46. Bölüm

XXXVII - ECELİN GÖLGESİ

Sultan Çakır
sultanakr

 

Hellüü, biz geldik, gecikmeli de olsa... Tiktok hesabı olan var mı? Eğer var ise jr.napolita hesabımızı takip ederek ve videolarımızı paylaşarak daha çok okuyucuya ulaşmama destek olabilirsin. Bölüm sonunda bir konuşma yaptım. Bölüm içiyle alakalı, lütfen okuyun. Bir de oy verip yorum yapsanız tadından yenmez be...

 

Keyifli okumaaaaalar.

 

Düzeleceğiz inşallah be :)

Düzeleceğiz inşallah be :)

Bölüm Şarkıları;

Cello Concerto in B-Flat Major, G. 482: II. Andantino Grazioso

Where Is My Mind, Orchestral LBFD

SexyBack, Justin Timberlake

See What I've Become, Zack Hemsey

See What I've Become, Zack Hemsey

 

 

🕊️

 

XXXVII

22 Nisan 2022 / Şırnak Devlet Hastanesi

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

Hayat her zaman en güçlü olanı mı seçer?

Yoksa en fedakâr olanı mı kurban eder?

Bir yanım Deniz'in o cesur duruşuna hayran, bir yanımsa onun böyle bir fedakârlık yapmak zorunda kalmasından dolayı öfkeliydi. Genç yaşında yüklenmek zorunda olduğu bu sorumluluk beni yaralıyordu. Bazen ona bakarken kendi geçmişimi görüyordum.

Herkesin sorumluluğunu sırtlanmaya çalışırken yıpranan bir ruh.

Ama Deniz farklıydı. Onun içindeki sadakat, bizim gibi insanları bir arada tutan o ince iplerden biriydi.

"Ya şunun sıfata bak ya!"

Deniz'in uyanmasına çıldıran Kubilay, elindeki baklava tepsisiyle bütün hastaneyi tavaf etmiş, en sonunda yeniden Deniz'in başına üşüşmüştü. Şimdi ise Deniz'in yanındaki sandalyeye oturmuş ve sağ dirseğini sandalyenin koçağına yaslamıştı. Dudaklarındaki kocaman bir gülümsemeyle Deniz'e bakarken Deniz, dudaklarına işlediği küçük bir tebessüm ile onu izliyordu.

Kubilay'ın sorduğu "N'aber?" sorusu, o anın ciddiyetini bir anda dağıttı. Osman gözlerini devirdi ve elini kaldırıp Kubilay'ın ensesine hafifçe vurdu.

"Lan oğlum dur bir ya. Çocuk daha yeni gözlerini açtı," dedi Osman, alışıldık sert ama şefkatli tonuyla.

Kubilay ise Osman'ı ilk defa önemsememiş gibi davrandı, Deniz'e bakmayı sürdürdü. Gülümsemesi bir nebze olsun azalmamıştı. Deniz'in yüzünde biriken o sıcak tebessüm ise daha da büyümüştü.

Ayaklarım beni istemsizce onların yanına götürdü. Yaklaştıkça Deniz'in gözleri, Kubilay'dan bana döndü. O an, yüzündeki tebessüm büyüdü. O kadar samimi, o kadar gerçekti ki içimde ne varsa bir anda eriyip gitti.

Bir anlık bakışla çok şey anlatıyordu. Yaşadığı her şey, o kurşunun acısı, gösterdiği cesaret ve verdiği mücadele: Sanki hepsi o gülümsemeye gizlenmişti. O an fark ettim, Deniz'in içindeki o sadakat, hepimize ne kadar büyük bir armağandı.

"Hoş geldin, Deniz," diye fısıldadım. Sesim, odanın içinde yankılanmasa da Deniz'in gülümsemesiyle cevabını almıştım. Ağırca gözlerini kırpıştırdı, yüzündeki yorgun ama sıcacık ifade beni bir kez daha derinden etkiledi. Dudakları aralandığında, o zayıf ama samimi sesi duyuldu.

"İyisiniz, değil mi?"

Bir anlığına içim sıkıştı. Bize bunu sorması mı gerekiyordu? Sırtına saplanan o kurşunlara rağmen ilk düşüncesi yine biz mi olmuştuk? İnsanın kalbine saplanan bir soruydu bu. Kendi canını hiçe sayıp bizi düşünmesi, Deniz'i ne kadar büyük bir yürekle sevdiğimi bir kez daha hatırlattı. Başımı hafifçe eğip gülümsedim, sesimin titrememesine dikkat ederek cevap verdim.

"Biz iyiyiz, Deniz. Sen iyisin ya, bize bir şey olmaz."

Kubilay, bu duygu yüklü anı kendine özgü tarzıyla bozmayı başardı.

"Tabii oğlum, sen dağ gibisin! Bize taş çarpsa hissetmeyiz!"

Deniz hafifçe gülmeye çalıştı ama yüzündeki acı ifadesi hemen belirginleşti. Osman, sert ama şefkatli bir tonla Kubilay'a döndü.

"Lan bir sus! Çocuğu güldürüp yarasını mı azdıracaksın?"

Ama Deniz, Osman'ın sert çıkışına bile sessizce gülümseyerek cevap verdi. O an gözlerimle onun gücünü gördüm. Fiziksel olarak zayıflamış olsa da ruhu hâlâ dimdikti. Yorgunluğuna rağmen, odadaki herkesi rahatlatan bir huzur yayıyordu.

"Ben iyiyim," diye fısıldadı Deniz ama biliyordum, bunu bize söylemek için değil, bizim güçlü kalmamız için söylüyordu. Bakışları hafifçe sağ tarafa doğru kaydığında göz bebeklerinin büyüdüğünü fark ettim. Göz ucuyla kapıya baktığımda Ayda'nın geldiğini fark ettim. Deniz'e döndüğümde bir an için göğsü ritimli bir şekilde oynadı.

Lan, kalbi hızlandı.

İç sesim, gördüğüm durumu bana anlattı. Deniz, cesaretin ve sadakatin timsaliydi ama kalbinde bir başka savaş daha veriyordu. Gülümseyerek Kubilay'a baktığımda Deniz'in göğsüne baktığını fark ettim. Dudaklarındaki gülümseme buruk bir tebessüme dönüşmüştü.

"Geçmiş olsun."

Alperen'in sesini duyduğumda Deniz'in hafifçe bakışları bana doğru çevrildi. Gülmemek için dudaklarımı sıktığımda oturduğum yerden yavaşça kalktım. Alperen ve Ayda, kenardaki koltuğa geçip oturduklarında göz ucuyla Kubilay'a baktım. Yüzündeki her şeyin farkında olduğunu simgeleyen aptal gülümsemesi ile Deniz'e bakıyordu.

Alperen ve Ayda, onun için kan vermişti. Çünkü Alperen, kız kardeşinin ne hissettiğini biliyordu. Bunu şimdilik söylememe kararı almıştık. Kapının önünde bir gürültü olduğunda bakışlarımı kapıya doğru çevirdim ama beklediğim şey, içeri girmek üzere olan kocaman bir çelenk değildi.

Evet, çelenk.

Kırmızı ve beyaz karanfillerle süslenmiş, ortasında abartılı bir altın kurdele taşıyan devasa bir çelenk önce odaya girdi, ardından Selçuk ve Çilingir. Suratlarındaki kendilerinden emin, ukala gülümsemeyi görünce bir an için içimde kahkaha yükseldi. Sonra o kurdeledeki yazıyı gördüm.

"Yiğit Düştüğü Yerden Kalkar - Çilingir ve Selçuk'tan Sevgilerle."

Ne yapacağımı bilemedim. Kalbimde, o anın ağırlığını hafifleten garip bir sıcaklık belirdi. Göz ucuyla Deniz'e baktım. Dudağının kenarında sıcacık bir tebessümle onları izliyordu.

Kubilay, önce hafifçe bir öksürdü, ardından kahkahayı patlattı. Sandalyeye yaslanmış, sanki dünyadaki en komik şeyi izlemiş gibi eğiliyordu.

Osman ise her zamanki gibi sert kalmaya çalıştı. Birkaç saniye boyunca suratı taş gibiydi ama dayanamadı. "Lan oğlum, başka bir şey bulamadınız mı? Ne çelengi?" diye mırıldandı. Sesi, o sertliğin arkasına gizlenmiş şefkati ele veriyordu.

Selçuk, o bildik savunmacı tavrıyla konuşmaya başladı.

"Osman, moral olsun dedik. Hem bak, herkesin yüzü güldü."

Çilingir araya girdi, "Vallahi Deniz de beğendi. Bakın şu tebessüme!" dedi.

Gözlerim, farkında olmadan Deniz'e kaydı. Evet, doğruydu. Yüzünde beliren o yorgun ama kocaman gülümsemeyi görünce içimde bir şey eriyip gitti. Deniz, tüm yaşadıklarına rağmen hâlâ bize huzur verebiliyordu.

"Sağ olun... gerçekten," dedi Deniz, sesi zayıf ama içtenlikle doluydu.

Selçuk, ciddiyeti tamamen bırakmıştı. Çelengin kurdelesini göstererek, "Deniz, bak, bu kurdeleyi odanın bir köşesine asarsın. Moral kaynağı olur," dedi.

Deniz, başını hafifçe yana eğip kısık bir sesle cevap verdi. "Olabilir aslında hoşuma gider. Buradan çıktığımda da çerçeveletip askeriyenin tavanındaki kolona çakarım."

Kahkahalarımız odanın duvarlarına çarptı, yankılandı. İşin komiği, Selçuk ve Çilingir gerçekten de ciddi bir şey yaptıklarını düşünüyorlardı ama bu sıradan bir gün değildi. Bu, yaralarımıza rağmen birlikte gülebildiğimizi gösteren bir andı.

Mete, elleri cebinde bize kapıdan baktığında dudaklarındaki hoş bir tebessüm ile Deniz'e bakıyordu. Deniz, bakışlarını Mete'ye çevirdiğinde derin bir nefes alıp verdi. Mete, bir an için Selçuk'a baktığında kaşlarını yukarıya kaldırdı.

"Selçuk, Caner nerede? Sabahtan beri ortalarda görünmüyor." diye sorduğunda Selçuk, Mete'ye baktı.

"İşi varmış."

Mete, kafasını ağırca salladığında yüzünü bana doğru çevirdi. Sağ dudağının kenarı belli belirsiz çekildi ve gözlerini kıstı. Kaşlarımı çatarak ona baktığımda çelenge bakıp gülümsedi.

Anlamadım kar tanesi?

😁

22 Nisan 2022 / Dağ Evi

Lara Akman, Ağzından

Gözlerimi takıldığım noktadan çekemiyordum. Öylesine bakakaldığım nokta da hiçbir şey düşünmüyordum.

"Ne düşünüyorsun?"

Caner'in sorusu, benim gözlerimin daldığı noktadan kopmasına yardımcı olmuştu. Bakışlarımı ona doğru çevirip "Bir şey düşünmüyorum." dedikten sonra Caner gülümsemişti. Damağını şaklattığında gözlerimi kırpıştırdım.

"Dalıyordun öyleyse?" diye sorduğu soruyla kinaye yaptığını anlamıştım. Kollarımı göğsümde bağlayarak bedenimi ona doğru döndürdüm.

"Evet, yalnızca dalıyordum."

Caner, kurduğum cümle ile dudaklarının arasından şuh bir kahkaha bırakmıştı. Kafasını iki yana sallayıp yeniden bana baktı ve okuduğu dosyaya döndü. Cam mavisine dönüşmüş gözleri dosyadaki yazıları tararken, dudaklarının aralandığını fark ettim.

"Eğer bir insan birkaç saniye bile olsa bir boşluğa dalıyorsa, düşüncelerinde yön bulmaya çalışıyordur Lala."

Caner'in söyledikleri zihnimde yankılandı. Bir boşluğa dalmak, düşüncelerde yön bulmaya çalışmak mıydı? Belki de haklıydı, belki de bu yüzden gözlerim o noktada öylece takılıp kalmıştı ama o an kendime bile itiraf etmek istemediğim bir şey vardı; yönümü kaybetmiş gibiydim.

"Lala mı?" diye sordum, kaşlarımı hafifçe kaldırarak. Sesim alaycı bir tonda çıkmıştı ama aslında içimde, takma adımın Caner'in ağzından dökülmesini tartıyordum.

Caner, bakışlarını dosyadan kaldırmadan gülümsedi. "Lara demekten sıkıldım. Hem Lala, sana daha çok yakışıyor."

"Bu bir iltifat mı?" dedim, sesime hafif bir meydan okuma ekleyerek ama cevabını merak ediyordum, bu yüzden gözlerimi ondan ayırmadım.

Caner, dosyayı kapatıp sonunda bakışlarını bana çevirdi. "İltifat olarak almak istersen, sana kalmış," dedi, her zamanki gibi kendinden emin bir tavırla. Cam mavisi gözlerinde belli belirsiz bir sıcaklık vardı ama aynı zamanda bir mesafe de hissediliyordu.

Kollarımı daha sıkı bir şekilde göğsümde bağladım, bakışlarımı onun gözlerinden kaçırarak pencereye çevirdim. "Belki de dalmak, düşüncelerle yön bulmaya çalışmak değildir," dedim, kendimden emin bir ses tonuyla. "Belki de sadece bir anlığına hiçbir şey hissetmek istememektir."

Sözlerimden sonra odada bir anlık bir sessizlik oldu. Göz ucuyla Caner'in yüzüne baktım. Yüzündeki alaycı gülümseme yerini daha ciddi bir ifadeye bırakmıştı.

"Hiçbir şey hissetmemek, en zorudur," dedi, sesinde alışık olmadığım bir yumuşaklıkla. "Ama hissetmek, ne kadar acı verirse versin, insanı hayatta tutar."

Caner'in sözleri zihnimin en derin köşelerinde yankılandıkça içimde bir kıpırtı hissettim. Sanki soğuk bir denizin yüzeyine düşen sıcak bir damla gibiydi bu. Bir anlık tereddütle içimde büyüyen bir cesaret ya da bir meydan okuma isteğini açığa çıkartmak istedim. Gözlerim, onun cam mavisi gözlerine kenetlendi. Dudaklarımı hafifçe bükerek kendime güvenen bir gülümseme kondurdum.

"Demek hissetmek bizi hayatta tutuyor," dedim, sesim hem yumuşak hem de meydan okuyucuydu. "Peki ya hislerin insanı yanlışa sürüklediği anlar? O zaman da hayatta mı kalırız?"

Caner bir an duraksadı, ardından kıkırdamaya benzeyen alçak bir kahkaha attı. "Hayatta kalırız ama belki de o yanlışları yapmaktan zevk alırız."

Sözleri, içimdeki kıpırtıyı bir ateşe çevirdi. Ona biraz daha yaklaştım, kollarımı gevşeterek bedenimle hafifçe ona doğru eğildim. Bakışlarımı doğrudan onun gözlerine diktim, meydan okumamı her hareketimde hissettirdim.

"Yanlışlardan zevk almak, değil mi?" dedim, sesim alaycı bir tona bürünmüştü. "Senin gibi biri için bu kadar kolay mı, Caner?"

Caner'in kaşları hafifçe kalktı, gülümsemesi genişledi. Bana doğru eğildi, aramızdaki mesafe iyice azalmıştı. "Bazen yanlışlar, doğrunun ta kendisi olabilir, Lara," dedi, adıma özellikle vurgu yaparak.

Bu sefer gülümseme sırası bendeydi. Oyununu oynayacaksa, ben de oynamaya hazırdım. Bakışlarım dudaklarına kayıp geri döndü. Gözlerimle onun meydan okumasını kabul ettiğimi gösterdim.

"Belki de o yanlışları denemek gerekir," diye fısıldadım, sesim bir fısıltıdan ibaretti ama odadaki sessizlikte bu, bir fırtına etkisi yaratmıştı.

Caner bir anlık sessizliğin içinde gözlerini kısarak beni inceledi. Gözlerinde hem bir merak hem de bir meydan okuma parıltısı vardı. Sanki benim ne kadar ileri gideceğimi görmek istiyordu. Derin bir nefes alarak sırtını koltuğa yasladı ve parmaklarını sağ dizinin üzerinde ritmik bir şekilde hareket ettirmeye başladı.

"Yanlışları denemek, ha?" diye mırıldandı. Sesi o kadar alçaktı ki, duymak için hafifçe ona doğru eğilmek zorunda kaldım. "Bunu söyleyen biri ya çok cesurdur ya da tehlikeli sularda yüzmeye hazır."

Gülümsememi gizlemek için başımı hafifçe yana eğdim ama dudaklarımın kıvrımını saklayamadım. "Cesur olmadan tehlikeyi göze alabilir misin, Zirve?" dedim, lakabına vurgu yaparak.

Sözlerimden sonra havada asılı kalan gerginliği hissedebiliyordum. Sanki birbirimize yaklaşmadan önce ip üzerinde dengede duruyorduk. Oyun devam ediyordu ama kimin hamlesinin daha etkili olacağını görmek için bekliyorduk.

Caner, bir kahkaha eşliğinde "Cesaret," dedi. "Bu kelimenin seninle ne kadar örtüştüğünü biliyorum, Lara. Ama..." Koltuktan hafifçe doğrularak bana yaklaştı, sesi alçaldı ama bir o kadar da vurucuydu. "Cesur olanlar bazen o zirvede kaybolur. Korkmazlar ama riskleri göze alırken yanabilirler de."

Bakışlarımız bir an birbirine kilitlendi. Sanki etrafımızdaki dünya durmuştu ve sadece ikimiz kalmıştık. İçimdeki kıpırtılar artık bir volkan gibi patlamaya hazırdı.

"Yanmayı göze alamayanlar, ateşle oynamamalı da." diye fısıldadım. Bu sözlerle, aramızdaki mesafeyi biraz daha daralttım. Şimdi birbirimize o kadar yakındık ki, nefeslerimizi hissedebiliyorduk.

Caner'in dudaklarının kenarındaki kıvrımı gördüğümde, oyunun ona da cazip geldiğini anladım. Lakin tam bu noktada bir adım geri çekildi ve başını hafifçe yana eğerek gülümsemesini bastırmaya çalıştı.

"Tehlikeli konuşuyorsun, Lala," dedi, alaycı bir tonla ama gözlerindeki kıvılcımlar, bu meydan okumanın onu ne kadar etkilediğini ele veriyordu.

Bunu görmezden gelemezdim. Ona doğru yaklaşıp yüzünün karşısında durdum, bakışlarımı gözlerine sabitledim. "Belki de tehlike, bazen hayatı daha heyecanlı kılar, Caner."

Bir süre hiçbirimiz konuşmadık. Sessizlik, ikimizin de zihninde yankılanan bir meydan okuma gibi etrafımızı sardı. Bu sessizliğin içinde kalbimin hızlı atışlarını hissediyordum ama dışarıya hiçbir şey yansıtmadım. Sonunda Caner hafifçe eğildi, dudaklarını kulağıma yaklaştırdı ve alçak bir sesle, kelimeleri adeta nefes gibi bıraktı.

"Tehlikenin ne kadar ileri gideceğini görmek isterim, Lala. Ama dikkat et oyunlar, kuralları ihlal edenlere karşı acımasız olabilir." dedi ve geri çekildi.

Gözlerim onun yüzünde dolaştı. Dudaklarının kenarındaki alaycı kıvrımı, keskin bakışlarını ve bir şeyleri gizlemek için çabalayan o duruşunu inceledim. Caner, her zamanki gibi kendinden emin görünüyordu ama bu meydan okumada yalnızca bir tarafın yanabileceğine dair bir his vardı.

"Kural ihlalinden bahsediyorsun, Caner," dedim alaycı bir tınıyla. Sesimi düşük tuttum ama söylediklerimin etkili olmasını istiyordum. "Ama kural koyucu kim? Belki de oyunun kurallarını yeniden yazmamız gerekiyordur."

Caner, bu meydan okumama yanıt olarak bir kaşını kaldırdı ve gülümsedi. O bakışlarında hem bir meydan okuma hem de bir kabul vardı.

"Bu bir teklif mi, yoksa tehdit mi?" diye sordu, sesi sakin ama kışkırtıcıydı. Sanki bu noktada kontrolü kaybetmeyeceğini kanıtlamaya çalışıyordu ama içimdeki kıvılcımlar birer birer parlamaya başladığında, kimin kontrolü elinde tuttuğu artık belirsizdi.

"Ne istersen o olabilir," dedim. Sesim pürüzsüzdü ama bakışlarımda bir meydan okuma saklıydı. Aramızdaki mesafede tek duyulan, nefeslerimizin sesi oldu. Caner gözlerini dudaklarımda gezdirdi, ardından sağ omzuna doğru başını eğerek hafifçe gülümsedi.

"Canın oyun mu istiyor, Lara?" dedi ve kafasını düzeltip yüzünü tam karşıya çevirdi. Yavaşça ayağa kalktığında dudaklarımın aralanmasına engel olamadım. Gitme, demek istedim ama Caner, şöminenin yanındaki çekmeceli dolabın çekmecesini açtı ve bir kutuyu alıp çekmeceyi kapattı. Bana doğru döndüğünde elinde pembe bir kutu vardı.

İki yavaş adımda koltuğa pembe kutuyu bırakıp şaraplığa doğru ilerledi.

Hangover Romantik – İçki Oyunu

Bakışlarım Caner'e çevrildiğinde sağ elinde Olmeca markasının tekilası, sol avcunda ise iki shot bardağı vardı. Koltuğa yaklaştığında oturdu ve sol dizini koltuğun üzerine doğru çekip bana doğru döndü. Shot bardaklarına tekilayı doldurmaya başladığında bakışlarımı kutuya indirip kapağını yukarıya doğru çekiştirdim.

İki tarafta, eşit bir şekilde dizilmiş kartlara bakarken bakışlarım Caner'e çevrildi.

"Kartların hepsini çıkartayım mı?" diye sorduğumda bir şey demeden kafasını salladı. Kutuya geri odaklanıp kartları çıkarttım ve düzgün bir şekilde koltuğun üzerine koydum. Kutunun arkasını çevirdiğimde nasıl oynanacağına dair bir yazı vardı.

"Hangover Romantik, partnerinizle eğlenceli bir gece geçirmeniz için tasarlandı. 108 romantik oyun kartı ve 42 ateşli oyun kartı içerir. Ateşli kartlar opsiyoneldir ve renkleri kırmızı kartlardır. Oyuna başlamadan önce bu kartları ayırıp çıkarabilirsiniz ya da oyunun ilerleyen aşamalarında devreye sokabilirsiniz. Oyunun kuralını kendiniz belirleyin."

Gülerek Caner'e baktım.

"Doğruyu söyle kiminle oynadın bu oyunu?" diye sorduğumda Caner'in bakışları bana çevrildi. Yüzünde sanki bir çocuğun, yapmaması gereken bir şeyi yapmış olduğu sinsilik izleri gizliydi.

"Üniversiteden kalma, ayrıca benim değil Barış'ın. Bende de olduğunda haberi yok çünkü çarptım." dedi ve kıkırdayarak ile yanımızdaki sehpayı bize doğru çekiştirdi. Caner, shot bardaklarını aldı ve birini bana uzattı. Elimi kaldırıp shot bardağını kavradım ve onun bardağına doğru hafifçe vurdum. Kulağıma ulaşan notayla bakışlarım Caner'in gözlerini buldu. Birbirimize bakarak dudaklarıma bardağı yasladım ve tek hamlede bütün sıvıyı ağzımın içine döktüm.

Ağzımın içine biraz acı ama bir o kadar da yoğun bir sıcaklık yayıldı. Damağıma önce sertçe dokundu, sonra hafifçe odunsu ve tütünsü bir iz bıraktı. Biraz yakıcıydı ama içinde bir tatlılık da vardı. Sanki güçlü bir karakterin verdiği ilk izlenim gibi, keskin ama ardından gelen derinlik insanı etkiliyordu. Bu, tıpkı Caner'in gözlerinde kaybolmak gibiydi, bir kez yakaladığında bıraktığı etki asla silinmezdi.

Caner'in bakışlarının puslandığını fark ettiğimde gözlerini hafifçe kapatıp açtı. Yükselip alçalan âdem elmasıyla elimdeki shot bardağını sehpanın üzerine koydum. Caner'de kendi bardağını bardağımın yanına koyup yeniden tekilayı doldurdu.

"Başla bakalım." dedi ve bakışlarını gözlerime dikti. Parmaklarımı bana doğru olan kartın üzerine koyup ağırca çektim. Kartı döndürdüğümde gördüğüm yazı beni güldürmüştü. Yazının altında da bastonlu bir figür vardı.

"Yaşlanınca huysuz bir kadın ya da erkek olma olasılığı en yüksek olan içer." dediğimde Caner, boğazını temizledi ve bardağa doğru elini uzattı. Kartı ortamıza koyup bende elimi uzattığımda genizden gelen kıkırtısını işittim.

"İşim çok zor desene." diye mırıldandığında ikimizde aynı anda shot attık. Elimi tekila şişesine atıp boş bardakları doldurduğum sırada Caner, kendine bir kart çekti.

"Partnerinin ayakkabı numarasını söyle. Bilemezsen içersin."

Şüpheyle Caner'e baktım. Caner, dudağının sağ kenarını alayla büktü.

"Seninki kırk numara. Peki, benimki ne?"

Biliyor olması şahsen beni şaşırtmıştı. Kaşlarımın yukarıya çekilmiş olduğunu fark ettiğimde hızla kaşlarımı çattım.

"Sen nereden biliyorsun bakayım benim ayakkabı numaramı?"

Caner, sesli bir kahkaha attıktan sonra gözlerini kısarak bana baktı.

"İstihbaratçıyım kızım ben. Senin hakkında bilmediğim bir şey yok benim. Altındaki iç çamaşırının markasını bile biliyorum."

Kurduğu cümle yanaklarıma bir ateşin salgılanmasına neden oldu. Bu durumdan kurtulmak için elimi hızla shot bardağına atıp içtim. İçkinin bıraktığı sıcaklığa sığındım. Caner'in bu durum gözlerinden kaçmamışçasına gülmemek için dudaklarını içe doğru kıvırıp bakışlarını kaçırdı.

"Neyse, benim ayakkabı numaram da kırk beş. Öğrenmiş oldun." dediğinde parmaklarımı kart destesinin üzerine koydum. Bir kart çekip hızla kendime çevirdim.

Seninle birlikte olduğumdan beri asla başkasını hayal etmedim. Yazıyordu. Gülümseyerek Caner'e baktım.

"Seninle birlikte olduğumdan beri asla başkasını hayal etmedim. Doğruysa iç."

İkimizde shot bardaklarına sarıldığımızda yeniden bardaklardaki içkiyi sömürdük. Zihnimde derin bir boşluk vardı ve Caner, o boşluğun tam merkezindeydi. Ondan başka yerim ve yönüm yoktu. Sol elini koltuğun sırt kısmına koyup bana doğru eğildi ve dudaklarını alnıma bastırıp geri çekildi. Kart çekip kendine doğru döndürdü.

"Partnerinin en yakın üç arkadaşının adını söyle. Söyleyemezsen ya da yanlışsa iç." dedi ve gülerek bana baktı. "Birinci yengem, ikinci yengem ve üçüncü yengem."

Ne?

Gülerek ona baktığımda burnunu çekip kartı ortamıza koydu. "Kimmiş senin o yengelerin?" deyip kıkırdadığımda gözlerini devirdi.

"Eyşan, Alev ve Yonca."

Gülerek kafamı salladığımda kollarını göğsünde bağladı.

"Şimdi sen söyle bakalım benimkiler kim?"

"Mete, Barış ve Çilingir." diye hızla söylendiğimde gözlerini devirdi. "Mete sayılmaz, o benim ikizim. Yanlış bildin, iç."

Gözlerimi devirip shot bardağına uzandım. Ona bakarak içtiğimde yükselip alçalan âdem elması bir kez daha yutkunmama neden olmuştu. Bardağı sehpaya bırakıp yeniden bir kart çektiğimde kartın kırmızılığı gözüme çarptı. Kartın üzerinde göğüsleri olan bir figür vardı. Beyaz çizgilerden oluşturulmuştu.

"Göğüslerini göster ya da iç." dedim ve Caner'e bakmadan kartı ortamıza koydum. Elimi, üzerimdeki kazağın eteklerine götürüp bir hamleye üzerimden çıkarttım. Bakışlarım Caner'e çevrildiğinde doğrudan gözlerime bakıyordu ama gözlerinde bir şimşeğin çaktığını fark edebilmiştim. Gözleri ağırca göğüslerimi bulduğunda çıplaklığımdan ilk defa utanmadım. Evdeyim diye sütyen giymemiştim. Bu durumun onu zorladığını gözlerini kaçırıp kart çekmesinden anlayabilmiştim.

"Partnerinin vücut kokusunu tarif et ya da iç," dedi. Gözlerini kaldırıp bana baktığında, o an dünyanın sessizleştiğini hissettim. Göz bebeklerinin mavileri bir gölge gibi büyüyerek geri kalan her şeyi karartıyordu. Bakışları, düşüncelerimi kımıldayamayacak kadar sıkıca kendine çekti. Bu çekimden hızla kurtulmak için gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım ama içimdeki küçük kıpırtı hâlâ oradaydı.

Caner, çenesini sıkıp kararlı bir hareketle shot bardağına uzandı. Bir dikişte içtiği gibi, sert bir yutkunmayla bardağı masaya koydu. O sırada elini ensesine götürüp kazağının boyun kısmını tuttu ve gövdesini doğrultarak üzerindeki kazağı çekiştirdi. Hareketiyle birlikte kazağının altından beliren kaslar, cildinin altında belirgin hatlarla şekillenmişti. Kazağı bir kenara bıraktığında, vücudundaki her bir detay net bir şekilde ortaya çıkmıştı.

Tenindeki hafif kızarıklık ve terin oluşturduğu belli belirsiz parlaklık, her bir kasını daha belirgin kılıyor, adeta bir ritimle hareket ediyordu. Bakışlarım, istemsizce karnından başlayıp geniş omuzlarına kadar ilerledi. Gerilen kaslarının her bir çizgisi, sanki dokunmayı bekleyen bir sırdı.

Kasları, dokunmaya davet eden bir davetiye gibiydi; her bir kıvrımı, bedenine işlenmiş bir sır gibi duruyordu. Geniş omuzlarından karın kaslarına inen çizgiler, sanki bakışlarımı takip etmem için özel olarak şekillendirilmişti. Karın kaslarının her bir basamağı, tenindeki hafif parlaklıkla daha da belirginleşiyordu; sanki her nefesinde daha da derinleşiyor ve göz alıyordu.

Göğsünün tam ortasındaki dikiş izi bile ona bir eksiklikten çok, sarsıcı bir cazibe katıyordu. Kas lifleri, en ufak bir harekette bile geriliyor, her kıpırtısıyla kontrolsüz bir merak uyandırıyordu. Ona bakarken, sanki her şey silinmiş ve sadece o kalmıştı; her detayında kendimi biraz daha kaybediyordum.

Göz göze geldiğimizde o keskin mavilikler, beni kelimelerle değil, hislerle konuşmaya zorladı. Birkaç saniye boyunca ne düşündüğümü ne hissettiğimi okumaya çalışır gibi beni izledi. Odayı dolduran hava, birkaç saniyeliğine başka bir şeye dönüşmüş gibiydi; ağır, yoğun ve tehlikeli bir çekim alanı.

"Kart çek," dedi, sesi bir fısıltı kadar alçak ama bir emir kadar etkiliydi. Tonundaki boğukluk, atmosferi daha da ağırlaştırdı; sanki odadaki hava bir adım daha yaklaşıp etrafımı sarıyordu.

Sözleriyle birlikte gözlerimi birkaç kez kırpıştırıp boğazımı temizledim. Parmaklarım titremese de içimdeki o tuhaf kıpırtıyı susturamıyordum. Gözlerimi kaçırarak desteğe uzandım ve rastgele bir kart çektim. Çevirdiğim anda, yazıyı gördüğümde gözlerim büyüdü; yüzüme yayılan şaşkınlığı saklayamıyordum.

"İç çamaşırını göster ya da iç," dedim, sesim düşündüğümden daha kendinden emin çıkmıştı. Hatta sözlerimin havadaki etkisini görmek için kaşlarımı meydan okurcasına kaldırdım.

Caner'e baktığımda gözlerinde bir an için beliren dağılmayı fark ettim. Mavi bakışları, kısa bir an kontrolünü kaybeder gibi oldu ama hemen toparlandı. Bu oyunun iplerini sıkıca tuttuğundan emindim ama belki de bu sefer darmadağın olma sırası ondaydı.

İçimde bir kıvılcım yandı, sanki kontrolü ele almak isteyen bir dürtüye boyun eğmiş gibiydim. Yavaşça ayağa kalktım. Sessizlik odanın dört bir yanını doldurmuş, sadece kalp atışlarımın yankısını duyabiliyordum. Ellerim taytımın kenarlarına gitti, hareketlerim yavaş ve kararlıydı. Yavaşça taytımı aşağıya indirirken, gözlerim Caner'in yüzünden bir saniye bile ayrılmadı.

Taytımı çıkartıp kenara koyduğumda, bakışlarını asla ama asla aşağıya indirmediğini fark ettim. Çenesini sıkmış, sanki kendisiyle mücadele ediyordu. Bakışları, gözlerimle birleştiğinde bir kıvılcım daha çaktı. Gözlerindeki mavi, artık sakin bir deniz değil, fırtınalı bir okyanus gibiydi.

Yüreğimde garip bir cesaretle, "Ne o, utandın mı?" diye fısıldadım. Sözlerim havaya karışır karışmaz, bakışları anında iç çamaşırıma kaydı. Kaşlarını kısık bir meydan okumayla yukarı kaldırdı, damağını şaklattı.

"Kasılıyorsun," dedi, sesi yavaş ama dokunaklı bir alayla doluydu. "Ve ıslanmışsın." Sözleri, cildimde bir elektrik gibi dolaştı. Gözlerini yine kaldırıp gözlerime dikti. "Sana da bir cesaret gelmiş gibi görünüyor. Ne oldu, çok mu istiyorsun beni?"

Sözlerinin etkisiyle karnıma bir ağırlık oturdu ama yutkunmamak için kendimi tuttum. Onun istediği gibi kırılmayacaktım. Yüzündeki alaycı gülümseme, sanki bu anın tadını çıkarmaya çalışıyordu. Cüretkâr bir hareketle koltuğa oturdum, bacaklarımı çekip bağdaş kurarak onunla aynı seviyeye geldim. Bakışlarını tekrar iç çamaşırımın önüne çevirdiğinde, dudağını büküp başını yavaşça salladı.

Dalmış bir sesle, "Durumun sandığımdan daha vahimmiş," dedi. "Baksana, löp löp iç çamaşırını içine çekiyor. Keşke beni de çekse." Sözlerindeki arsızlıkla birlikte yüzümün ateş gibi yanmaya başladığını hissedebiliyordum.

Derin bir nefes aldım, dişlerimi sıkarak sakinleşmeye çalıştım. Ardından boğazımı temizledim ve soğukkanlı bir şekilde, "Kart çek Caner. Beni baştan çıkartmaya çalışıyorsun." dedim. Sözlerim net ama keskin bir emir gibiydi. Gözlerini o an iç çamaşırımın üzerinden ayırmadan desteye uzandı. Parmaklarını karta doladı ama kartı çevirirken bile bakışları hâlâ üzerimdeydi.

Kendi kendine alaycı bir şekilde gülümsedi ve sonunda gözlerini yüzüme kaldırdı. "Hayır, çalışmıyorum," dedi, sesindeki güvenle beni kendine mıhlayarak. "Seni baştan çıkarıyorum." Kaşlarını kaldırarak kartına baktı ama bu kartın bile önemi yok gibiydi.

Onun bu arsız özgüvenine karşı içimde büyüyen çekimi saklayamadım. Azgın teke, aklınca benimle oynuyordu. Hoşuma gidiyordu, bunu inkâr edemezdim ama onun üzerime atlamamak için verdiği mücadele, benim bu oyundan aldığım keyfi ikiye katlıyordu. Her defasında iradesini kırmak ve yeniden baştan çıkarmasını izlemek bağımlılık yapıyordu.

"Salak," diye mırıldandım kendi kendime ama içimden bir yanım onun yapmadıklarını yapmasını umuyordu.

"En son ne zaman porno izledin? Söyle ya da iç." dedi ve kahkaha atarak gözlerini devirdi. "Hayatımız üzerinden bize porno çektiler amına koyayım. Porno izlemeye mecal mi kaldı?" diye mırıldanıp bakışlarını bana çevirdi. Elindeki kartı atıp kaşlarıyla kart destesini işaret etti. Ona bakarak kart çektiğimde nedenini bilmediğim bir şekilde kartı ortamıza bıraktım. Caner, ağırca karta baktığında gözlerimi indirip karta baktım.

Şehvetli bir şekilde "Kucak Dansı" yap ya da içkini bitir.

Gözlerimi karttan ağırca kaldırıp Caner'e baktığımda tek kaşı yukarıya alaycı bir tavırla tırmandı.

"Yapabilecek misin?" dedi, sesinde meydan okuyan bir ton vardı. Sağ omzumu silktim ve shot bardağıma uzandım. Bir dikişte içip sehpaya geri bıraktım. Önümüzdeki kartların yanına elimi koydum. Koltuğa yasladığım elimi hızlı bir şekilde sola doğru kaydırdığımda kartlar uçuşarak etrafa dağıldı. Caner'in kahkahasını duyduğumda dizlerimin üzerinde doğruldum.

"Off! Yavrum benim be." diye inledi, sesinde hem alay hem de hayranlık vardı. "Her yerinden dişilik fışkırıyor amına koyayım ya. Gel de sevme."

Her ne kadar cümleleri egomu okşasa da tek kaşımı alaycı bir tavırla yukarıya çektim.

Sözleri egomu beslemiş olsa da yüzümdeki alaycı ifadeyi koruyarak tek kaşımı kaldırdım. "Kendini düzelt," dedim, tok bir sesle ve kesin bir emirle.

Caner, dudağındaki hafif gülümsemeyle sol bacağını koltuktan aşağı indirip yayılmış oturuşunu biraz daha genişletti. Sağ elini telefonuna uzattı, ekranı açıp bir şeyler aradı. Çok geçmeden kulaklarıma bir melodi yankılandığında ekranı kapatıp uzak bir noktaya koydu. Justin Timberlake, SexyBack çalıyordu.

Dizlerimin üzerinde ona yaklaştım. Sol bacağımı yavaşça iki bacağının arasına yerleştirirken, bakışlarını üzerimde hissettim. Gözlerini önce yüzümde, sonra bedenimde gezdirdi. Yeniden gözlerimde durakladığında okyanus mavisi gözlerinde bir parıltı vardı, ateş gibi yanan bir arzu.

"Göster bakalım marifetlerini," dedi, sesi şehvetle doluydu.

 

 

(+24) ARGO, CİNSEL VB. CÜMLELERDEN HOŞLANMIYORSANIZ KAÇIN GİDİN BURALARDAN!!!! İŞARET SONU GÖRÜŞÜRÜZ. (+24)

Önce ona dokunmadan bacağına sürtünmeye başladım. Altımdaki ince kumaş, hareket ettikçe üzerindeki eşofmana hafifçe sürtünüyordu. Dudaklarımda, ne düşündüğünü tam da anlayamayacağı işveli bir gülümseme belirdi. Dudağının kenarındaki alaycı ifade bir an için kırılacak gibi oldu. O anda ellerimi yavaşça omuzlarına koydum, gözlerimin içindeki meydan okumayı daha net görebilsin diye bakışlarımı onunkilere kilitledim.

Biraz daha yaklaştım ve tek bir hareketle sol bacağımı bacaklarının arasından çekip kucağına oturdum. Göğüslerim, istemsiz bir yakınlıkla gövdesine dokunduğunda derin bir nefes aldığını fark ettim. Kalçamı kasıklarına doğru sürterken göğüs uçlarımın özellikle gövdesine değmesini sağladım, belimi kıvırdım. Gözleri boynumdan başlayıp yavaşça göğsüme indi. Dengemi kaybetmemem için ellerinden biri kalçama hafifçe yerleşti. Anın getirdiği sessizlikte, odadaki gerginlikle karışık çekim, nefeslerimizden daha gerçek bir şekilde yankılanıyordu.

Ellerinin ağırlığı bir an için beni irkiltse de geri çekilmedim. Göz göze geldiğimizde, aramızdaki o görünmez duvarın çatladığını hissediyordum. Ne o geri adım atıyordu ne de ben. İnatçı bir düelloya dönüşen bu sessizlikte, nefesi tenime vurdukça zihnim karışıyor, kalbimin ritmi hızlanıyordu.

"Islaklığın eşofmanımı kirletiyor." dedi, sesi alaycılıkla titriyor ama bakışlarındaki şüphe yerini dikkatle karışık bir teslimiyete bırakıyordu.

"Bugün pis bir kız olmaya karar verdim," dedim alçak bir sesle ama dudaklarımdaki gülümsemeyi silmedim. "Belki de sana düşündüğünden daha zayıf olmadığımı hatırlatıyorum."

Sözlerim onu afallatmış gibiydi. Hafifçe başını eğdi, beni çözmeye çalışır gibi yüzümü inceledi. Bu bakış, tenimde bir yangın gibi hissettirdi.

"Zayıf olduğunu hiç düşünmedim," dedi sonunda, sesi daha yumuşak bir tonda. "Ama bu, kontrolü tamamen sana bırakacağım anlamına gelmez."

Gülümseyerek kucağından kalktım ve önünde durup kaşlarımla üzerindeki eşofmanı gösterdim.

"Çıkar." diye fısıldadığımda gözlerine düşen karanlıkla ağırca koltuktan kalktı. Gözlerimizi asla birbirinden ayırmıyor ve ağır çekimde ayağa doğruldukça gözleri daha çok buhrana sarılıyordu. Aramızdaki boy farkından dolayı başım geriye yaslandı.

Yüzünü bana doğru eğmeden bana üstten baktı ve belinden her düşecekmiş gibi duran eşofmanı aşağıya doğru çekiştirdi. Boxerı ile kaldığında koltuğun ucuna oturdu ve ellerini arkaya doğru yasladı. Eşofmanı ayağımın kenarıyla kenara ittirdim. Dudaklarımdaki işveli gülümsemeyi kaybetmeden ona arkamı döndüm. Ellerimi dizlerine koyup kalçalarımı boxerının üzerinden ritme göre kıvırarak sürttüm.

"Come here girl
Buraya gel kızım"
"Go ahead, be gone with it
Devam et, kaptır kendini"
"Come to the back
Arka tarafa gel"
"Go ahead, be gone with it
Devam et, kaptır kendini"

Sağ bacağımı biraz havaya kaldırıp sağ uyluğunun üzerine koydum. Dizlerini birleştirip kucağına ters bir şekilde oturduğumda sağ kolumu havaya kaldırıp ensesinden yakaladım. Sırtıma yaslı göğsü şimdiden soluk soluğa kalmış gibi görünüyordu. Belimi kıvırarak kalçalarımı ona sürtüp yüzümü ona doğru döndüm. Kısılmış gözleri, ona sürttükçe kıvrılan belime kaymıştı.

"Look at those hips
Şu kalçalara bak"
"Go ahead, be gone with it
Devam et, kaptır kendini"

Kucağından kalkıp ona doğru döndüm ve ellerimi omuzlarına koyup yeniden kucağına oturdum. O anda, elleri sırtıma yerleşti. Beni daha da yakınına çektiğinde, karnımda bir ağırlık hissettim; bu yalnızca fiziksel bir yakınlık değildi, daha fazlası vardı. Nefesleri, kulağımın hemen yanında yankılanıyordu. Kasıklarımın hemen altındaki penis, sertçe varlığını bana bildiriyordu.

"Kontrol kimde, tartışmaya açık," diye fısıldadım. Ellerim yavaşça omuzlarından boynuna indi, parmak uçlarım tenine değdiğinde hissettiğim gerilimi bir zafer gibi içime çektim. Kalçalarımı ritimle ona sürtmeye devam ettim ama o anda, gözleri biraz daha karanlık bir gölgeyle bulandı, sanki zihninde başka bir savaş daha veriyordu.

Bedenimi sağa ve sola kıvırtarak dans ettiğimde alt dudağını diliyle ezdi ve ağzının içine saklayıp dişlerini bastırdı. Altımdaki penisin bir nabız misali attığını fark ettiğimde ellerini yeniden kalçama götürdü ve iç çamaşırımın kenarlarından parmaklarını sızdırdı.

"Kontrolün kimde olduğunu ben sana gösterdim zaten Lala ama sana da beni sınaman için izin verdim." dedi ve parmaklarını kalçama bastırıp üzerindeki sürtünmemi hızlandırdı. Buhranlı gözlerimiz birleştiği an çenesi sertleşti. Göğüslerimi göğsüne sürterek dans etmeye devam ederken, kalbimin bir an yerinden çıkacakmış gibi attığını hissettim. Artık kimin sınırı geçtiği belirsizdi.

"Yoo şu an ben üstteyim. O yüzden kontrol bende." dedim.

Yüzlerimiz arasındaki mesafeyi neredeyse sıfıra indirdim. Gözlerim, onun gözlerinden bir an bile ayrılmadı. Caner, hafifçe kafasını geriye doğru yatırdığında dudaklarımın önündeki âdem elmasıyla karşı karşıyaydım. Kendimi tutamadan dudaklarımı aralayıp dilimi çıkarttım. Yaladığım an Caner'in gerçekten hırıltılı nefesini duydum.

Sol kalçamdaki elini saniyeler içinde çıkartıp saçlarıma gömdü. Kafasını kaldırıp dudaklarımı dudaklarının arasına hapsettiğinde iç çamaşırımın daha da ıslaklığımı emdiğini fark ettim. Caner, dudaklarımı sömürürcesine öperken bir saniyeliğine "O halde sana karşı sert, çok çok sert olma zamanım gelmiş." diye hızla tıslamış ve kafasını sağa doğru eğip gergin çenesiyle beni öpmeye devam etmişti.

Başım umarsızca hem tekilanın kanımda bıraktığı hasarla hem de Caner'in öpüşleriyle dönmeye başlamıştı. Dudaklarımı iyice aralayıp ona karşılık verdiğimde inleyerek saçlarına asıldım. Lanet olsundu ki daha fazlasını istiyordum. Caner, olduğu yerde doğrulup beni koltuğa yatırdığında dizlerini koltuğa yaslayıp hızla sağ göğsüme sol avcunu yasladı. Sol göğsüme kafa atarmışçasına saldırdığında tomurcuğu ısırıp çekiştirdi.

"Ah!"

Dudaklarımdan kaçan inlemeyle vücudumu havalandırıp ona daha yakın olmak istedim. Bir an için teninin tenimden ayrılmasını istemedim. "Bugün sana çok sert olacağım!" diye inlediğinde vücudumu sola doğru kaydırmaya çalıştım. Sol göğsümde bıraktığı nemli dokunuşları ve diş hamleleri soluğumu kesiyordu.

Bir anda elini eteğini çekip bacaklarımı ikice ayırdı ve ellerini kalçama koyup iç çamaşırımın üzerine dudaklarını yasladı. Kumaşı dişleyerek çekiştirdiğinde dudaklarımdan kaçan haz çığlığını tutamadım. Ellerimi saçlarına doğru uzatıp sertçe çektiğimde inleyerek parmaklarını vajinama sızdırdı.

Dişlerinin arasındaki iç çamaşırımı tutarken parmakları, deliğimin sınırlarında geziniyordu. Saçlarını biraz daha geriye çektiğimde dişlerinin arasındaki nemli kumaşı elinin üzerine bıraktı ve parmaklarını deliğime sokup üzerime doğru eğildi. Dudakları kulağım ile boynum arasındaki o noktada gezinirken ruhumu sanki teslim edecekmiş gibi hissediyorum.

"Parmaklarımı sıkan o deliğini öyle bir sikeceğim ki bir daha girmek istediğimde hep aynı genişlikte kalacak."

Parmaklarının hızı arttığında yapmasını istedim.

"Lütfen, yap." diye fısıldadım ama doğru mu söylemiştim emin değildim. Sanki tüm algım kapanmış gibiydi. Caner, dudaklarını yanaklarıma sürüp dudağıma doğru kaydırdı.

"Ne istiyorsun, söyle bebeğim?"

Derin bir nefes aldım.

"Yap, sik beni."

Caner'in yüzüme çarpan sinirli soluğunu hissettim. Tüm hücrelerimi yeniden uyandırmak istercesine buz gibi dağıldı. Deliğimdeki parmaklar hızlandığında çığlık atarak bacaklarımı kendime doğru çekmeye çalıştım. Caner, üzerime ağırlığını vererek gözlerimin içine baktı. Gözlerindeki aldığı haz, tutku, hayranlık ve şefkati doruklarıma kadar hissedebilmiştim.

"Beni çıldırtıyorsun. Öyle bir çıldırtıyorsun ki içini kökleye kökleye sikesim geliyor." diye mırıldandığında kafamı salladım. Onun pis ağzını seviyordum. Beni de arsızlaştırıyordu.

"Seni durduran ne?" deyip kurumuş dudaklarımı yaladım. Cümlelerimi toparlamak benim için asırlar sürüyor gibiydi. "Yapsana, neyi bekliyorsun siks-"

Beni durduran Caner'in dudaklarıma çarpan dudakları olmuştu. Hızla karşılık verdiğimde parmaklarını deliğimden çekti. Ellerimi sertçe sırtına yaslayıp tırnaklarımı bastırdığımda iç çamaşırımı yırttığını hissettim. Tenine bastırdığım tırnakları aşağıya doğru kaydırdığımda Caner, canı acımışçasına inledi ama bunun canını acıtmadığını ikimizde biliyorduk.

Acısı farklı yerlerindeydi.

Caner, üzerimden kalktığında dizlerinin üzerinde durdu. Üstten bir bakış attığında dudaklarını hızla yaladı.

"Domal."

Birden dediğini yaptım.

Ellerini kalçamda hissettiğimde sol elini bir anlığına belime bastırıp karnımın koltuğa yaslanmasını sağladı. Yeniden sol elini de kalçalarıma kaydırdığında dilini vajinamda hissetmiştim. Yanağımı koltuğa yaslayıp inleyerek tırnaklarımı koltuğa batırdım. Dili deliğimde gezinirken salonda sadece inlemelerimiz ve soluklarımız yankılanıyordu.

Parmaklarını içimde hissettiğimde kalçamı biraz daha ona doğru ittirdim. Deliğimin içindeki bir noktaya baskı yapıyordu ve o nokta tüm tenimin ürpermesine, kasılmasına neden oluyordu.

Yumuşak bir ses tonuyla, "Kasma kendini yavrum, rahat bırak." diye deliğime doğru mırıldandığında inleyerek ona doğru akmak istedim. Bir elini kalçamdan çekti avcunu sırtımda kaydırarak saçlarıma uzandı. Kısa saçlarımı kavrayıp hafifçe çekiştirdiğinde yanağım yataktan ayrıldı. Geri düşen başım ile kalçalarım ona doğru biraz daha yükseldi.

Gözlerimin arkaya doğru kaydığını fark ettiğimde karanlığımın içinde bir yangın başladığını gördüm. Tüm bedenimin ateşler altında kaldığını izledim.

"Geleceğim!" diye çığlık attığımda parmaklarını klitorisimde hissettim. Karnımdaki sızının patlamak üzere olduğunu fark ettim. Soluğum boğazıma takılırken dudaklarımın arasından bir çığlık kaçmıştı. İçimde kopan bir şeyin ona doğru sürüklendiğini fark etmeden önce kalçamı çekmeye çalıştım.

"Ak ağzıma yavrum." diyerek kalçalarımı daha sıkı sardı ve orada bekledi. Titreyerek ona fışkırdığım an, ağzını ve çenesini tam olarak deliğimin etrafında hissediyordum. Dudaklarının hareketleri, dilinin bünyemde verdiği hasarla bütünleşiyordu. Sertti ve bundan gocunmuyordu. Bu durum bir uçuruma doğru sürüklenişimi hatırlatıyordu. Caner, saçımı bıraktığında kalçalarımı yoğurarak deliğimi vakumlamaya devam etti.

"Caner! Gir artık içime!" diye bağırdığımda kalçama vurduğu sille daha çok kıvranmama ve kalçalarımı yüzüne doğru ittirmeme neden olmuştu. Birden üzerime uzandığını fark ettiğimde sol elini enseme koyup ona bakmamı sağladı. Baş parmağını dudaklarıma bastırıp araladığında kızarmış dudakları nefes almak istermişçesine araladı. Grileşmiş gözlerine bakarken baş parmağını dilimle bastırarak emmeye başladım. Aralı dudaklarından nefeslenerek inlediğinde zevk sularımın aktığını hissettim.

"O küçük deliğinin, sikimin etrafında sıkıştığını hissedene kadar seni sikeceğim." diye fısıldadı. Kalçalarımda seğiren penisiyle kalçalarımı hareket ettirdim. Penisinin ucu ıslak girişime yaslandığında göğsünü sırtıma yasladı ve abanarak içime girdi. Dudaklarımın arasındaki parmağı yüzünden inleyemezken Caner, alnını koltuğa yaslayıp soluğu kesilircesine inlemişti. Baş parmağını ısıra ısıra emmeye devam ederken yüzünü bana çevirdi, gözlerini gözlerimle buluşturdu. Ritimlerini hızlandırırken burnunu burnuma yasladı. Hazla çatılmış kaşlarına rağmen gözleri kayıyordu.

"O darlığını, o sıklığını böyle." dedikten sonra biraz çıktı ve sertçe ittirdi. "Böyle." dedi ve bir kez daha tekrarladı. "Böyle." dedikten sonra kalçalarını çevirip parmağını ağzımdan çekti ve basenlerime parmaklarını gömdü. "Kökleyerek genişleteceğim." dedi ve sertçe kökledi. Karnımda ve içimde hissettiğim doluluk beni çıldırmanın eşiğine getirirken bir kez daha çığlık attım. Caner, köklerini vajinama çarparak hızlandığında inlemelerini yüzüme doğru üflemekten gocunmuyordu. Dudaklarına doğru uzandığımda hızla beni kabul etti.

Salyalarımız dudaklarımızın kenarından akıp giderken tenlerimizin şakıması dört bir yanıma savruluyordu. Çıldırmışçasına öpüşürken Caner, basenlerime daha da parmaklarını gömdü ve kalçama bastırarak koltukla arasına aldı. Daha da içime gömüldüğünü hissettiğimde sanki içim genişleyerek daha da açılıyordu.

Genzimden kopan inleme onun dudaklarının arasında kaybolurken kalçasını daha da hızlandırdı. Sanki bana muhtaçmışçasına, "Offf çok güzel, çok güzelsin! Sikeyim tapıyorum sana. Kimseye eyvallahı olmayan ben, Caner Cenk Çakır, tapıyorum sana." diye mırıldandığında inlemelerim dudaklarına çarpıp durdu. Kökleri vajinama her çarpışında biraz daha içim kasılıp gevşiyor ve onu daha da sarmalıyordu. İçimde kasılan penisinin etrafındaki damarlar her çarpışında duvarlarıma sürtünüyordu.

Bilinçsizce "Caner." diye fısıldadığımda aralı kalmış dudaklarımızın arasına inledi. "Adım ağzına yakışıyor, söylemeye devam et." diye söylendi, inlemelerinin arasından. Ruhumdaki ve kalbimdeki tüm harfleri zihnime toparlandı. "Ah! Caner." diye inlediğimde içimden çıktı ve hızla beni sırt üstü çevirip bacaklarımı göğsüme doğru yükseltti. Soluk soluğa ve buhrana boyanmış gri gözleriyle gözlerimin içine bakarak sertçe içime girdi. İçimin darlığıyla ikimizden de inlemeler koparken bakışlarım gövdesinde gezindi.

Bütün kasları gerilmiş ve teninde beliren damarlar bir halat gibi gerilmişti. Kasıklarına doğru uzanan damarlar içimde kaybolmuş penisine doğru uzanıyordu. Üzerime eğilerek bütün ağırlığını bıraktı. Ellerimi geniş, damarlı pazılarında gezdirirken dudakları yüzümün her bir noktasında geziniyordu. "Caner!"

"Sana doyamıyorum Lara. Beni öyle sarıyorsun ki içinden çıkasım gelmiyor." diye üflediğinde tırnaklarımı sırtında bastırarak gezdirdim. "Daha da hızlan. Durma!" diye inlediğimde, inleyerek kalçalarını daha da hızlandırdı. Sırtım, hızından dolayı koltukta sürünürken dirseklerini omuzlarımın üstünden koltuğa yaslayıp kaymamı engelledi. Dişlerini omzuma gömüp hafifçe ısırdığında kasıklarımdaki sızının arttığını fark ettim.

Gerginleşen duvarlarım, kasıklarımdaki sızıyı fark etmişçesine ritmik bir şekilde kasılırken içimdeki penisinin daha da gömüldüğünü hissettim. Caner'in kasıldığını fark ettiğimde "Off!" diye kükredi. Titreyerek bacaklarımı germeye çalıştığımda tırnaklarımı sırtına derince bastırdım. Caner'in teni kasılırken içimdeki penisinin de kasıldığını fark ettim.

"Gel bana güzelim." diye üflediğinde bacaklarımı açıp topuklarını kalçasına bastırdım. Kasıklarımdan bir bıçak misali kesilen his ona doğru sarıldığında titreyerek çığlık attım. İçimde kasılan penisin seğirerek bana karıştığını fark ettiğimde Caner'in omzumu sertçe ısırarak inlediğini duydum.

Sol eliyle hafifçe boynuma sarılırken dudakları dudaklarımın üzerinde yerini aldı. Sadece öpüşmüyor, soluklarımızın da birbirimize can vermesine izin veriyorduk. Caner'in her ritminde, içimden sızan sıvıların, kasık çizgilerime aktığını fark ettiğimde aldığım zevk paha biçilemezdi. Gözlerimin geriye doğru gittiğini fark ettiğimde Caner'in dilini ağzımın içinde hissettim. Dilimi onun diliyle çarpıştırdığımda inlemeleri kulağımda hoş bir tını bırakmaya başladı.

"Seni ezmem hoşuna gidiyor mu yavrum?" diye soluk soluğa fısıldadığında kafamı salladım. "Evet." diye inlediğimde alnını alnıma yaslayıp üstten bakmaya devam etti. "Ne tesadüf? Benimde içinde sıkışmam gidiyor." diyerek inlediğinde kasıldığını hissettim. Sanki ruhumun tüm alanlarına girmiş gibiydi. Alt dudağını dişlediğinde artık sadece ritmik olarak kalçası hareket ediyordu.

Her itmeyle baskının arttığını hissedebiliyordum ve artıyordu. Durduramıyordum ve durdurmak istemiyordum. Beni uçurumun kenarına itti. İçimin doluluğuna rağmen akmak için titrediğimde kasılarak titredi ve köklerini sertçe vajinama çarpıp üzerime yıkıldı.

İçimde seğiren penisi hâlâ sertliğini koruyor ve beni amansız bir günahın kollarına atıyordu. Bacaklarımı kalçasının etrafına sarıp saniyeler içinde sırt üstü koltuğa çevirdim. Tutkuyla kararmış göz bebekleri umarsızca yüzümde gezindi.

"Hak ediyorum bebeğim." dedi ve kollarını başının altında bağlayıp şişen pazılarını kastı. "Senin adamın olmayı hak ediyorum."

Kalçalarını sertçe yukarıya doğru ittirdiğinde dizlerini kendine doğru çekti. Dudaklarımız yeniden buluştuğunda sonsuz bir döngüye kapılmış gibiydik. Bundan rahatsız mıydım?

Tabii ki de hayır.

 

 

 

BURADAN DEVAM EDEBİLİRSİNİZ!

🔥

22 Nisan 2022 – 23:59 / Al-Suqaylabiyah Ormanları, Suriye

Muamma-i Ruh (Ruhun Gizemi), Ağzından

Gece, karanlık bir yorgan gibi yıldızları gizlemiş, ormanı tanımsız bir boşluğa çevirmişti. Her şey hareket ediyormuş gibi ama aynı zamanda taş kesilmiş gibiydi. Ağaçların arasında gölgeler dans ediyor, sanki canlıymış gibi kıvrılıyor ve yön değiştiriyordu. İnce bir sis tabakası, her adımda ayak bileklerine sarılıyor, neyin gerçek neyin hayal olduğunu bulanıklaştırıyordu.

Hava ağırdı, neredeyse nefes alınamayacak kadar. Çürüyen yaprakların keskin kokusu, insanın burnundan içeri girip zihnini karıştırıyordu. Bir dal çıtırdadığında, bu sıradan bir ses olmaktan çok uzaktı; sanki ormanın kendisi derin bir nefes almış ve ardından sessizce geri vermiş gibiydi.

İki karanlık siluet, dalların arasından şekil buluyordu. Hareketleri, insan olamayacak kadar kusursuzdu. Biri öne doğru eğilmiş, alçak bir sesle konuşuyordu. Diğeri sırtını ağaçlardan birine yaslamış, loşluk içinde neredeyse kaybolmuştu. Sözleri duyulmasa bile varlıkları hissediliyordu, sanki ormanın kendisi onların huzurunda geriye çekilmişti.

Bir yandan rüzgârın taşımadığı uğursuz bir uğultu vardı; kimse konuşmuyordu ama o uğultu, siluetlerin arasında bir şeyler söylüyormuş gibiydi. Dallardan dökülen küçük bir yaprak yere düştüğünde, neredeyse bir tokat gibi yankılandı.

Elias Farouq, çatık kaşlarıyla yanındaki adamı izledi. Sol omzundan aşağı sarkan palto, hafifçe sallanıyordu. Sağ beyaz gözü titrediğinde kafasını iki yana salladı.

"Bünyamin'in ölmesi hiç iyi olmadı," diye fısıldadı. Sesi derinden geliyordu, çakıl taşlarının sürtünmesinden çıkan bir gürültü kadar rahatsız edici.

Yanındaki adam, dikkatle ağzındaki küçük bir dal parçasını çiğnedi. Yüzündeki ifadeden ne bir korku ne de bir huzursuzluk okunabiliyordu; o kadar hareketsizdi ki, bir heykel zannedilebilirdi. Gözlerini Elias'tan bir an olsun ayırmadan, "Bu durumun bizi zayıflatacağını mı düşünüyorsun?" diye sordu.

Elias'ın yüzünde bir anlık bir kasılma belirdi. Parmakları sinirle yanağını tırmaladı. "Zayıflık mı?" dedi, sesi şimdi daha sertti, sanki karanlık ormana bir kesik atıyordu. "Hayır... Bu, düşmanlarımızı daha da cesaretlendirecek."

Elias'ın gözleri bir an için boşluğa kaydı. Sanki o an ormanın derinliklerinde bir şey görmüş gibi başını çevirdi ama bir şey yoktu, yalnızca karanlığın iç içe geçmiş tonları ve uğursuz sessizlik vardı. Derin bir nefes aldı ama bu nefes rahatlamak için değil, öfkesini dizginlemek içindi.

"Bünyamin'in ölümü, onlara yaklaşma fırsatını kaybettiğim için bir kayıp, sadece benim için," diye ekledi, sesi hâlâ düşük ama her kelimesi bıçak kadar keskindi. "Ama bu, benden çaldıkları tek şey değil. O kadın, benim kardeşimi öldürdü. Onun kocası, benim kardeşimin ölmesine sebep oldu. Rojin'in nefesini kestiler."

Elias, son kelimeleri sarf ederken, gözleri neredeyse yakıcı bir öfke ile parlıyordu. Hava, ormanın derinliklerinden yayılan bir soğukla titredi ama o, bunun dışarıdan gelen bir soğuk olmadığını, içinden yükselen bir ateşin etkisiyle hissetti. Parmakları, öfkesinden boğazını sıkan bir yılan gibi gergindi.

Yanındaki adam, bu öfkenin çıplak hale gelmesinden rahatsız olmadan, yalnızca dikkatle Elias'ı izliyordu. Gözlerinde bir soru, belki de bir şüphe vardı. "Rojin'i kaybettik," dedi adam, sesindeki ton kaybolan bir şeyi tartışan birinin sessizliğiyle. "Ama onun ölümü seni nasıl bu kadar değiştirebilir? Kardeşin... O sadece bir tuzaktı. Gerçek tehlike daha büyük."

Elias, adamın bu sözleriyle öfkesinin biraz daha arttığını hissetti. Her şeyin bir tuzak olduğunu, gerçekte büyük planın sadece başlangıcının bu olduğunu biliyordu ama bir kardeşi kaybetmek, birini her şeyden önce anlamak çok farklı bir durumdu. Rojin'in sonu, ondan çok daha fazlasını aldı. Onun gidişi, sadece kayıptan çok bir yaraya dönüştü, kalpte açılan bir deliğe.

"O kadın," Elias devam etti, sesi alçalarak ama kasveti artarak. "O kadının gözlerinde, kaybettiğimiz her şeyin yankısı var. Hızla büyüyen bir nefret var içimde. Onunla ve kocasıyla uğraşacağım. Bu sadece bizim meselimiz değil. Bu, hepimizin... hepsinin..."

Adam bir an sustu. Ağaçların arasından ince bir rüzgâr geçti. Bir dal titredi ama tek bir yaprak dahi düşmedi. Hava neredeyse donmuş gibiydi. Karanlık, onları yavaşça yutarken, yerden yükselen bir soğuk, Elias'ın sözlerinden daha keskin bir biçimde hissediliyordu.

"Bu yolda ne bekliyorsun Elias?" Adamın sesindeki yalnızca sükûnet vardı ama ses, bir şüphe ve karanlık bir bilgelik taşıyordu. "Zayıflık göstermek bir kayıp değil, bazen sadece fırsattır."

Elias, adamın söylediklerini duyar gibiydi ama buna kulak vermemeye çalıştı. Kendisini geri çekerek, gözlerini tekrar ormanın derinliklerine çevirdi. O kadar karışıktı ki, tüm bu hisleri bir arada taşımak, düşüncelerini netleştirmek neredeyse imkânsız gibiydi. Fakat bildiği tek şey vardı; her adımda, her bakışta, o karanlık siluetlerin daha da derinleşen gölgelerinde, bir hesaplaşma olduğunu hissetmekti.

"Bizi daha da körleştiriyorlar. Düşmanlarımız, her kırılgan anı çabucak atlatıyor. O yüzden, şimdi hiç zaman kaybetmeyeceğiz. Hiçbir şeyin arkasına saklanamayacak kadar cesur olacağız. Ama önce, o kadının gözlerindeki kanlı gözyaşını yeniden görmek zorundayız." dedi ve ellerini yumruk yaparak ceplerine soktu.

"İkizleri için bir hayırlı olsun diyelim. Kargoyu gönder."

Gözleri bir an için öfke ile titredi, sonra yine karanlık bir boşluğa kaydı. Yanındaki adamın cevabını beklemeden, ileriye doğru bir adım attı ve bir anlık bir uğultu, bir yaprak düşüşüyle boğuldu.

🤔

23 Nisan 2022 / Şırnak Devlet Hastanesi

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

Bugün, sıradan bir gün değildi. Odaya doğru yürürken, üzerimizdeki ay yıldızlı tişörtlerin ağırlığını hissediyordum. Sadece bir sembol değildi bu; taşıdığımız, hayal gücüne umut, koca kalplere cesaret getiren bir semboldü.

Arkamda Yonca, Lara, Ayda ve Alev vardı. Her birimizin elinde, minik elleri dolduracak kadar narin ama yürekleri sarsacak kadar güçlü küçük Türk bayrakları vardı. Çocuklara bu bayrakları uzatırken vereceğimiz şeyin yalnızca bir kumaş parçası olmadığını biliyorduk. Bu, onlara bir hatırlatmaydı: Burada, her şeyin ötesinde, aynı gökyüzü altında onların yanında olan insanlar vardı.

Kapının önüne geldiğimizde derin bir nefes aldım. Kimseye bu küçük sürprizden bahsetmemiştik. Çocukların yüzlerindeki o saf şaşkınlığı ve mutluluğu görmek istiyorduk. Çünkü 23 Nisan sadece çocuklara ait bir bayram değil, aslında hepimizin onlardan ilham aldığı bir gündü.

Kapıyı yavaşça açtım ve içeri adım attık. Kimi oyun oynuyordu, kimi kitaplara dalmıştı, kimi ise odanın sessizliğine gömülmüş pencereden dışarı bakıyordu. Ama bizi gördüklerinde, o küçük yüzlere yayılan sıcaklık her şeyi değiştirdi.

"Merhaba çocuklar," dedim, sesim yumuşak ama netti. Gözlerim odadakileri tek tek taradı. "Bugün 23 Nisan. Biliyor musunuz, bu bayram yalnızca bizim değil, sizin de bayramınız. Çünkü bu ülkenin geleceğini sizler şekillendireceksiniz."

Odada bir sessizlik oldu. Çocuklar beni dikkatle dinliyorlardı.

"Biliyor musunuz, Mustafa Kemal Atatürk, bu bayramı sizlere armağan etti. Çünkü sizler, bu ülkenin en değerli umutlarısınız. Ve bugün, size bir şey getirdik."

Arkamdaki diğer kızlar da bayrakları yavaşça kaldırdı. Minik kırmızı-beyaz dalgalanmalarla oda bir anda bir şölen havasına büründü. Çocukların gözleri heyecanla parlıyordu. Yonca, "Kim bayrağını almak ister?" diye sorduğunda küçük bir kız heyecanla elini kaldırdı.

Bir bir çocuklara yaklaşıp bayrakları uzatmaya başladık. Her birine bayrağı verirken gözlerine baktım, o gözlerde koca bir dünya gördüm. Kimi hastalığın yorgunluğunu taşıyordu, kimi hayata sımsıkı tutunan bir ışığı...

Bir erkek çocuğa bayrağını verirken hafifçe eğildim. "Bu bayrak," dedim, "sadece elinde değil, kalbinde de dalgalansın, olur mu?" Çocuk gülümsedi ve başını salladı.

Alev, küçük bir kıza yaklaştı ve bayrağı uzatırken, "Bugün senin bayramın. Unutma, hep bu bayrak kadar güçlüsün," dedi. O an, hepimizin kalbinde aynı şey yankılandı. Bu çocuklar, yaşlarından çok daha fazlasını yaşamışlardı ve biz burada onlara yalnız olmadıklarını hissettirmek için vardık.

Odadan gülümseyen yüzlerimizle çıkarken yavaş adımlarla Deniz'in odasına doğru yürümeye başladık. Yonca, yanıma geldiğinde Lara'da solumda durdu. Yonca'nın bakışları bana çevrildiğinde hafifçe gülümsedi.

"Acaba bizimkiler bu halimizi görünce ne tepki verecekler?"

Evet, onlara söylememiştik. Hepimiz tuvalete gidiyoruz değince bir şey dememişlerdi. Sadece Caner'in haberi vardı. Koridoru dönmek üzereyken bir çocuk grubunun bize bakarak güldüklerini gördüm. Onlara doğru yürüdüğümde yavaşça yere çöktüm. Karşımdaki erkek çocuğun maviş gözleri bana bakarak kısıldığında elimdeki bayrağı ona doğru uzattım.

Gülümseyerek "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramın kutlu olsun," dedim. Küçük elleriyle bayrağı kavradığında, utangaç bir bakış atıp başını eğdi. Ardından aniden kollarını boynuma doladı.

Kahkaha atarak ellerimi nazikçe sırtına koydum. Çocuk, çocuktu. Saf, masum ve bu vatanın en kıymetli mirasıydı. Ona sarılırken bunu bir kez daha hissettim. Yan gözle diğerlerine baktığımda, Yonca'nın, Lara'nın ve Alev'in de bayraklarını çocuklara verdiğini, onlara sevgiyle eğildiğini gördüm. Hepimizin içinde tarifsiz bir huzur vardı.

Boynuma sarılan çocuk, usulca geri çekildi ve bana yine utangaç bir bakış attı. Sonra elimi bırakarak hızlıca annesinin elini tuttu, onu aşağıya doğru çekiştirirken yüzünde küçük bir heyecan vardı. Minik parmağıyla yanağını işaret ettiğinde, annesi bana gülümseyerek baktı. Nedenini anlamaya çalışıyordum ki küçük çocuk bir anda yanağıma kocaman bir öpücük kondurdu. Ardından elindeki bayrağı sallayarak uzaklaştı.

"Aaa, karımı öptü lan?"

Mete'nin bu alaycı çıkışıyla başımı sola çevirdim. Çilingir ve Selçuk, gülmemek için yumruklarını ağızlarına yaslamıştı. Mete ise ellerini beline dayamış, minik çocuğu izliyordu. Zafir hiç saklama gereği duymadan Mete'ye bakarak kahkahalar atıyordu.

Yavaşça yerden kalkıp ellerimi belime koydum ve kaşlarımı çattım. Mete'nin alaycı bakışlarına sitemkâr bir şekilde cevap verdim.

"Çocuk o, çocuk," dedim ama aklıma gelen fikri tutamayıp ona doğru yürüdüm. Elimde kalan son bayrağı ona doğru uzattım ve gözlerimi dikerek ekledim.

"Senin de bayramın kutlu olsun."

Mete önce bir şey demedi. Bayrağı usulca aldı, gözlerinde beliren sıcak gülümsemeyle hafifçe başını eğdi. Sonra gözlerini tekrar bana çevirdi, bakışları derin ve sarsıcıydı.

"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, evet," dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı. "Ama benim kalbimin egemenliği sonsuza dek sende, Eyşan."

Sözleri, koridordaki her şeyi susturmuş gibiydi. Ben şaşkınlıkla ona bakarken, Mete bayrağı bırakmadan kollarını iki yana açıp bana sarıldığında gürültülü bir ıslık sesi duydum. Mete'nin iki eli sırtımı tutarken sağ ayağını yana doğru savurduğunu fark ettim. Gülerek geri çevirdiğimde kalçasını tutan bir adet Çilingir vardı.

"Sizin yüzünüzden karımla vakit bile geçiremiyorum." diyen Mete'ye gülmeye başladığımızda gözlerini devirdi ve kafasını iki yana salladı. Çilingir, elini Mete'nin omzuna koyduğunda gözlerini kıstı. Omuzları düştüğünde Mete, kaşlarını çattı.

"İleride çocuklarınla bayrama gideceğini düşündüm bir an için, ağlayasım geldi lan."

Çilingir'in cümlesi karnımda iki canın varlığını bana hissettirirken Mete, kaşlarını kaldırıp bakışlarını bana çevirdi. Parıldayan, canlanmış mavi gözlerle yüzümü okşadı. Her bir noktasına dokunduktan sonra dudaklarına büyük bir tebessüm yerleştirdi ve Çilingir'e bakıp sırtını sıvazladı.

"İnşallah kardeşim." dedi ve yeniden bana doğru döndü.

"Hatun, bir benle gelsene. Seninle işim var."

🫡

23 Nisan 2022 / Şırnak Devlet Hastanesi

Mete Mert Çakır, Ağzından

Zihnimin içinde süregelen bir sakinlik hakimdi.

Fırtınanın ardından gelen sessizlik gibiydi; yıkıcı ama bir o kadar da huzurlu. Gözlerimi hastane odasındaki beyaz duvarlara diktim. Bu odanın soğukluğu bile beni rahatsız etmiyordu, çünkü içimdeki duygular artık neredeyse uyuşmuştu.

Eyşan'ı düşündüm. Onun güçlü duruşunu, dimdik bakışlarını anımsadım ama yine de her adımında taşıdığı o kırılgan ağırlığı hissediyordum. İnsanın ruhunda açılan yaralar, ciltte olanlardan çok daha derin izler bırakıyordu. Belki bu yüzden, her zaman benden bir adım önde yürümek zorundaymış gibi hissetmişti. O adımı kapatmaya çalışmak benim için hem bir savaş hem de bir sınavdı.

Bu savaşı yalnızca düşmanlarımızla değil, aynı zamanda kendi içimizde de veriyorduk. Eyşan'ın savaşına ortak olmalıydım ama önce kendi fırtınamı susturmalıydım. Belki de huzurun sırrı buydu. Baştan aşağı yıkılsa bile, yeniden inşa etmek için bir temel bırakmak...

Ve benim temelim, Eyşan'ın varlığıydı.

Gözlerimin odağına yansıyan Deniz'in yüzüyle dudaklarıma buruk bir tebessüm yerleştirdim. Yüzüne biraz olsun can gelmişçesine gülümsemeye çalışıyordu. Kahverengi, parlayan gözleriyle yanında oturan Kubilay'a bakıyor ve hafifçe yukarıya kıvrılmış kaşlarıyla onu dinlediğini göstermek istiyordu.

Deniz'in bakışları bir an için, Kubilay'ın çaprazında oturan Ayda'ya kaydı. Tam o anda Ayda'nın da ona baktığını fark ettim. Aralarındaki sessizlik, sanki bir anlığına odadaki tüm sesleri yuttu. Deniz'in dudaklarında beliren çekingen tebessüm, içimde bir sıcaklık dalgası yarattı. O tebessüm, usulca benim yüzüme de yerleşti.

İki yana hafifçe gerilen dudaklarımın ardından gözlerimi kısarak onları izledim. Ayda'nın gözlerinde beliren utangaç parıltıyı ve Deniz'in bakışlarındaki anlamı kaçırmak mümkün değildi. Deniz, gönlünü Ayda'ya kaptırmıştı.

"Merhabalar."

Bakışlarım sola doğru kaydığında Nevzat Bey'in geldiğini fark ettim. Oturduğum yerden ağırca kalktığımda Kubilay ve Ayda'nın ayaklandığını fark ettim. Nevzat, üzerindeki doktor önlüğüyle Deniz'in yanına yaklaşıp gülümsedi.

"Nasılsın Deniz?" diye sorduğunda Deniz, küçük bir nefes alıp verdi.

"Biraz daha iyiyim, teşekkür ederim."

Nevzat, elini ceplerine sokup derin bir nefes verdi.

"Şimdi seni doğrultmamız gerek. Hem pansumanlarını yenileriz hem de biraz adım atarsın, olur mu?"

Deniz, kafasını belli belirsiz salladığında Nevzat'ın bakışları bana ve Kubilay'a çevrildi.

"Yardım eder misiniz?"

Hızla Deniz'e doğru adımladım. Yatağın sağ tarafına geçip durduğumda Nevzat, Kubilay'a baktı.

"Kubilay, kardeşinin üstüne çık bakalım."

Kubilay, sırıtarak Deniz'e baktığında gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Nevzat'ın bakışları Ayda'ya kaydığında eliyle köşedeki tepsiyi gösterdi.

"O tepsiyi getirip bana yardımcı olur musun?" dediğinde Ayda, hızla kafasını salladı ve içinde sargı bezi olan tepsiyi aldı. Ayda, bize doğru yaklaştığında Kubilay, yatağın üzerine çıkıp dizlerinin üzerinde Nevzat'a baktı.

Kubilay, "Evet ne yapıyorum?" diye sorduğunda Nevzat, yavaşça Deniz'in ellerinden tuttu ve kollarını havaya kaldırdı.

"Koltuk altlarından tutup yavaşça doğrult. Mete, sende sırtının bükülmemesi için doğrulttuğumuz an arkasına otur."

Aldığım komutla kafamı salladığımda Lara, sağa doğru yaklaştı. Kubilay, yavaşça Deniz'in sırtını doğrulttuğunda sol ayağımı yatağa doğru kaldırıp uzattım. Deniz'in arkasına geçtiğimde nefesimi tutarak koltuk altlarından sıkıca tuttum. Gözlerim, Deniz'in sırtındaki yaralara ve dikiz izlerine kayarken, yutkunmamak için dişlerimi sertçe birbirine bastırdım. O acıyı hissetse de bir şekilde dimdik durmayı başarıyordu. Belki de bu, ona ait en büyük güçtü; zayıflığa teslim olmamaktı.

Nefesimi tutarken, kulaklarımda Deniz'in zorlandığı anların yankıları vardı. Bir an olsun vücut dilindeki o acı kaybolmuştu. Deniz, dimdik otururken, hiçbir şey olmamış gibi gülümsüyordu ama ben, o gülümsemenin ardındaki acıyı, zayıflıklarını görmek için uzun zamandır biriktirdiğim bakışlarla fark ediyordum. Her şeyin bir bedeli vardı ve o bedel, Deniz'in omuzlarına ağır bir şekilde yüklenmişti.

Kubilay, elini sırtına hafifçe koyarak bir yandan gülümsemeyi sürdürdü ama gözleri, neşenin arkasına gizlenmiş başka bir şeyi gösteriyordu. Kubilay, yıllardır bir kardeşi gibi gördüğü Deniz için derin bir endişe taşıyor ama bunu kimseye belli etmiyordu.

Ayda ise, hep olduğu gibi sessizdi. Gözleri, yavaşça bana kayarak derin bir anlam taşıyordu. O an gözlerimiz buluştuğunda, söylediklerim değil, gözlerimdeki anlam daha fazlaydı. Ayda, her şeyi biliyordu. Hem Deniz'in yaşadığı travmayı hem de onun içindeki kırılgan kalbi.

"Evet, şimdi Mete, sen pansumanları yenileyeceksin." dediği an bakışlarım Nevzat'ı buldu. Nasıl baktığımı bilmiyordum ama Kubilay'ın öksürüğünü işittim. Deniz'in başı hafifçe sağa doğru çevrildiğinde kendimi ona doğru eğilirken buldum. Gözlerimi gözlerine çevirdiğimde bana donuk gözlerle bakacağından çok korktum ama o şekilde bakmıyordu. Sanki yeniden kahverengileri can bulmuştu. Dudaklarında küçük bir tebessüm vardı.

"Çok yara aldık Mete abi. Yaralarımı temizlerken biliyorum üzüleceksin ama belki güçlü olmam, senin de bir nebze yaralarına merhem olur. Birlikte iyileşelim, olmaz mı?"

Ah, be çocuk. Senin kalbini yerim ben.

Deniz'in söyledikleri, içimde bir yıkım yaratmıştı. Onun bu kadar saf ve kırılgan bir şekilde bana seslenmesi, kalbimi yerinden oynatacak gibi oldu. Bir yanda onun için endişeleniyor, diğer yanda ise birlikte iyileşme fikrini düşündüğümde içimi umut dolduruyordu ama bu umut, acıyla sarılmış bir umut gibiydi. Deniz, hepimizin zorluklara birlikte göğüs germesi gerektiğini anlamış gibiydi.

Gözlerimin farkında olmadan dolduğunu gören Deniz, kaşlarını kaldırdığı an hızla kendimi geri çekip gözlerimi kırpıştırdım. Elimi Ayda'ya doğru uzattım.

"Eldiven ver bakalım. Deniz'imizi iyileştirelim," dedim, sesimdeki hafif titremeyi gizlemeye çalışarak.

Ayda eldivenleri elime verirken, eldivenlerin soğukluğu parmaklarıma değdiğinde, her şeyin daha da gerçek olduğunu hissettim. Her bir hareket, her bir işlem, onun iyileşmesi için atılmış bir adım gibiydi ama aynı zamanda, içimdeki acı ve boşlukla da bir savaştaydım. Onun yaralarını sararken, bir yanda da kendi içimdeki boşluğu doldurmaya çalışıyordum.

Sargı bezlerini Deniz'in sırtından yavaşça ayırdım. Gözlerim, iyileşmeye çalışan bir savaşçının vücuduna odaklanmışken, her bir iz, her bir yara, sanki hepimizin ortak acısını anlatıyordu. Kubilay'ın gözlerindeki karanlık bakışlarını hissediyordum. Beni izliyor, anlamaya çalışıyordu ama bir an olsun gözlerimi ona çeviremedim. O an, onun bakışlarıyla karşılaşmak, belki de yapmam gerekeni yapamamak anlamına gelirdi.

Nevzat'ın, eldivenli elini uzatıp bana sargı bezini verdiği an, zaman yavaşladı. Onun gözlerinde, bizlerin iyileşmesine yönelik kararlı bir bakış vardı. Ama aynı zamanda, bir yanda onun da yükünü taşıması gerektiğini biliyordum.

Bütün bu işlemler, bir yandan iyileşmeyi sağlarken, diğer yandan birbirimize olan bağımızı daha da derinleştiriyordu. Ve o an, bu yaraların sadece bedende değil, ruhlarda da olduğunu bir kez daha fark ettim.

"Olay var dediler geldik. Ne oluyor lan burada?" diye alayla içeriye giren Osman ve Caner'e baktığımda gözlerimi devirdim. Osman, Kubilay'ın yanına yaklaşıp Deniz ile ikisine güldü. Ardından başını hafifçe kaldırıp bakışlarını bana çevirdi. Ortamın havasını değiştirmeye gelmişlerdi.

"Deniz, oğlum kork bunlardan. Biri önden biri arka-"

"Öhöhöaydaöhöburadaöhösalak."

Deniz, yapmacık öksürükler eşliğinde Osman'a elini savurduğunda Osman, gülerek kaçıştı.

"İyisin iyi."

Gülerek kafamı iki yana salladığımda bakışlarımı Ayda'ya çevirmeden elinde tuttuğu tepsiye uzandım. Tepsideki krem tüpünü alıp kapağını açtım, işaret parmağıma biraz sıkıp dikişlerin kenarlarına yavaşça sürdüm. Bütün yaralarının üzerine eşit bir şekilde dağıtıp tüpü tepsinin içine bırakmak için elimi uzattım. O sırada Ayda'nın arkasında bana bakan Eyşan'ı gördüğümde dudaklarıma küçük bir tebessüm yerleştirdim.

Benim güzel karım, önce kendimi iyileştirmem gerek.

Sana derman olmam için önce, kendimi iyileştirmeliyim.

Eyşan, sanki iç sesimi gözlerimden okumuşçasına gülümseyerek Deniz'in yanına yaklaştığında elini hafifçe kaldırdı ve Deniz'in saçlarına bıraktı.

"Saçları vuralım üçe." diye alayla konuştuğunda Deniz'in gözlerini devirdiğini hissedebilmiştim. "Ya abla yaa!" diye sitemle çemkirdiğinde gülümseyerek sargı bezlerini dikkatlice yapıştırdım. Nevzat, hafifçe yana eğilerek sargı bezlerine bakıp kafasını salladı.

"Güzel, eline sağlık." dediğinde elimdeki eldivenleri çıkartıp eline uzattım. Verdiğim eldivenleri kendi eldivenlerinin içinde tutup çıkarttı ve arkasındaki atık kutusunun içine attı. Ellerini ovuşturup Deniz'e baktı.

"Evet, hazır mısın bakalım genç?"

Deniz'in bakışını göremesem de kafasını salladığında Ayda ve Eyşan geriye doğru çekildi. Yataktan hafifçe kalkıp sol dizimi yatağa bastırdım. Kubilay'a baktığımda "Ben ayak ucuna geçeyim, sen sırtından tut." dedi ve Deniz'in sırtını bana emanet etti. Kollarımı Deniz'in koltuk altından geçirip sıkıca gövdesinde kenetledim.

Kubilay, "Hop, gel bakalım." deyip ayak bileklerinden yavaşça tuttu ve sağa doğru kaydırdı. Deniz ile birlikte yatağın üzerinde bende döndüğümde artık yönü Ayda'nın tam karşısıydı. Ayda, ellerini arkasında bağladığında Eyşan, elinde tuttuğu Lotus çiçeğini çaktırmadan Ayda'nın eline bıraktığında gülümseyerek Deniz'i hafifçe yukarıya doğru çektim. Deniz, yavaşça ellerini kaldırıp göğsündeki ellerimi çözdüğünde bir süreliğine geri bıraktım. Ne yapmak istediğini anlayabilmiştim. Çabuk bir hareketle yataktan kalkıp onunla birlikte yavaşça yürüdüm.

İlk adımında hafif düşecek gibi oldu. Hızla ellerimi yeniden uzattığımda elimden tuttu ve bir adım daha attı. Elimi yavaşça bıraktığında iki küçük adım daha attı. Bakışları yalnızca, elleri arkasında onun ona doğru yürümesini bekleyen Ayda'nın gözlerindeydi.

Deniz, iki adım daha atıp Ayda'nın karşısında ayakta durduğunda dudaklarında kocaman bir gülümseme oldu. Aynı gülümsemenin Ayda'da ve odadaki herkeste olduğunu fark ettiğimde, Kubilay'ın "Hey maşallah, kardeşim benim." dediğini işittim.

Ayda, arkasındaki ellerini çözüp sağ avucunun içindeki Lotus çiçeğini gösterdi. Deniz'in gözleri bir çiçeğe bir de Ayda'nın gözlerine çevrildi, kaşları şaşkınlıkla yukarıya doğru kıvrıldı. Ayda, Deniz'in sağ elini tuttuğunda kulaklarıma, yakın olduğumdan dolayı sanırım, Deniz'in kalp atışları nüksetti. Dudaklarıma büyük bir tebessüm yerleştirip onları izlemeye devam ettim.

Ayda, Deniz'in eline Lotus çiçeğini bıraktığında derin bir nefes aldı ve Deniz'in gözlerinin içine baktı.

"Tıpkı bir lotus çiçeği gibi, seninle her şeyin yeniden doğduğunu hissediyorum. Her an seninle olmak istiyorum, Deniz."

Herkes o an hiçbir şey demeden onları izlemeye devam etti. Çünkü onlar, geç kalmıştı. Kimse bu anı bozmak istemiyordu.

Deniz, bir şey diyemeden öylece Ayda'ya bakmaya devam ettiğinde Ayda, küçük bir adım Deniz'e yaklaştı ve yüzünü biraz Deniz'e kaldırdı.

"Sen bana gelirken vuruldun Deniz. Şimdi ise yaralarınla bana yürüdün. Bende artık yoluna çıktım."

Deniz, gözlerini kırpıştırdığı sırada bir boğaz temizleme sesi işittim. Deniz'in bakışları Alperen'e çevrildiğinde Alperen, dudaklarındaki sinsi sırıtışla bana baktı ve ardından Deniz'e doğru yaklaştı.

"Kardeşimi üzersen, Eyşan'a bırakmam, saçlarını ben üçe vururum Deniz." dedi ve gülümsedi. Elini ağırca kaldırıp Deniz'in saçlarını okşadı.

"Ben aşka hürmetli biriyimdir. Sevenleri birleştirmeyi çok severim." dedi ve birden işaret parmağıyla beni gösterdi.

"Bu adam, alnındaki damarla beni dövdü, biliyor musunuz?"

Selçuk ve Eyşan kahkahaya boğulduklarında gülerek Deniz'e baktım. Deniz, şaşkınlıkla bana bakarken kafamı salladım. "Eyşan ile bizi barıştırmaya çalışırken aklınca beni kıskandırmaya çalışıyordu."

Deniz, gülümseyerek hem Alperen'e hem de Ayda'ya baktı ve çenesini hafifçe kaldırdı.

"Benim bir ailem yok dersem yalan söylemiş olurum. Kubilay ve Osman diye iki kardeşim var. Eyşan diye bir ablam var." dedi ve eliyle beni gösterdi. "Mete diye bir abim var. Bu odada görüp ve burada olmayan herkes benim ailem. Ben, o ailenin içinde seni huzurla seveceğime yemin ederim. İyi ki senin için o yolu yürüdüm ve sen, iyi ki benim yoluma çıktın."

"Ağlayacağım lan!"

Kubilay'ın sesiyle Deniz, gülümsedi ve kafasını iki yana salladı.

"Kubilay biraz bana düşkündür, sen takma onu. Beni nasıl paylaşacağını düşünüyor şu an." diye alayla söylendi ve gülerek Kubilay'a baktı. "Ağlama sırası artık sende Kubilay." dediği an Kubilay, Osman'a dönüp gerçekten ağlamaya başladı.

Deniz, gülerek Ayda'ya döndüğünde elini hafifçe kaldırdı. Ayda, ona doğru bir adım atıp kollarını iki yana açtı ve yaralarına dikkat ederek sarıldı. Deniz, sağ elini güçlükle havaya kaldırıp Ayda'nın saçlarını okşadı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Eyşan'a doğru yaklaşıp sağ kolumu omzuna atıp kendime doğru çektim. Şakağına bir öpücük kondurup yeniden Deniz'e baktım. Deniz, gözlerini açtığında bir bana bir de Eyşan'a çevirdi.

Gözlerindeki minnet, ruhumdaki yaraya ilk sargısını sardı.

🥺

26 Nisan 2022 / Şırnak

Asena Eyşan Çakır, Ağzından

Deniz, nihayet taburcu olmuştu. Yüzündeki solgunluk henüz geçmiş olmasa da iyileşme yolunda olduğunu görmek hepimize bir nebze olsun rahatlık vermişti. Tim komutanı olarak bir aylık istirahat raporunu bizzat onaylamıştım. Osman'ın sıcak evine yerleştirmiş ve asla bu süreçte de yalnız bırakmayacaktık. Cemile ve Ayda bir odada, Mete ile bende geçici olarak burada kalacaktık.

Osman'ın evi her zaman bir sığınak gibi hissettirirdi. Geniş ve ferah bir alan ama aynı zamanda yılların izlerini taşıyan bir sıcaklık vardı. Duvarlar, sakin bir krem rengiyle boyanmış; insanın ruhunu dinlendiren bir renk. Yüksek tavan, odaya bir genişlik hissi veriyor ama burayı soğuk değil, aksine daha huzurlu bir hale getiriyordu.

Üzerinde oturduğum ve diğer iki koltuk; gri, sade üç kişilik koltuktu. Koltuğun tam karşısında bir televizyon var ama çalıştığını pek görmüş değilim. Yanında ise dolup taşan bir kitaplık vardı. Osman'ın kitaplığı her şeyi anlatıyordu. Askeri literatürden romanlara, kişisel not defterlerinden birkaç eski dergiye kadar her şey bir aradaydı. Osman, hayatını sadece bir alana sıkıştırmazdı, bu kitaplık da bunun ispatıydı.

Duvarda asılı birkaç fotoğraf gözüme çarptı. Osman'ın benimle olan fotoğrafları, timle olan fotoğrafları ve annesiyle olan küçüklük fotoğrafları vardı. Dudaklarımda buruk bir tebessüm olurken küçük bir içli nefes aldım. Fotoğraflar, bana hep nedense dışarıdaki fırtınaları bir süreliğine unutabileceğimiz bir liman gibi geliyordu.

Geçmişin anılarını sırtında taşıyan bir liman.

Bizler ise arada uğrayan yolcular.

Çilingir ve Selçuk, evimi satılığa çıkartmak için olayın yaşandığı eve gitmişlerdi.

O evi satmak, içimde garip bir boşluk yaratıyordu. Ne zaman gözlerimi kapatsam, o duvarlar arasında yaşanan kahkahalar, acılar ve mücadeleler aklıma geliyordu fakat bu defa kalbim değil, mantığım devredeydi. Mete'nin kesin emriydi bu; açık adresim öğrenilmişti. O evde daha fazla kalmamızın tehlikeye davetiye çıkaracağını biliyordum. Belki de bazı anıları bir valizin içine koyup geride bırakmayı öğrenmemiz gerekiyordu.

Travmalar, anıların katiliydi.

"Yonca'm, yavaş gülüm."

Kubilay'ın sesi, zihnimde dönüp duran düşünceleri bir anda susturdu. Bakışlarımı sesin geldiği yöne çevirdiğimde, tuvaletten çıkan Yonca ve Kubilay'ı gördüm. Yonca'nın yüzü hâlâ solgundu, nefesi biraz düzensizdi. Zavallı kızçem, bu kusma ataklarından kurtulabilmek için epey uğraşıyordu. Neyse ki ben, sadece bir kez kusarak bu süreci atlatmıştım. Şanslıydım ya da bedenim daha dirençliydi.

Kubilay, Yonca'yı nazikçe koltuğa doğru yönlendirdi. Onun bu hali gözlerinden bile okunuyordu; endişeliydi ama alışmıştı da. Mete, tam o sırada elinde bir pikeyle merdivenlerden iniyordu. Pikeyi, Deniz için açıp genişlettiğimiz koltuğa yaklaştı ve Deniz'in üzerine serdi. Ardından bir an duraklayıp bakışlarını Kubilay'a çevirdi.

"Kubilay, sorun yok değil mi?" diye sordu, her zamanki o ciddi ama kontrolü elinde tutan tonuyla.

Kubilay, Yonca'yı usulca koltuğa bırakıp derin bir nefes aldı, elini ensesine götürdü.

"Yok yok, rutin oldu artık. Alıştık," dedi, biraz çaresiz bir gülümsemeyle. Sehpanın üzerindeki sürahi ve yanındaki ters çevrili bardağa uzandı, suyu doldurup Yonca'ya uzatırken bir an duraksadı. Sonra Mete'ye bakarak ekledi, "Annem bana hamileyken de çok kusmuş."

O an, içimde biriken gülme isteği patladı. Kendimi tutamadım. Kahkahalarla Kubilay'a bakıp başımı iki yana salladım.

"Allah'tan seni kusmamış!"

Bu lafı eder etmez, Osman ve Deniz de kahkahalara boğuldu. Salonda kahkahalar yankılanırken, bir an için her şeyin normal olduğu bir dünyada olduğumuzu hissettim. Savaşlar, acılar ve kayıplar, bu küçük anlarda sanki bir sis perdesinin arkasında kalıyordu.

Mete, gülerek bana doğru yaklaştığında bakışlarım gözlerinde takılı kaldı. Bakışlarının derinliklerinde kanayan bir yarası vardı, bunu fark edebiliyordum. Yanıma gelip oturduğunda kolunu omzuma atıp beni kendine çekti.

Evlendiğiniz günden beri eve daha yeni giriyorsunuz, fark ettiniz mi?

Bu söz, içimde bir yerlere çarptı. İnsanın kendi iç sesi bazen en acımasız hakem olabiliyordu. Halis mi bu haklılık? Yoksa içimde büyüttüğüm bir vesvese mi? Mete'nin kolu hâlâ omzumdaydı ama bu düşünce beni bir an ürkek bir boşluğa düşürdü. Bir yanım, "Haklı," diyordu. Öteki yanım, "Ama başka çaremiz yoktu," diye direniyordu.

Ona bakıp bir şey söylemek istedim ama kelimeler boğazımda düğümlendi. Gözlerimiz kısa bir an için kesişti. Sanki o da sessizce aynı soruyu soruyordu: Her şey yoluna girecek mi?

"Şimdi yarın kimler kışlaya gidecek, kimler evde kalacak?"

Kubilay'ın sorusuyla Mete'nin bakışları Kubilay'a çevrildi ama çok durmadan yeniden bana döndü.

Sadece benim duyabileceğim bir ses tonuyla "Benim yarın işlerim var kesinlikle kışlada olmam gerekli. Sende gel, yanımdan ayrılma, hep yanımda dur." fısıldayıp yeniden Kubilay'a baktı.

"Sen, Yonca ile burada kalırsın. Biz kışlaya gideriz. Akşam yine buradayız zaten." dedi. Kubilay, onaylarcasına kafasını salladığında gözlerim mutfağın girişine çevrildi. Cemile ve Ayda, mutfaktan tepsiyle çıktığında bakışlarım Ayda'ya takıldı. Elindeki tepside çorba kasesi ve ilaç kutusu vardı. Deniz'e doğru yürüdüğünde Cemile'ye döndüm. Cemile, sandviç ve çay bardaklarıyla dolu olan tepsiyi sehpanın üzerine koyduğunda ayağa kalkmak için doğruldum ama Mete, buna izin vermeden kolunu omzumdan indirip ayağa kalktı.

Köşedeki birbirine geçirilmiş sehpalardan birini çekip önüme koydu, diğerini de Yonca ile Kubilay'ın önüne bıraktı. Kubilay, Yonca'ya çay ve sandviç alırken aynısını Mete'nin bana yapıyor oluşu içimde bir sıcaklığın daim olmasına neden oluyordu. Cemile'de Osman'ın yanına kurulduğunda bir nebze rahat nefes almanın sakinliğini yaşıyorduk.

Evin kapısı çalındığında Osman, ayağa kalktı ve kapıya doğru adımladı. Kapının üzerindeki küçük deliğe bir bakış atıp hızla kapıyı açtı.

"Biz geldik!" diye bağırarak içeriye giren Çilingir ile bakışlarım Mete'ye çevrildi. Kocamın resmen gözleri parlamıştı, aldatılıyordum. Gözlerimi devirerek önümdeki çaya uzandım ve bir yudum alıp altlığa geri koydum. Lakin yalnız değillerdi, yanlarında Zafir'de vardı. Üçü birlikte koltuğa geçtiklerinde Osman, boş tepsiyi alıp mutfağa girdi. Cemile'de arkasından gittiğinde bakışlarımı Mete'ye çevirdim.

Çok geçmeden geldiklerinde ellerindeki çayları ve sandviçleri onlara verdiler. Mete'nin bakışları Zafir'i buldu.

"Maske xwe derxî, li vir mirovên ewlehî hene."

Maskeni çıkartabilirsin, buradaki insanlara güvenim sonsuz.

Göz ucuyla Mete'ye baktığımda Mete, bana bakıp gözlerini ağırca kapattı ve açtı. Kışladaki işinin ne olduğunu sanırım anlamıştım. Tam olarak Zafir'in daha kim olduğunu bize açıklamamıştı ama büyük ihtimalle saklanması gereken birisiydi.

Zafir'in yüzü sert, belirgin ve biraz soğuk görünüyordu. Burnu, oldukça düz ve simetrikti ama yapısal olarak biraz keskin görünüyordu, sanki bir darbe almış gibi. Çene çizgisi güçlüydü, her zaman bir kararlılığı simgeliyordu. Yüzündeki ten rengi, pek de belirgin değildi, porselen gibi beyaz değildi ama fazla solgun da değildi. Yağmurda ya da uzun süre güneşin altında kalmış bir adamın teni gibi, kirli beyaz ve bronz arasında bir tondu.

"Sibe hewê karê te dikim."

Yarın senin işini halledeceğim.

Duyduğum cümle ile bakışlarımı çaya çevirip hafifçe kaşlarımı çattım, şivesi değişmişti. Hewramî; yani herkesin sıklıkla kullanmadığı, yalnızca küçük bir köy topluluğunun kullandığı şiveydi.

"Ev çi hêjî dikî?"

Bunu nasıl yapacaksın?

Zafir'in sorusuyla yanağımın içindeki eti dişlerimle kıstırdım ve Mete'ye baktım. Gözlerindeki derin karanlığa gömüldüğünü fark ettiğimde artık onların ne konuştuğunu anladığımı gösterme ihtiyacı duydum.

"Heke tiştêkî alîkarî dikim, hêvî dikim ku piştgirî bikim."

Yardım edebileceğim bir konuysa, destek olmak isterim.

Mete'nin bakışları, bir anda bana döndüğünde tüm dünyadan soyutlanmış gibi hissettirdi. Gözleri, tıpkı bir zamanlar kısıtlanmış bir alanın kapılarını aralamış gibi, derin bir şaşkınlıkla bana odaklandı.

İlk başta bir anlığına donakalmıştı, gözleri genişlemiş, sanki duyduğu cümleyi tam anlamaya çalışıyormuş gibi ama sonra, gözlerinin derinliklerinde yavaşça beliren bir şey vardı, hayranlık. Sadece bana değil, her şeyin ötesindeki kimliğime, geçmişime ve yaşadıklarıma duyduğu bir takdirdi. Sanki yıllar sonra yeniden karşısına çıkmış bir efsaneyi görüyor gibiydi.

"Çok şaşırmışa benziyorsun?" diye sordum.

Kaşları hafifçe yükseldi ve dudaklarının köşesi alttan bir gülümseme çizdi. Gözlerindeki o hayranlık, uzun zamandır ona sunmadığım bir parça güç ve yapabileceklerim ile birleşmişti. İçinde birdenbire yükselen bir takdir duygusu vardı ama o duyguyu belli etmemek için çaba sarf etmeye çalıştı. Ancak her hareketi, her mimiği, gözlerinde yankılanan bu duygunun fark edilmesini engellemeye çalışsa da her şey çok belirgindi.

"Nereden biliyorsun bu şiveyi?" diye sorduğunda çenemi hafifçe kaldırıp bakışlarımı kaçırdım.

"Benim bir güvercin olduğumu, zamanında tüm doğu bölgelerinde ve hudutta namını salmış bir komutan olduğumu unutuyorsun, Mete Yüzbaşı?" diye söylenip ona yan gözümle bir bakış attım. Gözlerinin bakışları o kadar derindi ki, sanki geçmişimi, kimliğimi, her şeyimi görüyordu. Ne de olsa, o an, yalnızca bir asker değil, bir zamanlar rüzgâr gibi geçmişe adım atmış bir komutandım. Gözlerinde yansıyan hayranlık, sadece bana ait bir gücü değil, aynı zamanda geçmişin ve şimdinin birleşen karmaşık etkisini de yansıtıyordu.

Bu bakışlar, bana olan saygıyı ve hayranlığı, adeta bir iz gibi bırakıyordu.

"Mete'yi bu saatten sonra kimse deviremez. Kaliteli bir eş tercihi."

Kalın bir bariton ses duyduğumda o sesin, Zafir'e ait olduğunu anlamıştım. Mete, kafasını iki yana salladığında dişlerini gösterircesine güldü. Kısılan gözlerinin üzerine devrilmiş kirpikleri tüm ihtişamıyla büyülenmeme neden oldu.

"Bir kez daha âşık oldum. Sanki hiç değilmişim gibi. Neden yapıyorsun bunu bana?"

AAAAA!

Salondaki kahkahaların sesiyle utanarak Mete'nin omzumdaki eline hafifçe vurdum. Manyak herif, herkesin burada olduğunu bir an için unutmuş gibi, hiçbir şeyi saklamadan bana ilanı aşk etmekten hiç gocunmuyordu. Damağımı şaklatıp kaşlarımı çattım.

"Yaa!"

Mete, gözlerini gözlerimden kaçırıp yüzünü sağa doğru çevirdi ve derin bir iç çekti. Ardından hâlâ gülen Selçuk ve Çilingir'e dönüp kaşlarını çattı.

"Gülmeyin lan, karımı utandırıyorsunuz!"

Bu kadar yeterliydi.

Omzumdaki elini çekip ondan kaçtığımda kolunu koltuğun sırt kısmına koymuş ve önündeki çaya uzanıp bir yudum almıştı. Bardağı altlığa geri koyduğunda gözlerindeki ışıltıları bir süreliğine geri göndermiş ve Zafir'e bakmıştı.

"Türkçe'ye geçtiğine göre Türkçe ile devam edelim. Yoksa hiç, neyse." dedi ve göz ucuyla bana bakıp kollarını göğsünde bağladı. Derin bir nefes aldı ve bakışlarını yere çevirdi. Orada düşüncelerini tarttı. Dudakları aralandığında gözleri sabit kaldı.

"1 Ocak 2017 tarihinde Mavi Ateş timiyle Akçakale'ye, Şanlıurfa'ya gönderildik. Caner, Barış, Yonca, Zafir, Alper, Çilingir ve ismi lazım olmayan birisi vardı."

İsmi lazım olmayan.

Kim olduğunu biliyorduk.

Mete'nin damağını şaklattığını duyduğumda bakışları Deniz'e ardından da salonda oturan herkeste gezindi.

"Binbaşı Haluk Gökmen, benden önce Zafir'i yanına çağırmış ve onu bir göreve göndermek istemiş. Zafir'de bunu kabul ettiğinde beni çağırtmış. Görevin ilk başta ne olduğunu söylemediler. Sonralarda bilgim oldu." dedi ve Zafir'e baktı.

Zafir, Mete'nin sözleri sırasında gözlerini yere dikti. Ellerini sıkıca yumdu ve hafifçe titredi. Dudakları aralandı, bir şey söylemek ister gibi ama sonra kendini tuttu. Sanki, içindeki öfkeyi dışa vursa, salonun duvarlarını çatlatacak bir çığlık atacaktı.

"Zafir'in gerçek ismi Ahmet, Ahmet Kurtuluş. Kendisi görev için İran Hewramî köyüne gönderildi. 2017 senesinde İran ve Akçakale'de işler karışıktı. Akçakale sürekli olarak sınırda kendini güvene almaya çalışıyordu. Ne yazık ki İran'da o sınırlara sızmaya çalışıyordu. Arada bir devlet var ve bir piyona ihtiyaçları vardı."

Derin bir nefes alıp bakışlarını ellerine çevirdi.

"Ahmet, ana dili olan kürtçeyi bildiğinden dolayı ve her şiveyi kolay kullanabildiği için o köye gönderildi ama bizim tarafta büyük bir hasar işlenecekti. Zafir, Türkiye'ye göre bir haindi."

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Askerliğim boyunca devlet benden ne isterse onu yaptım. Git bul dedi, gittim getirdim. Bir ajan ol dedi, oldum. Vatan için öleceksin dese, bugün canımı verirdim. Gurur ve onur ayaklar altına alınır mıydı? İşte, o aklımda kocaman bir soru işaretiydi.

"Görevin bitti mi?" diye sorup gözlerimi açtım ve Ahmet'e döndüm ama Mete, hızla sözümün arkasından atladı.

"Kronolojik gidiyorum Eyşan."

Bakışlarımı Mete'ye çevirdiğimde bakışları yere çevrilmişti.

"Onun hain olarak lanse edilmesi bir mezara dönüştü. O mezara ben kendi ellerimle Bünyamin'i gömdüm." Sesindeki kırılmayı işittim. Kafamı iki yana salladığımda derin bir nefes alıp bakışlarını salonda gezdirdi.

"Benim nasıl Çilingir ile dağ misali bir dostluğum varsa Bünyamin ile Ahmet'in arasındaki dostlukta o şekildeydi. Ta ki canım dediği dostu, yedi kurşunla gözlerinin önünde vurulana kadar. Üzüldü, dağıldı ve öldü. Öfkelendi, hiç tanımadığım bir adamı karşıma geçirdi. 2017'de kestim biletini. Kendi ellerimle gönderdim onu o timden. Sonra haberim oldu ki içindeki öfke, devlete ihanetle kavrulmuş."

Mete'nin her kelimesi içimde bir düğüm oluşturuyordu. Vatan için yaptığım her şey, her görev o an zihnimde birer gölge gibi belirdi ama bu hikâyede neyin doğru, neyin yanlış olduğunu seçmek imkânsızdı.

İçli bir nefes verdikten sonra kafasını iki yana salladı ve bakışları bana çevrildi. Her zamanki okuyabildiğim düşünceleri yoktu, bakışları donuktu.

"Ahmet'in görevi 20 Kasım 2018'de bitti. Ardından onu ismi lazım olmayan kişiyi takip etmesi için yönlendirdim. Elimize geçen bilgiler dahilinde bir sene sonra, 20 Kasım 2019 tarihinde Cudi Dağı'na onu aramaya çıktık. Tabii bulamadık ve işler ters tepti." dedikten sonra bacak bacak üstüne attı. Gözlerinde bir parlama oluştu, bir özlem vardı. Koltuğun sırt kısmına yasladığı elinin parmaklarını 'yaklaş' dercesine bana doğru kıpırdattı. Bilinçsizce göğsüne yaslandığımda kolu yeniden omzuma düştü.

Alayla, "Vuruldum, beni İzmir'e götürmüşler. Uyandığımda da bir baktım ki Çilingir yok." dedi ve gülümseyerek Çilingir'e baktı. Çilingir'e baktığımda Çilingir, kafasını iki yana sallayıp gülümsedi. Mete, derin bir nefes aldı.

"Hakkari'ye bir timin komutanı olması için göndermişler. 24 Kasım 2019 tarihinde annemin mezarının önünde, ki o zamanlar haberimiz yok yaşadığından, sonra senin ailenin şehit haberi geldi."

Gözlerimi kırpıştırıp ona bakmaya devam ettim. Ruhum, kapalı bir kapının ardında sessizliğin içine gömülmüştü. Mete'nin gözlerindeki özlem büyüdü ve dudaklarında büyük bir buruk tebessüm oldu.

"25 Kasım 2019 tarihinde Şırnak'a geçtik ama bir baktım ki sen gitmişsin." dedi ve kıkırdadı. Kıkırdayarak bakışlarımı Osman'a çevirdiğimde Osman, gülerek dizlerini dövdü.

"Bakışlarını görmen lazımdı. Ağladı, ağlayacaktı." diye bağırdığında herkes yeniden gülmüştü ama benim bakışlarım yeniden Mete'ye çevrilmişti. Kafasını ağır ağır salladı.

Gülerek "Yaaa! Dile kolay, kaç seneden beri aramışım, sonunda buldum sandım. Anaa! Bir baktım yine yok. Dedim Mete, kızı yine kaçırdın." dedi ve büyük bir kahkaha patlattı. Zamanında üzüldüğü noktaya şu an gülebiliyor olması, aslında hâlâ içimizdeki o duyguyu atmadığımız anlamına geliyordu.

Çilingir ve Selçuk, herkesten fazla gülmeye başladığında bakışlarımı onlara çevirdim. Katıla katıla gülüyorlardı. Yeniden Mete'ye döndüğümde Mete'nin yüzündeki alaycı tebessüm, benim suratıma işlenmiş büyük bir gülümsemeyi var etmişti.

"Lan bu ne?"

Alev'in sesini işittiğimde ürkek gözlerimi ona çevirdim. Korkuyla bir bana, bir de yanımdaki yastığın üzerine bakıyordu. Bakışlarını takip ettiğim sıra yastığın üzerindeki notu ve çakıyı gördüm. Çakının bana bakan yüzünde 'M.M.Ç.' yazıyordu.

Aklıma düşen anıyla dudaklarımdaki gülümsemeyi sinirli bir büzüşe dönüştürdüm.

"O yüzden mi yatağıma çakılı bir tehdit mektubu bıraktın?"

"NE?"

Çilingir, Osman ve Selçuk'un gürültülü bir şekilde sorması Mete'yi bir an için irkiltmişti. Kollarımı göğsümde bağlayıp kaşlarımla Mete'yi gösterdim.

"O zamanlar Eyşan Boduroğlu'yu tanımadığı için bizim safoz, beni hain olarak görüyordu. Kim bilir aklından neler neler düşündü benim hakkımda, neler neler konuştu, pislik?"

Mete'ye yan gözle baktığımda Mete, dişlerini gösterircesine gülüyordu. Alnıma doğru eğilip derin bir öpücük bıraktı ve geri çekildi.

"O dediklerimi affettirdiğimi düşünüyorum, karıcığım." Karıcığım sözcüğüne baskı yaparak dile getirmesi, susmamın bir kilidini açmıştı. Gözlerimi devirip gülümsediğimde derin bir nefes alıp verdim.

Nereden nereye...

Mete, yüzündeki tebessümü kaybetmeden Ahmet'e baktı.

"Her neyse; Ahmet'in aslında hain olmadığını, yaşıyor olduğunu ve ödüllendirmesi için elimden geleni yapmak istiyorum."

Bakışlarımı Selçuk'a çevirdiğimde onun da bana baktığını gördüm. Aynı anda sinsi bir tebessüme büründüğümüzde Çilingir, büyümüş gözleriyle hem Selçuk'a hem de bana baktı.

"Aha aha, badi, bunlar kesin akıllarından bir şey geçiriyor." dediğinde Mete, hafifçe çenemi kavradı ve yüzüne bakmamı sağladı. Tek kaşı sorgulayıcı bir tavırla yukarıya doğru kıvrıldığında sinsice gülümsemeye devam ettim.

"Ne geçiyor aklından?" diye sorduğunda gözlerimi kıstım. O köyde iki ayım geçmişti. İyi insanlar tanıdığımı düşünüyordum. Mete, gözlerini kısıp hafifçe elini çenemden çekti ve kimseye bakmadan kolunu omzumdan çekip elimi tuttu.

"Hemen geliyoruz." deyip elimden kavradı ve hızla çekiştirmeye başladı. Merdivenleri tırmanıp yukarıya çıktığımızda koridorun sonundaki beyaz kapıyı açtı ve beni içeriye soktu. Elimi hiç bırakmadan kapıyı kapattı ve yatağa doğru çekiştirdi. Sakince benimle birlikte oturup ellerini dizlerimin üzerine koydu.

"Aklından ne geçiyor? Eğer tehlikeliyse seni asla bu işe karıştırmam." diye hızla söylendiğinde kafamı iki yana salladım.

"Hayır, tehlikeli değil. Hewramî köyünde iki ay kaldım. Orada bir adam vardı, o adamın karısını kurtardım. Eli kolu uzundur, devletle askerin, asker ile de halk arasındaki sırrı en iyi o bilir." diye cevapladım. Ellerini dizlerimden çekip yanağıma yasladı. Eğilip burnunu burnuma sürttüğünde gözlerindeki parıltılar sanki içime ışık gibi doluyordu. Bana öyle bir bakıyordu ki, sanki yalnızca o bakışlarla tüm korkularımı, tüm endişelerimi silebilirdi. Dudaklarında beliren o küçük tebessüm, içimde bir huzur dalgası yarattı.

"Ben seninle ne yapacağım, Eyşan? Kalbime hep takla attırıyorsun." dediğinde, bilmiyordu ki kalbim de onunkiyle aynı ritimde atıyordu. Yeniden burnunu sürttü ve temasımızı ayırıp bakışlarını yüzümde gezdirdi.

"Sen benim başımı hep belaya sokacaksın," diye mırıldandı. Gözlerinde hem sevgi dolu bir uyarı hem de teslimiyet vardı.

Tam bir şey söylemek için dudaklarımı aralamıştım ki, Mete, düşüncelerimi okumak istermişçesine dudaklarını yumuşakça benimkilerle buluşturdu. Zaman, o an için durmuştu. Öpücüğünde kelimelere dökülemeyen hisler vardı; sevgi, özlem ve içinde sakladığı tarifsiz bir adanmışlık. Parmakları yanaklarımı sımsıkı tutarken, dudakları beni kaybetmekten korkan birinin çığlığı gibi konuşuyordu.

Ona karşılık verdiğimde, yavaş ama tutkulu bir şekilde dilini dilimle buluşturdu. Nefesi tenime karışıyor, ruhum onunla birlikte başka bir boyuta geçiyordu. Alt dudağı, sanki beni yaşama bağlayan bir ipti; üst dudağıysa bir maceranın davetiyesiydi. Alt dudağını yavaşça emdiğimde o da beni aynalayan bir tutkuyla cevap verdi ve hafifçe geri çekildi.

Alnını nazikçe benimkine yasladığında, bir süre kelimeler yerine sessizlik konuştu. Parmaklarını saçlarımın arasında gezdirirken, gözleri bir an olsun benden ayrılmadı. Sağ elini yavaşça karnımın üzerine koydu.

"Siz benim hem en güçlü yanım hem de en büyük zayıflığımsınız," diye fısıldadı, sesi hem derin hem de bir itiraf kadar dürüsttü.

O an, kalbimin her zerresinin ona ait olduğunu bir kez daha hissettim. Ellerimi yanaklarına koydum ve gülümseyerek gözlerine baktım. "Bu, başına geleceklerin sadece başlangıcı, kocacığım. Bize katlanmaya hazır ol," diye fısıldadım.

Mete, dudağının kenarındaki o özgüvenli gülümsemeyi takındı. Gözleri pırıl pırıl parlıyordu. "Her türlü çılgınlığınıza varım, karıcığım. Yeter ki hep benimle olun," dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı.

Gülümsememi kontrol edemedim, kelimelerim ona meydan okuyormuş gibi döküldü dudaklarımdan. "Sen de hep bizimle ol, babamız."

Mete, bir an için duraksadı. Gözleri kısıldı ve yüzüne anlamlı bir tebessüm yayıldı. Bu defa gülümseyişiyle karışık bir kahkaha eklenmişti. "Hep sizinle olacağım. Ama önce senin başına neler gelebileceğini görmen gerek," diye mırıldandı.

Karnımdaki elini belime kaydırdı ve hızla beni havaya kaldırdı. Düşen bir yaprak kadar hafiftim kollarında. Yatağın üzerine bırakırken dudaklarımı çığlık atmaktan alıkoymak için hızla tekrar üzerime kapandı. Dudakları, dudaklarımı sustururken elini saçlarıma gömüyor, öpüşü her geçen saniye daha da derinleşiyordu. Kalbim hızla çarparken, odanın içinde sadece ikimizin nefesleri yankılanıyordu.

Mete, dudaklarını benimkilerden ayırdığında, gözlerini yüzümde gezdirdi. Sanki beni ilk defa görüyormuş gibi, her ayrıntımı ezberlercesine bakıyordu. Eli, saçlarımın arasından yavaşça yanağıma kayarken, bir an bile göz temasını koparmadı.

"Biliyor musun, sen benim en büyük sınavımsın," dedi fısıldayarak, sesi derin ve titrek bir samimiyet taşıyordu.

Onun bu halini görmek, beni her şeyden çok etkiliyordu. Güçlü, kararlı Mete'nin, yalnızca benim yanımda böylesine savunmasız olması, beni ona daha da bağlıyordu. Parmak uçlarım nazikçe kaşlarının üzerinden kaydı, yüzünde dolandı.

"Ben de senin en büyük mükâfatınım o zaman," diye cevap verdim, hafif bir tebessümle.

Mete, başını omzuna eğip gülümsedi. Yüzünde o tanıdık, muzip ama bir o kadar da etkileyici ifade belirdi. "Bunda haklı olabilirsin ama fazla kendine güvenme. Seninle baş etmek için bazen nefesim yetmiyor," dedi ve kahkaha atar gibi bir nefes verdi.

"Ah, demek öyle? O zaman bırak da seni biraz zorlayayım, MMÇ," dedim ve kendimi hızla yana çevirdim. Onun şaşkınlığıyla fırsatı değerlendirip üzerindeki ağırlığını boşa çıkararak onu yatağa sırtüstü yatırdım. Kaşlarımı kaldırıp zafer kazanmış gibi ona bakarken, Mete'nin yüzündeki şaşkınlık yerini eğlenceye bırakmıştı.

"Demek meydan okuyorsun?" dedi, gözlerini kısarak.

"Her zaman," diye cevap verdim ama cümlem henüz bitmeden kendimi yeniden altta buldum. Mete, hızı ve çevikliğiyle üstünlüğünü anında geri almıştı. Ellerimi başımın iki yanında tutarken yüzüme doğru eğildi. Dudakları neredeyse benimkine değiyordu ama kasıtlı olarak mesafeyi koruyordu.

"Bana meydan okumadan önce bir kez daha düşün, AEÇ," diye fısıldadı, sesi alaycı bir sıcaklık taşıyordu.

"Ve eğer bunu yapacaksan," diye devam etti, sesi şimdi daha da alçalmıştı, "bu oyunun kurallarını çok iyi bilmen gerekiyor."

Gözlerim onun gözlerine kilitlenmişti. Kalbim hızlanıyor, nefes alışverişim düzensizleşiyordu. "Kural bir nedir, kocacığım?" diye sordum, dudaklarımı hafifçe bükerek ona meydan okumaya devam ettim.

Mete, gülümseyerek kaşlarını kaldırdı. "Kural bir mi?" dedi, sesi kışkırtıcıydı. Yavaşça eğildi ve dudaklarını kulağımın hemen yanında hissettim. "Kural bir, asla beni hafife alma," diye fısıldadı.

Kıkırdamaktan kendimi alamadım. "Kural iki?" dedim, gözlerim hâlâ meydan okuyucu bir ifadeyle parlıyordu.

"Kural iki..." Mete, başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. "Asla kazanamayacağın bir savaşa girme."

"Göreceğiz," dedim alaycı bir sesle. Ama sözüm, onun dudaklarını yeniden benimkilerle buluşturmasıyla kesildi. Bu kez öpücüğü daha talepkârdı. Ellerimi serbest bırakmıştı ama yine de üzerime ağırlığını vermiyordu. Ona karşılık verdiğimde, her hareketi yavaşladı. Dudakları, sanki her bir anı iyice hissetmek istermişçesine benimkilerde gezinirken, parmak uçları boynumdan omzuma doğru bir iz bırakıyordu. Nefesi tenimde titrek bir melodi gibiydi; kalbim ise göğsümde çılgınca çarpıyordu.

Ellerim, kendi başına hareket edermiş gibi, onun göğsüne doğru çıktı. Parmaklarım, sert kaslarını hafifçe yoklarken, hissettiğim o güç beni bir an afallattı. Ama o da bu hisleri biliyormuş gibi yüzünü biraz geriye çekip gözlerimin içine baktı.

"Hatun... beni deli ediyorsun," diye mırıldandı, sesi nefes kadar hafifti ama içinde taşıdığı yoğunluk tüm bedenimi sarstı.

Gözlerim onun gözlerine dikilmişti, hiçbir şey söyleyemedim. Çünkü onun da beni ne kadar etkilediğini biliyordu. Bu yüzden hiçbir kelimeye gerek yoktu.

Mete, dudaklarını yeniden boynuma doğru indirirken bir sıcaklık dalgası daha hissettim. Dudakları, tenimde yavaşça ilerliyor, nefesi her bir noktaya yeni bir kıvılcım bırakıyordu. "Bu koca adamın dizginlerini ele alman gerek. Yoksa iki çocuğum, görmemesi gereken şeyleri yeniden görecek." diye fısıldadı, sesi titrek ve tutkulu.

Sözleri kalbimde yankılanırken, hafifçe soluklandım. Gözlerindeki o keskin bakışı hissedebiliyordum; içinde hem hayranlık hem de sınırsız bir tutku barınıyordu. Mete, dudaklarını bir kez daha boynuma indirirken bu kez daha uzun bir süre kaldı. Nefesi, tenimde ince bir dalga gibi hissettirdi.

"Ve sen," dedi, dudakları hâlâ boynumun yakınında gezinirken, "beni hep tahmin edilemez biri yapıyorsun." Elleri belime dolanırken vücudunu hafifçe bana yasladı. " Bu dünyada her şey tersine dönerse bile, tek bir şey değişmeyecek. O da sensin."

Sesi alçak ve tutkulu bir melodiydi, ruhuma işleyen. Parmaklarım istemsizce onun saçlarına doğru hareket etti. Onun enerjisine karışmak, bu anın içinde sonsuz bir huzur bulmak istiyordum.

"Bu fazla ağır bir itiraf gibi geldi," dedim hafifçe, nefesim kesilirken. Ancak sözlerim, Mete'nin yeniden dudaklarını benimkilerle buluşturmasıyla yarıda kaldı. Bu kez öpücüğü daha da derindi, daha anlamlıydı. Ellerini nazik ama kararlı bir şekilde omuzlarımdan aşağı doğru kaydırdı.

Ona tam anlamıyla karşılık verdiğimde, aramızdaki bağın ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha hissettim. Hiçbir kelime, bu anda hissettiklerimizi tarif edemezdi. Dudaklarını yavaşça benimkilerden çekip alnımı öptüğünde, gözlerindeki sevgi ve adanmışlık her şeyi anlatıyordu.

"Ne olursa olsun," diye fısıldadı, parmaklarını saçlarımın arasından geçirirken, "seninle olmak her şeye değer."

Onun gözlerinin içine bakarken içimde bir şeyler titreşti; bu an, sanki dünyadaki her şeyin bizim etrafımızda durduğu o anlardan biriydi.

Ellerim onun yüzüne doğru hareket etti, avuçlarım yanaklarına dokunduğunda parmaklarım henüz kesmediği sarı, kirli sakallarında gezindi. "Sen benim bütün bu kaosun içindeki huzurumsun, Mete," dedim, sesim bir fısıltıdan ibaretti.

Mete, parmaklarını saçlarımın arasından geçirerek başımı kendine biraz daha yaklaştırdı. "Huzurun benimle olduğunu bilmek yeter, Eyşan. Ama bazen sen de kendine bunu hatırlatmalısın," dediğinde dudaklarına bir kez daha hafifçe dokundum. Bu öpücük, sadece bir öpücük değildi. Bütün korkularımızı, geçmişte yaşananları, geleceğe dair belirsizlikleri silip atan bir andı. Dudaklarımdan ayrıldığında, alnını benimkine yasladı.

"Her şeyin ötesinde, seni seviyorum," dedi alçak ve duygulu bir sesle.

Bu sözler, kalbimi bir kez daha fethetti. Başımı hafifçe kaldırıp bir gülümsemeyle onun alnına bir öpücük kondurdum. "Ben de seni seviyorum, Mete," diye fısıldadım. "Her şeyin ötesinde."

 

 

🐺⛓️🕊️

27 Nisan 2022 / Şırnak

Yazar, Ağzından

Güneş, gökyüzünde tembelce süzülerek yeryüzüne altın renkli ışıklarını serpiyordu. Kışlanın içinde bir sabahın ilk saatleri, tatlı bir sessizlikle bölünüyordu. Zaman, ağır bir örtü gibi odanın içinde yayılıyor, her nefes alışveriş sanki daha belirgin hâle geliyordu.

Eyşan ve Mete'nin odasında, eski ahşap masanın üzerini işgal eden dağınık dosyalar, haritalar ve notlar arasında, odanın havasına sinmiş ince bir gerginlik dolaşıyordu. Güneş ışığı, pencerenin kenarından sızarak toz zerreciklerini dans ettiriyor, odadaki sessizliğe alaycı bir canlılık katıyordu.

Selçuk, elindeki tablete gözlerini kısarak odaklanmıştı. Yüzü, yılların getirdiği yorgunluk ve bilgelikle çizgilenmiş, parmakları ekranın üzerinde usulca gezinirken gözleri, bir ipucu arayan bir avcının dikkatine sahipti. Çilingir ve Ahmet, odanın köşesinde, birbirlerine kısa ve ölçülü bakışlar atarak oturuyorlardı. Beden dilleri sessiz bir anlaşmanın izlerini taşıyordu.

Eyşan, masasının önüne çektiği tekli koltukta adeta zamanın dışında bir figür gibi oturuyordu. Bacağındaki silahın ağırlığını hissetse de onun varlığına alışkın bir savaşçının duruşuyla dosyalara göz gezdiriyordu. Gözleri, satır aralarında gizlenmiş olabilecek gerçekleri ararken, bakışlarında derin bir ciddiyet vardı. Mete, sandalyesine hafifçe yaslanmış ama gözlerini bir an bile Eyşan'dan ayırmıyordu. Onun duruşunda bir tetikte olma hâli, sessizce gözlemleyen bir muhafızın dikkati saklıydı.

Mete, iç çekerek, "Eyşan, bu dosyalarda ne var?" diye sordu. Sesi, odadaki sessizliği bölen hafif ama etkili bir çınlamayla yayıldı.

Eyşan, başını hafifçe kaldırıp Mete'ye kısa bir bakış attı. Gözlerinde hem yorgunluğun hem de alışılmış bir sabrın izleri okunuyordu. Derin bir nefes aldı, elindeki kalemi yavaşça masaya bıraktı ve belgelerden birini kaldırarak konuştu.

"İran'da geçirdiğim süre boyunca gittiğim yerlerin adresleri var. Güvenilir olanların yerlerini bulmaya çalışıyorum."

Odadaki atmosfer bir an için daha da yoğunlaştı. Çilingir, elindeki çakıyı döndürmeyi bıraktı ve Eyşan'a doğru bakışlarını çevirdi. Ahmet, kollarını göğsünde kavuşturup hafifçe kaşlarını kaldırarak gelişmeleri izliyordu.

Selçuk başını salladı, ardından tableti masaya koyarak ekrana dokundu. "Bir numara buldum. Aradığımız adamla bağlantılı olabilir," dedi ve tableti Eyşan'a doğru çevirdi.

Eyşan hızla ekrana göz gezdirdi. Göz bebekleri hafifçe küçüldü. "Bu numara... tanıdık geliyor," diye mırıldandı.

Mete, sandalyesinde hafifçe doğruldu. "Kim olduğunu biliyor musun?" diye sordu.

Eyşan, bir an duraksadı. Sonra başını salladı. "Dün sana bahsettiğim adam, hani karısını kurtardığım."

Dışarıda bir kuş, pencerenin kenarına kondu ve cılız bir ötüşle sabahın erken saatlerine tanıklık etti. Odanın içindeki hava ise, çözülemeyen bilmece gibi ağırlaşıyor, zamanın akışını yavaşlatıyordu. Gün ışığı her köşeye yayılmasına rağmen, odadakilerin içine sızan karanlık, gölgelerden çok daha derindi.

Selçuk, hafifçe doğruldu ve ceketinin iç cebine uzandı. Yılların eskitemediği, çizikleri artık birer nişan gibi duran tuşlu telefonunu çıkardı. Plastik yüzeyi, zamanın ve sahibinin parmaklarının izlerini taşıyordu. Sessizce Eyşan'a uzattı.

Eyşan, bakışlarını Selçuk'un elindeki telefona kaydırdı. Bir an duraksadı. Odanın içindeki hava, bekleyişin yüküyle ağırlaşırken parmaklarını uzatıp telefonu aldı. Avuçlarının arasında soğuk metalin ve plastiğin ağırlığını hissetti. Numara, zihninde çoktan yankılanıyordu. Başparmağı tuşların üzerinde hafifçe gezindi, ardından hızlı ve kesin hareketlerle rakamları girdi.

Son tuşa bastığında odadaki sessizlik daha da yoğunlaştı. Derin bir nefes aldı ve hoparlörü açarak telefonu önündeki sehpanın üzerine koydu.

Birkaç saniye boyunca sadece hafif bir cızırtı duyuldu. Herkes nefesini tutmuş, kulaklarını telefondan gelecek en ufak bir sese kesmişti. Ahmet, gözlerini kısıp ekrana bakarken Çilingir parmaklarını dizine vurup duruyordu. Mete'nin bakışları Eyşan'ın ellerine kilitlenmişti; onun her hareketini, her tepkisini ölçüyordu.

"Tû kî yî? Ev jêmar ra kû der zanî?"

Sen kimsin? Bu numarayı nereden biliyorsun?

Eyşan, derin bir nefes alıp kaşlarını çattı.

"Ez Şaho Pîrzad bîstanî dawam kird."

Ben, Şaho Pîrzad'ı aramıştım.

Telefonun ucundan büyük bir nefes alışverişi geldi.

"Bawkîm mîha rewtî. Agar am jêmarî zanay, ew kesê wanî bû. Kîyî, nawî xot bîlê bo min?"

Babam geçen ay öldü. Eğer bu numarayı biliyorsan, onun tanıdığı biri olmalısın. Kimsin, ismini söyle bana?

Eyşan, bir an bile beklemedi.

"Ez, Asena Gündüz im."

Eyşan, bir an için Mete'ye baktığında Mete, kaşlarını çattı ve derin bir nefes vererek arkasına yaslandı. Eyşan, gözlerini irice açarak kafasını iki yana salladı ve gözlerini kırpıştırarak telefona baktı.

"Hûn 2017-ê de pêşîna têkoşînê da dêrikê min nasînin?"

Siz 2017'deki patlamada annemi kurtaran kadın mısınız?

"Erê." dedi Eyşan. Telefonun ucundaki gürültüyle kaşları bir an çatıldı ve bakışlarını Selçuk'a çevirdi. Selçuk, sorgulayıcı bir bakışla telefona bakıyordu.

"Dêrikê! Asena Gündüz tê telefonê. Hêvîya ku tiştêkî heye?"

Anne! Asena Gündüz arıyor. Bir ihtiyacı var sanırım?

Eyşan'ın telefona dönmesini sağlayan o cümlelerden sonra bir kadının heyecanlı bağırışı hafifçe kaşlarının yukarıya doğru kıvrılmasına neden olmuştu. Nedenini bilmediği bir şekilde dudaklarının köşesinde küçük, silik bir tebessüm oldu.

"Jiyana min da minê, wêjinê! Tu çawa yî? Hêvî dikim ku başî."

Hayatımı bana veren kadın! Nasılsın? Umarım iyisindir?

Eyşan, görmeyeceğini bilse bile hafifçe kafasını eğerek selam verdi.

"Başım başî, serê we bi saxî be. Xebatê min nehatî bû."

İyiyim, başınız sağ olsun. Haberim yoktu.

Telefonun ucundan duyduğu içli ses hafifçe yutkunmasına neden olmuştu. Aradığı adam, gerçekten devletle askerin, askeri ile halkın arasında nelerin yaşandığını bilen bir adamdı. Onun ölmüş olması, bütün sırlarıyla mezara gitmesine neden olmuştu.

"Dostên min sax be, tu sax be. Tu kêşeyekî heye? Dengê te ji berê tê."

Dostlar sağ olsun, sen sağ ol. Bir sıkıntın mı var? Sesin derinden geliyor?

Eyşan, ilk defa ne diyeceğini bilemeyerek ellerini dizlerine koydu ve kafasını sağa doğru eğerek boynunu kütletti. Mete, Eyşan'ın sıkıntılı yüzünü fark ettiğinde farkında olmadan Çilingir ve Ahmet'e baktı. İkisi de kaşları hafifçe büzülmüş ve başları yere doğru eğik bir şekilde Eyşan'ı izliyorlardı. Mete, yutkunarak Eyşan'a döndüğünde çenesi gerildi.

Kadınının bu hâlde olmasına dayanamıyordu.

"Li ser telefonê mijara axivînê tune ye, dêma ku em û hûn bi kêfa xwe hebe, ez dixwazim we bixwazim. Lê belê, ez bi tenê neêvim."

Telefonda konuşulacak bir konu değil, müsait olduğumuz ve olduğunuz bir zamanda sizleri ziyaret etmek istiyorum. Lakin yalnız gelmeyeceğim.

Eyşan'ın sıkıntılı sesine rağmen telefonun ucundan neşeli bir kahkaha döküldü. Eyşan, kaşlarını kaldırarak ne diyeceğini beklerken kadının el çırpma sesini işitmişti.

"Ya! Tu ji hêzê Xwedê re xwêşa min î. Ji bo te û mêvanê te her dem deriyê min vekirî ye. Kêma ku tu dixwazî, were."

Ya! Sen bana Allah'ın verdiği bir lütufsun. Sana ve misafirine her zaman kapım sonuna kadar açık. Ne zaman istersen, gel.

Eyşan'ın yüzünde bu sefer büyük bir tebessüm olduğunda bakışları hızla Mete'yi buldu. Kaşlarını hafifçe kaldırdığında Mete, tebessüm ederek kafasını salladı. eyşan, hızla telefona baktı ve küçük taka tukayı eline aldı.

"Gava emê were, ez agahdariyê dê bidim û di vê hejmara telefonê de dê lêkînim. Gelek spas dikim."

O halde geleceğimiz zaman size haber vereceğim ve yine bu numaradan arayacağım. Çok teşekkür ederim.

"Ser çavan, Xwedê ji te re emanet be."

Tamamdır, Allah'a emanet ol.

Eyşan, 'Sizde.' Anlamına gelen bir sözcük ile telefonu kapattığında büyük bir nefes verdi ve telefonu Selçuk'a uzattı. Gülümseyerek Mete'ye baktı ve kafasını iki yana salladı.

"Duydunuz, ne zaman gidelim?" diye sorduğu sırada odanın kapısı tıklatıldı. Bütün bakışlar kapıya çevrildiğinde Mete, hafifçe doğruldu ve "Gel!" diye seslendi. Kapıyı açan asker, elindeki büyük bir kutuyla içeriye girdiğinde Çilingir ve Ahmet ağırca ayağa kalktı. Mete, çatık kaşlarıyla kutuyu inceledi.

"Kime ve kim göndermiş?" diye sorguladığında asker kutunun üzerindeki isme, ardından Mete'ye baktı.

"Dirvana diye birisi Eyşan yüzbaşıma göndermiş komutanım." dedi ve elindeki kutuyu Mete'ye uzattı. Mete, kaşlarını çatmayı bırakmıştı ama içinde huzursuz olduğuna dair bir hissin kırıntılarını yüzünde taşıyordu. Askere bir şey demeden çenesiyle kapıyı gösterdiğinde asker çıktı ve kapıyı kapattı.

Mete, elindeki kutuyu sehpanın üzerine koyduğunda tek kaşını kaldırdı ve Eyşan'a baktı. Eyşan ve Selçuk sorgulayan tavırlarla kutuyu incelerken Dirvana'nın böyle bir kutuyu neden gönderebileceklerini düşünüyorlardı.

Mete, kutuyu dikkatle açarken içindeki siyah bezi fark etti. Bez, sanki bir şeyleri saklamak amacıyla özel seçilmiş gibiydi. Gözleri, bezin üzerindeki silüeti taradıktan sonra, ince hareketlerle kaldırmaya başladı. İçinden, bir dizi fotoğraf ve hemen altında bir kâğıt çıktı. Gözlerindeki merak karışımı bir gerilim, hemen odanın havasını değiştirdi.

Mete, kaşlarını çatarak, "Fotoğraflar ne alaka?" diye sorguladı ve Eyşan'a baktı. Eyşan, fotoğrafların üzerine eğildiğinde ilk gördüğü şey, çok eski bir zamandan kalma bir çocukluk fotoğrafıydı. Küçük bir Eyşan, bembeyaz bir elbiseyle, gözlerinde o masumiyet ve güven duygusuyla kameraya bakıyordu. Gözlerinde bir zamanlar kaybolan o umut vardı. Fotoğrafı dikkatle inceledi, kalp atışları hızlandı. O an, bir şeyler hatırlanmıştı ama neydi?

Eyşan, eline aldığı fotoğrafla Selçuk'ta bir adım onlara doğru yaklaştı. Çilingir ve Ahmet de Mete'nin yanında durduğunda Selçuk, kaşlarını kaldırdı. Bu fotoğraf, Asena'nın en yakın arkadaşlarıyla birlikte bir günkü tatbikat fotoğrafıydı. Selçuk, Alperen ve Asena, birlikte aynı yönde bakıyorlardı.

Gözlerindeki aynı kararlılık, o zamanların anılarını canlandırmıştı. Ama en dikkat çekici olanı, Anıtkabir'de nöbetteyken çekilmiş bir fotoğraftı. Mete, elini uzatıp o fotoğrafı aldığında çenesi gerildi.

"Bu fotoğrafı hiç görmedim."

Eyşan, Mete'nin baktığı fotoğrafa baktı. O zamanki Asena, yalnızca bekçilik yapmıyordu. O an, Asena'nın öne çıkan yüzü, bir zamanlar düşündüğü şeylerin yükünü taşıyordu. Gökyüzüne bakarken sanki birer heykel gibi sertleşmişti. Anıtkabir'in soğuk havası, nöbetin yükü ve o anki karanlık; hepsi fotoğrafın içine sığmıştı.

Bir başka fotoğraf, Asena ve Alperen'in birlikte çekildiği bir kareydi. Yüzlerinde bir güven vardı ama gözlerinde kaybolmuş bir korku da görünüyordu. Bu fotoğraf, Eyşan'ın bir zamanlar güvendiği insanlarla paylaştığı bir anıydı, fakat şimdi onun gözlerinde başka bir anlam taşıyordu. Zaman, her şeyi farklı bir hale getirmişti.

Ve ardından, Selçuk ve Asena'nın birlikte çekildiği, üniformalı bir fotoğraf geldi. Selçuk'un yanında dururken, Asena'nın yüzündeki ifadeyi inceledi. O zaman ne kadar soğukkanlı ve kararlı olduğunu düşünmüştü ama bu fotoğraf, artık bir tür maske gibiydi. Gözlerindeki bir belirsizlik, bir kaybolmuşluk hissi vardı. Eyşan fotoğrafı daha uzun süre inceledi.

Selçuk, çatık kaşlarıyla Mete'ye ve Eyşan'a bakıp ellerini ceplerine soktu.

"Bu fotoğrafların her biri Anıtkabir'deyken çekildiklerimiz ama bunlar nasıl Dirvana'nın eline geçmiş olabilir ki?"

Eyşan, Selçuk'u duyumsamazlıktan gelerek son fotoğrafı eline aldı. Eyşan'ı kendi üniformasıyla, komutan olarak gösteren bir fotoğraftı bu. Yüzündeki ifade, bir zamanlar her şeyi doğru bildiğini düşündüğü o anları saklıyordu. Ama şimdi, o fotoğraf ona sadece karanlık bir hatırlatmaydı. Geçmişin karanlık, soğuk ve sert yüzüydü. Asena Gündüz olduğu anlarda çekilmişti.

Eyşan, fotoğrafları bir kenara koyup son parçaya, yani kâğıda odaklandı. Kâğıdın kenarlarında eski bir mürekkep izinin olduğunu fark etti. Sanki zamanın etkisiyle sızan bir şeyler vardı. Kâğıdın içine göz attığında, yazılı satırlar, önce bir tanıdıklık hissi uyandırdı ama hemen ardından sanki uyanması gereken bir kâbus gibi kayboldu.

Toprak Gözlü Komutan;

Sana sanırım öyle diyor sevdiceğin?

Mete, dişlerinin arasından "Orospu çocuğu!" diye tısladığında Eyşan, gözlerini kâğıtta gezdirmeye devam etti.

O sevdiceğin bile kendi timindeki birini gözünü kırpmadan öldüren bir cani.

Tamam şakaydı. Üzerini çizdim.

Üzerini çizeceğimde bir şakaydı.

Geçmişinde ne kadar da kimsesiz olduğunu fark edebildin mi? O yalnız, soğuk günler... Bir başına kalmıştın, değil mi? O acı dolu, terk edilmiş anlar, seni şekillendiren hatıralardı. Bir gün her şeyden uzaklaşmışsın gibi hissediyordun, sadece bir kimlik olmaktan başka bir şey değildin. Kimse seni görmüyordu. Adın bile sahteydi komutan senin.

Neydi? Heh, Asena Gündüz.

Güvercin. Kanadı kırık bir timin komutanı.

Terk edilmiş, sahipsiz bir insandın ama sonra, hayatına insanlar girmeye başladı. Aile olmaya başladılar, değil mi? O insanlar, seni tamamladığını düşündükçe, bakışların değişti. Bir zamanlar soğuk ve umutsuz olan gözlerin, bir an için kırılgan da olsa, sıcaklık buldu.

Yaraların silinmeye başladı, Toprak Gözlü Komutan. Ruhundaki o derin izler kayboldu. Bir aile, bir kök... Seni hayata bağlayan, seni insan yapan bir şeyler var sanmıştın. Ama... hiçbir şey kalıcı değil, değil mi? Yavaşça, adım adım, o kurduğun dünya yok olacak. O yüzler, o gözler... Hepsi hayal..

Bünyamin...

O sana yedi kurşun sıkana kadar hiçbir şeyin farkında değildiniz. Onun ölümüne ben biraz üzüldüm, kabul ediyorum. Çünkü belki de seni ortadan kaybedecek tek maşamdı. O, sana dair en büyük fırsattı ama senin kocan onu da yok etti. Ama üzülme, o kadar da önemsemiyorum. O sadece bir araçtı.

Sizin gibi insanlar için her zaman bir yol vardır ama sizin yolunuz, benim ellerimde sonlanacak.

Senin ruhundaki o boşluk, senin etrafındaki her şeyi yok etmek için harcamaya başladığım zaman, o maskenin arkasındaki gerçek seni bulacak. Korkma, her an seni izliyorum. Bir adım daha atma, bir nefes daha al. Çünkü her şey, sadece bir oyun değil; bu bir son. Çok güvendiğin adamların ve biricik kocan seni ne kadar koruyabilir?

Seni geçmişinle vurup geleceğini elinden alacağım. Şimdi o yıkımın, o korkunun içinde kaybol.

Ayrıca yediğin ve içtiğin her şeye de dikkat et komutan.

İkizlerine de...

 

Ben Gölge'n.

 

Belki de ecelin.

 

Elias Farouq.

-

 

BÖLÜM SONU

Ayayayayay! İtiraf ediyorum ki bu bölüm benim en ama en çok zorlandığım, yazarken bana ecel terleri attıran, neredeyse monitörleri ve klavyeyi kırdıracak bir bölüm oldu. Yazamadım, iki cümleyi bir araya getiremedim ya lan! Ben, iki günde bir bölüm atan ben, ben lan ben! İki cümleyi bir araya getiremedim!!!!

İlhamım yoktu birkaç günden beri yoksa beni bilen bilir asla ama asla geç bölüm atmam. Ardı arkasına bölüm attığım günler de olmuştur ama ne bileyim, depresyona girdim herhalde...

Buraları okumayan olduğu için birazcık içimi dökebilirim. Aklımda birtakım düşüncelerim ve planlarım var. Diğer kitap karakterleriyle ilgili ve ben Alev ve Barış için farklı bir kitap yazmak istiyorum ki fark etmişsinizdir Barış'ı henüz kimseye tam olarak tanıtmadım. Onun hikayesi bambaşka bir durumdan oluşuyor. Belki de aklım onlara kaydığı günden beri Güvercin'e odağım kaymışta olabilir, bilemiyorum?

Her neyse;

Okuyan varsa buraya bir gülücük bile atsa o kadar motive olacağım ki ama kimse yorum yapmıyor ve bu durum beni cidden üzüyor. Neyse;1

 

Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle

 

 

 

Sultan Çakır

 

 

 

yirmi dokuz ocak iki bin yirmi beş

 

Bölüm : 29.01.2025 20:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Güvercin, bağımlılık yapabilir diye uyarı mı yapsam acaba fkdndmmdkd
İçindekiler
Sultan Çakır / GÜVERCİN / XXXVII - ECELİN GÖLGESİ
Sultan Çakır
GÜVERCİN

18.95k Okunma

1.16k Oy

0 Takip
71
Bölümlü Kitap
-AURORA-I - YEMİNII - İLK KURŞUNIII - MAVİIV - SORGUV - KANLI TÜYVI - SINIR7. BÖLÜM'DEN KESİTVII - GERÇEKDUYURU VE SOHBETKİTAP ADI VE KESİTVIII - TEKERRÜRIX - 25 SAAT 38 DAKİKA10. BÖLÜMDEN KESİTX - İSYANIN ARKASINDAKİ GÖLGEXI - YALANLAR VE İZLERİXII - SAVAŞIN SINIRINDAXIII - GECEYE SÜRGÜN AŞKXIV - KIRIK GÜVEN KOZASIXV - KIRILMA NOKTASIXVI - DUVARXVII - KANATLARI ISLAK GÜVERCİNXVIII PART I - SIRR-I MÜPHEMXVIII PART II - SÖNMÜŞ OCAK KÖZÜXIX - YÜKLÜ HATIRAXX - BÜLBÜLÜM ALTIN KAFESTEXXI - AL BAYRAĞIN GÖLGESİXXII - SONA BİR KALAA.E.BM.M.ÇXXIII - KORUN BIRAKTIĞI İZXXIV - BOZKURT VE TARUMARXXV - TEK KURŞUN SÖZÜXXVI - KARA KARIŞAN KANXXVII - ÖFKENİN KRİZ UYKUSUXXVIII - OMUZDA TAŞINAN YÜKXXIV - RUHU YUTAN BOŞLUKXXX - GERİ SAYIM SONUXXXI - YAKLAŞAN KASIRGAXXXII - HASSAS VE ZARİFXXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜII PART - XXXIII - DÖNENCE DÖNGÜSÜXXXIV - AKREP VE YELKOVANXXXV - ŞEYTAN KILIKLI AZRAİLXXXVI - YOLUN SONUNDAKİ SAKİNLİKXXXVII - ECELİN GÖLGESİXXXVIII - OLASILIK VE KURAMXXXIX - KİMLİK KAYBIXL - BAHT VE TEKERRÜRXLI - KAYBOLAN ZAMANLAR- DUYURU -XLII - YANAN KÜLLERİN ARASINDAK.S.AA.O.ÖG.U.DGÜVERCİN HKK.XLIII - SERZENİŞİN KIYISINDAXLIV - DÜNE İÇİLEN ANT45. BÖLÜMDEN KESİTXLV - LEKE BIRAKAN İZLERMETE'DEN SİZE BİR MESAJ VAR!46. BÖLÜM'DEN KESİTBir İşçinin Günlüğü - DuyuruXLVI - KALPTEN GELEN YOL47. BÖLÜMDEN KESİTXLVII - KIRILAN SADAKAT-DUYURU-XLVIII - DİLDEKİ SÜKÛT-Duyuru-XLIX - SONUN DOĞURDUĞU İLK BAŞLANGIÇDUYURU
Hikayeyi Paylaş