. Yüzünde hüzünle karışık bir tebessüm vardı.

"Bekliyor zaten. Sabırla. O yüzden ben de acele etmiyorum. Bu kez, her şey tam olsun istiyorum Mete."

Çilingir, kıkır kıkır güldü.

"Beyler, siz fazla romantik oldunuz ha! Evlilik insanı değiştirir derlerdi de inanmazdım."

Arabanın içinde gülüşmeler yükselirken, ben elimdeki yüzük kutusunu bir kez daha açmadan parmaklarımı üstünde gezdirdim. Bu yolun sonunda kim olduğumuzu değil, kimin için değişmeye cesaret ettiğimizi hatırlayacaktık. Bir an sessizlik oldu arabada. Dışarıda şehir akmaya devam ediyordu ama ben içimde bir yerlerde durmuş gibiydim. Barış'ın, Mete'nin, Çilingir'in sözleri dönüp dolaşıp kalbimin en hassas yerine dokundu.

Her birimizin sırtında taş gibi anılar vardı. Kayıplar, pişmanlıklar, yarım kalmış kelimeler... Ama şimdi ben, o yüklerin arasından bir yüzüğe sarılıyordum. Küçücük bir halkaydı ama içinde bir ömrün cesareti vardı.

Babam, Kartal ile konuşmuştu. Lara için bir isteme töreni yapmamız gerektiğini, Lara'nın en iyilerini hak ettiğini söylemişti. Lara, her ne kadar bu durumu istemiyor olsa da Kartal, bir kere olacağını söyleyip Lara'yı ikna etmişti. Bu akşam isteme olacaktı.

Mete, bana dönüp kaşlarını kaldırdı, "Gömleğini hazırladın mı Caner?" diye sorduğunda kafamı salladım.

"Hazırladım, bagajda asılı."

Mete, kafasını salladığı sıra dördümüzün telefonuna da eş zamanlı bir bildirim düştü. Mete ile aynı anda ceplerimizdeki telefonu çıkartırken Çilingir, yüksek sesle bir kahkaha patlattı.

"Yengem bu işi biliyor yav!"

Çatlaklar grubundan 1 yeni mesaj

Yengem:

Yengem: Biz hazırız, peki ya siz neredesiniz?

Mete, "Aslan karım benim, on parmağında on marifet var," dediğinde Çilingir, omzunun arkasında bize döndü.

"Mete, yemin ediyorum hayatında verdiğin en büyük karar Eyşan'ı sevmekti, biliyorsun, değil mi?"

Mete, gözlerindeki ışıltıyla Çilingir'e baktı. "Ve ben hiç pişman değilim. Bu dünyaya bir kez daha gelsem, yine Eyşan'ı severdim," dedi. Onların arasındaki bu aşkın büyüklüğü hep gıpta ve hayranlıkla izlenecek bir durumdu. Şimdi ise bende bu yolda yalnızca Mete'nin izlerini takip ediyordum ve belki de ondan daha korumacı bir tavırla Lara'yı seviyordum.

Bakışlarımı telefona indirip parmaklarımı klavyede gezdirmeye başladım.

Siz: Geliyoruz yenge, ellerine sağlık.

Barışınki: Sanki tüm hepsini tek başına yaptın @Yengem

Dudaklarımda bir gülümseme oluştu.

"Barış, seninki de yardım etmiş."

Barış, omuzlarını geriye atıp gülümsediğinde Mete'nin kaşları çatıldı.

"Barış, havacı çok oluyor ha. Karımı sinirlendirmesin."

Bir yeni mesaj

Yengem: Telefona bakacağına git de Lara'ya bak. @Mete nerede kaldınız ya! Herkes geldi, bir siz yoksunuz!!!!

Çilingir, önüne dönüp kıs kıs gülmeye başladığında kıkırdayarak Mete'ye döndüm. Kızarmış yüzüyle ve büyümüş gözleriyle ekrana bakıyordu.

Mete, "Yemin ediyorum sesini duymuş kadar oldum. Kulağımın içinde eko yaptı," dediğinde Barış, sesli bir şekilde güldü.

Çilingir, "Her ne kadar komutan bile olsan da karının bir cümlesinden korkuyorsun işte," dedi. Bakışlarımı alayla Mete'ye çevirdiğimde, Mete, elindeki telefona değil, ona bakmayan Çilingir'e bakıyordu. Yüzünde herhangi bir sinir emaresi yoktu. Daha çok adını koyamadığım bir ifade vardı. Mete'nin son bir haftadaki değişiminin ve ruh halinin farkındaydım ama bir türlü sormak nasip olmamıştı. Bunu sonra sormam gerektiğini zihnime kodlayıp boğazımı temizledim.

"Yengem haklı. Barış, biraz daha hızlan koçum. Bizimkileri daha fazla bekletmeyelim."

6 Haziran 2022 / Şırnak

Lara Akman, Ağzından

Seni Seviyorum, Bora Öztoprak

Kalbim göğsümde değilmiş gibi hissediyordum. Sanki ellerimin arasına alıp, "Sakin ol" diyecektim birazdan. Oysa yüzümdeki tebessümle oturuyordum, herkesin arasında, bembeyaz duvak gibi dökülen perdelerin önünde... Ve o an fark ettim, her şey ne kadar narinmiş aslında. Sessizlik bile.

Üzerimdeki elbise gökyüzünün en solgun tonuydu. Sanki sabahın en erken saatine ait bir masalı yaşıyordum. İnce askılar omuzlarıma zarifçe tutunuyordu, bedenimi saran tül kumaşın üzerinde yıldızlar ve çiçekler vardı; her biri tek tek işlenmişti. Elimi istemsizce belimdeki ince kurdeleye götürdüm. Çözülse düşecekmişim gibi hissettim ama duruyordum. Oradan oraya koşturan Alev'e gülümsüyordum.

Evde büyük bir panik hali vardı.

Tepsinin üstündeki çikolatalar düzgün dursun diye defalarca yeniden dizen Yonca... Arka odadan çay tepsisini taşırken son anda halıya takılıp düşmekten kıl payı kurtulan Cemile... Ayda, köşede sakince olan biteni izliyor ama gözleri beni kolluyordu. Osman, Kubilay ve Deniz, Eyşan'a yardım ediyordu. Herkes benim için bugünün olabileceğinden en güzeli olması için çırpınıyordu.

Bakışlarımı ağırca kapının yanında duran Kartal'a çevirdim. Yüzündeki küçük bir tebessümle pervaza yaslanmış bir şekilde bana bakıyordu. İkizimin bana böyle baktığını en son ne zaman görmüştüm, hatırlamıyordum. Ne o sert duruşundan ne de kararlı ses tonundan eser vardı. Gözleriyle beni sarmalıyor, adeta bana "Seninleyim, hep senin yanında olacağım," diyordu.

Göz göze geldiğimiz o saniyede, içimde bir düğüm çözüldü. Onun onayı, orada olması... İşte en çok buna ihtiyaç duymuştum.

O sırada içeriden Alev'in sesi yükseldi.

"Yonca yeter artık erittin çikolataları, ellemesene kızım!"

Kahkahalar yayıldı salona. Gerginliğin içinde bir anlık neşeydi o. Gülümsedim. Belki de yıllar sonra hatırlayacağım şey bu sesler olacaktı. Alev'in abartılı telaşını, Yonca'nın ince titizliğini, Cemile'nin kırmızılaşmış yüzünü, Ayda'nın sessizce beni kollayan gözlerini, Osman'ın bir köşede gülümseyerek Eyşan'a yardım edişini, Kubilay'ın Deniz ile şakalaşarak Ayda ile Deniz'i göstermesini sanırım unutamayacaktım.

Hepsi, hepsi oradaydı. Herkes bendeydi.

Sonra bir sessizlik daha oldu.

Birkaç adım ötede duran Eyşan bana yaklaştı. Eğilip saçımı düzeltti, elini hafifçe yanağıma koydu. "Derin nefes al," dedi. Sesi hem komutanımdı hem ablam. Hem bir dağ gibi sert hem de bir yorgan gibi sıcaktı. Dediğini yaptım. Derin bir nefes aldım. Göğsümde dolanan sıkışıklık biraz gevşedi. Ellerimi karnımın hemen altına koyup Caner ile olan bağlarıma dokundum.

Tam o sırada kapının zili çaldı.

İşte o an, içimdeki her şey sustu. O kalabalık, o sesler, o tebessümler... Hepsi birer perde gibi aralandı ve içimde sadece tek bir kelime yankılandı.

"Ay, geldiler!"

Alev, yüzünde kocaman bir heyecanla kapıya doğru yürüdü. Kapı açıldığında ayakta kalmakta zorlandım. Bacaklarım ağırlaştı. Yutkundum. Gözlerim istemsizce girişe kaydı. Terleyen avuç içlerimi eteklerimi kirletmek pahasına üzerime sürttüm. Yanıma yaklaşan Kartal'a bakıp yeniden kapıya baktığımda omzunu omzuma sürtüp ellerini ceplerine sürttü.

Alev, kapıyı açıp geriye çekildiğinde Caner, elindeki büyük çiçek buketiyle kapıdan içeriye girdi. Bakışları ilk beni aradı. Kalabalığın içinde bana kilitlendiği anda nefesimi tuttum. Üzerine giydiği siyah gömleği ile muhteşem görünüyordu. Gözleri üzerimde dolanıp yeniden gözlerime yükseldiğinde dudaklarında, dişlerini gösterecek kadar büyük bir gülümseme oluştu.

Mete, Caner'in ensesine vurup "Yürüsene oğlum," diye çemkirdiğinde salondaki yükselen kahkahalar yalnızca bir uğultu olarak kalmıştı. Caner, gözlerini kırpıştırıp omuzlarını yükseltecek kadar derin bir nefes alıp vermişti. Birkaç adımla yanıma yaklaştı ve elindeki çiçek buketini bana uzattı.

Caner, elindeki çiçek buketini bana uzattığında ellerim bir an havada kaldı. Parmaklarım titriyordu. Buketi kavradığımda, çiçeklerin arasındaki ince lavanta kokusu ciğerlerime işledi. İçimde bir yerde bir düğüm daha çözüldü. Caner gözlerini kaçırmadan bana baktı. Dudaklarını araladı ama söyleyeceği şeyi unuttu sanki. Sadece başını hafifçe eğdi.

"Peri kızı," dedi sonunda, sesi neredeyse fısıltıydı. O kelimeler, bende ne varsa yıktı. Yutkunmamı bile duyduğunu düşündüm. Gözlerim buğulandı ama hemen göz kapaklarımı kırpıştırdım. Şu an ağlamamalıydım. Ağlamak istemiyordum. Bu, gözyaşıyla değil, kalbin titreşimiyle hatırlanacak bir andı.

Alparslan baba ve Hümeyra anne, koltuklara yerleşirken Mete, Çilingir ve Barış sağda oturan Alev, Eyşan ve Ahmet'in yanına doğru yürüyüp oturdular. Kartal, tekli koltuğa kendini bırakırken Caner ile birlikte, Eyşan'ın ve Alev'in büyük bir özenle hazırladığı köşeye kurulduk.

Alev, gözlerini devirip ayağa kalktı ve bana doğru yaklaştı.

"Kız, sen niye oturdun kahveler vahiy ile mi inecek?"

Kahkaha atmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım.

"Tamam, tamam... Gidiyorum," dedim ve yavaşça yerimden kalktım. Caner'in dizine hafifçe dokunarak yanından geçtim. Elim titremesin diye kendimi mutfağa adeta attım. Mutfakta Cemile ve Yonca çoktan tezgâhı sarmıştı. Kahve fincanları sıralanmış, cezve fokurdamaya başlamıştı bile. Ayda da arkamdan sessizce içeri süzüldü.

Yonca elime cezveyi verdi. "Sen ilk Caner'inkini yap. Bak dikkat et, yanlış fincanı verme. Bizi rezil etme," diye fısıldadı. Kahve pişerken içimdeki o garip çarpıntı yeniden başladı. Sanki kahvenin yüzeyindeki köpük değil, kalbimde biriken her şey kabarıyordu. Göğsüm daralıyordu ama bu, kötü bir his değildi. Heyecanın, mutluluğun, biraz korkunun karışımıydı. Hayatın yoğun tadıydı bu.

Beş fincanı tepsiye dizdim. En sade olanı Caner'inkiydi.

Yonca yine uyardı, "O sade, dikkat et. Sade. Anladık mı?"

"Anladık efendim." Göz kırptım ona. Cemile ile göz göze geldik, ikimiz de hafifçe başımızı eğdik. Ne kadar alışık olsak da bu an her kızın kalbinde bir yer ederdi.

Tepsiyi iki elimle kavrayıp salona adım attım. Gözler bir anda üzerime çevrildi. İçimden "Düşürme sakın," diye geçirdim ama düşürmedim. İlk fincanı Alparslan babaya uzattım. Ardından Hümeyra anneye, sonra diğerlerine. Sıra Caner'e geldiğinde gözlerim bir saniyeliğine yere indi.

Caner bardağı alırken eli elime hafifçe dokundu. O an ikimizin de başını kaldırmadan gülümsediğini biliyordum.

"Kahveyle kırk yılı da kilitledin," diye fısıldadığını işittiğimde kıkırdayarak geri çekildim ve elimdeki tepsiyi Cemile'ye uzatıp sandalyeye, Caner'in yanına oturdum. Sessizliğin içinde herkes kahvesinden yudumlarını alırken Caner, üç yudumda kahvesini bitirip önümüzdeki sehpaya bıraktı. Sağ elini pantolonun cebine sokup yüzük kutusunu çıkarttı ve Alev'e uzattı. Alev, ayağa kalkıp tepsiye yüzükleri yerleştirirken Alparslan baba, boğazını temizledi.

Kalbim, göğsümde değilmiş gibi değil artık, bir başkasının avuçlarına teslim edilmiş gibiydi. Gözüm Kartal'daydı ama zihnimde annemle babam vardı. "Keşke görebilseydiniz," dedim içimden, "Keşke bugün burada olsaydınız..."

Alparslan Baba hafifçe başını eğerek konuşmaya başladı:

"Biz bu güzel kızı evladımız gibi bildik. Kendi öz kızım gibi. Eksik olan ne varsa, tamamlamak için değil, onu olduğu gibi sevmek için geldik bu dünyaya. Şimdi de onu, oğlumuz Caner için istemeye geldik Kartal."

Sanki tüm salon küçüldü bir anda. Koca dünya içime doldu. Alparslan Baba'nın sesi bile çatladı hafifçe, belki gözümden düşen yaş çatlatmıştır zamanı. Kıpırdayamadım, sadece izledim. Kartal, alt dudağını büzüp gülümsedi ve buğulu gözlerini bana çevirdi.

Kartal, alt dudağını büzüp gülümsedi ve buğulu gözlerini bana çevirdi. O bakışta sadece ağabeylik yoktu. Sahiplenmek vardı. Anılar vardı. Benim ilk kez saçımı ördüğü gün vardı. Soğuk bir kış sabahında okula beni sırtında taşıdığı anlar vardı. Annemle babamdan sonra "Artık yalnız değilim," dedirten o sessiz ama sarsılmaz varlığı vardı.

"Lara, bana annemle babamın emaneti," dedikten sonra başını yavaşça Alparslan Baba'ya çevirdi. Gözlerinde onaydan çok, teslimiyet vardı. Bir emaneti devreder gibi, gönül rahatlığıyla. "Bende onların emanetini Caner'e emanet ediyorum. Madem kalpleri birbirlerine bağlanmış Allah tamamına erdirsin."

O an içimden kopan şeyin ne olduğunu tam olarak bilmiyorum. Belki yıllardır sakladığım bir korkuydu. Belki bir gün sevgiye layık olmadığım düşüncesiydi. Ya da sadece, ilk kez 'tamamlanmış' hissetmenin tarifsiz sızısıydı.

Gözlerimi kaçırmadan ikisine de baktım. Sonra Caner'e. Caner, başını çevirip bana baktığında zaman, o an için eğildi sanki. Gözleri bana, beni içimden bilen birine bakar gibi bakıyordu. Geçmişime değil, yarınıma dokunuyordu o bakış. Dudakları kımıldadı hafifçe, "Seni çok seviyorum." dedi.

Bu sahne, hayatımın en sessiz, en gürültülü anıydı.

Herkes bir anda ayağa kalktığında Caner, ellerimi tuttu ve parmaklarımı kendi avuçlarına aldı. Titreyen ellerimi sımsıkı sardı. Kartal, boğazını temizleyerek eliyle yüzükleri gösterdi.

"Yüzükleri kim takacak?" diye sorguladığında Kartal ve Caner, aynı anda Barış'ın ismini söyledi. Barış, büyümüş gözleriyle Alparslan babaya baktı. Alparslan baba, gülerek kafasını salladı ve kafasıyla yüzükleri gösterdi. Barış, elini Alev'in kenetlediği elinden ağırca çekip bize doğru yaklaştı ve gülümseyerek Caner ile aramıza girdi.

Mete, Eyşan'ın arkasından kollarını uzatıp karnının üzerinde birleştirirken Alev, yüzük tepsisiyle yanımda durdu. Barış, Alev'in tuttuğu tepsiden yüzükleri alıp önce bana doğru döndü. Caner, sağ elimi bıraktığında Barış, gülümseyerek yüzüğü tek taşımın olduğu yüzük parmağına alyansı taktı. Ardından tek kalan yüzüğü Caner'in parmağına takıp tepside kalan makası aldı.

Makası aralayıp ipi arasına aldıktan sonra bakışlarını bana çevirdi. "Caner'e çok iyi geldin, Lara," dedi Barış, gözlerindeki minnetle. "O zorlukların içinde senin varlığın, onun en büyük dayanağı oldu. İyi ki onun hayatındasın, iyi ki bizimlesin."

Büyük bir gülümsemeyle Barış'a bakarken Barış, yavaşça Caner'e dönüp kaşlarını kaldırdı. Caner, gözlerindeki hınzır bakışla Barış'ı süzerken dudaklarındaki sırıtışı gizleyemiyordu. Barış, kaşlarını indirip yüzüne, neredeyse ilk defa gördüğüm bir ciddilikle Caner'e baktı.

"Her darbede, her zorlukta senin yanında olmak, güç bulmak demekti benim için. Sen, sadece bir dost ya da kardeş değil, benim yol göstericim, en sağlam dayanağımsın. Şimdi ise sevdiğin kadın için yaşamaya devam edecek ve onu korumak için elinden gelenin en iyisini yapacağından eminim," dediğinde Caner'in yutkunuşunu duydum. Dudaklarındaki sırıtış ağırca silinirken gözlerindeki hayranlıkla Barış'a bakmaya devam etti.

Barış, gözlerini kısıp kaşlarını kaldırdı. Makası kapattığında kesilen ip aşağıya doğru süzüldü.

"Ya Barış!" diye çemkirdi Alev. "Makas kesmiyor demen gerekirdi."

Barış, gülerek Alev'e baktı.

"Kumandan da para almazsın diye düşünmüştüm güzelim," dediğinde bütün salon kahkahalara boğulmuştu. Barış, bir adım kenara çekilirken Caner, küçük bir adım atıp tam karşımda durdu. Ellerini havaya kaldırdığında sağ yüzük parmağındaki kırmızı ipe bakıp yeniden gözlerine odaklandım. Sıcaklamış avuçları, yanaklarıma hafifçe yaslandığında dudakları önce burnuma ardından da alnımda durakladı.

O an kalbim birden hızlandı; Caner'in o dokunuşu, yılların yükünü, zorluklarını, sevincini hepsini bir anda taşıyordu. Dudakları alnımda hafifçe titrerken, gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. O sessizlikte sadece ikimizin var olduğunu hissettim; dünya, zaman sanki durmuştu.

Caner, alnımdan yavaşça uzaklaşırken gözlerime baktı; içinde hem kararlılık hem de tarifsiz bir şefkat vardı. "Söz veriyorum, Lara," dedi fısıldar gibi, "Ne olursa olsun, seni koruyacağım. Hayatın tüm yükünü omuzlarımızda taşırken, senin yanında olacağım."

O an, kelimelerden çok daha güçlüydü bu bakış; herkesin içinde olduğumuz o özel an, bize ait, dokunulmaz bir sırdı. Kalbimde umutla karışık, sarsılmaz bir güven doğmuştu.

6 Haziran 2022 – 23:14 / Özel Kuvvetler Komutanlığı, Şırnak

Yandım, Mazhar Alanson

Gece, Şırnak'ın dağlarına çökmüş, siyah bir örtü gibi karanlık her yanı sarmıştı. Havanın içinde, keskin bir soğuk ve rutubet vardı; nem, taş duvarlardan yükselen soğukla birleşerek nefesi buğuya dönüştürüyordu. Komutanlığın etrafında nöbetçi kulübeleri, zırhlı araçlar ve bekleyen askerlerin donuk siluetleri, karanlığın içinde silik gölgeler gibi belirmişti.

Gökyüzü, bulutlarla kaplanmış, yıldızlar incecik perdelerin arkasına saklanmıştı. Uzaktan, dağların arasından gelen rüzgâr, ağaçların dallarını hışırdatarak ürkütücü bir melodi çalıyor, sessizliği bölüyordu. Ara sıra bir helikopterin motor sesi yükselip alçalıyor, sonra ansızın uzaklaşıyordu; tıpkı gölgelerin içinde kaybolan bir hayalet gibi.

Komutanlık binasının içi ise tamamen başka bir dünyaydı. Flu ışıkların altında, duvarlarda asılı olan haritalar ve planlar, yer yer hafifçe titreyen elektronik ekranlardan yayılan mavi ışıltıyla parlıyordu. Masaların üzerindeki kahve fincanlarından yükselen buhar, soğuk havaya meydan okurcasına havada dans ediyordu.

Burada zaman ağır akıyor, sessizlik ise gerilimin ağırlığıyla neredeyse elle tutulur hale geliyordu. Her nefes, her adım, her fısıltı bir sır taşıyordu, tıpkı içerideki askerlerin zihinlerinde gizlenen planlar gibiydi. Dışarıdaki karanlık kadar soğuk, içeride ise huzursuz bir elektrik dolaşıyordu; çünkü bu gece sıradan bir gece değildi.

Tuğgeneral Fikret Yıldırım, ofisinde oturuyordu. Ofisin ağır, koyu ahşaptan yapılmış kapısı, gecenin sessizliğini bozan hafif bir tıklama ile aralandı. Kapının ardında, üniforması titizlikle ütülenmiş genç bir asker belirdi. Ellerinde, üzerinde "ÇOK GİZLİ" damgası taşıyan kalın bir dosya vardı. Dosyanın deri kaplaması, uzun yılların yıpranmışlığını ve pek çok önemli sır taşıdığını hissettiriyordu.

Kısa bir selam verip elindeki dosyayı masanın üzerine bıraktı.

"Özel Tim Taburundan gönderilmiş, Tuğgeneralim."

Tuğgeneral Fikret Yıldırım, uzun yıllar boyunca pek çok savaşın içinde olmuş, sert ve ağırbaşlı bir adamdı. Yorgun gözleri masanın üzerindeki dosyaya takıldı. Başını hafifçe salladı.

"Sen çık," dedi keskin ve kararlı bir tonla.

Genç asker, sarsılmadan, emir kumanda zincirine duyduğu saygıyla adımını geri çekti ve kapıyı usulca kapattı. O an, odanın içine yalnızca dosyanın ağırlığı ve beklenen bir kararın soğuk havası doldu.

Tuğgeneral, sandalyede hafifçe geriye yaslandı ve elleriyle dosyayı masanın üzerinde dikkatle açtı. İçindeki sayfalar, gece lambasının altında hafifçe parıldıyor, kağıtlara işlenmiş kelimeler ve sayısız not, planlar, grafikler, gizemli işaretler ardı ardına diziliyordu. Her bir kelime, her bir cümle, kritik bir dönemin, bir kırılmanın habercisiydi.

Gözleri belgelerin üzerinde ağır ağır gezindi. İlk sayfadan son sayfaya doğru ilerledikçe, kaşları çatıldı. Yılların disiplinli duruşu, bu belgelerde saklı gerçekler karşısında hafifçe çökmeye başladı. Omuzları yavaşça düştü; nefes alışları derinleşti. Kısa bir an için gözlerini kapattı; o anın ağırlığı, hayatında aldığı en zor kararlardan birini düşündürüyordu ona.

Gözlerini yeniden açtı, bakışları masa üzerindeki A4 kağıdına takıldı. Elini uzattı ve kâğıdı kendine doğru çekti. Yorgun elleri hafifçe titredi ama kalemi sağlam kavradı. Derin bir nefes aldı; bu nefes, sadece bir askerin değil, bir liderin omuzlarındaki yükün simgesiydi.

Karanlık odada, kalem kâğıda bastırırken çıkan sessiz tıklamalar, zamanın ağırlaştığını hissettiriyordu. Tuğgeneral, kelimeleri büyük bir titizlikle seçti, adeta bir kehanet gibi. Kendi içinde fırtınalar kopuyordu ama yüzünde profesyonel bir sakinlik vardı.

"Şırnak Özel Tim Taburu Komutanlığına;

6 Haziran 2022 tarihi itibariyle Suikast Ekibi üyesi Çilingir kod adlı, Bora Yalaz Arınlı'nın Güvercin Timi komutanı olmasına, hali hazırda Güvercin Timi'nin komutanı olan Mete Mert Çakır'ın Güvercin Timi'nden alınmasına karar verilmiştir.

Gereğinin yapılmasını ivedilikle arz ederim."

Kalem, kâğıdın üzerinde durdu. Tuğgeneral derin bir nefes daha aldı ve yorgun gözleri, imzayı koymak üzere kâğıda doğru hareket etti. Ancak o an, yılların tecrübesine rağmen titremediği elleri bir an tereddüt etti. Gözleri kapandı ve hafifçe gülümsedi; ama bu gülümseme, zafer değil, kayıpların, vazgeçişlerin buruk ifadesiydi.

Sonra imzayı koydu; adını ve rütbesini resmi bir ciddiyetle yazdı. Bu belge, bir dönemin kapanışını, yeni bir dönemin başlangıcını ilan ediyordu. İçinde bulunduğu odada ağır bir sessizlik çöktü. Dışarıda ise dağların soğuk nefesi, duvarların ardında saklanan sırlar kadar derindi ve keskin.

Tuğgeneral dosyayı kapattı, sırtını sandalyeye dayadı ve gözlerini tavana kaldırdı. Gecenin karanlığında, komutanlığın soğuk duvarları arasında, yaşanacak fırtınaların ilk işaretleri duyuluyordu. Bu karar, sadece bir atama değil; bir savaşın ve bir dostluğun sınandığı anların başlangıcıydı.

Tuğgeneral Fikret Yıldırım'ın bakışları soldaki, biraz önce okuduğu el yazısında dolandı. Sandalyesinden biraz doğrularak kâğıdı eline aldı ve yeniden arkasına yaslandı.

"ŞIRNAK ÖZEL KUVVETLER KOMUTANLIĞINA

Konu: Görevden İstifa ve Komutanlık Değişikliği Talebi

Sayın Tuğgeneralim,

Ben, Mete Mert Çakır, halihazırda yürütmekte olduğum Güvercin Timi komutanı görevimden, şahsım ve timimizin menfaatleri doğrultusunda, görevimden istifa ettiğimi ve bu görevimin 29 Mayıs 2022 tarihi itibarıyla sona erdirilmesini saygıyla arz ederim.

Görev sürem boyunca, Türkiye Cumhuriyeti'nin bekası ve ülke güvenliği için gece gündüz demeden büyük bir özveriyle çalışmış bulunmaktayım. Ancak, mevcut durumun değerlendirilmesi neticesinde, Güvercin Timi'nin operasyonel etkinliğinin artırılması ve yönetimsel anlamda stratejik bir iyileştirme yapılması gerektiği kanaatine varılmıştır.

Bu bağlamda, Suikast Ekibi mensubu, operasyonel tecrübe ve liderlik vasıfları ile tanınan Çilingir kod adlı Bora Yalaz Arınlı'nın, Güvercin Timi komutanı olarak atanmasının, birimimizin hedeflerine ulaşması ve başarısının devamı açısından elzem olduğu değerlendirilmiştir.

Söz konusu atamanın ivedilikle gerçekleştirilmesi ve görev değişikliğimin kabulü hususunda gereğinin yapılmasını saygılarımla arz ederim.

Görev sürem boyunca üstün desteklerini esirgemeyen kıymetli komutanlarıma, mesai arkadaşlarıma ve tüm Güvercin Timi mensuplarına teşekkürlerimi sunar, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yüce misyonunda başarılarının devamını temenni ederim.

Saygılarımla arz ederim."

Mete Mert Çakır
29 Mayıs 2022

Tuğgeneral Fikret Yıldırım, titrek elleriyle kâğıdı usulca, neredeyse saygıyla masanın üzerine bıraktı. Kâğıdın hafifçe masaya değme sesi, odadaki sessizliği daha da derinleştirdi. Bir an duraksadı, ardından ağırca masasının kenarına uzandı. Elini yavaşça telefonun ahizesine götürdü; parmakları ahizeyi kavradığında hafif bir gerginlik hissediliyordu. Sonunda, kararlı bir hareketle ahizeyi kaldırdı. Telefonun ince sesi, odanın soğuk atmosferine eşlik etti.

"Odaya gel," deyip ahizeyi indirdi. Ardından seri bir hareketle dosyaları dikkatle iç içe koyup titizlikle kapattı. Masanın üzerinde yankılanan bu sessizlik, aldığı kararın ağırlığını odanın her köşesine taşıyordu. Tuğgeneral, kapının hafifçe açılmasıyla başını kaldırdı. İçeriye giren askere bakarak, derin bir nefes aldı. Masanın üzerindeki dosyayı askere uzatıp çenesini dikleştirdi.

"Dosyayı Özel Tim Taburuna ulaştır."

Asker, kısa ve net bir şekilde "Anlaşıldı, Tuğgeneralim," diye cevap verdi. Arkasını dönüp kapıya doğru ilerlerken, Tuğgeneralin sert bakışları onu odadan çıkana dek takip etti. Kapı ağır ağır kapandığında, odadaki sessizlik yeniden hüküm sürdü. Tuğgeneral, derin bir nefes alıp gözlerini kapattı, kararı ve yol açacağı sonuçların ağırlığını yüreğinde hissetti.

"Umarım verdiğin karar, doğru yoldur Mete Mert Çakır," diye mırıldandı Tuğgeneral, sesi odanın soğuk duvarlarında hafifçe yankılandı. Parmakları masanın üzerindeki kalemin sapını sıkıca kavradı; aklında pek çok ihtimal, endişe ve bilinmezlikler vardı.

Gözlerini kapatıp başını arkaya yasladı, düşünceleri savaş alanlarından çok daha karmaşık bir yerdeydi. "Bu, sadece bir değişim değil, bir dönüm noktası olacak," dedi kendi kendine. Oda yeniden sessizliğe gömülürken, Tuğgeneral Fikret Yıldırım'ın aklında tek bir şey vardı: Ülkenin güvenliği için atılan her adımın bedeli ağır olurdu.

Odanın ağır havası geride kalırken, babasının evinin balkonunda duran Mete Mert Çakır, sigarasından derin nefesler çekiyordu. Gözleri, camın ardında, hiçbir şeyden uyuyan karısına kaydı. İçinde kopan fırtınaya rağmen, dışarıya yansıtmamaya kararlıydı. Bazı yolları seçmek, bazen sevdiklerini korumanın en zor ama tek yoluydu.

"Pişt, balkon gülü, insene oğlum aşağıya."

Mete, Bora'nın sesiyle bakışlarını camdan çekip demir korkuluklara eğildi ve aşağıya baktı. Bora, verandada tek başına oturuyordu. Mete, sigarasıyla içeriyi gösterdi.

"Eyşan uyuyor, sigaramı içip bende yatacağım," diye yavaşça fısıldadı. Bora, kafasını sallayıp elinde tuttuğu bardağa geri baktığında Mete, parmaklarının arasındaki sigarayı söndürüp odaya girdi. Mete, ardında bıraktığı sessizliğin ağırlığını omuzlarında hissederek odanın kapısını yavaşça kapattı. Yatağın kenarına kıvrılmış Eyşan'ın arkasına uzanıp kollarını kadına yavaşça sarmaladı.

Mete'nin nefesi hafifçe titriyordu; yorgunluk ve iç çekişler arasında sakladığı derin bir hassaslık vardı. Gözleri, Eyşan'ın uyuyan yüzünde gezinirken, yaşadığı tüm fırtınalara rağmen bu anın sükûnetinde küçük bir huzur bulmaya çalıştı. Kalbinin en kırılgan köşesinde, sevdiklerini korumanın bedelini ağır da olsa omuzlamaya hazırdı. Sessizce, karanlığın içine gömülen odada, sadece nefes alışları birbirine karışıyordu.

"Özür dilerim Eyşan ama bunu yapmam gerekliydi," diye fısıldadı usulca. "Çünkü dostlar kaybedilmez ve bazen onları korumak için en ağır kararları vermek gerekir."

-

BÖLÜM SONU

Evveeet.

Bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz? Mete'nin yaptığı hamle sizce doğru muydu? en önemlisi ise bu kararı Eyşan duyduğunda nasıl bir tepki verecek, tahmin edebiliyor musunuz? Ufak bir ipucu vermek istiyorum ki bu karar hemen ortaya çıkmayacak. Ayrıca diğer bölümde düğünümüz var, bilginiz olsun.

Ben bu kitabı yazarken karakterlerle aramda her zaman bir bağ kurmuşumdur ve Mete'nin istifa sahnesi çok önceden beri aklımda olan bir sahneydi. Hatta, ta Eyşan ile küsken yazmak istediğim bir sahneydi. O zamanlar zamanın gelmediğini hissetmiştim ve yazmamıştım ki bu ana nasip oldu.

Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın, fikirlerinizi ve düşüncelerinizi merak ediyorum. Her bitişin yeni bir başlangıcı vardır bunu unutmayın. Kitap hala devam ediyor ve her an her şey değişebilir. Karakterlerimin düşünceleri zihnimde dururken, başlarına gelecek her şey parmak uçlarımdan size yansıyor. O yüzden karalara bağlamayın, her an her şey değişebilir.

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

Sultan Çakır

Yirmi beş mayıs iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 25.05.2025 04:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sultan Çakır / GÜVERCİN / XLVIII - DİLDEKİ SÜKÛT
Sultan Çakır
GÜVERCİN

18.8k Okunma

1.15k Oy

0 Takip
71
Bölümlü Kitap
-AURORA-I - YEMİNII - İLK KURŞUNIII - MAVİIV - SORGUV - KANLI TÜYVI - SINIR7. BÖLÜM'DEN KESİTVII - GERÇEKDUYURU VE SOHBETKİTAP ADI VE KESİTVIII - TEKERRÜRIX - 25 SAAT 38 DAKİKA10. BÖLÜMDEN KESİTX - İSYANIN ARKASINDAKİ GÖLGEXI - YALANLAR VE İZLERİXII - SAVAŞIN SINIRINDAXIII - GECEYE SÜRGÜN AŞKXIV - KIRIK GÜVEN KOZASIXV - KIRILMA NOKTASIXVI - DUVARXVII - KANATLARI ISLAK GÜVERCİNXVIII PART I - SIRR-I MÜPHEMXVIII PART II - SÖNMÜŞ OCAK KÖZÜXIX - YÜKLÜ HATIRAXX - BÜLBÜLÜM ALTIN KAFESTEXXI - AL BAYRAĞIN GÖLGESİXXII - SONA BİR KALAA.E.BM.M.ÇXXIII - KORUN BIRAKTIĞI İZXXIV - BOZKURT VE TARUMARXXV - TEK KURŞUN SÖZÜXXVI - KARA KARIŞAN KANXXVII - ÖFKENİN KRİZ UYKUSUXXVIII - OMUZDA TAŞINAN YÜKXXIV - RUHU YUTAN BOŞLUKXXX - GERİ SAYIM SONUXXXI - YAKLAŞAN KASIRGAXXXII - HASSAS VE ZARİFXXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜII PART - XXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜXXXIV - AKREP VE YELKOVANXXXV - ŞEYTAN KILIKLI AZRAİLXXXVI - YOLUN SONUNDAKİ SAKİNLİKXXXVII - ECELİN GÖLGESİXXXVIII - OLASILIK VE KURAMXXXIX - KİMLİK KAYBIXL - BAHT VE TEKERRÜRXLI - KAYBOLAN ZAMANLAR- DUYURU -XLII - YANAN KÜLLERİN ARASINDAK.S.AA.O.ÖG.U.DGÜVERCİN HKK.XLIII - SERZENİŞİN KIYISINDAXLIV - DÜNE İÇİLEN ANT45. BÖLÜMDEN KESİTXLV - LEKE BIRAKAN İZLERMETE'DEN SİZE BİR MESAJ VAR!46. BÖLÜM'DEN KESİTBir İşçinin Günlüğü - DuyuruXLVI - KALPTEN GELEN YOL47. BÖLÜMDEN KESİTXLVII - KIRILAN SADAKAT-DUYURU-XLVIII - DİLDEKİ SÜKÛT-Duyuru-XLIX - SONUN DOĞURDUĞU İLK BAŞLANGIÇDUYURU
Hikayeyi Paylaş
Loading...