45. Bölüm

XXXVI - YOLUN SONUNDAKİ SAKİNLİK

Sultan Çakır
sultanakr

 

 

Hellüüü, yine ve yeniden ben geldim. Bu bölüm; 65 sayfaya kafa göz daldığım, bir bölüm oldu. Geçen bölümde dediğim gibi bu bölümü de dinlenerek ve sindirerek okumanızı tavsiye ederim. Çünkü bu bölümde geçmiş ve gelecek arasında gidip geleceğiz. Oy ve yorumlarınızı lütfen eksik etmeyin.

 

 

Bu bölümde çok değişik şeyler okuyacağız.

 

 

O halde;

 

 

Keyifli okumalaaar.

 

 

Mı acaba?

:)

Bölüm Şarkıları;

Dobro Vecer, Farazi (Slowed+Reverb)

Gece Terörü, Bö & Noes

Tourner Dans Le Vide, Indila (Saad Music Remix)

Yarala Meni, Ka Re Prod

 

 

🕊️

XXXVI

01 Ocak 2017 / Akçakale, Şanlıurfa

Mete Mert Çakır, Ağzından

Bir varmış, bir yokmuş.

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, iki dağı birbirine ayrı düşüren bir uçurum varmış. Güneşin doğuşundan batışına kadar birbirini sadece uzaktan gören bu dağlar, bir gün topraklarında iki yabancı görmüşler. İki yabancı, iki dağın en ucunda durduklarında aralarındaki uçurumu fark etmişler. Birinci yabancıyı, ikinci yabancıdan ayıran bir durum varmış.

Birinci yabancının gözleri körmüş.

İkinci yabancı, uzaktaki birinci yabancıya 'Daha fazla gelme, ortada kocaman bir uçurum var.' diye bağırmış ama birinci yabancı, ikinci yabancıya inanmamış. Birinci yabancı attığı adım ile uçurumdan uçtuğunda, adamın karşısındaki dağ gürültüyle sarsılmış.

"Güven." sesi bir haykırış olmuş, uçurumun derinliklerinde yankılanmış.

Karşıdaki dağda mahsur kalan ikinci yabancı, geri dönmek ile kalmak arasında arafta kaldığında çökmüş yere oturmuş. Dakikalar saatleri, saatler günleri kovalamış. İkinci yabancı, üç gün sonra orada susuzluktan öldüğünde, olduğu dağ gürültüyle sarsılmış.

"Acı." sesi yeniden bir haykırış olmuş, bu sefer uçurumun içini suyla doldurmuş.

Güvenmek ile acının arasında bir çizgi vardır.

Güven, insanın kalbindeki tüm zırhları indirdiği, içindeki en hassas noktaları açığa çıkardığı bir eylemdir. O kadar kırılgan bir şeydir ki, ihanet ya da hayal kırıklığıyla yerle bir olabilir. İnsan, o uçurumun kenarında dururken ya tekrar güvenmeye cesaret edecektir ya da acının karanlık derinliklerine düşecektir.

Güven ve acı arasındaki bu uçurum, bazen kapanmayacak kadar derin, bazen de aşılması sabır ve cesaret isteyen bir sınavdır. Herkes bu uçurumdan sağ çıkamaz; bazıları güveni yeniden inşa ederken, bazıları ise acının soğuk pençelerinde kaybolur.

Arkamda bekleyen Mavi Ateş Timi, sırtımı onlara çevirdiğimde bile güvende hissettiğim bir timdi. Derin bir nefes alıp gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Akçakale'nin o sabahki havası, içimde taşıdığım tüm duyguların yankısı gibiydi.

Ufukta, geceyle gündüzün tam olarak birbirine karıştığı bir an vardı. Gri bulutlar, güneşin doğmaya çalıştığı ufku perdelemişti. Soğuk, tenime dokunurken keskin bir bıçak gibi yüzümü yalayıp geçiyordu. Akçakale'nin rüzgârı kuru ve sertti ama bu sabah garip bir şekilde nem taşıyordu içinde. Çölün kararlı bir suskunluğu ile Fırat'ın sabırsız bir çağlayanı arasında sıkışmış gibiydi hava.

O an, sanki her şey bana bir şeyler söylemek istiyordu ama söyleyemediği için sessizlikle beni boğuyordu. Uzaklardan gelen bir köpek havlaması, rüzgârın taşıdığı boğuk bir ezan sesiyle birleşmiş, zamanın donduğu hissini yaratıyordu. Toprağın üzerine çökmüş sis, dünyanın sanki nefes almaktan vazgeçtiği bir zamandaymışız gibi hissettiriyordu.

Gözlerimi ufuktan çekip etrafıma baktım. Çatılarından duman tüten birkaç köy evi uzakta silik bir şekilde seçiliyordu. O duman, bir yaşam belirtisiydi belki ama içinde bulunduğum ruh haliyle, sadece başka bir hayal gibi görünüyordu.

Aklıma o an Asena geldi; onun da bakışları, rüzgârdan daha sert, soğuktan daha mı keskindi? Benden uzakta, başka bir uçurumun kenarında mıydı acaba?

"Artık bence girmenin vakti geldi." diyen Caner ile kaşlarımı çattım ve sert çehremin maskesine büründüm. Gözlerimi önümüzde duran kışlaya çevirip derin bir nefes aldım ve ilk adımımı attım.

Bir süre boyunca Akçakale, artık bizim yeni yuvamız olacaktı.

Arkamda beni takip eden Mavi Ateş Timi, güçlü ve kuvvetli askerlerden oluşuyordu. Her biri için canımı severek verebileceğim o insanlar, beni korumak pahasına ellerinden geleni de yapıyorlardı.

"Mete yüzbaşım."

Tabii ki de yedi böceğin içinde, bir tane de çiçeğimiz vardı.

Biricik kız kardeşimiz.

"Efendim Yonca?" diyerek ona seslendiğimde iki adımda sağımın hemen arkasında kaldı. Yürümeye devam ederken "Burada ne kadar süre duracağız?" diye sorduğunda kafamı iki yana salladım.

"Bende bilmiyorum Yonca." dediğimde adımlarını yavaşlattı ve gerimde kaldı. Barış'ın ve Caner'in hafif kıkırtısını işittiğimde burnumdan nefes alıp verdim.

Barış, "Bismillah, daha yeni geldik Yonca." diye sitem ettiğinde Çilingir ve Caner kıkırdadı. Çilingir'in kıkırtısına gülmemek için hafifçe dudaklarımı bastırdım. Çilingir'in kıkırtısı, tıkalı kalmış egzoza benziyordu.

"Cıvımayın." dediğim an hepsi sus pus oldu. Dudağımın kenarı bu hâllerine kıvrıldığında karşımızda bizi bekleyen Tabur Komutanı Selami Parlak gülümseyerek bana baktı. Ellerini arkasında bağladığında tek sıra halinde karşısına geçmiştik. Bakışları bende ve Caner'de gezinirken bir süre sonra yeniden bana döndü ve çenesini kaldırdı.

"Gözüm yollarda kaldı, Hekimoğlu."

Çenemi dikleştirdim.

"Sağ salim geldik komutanım." diye gür bir sesle konuştuğumda sağ dudağının kenarını kıvırdı ve derin bir nefes alıp bir adım geriye gitti. Bakışlarını timde gezdirip ellerini arkasında bağladı.

"Mavi Ateş Timi, Akçakale'ye hoş geldiniz!"

Esas duruşla göğsümüzü kabarttık.

"Sağ ol!"

Kışlada yankılanan sesimiz bizi Akçakale'nin bağrında bırakırken, zamanın saniyeleri adımlarımın koridorda bıraktığı tok seslere dönüştü. Attığım her adımda, yanından geçtiğim her askerin fısıldaşmaları, kulaklarıma nüksedip duruyordu.

"Mavi Ateş Timi gelmiş diyorlar, doğru mu?"

"Hekimoğlu gelmiş diyorlar, doğruymuş."

"Hekimoğlu bu mu? Taş gibi!"

"Sarışın, mavi gözlü, çıtır. Sevgilisi var mı acaba?"

Duyduğum cümleler her ne kadar egomu okşasa da kalbimde ve aklımda yalnızca birisi vardı. Ruhumun ta en derinliklerine gömdüğüm, aklımın en ücra köşelerinde bile aydınlanmaya devam eden, beni orada yalnız bırakmayan, kalbimin üzerinde taşıdığım fotoğraftan bana güç veren, küçüklüğümden kalan bir aşkın tohumu.

Asena Gündüz.

Balçığa battığım düşüncelerim, krem rengi bir kapının önünde bir bıçak misali kesildiği an duvardaki isme baktım.

Hulusi Gökmen – Binbaşı

Doğru geldiğimi anladığımda sağ elimi havaya kaldırdım ve yumruk yapıp iki kere kapıya vurdum. Kulaklarımı kabarttığım an duyduğum 'Gel.' sesiyle kulpa uzanıp indirdim ve içeriye girdim. Kapıyı yavaşça kapattığımda sol ayağımı sertçe sağ ayağımın yanına vurdum.

"Mete Mert Çakır, İzmir. Görüş ve emirlerinize hazırım binbaşım."

Binbaşı Gökmen, masasının arkasında dik oturmuş, ellerini bir dosyanın üzerinde birleştirmişti. Koyu renkli ela gözleriyle, beni baştan aşağı süzdü. Ortamdaki sessizlik hem saygı hem de disiplin doluydu. Dudağının sağ köşesi kıvrıldığında kaşları eş zamanlı olarak yukarıya kıvrıldı.

Alayla "Hekimoğlu, sen misin?" diye sorguladığında çenemi dikleştirdim.

"Evet binbaşım."

Dudağının sağ kenarındaki tebessüm sol kenarına da yansıdığında eliyle karşısındaki sandalyeyi gösterdi.

"Geç bakalım karşıma Hekimoğlu."

"Sağ olun komutanım," diyerek sandalyeye oturduğumda gözlerimi hemen karşıdaki duvarda asılı duran bayrakla saate kaydırdım. Binbaşı, birkaç saniye sessizce oturdu, sanki kelimelerini tartıyordu. Sonra derin bir nefes aldı ve konuşmaya başladı.

"Sana neden Hekimoğlu diyorlar?" diye sorguladığında küçük bir iç çektim.

"Hekimoğlu'nun hikayesini bilir misiniz?" diye bu sefer ben sorguladığımda kafasını salladı ve arkasına yaslandı. Düşünceli bir şekilde kaşlarını kaldırdı ve kafasını hafifçe sağa eğdi. Küçük bir nefes çekip durumu anlatmak için omuzlarımı dikleştirdim.

"Hekimoğlu'nun hikayesi ile aslında benim hikayem, tek bir noktada buluşur. Hekimoğlu, Sefer Ağa'nın kızı Narin'in değirmene gelmesiyle sevdaya tutulur. Bende; babamın silah arkadaşı, kardeşi gibi gördüğü adamın kızına, ilk defa bizim evimize geldiğinde sevdaya tutulmuşum. Yani ondan dolayı Hekimoğlu derler. Çocukluk aşkı benimkisi."

Hulusi Gökmen'in dudaklarında buruk bir tebessüm vardı.

"Peki, sevdana ne oldu?" diye sorduğunda yutkunmak zorunda kaldım.

"Hekimoğlu; eşkıyalar yüzünden dağlara kaçarken, bende sevdamı aramak için yollara düştüm. Asena Gündüz'ü arıyorum."

Hulusi binbaşı bu sefer şaşırarak bana baktı.

"Güvercin Timi komutanı, Asena Gündüz'den mi bahsediyoruz?"

Onun namı öylesine bir yayılmıştı ki ismini kime söylesem hepsi aynı tepkiyi veriyordu. Gülümseyerek kafamı salladığımda derin bir nefes alıp verdiğini yükselip alçalan omuzlarından fark edebilmiştim.

"Güvercin, herkese görülmez. İşin çok zor be Hekimoğlu."

Dudaklarımdaki gülümseme kaldı ama ruhum, paramparça yerlerinden acısını sızdırdı. Asena sadece bir isim değil, benim için bir yolculuk, bir arayıştı. Onu bulmak, sadece bir sevgiliyi değil, kendimi bulmak demekti. Her adımdan sonra biraz daha yaklaştığımı hissediyor ama aynı zamanda sonsuz bir mesafeyi aşmam gerektiğini de biliyordum.

"Yine de bu, benim ona olan sevgimin ve arayışımın önüne geçemez binbaşım." dedim ve ellerimi dizlerimin üzerine koydum. Hulusi binbaşı, ellerini masanın üzerinde kenetleyip gözlerinin elasını benden saklamak istercesine kıstı.

"Sizi buraya çağırmamın bir sebebi var evlat. Akçakale'de işler çok karışık. Sınırın diğer tarafındaki hareketlilik, buradaki sakinliğin en büyük düşmanı. Görevinizin ne kadar hassas olduğunu anlatmama gerek yok. Mavi Ateş Timinin bu işin üstesinden geleceğine inanıyorum."

Başımı hafifçe eğerek onayladım. Gözlerindeki kararlılığı görmezden gelmek mümkün değildi.

"Emredersiniz, binbaşım."

O, karşısındaki dosyayı açıp belgeler arasında bir süre gezindi. O sırada aklım, burada geçireceğimiz günlere takılmıştı. Görev, tehlike, timin güvenliği ve her şeyin ötesinde, Asena...

Hulusi binbaşı, belgeleri bir kenara koydu ve gözlerini doğrudan bana çevirdi.

"Mete, sana ve timine güveniyorum. Ama unutma, güven bir kez kaybolursa, her şey tehlikeye girer. Doğru kararlar al, kimseyi gereksiz riske atma."

Bu sözler, bir uyarıdan çok, bir ağabeyin nasihati gibi yankılandı. Sözlerini kafama kazıyarak, "Anlaşıldı, binbaşım," dedim. Hulusi binbaşı, yanağını gergin bir ifadeyle ağzına doğru çekiştirdiğinde çenesi gerildi. Kaşları küçük bir kasisle çatıldığında çenesini dikleştirdi.

"Bir husus daha var." dedi ve boğazını temizleyip kenardaki dosyayı önüne aldı. Pembe, yarım kapak karton dosyaya takılan bir kâğıdı çıkarttı ve sağ elinde tutarken gözlerini üzerinde gezdirdi.

"Bu elimdeki kâğıt, senin Akçakale'de kalacağın süre boyunca seninle olacak Mavi Ateş Timinin bir listesi." dedi ve masaya eğilip kâğıdı bana uzattı. Öne doğru eğilip sağ elimi uzattım ve kâğıdı parmaklarımın arasına sıkıştırdım. Arkama yaslandığımda bakışlarım yazıların üzerinde gezindi.

Tim Adı: Mavi Ateş

Komuta Merkezi: Akçakale, Şanlıurfa

Tim komutanı: Yüzbaşı Mete Mert Çakır / Kod Adı: Hekimoğlu / Uzmanlığı: Meskûn Mahallerde Teröristle Mücadele

Tim Üyeleri:

-Üsteğmen Caner Cenk Çakır / Kod Adı: Zirve / Uzmanlığı: Keskin Nişancı

- Astsubay Kıdemli Üstçavuş Barış Gömlekçi / Kod Adı: Kokarca / Uzmanlığı: Taklitçi

- Astsubay Kıdemli Üstçavuş Bünyamin Boraç Arınlı / Kod Adı: Büb / Uzmanlığı: Bomba Tahrip

-Astsubay Kıdemli Çavuş Yonca Tombik / Kod Adı: Çiçek / Uzmanlığı: Taktik, Kılık Kıyafet Değiştirme

- Astsubay Kıdemli Çavuş Alper Keşan / Kod Adı: Nefes / Uzmanlığı: Askeri Tabip

Suikast Ekibi – Kimliksizler:

Yüzbaşı – Çilingir / Uzmanlığı: İstihbarat ve Taktiksel Yönlendirme – Ölüm Anonsçusu

"Komutanım, Suikast ekibinde bir eksiklik var. Zafir adlı askerim yok." diye mırıldanıp bakışlarımı kâğıttan çektim ve binbaşıya baktım. Hulusi binbaşı kafasını ağırca salladığında ifadesizce ona bakmaya devam ettim.

"Zafir, bana lazım yüzbaşı. Onun diline ihtiyacım var. Kürtçe hem onun ana dili hem de Kurmanci, Sorani, Zazaki ve Pehlevani şivelerini başarılı bir şekilde kullanabiliyor. Nerede olursa olsun kolaylıkla istediği şiveye kayabiliyor."

Kaşlarımı hafifçe çattım.

"Zafir, hem sahada hem de timin içinde eksikliği doldurulamayacak bir asker. O olmadan riskin daha büyük olacağını siz de biliyorsunuz." dediğimde ise kafasını salladı.

"Doğru ama Zafir'in yetenekleri şu an başka bir sahada daha büyük bir fark yaratacak. Sana düşen, bu eksikliği diğer askerlerinle kapatmak, Hekimoğlu. Liderlik, eksikleri güçle doldurmayı bilmektir." dedi ve derin bir nefes alıp ayağa kalktı. Tam kalkacağımda eliyle otur yaptı ve hemen çaprazımdaki sandalyeye oturdu.

"Zafir'i sana bırakmak isterdim, yüzbaşı. Ama şu anki operasyon, çok daha hassas bir dengeye bağlı ve o dengeyi koruyacak tek kişi Zafir. Umarım neden böyle bir karar verdiğimi zamanla anlarsın."

İçimde yükselen hoşnutsuzluğu gizlemek için dudaklarımı sıkıca kapattım. Zafir'in yokluğu, bir eksiklikti. Lider olmanın bir parçası da eldekiyle yetinmekti. Kafamı belli belirsiz salladığımda, Hulusi Binbaşı boğazını temizledi ve kaşlarını çatarak başını sağa sola eğdi.

"Bir konum daha var," dedi. Ses tonu bu kez daha keskin ve soğuktu. "Zafir, göreve gittiği andan itibaren hain olarak lanse edilecek."

Sözleri odaya bir hançer gibi indi. Kaşlarımı bir anda çattım ve elimdeki kâğıdı masaya bıraktım. Tüm dikkatimi ona çevirdim.

"Bir askerin onuru, bu kadar kolay ayaklar altına alınmaz, binbaşım." Sesim sakin ama içinde bastırılmış bir öfke barındırıyordu.

Hulusi, derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. Gözlerini birkaç saniye boyunca üzerimde gezdirdi. "Onur, devlet için feda edilecek bir şeydir, yüzbaşı. Bizim işimizde, gerektiğinde gölge olmayı göze alırsın. Zafir, bunu kabul etti."

Demek ki benden önce Zafir'i çağırmasının nedeni buydu. Beni tartmaya çalışıyordu, bunu hissediyordum. Onun gözünde emirlerin sorgulanmaması gerekiyordu ama benim gözümde bir askerin onuru, emirlerden önce gelirdi.

"Zafir bunu kabul etmiş olabilir," diye başladım, kelimelerimi dikkatle seçerek. "Ama bu, onun rütbesinin ya da görevdeki başarısının gölgelenmesi anlamına gelmez. Eğer bir fedakârlık yapılacaksa, bu onun değil, bizim sorumluluğumuzda olmalı."

Binbaşının yüzünde belirsiz bir gülümseme belirdi. Anlamını çıkaramadım; bir onay mıydı yoksa alay mı?

"Senin duygusal tepkilerin var, Hekimoğlu," dedi, gözlerini kırpmadan bana bakarak. "Ama unutma ki, bu işte duygular en büyük zaafın olur. Bazen bir askerin onurunu korumak, onun hain olarak görülmesine göz yummayı gerektirir."

Sözleri zihnimde yankılanırken bir süre sessiz kaldım. Savaşın yalnızca cephede değil, zihinde de verildiğini bir kez daha hatırladım. Onur ile görev arasında ince bir çizgide yürüyorduk ama bu çizginin her zaman doğru tarafta kalmasını sağlamalıydık.

"Zafir'in onuru, onun görevinin bir parçası, yüzbaşı. Bu, onunla konuşuldu ve gerekli açıklamalar yapıldı. Hain olarak ilan edilmesi sadece bir paravan. Gerçek görevini sadece birkaç kişi bilecek."

"Bu paravanın bedeli ne olacak?" dedim, sesimdeki tını, merakımdan çok, öfkeyle yoğrulmuş bir meydan okumayı yansıtıyordu.

"Görevi bitirdiğinde Zafir'in gerçek kimliği açıklanacak ve itibarı iade edilecek," dedi Hulusi Binbaşı, sakin bir şekilde. "Ama bu süreçte onun için bu riski almak zorundayız."

Bir an durup gözlerimi masadaki listeye çevirdim. Tim üyelerimin adları hala önümdeydi. Hepsinin bir görevi, bir yeri vardı. Onların onurlarını korumak benim sorumluluğumdu.

"Peki ya Zafir görev sırasında ölürse?" dedim, sesimdeki tehditkâr tonu gizlemek için en ufak bir çaba göstermeden. Gözlerimi Hulusi'nin yüzüne dikmiş, cevabını tartmaya hazır bekliyordum. "Bir hain olarak mı hatırlanacak?"

Hulusi'nin kaşları bir anlığına düştü. Bu, duygusal bir yanıtın işareti miydi yoksa alışkanlıkla verdiği bir tepki mi? Cevabını arıyordum. Bakışlarını masaya indirirken yüzü gölgelendi.

"Biz bu işi böyle yapıyoruz, yüzbaşı," dedi, sesi alışılmış otoritesini koruyordu ama derinlerde bir yorgunluk vardı. "Bazen büyük kazançlar için küçük kayıplar vermek zorundayız."

Küçük kayıplar. Zafir bir isimden ibaret değildi; bir askerdi, bir insan, bir hikâyeydi. Ama onun hikâyesinin, "küçük bir kayıp" olarak anılacak kadar değersiz olmadığını iliklerime kadar hissediyordum.

Ona cevap vermedim. Sözlerimin ne değiştireceğini bilmiyordum. Zafir'in bu görevi kabul etmesine neyin sebep olduğunu merak ediyordum. Ödül mü vaat edilmişti? Baskı mı yapılmıştı? Yoksa içindeki sadakat mi onu bu seçime sürüklemişti?

Gözlerimi tekrar listeye çevirdim ama yazılar artık bulanık görünüyordu. Harfler ve kelimeler, düşüncelerimin ağırlığı altında ezilmiş gibiydi. Her bir satır, Zafir'in yüzünü getirdi aklıma; şimdi onu hatırlamaya çalışıyordum. Gözlerindeki kararlılığı, belki de gölgede kalan bir tereddüdü.

O liste, sıradan bir görev dökümünden fazlasıydı. O liste, üzerindeki her bir ismi taşıyan insanların hayatlarına birer işaret koyuyordu. Ve her birinin kaderini bir diğerine bağlıyordu.

Düşüncelerim ağır, liste ise bir o kadar soğuktu.

Hulusi binbaşı, sessizliğin ne kadar baskın olduğunu fark etmiş olacak ki sandalyesine yaslanarak beni süzdü. Dudakları hafifçe kıpırdandı, belki bir şey söylemeyi düşündü ama vazgeçti. Gözleri karar verildiğini ilan edercesine sertti.

"Çıkabilirsin, Hekimoğlu," dedi, sesi sabırla yoğrulmuş bir otorite taşıyordu.

Bakışlarımı listeden çekmeden birkaç saniye daha durdum. Son bir kez Zafir'in adını içimden tekrar ettim. Bir cevap bulamasam da en azından bir söz verebilirdim kendime: Ne olursa olsun, bu isimlerden biri asla unutulmayacak.

Oturduğum sandalyeden kalkıp Hulusi binbaşıya selam verip odasından çıktım. Kapıdan adımımı atar atmaz içimde biriken öfke ve hayal kırıklığı, bir volkan gibi patlamaya hazır bekliyordu. Bakışlarım koridorun sonunda bekleyen Zafir ile kesiştiğinde damağımı şaklatıp ona doğru yürüdüm. Yanından geçerken "Benimle gel." dedim ve koridoru geçip kahverengi kapılı odanın kapısını açtım.

Bana tahsis verilen odaya adım attığımda kapıyı açık bıraktım ve masanın önündeki koltuğa yürüyüp oturdum. Arkama yaslanıp ellerimi kolçağa yasladığımda Zafir, kapıyı kapatıp karşımdaki koltuğa oturdu. Kaşlarımı çatıp öne eğildim ve dirseklerimi dizlerime yasladım.

"Niye kabul ettin, Ahmet?" diye sorguladığımda bir süre yüzüme baktı. Ahmet, sorumu duymuş olmasına rağmen acele etmiyordu. Gözleri, yüzümde bir şeyler arar gibi gezinirken ifadesinde bir kararlılık vardı. Sonunda, sakin ama derin bir nefes aldı.

"Çünkü başka bir seçenek yoktu," dedi, sesi neredeyse fısıltı kadar yumuşaktı ama içerdiği ağırlık tartışılmazdı. "Bu işin bir sonu olmadığını biliyorum Mete ama belki bu görevle bir şeyler değişebilir."

Kaşlarımı daha da çattım. "Değişebilir mi? Seni hain ilan edeceklerini bile bile mi? Bunun neresi değişim?" Sesim yükselirken içerimdeki öfkeyi kontrol etmekte zorlanıyordum.

Ahmet başını eğdi, ellerini kucağında birleştirdi. "Hain ilan edilmek, gerçeklerin önünde bir perde sadece. Ben gerçeği biliyorum, Mete. Sen de biliyorsun. İsteyen istediğini düşünsün. Bu halkın benim hakkımda ne bildiği değil, benim ne yaptığım önemli."

Bu cümle, zihnimde yankılanırken ona bir süre baktım. Sözleri haklı bir davanın yansıması mıydı, yoksa sadece bir kendini avutma çabası mı? Bunu anlayamıyordum. Ama bir şeyi çok net biliyordum: Bu görevin sonunda Ahmet ya bir kahraman olacaktı ya da adının lekesini temizleyemeyecekti.

"Senin için planladıkları bu sona razı mısın gerçekten?" diye sordum, sesim biraz daha alçak ama hâlâ sertti.

Ahmet başını kaldırdı, gözlerindeki inanç ve kararlılık, sözlerinden daha güçlü bir mesaj taşıyordu. "Ben sonumdan razıyım, Mete. Ama bu görevin başarısız olmasına razı değilim."

Bu cümle, içimdeki volkanın bir anlığına da olsa soğumasını sağladı. Ahmet'in kararlılığı, belki de tüm öfkeme rağmen ona olan saygımı artırıyordu. Ama bu, doğru olduğunu düşündüğüm bir şeyi değiştirmiyordu.

"Ne olursa olsun," dedim, gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan, "adını lekelemelerine izin vermeyeceğim. Bunun bedeli ne olursa olsun, Zafir."

Ahmet hafifçe gülümsedi, yüzünde beliren o kısa süreli ifade, içindeki barışı yansıtıyordu. "Bunu duyduğuma sevindim, komutanım. Ama bir asker, kendisi için değil, başkaları için savaşır. Benim adımın ne olduğu önemli değil, halkımın güvenliği önemli."

Kelimeleri, kâğıt kadar soğuk ama kurşun kadar ağırdı. Ona bir cevap veremedim. Aramızdaki sessizlik, odayı doldururken, içimdeki çatışma daha da büyüyordu.

"Timdeki arkadaşlarıma bu durumdan bahsetmeyin. Bir plan yapıldı. Yedi kurşun girecek vücuduma ama tabii ki de çelik yeleğe. İnandırıcı olması için sadece siz yanımda olacaksınız ve bizimkiler beni öldü olarak bilecekler, uzaktan izlerken."

Ahmet'in sözleri odayı bir kez daha sessizliğe gömdü. Yedi kurşun... Çelik yelek... Ölüm numarası... Her şey fazlasıyla hesaplanmış, fazlasıyla riskliydi. Onun sesindeki sakinlik, söylediklerinin tehlikesini azaltmıyordu. İçimdeki öfke ve huzursuzluk giderek büyürken gözlerimi ona diktim.

"Bu kadar kolay mı Ahmet? Herkesin seni ölü bilmesine, hain ilan etmesine razı mısın?" Sesim alçak ama zehir gibi keskin çıkmıştı.

Ahmet, bakışlarını bana sabitledi, yüzünde aynı kararlılık vardı. "Razı olmak zorundayım, komutanım. Bu görevin başka bir yolu yok. Eğer bu fedakarlığı yapmazsam, görevde başarısız oluruz ve bu, sadece benim değil, binlerce masum insanın hayatına mal olabilir."

Söylediklerinin doğruluğunu inkâr edemezdim ama bunun doğru olması, kabul edilebilir olduğu anlamına gelmiyordu.

"Ya işler ters giderse?" diye sordum, sesim soğuk bir tehdit taşır gibi. "Çelik yelek bile seni kurtaramazsa? Ya da planlandığı gibi dönemezsen? Seni ölü bilmek zorunda kalan tim arkadaşlarına ne olacak? Tim, bana ve sana olan güvenini kaybederse ne yapacağız?"

Ahmet, sözlerimi sabırla dinledi, yüzünden en ufak bir tereddüt izi geçmedi. "O ihtimalleri biliyorum, komutanım. Ama bir lider, doğru olanı yapmak için risk alır. Bu tim, sizin liderliğiniz altında güçlü kalacak. Bana olan güvenlerini kaybetmeleri önemli değil. Önemli olan, sizinle görevlerini tamamlayabilmeleri."

Gözlerimi ona dikerek bir süre sessiz kaldım. Söyledikleri ne kadar mantıklı görünse de içimdeki huzursuzluğu dindiremiyordu. Yine de onun kararlılığı karşısında direnmek de giderek daha zor hale geliyordu.

"Bu konuda onlara yalan söylemek hoşuma gitmiyor," dedim sonunda, sesim alçak ama sertti.

"Yalan değil, komutanım. Bir illüzyon," dedi Ahmet, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle. "Bazen savaşta gerçeği göstermek zafiyete yol açabilir ama doğru yönlendirilmiş bir illüzyon, herkesi doğru yola sevk eder."

Ahmet'in bu sözleri, zihnimde yankılanırken derin bir nefes aldım. Bu kadar büyük bir fedakarlığı göze alan bir askerin kararlılığı karşısında, ona bir şey söylemek zordu ama bir şeyden emindim: Ne olursa olsun, bu planın başarılı olması için elimden geleni yapacaktım.

Ahmet'in adı, bir hain olarak tarihe geçmeyecekti.

15 Şubat 2017 / Akçakale, Şanlıurfa

Yazar, Ağzından

Soğuk bir rüzgâr, mezarlığın sessizliğini delerken toprağın üzerine henüz yeni serpilmiş kar tanelerini savuruyordu. Havada bir ölümün ağırlığı, bir kaybın derin yankısı vardı. İsimleri kimsenin unutamayacağı bir mezar taşının önünde, Mavi Ateş Timi toplanmıştı.

Mete, asker duruşuyla bir kaya gibi dimdik ayakta duruyordu ama yüzündeki sert ifade, gözlerindeki bulutlu bakışa ihanet ediyordu. Elindeki bordo beresini sımsıkı tutmuş, konuşmaya cesaret edemeyen bir liderin yükünü taşıyordu. Yanında duran Çilingir, gözlerini mezar taşından ayırmıyordu; dudakları kıpırdamadan dualar mırıldanıyor gibiydi.

Biraz geride Caner, kaşlarını çatmış, yumrukları sıkılı bir halde nefes almakta zorlanıyordu. Barış, yüzünde nadir görülen bir ciddiyetle mezara bakıyordu. Bir anlığına gözlerini kapatıp başını eğdi, elleri ceplerinde titriyordu.

Yonca, bir asker gibi dimdik ayakta durmaya çalışsa da gözlerindeki ıslaklık göz ardı edilemiyordu. İçinde biriken duygularla savaşıyor, yüzüne çökmesin diye o sert ifadeyi koruyordu. Alper, askeri tabip olmanın soğukkanlılığına sığınmaya çalışıyordu ama gözlerini mezardan kaçırdığı her an, omuzlarındaki yük daha da ağırlaşıyordu.

Ama Bünyamin... O, diğerlerinden farklıydı. Elleri, toprağın üzerinde öylece kalmıştı. Omuzları sarsılarak ağlıyor, gözyaşları avuçlarındaki nemli toprağa karışıyordu. "Bu adil değil..." diye mırıldandı, sesi rüzgâra karışarak kayboldu. Kendi duygularıyla baş edemeyen bir adamın, kaybı kabul etmekte zorlanan bir arkadaşın çöküşüydü bu.

"Benim kardeşim... Bu adil değil... Seni hain olarak görmeleri... Bunu hak etmiyordun Ahmet! Ay yıldızlı bayrağı sana çok gördüler be kardeşim!"

Bünyamin'in sözleri, mezarın yanındaki soğuk havada yankılandı. Her kelimesi, kaybettiği arkadaşına olan öfkesini, çaresizliğini, kırgınlığını yansıtıyordu. Ellerindeki toprak, sanki onu hayatta tutmaya çalışan bir tutam toprak gibiydi ama her geçen saniye kayıyordu. Gözyaşları, toprağa karışırken, içindeki derin boşluk bir çığ gibi büyüyordu.

Mete, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Ardında, herkesin o kadar derin bir acı içinde olduğunu görmek, her biri için fazlasıyla zor oluyordu. Ama liderdi ve bu yük, her zaman olduğu gibi ona aitti. Bir an durakladı, ellerini cebinde sıkıştırarak sesini yükseltmeden, sadece başını Bünyamin'e çevirdi.

"Kimse bunu hak etmezdi," dedi Mete, sesi derin ve sertti.

Caner, hala gözlerini yerden ayırmadan, sesini bir adım daha derinleştirdi: "Onun adı, bu toprakta herkesin hafızasında kalacak. Bunu unutmayacağız."

Barış, elleri cebinde titrerken, başını eğdi ve sessizce mırıldandı: "Bunu hak etmeyen birini hain ilan etmek, hiçbir şeyin adil olmadığı bir dünyada yaşadığımızı hatırlatıyor."

Mete, bir adım öne çıkarak, timin her bir üyesine sırasıyla baktı. "Zafir'in fedakârlığı, unutulmayacak. Bugün, onun için bir anma günü. Yalnızca arkadaşlarını değil, her birimizi koruyarak gitti. Bizim işimiz ona olan borcumuzu ödemek ve adını lekeletmeyecek şekilde, onun hatırasını yaşatacağız."

Bünyamin, hala ağlıyordu ama gözleri şimdi bir karar almış gibiydi. Bir hışımla dönüp Mete'nin yüzüne baktı.

Bünyamin'in içindeki öfke, her geçen saniye daha da yükseliyordu. Gözlerinden yaşlar süzüldükçe, içindeki acı ve hınç belirginleşiyordu. Tüm bedenini saran hiddet, sessizliğin içinde gür bir patlama gibi yankılandı. Toprağa doğru düşen gözyaşları, sadece kaybın değil, bir ihanete uğramışlığın izlerini taşıyordu.

"Bunu kabul etmiyorum!" diye bağırdı Bünyamin, sesindeki tını, karanlık bir öfkeyle doluydu. "Ahmet... bizim her şeyimizdi! Ve sen... sen komutanımızsın, Mete! Onu korumadın! Ona bu ihaneti reva gördün! Onun adını lekelemek nedir ya?!"

Bünyamin'in vücudu titriyordu, öfkesinden ve çaresizliğinden kaynaklanan bir güçle adeta gerilmişti. Ellerini yumruk yaparak havada savurdu ve bir adım ileri atıldı. Gözlerindeki bu öfke, şimdi neredeyse bir çılgınlıkla harmanlanmıştı.

"Bu adaletsizlik! Bir asker arkadaşını, bir dostunu hain ilan etmek, onu yalnız bırakmak... Nasıl yapabildin? Ne hakla ne yüzle yapabildin bunu Mete? Ahmet'in bu dünyada kalan son hakkı neydi, he? Sadece başı dik, onurlu bir şekilde görevini yapmayı hak ediyordu! Sonra da ne? O'nu kaybettik, ardından da bir kenara attınız. Hain diye damgaladınız!"

Sözcükler, her bir harfiyle bünyesini yakan bir kıvılcım gibiydi. Bünyamin'in adımları sertleşti, kasları gergindi ama durmadan bağırıyordu. Gözlerinde bir kıvılcım vardı sadece acı değil, bir de nefret vardı içinde. "Sen bizim liderimizdin, Mete. Ama o adamı koruyamadın. O'na sahip çıkman gerekirdi! O'nun suçlu olduğunu düşündüklerinde, arkasındaki gerçekleri araştırman gerekirdi! O kadar kolay mıydı düşmanların kurduğu bu tuzağa düşmek?!"

Bünyamin'in sesi, son bir çığlıkla son buldu. Bir süre sonra, gözleri bu kadar hiddetle dolmuş bir adamın içindeki kırılmayı, çözülmeyi yansıttı. Elini cebinden çekti ve yere doğru hızla vurdu, toprağı parmaklarıyla kavrayarak acısını dışarıya saldı. "Her şey berbat... Her şey, her şey boş! Zafir'in yerini kimse alamaz... Kimse!"

Mete, Bünyamin'in gözlerindeki ateşi hissetti. Bir lider olarak, ona verebileceği en iyi cevap, başını eğip derin bir nefes almak oldu. Sessizlik, yavaşça yıkılmaya başlamıştı.

Bünyamin, öfkesinin içinde bir kaybı, bir boşluğu kabullenememenin acısını daha derinden hissetti. Ama daha fazlası vardı. Bu; yalnızca kayıp değildi, içine işlenmiş, devlete ihanet etme duygusunun ilk tohumuydu. Ve bu ihanetin bedelini, sadece Mete değil, herkes zamanı gelince ödeyecekti.

18 Şubat 2017 / Akçakale, Şanlıurfa

Mete Mert Çakır, Ağzından

 

 

Gece Terörü, Bö & Noes

Bünyamin'i kontrol altında tutmak, hiç kolay değildi. Her geçen gün, daha da zorlaşıyordu. Onun tavırları, çığ gibi büyüyen bir sorun halini almıştı. Bugünlerde her şey daha da kötüleşmişti. Bu kadar öfke ve isyanı bir arada taşımak, insanı tüketiyordu.

Göreve Ahmet'i göndermelerine rağmen, uzaktaki piyonu olan bana en zorlu yük bırakılmıştı. Bünyamin'i denetleyebilmek, onun taşkınlıklarını engellemek... ama her geçen gün bu işin altından kalkmak, daha da zor hale geliyordu.

Daha dün, bir yüzbaşıyı dövmesi yüzünden işler kontrolden çıkmıştı. Olayın ardından hemen bildirimler gelmeye başlamıştı; en kötüsü de benim adıma açılan bir ihbar raporuydu. "Yüzbaşı Mete Mert Çakır'ın denetimindeki Bünyamin'in davranışları nedeniyle..." diye başlayan raporu düşündükçe sinirlerim bozuluyordu. Sadece bir hata yüzünden, tüm düzeni tehlikeye atmak istemiyordum.

Bünyamin'in bu kadar öfkeli ve kontrolsüz olması, sadece onu değil, timin geri kalanını da tehlikeye atıyordu. Herkesin içinde bir boşluk vardı, bir kırılma noktası... ve o noktaya her an daha da yaklaşıyorduk.

Bir liderin en büyük sınavı, işte tam olarak burada başlıyordu. Zayıflık gösteremezdim ve daha da önemlisi, ne olursa olsun Bünyamin'i kontrol altına almak zorundaydım. Hataları affedebilirdim ama disiplinsizlik, bizi bu kadar zor durumda bırakmaya devam edemezdi.

Kendime söz verdim; bu gece, her şey farklı olacaktı.

Yazıcıdan çıkarttığım kâğıdı parmaklarımın uçlarına sıkıştırdım ve bakışlarımı karşımda oturan timde gezdirdim. Her biri, odada gerilim yaratan o sessizliği hissediyordu. Bünyamin'in son hareketlerinden sonra, herkesin içinde bir gerginlik vardı. Gözlerim özellikle birine takıldı: Bünyamin.

Gözlerinde bir öfke var ama daha derin bir boşluk da vardı. O boşluk, kontrol edilemeyen bir fırtınaya dönüşmeden önce onu anlamam gerektiğini biliyordum ama bu kez, işler farklı olacaktı. Bu kez, kontrolü kaybetmeyecektim.

"Mete abi, ne yapacağız?" Yonca'nın sorusu, odanın sessizliğini bozan ilk ses oldu ama cevabım belliydi.

"Bünyamin'i artık elimizde tutamayacak kadar büyük bir tehdit haline gelmeden önce, bir çözüm bulmalıyız." Diğerlerinin bakışları arasında, yüzümde bir sertlik vardı. Herkesin üzerinde hissettiği baskı, bir şekilde omuzlarımda daha da yoğunlaşıyordu. Ama bu, onların yükü değildi; bu, benim yükümdü.

Bünyamin, kaşlarını çatmış bir şekilde bana bakıyordu. Gözlerinde hala öfke vardı ama bir başka şey daha: İsyan. Kendi içindeki yaraları daha fazla gizleyemiyordu. Bu, onu tehlikeli kılıyordu.

"Bu kadar mı?" diye sordu, sesi alaycı ve öfkeyle karışmıştı. "Beni azarlayarak mı kontrol edeceksiniz? Yoksa bir başka emirle mi?"

Başımı iki yana salladım. "Bünyamin, seni kontrol edebilmek için burada değilim. Ama seni daha fazla kaybetmemek için harekete geçmem gerektiğini de biliyorum. Yine de bu, sana olan güvenimi sorgulamak değil. Sadece, daha fazla kayıptan kaçınmak."

Sözlerim, kısa bir sessizliğe yol açtı. Bünyamin'in öfkesi, bir an için dalgalandı ama gözlerinde hâlâ bir şeyler vardı: bir kırılma noktası, sınırlarını zorlama isteği. Artık kesin bir tavır sergilemem gerekiyordu.

"Bünyamin," dedim, sesi daha da sertleştirerek. "Bu gece, bu odada bir şeylerin değişmesi gerek. Eğer bu yanlış yolunu devam ettirirsen, seni kaybedeceğiz. Ama eğer doğru yolda yürürsen, seni kazanacağız. Seçim senin."

O an, Bünyamin'in gözleri kısa bir süreliğine yumuşadı ama hemen sonra yine o sert bakışlarına büründü. Gözlerinde yaşanan çatışma, belki de tek başına bir devrim gibiydi. Geri adım atamayacak kadar derin bir savaşa girmeye başlamıştık.

Bir adım öne çıktım. "Gitmek istiyorsan da git ama unutma, her seçim bir bedel getirir."

Bünyamin'in gözleri bir an daha aramızda gidip geldi, sonra bir karar almış gibi başını eğdi. "Beni gönder, Hekimoğlu. Benim burada kalmamın bir anlamı yok."

"Bu mu seçimin, bu mu seçimin?
Ona sor, ona sor, sonun ne?
Seçimin, bu mu seçimin?"

Sözleri, odada yankılandı. Her şeyin sona erdiği anı hissedebiliyordum. Bünyamin'in kararı kesindi, bu noktada başka bir yol yoktu.

"Dönüşü olmayan bir yola girdiğinde, bir daha geri dönemezsin." dedim ve elimdeki kâğıdı yavaşça önüne bıraktım. Bünyamin, kâğıdı alırken, gözleri hala kararlıydı ama bu sefer biraz daha yorgun görünüyordu. Kendi içindeki savaşın izlerini taşıyor, her hareketiyle bir adım daha geriye düşüyordu. Kâğıdı aldıktan sonra, birkaç saniye boyunca sessizlik hâkim oldu. O an, hiçbir şeyin normal olmadığı bir dönüm noktasındaydık.

"Yolunu seçtin," dedim, gözlerim ona odaklanmışken. "Umarım yanılmazsın, Bünyamin."

"Bu mu seçimin?
Ona sor, sonun ne?"

Bünyamin'in sert bakışları gözlerimi buldu.

"Ben en azından senin gibi değilim. Yaptığım hatalardan sonra istifamı alıp gidebiliyorum ama sen bir korkaksın Mete ve ayrıca o lakabını bence değiştir. Çünkü Hekimoğlu'nun yiğitlik ruhuna hainlik ediyorsun."

"Bünyamin!"

İşaret parmağımı Çilingir'e bakmadan uzattım.

"İzin almadan konuşma!" derken Bünyamin'in yüzüne karşı kükredim.

Bünyamin'in her kelimesi, bir kılıç gibi keskin ve acıydı. Sözleri, içimdeki sabrın sınırlarını zorlarken, ondaki bakışlarımı kıstım ve derin bir nefes aldım.

"Senin gibi biri, konuşmadan önce söylediklerinin ne anlama geldiğini düşünmeli," dedim, sesimdeki soğukkanlılık sarsılmadan. "Senin için bir seçimim vardı ve sen onu yaptın. Ama unuttuğun şey şu ki, yiğitlik yalnızca cesaretle değil, aynı zamanda sorumlulukla gelir. Bunu bilmelisin, Bünyamin."

Bir adım daha attım, onunla aramdaki mesafeyi kısaltarak. "Benim için korkaklık, doğruyu bildiğin halde yanlışa göz yummak ve kolay yolu seçmektir. Eğer senin için bu yol doğruysa, git; ama lakabım konusunda senin fikrinin hiçbir önemi yok."

Bünyamin'in gözlerindeki öfke, her geçen saniyede daha da büyürken, sesim bir tık daha sertleşti. "Geri dönüşü olmayan bir yol seçtin. Bunu kabul et ve ne olursa olsun sorumluluğunu taşı."

Bünyamin'in yüzü, öfkeyle buruşmuştu. Her kelimesi, bir yaraya tuz basar gibi acı veriyordu. Gözlerindeki hırs, ne kadar mücadele etse de içindeki huzursuzluğu gizleyemediğini gösteriyordu. O an, onunla aramızdaki mesafe gitgide büyüyordu; ama sadece fiziksel değil, ruhsal bir uçurum gibi.

"Hekimoğlu'nun ruhunu kirletiyorsun, Mete yüzbaşı! O isim, sadece bir lakap değil, bir onurdu. Ama sen onu, her geçen gün, az biraz daha küçültüyorsun."

Bünyamin'in gözleri, bana daha derin bir anlamla bakıyordu. "Hekimoğlu'nun ruhu, cesaretin, fedakârlığın ve her şeyin arkasında durmayı gerektiriyordu. Ama sen," diye devam etti, "sen her zaman kolay yolu seçiyorsun. Bir lider olarak, o lakabı taşıman sana sadece bir unvan vermiyor, o ruhu da taşıman gerekiyor. Ama sen ne yapıyorsun? Her hatada geri adım atıyorsun, her başarısızlıkta birilerini suçluyorsun. Hekimoğlu'nun adını nasıl taşıyorsun? Hekimoğlu bile sevdiği kadın için neler yaparken, sen neler yapabildin? O yüzden... Ben senin gibi biriyle aynı yolda olamam."

Sözlerinin her biri, bir kılıç gibi keskin ve derin yaralar açıyordu. Bünyamin'in ruhundaki bu isyan, bir zamanlar bana duyduğu saygıyı da yıkıyordu. Ama bu, benim de gözlerimin içinde bir değişikliğe neden olmuştu; belki de ondan daha çok öfkelendim, belki de hala doğruyu savunduğumu düşündüm ama her iki durumda da Bünyamin'in yıkıcı sözleri havada asılı kaldı.

Bu gece elimde bir silah vardı. Gitmeyi kabul etmeseydi kendime sıkacaktım ama o, Asena'yı bu işin içine karıştırdı. O tetiği, namlu onun kalbinin üzerindeyken çektim.

"Çık git buradan Bünyamin. Artık Mavi Ateş Timine ait değilsin."

Bünyamin'in gözlerinde bir anlık bir belirsizlik vardı ama o an hızla geçti. Yüzünde karanlık bir gölge belirirken, dudakları sıkıca kapandı. Ne bir cevap verdi ne de karşılık verdi. Sadece, burnundan derin bir nefes alıp başını eğdi. O an, aramızda geçmişin kırık dökük köprüleriyle bir son daha kesiliyordu.

Ama bir adım atmadı, sadece sert bir şekilde geri dönüp kapıya yöneldi. O an içimden bir şey kırıldı ne kadar güçlü ne kadar keskin olursa olsun, hala bazı ilişkilerin sonlanması kolay değildi.

Kapıyı açarken, ardında bıraktığı boşluk, tüm odadaki sessizliği daha da derinleştirdi. Gözlerim kapının ardında kaybolan Bünyamin'in siluetine takılı kaldı. Her şeyin sonlandığına inandığımda, bu kadar basit bir ayrılık bana hala acı veriyordu.

Hekimoğlu'nun ruhunu kirletiyorsun, Mete yüzbaşı.

Hekimoğlu bile sevdiği kadın için neler yaparken, sen neler yapabildin?

Kendime söz vermiştim; bu gece, her şey farklı olacaktı.

Oldu.

Önümde iki yol ayrımı açıldı.

Bu zamana kadar peşinde koştuğum, doğru olduğunu düşündüğüm şeyden bu sefer bende kaçtım. Ellerimi kararlı bir şekilde ceplerime koyup timin gözlerinde gezdirdim.

"Bu saatten sonra benim lakabım bozkırın Bozkurt'udur. Herkeste bunu böyle bilsin."

Sözlerim odada yankılandı. Bu yeni kimlik, artık her şeyin sembolüydü. Bünyamin'in gözlerinden çıkan öfke, hala içimde bir yara gibi duruyordu ama bu yeni yol, içimdeki tüm kararsızlıkları temizlemişti. Bir anlık kararsızlık yerini kararlılığa bırakmıştı.

Timin gözleri bana odaklanmıştı. Birçoğu şaşkındı, bazıları sessizce başını sallıyordu. Herkes bir değişiklik hissediyordu; bir liderin, kendi iç yolculuğunun sonunda, daha farklı bir iz bıraktığını görüyordu.

Ellerim ceplerimde yumruk oldu. "Artık ne olursa olsun, her şey farklı olacak. Bozkurt'un yolu, bu zamana kadar bildiğinizden çok daha kararlı ve dik olacak. Herkes kendi yolunu seçerken, bende kendi yolumu çizeceğim."

🐾

20 Kasım 2019 / Cudi Dağı

Yazar, Ağzından

"Herkes yerini aldı mı?" diye sordu, Bozkurt.

"Çilingir'den Bozkurt'a, burası Cudi. Herkes yerini aldı. Bir sonraki emrinizi bekliyoruz."

Bembeyaz bir örtünün üzerinde, aynı renk kamuflaja sarılmış Zirve'nin bakışları tam ileriye bakıyordu. Kulağında yerleşen her cümleyi dikkatlice dinledi Zirve. Gecenin rengine bürünen mavi gözleri, beyazların arasında kısıldı.

"Bozkurt, burası Zirve. Saat 12 yönü sabit kalsın. Düşman çıkışı oradan sağlanacak."

Kulağındaki telsizden parazit sesi duyuldu. "Anlaşıldı, tamam."

Zirve elindeki dürbünü, kamufle olduğu yerde gezdirdi. Henüz hareketlilik başlamamıştı ama yine de dürbününü indirmedi. Bakışlarının ötesinde ona bakan kişiyi gördüğünde dudağının bir kenarı kıvrıldı.

"Giderim var mı, Zirve?" diye sordu Bozkurt. Zirve, dudaklarındaki tebessümün yerini korudu.

"İşine bak, Bozkurt." diye söylendi sadece.

"Zirve, burnumu hissetmiyorum sanırım donmak üzereyim." dedi, Kokarca.

Zirve tam cevaplayacaktı ki ondan önce telsiz açıldı.

"Adam, zirvede lan! Kim takar senin sümüğü donmuş burnunu?" diye mırıldandı, Bozkurt.

Aldığı cevapla tatmin olmuşçasına burnunu çekti Zirve. Götü donuyordu ama bunu hiçbiri bilmek zorunda değildi.

"Burnumu götüne sokmak istiyorum Çilingir." diye sessizce fısıldadı Kokarca. Çilingir, bu itirafı duyduğunda telsizdeki kahkahasını durduramamıştı. "Sen bir Zirve'ye gitsene, seni bir uçursun oradan. Hağağağağa!"

Zirve, gözlerini devirdi. "Kokarca, durum nedir?" diyerek telsize eğildi.

Kulağında yüksek sesli bir uğultu hissetti, kaşları çatıldı ve dürbündeki bakışları aşağıya indi.

"Hazır olun, çıkıyoruz." diye fısıldadı, Bozkurt.

"Geldiler." dedi, Zirve.

Dağların öbeğinde silah sesleri yankılanmaya başladı. O sırada Bozkurt, olduğu yerden bir çırpıda kalkıp yanındaki beş adamıyla aşağıya koşmaya başladı.

"Zirve, 12 yönüne inip sabit kal! Adam kaçarsa, gözüme gözükmeyin." dedi, koşmaya devam ederken. Karşısında beliren düşmanı saniyeler içinde alnının çatısından vurup koştu. Her an vurmaya hazırdı, korkusu yoktu.

"Çilingir, 9 yönündeki kapıyı aç."

"Açık, Bozkurt."

Elindeki silahı hiç omzunun yanından ayırmadan ayağıyla araladı ve hızla içeriye daldı. Sağ duvarın önüne çöküp elini yumruk yaptı. İşaret ve orta parmağını çekti. Arkasındaki iki kişi solundaki koridora daldı. Kulaklarına silah sesi dolarken pustuğu yerden kalktı ve sağdan yürümeye devam etti. Karşısına iki kişi çıktığında hiç tereddüt etmeden tetiğe iki kere bastı.

"Bozkurt, çıkışlar doldu. Durduramıyoruz."

Kulağındaki telsizden cümleler hızla aktığında bakışları etrafı taradı.

"Zirve, 12 yönüne çıkıyorum. Çilingir, kapı girişleri sizde." dedi ve koşarak binadan çıktı. Karlara saplanan botunu önemsemeden devam etti, Bozkurt. Nişan alarak kaçmaya çalışan kişileri vurmaya başladı. Karların üzerine düşen her leş, birer pislikmişçesine kirletti örtüyü.

Bozkurt'un gözleri etrafta bir avcı misali gezindiğinde Zirve'nin üzerine birinin çullandığını gördü. Havada parlayan bıçak, gecenin karanlığına inat parladığında tetiğe bastı. Zirve, üzerine yığılan düşmanı sertçe yana doğru ittirdi. Kısa bir süre Bozkurt'a baktı.

"Dikkatli ol." dedi, dudaklarını kıpırdatarak. Zirve, Bozkurt'a kafasını eğdi ve yana düşmüş silahını aldı. Diğer arkadaşlarını koruma edasıyla yerden kalkıp harekete geçti. Bozkurt'un botları kara saplandığında sırtında büyük bir darbeyle durakladı ama yıkılmadı. Onun yıkılmadığını gören birkaç kişi düşmana yetişti ve kollarından tutup üzerine çullandılar.

"Lan!" diye bağırdı, Bozkurt. Timi dikkatli olmaları için uyarmak istedi.

Dağları saran bir haykırışla her şey bir anda durdu.

"Hareket ederseniz komutanınıza veda etmek zorunda kalırsınız."

Çıt çıkmadı.

"Yürü."

Bozkurt'un kollarını saran düşmanlar ayağa kalkıp yürümeye başladıklarında Bozkurt, arkaya bakmaya çalıştı ama kafasına bir tokat yedi.

"Önüne bak, artist."

Dişlerini yanağına sertçe geçirdi, Bozkurt. Allah şahitti ki hepsini yere serecek güce sahipti ama onun önceliği arkadaşlarının canıydı.

"Ölürüm." dedi. "Yine de onların canını tehlikeye atacak bir şey yapmam."

Dört duvar bir odanın içine bileklerinden zincirlediklerinde Bozkurt'a baktı, Zirve.

"Pişt! İkiz mi lan bunlar?" diye sordu terörist, yanındaki teröriste bakarken. Teröristin eli Zirve'nin yanağını buldu. Bozkurt, olduğu yerde dişlerini sıktı. Sanki o adamın elini kendi cildinde hissetmişti. Zirve, kendini geri çektiğinde terörist güldü ve Bozkurt'a bir yumruk attı. Eline acıyarak bakan terörist, artık gülmüyordu.

"Çelik misin lan sen?"

Bozkurt, küçük bir alaylı sırıtışla baktığında, arkadaşları gülmeye başlamıştı.

"Kesin sesinizi!" dedi, terörist ama herkes daha gürce gülmeye başlamıştı. Terörist, sinirlendi ve elindeki silahı Bozkurt'a doğrulttu.

"Enzil silahak."

Bozkurt'a doğrultulan silah indi. Bozkurt'un zihninde dolaşan tanıdık ses, dudaklarındaki tebessümün eriyip kaybolmasına neden oldu. Siyah ve dağınık saçlara inat, üzerinde takım elbise olan adam yavaş adımlarla Bozkurt'un önünde durdu. Bozkurt'un bakışları yalnızca gözündeki bandaja takılı kalmıştı. Adam, Bozkurt'un baktığı yeri anlayıp gülümsedi.

"Ne oldu, Bozkurt? Gözümdeki bandajın rengini beğenmedin mi?"

Bozkurt'un yüzü ifadesiz kaldı ve damağını şaklattı.

"Bu renk sana gitmemiş."

Karşısındaki adam gülerek Bozkurt'a bir adım daha yaklaştı fakat yüzündeki gülünç durum bir anda kayboldu ve gözündeki bandajı açıp Bozkurt'un çenesinden tuttu. Sağ gözünün üzerindeki et, sanki yeni bir yaraymışçasına orada belirdi.

"Hiç misafirperver değilsin, ben seni böyle mi karşılamıştım Azad?" diye bir cümle kurdu Bozkurt, adamın sağlam gözüne bakarken. Azad, kafasını salladı ve gözüne bandajı takıp ayağa kalktı.

"Haklısın." dedi ve Bozkurt'un ellerine baktı. "Ama hediyemi sen veremezsin."

Bozkurt, endişeyle karşısındaki adama baktı.

Bozkurt, bileklerindeki zinciri yavaşça çekiştirdi. "Seni o gün öldürmeliydim."

Azad denilen adam onu umursamadı ve ellerini Bozkurt'un üzerinde gezdirdi. Bozkurt yerinde debelenmek istedi ama Azad, bir anda silahını çıkartıp Zirve'nin üzerine doğrulttu.

"Eğer güçle alırsam gücümle yıkar geçerim, Mete yüzbaşı."

Bozkurt, durdu.

Azad'ın ezbere bildiği yere ulaşmasına izin verdi. Parmak uçlarında beliren fotoğrafla gözlerini kıstı. Sinirden göz bebekleri titredi, debelendi sessizce.

"Güzel kadın vesselam."

Mete, bileklerindeki zinciri sertçe çekiştirdi.

"Bu kim beyim?" diye sorduğunda terörist, Mete'nin başı döndü. Yutkunamadı, nefes alamadı. Bir ay önce eline geçen, Asena'nın maskeli yüzü ve kamuflaj üniformalı bedeni, şimdi şerefsizlerin elindeydi.

"Duru bir güzelliği var, yazık olacak."

Mete, bir kez daha bileklerine bağlı zinciri çekiştirdi. "Senin evveliyatını sikerim!"

Azad, umursamadı ve elindeki fotoğrafı Mete'nin gözlerinin önünde yırttı. Yere düşen parçaların üzerine basarak Mete'ye bir adım yürüdü.

"Sevdiklerini tek tek sen öldüreceksin ama seni bir tek ben öldüreceğim." diye fısıldadı, Azad. İyice Mete'nin önüne yaklaştığında Mete, zincirlere bağlıyken sıçradı ve Azad'ın boynuna bacaklarını dolayıp yere vurdu. Bileklerindeki zincir şangırtıyla yere düşerken bakışları timinde gezindi. Hepsi teröristleri ayakları arasında etkisiz hâle getirmişti.

"Beni öldürmen gerekirken hep kucağımda oluyorsun be Azad. Şimdi sen söyle."

Mete, Azad'ın et kaplı gözüne parmaklarını bastırdığında Azad'ın dudaklarından büyük bir haykırış koptu.

"SANA BEN NE YAPAYIM AZAD!" diye kükredi. Bir anda Azad'ı altına alıp delicesine yumruklarını vurmaya başladı. Ardı arkası kesilmeyen darbelerinin arasından çok geçmeden Azad'ın yüzü kırmızı renge bürüdü.

Çilingir, "Bozkurt, tamam artık. Çıkmalıyız." dedi, Zirve ve Bozkurt'u sertçe kolundan tutup yürütmeye başladı.

"Zirve, dikkat et." diye bağırdı, Kokarca. Bozkurt, hızla Zirve'nin önüne atladığında silah patladı.

"Komutanım!"

"Mete!"

Zirve, silahını ona doğru tutan Azad'a bir adımda yetişti ve eline bir tekme attı. Yakasını tuttuğu gibi önünde diz çöktürdü ve silahın namlusunu ağzına soktu.

"Hm. Iııı?"

Zirve, öfkeyle gözlerini kıstı ve Kokarca'ya baktı.

"Durumu nasıl, Kokarca?"

"Acilen hastaneye yetişmesi gerekiyor."

"Ihııhıh!"

Zirve, ağzında namlu olmasına rağmen gülen adama baktı. Sanki o vurulmuşçasına canı yanıyor ve parçalanıyordu.

"İt herif. Çok bile yaşadın." dedi ve tetiği çekti. Adamın bedenini bir böcekmişçesine tekmeleyip ittirdi. Silahı beline takarken yerde yatan ikizini sırtladı.

'Ölme, sakın ölme Bozkurt.' diye söylendi kendi içine.

Zirve sinirle, "Atmaca, burası Cudi. Bir yaralımız var, geri dönüyoruz." diye durum bildirdi. Zirve'nin telsizine cevap gecikmedi.

"Zirve, burası Merkez. Yaralı kim?"

Zirve, dişlerini sıkarken adımlarını hızlandırdı. Sırtında hissettiği kalp atışları yavaşlamaya başlamıştı.

"Bozkurt." diye cevapladığında karşı tarafın telsiz bağlantısı koptu. Çok geçmeden yeni bir bağlantıya bağlanıldığında gür bir ses bütün timin kulaklarında yankılandı.

"Derhal saat dokuz yönüne inen helikoptere binin. Sizi İzmir'de bizzat kendim karşılaşacağım. Ben Çakır, Bozkurt'u bana sağ salim getir Zirve!"

 

 

🏔️

23 Kasım 2019 / İzmir

Mete Mert Çakır, Ağzından

Gözlerimi açmaya çalıştığımda, sanki karanlık beni bırakmamaya yemin etmiş gibiydi. Hafif bir uğultu kulaklarımda yankılanıyor, derinlerden gelen bir fısıltı gibi zihnimi kemiriyordu. Hava ağırdı, ciğerlerime dolan her nefes sanki bıçak gibi keskin. Kendime geldiğimde ilk hissettiğim şey, göğsümde yanan bir acıydı. İnce ama derine işleyen bir sancı. Vurulduğum anın yankısı, bedenimde hala hissediliyordu.

Soğuk bir demirin etimi delip geçtiği o an...

Göz kapaklarım yavaşça aralandı. Beyaz bir tavan. Steril ve keskin bir ilaç kokusu. Sesler arka planda boğuk bir şekilde yankılanıyordu; bir adamın telaşlı sesi, uzaklardan gelen bir monitörün düzenli bip sesi. Nerede olduğumu anlamam birkaç saniyemi aldı. Hastanedeydim ve hayattaydım.

Odamdaki ışık gözlerime fazla geldi, sanki her şey olması gerektiğinden daha parlaktı. Yavaşça başımı çevirdim. Kolumda bağlı bir serum, göğsümde sıkıca sarılmış bir bandaj. Hareket etmek zor, hatta düşünmek bile zordu. Soluklanmaya çalışırken, her nefesin sancımı daha da artırdığını hissettim ama o an bu acı, hayatta olduğumun kanıtı gibiydi.

"Mete!"

Caner'in sesi, zihnimdeki bulanıklığı delip geçti. Hızla bana doğru yaklaştı. Gözlerim hâlâ net görmüyordu ama onun siluetini seçebiliyordum. İkizimin yüzündeki endişe açıkça okunuyordu; sanki sadece benim değil, kendisinin de nefesini tuttuğu bir an yaşanıyordu.

"İyisin, değil mi?" dedi, sesi titrek ama içinde bir umut taşıyordu. Gözleri üzerimdeydi, benden bir cevap almak için sabırsızlanıyordu.

Göğsümdeki ağırlığı ve ciğerlerimdeki yanmayı hissettim. Güçlükle başımı ona doğru çevirdim, kelimeler dudaklarımda şekillenirken boğazımdaki kuruluk sanki konuşmamı engellemeye çalışıyordu.

"Neredeyiz?" dedim sonunda, sesim zayıf ama yeterince netti. Dudaklarım çatlamıştı, her kelimeyi söylemek bir mücadeleydi.

Caner'in derin bir nefes alıp omuzlarının biraz rahatladığını hissettim. "İzmir'e geldik," dedi. Sesi bu kez daha kararlıydı ama yüzünde hâlâ o bitmek bilmeyen kaygı vardı.

"Tim iyi mi?" diye sordum, kelimelerim zorla çıkarken gözlerimi hafifçe kapattım.

Caner, bir an sessiz kaldı. Bu sessizlik, bir ölüm sessizliği gibi, saniyeleri uzattı. Derin bir nefes aldı ve elimi hafifçe sıktı.

"İyiler," dedi sonunda ama sesinde bir şeyler eksikti, bir tereddüt ya da bastırılmış bir gerçek. "Herkes iyi."

Gözlerimi açmaya çalıştım ama bedenim beni dinlemiyordu. Caner'in o sözlerinde bir şey vardı; saklanmaya çalışılan, ama benim bir şekilde hissettiğim bir gerçek.

"Bana yalan söyleme," dedim, sesim çatallaşsa da bu cümleye bir otorite yerleştirmiştim. Gözlerimi açıp ona baktığımda bir an duraksadı. Gözleri hafifçe benden kaçarken yüzünde bir gölge gibi beliren suçluluğu gördüm. Derin bir nefes daha aldı, bu seferki daha zorlayıcıydı.

"Mete..." dedi fısıldar gibi. O ismi söylerken sanki cümlesinin devamı dilinde düğümlenmişti.

"Çilingir'in tayini çıktı," diye ekledi sonunda, sesi normalden daha düşük bir tonda. "Hakkari'deki bir timin komutanı olacakmış."

Bir anlık bir sessizlik, sözlerinin ağırlığını daha da hissettirdi. Göğsümdeki acı, bir an için yeniden derinleşti. Buz gibi bir gerçekti. Çilingir, savaşın başka bir cephesine gidiyordu ama onun için bu bir görevdi.

Bizim içinse bir veda.

Caner'e baktım; yüzünde, kelimelerle anlatılmayacak kadar karmaşık bir ifade vardı. Hem suçluluk hem de çaresizlik taşıyordu.

"Cudi operasyonu benden çok şey çaldı be Caner," dedim, her kelimeyi sanki göğsümden sökerek çıkarıyordum. "Önce sevdiğim kadını, beyni olmayan şerefsizlerin önüne meze olarak koydum." Sesim bir an duraksadı, acı ve öfkeyle karışık bir titremeyle devam ettim. "Ardından da Çilingir'i kaybettim. Peki şimdi ne var? Bundan sonra ne yapacağız?"

Caner'in gözleri benden kaçtı, elleri istemsizce dizlerinde gezindi. Sustu. Sadece sessiz bir baş sallama, çaresizliğini anlatmaya yetiyordu.

Sonunda derin bir nefes aldı ve başını hafifçe kaldırarak, "Yarın babamla mezarlığa, annemin şehitliğine ziyarete gidecekmişiz," dedi. Sesindeki hüzün, odadaki havayı daha da ağırlaştırmıştı.

Başımı yavaşça salladım ve gözlerim göğsümdeki sargıya kaydı. Sanki bu sargı, yalnızca bir yara bandı değil, tüm yaşadıklarımın sessiz bir özeti gibiydi.

"Yarına kadar toparlarım ben," dedim, acıya rağmen dudaklarımda hafif bir tebessüm belirdi. "İlk kurşunum değil nasıl olsa, bağışıklık kazandım artık."

Caner, yüzünde beliren kırık bir gülümsemeyle bana baktı ama gözlerinin derinlerinde, ikimizin de saklamak için çabaladığı bir gerçek vardı: Bu yara, ne kadar bağışıklık kazanırsak kazanalım, içimizde başka bir yerden iz bırakacaktı.

"Merhaba, Mete Mert Çakır?"

Caner, arkasını döndüğünde biraz geri çekildi. Elinde bir demet çiçekle bekleyen kurye elindeki çiçeklerle bize yaklaştığında Caner, hızlı davrandı ve çiçeğe doğru elini uzattı. Kurye, bir şey demeden ayrıldığında bakışlarım Caner'e çevrildi.

"Rüzgâr çiçeği mi o?" diye sorguladığımda Caner'in gözleri benimkilere çevrildi. Kafasını ağırca salladığında sağ dudağımın kenarı hafifçe kıvrıldı. Caner, suratımdaki ifadeyi fark ettiğinde kafamı iki yana salladım.

"Rüzgâr çiçeği gibi savruldu hayatta. Ne kök salabildi ne de bir yere ait hissedebildi."

Caner'in gözleri irileşti.

"Zafir mi göndermiş?"

Gülümsememi genişletip kafamı salladığımda odanın kapısı kapandı. Yüzündeki kar maskesiyle bize gülümseyen adama baktığımda Caner, dudakları aralı bir şekilde Zafir'e baktı. Zafir'in bakışları ise bende takılmıştı.

"Serçava be, komandoyê min."

Geçmiş olsun komutanım.

Dişlerimi gösterircesine sırıttığımda bir adım bana doğru yaklaştı ve maskesini alnına doğru yükseltti. Yüzündeki parlaklığı görmeyi çok özlemiştim.

"Tu çawa fêm kir ku ez hatim birîn?" (Vurulduğumu nasıl öğrendin?) diye sorduğumda benim gibi dişlerini gösterircesine gülümsedi.

"Ez şewqekim, tu ji bîr kirî?"

Ben bir gölgeyim, unuttunuz mu?

Kafamı iki yana sallayıp hafifçe gülümsememi küçük bir tebessüme dönüştürdüm.

"Karîyera te çawa dipêşe?"

Görevin nasıl gidiyor?

Ahmet'in siyah gözlerindeki yorgunluk belli olabilecek kadar çoğaldı. Derin bir nefes aldığında farkında olmadan kaşlarım çatıldı ve onunla birlikte nefes aldım. Yanağının içini gergince ısırdığında kaşları çatıldı ve bakışlarını göğsümdeki sargı bezine çevirdi. Çok oyalanmadan yeniden gözlerimin içine baktı.

"Bünyamîn, rêyan xelet girt Bozkurt."

Bünyamin, yanlış yollara girdi Bozkurt.

Kaşlarımın biraz daha çatıldığını fark ettiğimde dişlerimin de öfke tohumlarına eşlik ettiğini fark ettim. Ahmet, bakışlarımın sertleştiğini fark ettiğinde çenesi hafifçe kaldırdı ve başını biraz sağa doğru eğdi.

"Di pêş de, gelek karên xerab dê li ser me were."

İleride başımıza çok kötü işler açacak.

Çenemi dikleştirip derince yutkundum.

"Heke wisa, berdewam bikevin şopandin Zafir. Heta ku ez te vegerînim."

O halde takibe devam et Zafir. Ta ki ben seni geri çağırana kadar.

Ahmet'in bakışları koyulaştığında sağ dudağımın kenarı öfkeyle kıvrıldı.

"Rojekê, tu herwiha di berê min de têbînî û ew roj ji bo wî planên xweş hene."

Bir gün elbet karşıma dikilecek ve o gün onun için güzel planlarım var.

Cümlemden sonra dişlerimi sıkıp bıraktım.

"Betrîya welatê dê bi cîhê xwe bidest xistinê."

Vatana ihanetin bedelini ödeyecek.

🍃

12 Nisan 2022 / Şırnak

Mete Mert Çakır, Ağzından

İçimdeki Bozkurt'un her an uyanmaya hazır vahşi hışmı, artık herkesi yaralamaya ant içmişti.

Arabanın yanına yaklaştığım elimi kabanımın cebine sokup anahtarı çıkarttım. Kilidi açıp kulpu çektim ve kapıyı açıp şoför koltuğuna oturdum. Kabanımın solundaki telefonu çıkartıp ekranı kaydırdım. Bozkurt'un ölüm sessizliği yeniden vücudumda yerini aldığında parmaklarımın hemen altındaki numaraya bastım. İki çalış sonrası telefonun ucundan hışırtılı bir ses geldi.

"Fermana te ye, komandânê min."

Emret komutanım.

Bozkurt'un gözünden kan aktı. O an nefesim değişti. Öfke ve soğukkanlılık arasındaki ince çizgide yürürken her kelime, içimde patlayan bir volkanın külünden doğdu.

"De-MA ve-ge-ri-YAN-ê HA-te! BÜN-ya-MİN-ê MİN bî-NİN, ZA-FİR!"

Artık, geri dönme zamanı geldi! Bünyamin'i bana bul, Zafir!

Telefonun ucundaki hışırtı biraz daha arttı. Sessizliğin ardından Zafir'in derin bir nefes alışını duyabiliyordum. Onun her zaman soğukkanlı, mesafeli yapısı bir anlığına bile olsa kırılmıştı.

"Di kêşêk heye ser komutanê min?"

Bir sorun mu oldu komutanım?

Eğer Bünyamin'i bulamazsam, dünyada hiçbir şeyin anlamı olmayacaktı. O, her şeyin başlangıcıydı ve şimdi sona yaklaşıyorduk.

"Ew pûştê, li ber çavên min, şehûrê minê xwe bi namlû ve girêdîye Ahmet. Heft gulanên bîrê jê hatin. Yek serbazê pîr, di dawiya de, ji ber wê sîper bû û niha ew ciwan têkiliya jiyanê da ku ber bi hêvî dema xwe bike."

O puşt herif, benim gözümün önünde hatunuma namlu çevirdi Ahmet. Yedi tane kurşun sıktı. Bir tane yiğit askerimiz, son anda ona siper oldu ve şu an o genç hayata tutunmaya çalışıyor.

"Bora ji vê re agahdariya heye?" diye sorduğunda derin bir nefes vermek zorunda kaldım. Gördüğüm en temiz kalpli, sırtımı yasladığımın dağımın abisi çürüktü. Abisinin çürük olması tabii ki de onunla aramdaki senelerin önüne geçemezdi ki Çilingir'de bunun farkındaydı. Haberi vardı.

"Gelo heye, çimkî du rojan e ku min wê re têkiliyê nedikirim. Gelek heye ku ew jî li ser gava xwe ya birayê wî digire."

Sanırım var, çünkü iki günden beri ona ulaşamıyorum. Büyük ihtimalle o da abisinin peşine düştü.

"Biçî navê hespê, Çilingirê bibîr û ez ê vegerim."

Kurt inine geç, Çilingir'i bulup geleceğim.

Parmaklarımın arasındaki telefondaki arama sonlandığında ekranı kapattım ve arabanın üzerindeki tutacağa sabitleyip motoru çalıştırdım. Motorun uğultusu, sessizliğin boğucu ağırlığını delip geçti. Şırnak'ın gece karanlığına karışan toprak yolda ilerlerken, geçmişin ağır yükü ve geleceğin belirsizliği içimde bir yerlerde savaşıyordu. Direksiyona yapışan ellerim, kontrol etmeye çalıştığım öfkemle kasılmıştı.

Bozkurt içimde kükremeye devam ediyordu. Bünyamin'in adını zihnimden silebilmem için onunla yüzleşmem gerekiyordu. Onu bulacak ve hesap soracaktım.

Yarım saatin sonunda arabayı sert bir dönüşle toprak yoldan çıkarıp dağlık bir alana yönlendirdim. Yüksek kayaların arasında, gecenin sessizliği bir anlığına bozuldu. Uzaktan bir aracın far ışıkları göründü. Yaklaştığımda arabayı kenara çektim ve motoru kapattım. Arabadan inip biraz onlara doğru yaklaştım. Gecenin soğuk rüzgârı, Nisan ayında olmamıza rağmen adeta kanımı donduruyordu.

Çilingir ve Ahmet; ellerinde sigarayla, aracının kaputuna yaslanmış bekliyordu. Çilingir'in bakışları beni bulduğu an, toprak zemine doğru indi. Parmaklarının arasındaki sigarayı dudaklarına götürüp sertçe çekti ve üfledi. Ahmet'in bakışlarını üzerimde hissetsem de gözlerimi Çilingir'de tutmaya devam ettim.

"Neden bana haber vermedin?" diye konuştuğumda Çilingir'in sigarayı tutan parmakları dudaklarının önünde kaldı. Kaşlarını çattığında sigarayı yeniden dudaklarına sıkıştırdı. Süngeri saran işaret ve orta parmağını çekti, onun yerine baş ve orta parmağıyla sigarayı tuttu. Üst üstüne çektiği iki nefesten sonra sigarayı dudaklarından çekti. Ayaklarının dibine atıp sağ ayağıyla ezdi.

Konuşmayacak mıydı?

Ama ben bu gece, en çok onun konuşmasını istiyordum.

"Bora." diye seslendiğimde gözlerinin üzerine göz kapaklarını devirdi. Yükselip alçalan omuzlarından sonra açtı ve kafasını kaldırıp bana baktı.

"Benim senin yüzüne bakacak cesaretim yok."

Kurduğu cümleyle kaşlarımı çattım.

"Sikik sikik konuşma. Beni de gece gece dellendirme. Ben sana sadece 'Neden bana haber vermedin?' diye sordum. Yüzüme bakacak cesaretin var mı diye sormadım Çilingir."

Çilingir'in çene kemikleri gerildiğinde kafasını iki yana salladı.

"O puştun size ne yaptığını öğrendim. Ondan dolayı ortalarda yoktum. Her yerde onu aradım. Bulduğum yerde kafasına sıkacaktım ama bulamadım." diye konuştuğunda kafamı iki yana salladım. İşaret parmağımla Ahmet'i gösterdim.

"Bu adamı keyfimden mi görevi bittikten sonra Bünyamin'in peşine taktım." İşaret parmağımı indirmeden avcumu açtım. "Bünyamin'in içine neyin ekildiğini 2017'den beri biliyoruz. Biz o Cudi Dağı'na keyfimizden mi çıktık lan! Belki buluruz da ortadan bir şerefsizi kaldırırız diye çıkmadık mı?" diye bağırdığımda iki adımda önlerine geçtim.

"Ben sana sordum." dedikten sonra kaşlarımı çatıp yüzüne doğru eğildim. "O puştun biletini kestiğim gün sana bir soru sordum. Dedim ki; 'Çilingir, yarın bir gün, kader bu ya, ateş altına girersek, biraderimiz dediğimiz o insan, bize ateş açarsa sen ne yaparsın?' diye sordum. Sormadın diyemezdin, sordum!"

Doğrulup çenemi kaldırdım. Kaşlarım alnımın ortasında büzüştüğünde kafamı iki yana salladım.

"Sen de 'Dilsiz cellat, günü gelir ağzını açarsa ilk kurşunu ben sıkarım.' dedin. Sen o gün, ben Bünyamin'i şutladığımda kafandan kendi biraderini sildin. Trabzon'a geldiğinde bilerek karşıma çıkartmadık mı oğlum? İçimize çekmek istemedik mi? Sen niye benden habersiz kayboldun ortadan Çilingir?" derken sonlara doğru sesim kısılmıştı.

Çilingir'in yere çevrilmiş bakışları bana çevrildiğinde kafamı iki yana salladım. Karşımda karıma silah çektiler lan! Sen niye yanımda yoktun? Sen benim dağım değil miydin? Gözlerimin dolduğunu gördüğünde kaşları çatıldı. Ruhum kasıldı, ciğerlerime hava çektim.

"2019'dan beri o bizim düşmanımız. Düşman kurşun sıktı bize, senin biraderin değil. Senin biraderin, Ahmet'in mezarında oğlum... Biz o gün Ahmet'in mezarını kazdığımızda Bünyamin'i gömdük."

Sağ gözümden yanağıma akan yaşla dişlerimi sıkıp sola doğru baktım. Sol elimle yanağıma dökülen yaşları silip yeniden Çilingir'e baktım. Sağ elimi havaya kaldırıp parmaklarımı birbirine yaklaştırdım.

"Bir genç yaa, dalyan gibi, daha 25 yaşında bir delikanlı yaa; Eyşan'ın önünde siper oldu Çilingir. Kafamı çıkartamadım yaa!" Hıçkırığım dudaklarımın arasından kaçtığında dolan gözlerimi kırpıştırdım. Yaşlar yanağımdan akmaya devam etti. Derin bir nefes çekip ellerimi ceplerime soktum ve bir adım geriledim.

"Deniz, Eyşan'ı koruyacak diye yedi tane kurşun yedi sırtına Çilingir. Her birinin Eyşan'a saplanacak olması beni sik gibi düşüncelere boğuyor. Sen niye bana haber vermeden yola çıkıyorsun yaa? Ben delirirsem beni kimse tutamaz. Geleni geçeni vururum, önüme kim çıkarsa görmem."

Ellerimi ceplerimden çıkartıp derin bir nefes aldım ve elimi yüzüme çıkarttım. Avuçlarıma sürerek gözyaşlarımı sildim ve yeniden ellerimi ceplerime soktum. Bakışlarım Ahmet'e çevrildiğinde bakışlarını yerde olduğunu fark ettim.

"Ahmet, biz bu kancığı nerede bulacağız?" diye sorduğumda bakışlarını gözlerime çevirdi. Siyah harelerinin kenarındaki beyazlıklardaki kırmızı çizgiler, birer urgan misali boynuma dolandı. Ömrümüz, kalleşlerle uğraşmakla geçiyordu ve her seferinde yine yaralanan bizler oluyorduk.

"Kuyruğu kısmıştır, hemen ortaya çıkmaz. Küçük balıkları bir yakalayalım. Küçük balıklardan belki birisi dişine denk gelecek türden olur, yemleriz, oltaya gelir." dedi, çatallaşmış sesiyle.

Kafamı sallayıp Çilingir'e baktım. Gözlerindeki mahcubiyet duygusu, ruhumun en derinliklerindeki o gencin bakışlarıyla aynıydı. İşaret parmağımı havaya kaldırıp hafifçe salladım.

"Bir daha sakın, sakın bensiz iş yapma. Bu hayatta kırmayacağım sayılı insandan birisin. Güvenmeseydim, sırtımı sana yaslamazdım Bora. Benim sırtımı, senden başka kimse taşıyamaz."

İşaret parmağımı yüzünden çekip ona doğru bir adım attım ve ensesinden tutup sağ omzuma alnını bastırdım. Omuzlarını düşürüp hıçkırdığında dudağımı büzüp sol elimi sırtına bıraktım. Ne kadar süre o şekilde kaldık bilmiyordum. Hıçkırıkları iç çekişlere döndüğünde yavaşça elimi sırtından çekip ellerimi kollarının iki yanına koyup geriye doğru doğrulttum.

"Bozkurt."

Ahmet'in seslenmesiyle bakışlarımı ona çevirdim.

"Nevo'yu götürelim mi o çocuğun yanına?" diye sorduğunda kaşlarımı sorgularcasına çattım.

"Nevo kim?" diye sorduğumda elini ceplerinden çıkartıp göğsünde bağladı.

"Görev zamanında bir doktor ile tanıştım. Kendisi bir numaralı askeri tabip. Çıkartamadığı kurşun yokmuş. Bahsettiğin çocuğun sırtına yedi kurşun girdiyse durum biraz ciddi olabilir. Kurşun nerelerine isabet etmiş?" diye sorduğunda derin bir nefes aldım.

"Böbrek üstü, kulunç kemiği ve omurga." dediğimde kaşları çatık bir şekilde gözlerini kaçırdı.

"Omurga beni korkutuyor. Nevo'yu arayıp onu, o çocuğun yanına götürelim." dediğinde yutkundum ve derin bir nefes aldım. Kafamı salladığımda ise elini cebine sokup telefonunu çıkarttı. Ekranı açtığında siyah gözlerini parlaklıktan dolayı hafifçe kıstı ve baş parmağını ekranın üzerinde kaydırdı. Bir süre sonra basıp hoparlöre aldı.

"Alo?"

"Nevo, amade yî?" diye sordu.

"Azad im Zafir, hinek heye?"

Müsaidim Zafir, bir sorun mu var?

Ahmet, kaşlarını çatıp bakışlarını ekrana çevirdi.

"Keçikek heye, 25 salî, leşker e. Ji piştê wî heft gulan derxistin. Serê bîrçiyan, pelçeya kulunc û şîroş. Dikare tu alîkarî me bikî?"

Bir genç var, 25 yaşında, asker. Sırtından yedi tane kurşun çıkartılmış. Böbrek üstü, kulunç kemiği ve omurga. Bize yardımcı olabilir misin?

"Belê, alîkarî dikim. Di çî bîmarestaneyê de radibe?"

Tabii ki de yardımcı olurum. Hangi hastanede yatıyor?

Ahmet'in bakışları beni buldu.

"Şırnak Devlet Hastanesi." diye fısıldadığımda yeniden ekrana döndü.

"Nexweşxaneya Dewletê ya Şirnexê."

"Di nîv saetê de ê meke. Heke zû bîm, li derî deqim."

Yarım saate oradayım. Erken gelirsem, kapıda beklerim.

Ahmet, telefonu küçük bir uğurlamayla kapattığında bakışları Çilingir ile bende gezindi.

"Duydunuz, yarım saate geçerim dedi. Yavaştan yola koyulalım." dedi ve kaputtan ayrıldı. Şoför koltuğuna ilerlediğinde bakışlarımı Çilingir'e çevirdim.

"Benim arabaya geç." dedim ve büyük adımlarla şoför koltuğuna doğru adımladım. Peşimden gelen adım sesleriyle arabanın kapısını açıp kendimi koltuğa bıraktım. Kapıyı kapatıp arkama yaslandığımda Çilingir, seri bir hareketle yan koltuğa oturdu. Aracı geri vitese takıp ani bir manevrayla geriye doğru gaza bastım ve direksiyonu çevirerek geri dönüş yoluna girdim. Dikiz aynasına kısa bir bakış attığımda Ahmet'in peşimize takıldığını fark ettim.

Elimi camın önündeki sigara paketine uzatıp avcuma sıkıştırdım. Baş parmağımla kapağını aralayıp bir dalı yukarıya sürükledim ve dudaklarıma sıkıştırıp paketi cama doğru savurdum.

"Çakmağın var mı?" diye sordum, gözümü yoldan ayırmadan. Çilingir'in sessizliği, içerideki havayı daha da ağırlaştırıyordu. Soruya cevap yerine bir hareket bekliyordum ve beklediğim gibi oldu. Cebinden bir Zippo çıkarıp tık diye açtı. Alevin parıltısı göz ucuma yansıdı.

Dudaklarıma sıkıştırdığım sigarayı yaktıktan sonra camı yarıya kadar indirdim ve ilk nefesi derin bir şekilde çektim. Duman boğazımı yakarken, dikiz aynasından Ahmet'in farlarını kontrol ediyordum.

Araba bir an sarsıldı; virajı hızla dönerken lastikler asfalta inatla yapışmaya çalışıyordu. Çilingir yan koltuğa hafifçe tutundu ama herhangi bir şikâyette bulunmadı. Her zamanki gibi taş gibi sağlamdı ya da öyle görünmeye devam ediyordu.

"Bu kadar sert kullanmasan da olurdu," dedi nihayet.

"Sen de biraz sert konuşmayı öğrenebilirdin," dedim, sesim alaycı çıkmış olmalıydı.

Bir anlık sessizlik oldu. Camdan süzülen rüzgârın sesi kabin içinde uğulduyordu. Çilingir gözlerini camın dışında bir yere dikmişti ama belli ki sözlerim ona ulaşmıştı.

"Sert konuşmak, dostlara karşı fayda etmez," diye yanıt verdi nihayet.

Ona dönüp baktım. Göz göze gelmedik ama cümlesinin ağırlığını hissettim. İçimde bir yer, o an sertçe sarsıldı. Bir süre yalnızca motorun homurtusu ve rüzgârın arabanın etrafında dolaşan fısıltısı duyuldu. Sigaramdan derin bir nefes daha alıp külleri açık camdan dışarı silktim. Çilingir'in sözleri zihnimin köşelerinde yankılanıyordu, sanki kasıtlı olarak sustuğum yerleri doldurmak istercesine.

"Dostlara karşı fayda etmez, ha?" dedim, yarı gülümsemeyle. "O yüzden mi, yıllardır hep susmayı tercih ediyorsun?"

Bu kez başını bana çevirdi. Yüzündeki ifadeyi çözümlenemeyecek kadar katı buldum. Çilingir'in o donuk yüzünün arkasında ne sakladığını hep merak etmişimdir ama bu gece bunun için doğru zaman değildi.

"Sustuğum yerleri sen dolduruyorsun zaten," dedi, hiç tereddüt etmeden.

Bir an için gözlerimi yoldan ayırıp ona baktım. Bu cümlede hem gerçek vardı hem de biraz sitem. "Bu gece konuşmak istiyor gibisin," dedim, alaycılığı daha da keskinleştirerek.

"Belki de" dedi, bakışlarını tekrar camdan dışarıya çevirirken. "Ama dinleyebilecek durumda mısın, emin değilim."

Güldüm ama bu gülüş sert ve boştu. "Dinleyecek durumda olmak mı? Komik olan ne biliyor musun, Çilingir? Bize asla dinlemek için zaman tanımadılar. Hep bir karar, hep bir hamle... Anlamayı, hatta durmayı hiç öğrenemedik."

"Seni anlayan tek kişi olduğunu sanıyorsun," dedi sessizce, ama sesi o kadar netti ki söyledikleri kulaklarımı doldurdu. "Ama yalnız değilsin, Mete. Hiçbir zaman olmadın."

Bu sözler kalbimde bir yerlere dokundu. Gözlerimi tekrar yola çevirdim ama hissettiğim o anlık ağırlık yakamı bırakmıyordu.

"Yalnız olmak," dedim, daha çok kendime. "Belki de bir tercih değil, alışkanlıktır."

Bu sefer konuşmadı, parmaklarımın arasına sıkıştırdığım sigarayı dışarıya fırlattım. O ağır sessizlik bir kez daha üzerimize çöktü ama bu kez daha farklı bir tonda. Bir süre sonra hastaneye doğru yaklaştığımızda açık otoparka doğru direksiyonu çevirdim. Aracı park ettiğimde bakışlarımı Çilingir'e çevirdim.

"Hiçbir şey senin suçun değildi."

Sözlerim, araç içinde asılı kalan o sessizliğe saplanmış bir bıçak gibiydi. Çilingir başını bana çevirdi ama yüzündeki ifade en ufak bir şey yansıtmıyordu. Ne şaşkınlık ne de rahatlama. Gözleri yalnızca derin bir boşluğa bakıyor gibiydi.

Bir süre konuşmadı, sanki bu cümleyi zihninde evirip çeviriyordu. Onun sessizliği karşısında içimde bir huzursuzluk kıpırdanmaya başladı. Elimi direksiyonun üzerinde bir kez daha sıktım, gevşettim.

"Benim suçum olmasaydı, sonuç bu kadar ağır olmazdı," dedi sonunda, sesi alçak ama keskin.

Kaşlarımı çattım. "Sonuçlar her zaman bizim elimizde değildir, Çilingir. Ama sorumluluğu omuzlamaya gelince, herkes kendini suçlu ilan eder."

"Sen de böyle yapmıyor musun?" diye sordu, gözlerini yüzüme dikerek. "Herkesi kurtarmak için kendini yakıyorsun ama sonra dönüp hepimizin yapamadıkları için kendine yükleniyorsun. Benimle aynı şey, Mete."

Sözleri boğazıma düğümlendi. Haklıydı ama bunu kabul etmek istemiyordum. Direksiyonun başında o an bir asker gibi değil, sadece omuzları ağır bir yükle çökmüş biri gibi hissettim.

"Ben bu yükle yaşamaya alışkınım," dedim sonunda, sessizliği bıçak gibi keserek.

"Ben de," diye karşılık verdi, dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme. "Ama bazı yükleri paylaşmak, onları daha hafif yapar."

O an, hastanenin önündeki neon ışıkların altında Çilingir'in yüzüne bir kez daha baktım. Belki de haklıydı ama bu gece, bunu itiraf edecek kadar güçlü hissetmiyordum. Dudaklarımda yarım bir gülümsemeyle başımı salladım ve kapıyı açıp dışarı çıktım. Çilingir de kapısını açıp dışarı çıktı. Ayaklarımızın altında asfalta yapışan o derin yankı, sessizliğimizin dili olmuştu. Ama bu kez sessizlik bir yük değil, bir anlayış gibiydi.

Hastanenin girişinde elleri cebinde bekleyen; üzerinde bej renginde bir pardösü, altında da siyah pantolon olan birisi vardı. İçine giydiği siyah boğazlı kazağı düzeltirken bakışlarımı Ahmet'in arabasına çevirdim. Ahmet, yüzündeki maskeyi düzeltip bana baktığında kafamı eğip kaldırdım. Bir süre daha yüzünü saklaması gerekliydi.

Hastane kapısına yaklaştığımızda pardösülü adam, ellerini cebinden çıkarmadan hafifçe doğruldu ve başını eğerek selam verdi. Donuk yeşil gözleri vardı ama Ahmet'e çevrildiğinde hafifçe kırıldığını fark ettim. Ahmet, eliyle beni gösterdi.

"Ev mirov serokê min e. Bozkurtê Çiyayê, navê wî Mete Mert Çakır."

Bu kişi benim liderim. Dağların Bozkurt'u, namı değer Mete Mert Çakır.

Donuk yeşillerini bana çevirdiğinde burukça gülümsedi ve kafasını eğip kaldırdı.

"Bi xweşî têgihiştim. Navê te gelek caran bişînim, lê şansê xwe re îro diyar nekir. Ez jî Nevruz Çilan im, bi kîsî Nevo dikarin gotin."

Tanıştığıma memnun oldum. İsminizi çok duydum ama görme fırsatım olmamıştı. Bende Nevruz Çilan, kısaca Nevo diyebilirsiniz.

Onun yaptığı gibi yapıp kafamı ağırca eğip kaldırdım.

"Bi xweşî têgihiştim." (Memnun oldum)

Ahmet, eliyle içeriyi gösterdiğinde Nevo'yu, Ahmet ile ortama aldım. Çilingir, peşimizden bize eşlik ettiğinde ayak seslerimiz, hastanenin cam kapısından içeri girerken yankılandı.

🩹

13 Nisan 2022'ye bağlayan, 12 Nisan 2022 gecesi / Şırnak

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

Zamanın hasarlı dakikaları, bir bedeni iyileştirmek için çok yavaştı.

Her saniye, her nefes ne kadar ağır ne kadar boğucuydu. Bu beden, bana ait değilmiş gibi hissediyordum. Sanki bir yabancının içindeydim. Yavaşça parçalara ayrılacakmış gibi, her bir kemikte yankı yapan bir acı vardı. Ama acıdan çok, bir şeyin eksik olduğunu hissediyordum. Hissedemediğim bir yerim, bir parçam vardı. Ne kadar uğraşsam da ulaşamıyordum.

Bakışlarımın odağındaki Ayda'nın ve Deniz'in görüntüsü kalbimin derinliklerinde bir kırılmaya neden oluyordu. Bu şekilde olmasını hiç kimse istemezdi. Deniz, aşkına attığı ilk adıma, ilk kurşunla cevap vermişti. Gözlerimi sıkıca kapatıp açtığımda bakışlarım Selçuk ile kesişti. Caner ile bakışları sağa doğru çevrildiğinde Caner'in ayağa kalkıp ellerini ceplerine soktuğunu fark ettim.

Ağırca sola doğru baktığımda Mete, Çilingir ve yanında iki adam daha vardı. Bej renginde bir pardösü giymiş adamın yanında siyah, kar maskeli bir adam vardı. Gözlerimi Mete'ye çevirdiğimde yerdeki bakışlarını kaldırdı. İlk gördüğü gözler benimkiler oldu. O an, bir şeyin kesiştiğini, bir sınırın geçtiğini hissettim.

Bu gece, normal bir gece değildi.

O anın içinde, her şey hem başlamıştı hem de sona eriyordu.

Mete adımlarını, yanındaki kişilerden biraz daha hızlı atıp bana doğru yaklaştı. Karşıma geçtiğinde elini hafifçe sağ yanağıma yasladı. Mavi gözlerinin etrafındaki beyazlığın içindeki kırmızı çizgiler, ruhumda görünmez bir bağa dönüştü. O gözler, bir sağ gözüme bir de sola kaydığında derin bir nefes aldı.

"İyi misiniz?"

Sadece beni değil, çocuklarımızı da soruyordu.

Bir şey demeden kafamı salladığımda yeniden derin bir nefes aldı ve elini yanağımdan çekip arkasındaki adamlara döndü. Mete, gittiği yolda Çilingir'i de bulmuştu. O nasıldı? Abisinin böyle bir kalleşliğini çekmek zorunda kalması, onu nasıl bir ruh haline büründürmüştü?

Mete, sol eliyle pardösülü adamı işaret etti.

"Nevruz Çilan. Kendisi askeri bir tabip, bugün Deniz için buraya geldi. Sağlık durumunu kontrol edecek." diye bir cümle kurduğunda Kubilay, hafifçe oturduğu yerden kalktı ve onlara doğru yaklaştı. Nevruz dedikleri kişinin önüne geçtiğinde çenesini hafifçe kaldırdı. Gözleri, kahverengi bir ayazda donmuş bir göl gibi donmuş ama derinlerinde sakladığı bir sıcacık hayat vardı.

Kubilay, o askeri tabibe, "Kardeşimi sağ salim ayağa kaldırırsan, bir ömür kapında köle olurum." dediğinde içimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. O an, bir şeylerin yerle bir olduğunu, bir parçanın daha kaybolduğunu fark ettim. Kubilay'ın sesi kulağımda çınlarken, ben de kendimi bir yabancı gibi hissettim. O anki sözü, bir yemin gibiydi; ama içinde bana acı veren bir şey vardı. Kardeşine olan bağlılık, belki de hiç kimseye veremediğim türden bir sadakatti.

O cümleyi duyduğumda, gözlerimdeki bulanıklık biraz daha derinleşti. Küçük bir boşluk vardı, hissetmediğim, gözümden kaçan bir şey. Belki de o şey, sevgiye dair son kalan inancımı kaybetmemle ilgilidir. Kubilay'ın her sözcüğü bir yansıma gibiydi. O an bana bir şey hatırlatıyordu: İnsanların birbirine nasıl bağlandığını, nasıl sadık olduklarını ama bazen, sadece bazen, bağlılıklarını kendilerinden önceki acıların gölgesinde kaybettiklerini.

Kendimi hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim.

Mete, ağırca elini kaldırıp Kubilay'ın omzuna koyduğunda Kubilay, yavaşça Mete'ye baktı.

"Ümidini kaybetme Kubilay. Nevruz Bey, onun için buraya geldi. Deniz'e belki can, bize de umut olmak için geldi." dedi ve bakışlarını Caner'e çevirdi. Göz ucuyla Selçuk'a baktığımda normal ama şüpheyle kısılmış gözleriyle maskeli adamı süzüyordu.

"Caner, Çilingir ile Nevruz Bey'e eşlik edin, Deniz'in doktorunun yanına gidin." dedikten sonra Caner, kafasını salladığında Nevruz dedikleri tabip ve Çilingir ile büyük adımlarla sol koridora doğru yürümeye başladılar. Mete, yüzünde kar maskesi olan kişiye doğru döndüğünde herkesin bakışları merakla adamı süzüyordu, yalnızca bir kişi hariç.

Barış.

Dudağının sağ kenarı sinsi bir şekilde yukarıya doğru kıvrılmıştı. Kar maskeli adama kısa bir süreliğine baktığımda aynı şekilde o da Barış'a bakarak gülümsüyordu. Maskaesinin altındaki dudakları gerilmiş gibiydi. Mete, sol eliyle kar maskeli adamı gösterdi.

"Zafir, benim eski timimden. Kendisi şu anda görevde olduğu için maskesini çıkartmıyor. Görmezden gelin." dedi ve bakışlarını bana çevirmeden önce "Zafir, jina min Eyşane."

Kod adının Zafir olduğunu öğrendiğim adam, yerdeki gözlerini hiç bana çevirmeden başını hafifçe eğip kaldırdı.

"Bi xêr hatî xwişkê min." (Memnun oldum yenge.)

Kafamı ağırca salladım.

"Ez jî bi xêr hatim." (Bende memnun oldum.)

Zafir, şaşırarak Mete'ye baktı. Maskesinin altındaki dudaklarının büküldüğünü fark etmiştim. Çünkü kaşları yukarıya doğru kıvrılmıştı. Kürtçe konuşmamı beklememiş gibi bir hali vardı.

Mete, dudaklarına burukça bir tebessüm bürüdü ve derin bir nefes alıp Zafir'e eliyle Barış'ın yanındaki koltuğu işaret etti. Zafir, küçük iki adımla Barış'ın yanına oturup bakışlarını Barış'a yönlendirdiğinde Barış, elini kaldırıp onun sırtına koydu. İki kere yavaşça vurdu ve derin bir nefes alıp bakışlarını kaçırdı. Gözlerimi nedensiz bir şekilde Selçuk'a çevirdiğimde kırgın gözlerle Mete'ye bakıyordu.

"Bünyamin'i bulabilecek misiniz?" diye sorduğunda Mete, tek kaşını kaldırıp ona baktı. Mete'nin de gözlerinde bir pişmanlık dalgası vardı.

Kubilay, "O itin adını anıp durmayın." diye hafifçe mırıldandığında Selçuk, derin bir nefes verdi. Kubilay, Yonca'nın yanına oturduğunda Mete, Selçuk'un yanına oturup kulağına doğru eğildi. Tam konuşmaya başladığında bakışlarım dudaklarını okumak için dudaklarına kaymıştı ama hızla elini gerdi. Gözlerimi Selçuk'un bakışlarına diktiğimde Selçuk, sabit bir şekilde yere baktı. Bir süre sonra kafasını salladığında Mete, arkasına yaslanıp bakışlarını bana çevirdi.

Bakışları yorgunca gözlerimde gezindiğinde göğsünü öne ittirecek kadar büyük bir nefes çekti ve ayağa kalkıp bana doğru yaklaştı. Elini bana doğru uzattığında hiç beklemeden uzattığı elini aldım ve ayağa kalktım. Hiç kimseye bir şey demeden sola doğru yürümeye başladığında ona ayak uydurdum.

Hastanenin içindeki, dinlenme odalarından birine girdiğinde kapıyı kapattı ve kenardaki sarı koltuklara doğru yürüdü. Yavaşça beni oturtturup yanıma oturdu. Elleri yanaklarımda gezerken gözleri yüzümün her bir noktasında geziniyordu.

"Seninle o gün hakkında konuşmaktan kaçtım ama bir süre boyunca yanında olmayacağım. Ne kadar sürer bilmiyorum." dedi ve dudaklarını alnıma bastırdı.

"Çok korktum Eyşan." dedi, dudakları alnıma yaslıyken. "Ya o an yalnız olsaydın? Ya yanında kimse olmasaydı?"

Sözleri, içimde bir yerleri sızlatarak yankılandı. O an, ruhumun en derin köşelerinde bir yerlerde, karanlık bir gölge gibi belirdi korku. Mete'nin sesindeki tedirginlik, her kelimeyle içime işliyordu.

Gözlerimi kapatıp, derin bir nefes almak istedim ama sanki ciğerlerim bu nefesi almakta zorlanıyordu. Onun korkusunu hissetmek, bana daha da ağır geliyordu. Birlikte olduğumuz zamanlarda bile, onun korkusunu yüreğimin derinliklerinde bir ağırlık gibi taşıdım.

"O puştu bulmadan geri dönmeyeceğim. Sana, çocuklarımıza ve Deniz'e bunu reva gören o şerefsizi toprağın altına gömmeden sana geri dönmeyeceğim. O adamı karşına ben çıkarttım. Onu pençelerimin arasına almam için karşına geçirmek zorunda kalmıştım ama bunun olabileceğini hiç düşünmedim."

Mete'nin sözleri, sanki içimde bir volkanın patlamasına neden olmuştu. Her kelime, birer çekiç gibi kalbime vuruyordu. Onun bu kadar derin bir öfke ve korku içinde olduğunu görmek, ruhumu daha da yıkıyordu. Kendimi tekrar bir yabancı gibi hissediyordum, ama bu kez kendimi dışarıda değil, onun iç dünyasında kaybolmuş hissediyordum.

Mete, dudaklarını alnımdan çekip alnını yasladı. Dolu gözlerinden yanaklarına akan yaşları fark ettiğimde ellerimi yanaklarına koyup göz yaşlarını sildim. Alnını sürterek kafasını iki yana salladığında yüzünde çaresizliğin çizgilerini gördüm.

"Deniz'in bana bakışını aklımdan silemiyorum Eyşan." diye fısıldadı. Sesindeki acı burukluk sol yanağındaki elime bir yaşın daha düşmesine neden olmuştu.

Hıçkırarak, "Sırtına işlenen her kurşunda sarsılırken seni daha çok sardı. O kurşunlar size doğru akarken ben, kafamı çıkartamadım." dedi. Acı, yalnızca kelimelerde değil, her bir hareketinde, sesindeki titremede de vardı.

O kadar derin bir acıydı ki, sanki beni de içine çekiyordu. Gözlerinden süzülen yaşları görmek, adeta içimdeki boşluğu daha da büyütüyordu. O an, bir ömür boyu susmaya karar versem bile, hiçbir şeyin onu rahatlatamayacağını düşündüm. Onunla bu kadar yakından bağ kurmak, bu kadar derin acıyı hissetmek, kalbimi de parçalıyordu.

"Mete." diye fısıldadığımda alnını alnıma sürterek iki yana salladı.

Gözlerinden yağmurlar yağmaya başladığında "Ben çok özür dilerim. Seni koruyamadım, ben sizi koruyamadım, ben çocuklarımı koruyamadım. Ben bu zamana kadar seni dost bildiklerimden koruyamadım." deyip omuzlarını düşürdü. Gözlerini sıkıca kapatmasına rağmen, kirpiklerinin kenarlarından sızan damlalar içime akıyordu.

Bu boş odada, onun acısını hissetmek, kendimi o kadar çaresiz hissettirmişti ki, bir saniye bile bilemedim. Ne söylemeliyim? Ne yapmalıyım? Bu kadar ağır bir yükle, bu kadar derin acılarla nasıl baş edebilirdik?

Onun ruhunun kırılmasını görmek, kendi kırılganlığımın da yüzeye çıkmasına neden olmuştu. Her şey, birbirini içine alarak daha da karmaşıklaşıyordu. Ama bir şey kesin gibiydi: Bu yolculukta, birbirimize tutunarak var olmaktan başka bir şansımız yoktu.

Islanmış kirpikleri hafifçe aralandığında titreyen bakışları gözlerimde gezindi. O an, ne kadar kaybolsa da sanki her bir bakışı bana geri dönüyor gibiydi. İçindeki tüm çaresizlik, her göz kırpmasında bir iz bırakıyordu. Birbirimize yakın olmak ama aynı zamanda bir o kadar da uzak hissetmek, her şeyin anlamını değiştiren bir hâl alıyordu.

"Ben senden razıyım. Biz, senden razıyız." dediğimde, onun gözlerinde bir şeyler değişti. Belki de ilk kez bu kadar derin, bu kadar anlamlı bir bağ kurmuştuk. Zihninde dönen karmaşanın içinde, bu sözler bir nebze olsun onu rahatlatacak mıydı?

Mete'nin gözleri hala titriyordu ama bu kez bir umut, bir ışık vardı o karanlıkta. Kalbimde, her şeyin yoluna gireceğine dair küçük bir umut filizlenmişti. "Birlikte her şeyin üstesinden geliriz." dedim.

Baş parmaklarımla gözlerinin altındaki yaşları sildiğimde ellerini yanaklarımdan çekti ve ellerimi avcuna aldı. Dudaklarını avuçlarımın içine sürtüp parmaklarımın boğumlarını öptü.

O an, zaman sanki durmuş gibiydi. Ellerimin avuçlarında olduğunu hissetmek, bana ait olan her şeyin yeniden birleşmesi gibiydi. Dudakları, parmaklarımın boğumlarına her dokunduğunda kalbimde bir kıvılcım yankılandı. Birbirimizin acılarını, korkularını, yalnızlıklarını hissederek daha da yakınlaştık.

Mete'nin elleri, parmaklarımda gezinen o sıcaklık, bana bir şeyleri anlatıyordu. Kelimeler yerini sessizliğe bırakmıştı ama gözlerimizdeki o derin anlam, her şeyin farkındalığını taşıyordu. Dudaklarımda buruk bir tebessüm olduğunda iki elimle sağ elini tutup karnıma bastırdım.

"Bize sağ salim geri döneceksin, bize söz ver."

Mete'nin gözlerinde bir ateş yandı. Sol eliyle yanağımı okşayıp alnıma bir buse kondurdu ve gözlerimin içine bakarken burnunu burnuma sürttü.

"Sana tüm varlığım üzerine yemin ediyorum. Size, sağ salim geri döneceğim."

🩹

13 Nisan 2022 – 02:00

Yazar, Ağzından

Mete, direksiyonu sertçe çevirdi. Araba, gece karanlığında hızla yol alırken, sisli hava yavaşça camları buğulandırıyordu. Bir yandan dikkatlice yolu izlerken, bir yandan da arka koltuktan gelen seslere kulak verdi.

Ahmet, ellerindeki evrakları dikkatle inceliyordu. Arada bir şeyler okurken başını hafifçe sallıyordu ama gözleri hâlâ kâğıtlara odaklanmıştı. Çilingir, ellerindeki dosyayı, bir kısmını eğip bir kısmını düzeltip, okurken yüzündeki ifadeler donuktu. Bir anlık sessizlik oldu; evrakları okuduktan sonra Çilingir, sesini alçaltarak konuşmaya başladı.

"Bünyamin'in iş birliği yaptığı adamlar... Bu kadarını beklemiyordum." Çilingir'in sesi, gecenin sessizliğinde soğuk ve kesikti.

Mete'nin gözleri yoldaydı fakat kulakları, arkadaki konuşmalara odaklanmıştı. Ahmet, evrakların sayfalarını çevirdi.

"Bu listede tanıdığım bir isim var, Fikret Gürsel," dedi Ahmet. "Önceki bağlantılarından birisi. Şu an oldukça güçlü bir isme dönüşmüş, kara para işlerinde parmağı var. Ama daha fazlası da var. Kumarhane işlerine de bulaşmış gibi."

Mete, hızını biraz arttırarak, yolu biraz daha belirginleştirmeye çalıştı. "Kumarhane işlerini mi? Neredeymiş peki?" dedi.

Ahmet'in parmakları, evraklar üzerinde hızla ilerlerken, bir şeyleri dikkatlice inceliyordu. Sonunda, buldu. "Bir kumarhane. Yeri de... Buradan fazla uzak değil, biraz daha ileride, kent merkezine yakın bir yerde. 'Vega' adında bir yer."

Çilingir, gözlerini evraklardan kaldırıp Mete'ye döndü. "Bünyamin bu kadar cesursa, yakalamamız zorlaşacak. Ama kumarhane işine girmesi, onun bir hata yaptığı anlamına gelebilir. Bu noktada bir şeyler ters gitmiş olabilir."

Mete başını salladı. "Bunu iyi değerlendireceğiz. Hedefi daraltmak için bu iyi bir fırsat."

Ahmet, evrakları kenara bıraktı ve daha rahat bir pozisyonda arka koltukta oturmaya devam etti. "Çoğu kişi oraya yasal olmayan işler için gider. Eğer orada bulunuyorsa, büyük bir hata yapmış demek."

Mete, hızını biraz daha artırarak, arabayı düz yolda daha hızlı sürmeye başladı. Gözlerinde bir kararlılık vardı. "O kumarhaneyi çok duydum ama hiç gitmemiştim. Bu gece ilk odağımız orası olsun. Masalarına oturacağımız piçler bakalım nasıl bir tepki verecek."

Çilingir, başını sallayarak koltuğunda rahatça yerleşti. "Yine de dikkatli olalım. Bünyamin her adımında birkaç kez düşünür. O kumarhaneye gitmişse, artık bir hata yapma zamanıdır."

"Bu gece onu bulamayacağız ama en azından belki bir balık yakalarız," dedi Mete, hızla aracı bir başka virajdan geçirirken.

Yolun sonlarına doğru, kumarhaneye doğru yaklaşırken, Çilingir'in ve Ahmet'in sözleri geceye karıştı. Her şey keskin bir sessizliğe bürünürken, sadece motorun sesi ve geceyi yarıp geçen araçlarının gürültüsü kaldı. Kumarhaneye ulaşmaya az kalmıştı. Mete, virajı ustaca dönerken, gözleri hızla önündeki yolda gezinip kumarhaneyi arıyordu.

Birkaç dakika sonra, neon ışıklarının parıltısı geceyi kesip geçti. Vega'nın tabelası, karanlıkta parlıyor ve içeriden yükselen gürültü, çalan müzik ve insanların neşeli sesleri dışarıya kadar sızıyordu.

"İşte orası," dedi Mete, yüzündeki sert ifadeyle.

Araba yavaşça kumarhanenin önüne yanaştı. Çilingir, başını pencereden dışarıya uzatarak çevresini dikkatle inceledi. İçeride lüks arabaların dizili olduğu geniş otopark, dışarıdan bakıldığında güvenliğin ne kadar sıkı olduğunu gösteriyordu. Ama o kadar fazla güvenlik önlemi, bir şeylerin gizlendiğini hissettiriyordu.

Ahmet, "Aranızda Blackjack bilen var mı? Genelde bu tür adamlar bu tarz oyunları oynuyor." diye sorduğunda Mete'nin bakışları sağ omzundan arkasına döndü. Kendinden emin bakışları mavi gözlerinde bir ateşi harladı.

"Masanın çivisini bile alırım."

Çilingir, arka koltuktan gelen bu keskin ve kararlı sesi duyduğunda, dudakları hafifçe kıvrıldı. "Bunu duymak hoş," dedi ama yine de sesi temkinliydi. "Ama dikkatli olalım. Bu tür yerlerde işler hızla kontrolden çıkabilir."

Mete, direksiyonu biraz daha sağa kırarak otoparka girmeye başlarken, gözleri hala kumarhanenin dışına odaklanmıştı. İçerideki ışıklar, mekânın ne kadar büyük olduğunu ve etkinliğin yüksek olduğunu gösteriyordu. Güvenlik noktalarına kadar her şeyin gözle görülür şekilde denetim altında olması, içeri giren herkesin bilmesi gereken bir şeydi: Burası, sıradan bir kumarhane değildi. Ve Mete, burada onlara neyin beklediğini biliyordu.

Arabayı park ettikten sonra Mete, bir anlığına sol yüzük parmağındaki yüzüğe baktı. Dişlerini sıkıp yavaşça parmaklarını siyah gömleğinin birkaç düğmesini açtı. Boynundaki zinciri çekti ve zinciri boynunda döndürürken bağlantı noktasını aradı. Zinciri açtığında boynundan çıkarttı. Çilingir, soru soran gözlerle ona bakarken dudakları aralandı.

"Ne yapıyorsun?" diye sorduğunda Mete, parmağındaki yüzüğü çıkarttı ve zincirin ucundan sarkıttı. Zincirin uçlarını birbirine bağladı ve torpido gözünü açıp içine koydu. Ardından Çilingir'e dönüp baktı.

"Yüzüğü görürlerse zaafa girerler. Düşüncelerinden kirli cümleler geçerse de ortalığın anasını sikerim." dedi ve kapı kulpuna uzandı. Kapıyı açıp indiğinde Ahmet ve Çilingir'de arabadan indi. Mete, hızlıca ilerlerken, Ahmet ve Çilingir de arkasından adımlarını takip etti.

Kumarhaneye adım attıkları anda, her şey bir anda farklı bir hale büründü. Lüks ışıklar, sesler, kumarın çığlıkları, her şey bir anda bir tür iç karışıklık yaratıyordu. Otoparktan içeri girdiklerinden beri, adımlarını dikkatlice atıyorlardı; her masada dönen jetonlar, kartlar ve kaybolan paralar arasında gezinirken, gözleri etrafı tarıyordu.

Mete, Ahmet ve Çilingir, aralarındaki gerginliği bir şekilde arka planda tutarak ilerlediler. İleriye doğru birkaç adım attılar fakat Ahmet, birden durdu ve gözlerini dikkatle sol köşedeki blackjack masasına çevirdi. Çilingir de hemen bakışlarını Ahmet'in izlediği noktaya yönlendirdi.

Orada, siyah takım elbisesi ve kravatıyla dikkat çeken biri oturuyordu. Blackjack masasında kartları karıştıran, mavi gözlü, Fikret Gürsel. Karşısındaki adam, sanki o an bile dikkatini kaybetmiş gibiydi ama Fikret'in rahat tavrı, her şeyi kontrol ettiğini gösteriyordu.

Ahmet, yavaşça başını çevirdi ve sessizce, yalnızca bakışlarıyla işaret etti. Fikret'in oturduğu masayı işaret etti.

"Adamımız bu," dedi Ahmet, sesi neredeyse duyulmaz bir tonda. Sadece gözleriyle Fikret'in kim olduğunu ima ediyordu.

Çilingir, gözlerini kısarak masaya baktı, bir anlık dikkat kesildi. Fikret, kartları dağıtırken soğukkanlı ve rahat bir tavırdaydı; elindeki sigarayı nefesini tutarak aldı ve bu hareketiyle her şeyin yerli yerinde olduğunu belli etti. Karşısındaki adam, Fikret'in her hareketini izlerken, başka bir şeyin farkında değildi.

Mete, hemen bir adım ileri attı ve sessizce, "Bu gece o masada oyun bana dönecek," dedi. Gözleri, Fikret'in yüzüne odaklanmıştı, gözlerinde belirgin bir kararlılık vardı.

Fikret'in bulunduğu köşe, kumarhanenin en ilginç köşelerinden biriydi. Her adımda, her detayda bir şeylerin kaybolduğunu hissediyorlardı. Ama bu, sadece başlangıçtı.

On beş dakikalık bir süreç içinde Mete, Fikret Gürsel'in olduğu masaya oturmuştu. Birbirlerine isimlerini söylediklerinde Mete, tabii ki de kendi ismini söylememişti.

O, bu gece Mert'ti.

Ahmet ve Çilingir, masaya daha yakın bir noktada durarak her hareketi izliyorlardı. Ahmet, elindeki sigarayı yakarken, her ne olursa olsun masada bir şeylerin kıpırdadığını hissetti. Bu, sadece Fikret'in oyununu değil, aynı zamanda buradaki atmosferi de değiştiren bir şeydi.

Fikret, kartları dağıtırken bir gözünü Mete'nin üzerinde tutuyordu. "Hadi bakalım," dedi, "sizi kazanırken görmek zor olacak ama belki de bu gece şansınız yaver gider Mert Bey."

Mete, kartlara odaklanırken, Fikret'in soğukkanlı bakışlarını hissedebiliyordu. Aralarındaki gerilim, her geçen saniye daha da belirginleşiyordu. Fikret'in gülümsemesi, içindeki güveni ve kontrolü yansıtırken, Mete'nin gözlerinde ise kararlı bir parıltı vardı. Bu gece sadece bir kumarhane oyunu oynamıyorlardı; bir hesaplaşma vardı.

Mete, elindeki kartları yavaşça inceledi. Bir an, Fikret'in söylediklerini anlamaya çalıştı. "Şans, bir masada sadece kartları dağıtan değil, aynı zamanda onları oynayanın yanındadır," dedi Mete, gözlerini Fikret'in üzerine kilitleyerek. "Ve bu gece şans, bana ait."

Fikret, bu sözlere hafifçe gülümsedi, ama içinde barındırdığı soğuklukla yanıt verdi.

"Bakalım, bakalım. Hayatta her şey bir oyun, değil mi?"

Ahmet ve Çilingir, masaya yaklaşırken, bir an için ortamın hızla değiştiğini fark ettiler. Fikret'in bakışları, yalnızca kartları değil, aynı zamanda Mete'yi de izliyordu. Bu kumarhane, bir tuzak gibi hissettiriyordu. Her şey belirli bir planın parçası gibiydi. Bir anda her şeyin devrilmeye hazır olduğunu düşündüler.

Ahmet, sigarasından bir nefes aldı ve dumanı yavaşça dışarı bıraktı. "Bundan hiç hoşlanmadım," diye fısıldadı. "Bir şeyler dönüyor burada ama ne?"

Çilingir, başını hafifçe sallayarak, sessizce Mete'nin hareketlerini izledi. "Her şey Mert'in planlandığı gibi gidiyor ama Fikret çok dikkatli."

Mete, konuşmalarını duymazdan gelerek masaya bakmaya devam etti. Gözlerinde bir kararlılık vardı. Fikret'in karşısında, hiçbir şeyin tesadüf olmadığını biliyordu. Bir hamleyle her şey değişebilirdi.

Fikret, kartlarını dikkatlice yerleştirirken, her hareketiyle zekâsını ve soğukkanlılığını sergiliyordu. Hızla kararlar alıyor, adeta zamanın kontrolünü elinde tutuyordu. Lakin Mete, her şeyin bir plan dahilinde olduğunu bilerek soğukkanlı kalmaya devam etti. Gözleri, Fikret'in her hareketini izliyor, her bir detayda bir eksiklik ya da hata arıyordu.

"Bu oyun sadece kartları değil, rakiplerin zihnini de okumakla ilgili," dedi Mete, hafifçe gülümsedi. "Ve senin zihin oyunlarına karşı hazırlıklı olduğumu söyleyebilirim."

Fikret, kartlarını yerleştirirken kafasını hafifçe eğdi, sanki Mete'nin söylediklerine aldırmamış gibi bir izlenim bırakmak istiyordu ama içindeki gerilim belli oluyordu.

"Gerçekten öyle mi? O zaman bu gece seni şaşırtacak çok şey olabilir."

Ahmet, Fikret'in gözlerinde bir şeylerin kaybolduğunu fark etti. Bir eksiklik vardı; bir hata. Ama bu hatayı fark edebilmek için sadece doğru zaman beklemek gerekiyordu.

Ahmet, sigarasından bir nefes daha aldı, ardından hafifçe gülümsedi. "Mete'nin dediği gibi, bu gece şans ona ait."

Mete, kartlarını hızlıca çevirdi ve masadaki hareketlerin bir an için hızla değiştiğini hissetti. Rakibi de bir hamle yaptı ve masanın havası iyice değişmeye başladı. Fikret, kartlarına bakarken, bir bakışla "Hazırsan, başlıyoruz," dedi.

Mete'nin parmakları kartların üzerinde kayarken, gözleri Fikret'in yüzünde. "Evet, başlıyoruz."

Mete, rakibinin her hamlesini izlerken, bir yandan da stratejisinin bir sonraki aşamasını düşündü. Oyun, basit bir kart oyunu olmanın ötesine geçmişti. Her bir taşın yerinden kıpırdaması, her bir bakış, her bir dokunuş... Hepsi bir anlam taşıyordu. Fikret'le bir oyun değil, bir savaş veriyorlardı.

Mete, derin bir nefes aldı ve kartlarını açtı.

Mete, kartlarını açtığında, masadaki atmosfer, aniden ağırlaşmıştı. Fikret, bir an için gözlerini kısıp, kartlara odaklandı. O an, kartların üzerinde değil, Mete'nin yüzündeki ifadesinde bir şeyler değiştiğini fark etti. Bir hata yapmış olmalıydı; ama ne? Ne de olsa, bu kadar deneyimli bir oyuncunun her hamlesi dikkatle hesaplanmış olmalıydı.

Mete'nin gözlerinde, zaferin tam anlamıyla yaklaştığına dair bir parıltı vardı. Herkesin gözleri, masanın üzerindeki kartlarda ama aslında gerçek oyun burada, o anki gerilimde, rakiplerin zihninde oynanıyordu.

"Bu kadar basit olacağını mı sanıyordun, Fikret?" dedi Mete, ama sesi artık gerginlikten çok, bir zaferin doğruluğuna inançla yankılanıyordu.

Fikret, bir saniye daha bekledikten sonra, nefesini tutarak kartlarını tekrar gözden geçirdi. Ardından yavaşça gülümsedi, ama bu gülümseme, daha çok bir şeylerin kaybetmeye başladığını kabul etmenin ifadesiydi. "Bazen," dedi, "en iyi oyun, kaybetmeyi kabul edebilendir."

Mete'nin gözlerinde hala o keskin kararlılık vardı. Rakibinin söylediklerine aldırmadan, "Gerçekten mi? O zaman kaybetmeye devam etmeni izleyelim," diyerek kartlarını kenara itti. Bu gece, bu masada, şans sadece bir bahaneydi. Gerçek güç, zihnindeydi. Ve Mete, kazanmak için her şeyi yapmaya kararlıydı.

Mete, her hamlede rakibini biraz daha sıkıştırarak, zihinsel savaşı iyice derinleştiriyordu. Fikret'in gerginliği, ilk başlarda sadece küçük bir belirti olarak başlamıştı, ama şimdi her adımda daha belirginleşiyordu. Mete'nin yüzünde beliren o sinir bozucu gülümseme, tıpkı bir köşeye sıkışan bir avın sahibine ait bir ifade gibiydi.

Ama bu av, Fikret'ti.

Fikret, kartlarını karıştırırken bir an gözlerini Mete'ye kaydırdı. O an, Mete'nin gülümsemesi bir kez daha belirginleşti. Biraz alaycı, biraz meydan okurcasına... "Hadi bakalım, Fikret," dedi, sesi sanki Fikret'in her hareketini izliyormuş gibi titrek bir heyecan taşıyordu. "Yavaş gidiyorsun ama biliyor musun, bu gece şans seni terk etmiş gibi görünüyor."

Fikret, bu sözleri duyduğunda kararsızlık içinde bir an durakladı. Mete'nin gülümsemesi, rakibinin güvenini iyice zedeliyordu. "Şans mı?" diye mırıldandı ama sesindeki tedirginlik barizdi. İçinde bir şeyler titremeye başladı fakat buna karşı koymak için elinden geleni yapıyordu.

Mete, kartlarını yerleştirirken kasıtlı bir şekilde ağır hareket etti. Her hamlede, her hareketinde Fikret'in sabrını zorlayan o gülümseme belirginleşiyordu. "Bazen," dedi, gözlerinin içine bakarak, "şans, sadece doğru zamanı beklemektir. Ama ben, her zaman doğru zamanı yaratırım." Bu, sadece bir cümle değildi; aynı zamanda Fikret'in kafasında beliren her soru işaretini derinleştiren bir fırtınaydı.

Fikret, yavaşça bir kart daha çekmeye karar verdi. Ama o kartı çekmeden önce, Mete'nin gözlerindeki o oyunbaz ışıltıyı fark etti. Gülümseme hâlâ oradaydı ama bu kez daha kurnaz, daha hesaplıydı. Fikret'in kafasında bir alarm zili çalmaya başladı. Mete, kartları yavaşça çevirdi. "Bakalım," dedi, ama bu sefer gülümsemesinin köşesi biraz daha sertleşmişti. "Senin şansın, artık tamamen değişti."

Fikret, elini kartına götürdü ama parmakları terledi. O an fark etti ki, o gülümseme, her geçen saniye daha da sinir bozucu hale geliyordu. Mete, kartını çevirmeden önce, elinin üzerini parmaklarıyla hafifçe okşayarak kartı yerleştirdi. Gözleri hâlâ Fikret'in üzerinde ama bu kez bakışlarında bir şeyler değişmişti. O gülümseme, sadece bir strateji değil, Fikret'i zorlayan bir tuzaktı.

"Bazen, fazla cesaret insanı düşürür," dedi Mete, sözlerinin her biriyle Fikret'in sinirlerini biraz daha gererek. "Ama sen hala devam ediyorsun. Yavaşça ama emin adımlarla..."

Fikret, kartını çevirdi. 15. Toplamda 15. Ama o an, bu rakam Fikret'in kafasında dev bir yük haline geldi. İçinde bir baskı oluştu, sanki kartlar çok daha ağırlaşmıştı. Fikret, "Bu kadar kolay değil, Mert Bey," dedi ama sesindeki titreme kaçınılmazdı.

Mete, kartlarını karıştırırken sanki zamanı yavaşlatıyordu. "İyi hamle," dedi ama bu cümle, bir övgü değil, tam tersine, bir hakaretti. "Ama bu kadarla yetinirsen, oyunu kaybedersin." Her bir kelimesi, rakibini adeta gıdıklıyordu. Fikret'in vücudu, yavaşça gerilmeye başlamıştı. Mete'nin sinir bozucu gülümsemesi, onun hamlelerini, kararlarını yönlendiriyordu.

Fikret, bir kart daha çekmeye karar verdi. Ama o anda, içindeki kararsızlıkla savaşı başladığında, Mete'nin sinir bozucu gülümsemesi, adeta bir hayalet gibi peşinden geliyordu. Gözleri, rakibinin içindeki kaygıyı iyice hissediyordu. "Üst üste hata yapmaya başlayacaksın," dedi Mete, parmaklarını kartın üstünde gezdirerek. "Ama bu gece, her şeyin bittiği anı sana ben göstereceğim."

Fikret, bir anlık boşlukta ne yapacağını bilmeden kartı çevirdi. 16. Toplamda 16. Bu son hamlesiydi. Şimdi ya kaybedecek ya da her şeyin üzerine gitmeye devam edecekti. O anda, kartların hiçbir şey olmadığını fark etti, sadece o gülümseme vardı. Ve o gülümseme, onun kaybını garantilemişti.

Mete'nin gülümsemesi, her geçen saniyede daha da büyüdü. "Ve işte," dedi, gözlerinde zaferin net bir parıltısı vardı. "Şans, sonunda bana döndü."

Fikret'in son bir hamlesi, tamamen Mete'nin tuzağına düşmesiydi. Kartlarını yere koyarken, gözleri biraz daha donuklaştı. O anda fark etti, kaybetmişti. Ama kabul etmek zorundaydı; bu sadece bir oyun değil, bir psikolojik manipülasyondu.

Mete, Fikret'in bozulmuş ruh halini fark ettiğinde, gülümsemesi iyice belirginleşti. "Beni şaşırtmadın, Fikret. Beklediğim gibi," dedi. "Ama unuttun: bu sadece şans değil, bu bir strateji. Ve sen, doğru stratejiyi uygulamadın."

Fikret, masanın üzerine çökmüş bir şekilde kartlarını toparlarken, bir an için duraksadı. İçinde bir öfke kabarıyordu ama gerçeği kabullenmek zorundaydı: O oyun artık sona ermişti.

Bu noktada Mete, kumarhanede sadece kartların değil, psikolojilerin de belirleyici olduğunu ispatlamıştı. Ama bu, bir son değil, sadece yeni bir başlangıçtı. Fikret'in kaybı, Mete için daha büyük bir amacın başlangıcına dönüşecekti.

Fikret, "Karşılığında ne istiyorsun?" diye sorguladığında Mete'nin gözleri kısıldı ve ellerini masaya koyup önündeki kağıtları kenara doğru ittirdi. Dirseklerini masaya yaslayıp çenesini dikleştirdi.

"Burada değil, dışarıda konuşalım."

Fikret, bir an duraksadı ve gözleri Mete'nin yüzündeki kararlı ifadeyi inceledi. Kumarhanenin gürültüsünden uzaklaşmak, her ne kadar tuhaf bir teklifle karşı karşıya olsa da onun için kaçınılmaz gibiydi. Fikret, bir nefes alıp omuzlarını silkerek başını salladı ve kartlarını masaya bıraktı. "Peki, dışarıda," dedi, sesindeki rahatsızlık hissi giderek belirginleşiyordu.

Mete, sandalyesini ittirerek ayağa kalktı. Fikret'i izlemesi gerektiğini biliyordu, her hareketini dikkatle izleyerek dışarı çıkmaya karar verdiler. Kumarhane kapısını geçtiklerinde, dışarıdaki soğuk hava onları karşıladı.

Mete'nin soğukkanlı tavrı, gece karanlığında daha da belirginleşti. Birkaç adım attıktan sonra durdu ve Fikret'i arkasına alıp, ona döndü. "Oyun bitti," dedi ama gözleri hala dikkatle Fikret'in üzerinde.

Fikret, gerilen sinirleriyle birkaç adım geriye gitti fakat Mete'nin soğukkanlı tavırları hala kafasında bir soru işareti bırakıyordu. Fikret, "Ve karşılığında ne istiyorsun?" diye tekrarladı ama bu kez sesinde yalnızca belirsizlik vardı.

Çilingir ve Ahmet, Fikret'in arkasında bir dağ misali durduklarında Fikret, korkuyla Mete'ye doğru yaklaşmak zorunda kaldı. Fikret'in içindeki öfke ve korku, Mete'nin gözlerinde bir parıltı bulmuştu. Bir oyun bu kadar derinleşebilir miydi? Mete, Fikret'in sessizliğinden memnun bir şekilde biraz daha yakınlaştı.

"Herkesin bir fiyatı vardır. Oyun dışındaki teklifler de bazen, en zorlu mücadelelerden daha değerli olabilir."

Fikret, şüpheyle karışık bir ifade ile gözlerini Mete'ye dikti. "Söyle, ne istiyorsun?"

Mete'nin bakışları, bir süre Fikret'in gözlerine sabit kaldı. "Basit bir anlaşma. Canının karşılığında bana Bünyamin Boraç Arınlı'nın nerede olabileceğini söyleyeceksin."

Mete, Fikret'in sessizliğinden keyif alıyordu. Aralarındaki bu gerilim, onun için sadece bir sonraki hamleyi hesaplama fırsatından başka bir şey değildi. Ahmet ve Çilingir ise, Fikret'in ne tepki vereceğini dikkatle izliyordu. Durum ne kadar karmaşıklaşırsa, bu plan o kadar derinleşecekti. Her şey yerli yerine oturuyordu.

Fikret, derin bir nefes aldı. İçindeki öfke ve korku, tamamen bir başka boyuta taşınmıştı. Fakat Mete'nin soğukkanlı bakışları karşısında çaresizdi. "Bünyamin'i sana söylemem, her şeyin sonu olur," dedi, sesindeki titreme, kararlı bir duruşla örtülmeye çalışılıyordu. "O adam, devleti sarsacak kadar tehlikeli biri."

Mete, bu yanıtı bekliyordu ama hemen ona doğru bir adım daha attı. "Birisinin hayatta kalması için, bazen doğru fiyatı kabul etmesi gerekir. Ve sen de bunun farkındasın."

Fikret, bir an için arkasındaki Çilingir ve Ahmet'e döndü. Gözleri, iki silahın aniden ona yönelmesiyle donmuştu. Çilingir ve Ahmet'in yüzlerindeki kararlılığı fark ettiğinde, çaresizliğinin derinliklerine çekildi. Başka bir seçenek yoktu. Bu, artık sadece bir hayatta kalma meselesiydi.

Mete'nin gülümsemesi, gözlerinde bir parıltı bırakarak genişledi. Fikret'in zihni bulanıklaşırken, her saniye, bu tehdidin içindeki dar alanda sıkışıp kalıyordu. Bir an, zaman sanki yavaşlamıştı. Sadece kendi nefesini ve etrafındaki gerilimli sessizliği duyabiliyordu.

Fikret'in gözleri Mete'nin gözlerine geri kaydı. İçinde bulunduğu çıkmazı fark etti.

O sırada Mete, Fikret'e doğru bir adım daha attı, bir gülümseme yerleştirerek. "Bana onun yerini söyle. Canını bağışlayayım."

Fikret, sessizce başını sallayarak, "Bünyamin Boraç Arınlı... Birkaç gün önce, yanıma geldi, benden silah aldı. Ne yapacaksın diye sorduğumda 'Bir adamın kalbini sökeceğim.' dedi ve gitti. Nereye gittiğini bilmiyorum." dedi, sesi neredeyse boğuk çıkıyordu.

Mete'nin gözleri, Fikret'in söyledikleriyle bir an için donar gibi oldu. Burnunun ucunda hissettiği öfke, yavaşça tüm bedenine yayıldı. Genişleyen burun deliklerinden soğuk havanın buharları karıştı. Fikret, içindeki korkuyu saklamaya çalışırken, Mete'nin soğuk bakışları daha da derinleşti.

Mete, birkaç saniye sessiz kaldı ama içindeki fırtına hala sarmalıydı. İçinden, anlık bir hışım geçerken, yavaşça gülümsedi. "Bir adamın kalbini sökeceğim... Güzel bir tehdit," dedi ama sesinde bir tonluk tehdit vardı. "Ama bir insanın kalbi, ancak yerinde olduğu zaman değerini bulur. Yani... senin söylediklerin, o kadar da güvenilir değil, Fikret."

Fikret, 'Yalan söylediğimi anladı.' diye geçirdi, içinden. Önceki sessizliğinin daha da derinleştiğini hissediyordu. İçinde bir korku vardı ama dışarıya yansıtmamaya çalışıyordu. Her şeyin sonunun geldiğini hissediyor ama hala tam olarak ne olacağını bilmiyordu.

Mete bir adım daha atarak, Fikret'in karşısında tam olarak yerini aldı. Yavaşça başını sağa sola çevirip, çevresindeki havayı kokladı. "Ben kimim biliyor musun? Bozkurt. Ve biz, yalan söyleyenleri hiç sevmeyiz," dedi, gülümsemesinin ardında bir sinsi planın ortaya çıkmasını hissederek, "Bana gerçekleri söyle."

Fikret, daha fazla dayanamayarak, yavaşça yere eğdi başını. Tüm gücünü toplarken, içindeki korku, ona daha fazla dayanma şansı tanımıyordu. Artık, Mete'nin soğukkanlılığına karşı kendisiyle yüzleşmekten başka seçeneği yoktu.

Fikret, her şeyin farkındaydı ama tek bir şey vardı: kaçmak imkansızdı. Şimdi ya gerçekleri söyleyecek ya da bütün bu korku ve gerilim, onun sonunu getirecekti.

Mete, son bir adım daha atarak, Fikret'in gözlerine daha da yaklaştı. "Söyle bana, Fikret... Kıçından ayrılmayan Bünyamin, nerede?" dedi, her kelimesi bir tehdit gibi havada asılı kalırken.

Mete'nin nefesi, her geçen saniyede daha da yakındı. Fikret, içinde bir boşluk hissetti; bir an için kalbinin durduğunu düşündü. Ama sonra, bir şekilde toparlandı ve gözlerini yeniden Mete'ye çevirdi. "Bünyamin... dağda," dedi, sesi boğuk ama daha kararlıydı. "Bir kaçırma işi vardı. Ne olduğunu bilmiyorum ama, gitmeden önce... 'Beni bulamazsınız.' dedi."

Mete, bir anlık sessizlikten sonra gülümsedi. "Hikâyenin sonu Fikret, senin için fazla ilginç olacak. Bir insanın ne zaman ve neden bir seçim yaptığını anlamak... bu çok önemli. Şimdi, sana son bir şans vereceğim. Hangi dağda olduğunu söylersen tek kurşun yiyeceksin ama vereceğin cevap hoşuma gitmezse iki tane yiyeceksin."

Fikret, bir an sessiz kaldı. Bu kadar zorbalığa dayanamıyordu, ama içinde başka bir umudu da yoktu. Kendisini de çevresindeki her şeyi de kaybetmişti. Sadece kurtulmak istiyordu. Gözlerini Mete'nin gözlerine dikti ve sonunda derin bir nefes alarak, "Elias Farouq'un yanında." dedi.

Mete, derin bir nefes alıp Çilingir'e baktı ve hızla arkasına döndü. Havada yankılanan iki kurşun sesiyle Mete, ellerini ceplerine sokup arabasına doğru yürümeye başladı.

🐾

17 Nisan 2022 / Kurt İni

Mete Mert Çakır, Ağzından

Zihnimin içindeki sesler susmuyordu.

Her biri, her bir düşünce, bir diğerini kovalar gibiydi. Ne kadar kaçarsam kaçayım ne kadar susturmaya çalışsam da hep bir adım öndeydi. Bazen sesler, bir çığlığa dönüşüyor; bazen de fısıldanan bir korkuya... Her halükârda, beni uyandıran şey yine aynı: Bir yüzleşme, bir hesaplaşma.

Sessizlik, daha çok konuşuyor burada; geceyi bir süreliğine fetheden bu karanlıkta, sadece düşüncelerim var.

Sağ avcumdaki kelebek çakıyı parmaklarımın arasına sıkıştırıp bileğimi hızlı bir şekilde geriye doğru ittim. Bıçağın sesi, bir an için geceyi delip geçer gibi oldu, keskin metalin soğuk hissi avucumda derin bir yankı bıraktı. Bıçak, parmaklarımın arasındaki titremeyi hissetmiş gibi, sanki bana gülümsüyordu. Bu, bir tür kararlılıktı; bir şeyleri sonlandırma isteği, bir çözüm arayışı.

Çakıyı parmaklarımın ucundan aşağıya kaydırıp, sonra ters yönde hızla döndürdüm. Bıçak, metalin soğuk dokusuyla ellerimin arasında akıp giderken, adeta parmaklarımla bir dans ediyordu. Her bir dönüş, her bir keskin açılış, bana bir şey söylüyordu: Ben buradayım, ben hâkimim.

Bu bıçak, sadece bir çakı değil, aynı zamanda kontrolün simgesiydi. Gerçek dünyada her şey kayabilir, her şey değişebilir ama bu bıçak benim elimde duruyordu. Sanki her bir hareketim, bu hayatta kimseye nasıl izin verdiğimi, kimseye ne kadar yaklaştığımı ya da ne kadar uzaklaştığımı anlatıyordu.

Arkamda hissettiğim adım sesleriyle parmaklarımın arasındaki çakıyla oynamayı bıraktım ve bileğimi öne doğru eğip kelebeğin kanatlarını kapattım. Metal çakı, yeniden avuçlarımın arasındaki yerini aldığında Ahmet, karşımdaki siyah, eskimiş koltuğa oturdu.

Siyah gözlerindeki yorgunluk, göz altlarında derin çizgilerin oluşmasına neden olmuştu. Ahmet, arkasına yaslanıp bacak bacak üstüne attığında derin bir nefes aldım. Gözleri yüzümde dolanırken başını sola doğru yatırdı.

"Geçmiş senden çok şey çalmış Bozkurt." diye söylendi, acımasızca. "Gerçi geçmiş hepimizden bir şeyler çaldı." diyerek acımasızlığına kendini de koydu.

Kafamı iki yana sallayıp bende bacak bacak üstüne attım.

"Geçmişin hepimizden çaldığı şeylere karşı mücadele ediyoruz. Önemli olan geleceğe ayak uydurmak."

Ahmet, sola yatırdığı başını düzelttiğinde derin bir nefes aldı.

"Bunu senden iyi yapan kimse yok Mete, ben hâlâ geçmişin bıraktığı izlerden gidiyorum. Ruhumun alındığı o geçmişte, yeni bir ruh yaratma çabası içerisindeyim."

Sol bacağımı sağ bacağımın üzerinden indirip ona doğru eğildim. Dirseklerimi dizlerime bastırdım.

"Bu iş bittiğinde sana eski unvanını geri kazandıracağım. Bir hain olarak değil, şanlı bir asker olarak anılacaksın."

Ahmet'in bakışları gözlerimde dondu. Siyahlarındaki kırıklık daha önce kimsede görmediğim bir bakışın anlamına eşitti. Gözleri kısılarak kapandığında öne doğru eğilip ellerini şakaklarına bastırdı.

"Sen hain değilsin."

Dudaklarımın arasından dökülen cümle başını kaldırıp bana bakmasına neden olmuştu. Kafasını ağırca iki yana salladığında nefesimi tuttum.

"Rütbelerimi toprağa gömmek için bir çukur açtılar Mete ama bilemedikleri bir şey oldu. O toprağa rütbem yerine geleceğimi gömdüm."

Dilinden dökülen cümleler ruhunda, onu yöneten yılanın tıslaması gibiydi.

"Ve her şeyin bir bedeli vardır."

Ruhundaki yılan zihnindeki düşüncelere hükmetmeye başlamıştı. Ruhundaki çatlaklardan sızan her kelime, bana bir şey anlatıyordu.

"Sen eğer Hekimoğlu lakabını o gün bırakmasaydın, Bozkurt'un gücüyle asla karşılaşamazdın. Sen o Bozkurt ile bir bütün oldun Mete. Düşüncelerin, seni yönlendiren cümlelerin; bir zamanlar tanıdığım o Hekimoğlu'nun nasıl senin lakabın olduğunu bana düşündürdü."

Ahmet'in sözleri, içimde yankı buldu. Hekimoğlu'ndan Bozkurt'a geçişim, bir basamak daha yukarı çıkmak gibiydi. Ama her basamağın bir bedeli vardı. O eski ben, o Hekimoğlu artık yoktu. Yerine başka bir varlık geçmişti ve bu varlık, Bozkurt'un gölgesiyle yaşıyordu.

Ahmet'e baktım. Gözlerindeki ağırlık beni susturmuştu ama zihnim konuşuyordu. Onun sözlerini sindirirken, içimdeki o boşluk daha da büyüyordu. Bedeller... Bedeller ödetiyordu bana Bozkurt. Ahmet'in söylediklerine karşılık, dudaklarım kelimeleri zorla bir araya getirdi.

"Bedel dedin, Ahmet. Bozkurt bana, hiç daha önce görmediğim bedeller ödetti."

O anda, geçmişin sessizliği yeniden çığlığa dönüştü. Hekimoğlu, geçmişimin bir parçasıydı, evet. Ama Bozkurt... O bambaşka bir şeydi. O, bu yolculuğun sonu olabilir miydi? Bozkurt'un pençeleri hem beni hem de etrafımdaki herkesi sıkıca kavramıştı. Peki bu pençelerden kurtulmanın bir yolu var mıydı? Yoksa bu, bir bedelin sonsuz tekrarından mı ibaretti?

Sessizlik, Ahmet'in bakışlarıyla birlikte üzerime çöktü. Bir süre sonra kulağıma adım sesleri nüksederken bakışları sağ omzumun arkasına çevrildi. Çilingir, elindeki tabletle sağımdan geçip Ahmet'in yanına oturduğunda bakışları bana çevrildi.

"Deniz'in durumunu sormak için Barış'ı aradım," dedi Çilingir. Sesi, her zamanki gibi sakin ve ölçülüydü ama alt metninde bir endişe seziliyordu. "Nevo, Deniz'i yeniden ameliyata almış. Böbrek üstü bezlerini tamir etmeye çalışacakmış. Allah'tan omurga kemiğine saplanan kurşun sinire denk gelmemiş. Yoksa Deniz yürüyemeyecekmiş."

Bu sözleri duyduğumda içimde bir şey sıkıştı. Olayın ne kadar kritik olduğunu, Deniz'in ne kadar büyük bir tehlike atlattığını düşündüm. Eyşan için canını ortaya koyduğu bu yolda, hayatlarımızda geri dönüşü olmayan izler bırakabiliyordu. İçimdeki Bozkurt'un pençelerinin daha da sıkıldığını hissettim. Ruhumda biriken öfke, çaresizlikle yankılanıyordu. Ahmet ile bakışlarımız kesiştiğinde, o ruhumda biriken öfkeyi yansıtmak istercesine baktım.

İşte, açtığımız mezarın tam olarak bedeli buydu.

 

 

(Kısa bir mola verebilirsin, bölüm uzun olduğu için iki parta böldüm. İkinci partta aynı, birinci part gibi uzun olacak.)

 

 

II. PART

🐾

24 Kasım 2019 / Şehit Mezarlığı, İzmir

Yazar, Ağzından

Üç siluet. Gölgeler uzun, sessizlik derindi.

Alparslan Çakır, Hümeyra'nın adını taşla örtülmüş bir hikâye gibi omuzlarında taşıyordu. Gözleri, yılların içinden geçip buraya ulaşmıştı; yorgun ama hâlâ dirençliydi. İki oğlunun varlığı, onun kalan nefesiydi.

Caner, solundaydı. Bir mezar taşına değil, hayata meydan okur gibi dikilmişti. Parmakları yumruk olmuştu, tırnakları avuç içine batıyordu. Gözlerinde fırtına vardı; sessizlik öfkesini boğuyordu.

Mete, sağındaydı. Daha geri planda duruyordu. Kafasında bitmeyen cümleler vardı, dudaklarında hiçbir ses. Gözleri bir kez bile toprağa inmiyordu; bakışları, sonsuz bir vadinin ufkuna dalmış gibiydi.

Hümeyra'nın adı taşta kazılıydı. Her harfi rüzgârla dile geliyor, üç adamın yüreğine bir bıçak gibi saplanıyordu ama kimse eğilmiyordu.

Rüzgâr uğuldadı. Yapraklar havalandı. Zaman, bu mezarın başında durdu.

Bir telefonun sesi, mezarlığın sessizliğini bıçak gibi kesti. O an, rüzgâr bile sustu. Alparslan Çakır, derin bir nefes aldı ve cebindeki telefonu yavaşça çıkardı. Bir an tereddüt etti. Ekrandaki numarayı görür görmez yüzü gerildi, alnındaki çizgiler derinleşti. "Alparslan Çakır..." diye açtı telefonu, sesi hâlâ tok ama bir o kadar da yorgundu.

Karşı taraftan gelen sözler, sessizliğin ortasında yankılandı. Gözleri bir an için dondu, sesi duyulmaz oldu. Parmakları gevşedi, telefon elinden kayarak yere düştü.

Mete ile Caner, aynı anda ileri atıldılar. Babalarının bir ağacın devrilir gibi sallandığını gördüler. Caner hızla sol koluna sarıldı, Mete sağına. İki oğul, babalarını ayakta tutan sütunlar gibi yanındaydılar.

Alparslan, göğsünden taşan nefesi kontrol etmeye çalıştı ama sözleri patladı.

"Daha kaç şehit vereceğiz size? Doymadınız kana, doymadınız!"

Bağırışı, mezarlığı aştı, taşlara çarptı, yankılandı. Rüzgâr tekrar esti ama bu kez sert ve acımasızdı. Mete'nin elleri, babasının omzundaki titremeyi hissediyordu. Caner, dişlerini sıkarak ağzını açmadı. Hümeyra'nın adı hâlâ taşta, sessiz bir çığlık gibiydi. Şimdi, o taşın yanında Ethem ve Yağmur'un isimleri yankılanıyordu.

Alparslan Çakır, dolu gözleriyle Mete'ye baktı ve çenesini dikleştirdi.

"Kızıl Elma Şırnak'ta Mete."

Kızıl Elma, Asena Gündüz demekti.

Mete'nin yüreği sıkıştı. "Kızıl Elma" sözü, zihninde çoktan bir surete dönüşmüştü: Asena Gündüz. Kalbinin en derininde sakladığı ama her nefeste hissettiği o isim. Şimdi o isim, babasının sesiyle yankılanıyordu. Mete'nin dudakları titreyerek aralandı ama hiçbir şey söyleyemedi.

Siluetleri mezarlıktan silindiğinde Alparslan Çakır, telefondan aramalar yapıyor ve Şırnak'taki tabur komutanlarıyla özel olarak konferanslar düzenliyordu. Albay olarak Şırnak Özel Tim Taburu Alayı'nı yönetecekti. Timuçin Şahugül ile karşılıklı görüntülü bir konferans görüntüsü oluşturuldu.

"Merhaba Alparslan." dedi Timuçin albay.

Alparslan Çakır, kaşlarını çattı ve çenesini dikleştirdi.

"Merhaba Timuçin. Asena Gündüz'ü yarın, Kanarya operasyonuna yönlendiriyoruz. Bize, önceden yanına yerleştirdiğimiz Alev Atsız ile Raşit'i getirecekler. Yapılacak uğurlama töreninden sonra Asena'ya Raşit'i anlat."

Timuçin Şahugül, hızla kafasını eğip kaldırdı.

"Peki, Güvercin Timi komutanı kim olacak?" diye sorguladığında Alparslan Çakır, derin bir nefes aldı.

"Mete Mert Çakır, Güvercin yuvasına dönene kadar, Güvercin'in yuvasını koruyacak."

🐺

25 Kasım 2019 / Şırnak

Mete Mert Çakır, Ağzından

Bir liderin en büyük sorumluluğu, yanında savaşanların hayatlarını korumaktır; ama en zor sınavı, kendi içindeki karanlıkla yüzleşmektir.

Şırnak'taydık.

Her anıma odaklanmam gerekse de beynimdeki tek şey Asena Gündüz'dü. O, her ne kadar uzak olsa da her an içimde bir yerlerdeydi. Bir yerlerde demek belki de doğru değildi, çünkü her zaman, her zaman, beni takip eden bir gölge gibi karşımdaydı.

Ya da ben öyle düşünmüştüm.

Onu sonunda görebileceğim umuduna kapılıp geldiğim nokta, pimini çektiğim bir el bombasına dönüşmüştü. Elimde patlamak için bekleyen o bomba kalbimde bir çarpıntı yaratmıştı.

Yanımda benimle birlikte yürüyen Caner, Barış, Yonca ve Alper ile bir toplantı salonuna girdiğimizde ayakta bekleyen kişilere baktım. İçlerindeki yeşil gözlü, hafif kumral saçlı adam, Asiye Çavdar'ın bir kopyası gibiydi. Bu onun oğlu Osman olmalıydı.

"Osman?" diye mırıldandığımda kaşları hafifçe çatıldı. Beni tanımadığını anlamıştım. Sağ dudağımın kenarı hafifçe kıvrıldığında derin bir nefes aldım. Yanındaki kahverengi gözlü iki adam ona ve bana bakıp dururken Osman'ın kaşları çatıldı.

"İsmimi nereden biliyorsunuz?" diye sorguladığında çenemi dikleştirdim. Önce ne diyeceğimi bilmedim ama anlaması için kalbini yaralamam gerekti.

"Asiye Çavdar'ın baktığı çocuklarız." deyip elimle Caner'i gösterdim. "Caner." dedikten sonra ise kendimi gösterdim. "Bende Mete."

Yeşil gözlerindeki siyah noktacıklar hafifçe yeşillerini saklamaya başladığında, kaşları da yukarıya doğru kıvrıldı. Dudaklarında küçük bir tebessüm oluştuğunda kafasını iki yana salladı.

"Çok geç kaldın be Mete. Asena, gitti."

Yüreğim öyle bir burkuldu ki sanki vurulduğum yerden yeniden kanadığımı hissettim. Her şey bir anda sarsıldı, savruldu. Kafamda bir şimşek çaktı, kalbimde kırılma sesi duydum. Bir yanda pişmanlık, diğer yanda çaresizlik vardı. Ne kadar koşsam da o uzak silueti yakalayamayacak gibiydim.

Sanki arkamda bir yarım kalmışlık, bir boşluk, bir eksik parça vardı. Bunu her zaman hissediyordum ama bu an, her şeyin kaybolduğu an gibi geldi. Asena'yı görebilmenin, ona bir adım daha yaklaşmanın hayalini kurarken, tüm bu yıllar bir anda geçip gitmiş gibi hissettim.

Bu acı, her zaman peşimdeydi.

💔

2 Ekim 2021 / Mardin

Mete Mert Çakır, Ağzından

Güvercin Timi ve babam; bir vatan haini olan Raşit Fas ve onun yan çarı Eyşan Boduroğlu tarafından kaçırılmıştı.

Arabanın direksiyonunu sımsıkı kavradım, parmaklarım neredeyse kemiklerime işliyordu. Gözlerim yoldan çok, zihnimdeki karanlık düşüncelerle meşguldü. Caner yanımda oturuyordu ama ne kadar uğraşsam da ona odaklanamıyordum. Sinirlerim gerilmişti, her şeyin kontrolden çıktığını hissediyordum.

İçimdeki öfke, deponun önüne geldikçe daha da büyüyordu. Ne kadar sakinleşmeye çalışsam da her bir adımda kalbim daha hızlı atıyor, gözlerimdeki kırgınlık ve kararlılık daha da belirginleşiyordu.

Arabayı deponun arkasına park ettim, motoru kapattım ama ellerim hâlâ titriyordu. Caner hiç sesini çıkarmadan, kapıyı açıp dışarıya çıktı. Ben de hemen ardından arkasından indim. Ayaklarım yere değdiğinde, bedenimdeki öfke daha da hissedilmeye başladı.

Arka tarafa doğru hızla adım attık, deponun arkasına doğru yöneldik. Her adımda adeta dünyayı sırtımda taşıyormuş gibi hissediyordum. Ne kadar hızlı hareket etsek de içimdeki boşluğu dolduracak hiçbir şey yoktu. Caner'in ayak sesleriyle birlikte ilerledikçe, karanlıkta yankılanan her ses, bu anı daha da geriyordu. Bu sadece bir yer değil, her şeyin dönüm noktasıydı.

"Aa! Ama çocuklar, ben size misafirlerimize iyi davranın dedim. Hepsinin üzeri ıslak yazık, hasta olacaklar."

Gelen ses ile tam sol köşede durduğumuzda elleri bağlı ama yüzleri yarım kapalı tim üyelerine ve babama baktım. Caner, hemen solumda yerini aldığında Eyşan ve Raşit onun hemen karşısında duruyordu. Mücahit'i ve Barış'ı görmemle kaşlarım çatılmıştı. Neden bize haber vermemişlerdi?

Babam, "Yanıma yaklaşmaya cesaretin yok mu, vatan haini?" dediği an Raşit, silahına davrandı. Sürgüyü çekip babama nişan aldığında saniyeler içinde belimdeki silahın sürgüsünü çekip bir el havaya sıktım.

"İndir lan silahını!" diye bağırdığımda namlumun ucu onlara doğru çevrilmişti. Babamın karşısındaki Eyşan'ın bakışları benim üzerime kilitlenmişti ama gözlükten dolayı nasıl baktığını göremiyordum. Gudubet karı, seni o gece öldürmeliydim.

"Zamanlamana hayran kaldım komutan ama şu an senden daha önemli bir misafirim var." dediği an silahımı Raşit'e çevirip horozu indirdim. Eyşan, gözlerindeki gözlüğü bir hışımla çıkartıp yere attı. Belindeki silahı kavrayıp sertçe kemerine yasladı ve sürgüyü çekip babama çevirdi.

Senin o elini sikmez miyim? Ona doğrulttuğun namluyu sana sokmaz mıyım?

"İndir silahını, Mete yüzbaşı." diye bağırdı.

Bittin kızım sen. Senin bugün son nefeslerin. O işaret parmağını öyle bir bükeceğim ki bir daha bırak tetiğe dokunmayı, birini bile gösteremeyeceksin!

İç sesim susmuyordu. Öfkemin tüm bedenimi ele geçirdiğinin farkındaydım. Bana bakan gözlerini kıstı ve tek kaşını yukarıya doğru kıvırdı. Raşit'in kahkahasını işittiğinde ifadesiz bir yüze büründü.

"Eyşan, tam kalbinin üzerinden vurmanı istiyorum."

Raşit'in cümlesinden sonra bakışlarını babama çevirdiğinde dişlerimi sıktım. Babam ona bakıp kafasını iki yana salladığında hiçbir şey yapamıyor olmak içime bir huzursuzluk dağıtıyordu.

Raşit, "Bu hayatta en kötü şey nedir, biliyor musun albay ya da Osman üsteğmen?" dedi. Bakışlarımı hiç Eyşan'ın üzerinden çekmedim ama o Osman'a baktı.

"Oy Asiye'nin yavrusu da buradaymış."

Eyşan, bir an için yutkundu. Kaşlarım çatıldığında dişlerimi sıkıp gevşettim.

Raşit, "Ethem ve Yağmur nasıl? Onların kızı vardı, adı neydi?" diye söylendiğinde silahımı daha sıkı kavradım.

Şerefsiz puşt herif! Sevdiğim kadının ailesinin adlarını nasıl o kancık ağzına alırsın?

Eyşan, kaşlarını çatıp "En kötüsü de nedir biliyor musun albay?" diye haykırdığında babama bakarak gözlerini kıstı. Babam kafasını salladığında silahı daha sıkı tuttu. "Hain olmak."

İşaret parmağını tetiğe bastırdığını fark ettiğim an, işaret parmağımın altındaki tetiğe bastım. Eyşan, göğsünden fırlayan kan birikintisi ile dizlerinin üzerine çöküp yere yıkıldığında Caner'in "Hassiktir!" demesini işittim. Hızla koşan Raşit'in peşinden gittiğinde Barış'ta peşine takılmıştı.

"Hayır!" diye bağırdı, Mücahit.

"Çözün lan beni!" diye çığlık attı, Alev. Mücahit, hızla Alev denen o kadına döndüğünde kaşlarım giderek daha da çatılıyordu. Elimdeki silahı belime koyup babama doğru yürüdüm. Bağlı ellerini çözmeye başladım.

"Benim gerizekalı oğlum." diye tısladığında tek kaşımı sorgularcasına kıvırdım. Babam, ellerini çözdüğüm an ayağa kalktığında bakışlarım yerde yatan Eyşan'a çevrildi.

"Güvercin!" diye bağırdı, Osman.

"Çözsenize oğlum bizi?" diye bağırdı, Deniz.

"Çöz, önce Deniz'i çöz." diye bağırdı, Kubilay.

Burada ne boklar dönüyordu?

Babam elindeki şırınga ile yerde yatan Eyşan'a yürüdü ve şırıngayı göğsüne sapladı. Eyşan, gözlerini sonuna kadar açıp bir anda nefes aldı ve öksürüklerinin arasında sola doğru yattı. Yanına yaklaşan Alev, hızla eğilip kazağını yukarıya sıyırdı. Kırmızı boruları olan bir çelik yelek vardı. Büyük ihtimalle ben vurduğumda akan şeyde kanı değil, o kırmızı tüpteki sıvıydı.

Alev denen kadın, "Sikerim lan böyle işi!" diye bağırıp yanından uzaklaştığında Deniz, Eyşan'ı yerden kaldırmaya çalışıyordu. Babamın yanına doğru yürüdüğümde sol elini palaskasına koydu ve bana bakarken burnundan büyük bir soluk verdi. Çenesini gerdiğinde bakışları Eyşan'a çevrildi.

Eeee! Bu karşımdaki kadın hain değil mi amına koyayım?

Ne sikim dönüyor burada?!

"Boduroğlu, timi topla ve kışlaya dön. Askeriyede hazır ol da bekleyip benden haber bekleyin."

Bu ne demekti? Bu kadın asker miydi? Neden böyle emrediyordu?

"Emredersiniz komutanım." dediğinde Caner, babamın koluna girdi ve dışarıya doğru ilerlemeye başladı. Bakışlarım yeniden Eyşan denilen, artık asker olduğunu düşündüğüm kadına çevrildi. Elini bana doğru uzattığında göğsünü vurduğum yere ve eline bakıp yeniden gözlerine baktım. Sağ dudağının kenarı kıvrıldığında öylece bekledim.

"Ben Asena Gündüz."

Lan?

LAN!

'Nasıl yani?' demek için dudaklarımı araladım ama dilim tutulmuş gibiydi. Onun dudaklarından dökülen cümleler yüreğimin bir kuş misali göklere çıkıp havalanmasına neden olmuştu. Ona baktıkça, kalbim sanki bir ok gibi göğsümdeki her bir damarla birlikte hızlıca atmaya başlamıştı. Yıllardır kaybolan kadını ararken geçtiğim yollar, savaşlar, aldığım kararlar, her şey bir anda anlamsız oldu. Şaşkınlık içinde, o ismi işittiğimde, bir anda içimdeki tüm kaslar gerginleşti.

Yıllardır nehrin karşı kıyısında durduğunu sandığım kadın, meğerse hep karşımdaymış.

Bana doğru iki adım attığında burnuma dolan o yasemin çiçeklerinin kokusu ciğerlerimde bir bahar havasına dönüştü. Yüzünü yüzüme yaklaştırdığında kalbimin sesini duyacak diye çok korktum.

"Her hatanın bir bedeli vardır ve sen bugün bütün bedellerin altında kalacaksın M.M.Ç."

'Kalayım, valla çek vur beni.' demek istedim ama diyemedim.

Kıza demediğin şeyi bırakmadın be Bozkurt. Bunu demekten mi korktun?

Lan, lan, lan!

Ben onun hakkında neler söyledim?

Hangi birini sayayım?

Ağzım kırılsın!

😂

19 Nisan 2022 / Kurt İni

Mete Mert Çakır, Ağzından

 

 

Tourner Dans Le Vide, Indila(Saad Music Remix)

Zihnimin arkasındaki karanlıkta kalmıştım.

Eyşan'ı istemeye gittiğimiz, arabada uyurken gördüğüm o rüyaya, uykumun en derin yerinde yeniden kapıldım. Her şey tekrar tekrar başa sarıyordu; karşımda yine o oğlan çocuğu vardı. İncecik bedeni, ağlayışlarıyla titriyordu. Sırtı bana dönüktü ama hissettiğim şey sadece bir çocuğun ağlayışı değildi. Bu, ruhumu paralayan bir tür ağıttı.

Ona doğru yürümek, bir bataklığa adım atmak gibiydi. Ayaklarım, her adımdan sonra daha da ağırlaşıyordu. Çocuğa yaklaştıkça, karanlık daha keskinleşiyordu. Sessizlikte yankılanan hıçkırıkları, zihnimde bir tokat gibi çarpıyordu.

Elimi yavaşça uzatıp omzuna koydum. Titreyen omzuna dokunduğum an, bedenindeki titreşim sanki avucumda yankı buldu. Elimi çekemedim, yapışıp kalmış gibiydi.

Yavaşça döndü.

Çocuk dönüp yüzünü bana çevirdikçe, zamanın akışı yavaşladı. Gözlerim, onun gözlerindeki o tanıdık parıltıya takıldı ama o parıltının altında ezilen bir şey vardı; tanımlayamadığım, içimde bir yarayı kanatan bir şey.

Kahverengi gözünden süzülen bir damla yaş, sanki doğrudan kalbimin üstüne düştü. Soğuk, keskin bir bıçak gibi içimde gömülü eski bir yaranın daha da derinleşmesine neden oldu. Çocuğun diğer mavi gözünden hiçbir şey akmıyordu. Pürüzsüz bir soğukluk, sessiz ve taş gibi katı bir huzursuzlukla doluydu.

"Bana yardım et," diye fısıldadı çocuk, ama sesi bir yankı gibiydi. Onun dudakları hareket etti, fakat kelimeler zihnime kazınmış bir ses gibi içeriden yankılandı. "Beni kurtar."

Bir şey boğazıma düğümlendi. Konuşmak istedim ama kelimeler çıkmadı. Hareket etmek istedim, ama ayaklarım yerden kopmadı. Gözlerim onun gözlerinden ayrılamıyordu. Kahverengi gözündeki o çaresizlik ve mavi gözündeki o tuhaf soğukluk. İkisi, bir bütünün birbirine zıt yarıları gibiydi.

Sonunda dudakları aralandı, sesi bir yankı gibi zihnime kazındı.

"Annemi kurtar baba."

Nefesim kesildi. Göğsümde yankılanan kelimeler içimi kavurdu. Tam o anda bir çığlık duyuldu, tiz ve çaresizce.

"Mete!"

Kulaklarımı sağır eden o sesi tanımam için bir an yetmişti. Eyşan'ın çığlığı beynimde patladı. Dudaklarım korkuyla aralanırken içgüdüsel bir refleksle bağırdım.

"Eyşan!"

Öne atıldım ama vücudumun ağırlığı karanlığın içinde daha da arttı. Gözlerimi sonuna kadar açtığımda, bulanık bir gerçekliğe çekildiğimi fark ettim. Yosunlarla kaplanmış, rutubet kokusu içime işleyen duvarlarla karşı karşıyaydım. Nefes alıp vermek bile zorlaşmıştı.

Bir el omzuma sertçe yapıştı, beni sarsarak çekti. O an, duvarların arasında kaybolmuşken gerçekliğe tutunduğumu hissettim.

"Mete?"

Başımı kaldırdığımda Çilingir'in kehribar rengi gözleri endişeyle bana bakıyordu. Gözleri, beni inceliyor, neyin içinde olduğumu anlamaya çalışıyordu. Şakağımdan süzülen bir ter damlası çeneme kadar indi ve orada asılı kaldı. Onu hissettim ama silecek gücü bulamadım.

"İyi misin?" diye sordu, sesi yumuşak ama dikkatliydi. Gözlerimi bir anlığına ondan kaçırdım ama kelimeler dudaklarımda düğümlendi. Gerçekten iyi miydim? Bu soruya yanıt verecek cesaretim yoktu. Bir an derin bir nefes almayı denedim ama ciğerlerime dolan hava boğazımda düğümlendi. Ellerim titrerken avuç içlerimde biriken teri hissettim. Çilingir'in sesi yeniden yankılandığında gözlerim istemsizce ona döndü.

"Mete? Ne gördün?"

Sesi hem meraklı hem de temkinliydi. Endişesi yüzüne kazınmış gibiydi ama ben, gözlerimin önünden silinmeyen o çocuğun bakışlarıyla hâlâ savaşıyordum. Kahverengi gözündeki acıyı ve mavi gözündeki soğukluğu unutamıyordum.

"Bir şey değil," dedim sonunda, sesim boğuk ve inandırıcılıktan uzaktı. Kendi yalanıma bile inanamadım.

"Bir şey değil mi?" Çilingir, kaşlarını çatıp başını hafifçe eğdi. "Sadece seni yerinde sıçratıp ter içinde bırakan ve Eyşan'ın adını zikrettiren bir şey mi? Gördüğün rüyaların gerçekliğe çevrildiğini çok iyi biliyorum."

Onun bu kadar doğrudan oluşu içimde bir yerlere dokundu. Yine de kelimeleri bir araya getiremiyordum. İçimde, o rüyadaki çocuğun yankısı vardı: "Annemi kurtar baba." Bu üç kelime, sanki ruhumun en derin yaralarına saplanmış bir hançer gibiydi.

"Kâbus," dedim nihayet, gözlerim yere sabitlenmişti. "Sadece bir kâbus..."

Ama Çilingir'in sessizliği, beni yeterince inandıramadığıma işaret ediyordu. Omzumu hafifçe bıraktığında birkaç adım geriledi ve sesli bir nefes alıp verdi.

"Her neyse, bu konunun üzerine gidip seni bunaltmayacağım. Bünyamin'in izini bulduk. Kendini toparla, ondan sonra hemen çıkalım."

Çilingir'in sözleri kulaklarımda yankılanırken bir süre hareketsiz kaldım. Bünyamin'in izini bulmuş olmaları, içimdeki karanlığı silmese de beni gerçekliğe döndürmeye yetmişti. Elimi yüzüme götürüp şakağımdaki teri sildim. Parmak uçlarım nemliydi ama zihnim hâlâ kuruydu; kelimeler ve düşünceler birbirine dolanıyordu.

"Tamam," dedim kısa ve kesik bir nefesle. Sesim kendime bile yabancı geliyordu. Çilingir bir süre daha bekledi, sanki toparlanmam için bana zaman tanıyordu. Kehribar gözleriyle üzerimde gezinirken, benden emin olmak ister gibiydi.

Kapıdan çıkmadan önce durup arkasını döndü. "Mete," dedi, sesi bu kez daha yumuşaktı, neredeyse alçak bir fısıltı gibi. "Karına ve çocuklarına hiçbir şey olmayacak."

Gözlerimi ondan kaçırıp başımı salladım. O gittikten sonra odada yalnız kaldım. Ellerim istemsizce yumruk oldu. Derin bir nefes alıp verirken rüyanın yankısı, zihnimde hâlâ canlıydı. "Annemi kurtar baba..." Bu ses zihnimi terk etmeyecekti, en azından şimdilik.

Elimi yüzümde gezdirip derin bir nefes aldım. Ayağa kalkıp üzerime baktım. Üzerimdeki siyah kazak, sanki göğsüme yapışmış gibiydi. Elimi enseme götürüp tek seferde çıkarttığımda içime çektiğim hava biraz daha serin ve keskin geldi.

Karşımdaki askıda asılı olan siyah gömleğe uzandım. Kumaş ellerimde kayarken, içimde tuhaf bir sakinlik yayıldı. Düğmeleri iliklerken zihnimde sadece bir düşünce vardı: Bünyamin. Her adımım, her hareketim ona daha da yaklaşmak için atılmıştı ve bugün bunun ilk hamlesi olacaktı.

Gömleğimin manşetlerini düzelttikten sonra askıdan kabanımı aldım. Yaka kısmını omuzlarıma oturttum, kollarımı geçirip sert bir hareketle önüme çektim. Derin bir nefes alıp dışarı çıktığımda, taşlı yola adımımı attım. Ayakkabılarımın altındaki taşlar hafifçe kayarken, sessizliğin içinde yankılanan her adım, zihnimde daha da büyüdü.

Yolun ilerisinde, park etmiş arabanın içinde iki silueti seçtim. Çilingir, sürücü koltuğunda oturmuş, sağ elini direksiyonun üzerinde gezdiriyordu. Arka koltukta Ahmet vardı; başını cama yaslamış, bir şeyler düşünüyor gibiydi. İkisini de gördüğümde içimde bir tür rahatlama hissettim ama bu, gerilimin tamamen geçtiği anlamına gelmiyordu.

Arabanın yanına yaklaştım. Çilingir, beni fark edince başını çevirip kehribar gözleriyle doğrudan bana baktı. Camı yarıya kadar indirip dudağının kenarına sinsice bir gülümseme yerleştirdi.

"Hazır mısın, Mete?"

Bir an duraksayıp ona doğru eğildim.

"Hazır olmasam bile başlayacağız, değil mi?" dedim, sesi biraz soğuk bir alayla. Çilingir bir kahkaha attı, ardından direksiyona asılarak arabayı çalıştırdı. Kafamı iki yana sallayarak arabanın önünden yürüdüm ve kapıyı açıp koltuğa yerleştim. Koltuğa yaslanıp dışarı bakarken, gözlerim taşlı yolun ufuk çizgisine kadar uzanan kısmında dolandı. Her taş, her çatlak bana geçmişi hatırlatıyordu. Bünyamin'e daha yakın olduğumu bilmek içimdeki huzursuzluğu besliyordu ama bunu susturmanın bir yolu yoktu.

"Bu iş bitecek," diye kendi kendime mırıldandım. Sesim arabanın gürültüsünde kaybolsa da kelimeler kafamda yankılandı. Bu yolun dönüşü yoktu.

Yol, uzun ve sessizdi. Gecenin karanlığı içimize işliyordu; bir yandan gerginliğimizi artırıyor, diğer yandan düşüncelerimizi boğuyordu. Çilingir, direksiyonun başında sakin bir şekilde sürüyordu ama kehribar gözlerindeki odaklanmayı görmemek imkânsızdı. Arka koltuktaki Ahmet ise neredeyse hareketsizdi; o kadar sessizdi ki nefes alıp almadığını bile kontrol etme ihtiyacı hissettim.

"Ne kadar kaldı?" diye sordum. Sesim, arabada yankılanan motor sesine karıştı.

Çilingir, kısa bir bakış attı. "Yaklaştık." dedi, sakin ve kısa bir şekilde. Yolun sonunda, yüksek taş duvarlarla çevrili bir villanın uzak bir noktasında durduk. Geniş, siyah demir bir kapı vardı. Duvarın üzerinde güvenlik kameraları yer alıyordu.

"Kamera var." diye mırıldandığımda arabanın motoru sustuğunda sessizlik ağırlaştı. Çilingir, kapısını yavaşça açtı. "Önden ben gidiyorum," dedi alçak bir sesle. "Zafir savunma sende. Mete sen... kafana göre takıl."

Gözlerimi devirip derin bir nefes alarak başımı iki yana salladım. "Her zamanki gibi..." diye homurdandım kendi kendime. Elimi kapı koluna uzattım ve hızlıca açtım. Sağ ayağımı yere sertçe bastım; toprağın hafif nemli soğukluğu botumun altından hissediliyordu. Kapıyı arkamdan kapattığımda Zafir'e baktım.

Zafir'in yüzünde yeniden maskesi vardı. Çilingir'in arkasından ilerlerken her adımımızın yerde yankılandığını hissedebiliyordum. Gecenin sessizliği bu yankıyı abartıyor gibiydi. Villanın demir kapısına ulaştığımızda Çilingir durdu. Üst cebinden çakısını çıkarırken yüzünde çocuksu bir heyecan belirdi. Bu tür şeylerde ustalığını göstermekten zevk alıyordu; her hareketi sanki bir ritüelin parçası gibiydi.

"Ne kadar sürer?" diye sordum, fısıltıyla.

"Sabırsızlanma, Mete," dedi Çilingir, alaycı bir tebessümle. "Böyle işler aceleye gelmez. Kapılar, sahiplerinin güvenliğe olan inançlarını temsil eder. Bünyamin'inki biraz fazla emin olmuş ama bu bizim işimizi kolaylaştırır."

Çilingir, sağ elinin parmaklarıyla kabzayı kavrarken üst noktadaki çıkıntıya hafifçe bastı. Kabzanın içinden öne fırlayan parlak, keskin olmayan bıçak ucunu hafifçe aşağıya doğru eğip kapının anahtar deliğine doğru yaklaştırdı. Her hareketi incelikle tasarlanmış gibiydi; sağ elinin parmakları bıçağın kabzasını sıkıca kavrarken, sol eliyle deliğin çevresini yokladı. Kapının iç mekanizmasını zihninde bir harita gibi çizercesine hareket ediyordu.

Bir an için arkamı dönüp çevreyi kolaçan ettim. Zafir, sessizce karanlığa gömülmüş, villa duvarlarının çevresini gözlüyordu. Gecenin rüzgârı hafifçe ağaç dallarını sallıyor, etrafımızdaki sessizliği daha da belirginleştiriyordu. Herhangi bir ses bizi ele verebilirdi ama Çilingir'in odaklanmış hali sanki zamanı bile durdurmuştu.

"Klik."

O tanıdık ses duyulduğunda Çilingir yüzünü bana çevirdi, gururlu bir gülümsemeyle. "İşte bu kadar," dedi. Hafifçe kapıyı araladı ve eliyle bizi işaret etti.

"Buyurun, yüzbaşım," dedi teatral bir şekilde. "Sahne senin."

Adımlarımı dikkatlice atarak içeri girdim. Zemindeki gıcırtı sesini en aza indirmek için tabanımı ağır ağır kaydırıyordum. Havadaki yoğun nem ve tozlu koku, uzun zamandır burada birilerinin yaşadığını gösteriyordu. Çilingir arkamda, parmak uçlarında yürüyordu. Zafir ise hâlâ bir gölge gibi sessizdi.

Giriş holünden ilerlerken gözlerim etrafı tarıyordu. Tavan arasına kadar uzanan spiral bir merdiven ve sağdaki dar bir koridor dikkatimi çekti. Koridorun ucunda hafif bir ışık süzülüyordu. Bu ya Bünyamin'in saklandığı odanın ya da bir tuzağın işareti olabilirdi.

"Soldaki odalara bak," dedim fısıltıyla Zafir'e. Gözlerim koridorun sonundaki ışıkta sabitlenmişti.

Çilingir omzumdan hafifçe dürttü. "Emin misin? Bünyamin, bu kadar kolay ulaşılabilecek bir yerde olmaz."

"Eğer bu bir tuzaksa, en azından buradaki herkesi temizleriz," diye karşılık verdim. Sesim, kelimelerimden daha soğuk çıkmıştı. Çilingir, bir an gözlerini benden ayırmadan durdu. Ardından omuz silkti ve arkamdan ilerlemeye devam etti.

Koridor boyunca yürürken içimdeki gerginlik artıyordu. Silahımı yavaşça çektim ve elim tetikte bekliyordu. Tüm dikkatimi odakladığım ışık kaynağına yaklaştığımda, kapının yarı açık olduğunu gördüm. İçeriden gelen hafif tıkırtılar, biri ya da birilerinin hareket ettiğini işaret ediyordu.

Bir süre sonra Zafir yanımda yerini alırken Çilingir, eğilerek bana yaklaştı. "Birlikte mi dalıyoruz, yoksa sen önden mi gidiyorsun?" diye sordu.

Gözlerimi kırpmadan kapıya bakarken, "Seni görmesin. Zafir, sen burada bekle sana komut verdiğimde yanıma gel." diye fısıldadım.

Kapıya vardığımda yavaşça elimle ittirdim. Gıcırdayan menteşeler sessizliği delip geçti. İçerideki loş ışık gözlerimi bir an için kamaştırdı. Küçük, dağınık bir odaydı, duvarlarda eski gazete kupürleri, yerde yarım bir halı vardı. Odanın köşesinde, bir sandalyede oturan silueti fark ettim. Bünyamin...

Başını hafifçe kaldırıp bana baktı. Yüzündeki ifade ne korku ne de şaşkınlıktı; yalnızca soğukkanlı bir kabulleniş vardı. "Bekliyordum," dedi, sesi alçak ve boğuktu.

Kafamı ağırca salladım "Oyun bitti," dedim, keskin bir tonda.

Bünyamin hafifçe başını salladı. "Oyun bitmedi, yüzbaşı," dedi. Sandalyede dikleşerek yüzünde hafif bir gülümsemeyle devam etti. "Bu sadece başka bir sahne."

Daha ne dediğini anlamadan, bir tık sesi duydum. Bomba düzeneği... Gözlerim hemen odanın diğer köşesine kaydı. Zemin üzerinde parlayan küçük kırmızı ışık, bize pek de hoş bir sürpriz hazırlamamıştı. Eski bir bomba tahrip uzmanı olduğunu unutmuştum.

Bünyamin gülümsüyordu. "Beni yakaladığını mı sandın?" diye mırıldandı.

Bakalım sen benim sana olan sürprizimi beğenecek misin?

Dudaklarıma sinsi bir tebessüm bürüdüm ve çenemi dikleştirdim. Bakışlarım Bünyamin'in oymak istediğim gözlerinde dolanırken yüzümü biraz sağa doğru çevirdim.

"İçeriye gel canım benim!" diye bağırdım. Bünyamin, sorgularcasına tek kaşını kaldırdığında bakışları arkama kaydı. Zafir, yanımda durup ellerini çenesine doğru kaldırdı. Elinin tersiyle yüzündeki maskeyi sıyırmaya başladığında bakışlarımı Bünyamin'in yüzüne çevirdim.

Yukarıya yükselmiş tek kaşı anında düştü. Birbirine yapışık dudakları ağırca aralandı. Göz bebekleri büyüdü ve titrek bir şekilde bana ve Zafir'e baktı. Titreyen dudakları arasında kaçan nefesi odanın sessizliğinde yankılandı.

"Bu... bu nasıl olur? Sen öldün... seni kendi ellerimle göm..."

Zafir'in yüzünde beliren soğuk gülümseme, Bünyamin'in cümlesini yarım bırakmasına neden oldu. "Ölü olduğumu sandığın her an, ben seni izliyordum Bünyamin," dedi Zafir, alaycı bir tonda. Sesi, keskin bir bıçak gibi odadaki gerilimi artırıyordu. "Ve işte buradayım. Senden bir adım ötede."

Bünyamin'in elleri istemsizce sandalyenin kolçaklarına yapıştı. Kaçış planlarını zihninden geçirdiğine eminim ama bedenindeki titreme onu ele veriyordu. Kendine bile güvenemiyordu artık.

"Bu bir oyun değil," dedim, sert bir sesle. Bünyamin'in dikkatini yeniden bana çekerek bir adım daha yaklaştım. "O karanlık zihin oyunlarının son sahnesindesin artık. Buradan çıkışın yok. Anladın mı beni, Bünyamin? Yok."

Zafir'in silahını çıkartması için onun dikkatini üzerime çekmem gerekiyordu. Bünyamin, güçlükle gözlerini bana çıkarttığı an göğsüne küçük bir şırınga saplandı. Hemen sağımda, Zafir'in elindeki küçük köpekleri bayıltmakta kullanılan bir tabancayı gördüğümde gülümseyerek Zafir'e baktım.

"Bunu nereden buldun lan? Ben normal sakinleştirici kullanacaksın sandım."

Zafir, gözlerini devirdiğinde Bünyamin, gürültüyle yere düşmüştü. Zafir omuzlarını silkti, elindeki tabancayı inceleyerek hafif bir gülümsemeyle, "Bazen yaratıcı çözümler gerekiyor," dedi. "Köpekler için olanı daha hızlı etki ediyor. Üstelik daha sessiz."

Bünyamin'in hareketsiz bedenine bir an baktım, sonra yüzümü Zafir'e çevirdim. "Beni de bayıltmayı düşünmedin, değil mi?" dedim, alaycı bir ifadeyle.

Zafir hafifçe güldü. "Henüz değil, Bozkurt. Beni ısıracak olursan bunu düşünebilirim."

Çilingir, yanımızdan geçerken bizim bu küçük diyalogumuza aldırmadı, Bünyamin'in yanına çömeldi. Onu hızlıca yokladı, nabzını kontrol etti ve kafasını sallayarak doğruldu. "Şimdi ne yapıyoruz?" diye sordu. Bakışlarım bomba düzeneğine çevrildi. Ateşleme noktasının bağlı olmadığını fark ettiğimde gözlerimi devirdim ve yeniden Bünyamin'in yerdeki bedenine baktım.

"Bu onu yarına kadar uyutur, kurt inine götürelim Mete." diyen Zafir'in sesiyle bakışlarımı kısa bir süreliğini etrafta gezdirdim.

"Bu villada işimize yarar bir şeyler bulabilir miyiz?" diye sorduğumda Çilingir, kafasını iki yana salladı.

"Ev çok temiz, kirli işlerini burada barındıracağını hiç sanmam."

Kafamı salladım ve çenemle Bünyamin'i gösterdim.

"Alın, götürelim şu iti."

Zafir, öne atılıp tüm iliklerinde gezen tiksinç duygusunu yüzüne yansıttı ve Çilingir'in Bünyamin'e dokunmasına izin vermedi. Bir çuvalmış gibi omzunun üzerine attı ve yürümeye başladı. Çilingir, önde ben arkada hızlı adımlarla evin çıkışına doğru yürüdük.

Villanın çevresinde sessizlik hâkimdi ama bu aldatıcı bir huzurdu. Çilingir, Zafir'e yardım etmek için kapıyı açarken büyük üç adımla bagaja doğru yaklaştım. Benzin bidonunu alıp bagajı kapattım ve büyük adımlarla evin önünde durdum.

Benzin bidonunun kapağını açtım ve kapının önünden dökmeye başlayarak geriye doğru adımladım. Benzinin keskin kokusu havaya yayıldıkça Çilingir, kaşlarını çatarak bana döndü. "Mete, ne yapıyorsun?" diye sordu, sesi tedirgin ama meraklıydı.

Benzin bidonunu hafifçe sallayıp, son damlalarını da yere akıtırken yüzüme soğukkanlı bir ifade yerleştirdim. "Cümle aleme Bozkurt'u gösteriyorum." dedim. Çilingir derin bir nefes alıp gözlerini başka yöne çevirdi. Zafir ise birkaç saniye durup beni süzdü, sonra omuzlarını silkti. "Senin planın, senin sorumluluğun," dedi, soğuk bir tınıyla.

Elimdeki boş bidonu içeriye atıp demir kapının önünde durdum. Sağ elimi cebime sokup zippoyu çıkarttım. Baş parmağımla demir kapağı kaldırdım. Hoş bir tınıyla açıldığında baş parmağımı taşa sürttüm. Alevin sıcak ışığı karanlıkta dans ederken bakışlarım evin girişine kaydı. İçimde hafif bir huzursuzluk dolaşıyordu ama bu hissi bastırmayı çoktan öğrenmiştim.

"Bünyamin," dedim, sesi daha da sertleştirerek. "Bu gece, bu odada bir şeylerin değişmesi gerek. Eğer bu yanlış yolunu devam ettirirsen, seni kaybedeceğiz. Ama eğer doğru yolda yürürsen, seni kazanacağız. Seçim senin."

O an, Bünyamin'in gözleri kısa bir süreliğine yumuşadı ama hemen sonra yine o sert bakışlarına büründü. Gözlerinde yaşanan çatışma, belki de tek başına bir devrim gibiydi. Geri adım atamayacak kadar derin bir savaşa girmeye başlamıştık.

Bir adım öne çıktım. "Gitmek istiyorsan da git ama unutma, her seçim bir bedel getirir."

Bünyamin'in gözleri bir an daha aramızda gidip geldi, sonra bir karar almış gibi başını eğdi. "Beni gönder, Hekimoğlu. Benim burada kalmamın bir anlamı yok."

Sözleri, odada yankılandı. Her şeyin sona erdiği anı hissedebiliyordum. Bünyamin'in kararı kesindi, bu noktada başka bir yol yoktu.

"Dönüşü olmayan bir yola girdiğinde, bir daha geri dönemezsin." dedim ve elimdeki kâğıdı yavaşça önüne bıraktım. Bünyamin, kâğıdı alırken, gözleri hala kararlıydı ama bu sefer biraz daha yorgun görünüyordu. Kendi içindeki savaşın izlerini taşıyor, her hareketiyle bir adım daha geriye düşüyordu. Kâğıdı aldıktan sonra, birkaç saniye boyunca sessizlik hâkim oldu. O an, hiçbir şeyin normal olmadığı bir dönüm noktasındaydık.

"Yolunu seçtin," dedim, gözlerim ona odaklanmışken. "Umarım yanılmazsın, Bünyamin."

Zihnime akan anıyla kafamı iki yana salladım.

"Yanlış yolu seçtin Bünyamin." dedim, sesi alçak ama net bir şekilde. Zippoyu yere bırakırken parmaklarımın titremediğine emin oldum. Kendi içimde yaktığım yangınla, dışardakinin bir olması gerekiyordu. Zippo, yerdeki benzinle buluştuğu anda alevler, benzin yolunu takip ederek hızla evin girişine ilerlemeye başladı. Kıvılcımlar karanlığı yararak büyüdükçe, alevler duvarları yutmaya başladı.

Ardımızda kalan alevlerin uğultusu eşliğinde arabaya doğru yürümeye başladık. Çilingir, arka koltuğa oturup sessizce Bünyamin'in başını sabitledi. Zafir direksiyona geçti ve motoru çalıştırırken bana bir bakış attı.

"Sonunda intikamını almak için her şeyi yapmaya hazır mısın, Mete?" dedi, sesi derin ve sorgulayıcıydı.

Gözlerim yanan villanın karanlıkta yükselen alevlerine takıldı. Yukarıya doğru yükselen dumanlar havaya karışıyor ve gecenin karanlığında turuncu bir buluta dönüşüyordu. Karanlığın içinde bir aydınlık elbet vardı ama bu aydınlığı yalnızca, karanlık geçmişi olanlar bilebilirdi.

"Artık geriye dönüş yok," diye mırıldandım, daha çok kendime. "Sonsuza dek yakılacak olan sadece bu ev değil, bu savaşın tüm izlerini yakıp kül edeceğim."

🔥

20 Nisan 2022 / Kurt İni

Mete Mert Çakır, Ağzından

Dünyaya yeni gelmiş bir bebek, daha gözlerini bile açmadan neden ağlar?

Bunu hiç düşündünüz mü?

İlk nefesini almak için mi yoksa varlığını ilan etmek adına mı? Belki de annede hissettiği o sıkışıklık, onu aniden içine çeken bu soğuk ve bilinmez dünyadan daha güvenliydi. Ama kim bilir... Belki de ağlamak, dünyaya gelirken beraberinde getirdiği tek savunma mekanizmasıdır.

Peki, o zaman neden büyüdükçe ağlamak zayıflık sanılıyor?

Özellikle bir adam için ağlamak utanılacak bir şeymiş gibi gelir, değil mi? Sanki duygularını sergilemek, ruhunun bir parçasını eksiltmekle eşdeğermiş gibi.

Oysa, bazen insan en güçlü anında ağlar. İçindekileri dışarı vurmak için, boğulduğu karanlıkta bir ışık aramak için ama bunu itiraf etmek, işte o cesaret ister. Çünkü ağlamak, savunmasız kalmayı kabul etmektir. Zırhını çıkarıp yaralarını göstermek, acını kabullenmek ve belki de yardım istemek anlamına gelir.

Cesaretin gerçek tanımı bu değil midir zaten? Tüm korkularına rağmen açıkta durabilmek, o kırılganlığın içinde bile dimdik kalabilmek ama ne acıdır ki, bunu yapabilmek için bazen en ağır yüklerle sınanman gerekir.

Eyşan'ın her bir gözyaşı, benim canımdan can kopartıyordu.

Eyşan'ın gözyaşları, birer damla su gibi değil, sanki erimiş birer kurşun gibi kalbime akıyordu. Her biri içimde bir iz bırakıyor, varlığımı delip geçen bir acıya dönüşüyordu. Onun sessizliği, hıçkırıklarının arasında boğulmuş bir çığlık gibiydi. Eyşan ağladığında benim de tüm gücümü sınayan bir fırtına kopuyordu. O gözyaşlarını dindirememek, boğazımda düğümlenen bir çaresizlik hissi yaratıyordu.

Eyşan'ın bir gözyaşı için dünyaları yakabilir miydim? Evet, hiç düşünmeden.

Ama onu ağlatmamayı başarabilir miydim? İşte bu, en büyük savaştı.

Dünyaya geldiği ilk andan itibaren ağlamaya başlayan her bebek gibi, o da ağlayarak geldi bu dünyaya. 'Yaşıyorum, bakın buradayım.' dercesine ağladı. Ama peki ya ben? Neden yirmi altı yaşındaki bir kadının gözyaşları yüzünden, içimde böylesine koca bir yangın hissediyordum?

Aslında cevap çok basitti.

Eyşan'ın gözyaşları, yalnızca onun değil, benim de varlığımı sorgulatıyordu.

Zihnimin içindeki karanlıkta o olay anına geri döndüm. Dudaklarımda, önden yürüyen kadını takip ederken işlenmiş mükemmel bir gülümseme vardı. Bir an için sağındaki Deniz ve solunda Osman ile, ben yanında olmasam bile güvende olabileceğini düşünmüştüm. Elimi kapı kulpuna atıp kapıyı açtığım anda duyduğum, Deniz'in haykırışı kulaklarımdan hiç silinmiyordu.

"Eğilin!"

Hemen onlarda uzakta duran araçtan üzerlerine kurşun yağmaya başlayacakken Deniz, Eyşan'ı tuttu ve bir anda sırtını o arabaya çevirerek ilk darbesini yedi. Dudaklarımın aralandığını hissederken zihnimden neler geçtiğini bilmiyordum. O an tek bir şey vardı, Eyşan ve Deniz. Beynimi kaybetmiş gibiydim.

Deniz, omuzlarını yükseltmiş bir şekilde Eyşan'ın kafasını daha korurken tam arabadan çıkacaktım ki bir mermi, dikiz aynasına çarptı. Selçuk, kolumdan tutup beni arabanın içinde tutmaya çalışırken ben, karımın yanına gidemediğim için ağlamak istedim.

Çocuklarımı koruyamadığım için ağlamak istedim.

Küçük bir çocuk gibi kıvrılıp ağlamak istedim.

Osman'ın arabaya yönelttiği silahtan çıkan kurşunlarla araba ileriye doğru atılırken Selçuk'un elini ittirip kendimi arabadan attım. Adımlarım dolanıp yere düşerken ellerimi sertçe zemine bastırıp ayaklarımın üzerine doğruldum ve onlara doğru koşmaya başladım. Deniz'in ağzından akan kan, çenesine doğru iniyordu.

Kahverengi donuk bakışları benim gözlerimi bulduğu an, Eyşan'ın sırtındaki elleri, bir yaprağın düşüşü kadar yavaş bir şekilde yere indi. Bir dağ gibi kırıldı ve dizlerinin üzerine yıkıldı.

Bir toprak misali titreyen canımı kollarımın arasına alıp yere çöktüğümde zihnimdeki karanlık beni, karşımdaki piçin karşısına fırlattı. Onun hakkında hiçbir iyi anım yoktu. Zihnimden hepsini silip atmıştım. Onu düşünecek düşüncelerim yoktu, cümlelerim yoktu.

Üç şey için karşısındaydım.

Karım, çocuklarım ve onları koruyan Deniz.

Göz kapakları titrediğinde elimdeki kelebeği açıp sandalyeden ayağa kalktım. Gözlerini açıp bana baktığında ona doğru yaklaştım. Gözlerinin tam içine baktım ama onun bakışları elimdeki çakıya çevrildi. Çakıyı parmaklarımın ucuna doğru kaydırıp hızla parmaklarımın arasında dolaştırdım ve sivri ucunu görmesini sağladım. Kelebeğin iki kanadını avuçlarımın arasında sakladığımda Bozkurt'un zihnime sızdığını hissettim.

"Bünyamin."

Sana ne yapsam Bünyamin?

"Uyanmanı çok bekledim. Şimdi uyanmışken ne yaşayacağınla ilgili de seçimler yapman gerekecek."

Gözlerinin içindeki korku, Bozkurt'u daha da hırslandırdı.

"Bana ne yapacaksın Bozkurt? Ayrıca siz o kapıyı nasıl açabildiniz!" diye sorduğunda kahkaha atmamak için kendimi sıktım. O kadar hayırsız bir varlıktı ki kendi kardeşi bile ne mal olduğunu ta en başından beri biliyordu.

Elimdeki çakıyı hareket ettirirken ağır adımlarımla, arkasına doğru yürüdüm. Onu bağladığımız sandalyenin sırt kısmı yoktu. Zincirlerle vücudunu germiş ve sıkıca kenarlardaki kolonlara bağlamıştık. Arkasına geçtiğimde bakışlarım geniş sırtında gezindi. Zihnime düşen Deniz'in sırtı, bana rehber olacaktı.

Ama o kendi sırtını asla göremeyecekti.

"Sana bir şey öğretmem gerek, Bünyamin. Ne kadar korksan da geriye dönüp bakamayacaksın. Bu son gece, sana gerçeği gösterecek."

O; seçtiği yolda geriye dönüp, vazgeçtiği yola bakamayacaktı.

Bünyamin, "Zafir bir şey yap! Kurtar beni!" diye bağırdığında bakışlarım gölgedeki Zafir'e çevrildi. Onun için açtığımız mezara biz, gerçek Bünyamin'i gömmüştük. Önümde bağlı olan ise yeryüzünde bıraktığımız gölgesiydi.

"Seni bu saatten sonra Şeytan'ın bile kurtaramaz, Bünyamin. Bozkurt'un yüce adaleti bu sefer senin için teraziyi oynatacak."

Haklıydı.

Bu terazi çoktan oynamalıydı.

Elimdeki çakı tam yedi yere sırtındaki noktalara saplandı. Her birinde bulanan parmaklarımdaki kan, Bozkurt'un ruhuna işliyordu. Deniz'in sessizliği, Eyşan'ın göz yaşlarına dönüşüyordu. Her sapladığım o bıçak darbesi canıma can katarken, içim harlı bir ateşmişçesine yanıyordu.

Son darbeyi vurduktan sonra, çakıyı kısa bir süreliğine arka cebime koydum, karşısına geçip yüzüne doğru eğildim. Bana baksın istedim, gözlerimdeki o ateşin nasıl harlandığını görsün istedim. Hekimoğlu'nu benden aldığına pişman olsun istedim. Yarattığı Bozkurt'un kim olduğunu öğrenmesini istedim.

Gördü.

"Bu darbeler senin yüzünden can çekişen o çocuk içindi."

İki dudağımın arasından dökülen cümle ile Eyşan'ın hıçkırıkları ve oğlumun 'Annemi kurtar baba.' dediğini işittim. Ellerimi havaya kaldırıp avuçlarımın içini sertçe kulaklarını ve yanağını kaplayacak şekilde vurup kafasını tuttum.

Annemi kurtar baba.

Kaşlarım çatıldı, dişlerim birbirine geçti. Diş köklerimin yerin oynadığını hissettiğim an sıkmayı bıraktım.

O kadınımıza kurşun sıktı, çocuklarımıza kurşun sıktı.

Bozkurt'un sesi tüm zihnimi işgal etti.

"AMA BENİM KADINIMA YÖNELTTİĞİN O NAMLUNUN ACISINI HENÜZ ÇIKARTMADIM!" diye kükreyip alnımı sertçe burnuna gömdüm. Geriye düşen kafasını yeniden avuçlarımın içine aldım. Yamulmuş burnu, zihnimde Bozkurt'un kahkahasını çınlattı. Onun kahkahası benim yüzüme yansıdı. Gözlerimin hemen arkasındaki varlığını Bünyamin'in görmesini istedim.

Bozkurt, gözlerimin hemen arkasındaydı.

Ailemize hiç bulaşmamalıydı.

Sırıtarak "Burnunu olmaması gereken bir yere soktun Büüün-yaaaa-miiin." dediğim dudaklarımdaki gerginlik yok oldu. Bünyamin'in sol kulağını yakaladım. Keşke senin ilk gün kulağını çekebilseydim, Bünyamin. Sağ elimi Bünyamin'in yüzünden çektim ve zincire teker teker bağladığım, sağ elinin baş parmağını tuttum.

Göz bebeğimize silah doğrulttu. Kurşun sıktı.

"Sen benim göz bebeğime horoz indirdin." deyip baş parmağını kıvırdım. Hızımı alamadan işaret parmağını sıkıca kavradım.

Can yoldaşımıza silah doğrulttu. Kurşun sıktı.

"Sen benim can yoldaşıma tetik bastın!"

İşaret parmağını yukarıya doğru kıvırdım. Bozkurt'un öfkesini burnumdan solurken sol avcumun yaslı olduğu kulağını kavradım. Parmaklarımın arasındaki etini sertçe burktum. Bozkurt, bir an için zihnimi bana yansıttı.

"Hekimoğlu'nun ruhu, cesaretin, fedakârlığın, her şeyin arkasında durmayı gerektiriyordu. Ama sen," diye devam etti, "sen her zaman kolay yolu seçiyorsun. Bir lider olarak, o lakabı taşıman sana sadece bir unvan vermiyor, o ruhu da taşıman gerekiyor. Ama sen ne yapıyorsun? Her hatada geri adım atıyorsun, her başarısızlıkta birilerini suçluyorsun. Hekimoğlu'nun adını nasıl taşıyorsun? Hekimoğlu bile sevdiği kadın için neler yaparken, sen neler yapabildin? O yüzden... Ben senin gibi biriyle aynı yolda olamam."

Bozkurt, acı bir gerçeği yüzüme vurdu.

Ben, aslında hiçbir zaman Hekimoğlu olmamıştım.

Öyleyim sanmıştım.

Bünyamin'e eğilip "Senin kulağını biletini kestiğim gün çekmeliydim." diye fısıldadım ve arka cebimdeki çakıyı yeniden çıkarttım.

Canımızın gözünden akan yaş, senin cehennemdeki ateşin olsun Bünyamin! Ateşin harlı olsun.

"Kadınımın gözünden akan yaş, senin cehennemdeki ateşin olsun Bünyamin! Ateşin harlı olsun."

Elimdeki çakının kanatlarını açıp bıçağı sertçe Bünyamin'in kalbine sapladım. Bünyamin, gözü açık bir şekilde son nefesini kana boğulduğu için veremedi. Ellerim, bir kez olsun titremedi. Kalbine soktuğum bıçağı iki kez çevirdim.

"Bu da çocuklarım içindi!" dedim ama zihnimde bir soru belirdi. Çocuklarımıza bir şey olsaydı ne yapardık? Alt dudağımı dişleyerek gözlerimi kıstım.

"Son darbede kendim için olsun. Kalbini kendi ellerimle sökeceğim diye yemin ettim."

Yaptım.

Arkamda Çilingir belirdi. O da bir şey söyledi ama benim zihnim tamamen Bozkurt'un nefesleriyle dolmuştu. Zafir ile Çilingir onun leşini temizlerken ben, üzerimdeki onun kanlarını silmeye çalıştım. Bedenimden her silişimde biraz daha dindi, öfkem. Tamamen arındığımda artık, yolun sonundaki sakinlikteydim.

🐾

21 Nisan 2022 / Şırnak Devlet Hastanesi

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

On bir gün.

Tamı tamına on bir günden beri Deniz, yaşama tutunmaya çalışıyordu. Kubilay, Yonca'yı her ne kadar yanında tutmak istemese de Yonca, ısrarla onun yanında kalmak için çaba gösteriyordu. Ayda, bazen camın arkasındaki Deniz'e bakarak ağlıyor ama kimse, özellikle Alperen gidip de bir şey söylemiyordu. Caner ile Lara, Alev ile Barış arada dönüşümlü olarak askeriyeye gidip geliyorlardı.

Selçuk sürekli olarak bizimle ilgileniyor ve Kubilay'ın gelmediği anlarda Yonca ile beni alıp yemek yedirmeye götürüyordu. Gitmek istemediğimiz zamanlar ise Osman ile gidip herkes için yemek alıyorlardı.

Mete, benimle o gün konuştuktan hemen sonra Zafir dediği adamı ve Çilingir'i alıp gitmişti. Bugün, tamı tamına onsuz sekizinci günüme girmiştim.

Hepimiz bir yerlere savrulmuştuk ama sorarsanız birbirimize kenetliydik.

Zihnimden o görüntüleri asla silemiyordum. Gözlerimi ne zaman kapatsam oradaydı. Deniz'in solgun yüzü, yerdeki kan ve içimde büyüyen çaresizlik hissi... Bunlar, her nefes alışımda beni biraz daha ağırlaştırıyordu.

Bütün bunlar bittiğinde, yine de eskisi gibi olabilecek miyiz?

İç sesimin sorduğu bu soru, cevapsız bir yankı gibi zihnimde dolaşıp duruyordu. Ağırca oturduğum yerden kalkıp Ayda'nın yanına doğru adımladım. Yanına yaklaştığımda nemli yanakları yeniden ıslandı. Gözleri bana çevrildiğinde derin bir nefes aldı. Yeşil gözleri, derin bir ormanın fırtına sonrası huzurunu taşıyordu. Gözlerinin yeşili, yaşlarla daha da belirginleşmiş, neredeyse cam gibi bir parlaklık kazanmıştı. O gözlerde, bir yandan kırılganlık, diğer yandan yeniden filizlenmeye başlayan bir kararlılık vardı.

"İyileşecek," dedim, sesim ne kadar sakin çıkmaya çalışsa da kendi içimdeki karmaşayı gizleyemiyordum. Gözlerim, camın diğer tarafındaki Deniz'e takıldı. O soluk yüz, hareket etmeyen eller... Yutkunarak bakışlarımı Ayda'ya çevirdim, devam ettim.

"Deniz, güçlü bir çocuk. Buna da dayanacak, biliyorum."

Ayda, dudağını titreyen bir şekilde ısırdı ve başını hafifçe öne eğdi. Gözlerinden akan birkaç damla daha yanaklarına doğru süzüldü.

"Keşke..." dedi, sesi çatallı ve zayıftı. "Keşke o an daha dikkatli olabilseydik. Belki-"

"Sakın," diye onu durdurdum, sesime beklenmedik bir sertlik eklenmişti. "Kendine böyle şeyler söyleyip yük yükleme, Ayda. Orada olan hiçbir şey sizin suçunuz değildi. Hepimiz elimizden geleni yaptık. Sadece... bazen hayat planlarımızın çok dışında gelişiyor."

Ona daha fazla yük bindirmek istemiyordum ama kelimelerimi seçmekte zorlanıyordum. "Hepimiz bir şeyleri değiştirmek isterdik," diye ekledim daha yumuşak bir sesle. "Ama şu an yapabileceğimiz tek şey onun için dua etmek ve beklemek."

Ayda başını salladı ama dudakları aralanmadı. Gözlerini bir kez daha cama dikti ve sessizce ağlamaya devam etti. Onun yanında daha fazla kalmak ya da bir şeyler söylemek istedim ama kelimeler tükendi. Sessizce arkamı dönüp uzaklaştım. Bakışlarım yerde kalırken birinin bana baktığını hissettim. Sert adımlar koridorda yankılanmaya başladığında Caner'in ayağa kalktığını fark ettim.

Başımı kaldırdığımda onu gördüm.

Kanlı canlı, karşımdaydı. Zihnim, o anın gerçekliğini kavramakta zorlanıyordu. Günlerdir süren endişe ve özlem, kalbimde büyük bir patlamaya dönüşmüştü. Dudaklarımın istemsizce yukarı doğru kıvrıldığını hissettim. Öyle bir gülümsemeydi ki, yalnızca içinde biriken acıyı ve mutluluğu aynı anda taşıyan bir insanın gösterebileceği türden.

Mete, etrafındaki insanları görmezden gelerek adımlarını hızlandırdı. Sağındaki ve solundaki adamları sanki yokmuş gibi geçip gözlerini bir an bile benden ayırmadı. Gözlerimde yaşlarla ona doğru bir adım attığımda, kollarını iki yana açtı. Bir an için, dünya durmuştu. Ne hastane koridorundaki telaş vardı ne de zihnimde yankılanan o umutsuz sorular. Sadece onun varlığı...

Ona yaklaştığımda, gözlerimle onun yüzünü taradım. Yorulmuştu, belli ama buradaydı. Sağlıklıydı ve söz verdiği gibi dönmüştü.

Mete'nin kolları etrafımı sardığında zaman yine hareket etmeye başladı. Kollarını sıkıca üzerimde hissettiğimde, boğazıma düğümlenen her kelime bir anda dağıldı. O an, onun sıcaklığına sığınmıştım. Derin bir nefes alıp, sessizce fısıldadım.

"Geldin..."

Yanağım göğsüne yaslanmışken, bir an için içimdeki ağırlığın hafiflediğini hissettim. Çaresizlik ve özlem, yerini sessiz bir huzura bırakmıştı. Bu anın sonsuza kadar sürmesini diledim ama her nefes alışımda gerçek, sessiz bir fısıltı gibi kulağıma çalınıyordu: Henüz her şey bitmemişti.

"Açtı! Gözlerini açtı!"

Ayda'nın çığlığı, koridorun sessizliğini delip geçtiğinde, koridorda büyük bir gürültü koptu. Mete'nin sıcak kollarından koparcasına uzaklaştım. Kalbim, bir anda hızlanan bir ritimle göğsümde atmaya başladı. İnanmak istiyordum. İnanmalıydım.

Ayaklarım, kendi kendine hareket etti. Ayda'nın titreyen elleri, cama yaslı bir şekilde sabit kalmıştı. Kubilay'ın yanımda gelip sertçe cama vurduğunu fark ettiğimde dudaklarındaki gülümseme her şeyin düzeleceğini işaret ediyordu. Gözlerimi cama diktiğimde, gördüğüm şey zihnimdeki tüm kaosun üzerini örttü: Deniz. Gözleri aralık, soluk yüzüne bir parça canlılık gelmişti.

Yanımdan geçenlerin seslerini, arkamda duran Mete'nin varlığını, hatta ciğerlerime dolan havayı bile fark etmedim. Tüm varlığım, o an sadece Deniz'in soluk hareketine odaklanmıştı. Gözlerini tamamen açmasını beklerken zaman yavaşladı.

"Deniz..." diye fısıldadım, kendi sesim bile bana yabancı geldi.

Arkamdan bir el omzuma dokundu. Mete'nin o güven veren bakışıyla karşılaştığımda, onun da en az benim kadar etkilenmiş olduğunu gördüm. Ama o, her zamanki gibi güçlüydü. "Gördün mü," dedi alçak ama kesin bir sesle. "Her şeye yeniden başlıyoruz."

Camın diğer tarafındaki doktor ve hemşireler hızla hareket ederken, içimdeki umut bir filiz gibi yeşermeye başlamıştı. Ayda, gözyaşları içinde ellerini yüzüne kapatmış, olduğu yerde hıçkırıyordu. Ama bu kez gözyaşlarında bir parça mutluluk vardı.

Deniz, gözlerini kırpıştırdı. O küçücük hareket, bizi ayakta tutan her şeydi. Hayatın, küçük bir işaretiydi bu. Henüz kazanılmamış bir savaşın umut dolu başlangıcı...

Mete'nin eli, sırtımda bir destek gibi kaldı. O sıcaklık, gözlerimi yaşartan bu anın gerçek olduğunu fısıldıyordu. Ve içimden sessiz bir söz verdim: Deniz için, hepimiz için, bu savaşı asla yarım bırakmayacaktık.

 

 

DENİZ GÜLER

 

 

Yarala Meni, Ka-Re

Karanlık bir derinlikte, nefessiz bir boşlukta süzülüyordum. Su, göğsümü sıkıştırıyor, beni her geçen saniye daha da derine çekiyordu. Sanki düşmekten yorulmuş, sadece kendimi bırakarak varlığımı suyun kollarına teslim etmiştim. Yüksekten süzülen bir yaprak gibi, kontrolsüzdüm. Ama o karanlık, birden aralandı.

Sonra, onu gördüm.

Ayda.

Suyun içinde zarif bir heykel gibi duruyordu. Saçları, suyun akışıyla bir rüzgâr gibi dalgalanıyordu. Onu bu şekilde görmek, içimdeki her şeyi susturdu. Kalbim, ritmini yitirip sadece onun varlığına teslim olmuştu. Gözlerimi ondan ayıramadım; o kadar güzeldi ki bu anı kırmaktan korkarak kıpırdamadan durdum.

Ama o bana bakmadı. Sanki başka bir dünyadaydı, hayallerle gerçek arasında sıkışmış gibiydim. Elleri, ince bir iplikle beni çağırır gibi havada süzülüyordu. O an fark ettim: Eğer ona ulaşamazsam, kaybolacaktım.

Ellerimi ona uzattım. Parmak uçlarım neredeyse tenine dokunacaktı ki gözlerini açtı. O yeşil gözler... Sanki denizin içindeki yosunları gözlerine sığdırmış gibiydi. İçlerinde yakıcı bir sıcaklık ve dipsiz bir hüzün vardı. Kalbim bir anda hızla çarpmaya başladı. Su, artık etrafımızda değildi; sadece o ve ben vardık.

"Deniz..." diye fısıldadı ama sesi suya karışıp kayboldu. Yine de duyduğuma emindim. Yalnızca ismimi söylemişti, sanki bir ömür boyu duymak istediğim her şeyi o anda söylemiş gibiydi.

Ona yaklaştım, daha da yaklaştım. Kollarımı nazikçe bedenine doladım. O an, zamanın durduğunu hissettim. Ayda'nın elleri hafifçe omuzlarımı sardı. Tenimizin birleştiği yerlerde, suyun soğukluğu yerini tarifsiz bir sıcaklığa bıraktı. Kalbinin attığını hissedebiliyordum; bu ritim, beni suyun derinliklerinden çekip alacak bir melodi gibi geliyordu.

"Beni bırakma..." dedi bu kez. Kelimeler rüyadan taşan gerçekler gibi içime kazındı.

"Hiçbir zaman," diye fısıldadım.

Ama ne kadar sıkı tutmaya çalışsam da o bir an sonra kollarımın arasından kaymaya başladı. "Hayır!" diye çığlık atmaya çalıştım ama sesim karanlık suyun derinliklerine gömüldü. Ayda, bir sis gibi ellerimden süzüldü ve sonsuz bir karanlığa karıştı.

Birden, etrafımdaki dünya değişti. Gözlerimi açtığımda kare bir tavanla karşılaştım. Puslu ışıklar, üzerime devriliyormuş gibiydi. Vücudum, binlerce iğneyle delinmiş gibi ağrıyordu. Yaşıyor muydum?

Son hatırladığım şey, Eyşan ablaya siper olduğum ve aşkıma gitmek üzereyken vurulduğumdu. O kadar gerçekti ki...

Sağ tarafımdan bir cam tıkırtısı duyuldu. Zorlukla başımı çevirdim. Kubilay, ellerini cama yaslamış gülerek bana bakıyordu. Hemen yanında Eyşan abla vardı. Onun yanında ise o.

Ayda.

Oradaydı.

Gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Gerçek olduğundan emin olmaya çalışıyordum. Hayal değil, gerçekti. O burada, yanımdaydı.

Gözlerim ağır ağır kapanırken, onları yeniden açabileceğimi bilmek içime huzur verdi. Ayda'nın varlığı, tüm karanlığımın içinde bir ışık gibiydi.

-

 

 

BÖLÜM SONU

 

 

Öyle bir bölümdü işte :')

 

 

Duygularııııımmmm darmadağınnn anlayamazsıııın

 

 

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

 

 

Sultan Çakır

 

 

yirmi dört ocak iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 24.01.2025 03:44 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Sultan Çakır / GÜVERCİN / XXXVI - YOLUN SONUNDAKİ SAKİNLİK
Sultan Çakır
GÜVERCİN

29.29k Okunma

1.47k Oy

0 Takip
88
Bölümlü Kitap
-AURORA-I - YEMİNII - İLK KURŞUNIII - MAVİIV - SORGUV - KANLI TÜYVI - SINIR7. BÖLÜM'DEN KESİTVII - GERÇEKDUYURU VE SOHBETKİTAP ADI VE KESİTVIII - TEKERRÜRIX - 25 SAAT 38 DAKİKA10. BÖLÜMDEN KESİTX - İSYANIN ARKASINDAKİ GÖLGEXI - YALANLAR VE İZLERİXII - SAVAŞIN SINIRINDAXIII - GECEYE SÜRGÜN AŞKXIV - KIRIK GÜVEN KOZASIXV - KIRILMA NOKTASIXVI - DUVARXVII - KANATLARI ISLAK GÜVERCİNXVIII PART I - SIRR-I MÜPHEMXVIII PART II - SÖNMÜŞ OCAK KÖZÜXIX - YÜKLÜ HATIRAXX - BÜLBÜLÜM ALTIN KAFESTEXXI - AL BAYRAĞIN GÖLGESİXXII - SONA BİR KALAA.E.BM.M.ÇXXIII - KORUN BIRAKTIĞI İZXXIV - BOZKURT VE TARUMARXXV - TEK KURŞUN SÖZÜXXVI - KARA KARIŞAN KANXXVII - ÖFKENİN KRİZ UYKUSUXXVIII - OMUZDA TAŞINAN YÜKXXIV - RUHU YUTAN BOŞLUKXXX - GERİ SAYIM SONUXXXI - YAKLAŞAN KASIRGAXXXII - HASSAS VE ZARİFXXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜII PART - XXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜXXXIV - AKREP VE YELKOVANXXXV - ŞEYTAN KILIKLI AZRAİLXXXVI - YOLUN SONUNDAKİ SAKİNLİKXXXVII - ECELİN GÖLGESİXXXVIII - OLASILIK VE KURAMXXXIX - KİMLİK KAYBIXL - BAHT VE TEKERRÜRXLI - KAYBOLAN ZAMANLAR- DUYURU -XLII - YANAN KÜLLERİN ARASINDAK.S.AA.O.ÖG.U.DGÜVERCİN HKK.XLIII - SERZENİŞİN KIYISINDAXLIV - DÜNE İÇİLEN ANT45. BÖLÜMDEN KESİTXLV - LEKE BIRAKAN İZLERMETE'DEN SİZE BİR MESAJ VAR!46. BÖLÜM'DEN KESİTBir İşçinin Günlüğü - DuyuruXLVI - KALPTEN GELEN YOL47. BÖLÜMDEN KESİTXLVII - KIRILAN SADAKAT-DUYURU-XLVIII - DİLDEKİ SÜKÛT-Duyuru-XLIX - SONUN DOĞURDUĞU İLK BAŞLANGIÇDUYURUDuyuruL - FİDES RUPTALI - ALARUM VINCULUMLII - SINAVLAR VE GEÇİŞLER-DUYURU-LIII - TANRILARIN UNUTTUĞU DÜŞÜŞ54. BÖLÜMDEN KESİTLIV - ÖLÜME GÖMÜLÜ BİR SEVDALV - EMANET VE YEMİNNeden bölüm yok - AçıklamaLVI - MÜHÜRLENMİŞ HAKİKAT57. BÖLÜMDEN KESİTLVII - SİS BÖLÜĞÜLVIII - OKYANUSTAN DOĞAN IRMAKLAR, ŞANSLI ÇÖL GEZGİNİLVIX - ŞAFAK SÖKMEDENLX - DİP KUYUSU- DUYURU -
Hikayeyi Paylaş
Loading...