
Helüüüü, yine bennn! Nasılsın?
Seni fazla tutmadan bölüme göndermek istiyorum ama tiktok hesabın var ise beni, jr.napolita hesabımı takip ederek ve oradaki paylaşımlarımı paylaşarak destekleyebilir misin? Oy ve yorumlarınızı bekliyorum. O halde;
Keyifli okumalaaa-
Ehe, anladın sen.
:)
Bölüm Şarkıları;
My Domain, Tommee Profitt
Kadınlar Adamlar, Demet Evgar
🕊️
XXXVIII
Geçmiş ve geleceğin arasında bir köprü vardır. O iki durum arasındaki uzaklık; göz pınarından akan bir gözyaşının, burnun kenarından, dudağın üzerine doğru süzüldüğü mesafeyi kapsar.
O köprü, unutulan sözlerden, yarım kalmış cümlelerden, hatırlanmak istemeyen anılardan inşa edilir. Zaman, bu köprünün taşlarını yontar; bazılarını aşındırır, bazılarını ise derin çatlaklarla büyütür. İnsan o köprüde yürüdükçe, ayaklarının altındaki zemin değişir.
Bir tarafı tanıdık bir geçmiş, diğer tarafı belirsiz bir gelecektir ama en zoru, geriye dönüp bakıldığında, köprünün hangi noktasında durduğunu kestirememektir. Geçmişin ve geleceğin birleştiği o ince çizgide insanın adımları, kendi kimliğinin yankılarından başka bir şey değildir. Her adım, geçmişin yankısını ararken, geleceğin gölgesine daha da yakınlaşır.
Geleceği tek bir şey yıkar.
Anıları içinde biriktiren, geçmiş.
📷
🔴 REC
03:15:12
Köyün taşlık yolları, sisle kaplanmış dağların arasından belirginleşiyordu. Her şey sessizdi. Sadece rüzgârın ince ince savurduğu toprak, her adımda yankılanıyordu. Kamera, yavaşça köyün girişine odaklandı. Ufukta, kaybolmuş evlerin siluetleri sisin içinde belirdi. Görüntü bulanıktı ama kaybolan zamanın izlerini taşıyan her şey, ekranda hafif bir belirsizlikle gözler önüne seriliyordu.
Bir grup asker, elleri bağlanmış bir kadını sürüklüyordu. Kadının saçları toplanmış, ancak yol boyunca toprağa sürüklenen çorapları yırtılmış ve kirliydi. Gözlerinde korku vardı ama o kadar yoğun bir korkuydu ki, ağzını aralayacak gücü bulamıyordu. Ekranın köşesinden bir çocuğun ağlamaları duyuluyordu. Çocuk, korku içinde gözlerini açarken, sesini çıkaramıyordu.
Kadın, bir adım daha attığında, yerin sertliğini hissederek yere düştü. Kamera, kadının gözlerini yakaladı. Bir anlık boşluk, kadının bakışlarında kaybolan zamanın tüm izlerini taşıdı. Gözleri korkudan büyümüştü ama tek bir kelime bile edemedi. Askerler etrafını sarmıştı. Birinin elinde parlayan bıçak, keskin ışığı ekranda kayboldu. Kadın, elleri bağlı, sessizce yere yıkıldı.
🔴 REC
03:20:00
Kamera, kadının gözlerinden bir damla yaşın süzüldüğünü gösterdi. Her şeyin ne kadar dayanılmaz olduğunu anlamıştı. Bir asker, kadının bağlarını sıkıca çözmek için ipi çekti. Sözsüz bir direnç vardı kadının bakışlarında ama sesini çıkaramıyordu. Çocuğun ağlaması derinleşiyordu, sesi giderek zayıflıyordu. Kadın gözlerinde sonsuz bir korku taşıyor, o korku bir an daha kadının varlığını sarmalıyken, kamera, kadının son bir kez gözlerini hızla yakaladı.
Kamera, çocuğun korkuyla bacaklarını sarmaya çalışan adamlara kaydı. Çocuğun gözleri, tıpkı kadının gözleri gibi donmuştu. Zihninde tek bir soru vardı: "Neden?" Ama sesini çıkaramıyordu. Bütün dünya sessizleşmişti. Çocuğun ağlaması, yalnızca ekrandan duyulan kesik sesle yankılandı.
🔴 REC
03:25:05
Kadın tekrar yere düştü. Diğer bir asker, silahını çekerek kadının başına doğrulttu. Bir saniyeliğine, zaman dondu. Kadının gözleri, silahın ucuna kilitlendi. Yavaşça bir askerin elleri kadının başını arkasına doğru bastırdı, silah parıldadı. Sonra... bir patlama. Kamera, patlamanın sonrasındaki kaosu kaydetti ama görüntü net değildi. Sadece, kanın toprağa yayıldığı bir an vardı.
Kadın, yere düşerken sadece bakışları kaldı. Sessiz ve soğuk bir bakış. Gözlerinde, son bir anlık acı, ama aynı zamanda teslimiyet vardı. Kamera, bu anı bir iz gibi kaydediyordu.
🔴 REC
03:30:00
Arka planda, bir çocuk ve kadının son anlarında birbirlerine sarıldıkları görünüyordu. Çocuk, kadının sarıldığı kollarında titreyerek gizleniyordu. Kadının gözleri açık ama donmuştu. Çocuğun gözleri, yaşla dolmuştu ama hiçbir kelime edemedi. Her şey sessizdi. Kamera, kadının elinin yere doğru düştüğünü kaydederken, ekranda bir grup askerin silahları belirdi. Kamera, bu silahları net bir şekilde kaydederek arka planda karanlık bir köyü yansıttı.
🔴 REC
03:40:23
Kamera, bir an daha arka planda çığlıkları ve silah seslerini kaydederken, bir başka kadının yerden zorla kaldırıldığını gösterdi. Askerler kadının etrafında hızla hareket ederken, kadının gözleri boştu. Korku, kaybolmuştu, yerini sadece çaresizlik almıştı. Kadın, gülümsese bile, o gülümseme hiçbir zaman gerçek olmayacaktı.
Kamera, kadının gözlerinden bu çaresizliği kaydederken, başka bir asker, silahını kadının başına doğru doğrulttu. O an, zaman bir kez daha donmuştu. Maskeli bir kişi, kameraya doğru yürüdü ve arkasındaki silahtan ses yükselirken maskesine elini götürdü. Hafifçe yüzündeki maskeyi yukarıya doğru çekiştirdiğinde karanlığa rağmen ısrarla parlayan kahverengi gözlerini kameraya bir anı olarak bıraktı.
Düz dudaklarında, keyifli bir kıvrım oluştu.
Asena; o anları kaydederken, hiçbir zaman geri dönüp izlemeyecek olsa da bu görüntüler, her zaman bir gölge gibi onu takip edecekti.
📷
"Sayın binbaşım; sınırlara düzenlenen saldırı hakkında ne düşünüyorsunuz?"
Deklanşör sesi. Flaş.
"Sınırlarımıza uzanan hainlere karşı bir plan oluşturdunuz mu?"
Deklanşör sesi. Flaş.
"Akçakale sınırının gidişatı ne olacak?"
Deklanşör sesi. Flaş.
"Öldürülen Türk kadınlarımızın ve çocuklarımızın intikamı alınacak mı?"
Yüzündeki siyah maskesinin ardındaki yüz, son sorunun geldiği sese doğru döndü.
"İntikam, bu geceden itibaren yola çıkıyor." dedi ve tüm heybetiyle oturduğu sandalyeden kalktı ve kimseye bakmadan onun için oluşturulmuş bedenden örülmüş koridora sızdı. Koridorda sertçe yankılanan postallarına rağmen toplantı salonundaki sesler, bu sesi bastırıyordu. Etten örülmüş koridordan tamamen sıyrıldığında arkasındaki bedene döndü ve yüzündeki maskeyi çıkarttı.
"Asena Gündüz'ün yaptıklarının bedeli ağır olacak. Bana, Mavi Ateş Timini bulun."
📷
27 Nisan 2022 / Şırnak
Asena Eyşan Çakır, Ağzından
Geçmiş.
Geçmiş nedir?
Bunu hiç düşündün mü?
Bir hafıza, bir yük mü, yoksa sadece bir iz mi?
Herkesin farklı bir tanımı vardır, değil mi? Ama kimse gerçekten geçmişi tam olarak tanımlayamaz. Geçmişin tanımı; içinde kaybolduğumuz, zamanın bir köşesinde unuttuğumuz o anların gölgesinde şekillenir. Belki de geçmişin ne olduğunu gerçekten anlamak, onu tekrar yaşayabilmekten geçiyordur. Benim sorunumda burada başlıyordu. Neyi tekrardan yaşayabilmem gerektiğini bilmiyordum.
Üzerimdeki bakışları hissedebiliyordum. Odanın içindeki sinirli olan bir adamın öfkeli nefesi, tüm odayı sararcasına dağıldı. Eli sertçe havaya kalktığında, elimdeki kâğıdı çekip aldı.
"Umarım ben yanlış okuyorumdur!" diye kükreyen sesi dört duvar arasından titreşerek kulaklarıma sızdı.
"İKİZLERİN DİYOR! YEDİĞİN, İÇTİĞİN ŞEYLERE DİKKAT ET DİYOR!"
Titriyordum.
Ona olan korkumdan değil, neler yaşayabileceğimin korkusundan. Kestiremiyordum, ben bir askerdim. Ne olacakları, başıma neyin gelebileceğini her zaman bilirdim ama bu sefer durum, çok farklıydı.
Adım sesleri duyuyordum. Koluma sarılan bir el vardı. Beni hareket ettirmeye çalışıyordu ama ben hiçbir şekilde hareket edemiyordum. Gürültüler ve küfürler havada uçuyordu. Zihnim onları süzgeçten geçiremeyecek kadar pusluydu. Beni sarsan eller çoğaldığında yine gürültü koptu. Neden bir tepki veremiyordum?
"LAN KENDİNE GEL! ÖFKENİN ŞİMDİ SIRASI DEĞİL! EYŞAN'A BAK!"
Çilingir miydi yoksa bir başkası mıydı emin değildim ama o cümleden sonra öfkeli adımlar hızlandı, biraz daha gürültü oldu ve yanaklarıma sert, nasırlı bir el yaslandı.
"Bana bak. Bana bak!"
Yanağıma yaslı el, asla beni sarsmadı ama cümleleri beni titretecek kadar gür ve güçlüydü. Görmüyordum, sanki gözlerimin önüne karanlık bir sis çökmüştü.
"Yavrum bana bak, aç gözlerini. Eyşan, aç gözlerini bana bak."
Gözlerim mi kapalıydı?
Açmaya çalıştım ama başaramadım.
Göz pınarımda bir sızı, bir sıcaklık hissettim. Birbirine yapışmış kirpiklerimin arasından sızan gözyaşım, burnumun kenarından dudaklarımın üzerine doğru süzüldü. Yanağımda ellerin o an titrediğini hissettim.
"Ağlama." dedi çatlayan sesiyle. "Yavrum ağlama." Bu sefer, dişlerinin arasından konuşmuştu. "Sana ve çocuklarımıza asla bir şey olmayacak." Dudağımın üzerinden çeneme akan yaşın iki damlaya dönüştüğünü hissettim. "Buna izin vermeyeceğim. Buradayım, aç gözlerini bana bak." Kirpiklerimin arasından bir yaş daha süzüldü.
"AĞLAMA!"
Yüzümde hissettiğim bağırış, o ellerin anında yanaklarımdan kaybolmasına neden olmuştu. Kollarımı saran eller bir anda çekildiğinde bedenim sert bir bedene tosladı. Titremelerimin çarptığı beden kollarını, kollarımın etrafına sararak beni sıkıca sarmaladı.
Yanağımda yumuşak, ağlayan bir adamın yanağını hissettim. "Sana yalvarıyorum ağlama." dedi, çaresizlik dolu sesiyle. "Yalvarıyorum lütfen, lütfen ağlama. Ben buradayım. Aç gözünü bana bak, bana bak!" dedi ve hıçkırdı. "Çıkın dışarı." bunu bana söylemiyordu. Bir süre sessizlik oldu.
"ÇIKIN LAN DIŞARI!"
Dizlerim titrediğinde kapının kapandığını işittim. Kırılan dizlerimin üzerine çöktüğümde bedenimi sarmalayan bedende benimle birlikte çöktü.
"Eyşan yalvarıyorum aç gözünü. Korkma, ben yanındayım ama sana yalvarıyorum bak bana. Hadi gülüm, aç o gözlerini. Gör, bak, karşındayım seninleyim. Bak bana Eyşan, yalvarırım bak, bak." Sesinin derinliklerinden çıkıp gelen o çaresiz çağrı, yüreğimi parçaladı.
Beni tutan ellerin gücüyle, kendimi toparlamaya çalıştım. Gözlerim bu sefer açık kalmıştı. Yavaşça, korkarak ama kararlı bir şekilde, ona doğru baktım. Gözlerim bulanıktı. O an, ne kadar güçsüz olduğumu hissettim ama bir yandan da bana seslenen, beni isteyen o sesi daha net duydum.
"Sana yemin ediyorum hiçbir yapamayacak." dedi, sesinde artık bir umut vardı. Bir nefes aldım ve ona odaklandım. Şimdi, sadece ona ihtiyacım vardı. Gözlerim biraz daha netleşmeye başlamıştı. Karşımda duruyordu. Benimleydi, yanı başımdaydı. Yavaşça başımı kaldırarak, ona daha yakından bakmak istedim.
"Bak, buradayım," dedi, elleriyle beni hafifçe tuttu ve gözlerime derin derin bakarak, "Eyşan, biz birlikteyiz. Seninle her zaman birlikteyim. Korkma, size asla bir şey olmasına izin vermeyeceğim." Bu sözler, ruhumun en derin yerlerine kadar ulaştı.
Ve bir an, bir tek an, gözlerim sonunda tamamen açıldı. Karanlık kayboldu. Artık karşımda, o hep yanımda olan kişi vardı.
Mete.
Titrek, sulu mavileri benim harelerimde gezindi. İçimdeki o karanlık, onun bakışlarıyla birlikte sanki bir anlığına çekildi ve sadece ona odaklandım. Onunla birlikteyken, her şeyin bir şekilde düzene gireceğini hissediyordum. Bir an, sadece ona tutunarak ne kadar kaybolmuş olduğumu fark ettim.
Mete'nin elleri, parmaklarını nazikçe cildimde gezdirirken, sesindeki güven verici ton, bana gerçek bir umut verdi. "Beni duyuyor musun?" dedi ama gözlerimdeki boşluk yerine şimdi bir ışık vardı. Korkumun yerini onun varlığı aldı. Yavaşça başımı kaldırdım, titreyen dudaklarımdan bir kelime dahi çıkmıyordu ama içinde bulunduğum durumu hissettirdiği kadar, onun söyledikleri de derinden yankılandı.
"Beni duymuyorsun? Eyşan. Yavrum ne olur, korkutma beni."
Gözlerimi bürüyen karanlığa hapsolduğumda bedenimi saran kolların sıkılaştığını hissetmiştim.
😔
27 Nisan 2022 / Şırnak
Mete Mert Çakır, Ağzından
Kader çizgisi.
Zihnimin derinliklerinde, ruhumun en soğuk odalarından birinde bir ses yankılandı. Elimde bir kadının elini hissettiğimde kendimi bir sınıfta buldum. Karşımdaki öğretmenin gözlerine bakarken içindeki öfkeyi zihnimde hissedebilmiştim. Kulağımın arkasındaki gülüşmeler vicdanımı tetiklerken önümdeki öğretmene bakmaya devam ediyordum.
"Elini mum yap!"
Elimi ağırca havaya kaldırıp parmak uçlarımı birbirine yaklaştırdım. Bütün parmak uçlarım birbirine baktığında karşımdaki öğretmenin gözleri yaptığım ele baktı. Arkasında bağladığı ellerini çözüp iki yanına bıraktığında harelerim kahverengilerinde asılı kaldı. Çukura benzeyen rengin içine düştüğümü hissedebiliyordum.
Elini havaya kaldırdığında gözlerim parmaklarının sardığı tahta cetvele takıldı. Dudağımın kenarının yukarıya doğru kıvrıldığını hissettiğimde hiç korkmadan yüzüne bakmaya başladım. Öğretmenin göz bebekleri büyümeye başladığında dudaklarımdaki kıvrılma buruk bir gülümsemeye dönüştü. Zihnimde duyduğum tik tak sesleri sükûnetimi korumamı sağlıyordu. Karşımdaki öğretmen elindeki tahtayı hızla elime doğru indirdiğinde dişlerimi sıktım.
Acı yoktu.
Gözlerimi ağırca elime indirdiğimde tahtanın parmaklarımın üzerinde durduğunu fark ettim.
"Acı, sadece beynindedir."
Öğretmenin dudaklarından dökülen sözcükler teker teker zihnime yazılırken gözlerimi gözlerine çevirdim. Onun ise gözleri hâlâ mum şeklinde duran parmaklarımdaydı. Parmaklarımı birbirinden ayırıp avucumu ortaya çıkardığında elindeki tahtayı avucumun içine bıraktı.
"Kader ise avucunun içindeki çizgidir."
Tahta cetvel olan avucuma, parmaklarımı yaslayıp kapattığında yüzüme bir ışık vurdu.
"O çizgi senin geleceğini belirler, Mete Mert."
Saniyeler içinde ruhumdaki odanın kapısı kapanırken zihnimdeki anı bulutu dağıldı. Ruhumdaki odalardan birinde yeniden kendimi bulduğumda karşımdaki öğretmeni gördüm. Gözlerinin içindeki kahverengileri hâlâ benim üzerimdeydi. Elimdeki tahta cetvel ise onun elindeydi.
"Mum yap!"
Ellerimi yeniden mum yaptığımda cetveli hızla kaldırdı ve parmaklarımın üzerine vurdu. Ruhumun içinde gördüğüm ilk sahne aslında bana aitti. Böyle olmasını istediğim şeyin aslında ne olacağını görmüştüm.
Olasılık.
Bir şeyin olması ve yahut olmamasıdır. Zihnin içinde yarattığın dünya aslında bir olasılıktır. Sen olmasını istediğin bir şeyi düşünürsün fakat kuram, olağan şeyi var eder.
Zar.
Üst üste atılmış bir zarın aynı rakamlar gelmesi gibi bir şey olasılıktır. Sen olmasını istediğin bir rakamı düşünürsün fakat kuram, yine olağan şeyi var eder.
Ölüm?
Daha önce ölmüş bir adamın şimdi ölmemiş olması olasılık değildir. Sen istediğin bir anı düşünürsün fakat geçmiş bu sefer seni yanıltır. Geçmiş, yalnızca olanı anlatır; olabileceklerin sınırlarını çizemez. Çünkü geçmiş, olasılığı kabul etmez.
Olasılık ve kuram.
İşte, gelecekle geçmişin en büyük kâbusu ve bunun adı kader çizgisi.
Kader çizgisi, olasılıklar ve kuramlar arasındaki varoluşun görünmeyen ağını örerken, geçmişin ve geleceğin hibrid bir noktasında şekillenir. O çizgi, birer iz olarak tarihe düşen, herkesin ayrı ayrı kaydettiği ama kimsenin tam olarak anlayamadığı bir yolculuğun haritasıdır. Ne geçmişin kesinliği ne de geleceğin belirsizliği bu çizgiyi etkileyemez. Kader, yalnızca bir olasılıklar yumağıdır; her anın içinde binlerce seçenek vardır fakat bunlar, bir şekilde birbirine bağlanır ve tek bir yolu işaret eder.
Bazen düşünürüm, kaderin gerçekten var olup olmadığını. Belki de bu, insanın bilincinin bir yansımasıdır; kontrol edilemez olanı anlamaya çalışırken, onun üzerinde kurduğumuz kuramlar bir nevi teselli eder. Olasılıkların içinde kaybolan insan, sonunda geçmişte yaptığı seçimlerin, gelecekte vaat ettiği sonuçları bulur. Kader çizgisi, geçmişin olaylarını ve geleceğin olasılıklarını birbirine bağlayan bir çizgidir, ancak kimse tam olarak hangi noktadan başladığını, hangi noktada sona ereceğini bilemez.
Bir kuram var, der ki: "Zaman, bir nehrin akışı gibi değildir; aksine, birçok paralel evrende birbirine geçmiş, kaybolmuş, yeni ihtimaller yaratmış farklı yollardır." Gelecek ve geçmiş, iki farklı düzlemde var olsalar da kader çizgisi onları sürekli keser. Her adımda başka bir olasılık doğar. Sonuç olarak bir yol vardır, o çizgi vardır. Geçmişin iplikleri bu çizgiyi örerken, geleceğin olasılıkları onları nasıl şekillendireceğini, hangi ipliği daha güçlü, hangi ipliği zayıf yapacağını belirler.
Ve işte kaderin en büyük paradoksu: Her şeyin önceden belirlenmiş olduğunu düşündüğümüzde, o zaman neden seçim yapıyoruz?
Geçmişin ve geleceğin arasındaki bu gerilim, belki de insanın varoluşunu anlamaya çalıştığı yegâne çelişkidir. Olasılıklar, kuramlar ve kader... Hepsi bir araya geldiğinde, sadece tek bir şey ortaya çıkar: İnsan, her zaman en büyük bilinmeyeni yaşar ve o bilinmeyenin içinde kendisini bulur.
Ben, şimdi ne yapacağım?
Geçmişimi adadığım bir kadının, geleceğimde yönüm olduğu anda tehdit edilmiş olması ve bunun benim gözümün önünde olması kaçıncı olasılıktı?
Ben daha ne kadar sevdiğim kadının kahroluşunu izleyecektim?
Masaya yaslanmış ellerimi tüm ağırlığımı vermek istermişçesine biraz daha bastırdığımda parmak uçlarımla masanın üstünü kavramak istedim. İçimdeki öfkenin tüm bedenime ve damarlarıma karıştığının farkındaydım. Gözlerimin önünde şeffaf bir perde vardı ve o perde yalnızca masaya odaklı kalmama neden olmuştu.
"Mektupta adı yazan adam kim?"
Ahmet'in sorusu bana değildi. Bana sormuş olsa da cevaplamayacaktım. Selçuk'un boğazını temizlediğini hissettiğimde bakışlarım ağırca masanın üzerinden onun gözlerine kaydı. Öfkemin soğumasını bile sağlayamayan buz mavileri, yana doğru çevrildi ve Ahmet'e baktı.
"Elias Farouq'u hiç duymadın mı?" diye sorusuna soruyla cevap verdiğinde bakışlarım Caner'i aradı. Perdenin önündeki bedenini bana çevirdiğinde elleri ceplerindeydi ve sadece bana bakıyordu. Aklımı ve içimden ne geçirdiğimi çözmeye çalışıyordu. Dişlerimi sıkarak çenemi kaldırdım. Caner, tek kaşını kaldırdığında alaycı olduğunu düşündüğüm bakışlarımı ona püskürttüm.
"Bana o adamı bul, Caner. İşine gelince istihbaratçıyım ben diyorsun ya, konuştur bakalım o marifetlerini."
Her bir harfi bastırarak kurduğum cümle ile Caner, gözlerini kıstı. Bakışları Selçuk'a çevrildiğinde Selçuk'un yeniden beni izlediğini gördüm. Selçuk'un donuk bakışlarından hiçbir duyguyu okuyamıyordum ama zihnime gönderdiği cümleyi ruhuma kanatarak işlediğinin farkındaydım.
"Elias Farouq, bir gün gelir yeniden senin de kanlı kapını çalar Selçuk. İşte o zaman senin de sakin kalabileceğini hiç sanmıyorum."
Olasılık, tam olarak budur.
Ağızdan çıkan her sözcük, geçmişin izlediği yolu ve geleceğin gideceği yolu etkiler.
Kader çizgisi ise bu yolun sonunda ne olacağını biliyordur, zamanını bekler.
Zihnimdeki düşünceler dudaklarımın gerilmesine neden olduğunda kahkaha atmaya başladığımı fark ettim. Gülerek Selçuk'a bakarken çenesinin gerildiğini gördüm. Daha da gülmeye başladım.
"Delirdi, valla delirdi. Bu sefer gerçekten delirdi."
Çilingir'in tepkisi, sağ elimi masadan kaldırıp ona doğru parmak şıklatıp, işaret parmağımı sallamama neden olmuştu. Boğazım kahkaha atmaktan acıyordu. Göt herif, benim ikizlerimi ve karımı tehdit etmişti. O göt herif, benim toprağımı tehdit etmişti. O göt herif, benim varlığımı tehdit etmişti. Onu koruyamayacağımı düşündürmüştü.
Havadaki elimi sertçe masaya geçirdiğimde Çilingir'in bile bir an için irkildiğini fark ettim. Yüzümün aldığı şekli bilmiyordum ama gözlerindeki ifadenin ilk defa ne yapacağını bilemez bir hâle döndüğünü görmüştüm.
"Karşı taraftan bir hamle geldiği an toprak üstünde taş, taş üstünde insan bırakmam. Eyşan'ın bir damla kanı yere düşerse; sınırları yakıp geçerim, andım olsun yaparım bunu." Gözlerimi Çilingir'den çekip Caner'e baktım. Onunda gözlerindeki ifade Çilingir'in bakışlarıyla aynıydı.
"Yarım saatin var Caner üsteğmen. Yerin bin kat dibinde bile olsa onu bana bul." dedikten sonra bakışlarımı Ahmet'e çevirdim.
"Caffar'ı ara. Derhal buraya gelmesini söyle. Bir saati var."
"Ama İran'dan buraya bir saatte-"
Ellerimi havaya kaldırıp sertçe masaya vurdum.
"Beni ilgilendirmez! Bir saat içinde burada olacak, ara dedim!"
Ahmet, hızla telefonuna sarıldığında boğazımın içindeki ateşin koru nefesimi tıkadı. Boğazımdaki yumruyu temizlemek istedim ama bunu yapamadım. Caner'e baktığımda kenarda oturan askerlere bir şeyler söylüyordu. Selçuk'un onun yanına gittiğini fark ettiğimde gözlerimi kapatıp derin bir nefes almaya çalıştım.
"Mete, biraz sakin mi-"
Çilingir'in cümlesiyle gözlerimi açıp ona baktım. Ona doğru eğildiğimde kaşlarımın alnımın ortasında çatıldığını ve alnımda büyük bir çizginin oluştuğunu hissedebiliyordum.
"Ne sakini lan? Ne sakini oğlum!" ellerimi Çilingir'in yakalarına koyup kendime doğru çektim. Gözleri hafifçe irileştiğinde dişlerimi sıktım.
"Eyşan'ın okuduklarını duymadın mı? Alenen canıyla, canımla, canlarımızla, ikizlerimizle tehdit edildik lan! NE SAKİN OLMASI!" yüzüne karşı kükrediğimde gözlerini kapatıp ellerini, bileklerime koyup hafifçe sıktı. Sertçe koltuğuna geri ittirdiğimde gürültüyle yerine oturdu.
Sağ elimi sertçe yakalarıma götürüp üstten iki düğmeyi açtım. Nefes almam gerekti. Doyasıya nefes almam gerekti ama ben alamıyordum. Her seferinde boğazımda yükselen o ateşin harlı koru, nefes almamı zorlaştırıyordu. Bundan mustarip çıkan hırıltılı nefesim Caner'in bana doğru dönmesine neden olmuştu ama benim bakışlarım Selçuk'un sırtında kalmıştı.
"Bu olayın arkasında başka bir şey var Mete. -tek kaşını yukarıya kıvırdı- Geçmiş neden şu an önümüzde?" diye sorduğunda kafamı iki yana salladım.
"Bilmiyorum ama ardından büyük bir şey gelecek Selçuk ve ben ilk defa, neyin gelebileceğini tahmin edemiyorum."
Zihnim, anılarla dolu bir defterdi. Geçmişin izlendiği ve işlendiği o defterin sayfaları geriye doğru aktı. Bir sayfanın üzerinde durdu. Üzerindeki kan taneciklerinin arasında bir cümle parladı.
"Bir güç, Eyşan'ın geçmişini kurcalamaya başladı. Çok büyük bir sıkıntı bize doğru sürükleniyor."
Zihnimin içindeki olasılık düşüncelerini silmek istedim. Hiçbirini o cümlenin yanına yaklaştırmadım. O gün, Bursa'da yaşanılan olaydaki oyun, yine bir kameradan bulunmuştu. Gözlerimi Selçuk'un sırtından çekip masanın üzerine dizdiğim fotoğraflara baktım. Gerçekten bu fotoğrafları daha önce görmemiştim. Selçuk ve Eyşan'ın gülmeyen, üzerlerindeki üniforma ve lacivert paltolarıyla çekildikleri fotoğrafı inceledim.
Sağ alt köşede bir tarih vardı.
16 Ocak 2016.
Zihnimdeki defterin yaprakları biraz daha geri sayfalara döndü. Bilgisayar başında oturan benliğimin elindeki kalem, masanın üzerindeki deftere, yedinci cümlesini yazdı.
16 Ocak 2016 – 'Alpay' operasyonu için hududa çıktı. Kıdemli üsteğmen olarak rütbesi değişti.
Benliğim o yazıyı yazdıktan sonra arkasına yaslandı ve sigara paketinden bir dal çıkartıp dudaklarının arasına yerleştirdi. Sağ elindeki gri, metalik renkli zipponun kapağını sola doğru baş parmağıyla ittirip açtı. Tekerleği sağa doğru çevirip ucundaki fitilin yanmasına neden olduğunda sigarasına yaklaştırdı ve derin bir nefes çekti. Köze bulanan sigaranın ucuyla bileğini sert bir şekilde kıvırdı ve zipponun kapağını kapattı. Masanın üzerine fırlattı.
Parmakları, dudaklarının arasındaki süngeri ağırca çekti.
Deftere bakarak "Demek, Suriye'ye gideceksin." diye fısıldadı.
Defterin sayfaları yeniden geleceğe doğru çevrilmeye başladı. O kadar hızlı ve o kadar çok sayfa geçmişti ki aradan geçen zamanın, ne kadar büyük ve acı olduğunu anlamış oldum. Bir sayfanın üzerinde asılı kalan cümleleri gördüm. Nedenini bilmediğim bir şekilde bu sefer o defteri durdurup yazılan cümlelere baktığımda, elimde Selçuk ve Eyşan'ın fotoğrafını tuttuğumdan haberim yeni olmuştu.
"Asena'nın yani Eyşan'ın ilk elini tutamama sebebim, oradaki, zihnimdeki kadının bakışlarıydı. O evin içinde, bize bunları yapmalarının sebebi Eyşan'ı takip ediyor olmamdı. Onun yerini sordular. Eşim, kafasını iki yana salladı. 'Asena Gündüz'ün, kız kardeşinin yerini söyleme Selçuk.' dercesine baktığı aklıma geldi. O an karıma bakmasaydım Asena'nın yerini söyleyecektim. İhanet ettiğimi düşündüğüm için elini tutamadım."
"Selçuk."
Dudaklarımdan çıkan ilk sözcük buydu.
Bakışlarımı fotoğraftan çekip ona baktığımda kaşları sorgularcasına yukarıya yükseldi. Donuk göz bebekleri bir bana bir de elimdeki fotoğrafta gezindi.
"Ailen ne zaman öldürüldü ve neden, Asena'nın yerini sana sordular? Asena Gündüz, Elias Farouq'a geçmişte ne yaptı?"
O an Selçuk'un yukarıdaki kaşları hafifçe düştü. Göz bebeklerindeki donukluk ağırca eridi ve farklı bir ifadeye dönüştü. Büyüyen irisleri, geçmişle geleceğin arasındaki köprüsünü kurdu.
"Eyşan; Asena Gündüz zamanında, Elias Farouq'un karılarını ve çocuklarını öldürdü. O yüzden benim ailem, gözlerimin önünde öldürüldü. İntikam için kapım çalındı ve sen bugün, benim kanlı kapımın hemen önünde duruyorsun." dedi ve iki yavaş adımda önümde durdu, ardından kaşlarını alayla kaldırdı. "Ve ben, ne yazık ki artık misafir kabul etmiyorum. Hiç kimse o kanlı kapının eşiğinden içeriye giremez."
Selçuk'un sesi kulaklarımda yankılanırken, içimdeki öfke kabarmaya başladı. O kadar ağır, o kadar keskin bir histi ki göğsümde yankılanan bir tokat gibi savurdu beni.
Eyşan bir çocuğu öldürdü mü?
Beynimin içinde bir şeyler parçalandı. Mantığım bu ihtimali reddederken, Selçuk'un gözlerindeki kırılmış adam ifadesi, gerçeğin soğuk elleriyle boğazımı sıkıyordu.
Gözlerimi ondan ayırmadan nefes aldım. Ellerim farkında olmadan yumruk halini almıştı, tırnaklarım avuçlarıma batıyordu ama acıyı hissetmiyordum. Hissettiğim tek şey, boğazıma oturan bu lanet olası düğümdü.
"Sen bugün, benim kanlı kapımın hemen önünde duruyorsun."
Selçuk'un sözleri tekrar beynimde yankılandı.
Kanlı kapı.
Kapının ardında öldürülen Selçuk'un geleceği.
Eyşan, Asena Gündüz olarak kim bilir neler yaşadı? Hangi savaşın içinde, hangi kararın kıyısında sıkıştı? Ama bir kadını ve çocuğu öldürmek... Bu, onun yapacağı bir şey değildi. O bir katil değildi.
Öyle değil mi?
Bunu ondan hiç duymadım. Bana anlatmadı. Geçmişinden bahsederken hep üstü kapalı konuştu. O an fark ettim; Eyşan bana hep yarım hikâyeler anlatmıştı. Hiçbir zaman tam olarak kim olduğunu bilmemi istememişti.
Ve belki de onu en çok bu yüzden seviyordum.
Kendime hâkim olmalıydım. Şu an hissettiklerim beni zayıflatırdı. O yüzden içimde kopan fırtınayı susturup, sert bir sesle konuştum.
"Bana Eyşan'ın bunu neden yaptığını söyle."
Sözlerim bir emir gibi çıkmıştı. Çünkü öğrenmek zorundaydım.
Selçuk gözlerini kıstı, yüzündeki acı bir anlığına yerini soğuk bir maskeye bıraktı.
"Gerçekleri duymak mı istiyorsun?" diye fısıldadı alaycı bir gülümsemeyle. "Gerçekler kanla yazılır, Mete. Sen buna hazır mısın?"
Hazır mıydım?
Bilmiyordum.
"15 Aralık 2016 tarihinde Asena Gündüz, Şanlıurfa'dan aldığı bir emirle ve bir grup askerle Suriye'deki Al-Suqaylabiyah Ormanları'ndaydı. O zamanlar Elias Farouq ise dağlarda geziyordu. Asena bir plana dahildi, çünkü bir hafta önce, 8 Aralık 2016 tarihinde Akçakale'nin sınırını patlattılar ve yine 15 Aralık 2016 tarihinde Asena Gündüz, sınırı patlatan teröristleri katletti. Çocuk değip geçme sakın, düğmeye basan onun çocuklarıydı. Karıları da masum değildi. Çocuk sahibi olmalarına rağmen, her ne olursa olsun anne olmalarına rağmen; Türk kadınlarını ve çocuklarını öldüren de karılarıydı. Vatan, o an, vicdandan önce gelir. Asena, devletinin ona verdiği emri uyguladı."
Hulusi binbaşı, ellerini masanın üzerinde kenetleyip gözlerinin elasını benden saklamak istercesine kıstı.
"Sizi buraya çağırmamın bir sebebi var evlat. Akçakale'de işler çok karışık. Sınırın diğer tarafındaki hareketlilik, buradaki sakinliğin en büyük düşmanı. Görevinizin ne kadar hassas olduğunu anlatmama gerek yok. Mavi Ateş Timinin bu işin üstesinden geleceğine inanıyorum."
Bizi, o yüzden 1 Ocak 2017 tarihinde Akçakale'ye çağırmışlardı. Suriye ile Akçakale'nin arasındaki sınırları patlattıkları içindi. Arkasındaki hareketliliği durdurmak için bizi görevlendirmişlerdi.
"15 Aralık 2016'dan iki gün sonra, yani 17 Aralık 2016 tarihinde Asena, kısa süreliğine Türkiye'ye geri döndü ama o gün benim ailem katledildi. Elias Farouq'a iki kurşun sıktım. Birisi gözünden diğeri de ensesinden. Öldü diye düşünmüştüm."
Acı geçmiş, tüm kanlı sayfalarıyla önüme savruldu.
Seni geçmişinle vurup geleceğini elinden alacağım.
Mektubun satırı, zihnimdeki geçmiş defterin sayfalarını yeniden çevirdi.
"Bir güç, Eyşan'ın geçmişini kurcalamaya başladı. Çok büyük bir sıkıntı bize doğru sürükleniyor."
Selçuk'un çenesi kasıldığında arkamızdaki, koordinasyon merkezindeki kapının açıldığını duydum. Çilingir ve Ahmet, gürültülü bir şekilde sandalyelerinden kalkıp hazır ola geçtiğinde Selçuk'un hafifçe sola doğru baktığını gördüm. Postal sesleri gürce parkeye çarpıp odanın içinde yankılandı. Burnuma dolan yasemin kokusuyla derin bir nefes verdim.
"Yerinize geçin."
Eyşan'ın sesi sert bir şekilde odada yankılandığında sağ omzumun arkasından ona baktım. Kaşları çatık bir şekilde yüzüme bakıyordu. Gözlerinin altı morarmış ve alnındaki saçlarının bir tutamı hafif nemliydi. Büyük ihtimalle yüzünü yıkamıştı.
"Tekrar etmekten hiç hoşlanmam. Yerine geç, Mete yüzbaşı. Ben sağ olduğum müddetçe Güvercin Timinin birinci komutanı benim ve sen." deyip bir adımda bana yaklaştı. "benim emirlerimi sorgulamadan yerine getireceksin."
Bu kadına hayran olmamak mümkün değildi.
"Her zaman, her koşulda emrinizdeyim." dedim ve bir adım geri çekilip Ahmet'in sağındaki sandalyeyi çekip komut vermesini bekledim. Selçuk'ta Çilingir'in yanına geçtiğinde Eyşan'ın bakışları Caner'e çevrildi.
"Caner, ne işle uğraşıyorsan işini bırak ve buraya gel."
Caner, boğazını temizleyip elindeki dosyayı konuştuğu askerin önüne bıraktı ve üç adımda masanın yanında durdu. Eyşan, iki elini de havaya kaldırıp "Oturun." dedi ve elini masanın üzerine yasladı. Bakışları benim gözlerimde takılı kaldığında kaşları çatıldı.
"Benden habersiz kuş uçmayacak. Kim olduğunu umursamam, gözümü kırpmadan yakarım. Çakarım ihtarı, gözünün yaşına bile bakmam."
Hafifçe yutkunduğumda bakışlarım Ahmet'e çevrildi. Kafasını iki yana salladığında Caffar'ı aramadığını fark etmiştim. Çünkü Ahmet, Caffar'ın bir saat içinde İran'dan gelemeyeceğini biliyordu. Derin bir nefes alıp Eyşan'a baktığımda Eyşan, ellerini palaskasına koydu ve çenesini kaldırdı.
"Bugüne kadar Bozkurt'u izlediniz. Bir de Güvercin'e bakalım, Güvercin aslında kimmiş?" dedi ve sağ cebine elini soktu. Geri çıkarttığında parmaklarının ucunda bir USB bellek tutuyordu. Caner'e doğru baktı ve mutluluktan uzak, alaycı bir şekilde dudaklarını kıvırdı.
"Yakala istihbaratçı." dedi ve belleği ona doğru fırlattı. Caner, son anda iki eliyle yakaladığında ağzının içinde homurdandı ve projeksiyona bağlı monitöre doğru ilerledi. Gözlerim yeniden Eyşan'a döndüğünde gözlerindeki soğukluk bir tokat misali yüzüme çarptı. Onu daha önce bu şekilde görmüşlüğüm vardı ama asla bu şekilde değildi.
Aslında onun soğukluğu bana değildi, düşüncelerineydi.
Ellerini masaya yaslayıp bakışlarını benden çektiğinde perdeye baktığını anlamıştım. Gözlerimi güçlükle koparıp projeksiyon perdesine baktım. Bir videoydu. Sağ üstte 03:15:12 yazıyordu.
Selçuk'un kekeleyerek "Bu, bu?" dediğine şahit olduğumda bakışlarım yeniden Eyşan'a döndüm.
"Görevi, uğruna öleceğim devlet vermiş bile olsa, aldığım her kararın ardında bir iz bırakırım ben."
"Terkūna!" (Bırakın bizi!)
"Yalla imşi, ya zalame!" (Yürü lan!)
Bir grup asker, elleri bağlanmış bir kadını sürüklüyordu. Kadının saçları toplanmış, ancak yol boyunca toprağa sürüklenen çorapları yırtılmış ve kirliydi. Bir çocuğun ağlamaları duyuluyordu. Çocuk, korku içinde gözlerini açarken, sesini çıkaramıyordu.
"Elyas raḥ yqattelkun!" (Elias sizi gebertecek!)
Kadın, bir adım daha attığında, yerin sertliğini hissederek yere düştü. Gözleri korkudan büyümüştü ama tek bir kelime bile edemedi. Askerler etrafını sarmıştı. Birinin elinde parlayan bıçak, keskin ışığı ekranda kayboldu. Kadın, elleri bağlı, sessizce yere yıkıldı.
Farklı bir asker, kadının bağlarını sıkıca çözmek için ipi çekti. Sözsüz bir direnç vardı kadının bakışlarında ama sesini çıkaramıyordu. Çocuğun ağlaması derinleşiyordu, sesi giderek zayıflıyordu. Kadın gözlerinde sonsuz bir korku taşıyor, o korku bir an daha kadının varlığını sarmalıyken, kamera, kadının son bir kez gözlerini hızla yakaladı.
Kamera, çocuğun korkuyla bacaklarını sarmaya çalışan adamlara kaydı. Çocuğun gözleri, tıpkı kadının gözleri gibi donmuştu. Çocuğun ağlaması, yalnızca ekrandan duyulan kesik sesle yankılandı.
Kadın tekrar yere düştü. Diğer bir asker, silahını çekerek kadının başına doğrulttu. Kadının gözleri, silahın ucuna kilitlendi. Yavaşça bir askerin elleri kadının başını arkasına doğru bastırdı, silah patladı. Kamera, patlamanın sonrasındaki kaosu kaydetti ama görüntü net değildi. Sadece, kanın toprağa yayıldığı bir an vardı.
Kadın, yere düşerken sadece bakışları kaldı.
Arka planda, bir çocuk ve kadının son anlarında birbirlerine sarıldıkları görünüyordu. Çocuk, kadının sarıldığı kollarında titreyerek gizleniyordu. Kadının gözleri açık ama donmuştu. Çocuğun gözleri, yaşla dolmuştu ama hiçbir kelime edemedi. O an herkes sessizdi. Kamera, kadının elinin yere doğru düştüğünü kaydederken, ekranda görünen askerlerin silahları belirdi.
Bir anlık saniyeyle arka planda çığlıkları ve silah sesleri yükseldi.
Bir asker, silahını kadının başına doğru doğrulttu. Maskeli bir kişi, kameraya doğru yürüdü ve arkasındaki silahtan ses yükselirken kameranın önünde durdu. Göğsünde taşıdığı Türk Bayrağı karanlığa rağmen parıldıyordu. O asker, hafifçe yüzündeki maskeyi yukarıya doğru çekiştirdiğinde Eyşan'ın, gülümseyerek kameraya baktığını gördüm.
"Ben bir Türk askeriyim. Bugün burada olma sebebim; kadınlarımıza ve çocuklarımıza sıktığınız o kurşunların, sınırlarımızı patlattığınız o bombanın intikamını almak ve tüm dünyaya Türk kadınının gücünü göstermektir. Ben, Asena Gündüz. İntikam yeminim 15 Aralık 2016 tarihinde son bulmuştur."
Cümlesinden sonra kamera kapandı.
"Çok havalı ama zamanı gelmedi."
Babamın sesiyle bir anda hepimiz ayağa kalktığımızda ifadesiz yüzüyle masaya doğru yaklaştı ve Eyşan'ın yanında durdu. Babamın bakışları Çilingir'in, Selçuk, Ahmet'in ve benim yüzümde gezindiğinde derin bir nefes aldı ve Eyşan'a baktı. İkisinin de yüzü ifadesizdi. Eyşan'ın tek kaşı yukarıya doğru kıvrıldığında dudağımın kenarındaki alaycı tebessümü aşamıyordum.
Babama karşı gelmesini çok seviyordum.
Çünkü bir zamanlar bende babama karşı geliyordum.
Babamın yüzü bize doğru dönecekken dudaklarımdaki tebessümü yok ettim. Bakışları Caner'in yüzüne odaklandığında çenesini kaldırdı.
"Hep birlikte sorgu odasına iniyoruz." dediğinde bize arkasını döndü ve yürümeye başladı. Babamın peşinden Eyşan'da ilerlediğinde dört adımda arkasına geçtim. Peşimden gelen adım sesleriyle birlikte odadan çıktığımızda koridorda yürümeye başladık. Birçok asker merakla bizi izlerken solumda sağımda Caner, solumda ise Ahmet vardı. Caner'in elinde ise kırmızı kapaklı bir dosya vardı.
Yoksa sorgu odasına ineceğimizi biliyor muydu?
Bozkurt, o bir istihbaratçı.
Amına koyduğumun iç sesi.
Sorgu odasına girdiğimizde camın arkasında, elleri kelepçeli oturan bir adam vardı. Suratı düzgündü, sakalsızdı, bakımlı saçlara sahipti. Aranan ya da terörist sıfatına benzer bir durumu yok gibi görünüyordu. Babam, bize dönmeden Caner ve Eyşan'a baktığında tek kaşım ne olduğunu çözmek istercesine yukarıya doğru yükseldi.
Babam "İçeriye." dediği an Caner, elinde dosyayla sorgu odasının kapısına doğru ilerledi ve kapıyı açtı. Eyşan, iki adımda içeriye girdiğinde Caner, bana göz kırpıp kapıyı kapattı.
"Neler oluyor acaba?" diye sorguladığımda babam derin bir nefes alıp ellerini arkasında bağladı.
"Pençelerini bana savuracağına ağzını kapat Bozkurt, Caner'i hiç sorgudayken izlemedim."
Çilingir ve Ahmet'in kıkırdamalarını işittiğimde yüzümü onlara çevirip gözlerimi kıstım. 'Var ya dua edin babam burada' bakışlarımı gönderip yeniden camın arkasındaki Eyşan ve Caner'e baktım. Caner, yalan makinesinin önündeki sandalyeyi alıp adamın sağına sandalyesini yan bir şekilde koydu ve oturdu. Eyşan'da adamın tam karşısına geçtiğinde Caner, elindeki dosyayı Eyşan'a uzattı.
Caner, otuz dişli piç sırıtışıyla adama baktı. "Merhaba hayatım, n'aber?" dediğinde Çilingir ve Ahmet çoktan gülmeye başlamışlardı. Sessizce izleyen ben, babam ve Selçuk'tu.
Caner, sağ dirseğini masaya yaslayıp sandalyede iyice yayıldı ve sağ ayak bileğini sol dizinin üzerine yasladı. Bir an için babama göz ucuyla baktığımda ifadesiz yüzü yerini koruyordu. Yeniden camın arkasına baktığımda Caner'in ve Eyşan'ın adamı süzdüğünü fark ettim. Adamın yüzü Caner'den çevrilip Eyşan'a döndüğünde Caner, bir saniyeliğine kaşlarını kaldırdı ve indirdi.
Masaya yaslı elini adamın yüzünün önünde şıklatıp adamın kendine bakmasını sağladı.
"Gözlerin bende olsun."
Adam, laubali bir şekilde Eyşan'a gülümsediğinde ellerimi yumruk yaptım.
"Sizde karşıma bu kadar güzel bir kadın geçirmeseydiniz?"
Bir adım atacağım sırada Caner'in kahkahasıyla yerimde duraksadım.
Kahkahalarının arasından "Sen cam canavarını bilir misin?" diye sorduğunda Çilingir'in ve Ahmet'in yeniden kıkırdamasını işittim.
"Sessiz ve sakin olun."
Babamın uyarışıyla ellerimi ceplerime soktum ve herhangi bir durum yüzünden içeriye dalmamak için Çilingir ve Ahmet'in ortasına geçtim. Göz ucumla onlara bakarken Çilingir, koluma girdi ve elini cebine soktu. Gözlerimi yeniden camın arkasına çevirdim. Caner, yüzündeki alaycı sırıtışla adamı izliyordu.
"Cam canavarı, adı üzerinde camın arkasında gizlenir. Efsanelere göre; karşımızdaki kadının gözlerine beş saniyeden fazla bakan olursa, camı kırıp içeriye girermiş ve ardından," dedi ve hızla ona doğru eğildi. Kulağına her ne fısıldadıysa adam geriye doğru çekildi ve ağırca cama, yani bize doğru baktı. Yüzü ifadesiz bir suratta duruyordu. Yeniden Caner'e döndüğünde Caner'in de bütün mimiklerini ağırca yok ettiğini izledim.
"Türk askerlerinin zaafları olmamalı," dedi ve yeniden Eyşan'a döndü. Masaya bağlı kelepçeli ellerini açtı ve avuçlarını havaya doğru çevirdi. Laubali bir şekilde gülerek "Haksız mıyım yüzbaşı?"
Dişlerimi sıktığım sıra Çilingir'in iyice koluma sarıldığını fark edebilmiştim. Caner, hızla masadaki dirseğini çekip adamın çenesini kavradı ve yüzünü kendine doğru çevirdi.
"Yengem o benim. Kör olmak istemiyorsan o gözlerin bende kalsın!" diye gürce konuştuğunda adamın ukala gülüşünü işittim. Caner'de gülüşünden ne anladıysa onunla birlikte güldüğünde kafasını sağa sola salladı. "Seni gidi seni ama hayır, Behlül değilim."
Sorgu odasının kapısı açıldığında omzumun üzerinden arkama baktım. Lara, elindeki kağıtla içeriye girdiğinde babamın yanına yürüyüp kâğıdı gösterdi. Babam kafasını salladığında Lara, sorgu odasının kapısına doğru ilerledi.
Çilingir, kulağıma eğilip "İşte gerçek eğlence." dedi ve hızla uzaklaştı. Babam, sanırım zaaflarımızı kontrol etmemiz gerektiğini vurgulamak istermişçesine bizi sınıyordu. Lara içeriye girdiğinde üçü de boş bulunarak kapıya baktı ama benim bakışlarım Caner'in yüzünde takılı kalmıştı. Gelen kişinin Lara olduğunu fark ettiği an yeniden adama baktı ve yüzünü kendine çevirip gülümsedi.
İmalı bir şekilde kaşlarını kaldırıp "Bende kal canım benim." dedi ve arkasına yaslandı. Karşısında oturan adam gür bir sesle güldüğünde Caner'in dudaklarında bir gülümseme vardı ama gözlerindeki durgunluğu çözememiştim. Daha önce görmediğim bir ifadeye bürünmemek için kendini saklıyordu.
"Çok şanslı bir adamım ve belki de ölmeden önce bir melek daha gördüm."
"Caner, umarım adamı dövmez."
Ahmet'in cümlesiyle Caner'in kafasını omzuna doğru yatırıp kahkaha atmasını izledim. Kahkahasını, omzuna yatırdığı başını düzeltirken sonlandırdığında alayla adamın yüzünü süzdü.
"Dikkat et şeytan çıkmasın." dediğinde adam kafasını iki yana salladı.
"Şeytanda bir melektir."
Caner, ağırca kafasını salladı ve derin bir nefes aldı.
"Anlat bakalım Tarık Öztuğ, Elias Farouq'un ana kilit noktaları nedir?" sordu. Adamın yüzü bize dönük olmadığı için nasıl bir yüz ifadesine sahipti bilmiyordum ama Caner'in bir saniyeliğine çenesinin gerilip eski haline döndüğünü fark etmiştim.
"Peki Caner üsteğmen senin zaafın nedir?"
Bakma oğlum, sakın Lara'ya bakma.
İç sesime hak vererek kaşlarımı çattığımda Caner, ukala bir şekilde sırıttı.
"Benim zaafım yoktur, sınırlarım vardır." dediğinde adam kafasını salladı ve omuzlarını yükseltip alçalttı.
"Sınırlarınız hangi alanı kapsar?"
Caner, yüzündeki eğlenen mimikleri asla kaybetmeden çenesini kaldırdı.
"Beyninin yetmeyeceği kadar demek isterdim ama bil bakalım sende ne eksik," kafasını sola yatırdı. "beyin."
Karşısındaki adamın damağını şaklatma sesini işittim.
"Sanırım sadece bana bakmaktan odada kimlerin olduğunu unuttunuz. Size hiç yakıştıramadım," adam bir anda Lara'ya döndü. "onun adına ben özür dilerim. İsminiz neydi?"
"Hassiktir."
Çilingir'in küfrü ile Caner'in kahkahası aynı anda yankılandı. Selçuk'un babama ilerlediğini gördüm.
"Lara'yı çıkartalım, Caner adamı öldürür."
Babam kafasını iki yana salladı. "Hayır, zaaflarının onları etkilememesini öğrenmeleri gerekiyor, her anlamda."
Selçuk, küçük adımlarla yerine geçtiğinde Caner'in bakışları hâlâ adamın yüzüne bakıyordu. Neyse ki adam yeniden Caner'e doğru dönmüştü. Adam, masaya bağlı kelepçeye rağmen ellerini düzeltti ve birbirine kenetledi.
"Size hiçbir şey söylemek zorunda değilim. Elias Farouq'un avukatı olmam, onun hakkında bir bilgim olduğu anlamına gelmiyor. Bizim ilişkimiz yalnızca onun hakkında açılmış kamu davalarıyla alakalıdır." dediğinde Caner'in gözleri kısıldı.
"Avukat." dedi dişlerinin arasından "Elias Farouq'un dava dosyalarına bakarken bir terörist olduğunun bilincinde değil miydin?" dedi tek nefeste.
"Hadi ama gerçekten mi?" adamın alaycı ses tonu tek kaşımın yukarıya kıvrılmasına neden oldu. "On metre karelik bir sınırın içinde bunları mı konuşacağız? Üstelik daha güzel şeyler konuşabilirken?"
Caner'in artık mimikleri yoktu. Bakışları donuk ve anlamsızdı.
"Caner, çok iyi dayanıyor." Selçuk'un cümlesiyle Caner'in dudakları hafifçe kıvrılmaya başladı. Dudaklarında keyifli olmayan bir gülümseme vardı, sahteydi.
Hecelere bastırarak "Avukat." dedi ve dizinin üzerindeki ayak bileğini çekti. "Neden," kaşlarıyla Lara'yı gösterdi, "ona bakmayı denemiyorsun?" kafasını salladı, "Çünkü yapabileceklerimden korkuyorsun."
"Üsteğmen, bakmakla görmek arasında çok büyük bir fark vardır bilir misin? Belki de bakasım gelmiyordur. Görmek istiyorumdur."
Caner'in bu sefer keyifle güldüğünü gördüm.
"Sen anca benim sikimi görürsün."
Caner'in dediğine kahkaha attığımda babamın beni izlediğini hissettim ama ona bakmadım. Caner, karşısında duran Eyşan'a ve onun yanında duran Lara'ya bakmadan düz bir şekilde adama bakmaya devam ediyordu. Adamın kafasını iki yana salladığını gördüm.
"Bu dediğin çok ayıptı. Ne kadar terbiyesiz birisiniz."
Caner, elini masaya vurdu.
"Kes lan! Terbiyeyi senden mi öğreneceğim!"
Karşısındaki adam ağırca kafasını yukarı aşağı salladı.
"Bu da saygısızcaydı."
Caner'in kaşları alayla yukarıya kıvrıldı.
"Ne yapmak istediğinin farkındayım avukat ama benim sabrım, senin sakladıkların kadar bol."
Yanağımın içini dişledim. Aslında Caner, benden daha sinirli biriydi. Benim kadar beklemezdi. Anında sinirini parlatır ve sönerdi.
Adamın güldüğünü fark ettim.
"O halde çoktan üzerime atlamanız gerekti. Çünkü benim sakladığım hiçbir şey yok."
Caner, sıkılmışçasına derin bir nefes verdi. "Avukat," dedi ve kafasını iki yana salladı. "elimde delil var. Kaçma artık kucağıma gel." dediği an gözlerinden geçen bir pişmanlık buhranını saniyeler içinde görebilmiştim. O kadar iyi kamufle etti ki ama karşısındaki adam ondan daha kurnazdı.
"Kucak konusunda farklı tercihlerim var."
Caner'in ifadesiz bir şekilde kaşlarını kaldırdığını fark ettim. "Diyorsun?"
"Albayım bence artık yeter. Caner'i alenen zorluyor adam. İçeride iki tane kız kardeşimiz var."
Selçuk'un cümleleriyle bakışlarımı babama çevirdim.
"Kimse içeriye girmeyecek ve çıkmayacak. Çünkü karşısındaki adam, gerçekten Elias Farouq'un gizli kutusu. Caner'in sınırlarını zorlayacak. Yarın bir gün aynı Eyşan gibi Lara'nın da başına neler gelebileceğini görmesi gerek."
Dişlerimi sıkarak Caner'e baktığımda parmaklarının masada ritim tutmaya başladığını gördüm. İlk sinir hareketini karşısındaki puşta göstermeye başlamıştı, farkında olmadan.
Caner, "Neymiş o tercihlerin?" diye sorduğunda adamın kafasını iki yana salladığını gördüm.
"On metre kare içindeki bir kadın."
Bir adım öne attığımda Çilingir, koluma asıldı. Sinirle ona baktım.
"Bu kadar yeter. Karşısında iki tane kadın var ve neler diyor, biz gavat mıyız?" diye sorguladığımda sağ koluma sertçe birisi asıldı ve beni kendine doğru çevirdi. Babamın yüzüyle karşılaştığımda kaşlarının sertçe çatıldığını gördüm.
"Gavat değilsin ama karını ve ikizlerini tehdit ediyorlar. Uslu dur, düşman acımaz, elbette ki vuracak. Caner'in bunu görmesi gerek." dedi ve beni Çilingir'e doğru ittirdi. Boğazımı temizleyip ellerimi ceplerime soktum.
"Cam canavarı avukat. Cam canavarını unutma."
Caner'in cümlesiyle adamın yüzü cama doğru döndü ama bize bakmıyordu. İfadesiz yüzüyle ve yan gözle Lara'ya bakıyordu. Caner, bir an için Lara'ya baktı. Kaşlarını çatarak masanın kenarını sıktı ve sağ ayağını havaya kaldırdı. Saniyeler içinde avukatın oturduğu sandalyenin ayağına tekme savurdu. Adamın altındaki sandalye altından uçarken yere, dizlerinin üzerine düşmek zorunda kalmıştı. Kısıtlı ellerinden dolayı kafası masanın altına doğru eğilmişti.
Caner'in kahkaha attı. Adam kalkmaya çalıştı ama kalkamadı. Başını kaldırdığı an kafasını masaya çarpacaktı.
"Manyak mısın be adam?"
Caner gülerek "Genelde öyle derler." dedi ve ayağa kalktı. Ellerini ceplerine soktu ve masanın diğer tarafına doğru yürüdü. Eyşan'ın soluna geçtiğinde sağ cebindeki elini çıkarttı ve küçük, mor ambalajlı bir çikolata çıkarttı. Eyşan, gülümseyerek elindeki çikolatayı aldığında Lara'ya doğru adım attı.
"Kaldırsana beni yerden."
Caner, gözlerini devirdi.
"Hayatım tünele mi girdin, sesin gelmiyor?"
Dudaklarımdaki aptal bir sırıtışla Caner'i izlemeye devam ederken Caner, Lara'nın solunda durdu. Sol elini cebinden çıkarttığında, baş ve işaret parmağında aynı paketli çikolatadan vardı. Dudaklarındaki küçük tebessüm ve hayran dolu bakışlar ile çikolatayı uzattı.
"Miyav."
Çilingir'in tepkisiyle gülerek kafamı iki yana salladım. Ee boşuna dememişler, herkese hır sana mır diye. Caner, sinirini sakinleştirmenin en iyi yolunu bence bulmuştu. Tıpkı benim Eyşan'da soluklandığım gibi...
Lara, Caner'e bakmadan çikolatasını aldığında Caner'in dudakları aralandı.
"Biliyor musun aslında haklısın?" dedi ve sol elinin parmaklarıyla hafifçe Lara'nın saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. "İnsanın bir zaafı olmalı." dedikten sonra kaşlarını çattı ve işaret ve orta parmağını birleştirdi. "O zaaf öyle kuvvetli olmalı ki." parmaklarının tersiyle yanağını okşadı. "Ele geçtiğinde karşı tarafı yıkmalı ve kül etmeli." Parmaklarını Lara'nın yanağından çekti ve kulağının arkasına sıkıştırdığı saçları serbest bıraktı. Parmak uçlarıyla düzeltti.
"Şapşik seni."
Çilingir'in tepkisine bile tepki verememiş olmam, Caner'in gerçekten Lara'ya âşık olmasıydı. Kimseye âşık olamayacağını düşündüğüm, hatta bir an için ona kolye aldığında bile, geçici olduğunu düşünmüştüm. Meğerse Caner Cenk Çakır, artık aşıktı.
Caner, göğsünü şişirtecek kadar güçlü bir nefes alıp camın önünden yürüdü ve sol elini cebine soktu. Duvar dibine uçmuş sandalyeyi sağ eliyle kaldırıp sakince düzeltti ve elini hiç çıkartmadan tek eliyle adamı yerden kaldırıp sandalyesine oturttu. Caner, sakin bir şekilde elini cebinden çıkartmadan kendi sandalyesine oturdu. Adamın yüzü ona çevrildiğinde kaşlarını büzdü ve alnına doğru yükseltti.
"Hatırlıyor musun bilmem ama bana bir soru sormuştun?" dedi ve arkasına yaslandı. "Sınırlarınız hangi alanı kapsar?" deyip elini cebinden çıkarttı. Dudaklarına büyük bir gülümseme yerleştirdi. "Benim sınırlarım parmak uçlarımdır." parmaklarını oynattıktan sonra geri cebine yerleştirdi. Kafasını sola doğru yatırdı.
"Dokunur, sever, okşar ama o andan sonra hiç kimse o sınırıma değemez ve dokunamaz. Neden?" Kafasını düzeltti ve ardından sağa doğru yatırdı. Muzipçe gülümsedi. "Çünkü saklarım." kafasını düzeltip salladı. "Evet, kimsenin gözlerini ondan almasını sağlayamam ya da ne bileyim onun hakkında konuşmasını engelleyemem ama dokunmasını engellerim." dedikten sonra doğruldu ve dirseğini masaya yaslayıp hafifçe ona doğru eğildi. Hafifçe kaşlarını çattı.
"Benim sınırlarım parmaklarımın ucudur avukat. Her ne kadar dokunup, sevip ve okşasa da tek bir göz yaşında ıslandığı an kabzaya dokunur, sürgüyü çeker, tetiğe basar."
Avukat kafasını salladığında gözlerini devirdi ve arkasına yaslandı. Sol eli hâlâ cebinde dururken sağ ayak bileğini yeniden sol dizinin üzerine yasladı. Masaya yasladığı sağ elinin parmaklarıyla önce onu sonra kendini gösterdi.
"İkimizde salak değiliz avukat. Ben senin aklındakileri okurken sen de benimkileri okudun. Zaafa vurmaya çalıştın ama sonra zaafımın olmadığını öğrendiğinde sınırlarımı görmek istedin. Bakmakla görmek arasındaki farktan bahsettin ama benim kim olduğumu unuttun?"
Adam, pes etmişçesine yüzünü Caner'den ayırdı ve önüne doğru eğdi. Caner'in gözleri bir anlığına Lara'ya çevrildi. Sağ gözünü kırpıp yeniden adama baktı.
"İtiraf et ve kurtul avukat. Oyunun sonuna geldik, perde kapanmak üzere."
"Asıl oyun şimdi başlıyor oğlum."
Babamın cümlesi kaşlarımın çatılmasına neden olduğunda ona baktım. Kafasını sola doğru yatırmıştı. Bakışlarımı babamın yüzünden çekip Caner'e baktığımda avukatın ağırca kafasını salladığını gördüm.
"Bilgisayarım, bilgisayarımdaki 'EF.' isimli dosyada, her şey."
Caner, dudaklarında bir zafer tebessümü inşa ederken Selçuk, hemen önümüzde duran laptopun kapağını açtı. Ne yani önceden planlanmış bir sorgu muydu? Eyşan'ın bundan ne ara haberi olmuştu? Aklımdaki düşünceleri solduran bir cümle işittim.
"Peki o zaman sana son bir sözüm var Caner üsteğmen. Elias Farouq, bizzat iletmemi istedi."
Bakışlarım avukatı bulduğunda Caner'e baktığını fark ettim. Caner'in ifadesiz yüzüyle adamın ne söyleyeceğini beklediğini fark ettim.
"Parmak uçlarının dokunduğu kişiyi, bir başkasının yatağında görmeye hazır ol."
Caner'in saniyeler içinde silahını çıkartıp kafasından vurduğunda Eyşan ve Lara ayağa kalktı.
"Hassiktir." Bu sefer Çilingir, içeriye girecekti ki onu ben tuttum. "Çok bile yaşamıştı." dediğim an Caner, dişlerinin arasından "Çok bile yaşamıştı!" tısladı.
Caner, çenesi gergin bir şekilde cama baktığında gözlerindeki ateşi görebilmiştim. Camı delip geçecek bakışlarıyla silahını kılıfına koyduğunda aslında kime baktığını anlayabilmiştim. Sorgu odasından çıktığında babamın yanında durup çenesini kaldırdı.
"Gösteri nasıldı, iyi eğlendin mi?" dedikten hemen sonra arkasına döndü. Lara'nın bileğinden tutup odadan çekiştirerek götürdüğünde dişlerimi sıkıp babama baktım.
"Bundan haberin vardı ve bilinçli olarak onu içeriye soktun. Caner, gözlerinin içine bakılarak, alenen Lara ile tehdit edildi ve bu saatten sonra, Caner'i durdurabilene aşk olsun."
Eyşan'a doğru ilerleyip eline sarıldım ve hızla odadan çıktım. Çilingir ve Ahmet'in arkamdan geldiğini fark ettiğimde adımlarımı yavaşlatıp onlara ayak uydurdum. Bakışlarımı Eyşan'a çevirdiğimde kafamı iki yana salladım.
"Senin o adamdan ne zaman haberin oldu?" diye sorguladığımda omzunu kaldırıp indirdi.
"Ayıldıktan hemen sonra revire Alparslan albay geldi. Hatırlıyorsan Caner ve Selçuk, Deniz ameliyattayken ortadan kaybolmuştu. O zaman bulmuşlar o adamı. Sadece ellerinde delil olmadığı için adamı o an alamamışlar."
Adam şu an hem ölüydü hem de kendimizi bilmediğimiz anda yeni bir tehdidin içerisinde bulmuştuk. Caner ile benim hayatımızdaki kadınların tehdit ediliyor oluşu sinirlerimin ve mantığımın bir kez daha körelmesine neden olmuştu. Alt dudağımı gergince dişleyip Çilingir'e baktım. Adımlarımı duraklattığımda Eyşan'da durdu, Ahmet ile Çilingir'de.
"Çilingir ve Ahmet, Eyşan size emanet ben bir Caner'i bulayım." dedikten sonra Eyşan'ın elini bırakıp onların yanından ayrıldım. Bu sinirle askeriyede kalmayacağından adım kadar emindim ki onları el ele, yatakhane koridoruna girerken fark ettiğimde adımlarımı hızlandırdım.
Koridora girdiğim an "Caner." diye seslendiğimde Caner'in adımları yavaşladı. Lara'nın bileğini ağırca bıraktığında omzunun üzerinden bana baktı ve bedenini bana doğru döndürdü. Ellerini ceplerine sokup çenesini kaldırdığında onlara doğru yürüdüm. Caner'in karşısına geçtiğimde aynı şekilde ellerimi ceplerime soktum ve çenemi kaldırdım.
"Lara'yı, bizimkilere emanet et. Birlikte bir dışarıya çıkalım."
Caner, gözlerini bir sağ gözümde bir sol gözümde dolandırıp çenesini gerdi. Çenesini germeyi bıraktığı an Lara'ya yüzünü çevirdi ve burukça gülümsedi.
"Eyşan'ı bul, onun yanında kal."
Lara'ya bakmadan Caner'e karşı "Çilingir ve Ahmet, Eyşan'ın yanında." dedikten sonra Lara, yanımızdan ayrıldı. Caner'in bakışları beni bulduğunda gözlerine ve mimiklerine karanlık çöktü. Çenesi yeniden gerildiğinde hemen solumuzda kalan odamıza girdi. Üzerindeki üniformanın gömleğini açmaya başladığında kapıyı kapatıp gömleğimi çıkartmaya başladım. İkimizde içimizdeki yeşil, kısa kollu atletleri çıkartmadan boğazlı, siyah kazaklarımızı giydikten sonra kabanımı alıp üzerime giydim.
⏳
27 Nisan 2022 / Şırnak
Caner Cenk Çakır, Ağzından
Kapalı gözlerimin arkasındaki karanlık, zihnimdeki ve ruhumdaki sessizliğin yansımasıydı. Yok olmuş düşünceler ise bir kaybedişin habercisiydi. Kulaklarımdan hiç gitmeyen benliğimin sesi, artık beni karanlığa mahkûm etmişti. Karanlığa sığınma diyen bir adam bile, artık aydınlığı istemiyordu.
Kalçam araba kaputuna yaslıyken, yanımda Mete varken ve biz bir uçurumun kenarında öylece dururken zihnim, beni bir anlığına o adamın yanına gönderdi.
"Mete."
İkizim, ona seslenmemle bedenini bana çevirdi. Dudaklarında naif ve sadece benim görebildiğim bir tebessüm vardı. Şöminenin içinde çıtırdayan odunların sesini duyabiliyordum. Bakışlarının ne kadar derin olduğunu ve beni sevdiğini işte o zaman anlamıştım.
"Gel Caner."
Yavaş adımlarla kardeşimin yanına gittiğimde kolunu kaldırdı ve omzuma bıraktı. Bedenlerimiz şimdi yanan ateşe dönüktü ama gözlerimiz birbirinden hiç kopmamıştı. Yüzüne yansıyan alevin dalgaları, yüzünün bir tarafını karanlıkta bırakıyordu. Gözleri, içinde hem alevin öfkesini hem de buzun dinginliğini saklayan bir fırtına gibiydi. Bir an için mavileri, ateşin dokunuşuyla bir gün batımının denize vuran yansımalarına dönüştü. Bakışlarımı yanan ateşe çevirdim. Ateşin altında birikmiş külleri izlerken omzumdaki baskıyı hissettim.
"Ne düşünüyorsun Caner?"
Burnumdan yavaşça alıp verdiğim nefes ile birlikte külleri gösterdim.
"Ateşin altındaki küllerin sence canı yanıyor mu?"
Mete'nin hoş kıkırdaması kulaklarıma doldu. Harelerimi ona çevirdiğimde gözleri hafif kısılmıştı ve o da ateşin altındaki küllere bakıyordu. Derin bir nefes alıp mavilerini benimkilerle buluşturdu ve ardından kafasını iki yana salladı.
"Ateş bir kadına, odun ise bir adama benzermiş. Adam, kadının aşkından yanıp tutuşur, en sonunda küle döner. Kadın, adamın küle döndüğünü fark ettiğinde söner. Onunla birlikte son bulur."
Bakışlarım onu bulduğunda Mete'nin o an ne demek istediğini gerçekten anlamamıştım. Çünkü hayatımda bir kadın yoktu. Günlük ilişkilerim vardı. Asla tutku ve bağlılık içermiyordu ama şimdi hayatımda biri vardı.
Tutkunun, sadakatin, bağlılığın ve aşkın anlamı: Lara.
"Caner, konuşmayacak mısın?"
Yüzüme çarpan ılık rüzgâr ile kapalı gözlerimi açtım ve başımı eğdiğim noktadan kaldırıp Mete'ye baktım. Bakışlarının altındaki merhameti fark ettiğimde omuzlarımı düşürmemek için kendimi zor tuttum. Ona birçok şeyi sormak istedim. Mesela karısının tehdit edildiğini öğrendiği an ne hissetti? Çünkü benim sonradan gördüğüm öfke, bambaşka bir hâldi. Üzüntü müydü, yoksa tükenişin son demi miydi?
İkizleri hakkında da soru sormak istedim. Canının içindeki canları için neler hissetmişti? Bir gün tehdit edileceğini bile bile neden bu kalpsiz ve acımasız dünyaya çocuk getireceklerdi?
Lara, regli günleri düzensiz diye doğum kontrol hapı kullanmıyor olsaydı, çoktan hamile kalmıştı. Ondan bir evladımın olmasını tabii ki çok isterdim ama ben, sınırlarımı genişletmek istemiyordum. Ben, hayatım boyunca yalnızca Mete'yi kazada kaybedeceğim için çırpınarak ağlarken ilk defa, hayatıma girmiş bir kadın için ağlamak istiyordum.
Korkuyordum.
Onu kaybedeceğim için çok korkuyordum.
Yanağıma akan ve yakan o sıvıyı hissettiğimde Mete'ye olan bakışlarım buğulaştı.
"Caner?"
Mete'nin şaşkınlığa karışmış sorgulayan sesiyle gözlerimi kırpıştırıp o an gözlerini görmek istedim ama nedense gözyaşlarım daha da aktı.
"Hatırlıyor musun, geçmişte, o şöminenin başında bana bir şey söylemiştin?" diye sorduğumda kafasını salladığını fark etmiştim. Burukça gülümsediğimde kafamı sola yatırdım.
"O zamanlar anlamamıştım, şimdi ne demek istediğini daha iyi anlıyorum." ciğerlerime titrek bir nefes çektim. "Ben, zamanla kendimi kaybedip, bir nevi küle dönüşüyorum. Lara ise bu kaybı fark ettiğinde varlığını sürdüremiyor, yani sönüyor. Aşk için, birbirimiz için tükeniyoruz." gözlerimi kapatıp kafamı iki yana salladım. "Küle dönmeye razıyım ben," artık hıçkırıyordum. "ama ateşimi benden almasınlar."
Mete, hüzün kokan bir sesle "Caner." deyip kollarını sıkıca bedenime sardığında alnımı omzuna gömüp sırtına ellerimi yasladım. Avuçlarımın arasına aldığım kumaşı sertçe sıktım.
Hıçkırıklarımın arasından "Bana yol göster Mete. Ben bu yolun çok yabancısıyım. Onu yalnız koruyamam." diye söylemeye çalıştım.
"Söz veriyorum Caner, sana söz veriyorum." deyip beni kendinden uzaklaştırdı ve avuçlarını yüzüme yaslayıp baş parmaklarıyla gözlerimin altını sildi. Birbirine yapışmış nemli kirpiklerimi araladığımda yanaklarına yaşlar aktı. Avuçlarımı yanaklarına bastırıp bende onun yaptığı gibi gözlerinin altını sildim. Kırmızı ipliklerin mavilerinin etrafında sardığı buhranı izledim. Kafasını iki yana salladığında gözlerimi kapatıp açtım.
"Hiçbir şey olmayacak, sana yemin ederim."
O zaman içimdeki bu korkuyu neden atamıyordum?
Kafamı iki yana salladım.
"İhtimaller Mete ke-"
Sözümü kesti.
"İhtimalleri siktim öldü Caner."
Yeniden kafamı salladım.
"Kendin şahitsin, sen yaşadın Mete. Kaç kere ölümden döndü Eyşan. Her seferinde yaşadığın korkuları gördüm, acını hissetmeye çalıştım, başaramadım. Bana yabancı geldi, çünkü daha önce hiç yaşamadım." Mete, gözlerini kapattı. Yüzünde acının çizgileri oluştu. Kafamı iki yana salladım. "Korkuyorum Mete. Ben çok korkuyorum. Kalbinin sınırlarına zorla girmeye çalıştığım kadın, şimdi hayatımın orta yerinde ve ben korkumdan, bir çocuk gibi ağlıyorum Mete. Ben bu korkuyla nasıl başa çıkacağım? Sen, yüreğine sığdırdığın korkuyla nasıl yaşadın senelerce?"
Mete, gözlerini açıp kaşlarını çattı ve kafasını belli belirsiz iki yana salladı.
"Sen korkak biri değilsin. Eğer korkak olsaydın mahlasın Zirve olmazdı. Zirve'sin sen Caner. En yüksek noktasın." dedi ve yenileri eklenmiş gözyaşlarını sildi, burukça gülümsedi. "Aşkını Zirve'ye taşı Caner. Kaybetmek istemiyorsan aşkını, kimsenin bulamayacağı ve ulaşamayacağı en yüksek tepene çıkar."
Ciğerlerime titrek bir nefes çekmeye çalıştım. Yapacaktım, Lara'yı zaten seviyordum ki o da beni seviyordu. Bize ne engel olabilirdi ki? Kafamı hızla salladım ve avuçlarımı yüzüme bastırıp gözyaşlarımı sildim.
"Yapacağım."
Mete'nin gülümseyerek omuzlarımı sıktığında sağ eliyle çenemi kaldırdı.
"İşte benim ikizim. Gel haydi, sana Zirve'ye giden yolda eşlik edeyim." dedi ve bedenini kaputtan ayırdı. Şoför kapısına doğru ilerlediğinde yerimden kalktım ve ön kapıya yürüdüm. Kapıyı açıp koltuğa oturduğumda seri bir şekilde bindi ve motoru çalıştırıp yola koyulduğunda cebimdeki sigara paketini çıkarttım. İki dal çıkarttığımda birini Mete'ye uzattım. Mete, geri çevirmeden sigarasını aldığında yakıp içmeye başladım. Sağımdaki camı açtığımda dirseğimi pervaza yasladım.
Aracın içindeki sessizlik, bir sigara dumanı misali zihnimizi zehirlemeye başladı. Bir süre sonra bitmiş sigara yolun sona erdiğini hissettirmişti. Mete, aracı bir dükkânın önünde durdurduğunda bakışlarım ona çevrildi. Yüzündeki gülümsemeyle kapıya uzandığında kulpu kendime çekip kapıyı ittirdim. Sağ ayağımı dışarıya çıkartıp arabadan indim ve kapıyı kapattım.
Mete, büyük adımlarla yanıma geldiğinde dükkânın kapısını açtı ve içeriye girdi. Peşinden içeriye girdiğimde yaşlı bir kadının sabırla çini işlemesi yaptığını gördüm.
Mete gülümseyerek "Kolay gelsin." dediğinde yaşlı kadın yüzünü çiniden çekti ve bana, ardından da Mete'ye baktı.
"Ölümsüz olmak için kendini klonlayacağını düşünmemiştim."
Mete, gülerek kafasını iki yana salladığında kolunu omzuma attı.
"İkizim Caner." dedi ve bana döndü. "Eyşan'ın yüzüğünü burada yaptırdım."
Bakışlarımı yaşlı kadına çevirdiğimde gözlerindeki solmuş renkle beni izlediğini fark ettim. Önündeki çiniyi hafifçe geriye çekti ve eliyle arkasındaki sandalyeleri gösterdi.
"Oturun bakalım."
Mete ile arkasındaki sandalyelere çöktüğümüzde kadın yavaşça oturduğu sandalyede bize doğru döndü. Tahminimce seksen ya da seksen beş yaşındaydı. Yalnız yaşıyordu, elinde yüzüğü yoktu. Rengi gitmiş gözleri sanki Lara'nın taşıdığı gözlerinin rengini andırıyordu. Daha soluktu sanki eskiden o rengi taşımış gibiydi.
"Çok inceledin evlat gözlerimi?"
Yaşlı kadının sorusuyla boğazımı temizleme ihtiyacında bulundum. Utangaç bir tavırla gülümsedim.
"Mesleki deformasyon, kusura bakmayın." dediğimde gülümsedi ve kafasını iki yana salladı.
"Deformasyona fazla düşme evlat, manyak olursun."
Bu yaşlı kadın gerçekten lafı güzel kullanıyordu. Gülerek ona bakmaya devam ettiğimde kafamı salladım. "Genelde manyak olduğumu sıklıkla söylerler."
Yaşlı kadının yüzündeki gülümseme ağırca kaybolduğunda çenesini dikleştirdi.
"Evet, buraya yolunuzu düşüren nedir?" diye sorguladığında ellerim dizlerimin üzerine koydum ve çenemi dikleştirdim. Mete'nin bir şey demeyeceğini biliyordum. O yüzden konuya kendim dahil oldum.
"Hayatımda var olan bir kadına evlilik teklifi edeceğim. Bir yüzük yaptırmak istiyorum."
Kadın kafasını ağırca salladı.
"Üzerindeki taş ne olsun?"
"Laciverttaşı."
Yaşlı kadının gülümsediğini fark ettiğimde tahminimde doğru çıktığını anlamıştım. Bu kadın eskiden o rengi taşıyordu. "Gözlerime o yüzden çok baktın değil mi?"
Lanet olsun.
O da beni anlamıştı.
Dilimi arka dişlerimin arkasına yaslayıp kafamı iki yana salladım.
"Bunu nasıl fark ettin?"
Yaşlı kadın sorumu cevapsız bırakarak sağından bir kutu çekti ve kucağına koydu. Titreyen elleriyle kutunun içinde bir şey bulmaya çalıştı. Bulduğunu düşündüğümde elini çekti ve bana sağ elini uzattı.
"Bana sol elini ver."
Dediğini ikiletmeden sol elimi uzattığımda elindeki kahverengi taşı parmak uçlarımda gezdirmeye başladı. Bakışları bir bana bir de elimde gezinirken kafasını iki yana salladı ve yeşil bir taş aldı. Aynı şekilde gezdirdiğinde yine bir şey olmadı. Parmak uçlarında tuttuğu taşı kutunun içine attı ve kutuyu bırakıp solundaki rafa uzandı. Eski, tozlanmış bir kutunun içindeki Laciverttaşını çıkarttığında dudaklarımdaki tebessüme engel olamamıştım.
Kadın bunu gördü.
"Bence o kadar heyecanlanma. Gerçekler acıtır."
Boğazımı temizleyip derin bir nefes aldım. Sağ elini yeniden bana uzattığında sol elimi ona uzattım. Sağ elinin parmaklarıyla parmaklarımı birbirine yaklaştırdı ve mum yaptırdı. Sol elindeki Laciverttaşını, sol elimin parmaklarını sürtmeye başladığı an parmak uçlarım acı bir şekilde kesildi.
Kalbime sızan acıyla dudaklarım aralandı "Ih." diye inlediğimde kaşlarımı çatarak kadına baktım. Parmak uçlarımdan kan gelmesine rağmen ısrarla taşı gezdirmeye devam ediyordu. "Avucunu aç." dediğinde avucumu açtım. Taşı avucuma bastırdığında kalbimin biraz daha sızladığını hissettim. Sağ elimi kalbimi sökmek istermişçesine göğsüme yasladığımda yanaklarıma yeniden yaşlar sızmıştı.
"Hop hop, neler oluyor? Caner, iyi misin?"
Mete'nin sorusuna karşılık yaşlı kadın sertçe ona baktı.
"Karışma."
Kalbimdeki acı çok büyüktü. Sanki tüm damarlarım gerilmiş ve kopmak üzereydi. Yüzüm nasıl bir hâle bürünmüştü bilmiyordum ama yaşlı kadının bana acıyarak Mete'nin ise korkarak bana baktığını izleyebiliyordum. Yaşlı kadın taşı avcumdan çektiği an ciğerlerime dolan nefesin bana güç verdiğini hissettim. Sanki iki saniye önce acı yaşamamış gibiydim. Göğsümün üzerindeki elim uyluğumun üzerine düştüğünde sol avcuma baktım. Avcumun tam ortası kanla dolmuştu, parmaklarımın ucundan sızan kan tanecikleri yol misali oraya akıyordu.
"İnsanların kaderleri vardır. Sen dünyaya geldiğin ilk andan itibaren o kaderi yaşamaya başlarsın. Kullandığım ilk taş sıradan bir boncuktu ama sen taş sandın. İkincisi gerçekten bir taştı. Yeşil Aventurin taşıydı. Üçüncüsünün ne olduğunu bence sen de biliyorsun. Laciverttaşını vereceğin kişiye sen müptela olmuşsun, kaderiniz bir evlat ama bu seni uçuruma sürükleyecek. Yapmam dediğin şeyleri yapacaksın."
Aldığım itiraf bakışlarımın yaşlı kadına çevrilmesine neden olmuştu.
"Aynısını onda da deneyin, o zaman inanırım." deyip Mete'yi gösterdiğimde yaşlı kadın Mete'nin elindeki yüzüğü gösterdi.
"Onun koruyucu bir halkası var ama yüzüğü çıkartırsa aynısı onda da olur."
Mete'ye baktığımda kaşlarını çattı ve yüzüğü çıkarttı. Sol elini kadına uzattığında kadın gülümsedi ve aynı işlemleri onun içinde yaptı. Ardından kahverengi bir taş aldığında onu da sürttü ama bir şey olmadı. Gülerek Mete'nin yüzüne baktı.
"Eşinin hamile olduğunu neden bana söylemedin?"
Mete şaşkınlıkla "Se... sen." diye kekelediği sırada yaşlı kadın kafasını iki yana salladı ve arkasını döndü. Küçük, siyah mat bir kutu çıkarttığında bize yeniden döndü ve kutunun kapağını açtı. Simsiyah bir taşı sol elinin parmaklarına sıkıştırdı ve Mete'nin sol elini sağ avcuna aldı.
"Hematit taşı. Denge ve güç taşıdır. Hamilelik sürecinde babanın sorumluluklarını daha bilinçli hissetmesine yardımcı olabileceği düşünülür. Biraz canın acıyabilir." dedi ve Mete'ye bakarak parmak uçlarına sürtmeye başladı.
"Ah." diye mırıldandı ama canı yanmamış gibiydi, çünkü gülüyordu. Mete'nin parmak uçları kanamıyordu. Taş geziniyordu ama Mete'nin içindeki hissettikleri yüzüne yansıyordu.
Gülerek "Canımın acıması mı gerekiyordu ama acımıyor? Dokunuşlar sanki içimden bir şeyler çekiyor." dedi. Mete'nin yüzündeki gülümseme, kadın her taşı gezdirdiğinde kıkırtılara dökülüyordu.
Yaşlı kadın gülümseyerek ona baktı.
"Bir kızın ve bir oğlun olacak." dediğinde artık ikimizde şaşkınlıkla yaşlı kadına bakıyorduk. Yaşlı kadın taşı Mete'nin avcuna bıraktığında parmaklarını içe doğru kıvırdı. "İçlerinden birinin gözleri farklı. Kahverengi ve mavi olacak. Yüzüğünü bana ver." dediği an Mete yüzüğünü ona verip bana baktı.
"Valla gerçek. Rüyamda da gördüm. Oğlumun gözlerini gördüm Caner. Bir gözü mavi bir gözü kahverengiydi." dedi ama bir an için gülüşü soldu. Tam o sırada yaşlı kadına baktığında yaşlı kadın Mete'nin avcunu açtı ve tam ortasındaki taşı aldı. Mete'nin eli kalbine yaslanırken avuçlarının içi ve taşın değdiği yerler kan sızdırdı. Nefes alamıyormuşçasına kızardığında kadın hızla Mete'nin yüzüğünü kanlı yüzük parmağına taktı. Mete, derin bir nefes aldığında dolu gözlerle kadına baktı.
"Bu neydi?" diye fısıldadığında yaşlı kadın kafasını iki yana salladı.
"Yüzüğünü sakın çıkarma." dedi ve bana baktı. Gözleri dolmuş ve puslanmıştı. Gözlerimi hafifçe kıstığımda bakışlarını kaçırıp göz ucuyla Mete'ye baktı. "O kadını buraya getir."
Bakışları yeniden beni bulduğunda kafasını iki yana salladı.
"Şimdi gidin ve yarın yeniden gelin. Sen yalnız," Mete'ye baktı, "sen ise eşinle."
Mete, ayağa kalkıp hızla dükkândan kaçarcasına çıktığında oturduğum yerden kalktım ve sol elimi cebime soktum. Kanlı olmasını umursamamıştım. Bakışlarım kadının gözlerinde duraksadığında kafasını iki yana salladı.
"Daha önce hiç mi âşık olmadın be çocuk?" dedi ve sandalyesinde arkasına dönüp çinisini işlemeye geri döndü. Dişlerimi sıkıp dükkândan çıktığımda arabaya binip sertçe kapıyı kapattım. Mete'nin çıkarttığı ıslak mendil paketini alıp sol elimi cebimden çıkarttım. Kanları temizleyip ıslak mendili kenara bıraktım.
"Çatlak bunak." diye mırıldandığımda Mete'nin bakışlarını yakaladım.
"Çok değişik şeyler hissettim Caner. Taşı sürttüğü ilk andan itibaren içim çekiliyor gibi oldu ama sonra taşı çektiği an, nefes alamadım, yutkunamadım, konuşamadım, kalbim durmuş gibiydi, neredeyse bayılacaktım."
Kıpkırmızı oldun fark ettim.
İç sesimi duymamazlıktan gelerek Mete'ye cevap vermedim. Boş bakışlarımı ona göndermeye devam ederken kafasını iki yana salladı.
"Keşke kolpa olsaydı."
Gözlerimi devirip dükkâna baktım. "Keşke ama hepsi gerçek doğal taştı." Damağımı şaklatıp Mete'ye baktım.
"Sürecek misin artık, kadınımı özledim, sen karını özlemedin mi?"
Mete, kafasını belli belirsiz salladığında aracı ilerletmeye başladı. Ona çaktırmadan bakışlarım sol avcuma çevirdiğimde taşın bıraktığı izleri izledim.
Laciverttaşını vereceğin kişiye sen müptela olmuşsun, kaderiniz bir evlat ama bu seni uçuruma sürükleyecek. Yapmam dediğin şeyleri yapacaksın.
Zaten yapmam dediğim şeyi şu an yapmıyor muydum?
Âşık olmam dediğim günlere nazaran şu aşıktım.
Lara için yapmam dediğim her şeyi yapmıyor muydum zaten?
Daha ne yapmam gerekirdi ki?
Zihnimin içindeki derin sorularla cebelleşirken arabanın durduğunu fark ettim. Zaman, üzerimize bir hayalet gibi çökmüş ve tüm algımı kaybetmeme neden olmuştu. Kışlaya bile ne ara vardığımızdan emin olmadığım o dakikalarda Mete bakışlarını bana çevirmişti.
"Ben Eyşan'ı oraya ne söyleyip de götürebilirim? Ya orada ona kötü bir şey söylerse?" diye sorguladığında kafamı bilinçsizce iki yana salladım.
"İnan ne diyeceğimi bilmiyorum Mete, bir arafta sıkışıp kalmış gibi hissediyorum. Bugünü pas geçelim. Yeterince ağır şeyler gördük, sindirmem gerek." dedim ve kulpu çekip kapıyı açtım. Mete'nin bir şey demesine izin vermeden arabadan inip askeriyeye doğru yürüdüm.
27 Nisan 2022 / Şırnak
Yazar, Ağzından
Bir zamanlar, zamansız bir vadide Geçmiş ve Gelecek adlı iki kardeş yaşarmış. Geçmiş, ağır adımlarla yürür, her dokunduğu şeyi eski anılarla sararmış. Onun gölgesi, kaybolan hikâyeleri fısıldar, solmuş yapraklar gibi anıları rüzgâra savururmuş. Geçmiş, her şeyi hatırlarmış: Sevinçleri, hüzünleri, savaşları ve barışları.
Gelecek ise rüzgâr gibi hareket eder, hiçbir yerde uzun süre kalmazmış. Gözleri yıldızlar kadar parlak ama içinde belirsizliğin gölgeleri varmış. Ne kadar çok ilerlemeye çalışsa da Geçmiş'in sesi onu hep geri çağırırmış.
Bir gün, vadede bir yol ayrımı belirmiş. Geçmiş, eski taşlarla döşeli yola baktı ve usulca fısıldamış.
"Bu yol, bildiğimiz hikâyelerle dolu. Her adımında anılar saklı. Emin olduğun tek şey burada yatıyor."
Gelecek ise sislerin arasındaki bilinmez yola bakmış ve gülümsemiş.
"Bu yol ise henüz yazılmamış. Bizi bekleyen ne varsa burada saklı. Bilinmez ama umut dolu."
İki kardeş durmuş, birbirlerine bakmış. Geçmiş, ağırbaşlı bir sesle sormuş.
"Beni bırakıp gidecek misin?"
Gelecek, bir an durmuş ve cevap vermiş.
"Sen olmadan var olamam. Ama senin gölgenden çıkmadan da ilerleyemem."
O an, vadiyi aydınlatan bir ışık süzülmüş. Geçmiş, adım atmış ve Gelecek'e doğru yürümüş. Birlikte hareket ettiklerinde fark etmişler ki ne yalnızca geçmişte kalmak mümkündü ne de sadece geleceğe koşmak.
Ve böylece Geçmiş, Gelecek'e yol göstermiş; Gelecek ise Geçmiş'in ağırlığını hafifletmiş. O günden sonra zaman, işte böyle akmaya devam etmiş.
Ne tamamen hatıralara hapsolmuşlardı ne de tamamen bilinmeze sürükleniyorlardı.
Zamanın sırrı, ikisinin birlikte var olmasıydı.
Caner, üzerini değiştirmeden kantine girdiğinde kısık gözlerle Lara'yı aradı ve buldu. Yüzü ifadesiz kalsa da ruhunda büyük bir gülümseme oluşmuştu. Büyük adımlarla yanına gitti ve masada oturan Eyşan, Çilingir ve Ahmet'e bakmadan Lara'nın elini tuttu.
"Benimle gelir misin?" diye sordu. Lara, kafasını salladı ve oturduğu yerden kalkıp kimseye bir şey demeden Caner'in onu çekiştirmesine izin verdi. Yatakhaneye girdiklerinde Lara, hiçbir şey demeden Caner'in ne yapacağını tahmin etmeye çalışıyordu. Caner, Lara'nın odasının önünde durduğunda birkaç saniye etrafı kontrol etti ve kapıyı açıp hızla Lara ile içeriye girdi. Lara, bu odada tek başına kalıyordu ama ne olur ne olmaz diyerekten Caner, kapıyı kilitledi ve Lara'nın yanaklarına avuçlarını bastırdı.
Lara, gülerek Caner'e bakarken Caner, hayran dolu bakışlarla Lara'nın gözlerine bakıyordu. Caner, dudaklarını Lara'nın alnına yaklaştırıp gözlerini kapattı ve derin bir öpücük kondurdu. Gözlerini açıp Lara'yı yatağına doğru yürütmeye başladı. Lara'nın baldırları ranzaya yaslandığında Caner, yüzünü Lara'nın yüzüne doğru eğdi.
"Ayakkabılarını çıkartır mısın?"
Lara, sessizliğini koruyarak ayakkabılarını çıkartırken Caner'de ayakkabılarını çıkarttı. Birlikte tek kişilik ranzaya uzandıklarında Caner, Lara'yı kollarının arasına aldı ve burnunu Lara'nın kızıl saçlarında dolaştırdı.
"Burası benim durağım." diye mırıldandı ve Lara'nın yüzünü göğsünden bir saniyeliğine çekip gözlerine baktı. Caner'in hayran dolu bakışlarına karşılık veren Lara'nın gözleri lacivert rengine doğru çevrilmeye başlamıştı.
Caner, "Burası benim geleceğim." dedi, gözlerine atıfta bulunarak. Bakışları dudaklarına indiğinde sol elinin baş parmağını Lara'nın dudaklarında gezdirdi.
"Burası benim vuslatım."
Sol elinin avcunu Lara'nın kalbine yasladı.
"Burası benim sana teslimiyetim." dedikten sonra Lara'nın sol elini alıp kendi kalbine yasladı. "Burası ise sana mahkumiyetim."
Caner, ilk defa ağlamaktan korkmadı. Sol gözünden akan yaş, Lara'nın da gözünden aktı. Caner, Lara'nın gözünden akan yaşı öptüğü sıra Lara'da onun yaşını öptü.
"Ben sana teslim oluyorum Lara."
Lara, aldığı itiraf ile gözlerini Caner'in kızarmış gözlerine çevirdi. Caner'in yüzünü avuçlarının içine aldığında dudaklarındaki büyük gülümsemeyi ona sundu. Baş parmaklarıyla Caner'in yüzünü okşarken gözlerini hafifçe kırpıştırdı.
"Ben sana çoktan teslim oldum Caner. Sadece seni bekliyordum."
Caner, gözünden akan yaşlara rağmen dişlerini göstererek gülümsediğinde derin bir nefes aldı ve Lara'yı kendine doğru çekti. Lara'nın yüzü boynuna yaslanırken burnu saçlarına gömüldü. Zaman, geçmiş ve gelecek arasındaki orta yerde durakladığında Lara, Caner'in kolları arasında uyuyakalmıştı. Caner ise sağ elini şakağına yaslamış bir şekilde uyuyan kadını izliyordu. Gözleri yüzündeki her bir detayı zihnine işlemek istermişçesine geziniyordu.
Kabanındaki telefonun titrediğini fark ettiğinde Lara'yı uyandırmadan yataktan kalktı ve telefonu kabanından çıkarttı. Gelen bildirime tıklayıp kilidin açılmasına neden oldu.
Selçuk Turalı: Eğer müsaitsen seninle konuşmak istediğim bir konu var.
Caner'in tek kaşı yukarıya doğru kıvrılırken bakışları yatakta yatan Lara'ya çevrildi. Haber vermeden giderse kadının korkacağını düşündü ama hiçte uyandırmak istemiyordu. Dudaklarını çaresizce içe büktü ve kafasını iki yana sallayıp bakışlarını telefonun ekranına çevirdi.
Lara ile birlikteyim. Uyuyor, onu bırakmak istemiyorum. Acil mi?
Selçuk Turalı: Hayır. Sadece şunu bilmeni istiyorum ki o adamı bitirecek her şey elimizde. Bunu bil yeter.
Caner, aldığı mesajla dudaklarına büyük bir tebessüm inşa etti.
Teşekkür ederim, Selçuk.
Her şey için...
Selçuk Turalı: Siz Çakırların bana olan borçları giderek artıyor. Bunu nasıl ödemeyi düşünüyorsunuz?
Caner, kıkırdayarak ekrana baktığı an elini hızla dudaklarına yasladı. Bakışları uyuyan kadına çevrildiğinde nefes bile almadı. Kadının uyuyor olduğunu fark ettiğinde burnundan yavaşça bir nefes verip alt dudağını dişledi.
Şakacı şey seni.
Bütün borçları Mete'ye yaz.
Selçuk Turalı: Mete mi önce doğdu yoksa sen mi?
Ben :)
Beş dakika önce doğmuşum, ardından o doğmuş.
Selçuk Turalı: :D
Selçuk Turalı: Abiler, kardeşlerinin yüklerini çekmek zorundadır.
Selçuk Turalı: Şimdi olgun ol ve borçlarını öde CCÇ.
Ödemeyi nasıl istersin?
Selçuk Turalı: Zamanı gelince öğrenirsin CCÇ.
Sen CCÇ değince bir havalı oldum ya :D
Ama seninki bizimkinden daha güzel bence
SET
HKJASHDJAHSDJKH
Selçuk Turalı: Bir ara hatırlat da güleyim.
Selçuk Turalı: Her neyse dediğim gibi her şey yolunda haberin olsun. Tehdit riski diye bir gerçek var ama onları bitirecek kanıtlar da var elimizde. Bir ara konuşalım.
Tamam.
Bir de Selçuk senden bir isteğim olacak.
Selçuk Turalı: ?
Kartal Akman'ı buraya çağırabilir misin?
Kız kardeşine evlilik teklifi edeceğim.
Selçuk Turalı: Hoppalaa :D
Selçuk Turalı: İstihbaratçı emin misin?
Selçuk Turalı: Senden beklenmedik bir hareket?
Kayınçomu çağırmak istediğim mi?
:D
Selçuk Turalı: Hayır.
Selçuk Turalı: Evlilik teklifi edeceğin.
Caner, birkaç saniyeliğine Lara'ya baktı. Lara'nın hafifçe ağzının aralandığını ve derin nefesler verdiğini fark etti. Kulağını kabarttığında Lara'nın kısıkça horladığını işitti. Caner, otuz diş sırıtarak kafasını iki yana salladı. Bakışlarını ekrana çevirip parmaklarını klavyede gezdirmeye başladı.
Sanırım hiç bu kadar emin olmamıştım.
:XD
Selçuk Turalı: Kalbini çaldırmışsın istihbaratçı.
Selçuk Turalı: Geçmiş olsun.
Sadece kalbimi değil, kulaklarımı bile çaldırmış olabilirim.
Benim hatun biraz horluyor da.
SHAKJHSJDHAJSKHD
Selçuk Turalı: :D
Selçuk Turalı: Aaa sen bilmiyor musun?
Neyi?
Selçuk Turalı: İstihbaratçıların eşleri horlar.
Selçuk Turalı: En iyi sinyal kesicidir.
Selçuk Turalı: Kıymetini bil.
HJKDSAHDJHDJHASD
Bilgi için teşekkürler.
Yine borçlandım sana.
Selçuk Turalı: Hadi hadi git ve dünyanın en güzel şarkısını dinle.
Peki.
Tşk. :)
Caner, telefonun ekranını kapattı ve kabanının cebine koyup kabanını üzerinden çıkarttı. Masanın yanındaki sandalyeye koyup adımlarını yatağa yöneltti. Yavaşça Lara'nın yanına uzandığında gülümseyerek Lara'yı izledi. Aralı dudaklarının arasından çıkan her nefesi hayranlıkla izledi. O kadar masum görünüyordu ki Caner, bir an için dayanamadı ve dudaklarını Lara'nın dudaklarına hafifçe yasladı. Lara, uykulu bir şekilde Caner'e kollarını sarıp sağ bacağını Caner'in üzerine attı.
Caner, şaşkınlıkla Lara'yı sarmalarken kadının bu halini daha önce görmediğini düşünüyordu. Lara'nın verdiği nefesler onun yasladığı dudaklarına çarparken Caner, hafifçe gülümsedi ve kollarını iyice kadına sardı. Gözlerini ağırca kapattığında belki de ilk defa en hızlı şekilde uyuyakaldı.
Zaman, bir an için farklı bir noktada belirdi.
"Buna asla izin vermem!"
Koordinasyon merkezinin kapısı kapalı olmasına rağmen, askeriyenin koridorunda yankılanan Mete'nin sesi bir an için herkesi durdurmuştu.
"Sen benim kararlarımı sorgulayamazsın MMÇ! Kendine gel! Karşında kimin olduğunu unutma."
Koordinasyon merkezinde hava gergindi. Eyşan, çatık kaşlarıyla ayakta durmuş, ne yapacağını bilmeyen bir suratla yalnızca masaya bakıyordu. Mete, masanın tam karşısında yer almış ellerini masaya yaslamıştı. Masanın diğer ucunda elleri masanın üzerinde duran Alparslan Çakır, Mete'ye ilk defa herkesin içinde öfkeyle bakıyordu. O masanın etrafında yalnızca sırdaş olarak Selçuk, Çilingir, Ahmet vardı.
Başka hiç kimse bu sahneye şahit değildi.
Selçuk'un bakışları Mete'ye çevrildi.
"Kartal büyük bir tehdit altında Mete. Caner, Kartal'ı çağıralım demeseydi ve ben onu aramasaydım onun kaçırıldığını öğrenmeyecektik."
Mete, sinirle gözlerini sıkıca yumdu ve derin bir nefes verip yeniden gözlerini açtı.
"Kartal'ı bir şekilde kurtarırız." diye bağırdı ardından sesinin tonunu düşürerek "ama Lara'yı öldü olarak göstermemiz bir şeyi değiştirmez. Bunu yapmamız mantıklı tamam, anlıyorum ama Caner'e bunun bilgisini vermemiz gerekiyor."
Alparslan Çakır, sabır çekerek kafasını geriye doğru yasladı ve iki yana sallayarak doğruldu.
"Oğlum, karşımızdaki adamlar salak değil. Caner gerçeği bilirse üzgün olmayacak ki aksine, daha rahat davranacak. Kartal'ı oradan kurtarabilmemiz için feda etmek zorundayız."
Mete, ısrarla kafasını salladı.
"Caner bunu kaldıramaz. Anlıyor musun?" kaşlarını kaldırdı. "Kaldıramaz." dedi ve masanın yanından ilerleyerek Alparslan Çakır'ın yanında durdu. "Baba Caner ölür. Hatırla, Eyşan öldü diye nasıl delirdiğimi, ateşlerin içine gireceğimi, beni zor zapt ettiklerini hatırla. Annem öldü diye yaşadıklarını hatırla. Neden sürekli acımızı bir başkasına yüklemek ve onda çekmek ve yine lanet olsun ki, görmek, izlemek zorundayız?"
Alparslan Çakır, güçlükle yutkunduğunda kafasını iki yana salladı.
"Bunu yapmak zorundayız."
Mete, kafasını iki yana salladı.
"Caner, Lara'ya evlilik teklifi edecek baba."
Alparslan Çakır, kaşlarını kaldırdı.
"Ne?"
Mete, alt dudağını dişlerinin arasına sıkıştırıp kafasını iki yana salladı.
"İlk defa âşık oldu. Onu elinden almayalım. Kalbini söker atarız, yapmayalım. Geleceğim diyor baba, Lara'yı, geleceğini elinden almayalım."
Alparslan Çakır, herkese arkasını döndüğünde dolan gözlerini saklamak istercesine elleriyle yüzünü kapattı. Selçuk, Mete'nin omzuna dokundu.
"Eğer Kartal'ı kurtarmazsak Lara, ikizini kaybedecek."
Eyşan, kafasını iki yana salladı.
"Lara'nın ailesinden kalan tek kişi Kartal, o da bunu kaldıramaz, çöker."
Ahmet, düşünceli bir şekilde Mete'ye baktı.
"Benim bir fikrim var."
Mete'nin gözleri Ahmet'e çevrildiğinde Ahmet, ağırca arkasına yaslandı ve derin bir nefes bıraktı.
"Caner ve Lara'yı aynı anda şehit oldu olarak göstereceğiz. Ardından Kartal'ı kurtaracağız. Kartal'ı kurtardığımızda ise hayatlarına sahte isimlerle devam etmek zorunda kalacaklar."
Mete, kafasını iki yana salladı.
"Anlarlar," dedi ve babasının sırtına baktı. "salak değiller."
Çilingir, masaya yaslı sağ elinin parmaklarını düşünürcesine masada hareket ettirdiğinde Mete, Çilingir'e baktı.
"Ne düşünüyorsun?" diye sordu.
Çilingir, Mete'ye baktı.
"Kartal ölürse Lara da ölür. Caner, Lara'yı iyileştirmeye çalışır ama Lara'yı öldü olarak gösterirsek bu sefer Caner ölür ve biz onu iyileştirmeye çalışırız. Lara, Caner'den ayrı kalacağı için yaralanır ve o da ölür. Her türlü iki ucu boklu değnek. Kartal'ı kurtardığımızda yapacağımız plan ile üç kişinin ölümüne sebebiyet veririz." dedi ve sağ eliyle masadan güç alarak ayağa kalktı.
"Zirve'nin tersi pistir. Ne yapacağı belli olmaz. Bir kişiyi kurtaracağız diye iki kişiyi öldüremeyiz. Bazen bir kişinin ölümü ise iki kişinin canını kurtarır."
Selçuk, dehşetle Çilingir'e baktı.
"Kartal'ı feda mı edeceğiz?"
Çilingir, çaresizce Ahmet'e baktı.
"Bu adam onurunu feda etti vatanı için." dedi ve Mete'ye baktı. "Ve bu adam da kardeşi için canını verir." En sonunda gözleri Selçuk'u buldu. "Kartal'ı feda edeceğiz. İki kişi yaşasın diye."
Eyşan, kaşları çatık bir vaziyette sandalyeye çöktü ve kafasını iki yana salladı.
"Ya da hiçbirini feda etmeyeceğiz." dedi ve gülümsedi. Bütün bakışlar Eyşan'a çevrildiğinde Eyşan, cebindeki telefonu çıkarttı ve ekranını açtı. Mete, tek kaşını kaldırmış bir şekilde Eyşan'ı izlerken ne yapacağını merakla ve sabırla bekliyordu. Eyşan, telefonundaki sinyal dağıtıcı bir uygulamayı aktif ettikten sonra ezberindeki numarayı tuşladı ve kulağına yasladı.
Asena, geçmişiyle yüzleşmeye hazırdı.
"Slaw, min Asena Gündüz im. Sêb ba şma dain."
Ama gelecek, onun için çoktan planını yapmıştı.
-
BÖLÜM SONU
Merhaba, merhaba, merhaba. Bu bölümün yazar kısmını yazarken bambaşka bir psikolojinin içerisindeydim. SEVEREK okuduğum bir kitabın sonu neredeyse bütün psikolojimi alt etti. O yüzden zar zor yazdım. Her neyse; bu bölümden itibaren geri sayıma geçiyorum. Çünkü aklımdaki plan dahilinde Güvercin 3 parttan oluşacak. 22. Bölümde 1. Kitabın Sonu olarak bitirmiştim ve 42. Bölümde 2. Kitabın Sonunu yazacağım ve ara vereceğim. Beni bilenleriniz bilir, öyle bir ay, iki aylık bir süreden bahsetmiyorum. Nefes alma süreci olarak düşünebilirsiniz çünkü hiç ara vermeden 38. Bölüme gelmek benim için çok zorlu bir süreçti.
Uykularım darmadağın oldu.
Yine her neyse diyerekten, off gerçekten çok kötü bir durumdayım. Bölüm içerisinde sahne gereği kullanmam gereken bir kelime vardı ve o kelimeyi silmek istiyorum ama silemiyorum. Kusura bakmayın... Gidiyorum ben ya ühühühühü...
Koyduğum son noktada görüşmek dileğiyle.
Sultan Çakır
üç şubat iki bin yirmi beş
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.29k Okunma |
1.47k Oy |
0 Takip |
88 Bölümlü Kitap |