Ayyy çok uzun bir bölüm ile karşınızdayım. (Kaydederken canım çıktı, iki kez sinir krizi geçirdim) 12.000+ kelime. Yazarken ömrümün yarısını feda ettim ama olsun. İçime sindi. Biraz ağlayarak biraz gülerek yazdım. Umarım beğenirsiniz.4
Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen. O zaman iyi okumalar.
(Yedi saat sonra)3
Asya tekrar karşımdaydı. Kendimi affettirmek için her şeyi yapardım. Zaten şu an bu yüzden karşı karşıyaydık.
"Ne olursa olsun yapar mısın?" dedi.
"Ne olursa olsun." dedim. Nefes almak bile sen olmadan güç benim için.
Kara gözlerin gözlerime dikti. Nefret, tiksinti... Benim gözlerimdeyse yaş. Tekrar gözlerindeki geceyi görmeme izin ver meleğim. Yalvarırım. Demek istediğim o kadar çok şey vardı ki. Fakat hiç biri dökülüyordu aciz dilime.
Elini arkaya götürdü. Hâlâ gözlerinin içine baktığım için anlamadım ne yaptığını. Kilitlenmiş gibiydim.
"Yaşadığın sürece affedemem seni." dedi. Gözlerim bana uzattığı şeye kaydı. Bir tabanca...
"Sen ve Beyaz Melek aynı kişisiniz. Sen -siz- yaşadığınız sürece ben seni affedemem. Sana duyduğum bu öfke Beyaz Melek ölmeden dinmeyece."
Bana uzattığı silaha bakmaya devam ettim. Zihnindeki bütün sesler dindi sanıyordum ama Beyza Melek kahkaha atıyordu. 'saçmalama' diyordu. 'bizi öldürmesine izin mi vereceksin?'5
O beni öldürmek istemiyordu ki. O içimdeki Beyaz Melekten kurtulmak istiyordu. O içimdeki Beyaz Melekten kurtulmamı istiyordu.
'o senden vazgeçmez, kesin şarjör boş.' diyordu keyifle.1
Hayır, silahlar benim işim. Ağırlığından bile anlaşılıyor, şarjör dolu. İki kurşun.
Ne yapacaksın Asya, ben kendime sıktıktan sonra sende kendi kafana mı sıkıcaksın?
...
🔗
Her şeyin bir anda elinden kayıp gittiğini görmekten daha fazla hayal kırıklığına sebep olan bir şey var mı? Hayal kırıklığı... Sessizce içini kemiren bir duygu. Öfke gibi bir anda dışarı atamazsın, hüzün gibi gözyaşlarına dökünce geçmez. Sadece içinde ki bir boşluktur.4
Güven kolay kazanılmayan ama hemen kaybedilen bir duyguydu ve ben en çok güvendiğim insanlara duyduğum güven yüzünden şu an hayal kırıklığı yaşıyorum.
Onları tekrar affetmek istiyordum fakat bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. İçimdeki kırgınlık geçecek gibi değildi.
Anneemlerin yanına restorana gitmek için hazılandım. Uzun zamandır restorana ve kliniğe doğru doğru düzgün gitmiyordum.
Yürüyerek restoran ve evin arasında biraz mesafe vardı fakat hava almak için iyi bir fırsattı. Restorana yaklaşırken telefonum çaldı ve arayanın İdın olduğunu gördüm.
"Şey diyecektim, Opera binasında mısın?"
"Hayır canım, şimdi restorana geçiyorum annemlerin yanına, niye sormuştun?"
"Şey..." dedi çekinerek "Bugün doğum gününmüş ve belki birlikte yemek yiyebiliriz diye düşündüm."
Gülümsedim. "Şu an restorana gitmem lazım ama teklifin çok tatlı, bak ne diyeceğim ben sana adresi atayım sen de oraya gel."
Restorana geldiğimde bir 10 dakika sonra zaten o da gelmişti. Bana sıkıca sarıldı ve bir paket verdi. "Ne gerek vardı?" dedim paketi alarak. "Ne demek, Ne gerek vardı? Bugün doğum günün ama paketi şimdi açma, paketi açtığın zaman yanında olduğumdan emin ol." dedi, ben içindeki şeyi daha fazla merak ederken.
"Mutfak tarafına geçelim." dedim mutfağa doğru ilerlerken. Annem İdın'ı gördü ve onu selamladı. "Bir şey ister misin?" dedim "Sadece su, teşekkür ederim."
O ve annem tatlı bir sohbete girerken ona su verdim. "Asya benzediğinizden bahsetmişti ama bu kadarını tahmin etmemiştim." dedi annem, sıcakkanlı bir sesle. İdın çekinerek gülümsedi, oldukça utangaç duruyordu şu an.1
Annem utanmasını fark etmiş olacak ki daha samimi ve sıcak bir ifade takındı. İdın'nın eline kaşık verdi. "Oğlum sen 2 dakika şu çorbayı karıştır bakayım." dedi. İdın gülümseyerek çorbanın başına geçti.
"İki dakikada iş verdin çocuğa anne." dedim sitemle.
"Aman canım çorbayı karıştırırken de konuşabilirsiniz." dedi annem.
İdın çorbayı karıştırırken annem tekrar İdın'a baktı sonra hafif bir çığlık attı. Onlara döndüm.
"Oğlum silah mı belindeki?" dedi annem dehşetle.
İdın'nın elini arka cebine götürdü sonra tekrar anneme döndü. "Şey, şimdi şöyle..."
"Kız ne işin var silahın sende?" dedi annem.
"Teyzeciğim benim işim bu." dedi İdın.
"Ay sen de Hyun Su gibi güvenlik şefi misin?" "Hyun Su'yu tanıyor musunuz?" dedi İdın şaşkınlıkla. Annem başını salladı. "Tanıyorum tabii, Ada tanıştırmaya getirdi. Hem Alex'i de tanıyorum, o da bahsetti."
"Evet, güvenlik şefiyim ama silahın emniyet kilidi kapalı." dedi İdın, annem başını salladı. "Olmaz, silahı oradaki dolabın üstüne kat bakayım. Mutfağımda silah milah istemiyorum." İdın annemin elindeki bıçağa baktı, bence o sıra belindeki silahtan daha tehlikeli geldi o bıçak.2
Dolaba doğru ilerledi belindeki silahı çıkarttı, şarjörü ayırdı ve ikisini havaya kaldırarak gösterdi. "Bak, şarjörü de çıkarttım." dedi şarjör ve silahı ayrı ayrı dolaba yerleştirdi ve dolabı kapattı. "Oldu mu?" "Daha iyi, şimdi çorbayı karıştırmaya devam et, dibi tutacak." Gülerek çorbaya ilerledi.
"Asya'nın baskın karakterini nereden geldiği anlaşıldı." dedi keyifle.
Ben de bir köşeye geçerek domatesleri doğramaya başladım. İş saatine denk geldiği için şu an içerisi pek kalabalık değildi.
İdın'nın gitarı yanındaydı, kenara, masanın yanına bırakmıştı. Esma ilgili gözlerle gitara bakıyordu. Bizim restoranda çalışan bu genç kızın müziğe karşı hep bir ilgisi olmuştu.
"Gitarını da getirmişsin." dedim. Başını salladı. "Aynen, telleri ile ilgili bir sorun vardı, çıkmışken onu da halledeyim dedim."
"Klasik gitar mı çalmak daha zor yoksa elektro gitar çalmak mı daha zor?" diye sordu Esma. İdın bir süre düşündü. "Şey... aslında ikisi de teknik olarak aynı mantıkta ama ben elektro çalmayı daha çok seviyorum."
İkisi bir süre gitar ile ilgili sıcak tatlı bir konuşmaya girdiler, arada annem müzik hakkında komik yorumlar yapıyor bende konservatuar anılarımı anlatıyordum. İdın oldukça mutlu görünüyordu. Daha az utanıyor, içtenlikle sohbeti sürdürüyordu.
Esma açıldıkça sorularını daha da kişileştirmeye başladı Bir süre sonra sevgilin var mı sorusu geldiğinde azarlarca bir şekilde ona döndüm "Esma!"
"Sadece merak ettim." dedi genç kız, dedikodu istiyordu anlaş.
"Evet, sanırım bu yıl 7 yıl oluyor." dedi İdın düşünerek. "Maşallah maşallah, evlenmeyi düşünüyor musunuz? Yaşın da gelmiş." dedi annem.
İdın elini ensesine götürdü. "Şey aslında öyle çok resmiyete dökmek gibi bir hevesimiz yok." dedi annem kaşlarını çattı. "He bu da yeni moda oldu."
Ah anneciğim Ah, onların durumu öyle bir şey değil ki.4
"Hayır, hayır. Sadece şey, ikimiz de ailemizi çok önceden kaybettik ve şey sanırım o yüzden büyük bir düğün gibi bir hedefimiz yok." İdın Türkçesini sınırlarını zorluyor, üstelik utandığı zaman şeytandan çok Eros'a dönüyordu.1
"Anne rahat bırakın çocuğu." dedim. Çünkü biliyorum, fotoğraf meselesine gelecek konu ve İdın'nın bunu açıklamak isteyeceğinden pek emin değilim.
"O ne iş yapıyor?" dedi Esma "Doktor, vakfın revirini yönetiyor." Esma ufak bir kahkaha attı "Biriniz güvenlik şefi, biriniz doktor. Zıt kutuplar birbirini çekermiş."
İdın gülümsedi. "Aslında Félix çok uyumlu biridir. Karşısındaki kim olursa olsun hemen uyum gösterir." Esma bir an elindeki yemeği bırakarak İdın'a döndü. "Félix mi?" İdın başını salladı. "Şey evet, o Fransız." Annem hafif bir kahkaha attı. "Bir Fransız, bir İspanyol, Türkiye'de bir araya gelmişler."
İdın da hafif bir kahkaha attı. "Vakıfta çok fazla yabancı çalışan olduğu için bu gibi durumları çok yaşıyoruz."
Esma çekinerek araya girdi "Fransızcada Félix erkek ismi değil miydi?" İdın bir an çorbaya gözlerini dikti. Varlıksal bir nitelik taşıyormuş gibi çorbaya baktı. Büyük ihtimal ne diyeceğini düşünüyordu.
"Şey aslında..." diye söze başladı İdın. Büyük ihtimal bir yalan söyleyecekti. Fèlix'le ilgili yalan söylemenin hiç hoşuna gitmediğinin farkındaydım. Elimi omzuna kattım, gözleri bana döndü, başıma hafifçe salladım. Şu an mutfakta ben, annem, Esma ve İdın tektik. İdın boğazını temizledi. "Şey aslında, Félix kız arkadaşım değil." dedi.
Annem ve Esma anlamayarak bakıştılar İdın telefonunu çıkarttı ve onlara bir resim gösterdi.
Félix'in üstünde beyaz doktor önlüğü vardı, kameraya gülümseyerek bakıyordu.
Annem ve Esma şaşkınlıkla ekrana bakmaya devam ederken İdın başka bir fotoğraf gösterdi. Büyük ihtimal birkaç yıl önce çekilmiş bir fotoğraftı İdın'nın ön taraftaki uzun tutamlarından biri yüzünün önüne geliyordu ve Félix masada İdın ile konuşurken o tutam ile oynuyordu. İkisi çok tatlı duruyordu.
İdın telefonu kapatıp, tekrar cebine katarken çekingen bir şekilde annemin ve Esma'nın tepkisine baktı. Esma birdenbire çığlık attı. "Ayy çok yakışıyorsunuz!"
İdın'nın yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yerleşti ve kızaran yanakları ile teşekkür etti.
Çekinerek anneme kaydı gözleri. Annem elini İdın'nın omuzuna kattı. "Amam oğlum, boş ver. Kalp değil mi bu? Son kararı her zaman o verir. Maşallah oğlumuz da pek tatlıymış hep mutlu oldun e mi. Onu da getir, bir tanışalım." dedi.2
İdın oldukça duygulanmış görünüyordu. Gözleri bana kaydı, elimi omzuna attım. "Ay siz asıl gerçekte göreceksiniz, o kadar tatlılar ki."
Bir süre İdın ve Félix hakkında konuştuk. İdın, aşkı sesine yansıyan bir şekilde bize biraz Félix'i anlattı, aralarda yaptığım yorumlarla daha çok utanıyordu ama olsun.2
İki saate yakın mutfakta sohbet ettikten, benim küçüklük ifşalarımı, İdın ve Fèlix'in romantik anlarını, annemin müşterilerle yaşadığı münakaşaları, Esma'nın okuldaki hocalarını 2 saat boyunca konuştuk ve o kadar keyif aldım ki. Bir süre sonra molası biten veya mutfağa geçen diğer çalışanlar da katılmıştı konuşmaya.
Şu an içinde bulunduğumuz restoran o kadar büyük değildi. Bir mahalle restoranıydı ama açıkçası oldukça işlek olduğu saatler oluyordu. Eminim şu an iş saatine denk gelmeseydi içerisi tıklım tıklım olurdu. Her şeyin başladığı dükkan burasıydı. Bu dükkandan sonra ailem 3 dükkan daha açtılar bir tanesi Form AVM de oldukça ilgi gören restoranlardan biriydi ama annem her zaman şu an içinde bulunduğumuz dükkanı daha çok severdi. Babamla tanıştığı yer burasıydı.
Babaannem hemşireymiş, büyükbabamsa asker. Büyükbabam şehit düştükten sonra büyük annem babamı da alarak Mersin'e gelmiş çünkü büyükbabam da babaannemde Mersinliymiş ve tek başına hem bir çocuk büyütüp hem de çalışamayacağının farkındaymış. babaanneme de babama da sahip çıkmışlar. Babamın okuyup iyi bir iş sahibi olmasını istemişler fakat babam sürekli okuldan kaçarmış. Yaşıtları gibi kahveye, gezmeye falan gitmezmiş, o kadar severmiş ki mutfakta olmayı. Evlerinin karşısında bulunan restorana gider, orada mutfaktakilerle ağız dalaşına girer onların yaptıklarını inceler arada yardım edermiş. Dedem yani annemin babası, babamın mutfakta olmayı ne kadar sevdiğini görünce babaannem ile konuşmuş ve babamı çırak olarak istemiş.
Okul yolunda gözü olmadığını anlayınca babamın mutfakta çalışmaya vermişler. İlk basit işlerle başlamış sonra gitgide yükseltmiş. Annem de gastronomi öğrencisiymiş o da aynı babam gibi mutfağa ilgiliymiş, şehir dışında okuyormuş ama Mersin'e döndüğünde ailesinin yanında bu dükkanda çalışıyormuş. O zamanlarda babam onun çok yakın arkadaşıymış. Zamana değişmiş duyguları. Birbirlerini sevmeye başlamışlar. Gerçi babam tatil zamanları hep annemin Mersin'e dönmesini gözlermiş. Sonra annem ve babam evlenmiş.
Bir tane de teyzem var annemden çok küçüktür. Annem ondan bahsederken hep sürpriz yumurta der, hiç beklenmeyen bir bebek. Ben ve onun arasında 6 yaş tek var. Özlem teyzem ve ben her zaman iyi anlaşmışızdır. Kendisi veteriner, mutfağa hiç ilgi duymadı, onun hayvanlara duyduğu ilgi bana da geçti.
Özlem teyzem hiç evlenmedi O yüzden bir kuzenim yoktu ki zaten kuzenim olsaydı da eminim aramızda çok yaş fark olacaktı. Annemin ve babamın kuzenleri vardı. Küçükken pek yan yana gelmezdik. Bu yüzden olsa gerek şu an bile aramızda o kadar büyük bir samimiyet yoktu.
Öyle işte, ufak, küçük bir çekirdek ailemiz vardı.
Gözüm İdın'a kaydı. Acaba onunla birlikte büyümek nasıl olurdu?
Ona da kızmak istiyordum, içten içe ona karşı da kim gütmek istiyordum fakat olmuyordu. Niye bilmiyorum ama kendine şeytan diyen bu adama karşı içimde herhangi bir kötü bir duygu besleyemiyordum.
🍄
Restorandan ayrıldığımız zaman annem İdın'a sımsıkı sarılmıştı. "Bir daha gel olur mu oğlum? Ben seni çok sevdim." demişti "Asya olmasa da gel ama bak mutlaka gel, tamam mı?"
Bir an İdın afalladı, gözleri beni buldu ona gülümsedim. İdım da gülümsedi. "Tamam mutlaka gelirim. Bende sizi çok sevdim." dedi Ve anneme sıkıca sarıldı. Annem bilemezdi ki o zaman aile şefkatine hasret bir çocuğa sarıldığını. Belki de biliyordu, anneler hissederdi. Belki de oda İdın'nın ruhunu hissetmişti, bu yüzden diretmişti bir daha gelmesi için.
İdın ile birlikte yürüyüş yaptık. Restoranın aşağısında bir yürüyüş yolu vardı ve yürüyüş yolu sonunda da bir park vardı. Bu Park genelde o kadar kalabalık olmazdı çünkü hemen biraz ileride kocaman başka bir park vardı ve genelde çocuklar orayı tercih ederdi. Bu eski park ise benim ve benim jenerasyonumun çocukkenki oyun alanıydı. Hâlâ çok nostaljik geliyordu burası. Yenilenmemişti pek fazla, fakat zaten yenilenmeye ihtiyacı yoktu. Hâlâ eskisi kadar dimdik ve sağlamdı sadece kaydıraklarını yenilemişlerdi.
Tahta salıncaklara doğru ilerledim ve birine oturdum İdın da yanımdaki salıncağa oturdu. Bir süre sallanarak ağaçlardan ağaçlara atlayan kuşlar izledik.
"Küçükken buraya gelmeyi çok severdim." diye anlatmaya başladım "Çocuklar birlikte oyunlar oynarlardı ama ben katılmazdım. Böyle salıncakta sallanıp insanları izlemeyi daha çok severdim."
İdın'nın yüzünde tozlanmış, kederli bir ifade vardı. "Ben küçükken bizim eve yakın bir park yoktu zaten olsaydı da büyük ihtimal gitmeyi sevmeyecektim. Bizim evin olduğu mahalle de pek tekin değildi, oyun arkadaşım olduğu söylenemez."
Küçüklüğünde neler yaşamıştı acaba. İdın Ruiz dokunarak insanları öldürebilmek için nelerini feda etmişti? Yeteneklerimiz bize öyle ödül olarak verilmemişti, onları keşfetmek, öğrenmek başlı başına birer sorun, birer sorumluluktu.
"Sen kimi öldürdün de dokunarak insanları öldürebileceğini keşfettin?"
İdın aşağıya konan küçük kuşu izledi. "Benim yeteneğim birdenbire gelmedi bana, gelişti."
Ne yaşamıştın da bedenin böyle bir savunma geliştirmişti?
"Aslında, bence her insan içindeki nefreti dışa vurabilir. Sadece bunu öğrenmeleri lazım. Ben şans eseri öğrendim."
"Peki kimdi o ilk kez yeteneğinle dokunduğun kişi?" dedim merakla, umarım fazla ileriye gitmiyorumdur.
"Üvey babamdı." dedi Boğuk bir sesle.
Genelde İdım cümlelerine 'şey' diyerek başlardı. Büyük ihtimal zihninde cümleleri Türkçe'ye çevirmeye uğraştığı için bu kelimeye çok takılıyordu veya sadece bir alışkanlıktı. Fakat önceden çok düşünmüş gibi bu sefer cümleleri doğrudan söylemişti.
"Düşünsene Asya, böyle cidden kardeş olsaydık, birlikte büyüseydik ne kadar güzel olurdu? Hiç canından ayrılmazdım. Neden uyuyamıyorsun bilmiyorum ama tahmin edebiliyorum. Büyük ihtimal bir gün uykuya daldığın zaman bir şerefsiz dokundu sana. Birlikte büyüseydik, her uyuduğunda başında nöbet tutsaydım sen uyanana kadar kimse dokunamazdı sana. Sen de anlıyorsundur az çok benim nefretimin nereden geldiğini. Bizim geçmişimiz de yüzlerimiz gibi benzer. Belki ikimizin de yetenekleri olmayacaktı Ben dokunarak insanları zehirleyemeyecektim. Sen hayvanları anlayamayacaktın ama yine de güzel olmaz mıydı, yani normal iki çocuk gibi büyüseydik?"
Bir süre bize verilmeyen hayatın hayalini kurdum. Evet, çok güzel olurdu.
"İyi de öyle olsaydı savaşçıları hiçbir zaman tanıyamayacaktın?" dedim. Bana döndü. "Onca şey geçti başından, sana o kadar zarar verdik, hâlâ bizimle tanıştığın için mutlu musun?"
Bir süre düşündüm. "Evet, çok kırgınım hepsine. Affedemeyecek gibi hissediyorum, içimdeki kırgınlık çok büyük. Fakat tuhaf bir şekilde onları affetmek istiyorum. Kader bize normal bir hayat bile vermedi. Belki birbirimize sığınabiliriz. Evet hatalarımız var, hangimizin hataları yok ki? Senin de var, benim de var, onların da var. Sadece o hataları telafi etmemiz lazım. Yani en azından telafi etmek için bir adım atmamız lazım. Sadece... umarım savaşçılar bir yolunu bulurlar. Sadece... umarım bir şekilde her şeyi düzeltiriz."
"Şey, bize nefret kusmanı tercih ederdim, böyle deyince çok mahçup oldum."
Gülümsedim. "Doğru kavramı nedir?" dedim. "Anlamadım?"
"Doğru kavramı senin için nedir?"3
"Şey, kanıtlayabildiğim her şey sanırım." dedi.
"Doğru kavramı herkes için farklılık gösterebiliyor. Senin için kanıtlayabildiğin her şey, benim için bambaşka bir şey, hizafiyet, görecelelik... Ben sofist bir insanım. Kişiye göre her şey değişebilir. Sana göre doğru olan, bana göre doğru olmayabilir. Bu da aynı öyle bir şey. O an onlar için doğru olan oydu, benim için bu. Sanırım bu yüzden kızamıyorum. Çünkü hepimiz hayatı kendi bakış açımızda görüyoruz. Onlara bu kadar kızmamın sebebi kendilerine Adalet deyip Adalet adına bir çaba sarf etmemeleriydi, Alex'e körü körüne güvenmeliydi. Alex'e bu kadar kızdığım şeyse, her şey bildiği halde beni yalnız bırakmasıydı. Belki cidden kötü bir amacı yoktu ama kötü bir yol tercih etti. Çocuk değiliz. İnsan gibi konuşmaya ihtiyacımız var."
"İnan bana hepsi çok üzgün ve çok pişman." dedi İdın.
"Tahmin edebiliyorum. Ama ben pişman veya üzgün olmalarını istemiyorum, bunu telafi etmelerini istiyorum. Benim açımdan değil genel olarak. Cidden Adalet savaşçıları olmalarını istiyorum. Özür dediğimiz kavram öyle her şeyi düzeltebilecek sihirli bir kavram değil ama adalet her şeyi düzeltebilecek sihirli bir kavram. Elbet tekrar aramız düzelecek, bir insan ailesine kırgın olamaz. Alex ile aramız eskisi gibi olur mu bilmiyorum ama bu son gelişen olaylar ona karşı olan bakış açımı da değiştirdi. Alex doğru ile yanlışı kaybetmiş bir insan. arafta kalmış, adalet kavramını unutmuş bir insan. Özünde hâlâ iyi biri. Farkındayım, gözlerindeki güneşi görebiliyorum. Gücü sevdiklerini korumak için istediğini de biliyorum. Fakat kendini kaybetti ve Alex kendini buluncaya kadar tekrar birbirimizin yüzüne bakabileceğimizi sanmıyorum. Benim yapabileceğim bir şey yok, önce o kim olduğunu bulmalı. Beyaz Melek'in kendi içinde biri olduğunu fark etmeli. Sonra karşıma dikilmeli, o zaman ne yapar, ne söyler de onu affederim bilmiyorum ama umarım bir yolunu bulur."
"Ondan hoşlanıyorsun." diye tahminde bulundu İdın.2
"Evet, kabul ediyorum fakat yüreğimde duyduğum duygular için hemen onu affedecek değilim veya yaptığı şeyleri hafifletecek de değilim. Bana yaptıklarını bir başkasına da yapabilirdi veya daha beterini yapıyor da olabilirdi. Evet, Alex'i hâlâ seviyorum, fakat Alex kim olduğunu bilmeden sevginin ne demek olduğunu da bilemez. Ben aptal bir insan değilim, onun duygularının da farkındayım. Fakat şu an karşılık verecek durumda değilim. Her şeyin bir zamanı vardır, diyor Maria; belki daha haklıdır."
"Güçlü birisin Asya." diye girdi İdın konuşmaya. "Bazı insanlar dik duruşunun ardında bir enkaz barındırır. Sen enkazken bile güçlüydün. Sevdiğin, değer verdiğin herkesin karşısına dikilip: Hayır, yanlış biliyorsunuz! diyecek kadar güçlüydün. Adaleti dimdik koruyacak kadar güçlüydün. Sevdiğin adamın karşısına dikilecek kadar güçlüydün."
Gülümsedim. "Alex bize bir şeyler verip bizi güçlendiriyor demişti Hyun Su. O zaman merak etmiştim, bana ne verecekti ve beni güçlendirecekti? Alex bana adaleti verdi, hep özgüvenli bir insan olmuşumdur fakat içten içe düşmekten, yıkılmaktan çok korkmuşumdur. Fakat bu bilekliği bileğime taktığım günden beri tuhaf bir şekilde yıkıldığında beni kaldıracak insanların olduğunu fark ettim. Hata yapmaktan korkmuyorum, yıkılmaktan korkmuyorum, savaşmaktan korkmuyorum. Çünkü bir gün bir enkaza dönüşsem beni toparlayacak insanların varlığını biliyorum. Bakma şu an böyle savaştığımıza. Yıkıldım, sen ve Felix beni toparladınız. Umudumu kaybettim, Öykü beni toparladı. Tamam dedim, yapacak bir şey kalmadı, herkes benden nefret ediyor, Mex ve Maria el attı. Savaşçılar karşısında zayıf hissettim, Zeo beni tutup kaldırdı. Alex bana adaleti verdi, Adalet savaşçılarını verdi. Beni güçlendiren şey bu oldu ve ben artık adalet için varımı yoğumu ortaya katmaya hazırım. En dibi gördüm ve en dipten beni çıkardınız her zaman çıkaracaksınız."
"Bahsettiğin barış günü umarım hemen gelir." dedi İdın.
Derin bir nefes aldı. "Hediyeni şimdi açmak ister misin?"
Hemen başımı salladım. İlerledim ve kabanımın yanına kattığım paketi aldım.
Özenle paketlenmiş hediyeyi açtım. İçinden bir portre çıktı. Karakalem çizilen portre benimdi! Oldukça detaylı çizilmişti, neredeyse kusursuzdu. Bir iki hata vardı ama o kadar muazzamdı ki.... Alt tarafa Avcı'nın işareti yani pati izi çizilmişti. Arka tarafta ise bir imza vardı, İdın Ruiz'in imzası.
"Yok artık, bunu sen mi çizdin?" İdın başını salladı. Hayranlıkla resme bakmaya devam ettim. "İdın bu ... Bu harika! Resim çizdiğini bilmiyordum."
"Şey, genellikle karakalem. Ufak tefek şeyler işte."
"Pek sayılmaz. Şey, resim çizmek benim için biraz utandırıcı bir aktivite."
Kaşlarımı çattım. "Ne? Manyak! Bu resim harika, bunun gibi kim bilir ne kadar var. Neden utanıyorsun ki?" Benim gibi ayağa kalktı.
"Aslında biraz, şey... Travmatik bir yanı var sanırım. Üvey babam küçükken beni bu konuda çok aşağılardı. Sanırım bu yüzden çizdiklerimi insanlara göstermeyi sevmiyorum." Uzandım ve sıkıca sarıldım. "İdın ben çok teşekkür ederim. Aldığım en anlamlı hediyelerden biri." Kolları beni sararken bir eli saçlarıma gitti.
Travma... Ne trajedik bir kelime aslında. Başka insanların bize açtıkları yaraların ömrümüzün sonuna kadar ruhumuzda yaşayacağımızın bilimsel adı, travma. Genelde çocukken ortaya çıkıyordu ve bu bence travmaların en acımasız yanıydı. Bir çocuğun ruhuna el uzatmak nerden bakarsan bak insanlıktan uzaktı.2
Bazen dalga geçerek ortaya çıkıyordu, bazen küçümseyerek. Bazen işler dahada iğrençleşiyor ve sapıklar o küçük, bedene göz koryuyordu. İnsan bedeni demezsin yedi, sekiz yaşında birinin bedeninden bahsederken, çocuk bedeni dersin. İşte o sapıklar bir çocuğa dokunma isteyecek kadar aşağlıktı.
Şu an çocuk parkında duran iki yetişkindik. İdın bana bir resim hediye etmişti, çizdikleri ona travma olmuştu. Sonra saçlarımı sevmişti. Bilmiyordu belki ama saçlarım da bana taravma olmuştu, uyumak gibi.1
Biz iki yetişkin insandık şimdi ama daha çocukken yetişkinlere nefret beslemeyi öğrenmiştik. Birimiz bu nefreti dışa vurmuş, öldürmeyi öğrenmişti, öteki insanlara küsüp susmayı, hayvanların dilini öğrenmişti. Biz iki yetişkin, biraz önce birlikte büyümenin hasretini çekmiştik. Birbirimizi korumak için.
Bir birbirimize geçmişimizi açmıştık aslında, yüzlerimiz kadar benzer olan geçmişimiz. Biliyordum. Küçükken sana da dokundular değil mi kardeşim? Bu yüzden bu kadar çok sarılmak istiyorsun bana. Beni korumak için, seni korumam için. Biz birimizi geçmişimizden koruyabilir miyiz ki?
"Biyolojik babam annemin hamile olduğunu öğrenince kaçmış. O baba olmak istemiyormuş. Ama annem yinede bebeğini aldırmamış. Nedenini hiç bilmiyorum, belki hâlâ mutlu bir hayatı olacağına umut ettiği içindir. Sonra başka bir adamla evlendi. Pek iyi bir evlilikleri olmadı. Küçüklüğümle ilgili hatırladığım kavga etmedikleri tek bir gece bile yoktu. Annem kendini alkole verdi. Ayık gezmezdi. Zaten alkol komasına girip öldü. Ona yakışır bir son. Sonra o şerefsizle tek kaldım. İlk, beni çocuk yurdunda bırakır diye çok korktum. Keşke biraksaydi."
Bir süre sutu. "Şey, şiddetle başladı. Sonra alkol alarak kafayı bulduğu zamanlarda dokunmaya başladı. Sonra alıştığı için olsa gerek ayıkken de dokumaya başladı. Zamanla bir iki temas girişimini geçti. O zaman aklım az çok eriyor, ama hâlâ çocuktum sonuçta. Ben kız değilim ki, neden bana dokunuyor diye merak ediyordum. Sapık bir ruh için bunun bir önemi yokmuş. Senin kim olduğun, ne hissettiğin, ne düşündüğün... Bunların hepsi önemsiz, o sadece senin bedenini ister. Cinsiyetin, rengin, yaşın ne olursa olsun. Söz konusu aptal, sapıkça arzulara geldiği zaman ırkçılık, yaş sorunu vesairenin bir önemi kalmıyordur belki de."
Gözünden akan yaşları fark ettim. Boğazım düğümlendi. Teselli etmek istedim ama ne denirdi ki böyle bir durumda? Zaten ne desem diyim ona bir faydası olmayacaktı. Biliyorum. Bana uzak şeyler değiller.
Onu kendime çektim ve sıkıca sarıldım.
Hayır, geçmeyecek, dün sen, bu gün o, yarın bambaşka biri.
Onun gibi olanlar hâlâ yaşıyor. Bir sapık ölüyor, bir sapık on kişiyi öldürüyor.
Hayır, kabuslarından o anı yaşamaya devam edeceksin. Mutluluk bile yük olacak.
Ama senin dışında kimse kendini suçlamayacak. Sen öleceksin, onlar hatalarını bile bilmeyecek.
Hayır, benzer olaylar yaşadık ama farklı şartlarda. İkimiz benzer ama farklı ruhlarız, seni senden başka kimse anlayamaz.
Hiç bir şey söylemedim, Sadece sarıldım. Ki ona bunun dışında bir şeyin yardımcı olamayacağını biliyordum.
"İşin can alıcı yanı ne biliyor musun? O... Fèlix'in resmen tıpatıp aynısı, kirli bir evrende, kötü bir Félix... Daha yaşlı daha çirkin ama yani yüz. Tanrı benimle dalga geçmek için mi yoksa özür dilemek için mi bana böyle bir kader sundu bilmiyorum. Ruhumu iyileştiren de, onu parçalayan da aynı yüzdü."
"İdın." dedim bu sefer ben onun saçlarını okşarken. "Geçmiş bazen-" benim sözlerimi bölen ileriden gelen yaşlı bir ses oldu.
"Tü! Bu ne böyle, Koca koca inanlar, boy var akıl yok. Başka bir yer kalmadı mı, çocuk parkı bura! Fallik fallik hareketler."2
İlk idrak edemedim sonra iliklerime kadar sinir sıçradı. "Ne saçmalıyorsun sen ya? Bana bak, düzgün konuş, kardeşim o benim!"
"Bizim zamanımızda erkek kardeşimizin yanida yayıla yayıla oturmazdık bile. Sarmaş dolaş duruyorlar."
"Senin kardeşin abazaysa bana ne teyze? Kardeş yahu kardeş, seni yiycek diye korkuyorsan sorun zaten senin kardeşinde."
"Ne yemesi, ahlaksız? Saygı vardı bizde saygı!" Ona doğru ilerlerken İdın beni tutup geri çekmeye zorluyordu ama bir kez içimdeki Yenipazarlı* uyanmıştı.1
(Yz: Mersin'in biraz daha 'keko' olan semti.)2
"Bana bak! Saygı değil bu, aile hiç değil. Babana, erkek kardeşine efendi muamelesi göstersen tabi sana köle gibi bakar."
"Sana ne benim babama gösterdiğim saygıdan, iffetsiz?"
"Yahu o zaman sanane benim kardeşime sarılmadan?"
"Sen utanmadan gelip iki yetişkin insanı haddin değilken çocuk gibi azarlarsan, işin olmayan şeye karşırsan; ben kardeşime insan içinde sarılmaya hele hiç utanmam. Burda bana vursa, saçımı başımı yolsa, küfür edip bağırsa sesin çıkmazdı." Sesini taklit ettim. "Çiftlerin arasın girilmez, derdin! Anca işinize gelince namus bekçisi kesilin."
"Hadsiz!" dedi saydığım onca şeye rağmen. "Ahlaksız, gençlere saçma sapan şeyleri öğretiyorlar, hep bu sosyal medya yüzünde, telefonlar yüzünden."
"Cahile sormuşlar: eşeğin kaçmasına suçlu olan, onu bağlandığım ağaç demiş. Allah'ını seversen yürü git beni daha fazla dinden imandan çıkartma." dedim.
İmansız, dinsiz, ahlaksız ve daha birçok şeyi saya saya yoluna devam etti.
Umarım hemen Azrail ile kavuşurlar. Bunun bir iki insanın aklına girmesi fikri bile ödümü koparıyor. Zaten ülke cahil, namus bekçisi kaynıyor, bir de bu yenilerini eklemesin.
İdın'nın kahkaha sesi gelince ona döndüm. Ben hâlâ sinirden kudururken o gülmekten iki büklüm olmuştu. Bende sindirden gülmeye başladım. "Niye gülüyorsun." diyebildim en sonunda. "Ay, yarıldım. Çok iyiydi." "Gülme ya, çingene gibi mahallenin ortasında bağırdım zaten." İdın tekrar gülmeye başladı.
"Ay, tamam tamam. Neyse geç oldu, seni evine bırakayım."
Teyzenin dedikodusunu yapa yapa yururken İdın tekrar gülmüştü, birkaç insan dönüp bize bakmıştı ama olsun. Biraz önce geçen konuşmadan sonra iyi gelmişti. Bir süre sonra İdın'nın telefonu çaldı.
"Efendim, Cesika? Aynen yakınım. Tamam tamam ben alırım. Yok canım, yakınım dedim ya. Tamam Cesika uzatma, görüşürüz." Telefonu kapatıp bana döndü. "Aşağıda, buraya çok yakın bir pastane var, eğer senin için geç olmazsa önce oraya uğrayabilir miyiz?"
"Buraya çok yakın zaten. Hem harika kurabiyeleri var, dereotlu bir kurabiyeleri var ve şey, Cesika oma bağımlı. Ayrıca biliyor musun, el yapımı çikolata da yalıyorlar. O kadar güzel oluyor ki..."
"Çikolata dedin beni kazandın." dedim heyecanla.
Kafe sokak aradıkların birindeydi ama oldukça dikkat çekici görünüyordu. "Bir dakika, bir tuhaflık var. Işıklar kapalı ama kapı sonuna kadar açık." dedi İdın. Sesi beni korkutacak kadar tedirgindi. "Duydun mu?" dedi hızlıca bana dönüp. Tekrar gözleri içini göremediğim pastaneye kaydı.
Eli beline, silahına gitti. "Arkamda dur." dedi fısıldayarak. Yutkudum. Neler oluyor?2
İdın yavaşça içeri girerken bende kenarda duran süpürgeyi aldım. İdın karanlık girişte birden yok oldu. "İdın?" dedim fısıldayarak. Biraz daha içeri girdiğimde iki elimde supurgeye sarılmıştım. Birden bire ışıklar açılınca yerimden sıçradım. "Sürpriz!" dedi coşkulu bir gurup ses. Süpürgeyi öne doğru uzattım ve gözlerim dehştle açıldı.2
Bunlar savaşçılardı. Onların burda ne işi var? Bir dakika sürpriz mi?
Hâlâ şok içinde yüzlerine bakarken iyiki doğudun şarkısı söylüyordular. Bunların hepsi doğum günü sürprizi miymiş?
Ön sırada bulunan Arthur'un gözlü elimdeki süpürgeye kaydı. O an komik durduğumu fark ederek süpürgeyi yana attım ve ellerimi arkamda birleştirdim.
"Siz?" dedim devamı gelmedi. "Evet, biz lütfen bize kung fu yapma." dedi Melodi sevecen bir sesle.
İdın elini belime kattı ve beni ileriye doğru yönlendirdi. "Ufak bir doğum günü sürprizi." Beni bir masaya oturtu. Birkaç masa birleştirilmiş kocaman bir masa yapılmıştı. Değerli yavaş yavaş masaya yerleşti. "Asya" diye söze girdi Selen. "Biz aslında bir yandan da özür dilemek istedik. Yaptığımız cidden yanlıştı." Atlas devam etti. "Bir özür ile her şeyin düzenlmeyeceğinin farkındayız. Ama hatamızı anladık, düzeltmek için ne gerekiyorsa yaparız." Savaşçılar onu onayladı. Tek tek yüzlerini inceledim. Hepsi çok samimi duruyordu. Evet, bir özür ile hemen geçecek bir şey değildi ama içten gösterdikleri çaba cidden çok hoştu. Hepimizin saracak çok yarası vardı. "Ya salaklar." dedim utanıp yüzümü kapatarak.
"Bu sanırım iyiye işaret." dedi Hyun Su. Birkaç gülüşme geçti. Atlas yanıma gelerek başıma bir taç taktı. "Ateşkes o zaman, doğum günleri dokunulmazdır." Zoe araya girdi. "Karşılık vermediğin için sıkıcı bir düşmandın zaten."
"Çekilin kenara, biz diyoruz özür, af; siz diyorsunuz Ateşkes, düşmanlık." dedi Cesika. Atlas omuz silkti. "Onun dili bu. Dimi Asya?" Gülümsedim. "Sorun yok, manyak bunlar, alıştım."
Sence, Atlas kötü biri mi iç ses?
Hırs karşısında çok dayanıksız.
Kim tamamen iyi veya tamamen kötüdür ki? İntikam ve inat söz konusu olduğu zaman benim de gözüm dönmüyor mu?
Sen kimseye zarar vermiyorsun.
Atlas da sevdiklerini korudu, ayrıca Atlas da kasten bana zarar vermedi. Sadece sözel olarak beni kötüledi çünkü onun için ben kötü biriydim.
Ama Atlas doğruyu aramadı, onun için doğru olan şeye körü körüne inandı.
İyide bir insan hatalı olduğunu anlayana kadar zaten doğruyu aramaz. Bir insan doğdu olduğundan emin olduğu şeyi neden doğrulasın ki Asya?
Eğer bir bilgiyi hiç bir kanıta dayanmadan doğru olarak damgalarsan o sadece teori olur, iç ses.
Doğru dediğimiz her kavram zaten teoriden ibaret değil mi? Reel de kanıtlamak neredeyse imkansızdır. Senin kötü biri olduğunu düşündü ve bunu reelde istesede kanıtlayamaz. Bir insan hakkında ahlaki yorumdan bulunmak doğruluk barındırmaz.
O zaman Atlas doğru olmayan bilgiler için bana iftira attı?
Sen ne istiyorsun Asya? Biraz önce Atlas'ın iyi biri olduğunu savundun, şimdi ise kötü biri olduğunu savunuyorsun.7
Söylemiştin iç ses, bir insansın iyi veya kötü olduğu ile ilgili yorum yapmak sadece teorik sonuçlar verir. Ying ve Yang, iyiliğin içindeki kötülük ve kötülüğün içindeki iyilik.
O zaman Atlas nasıl biri Asya?
"Asya, neye daldın?" dedi Félix. Gülümsedim. "Hiç."
İnsan doğası, siyah ve beyaz gibi keskin çizgilerle ayrılabilecek bir yapı değildir. İçimizde hem iyilik hem de kötülük aynı anda var olur. Bizi biz yapan, seçimlerimizdir. O seçimlerin doğru veya yanlış olduğunu söylemek de zordur. Bazı sınırlar vardır. Eğer bir insana veya başka bir canlıya zarar veriyorsa o davranış yanlıştır. Bütün savaşlar -hangi tarafta olursan ol- yanlış bir davranıştır ama zafer dediğimiz olay gurur vericidir. Bir amaç için başlayan savaşlar konu ne olursa olsun kayıpla sonuçlanır.
Peki, sen söyle İsimsiz; bir insan tamamen iyi ya da tamamen kötü olabilir mi?
Bence hayır. Bir insanın yalnızca iyilikten veya yalnızca kötülükten ibaret olması pek mümkün değil. Çünkü iyilik, içgüdüsel olarak bir başkasına zarar vermemeyi seçmekle ilgili olduğu kadar, bazen sert kararlar almayı da gerektirir. Bir annenin çocuğunu korumak için bir başkasına zarar vermesi, bir liderin toplumun yararı için bazı bireysel özgürlükleri kısıtlaması... Bunlar iyiliğin mutlak olmadığının, her iyiliğin bir bedeli olduğunun kanıtıdır. Ama iyilik dediğimiz kavram bu kadar kısıtlamacı, bu kadar yıkıcı olursa ne kadar 'iyi' olabilir ki?
Aynı şekilde, kötülük de her zaman saf bir bilinçsizlikten veya doğuştan gelen bir karanlıktan beslenmez. Bir insan, geçmişte yaşadığı travmaların veya hayatta kalma mücadelesinin etkisiyle kötülüğü seçebilir. Fakat bu, onun ne sonsuza kadar kötü kalacağı anlamına gelir nede yaptıklarından haklı olduğu anlamına gelir. Her insan, içinde taşıdığı iyiliğe ya da kötülüğe farkl zamanlarda daha fazla yer verebilir.
Önemli olan, insanın kendisini tanıması ve kendi karanlığıyla yüzleşmesidir. Kendi içindeki kötü tarafı görmezden gelmek, onu kontrol edememek anlamına gelir. Gerçek iyilik, insanın kendi içindeki kötülüğü tanıyıp onu yönetebilmesiyle mümkündür. Çünkü en saf iyilik, kusurlarını bilen ve bunları aşmak için çabalayan bir kalpten doğar. Şu an savaşçıların yaptığıda buydu. Hatalarının farkına varmış telafi etmek için uğraşıyordular.
İlk ne hakkında konuşucağımızı bilmeden havadan sudan sohbet ettik. Öykü karargahta pijama ile gezemediği için oldukça üzgündü. "Hayrı, ama ben karargahta yaşıyorum, teknik olarak orası benim evim. Terlik ve pijama ile gezebilmek benim hakkım." demişti. Oldukça gülmüştük. "Ben geziyorum." demişti Zoe umursamaz bir şekilde. Bir an Zoe'yi civcivleri pjamalar ile hayal ettim.
"Bununla ilgili bir şey yapmaya çalışırım." dedi Alex. Oldukça yorgun görünüyordu ve çekingen bir şekilde duruyordu.
Pastane bir günlüğüne kapatılmıştı, karargaha bağlı olduğu için çalışanlardan biri olan Ersin Gözcü gurubundaydı, bileğinde de mavi savaşçı bilekliği vardı. Fakat ona yardım etmek için bir tane daha geçen vardı sanırım o sivildi.
Ersin servis yaptıktan sonra yanımıza masaya oturmuştu, oldukça samimi ve komik biriydi ama öbür genç hâlâ mutfak tarafındaydı. Alex Ersin' e doğru eğildi. "Onu da çağır, tek başına kalmasın orda."
Ersin yanında kumral olan yeşil gözlü çocuğu alıp geldi. Beyaz yüzünde yer yer yaralar vardı ama bir kavgadan çok yaramaz bir çocuğun veya ergenlikten kalma sivilce izlerinin yaraları gibiydi. Burnu da büyük ve kırıktı ama yüzüne çok yakışıyordu. Yüzünde sıcak bir gülümseme vardı. İlk benim yanıma geldi. "Mutlu yıllar." dedi. Hazırlığın bana olduğunu biliyordu elbette. "Fatih Devran, ben." Bende sıcak bir şekilde gülümsedim. "Asya. Arkada durma tek başına, gel otur sende." dedim. İlk itiraz edecek gibiydi ama sonra Ersin ona bir sandalye çekince çekinerek oturdu.2
Devran masaya geçince Cesika gerildi, rahatsız olmuş veya bir şey hissetmiş gibiydi. "İyi misin?" demişti Meredith, diğerlerine duyurmadan. Gülümseyerek başını sallamıştı.
Bir süre sesiz sesiz oturdu. Ortam tuhaf olunca boğazını temizleyerek Cesika konuştu. "Nerelisin?" dedi. Devren gülerek yan durdu. "Burnuma bak, burnuma. Kara Denizli olduğum anlaşılmıyor mu?" Ufak bir gülüşme geçti. "Gümüşhaneli'yim. Üniversite için geldim Mersin'e."
Bölümlerimiz, mesleklerimiz hakkında bir konuşma başladı bu sefer. İş anıları da selle su olurken Félix, bundan ortalama üç yıl önce revire gelen bir hasta hakkında bir konu açtı.
"Ya bir tane Hakkarili doktor geldi revire. Normalde fazla yöresel ağızla konuşmuyordu ama arada kayıyordu. Bir ara İdın gelmiş, ben ameliyattayım, o doktor aracılığı ile bana haber göndermiş. İşte iletti iletirken arkadaşınız galiba dedi. Dedim aynen erkek arkadaşım. Bir an şaşırdı 'erkek arkadaş derken cinsiyet olarak mı mevkii olarak mı?' dedi 'anlamadım' dedim; 'Ben de' dedi. Sonra sustum konuşmayı o noktada bitirdim. Herhalde sınırı aştığını düşündü. Baktım savunma olarak şey dedi: Erkek arkadaşın ile askerlik yapmak havalı olur şimdi." Masada ufak bir gülüşme geçti. "Ya bide bu doğulularda soru eki yok. 'Gidicek misin?' diye sormuyor. 'Gidicen?" diyor. Şimdi konuşurken anlaşılıyor ama yazı dildinde soru işareti olmasa imkanı yok. İspanyolcada da soru ekleri yok, ben dört yıl boyunca İdın'a soru eklerini öğretmeye çalışmıştım, bir dört yıl daha ona öğretenezdim. Zaten birkaç ay kaldı sonra başka bir kuruma geçti."
"Bu soru eki olayı Selen de de var. Allah'ın Sivaslısı." diye söze başladı Umut. "Deyirəm Alex'i gördün mü? Bana diyor 'Çıktı?' bende çıktığını sanıyorum meğer o da bana sorun soruyor. Bide sonra cevap vermediğimiz için bize əsəbiləşir."
Selen omuz silkti. "Şimdi bu ırkçı düşünceleri bir kenara bırakalım." dedi. "Sizin askerlik ne zaman?" dedi çifte dönerek. İdın ve Félix bakıştı. "Hastane fantezisi iyi sağol." dedi Félix, İdın gözlerini kocaman açarak ona döndü. Bende gülmeye başladım.
"Ne anltacam! Caner olayı zamanı revire çıktım, Félix'e yemek götürmek için. Bir de ne göreyim? Félix, İdın'ı yiyor."
"Sus! Ama görmeniz gerek, o duvar senin bu duvar benim, Venüs* ateşlerinden kavrulur. Bir müstehcen sözler, bir sözler!"3
(Yz: Rama aşk ve cinsellik tanrıçası. Yunan karşılığı Afrodit)
"Asya!" dedi ikisi de utanarak. Kötücül bir kahlaha attım. "Aynı böyle kızardılar sonra."
"Ya yalan söylüyor. Sadece hafif bir yakınlık vardı, temas bile yoktu."
Öyle mi der gibi tek kaşımı kaldırarak gülümsedim. İdın masanın altından ayağıma bir tane geçirince tekrar gülmeye başladım. "Tamam ya, şakaya gelmiyorsunuz."
"Durun, durun. Aklıma ne geldi." dedi Alex coşkuyla "Ben, Selan ve başkan bir keresinde Tekirdağ'a bir davete gittik." Selen başına gelecekleri anlamış gibi hızlıca Alex'in üstüne atladı ve onu susturmaya çalıştı. Alex elinden kaçmayı başardı.
"Ben bunu anlatacağım, içimde kalır." dedi gülerek Selen konuşmaya Alex'in sesini bastırmaya çalışıyordu. Alex onu duymazdan geldi ve devam etti: "Akşam yemek düzenlediler, Başkanın bir işi olduğu için gelmedi, yemeğe de benle Selen gittik. Neyse, bir sofra hazırlanmış, böyle büyük, görkemli. Sonra bir tane böyle beş litrelik cam damacanalar olur ya, ondan getirdiler. Abi sonra o damacanaya alkollü ne buldularsa katlar. Viski, tekila, bira... Ne ararsan. Ama böyle hiç bir şekilde de mantıklı değil. Şimdi Lusita kimyacı ya, gelse orada kalp krizi geçirecek. Bu arada kolonya da kattılar."
Selen araya girdi. "O kolonya değil Alex gülsuyu'ydu." Alex kaşlarını çatarak Selen'e döndü. "Gül suyuna alkol karıştırırsan ne oluyor Selen?"
"Neyse, dur! O damacanaya tıpa taktılar ve sallamaya başladılar. Böyle köpürüyor, kabarıyor falan sonra birer bardak almaya başladılar. Servis başladığı zaman Selen'e dönerek sakın içme diyecektim bir baktım Selen çoktan bir bardak almış bile, dedim neyse bir bardaktan bir şey olmaz; ben ne bileyim o bir bardağın içinde 300 promil alkol var? Ama masayı görmeniz lazım. Bir yudum alan kafayı buluyor! Benim karşımda da bir tane amca oturuyor, ben de öyle alkol içmeyi seven insan değilim. Amca da sürekli bana bardak uzatıyor sen de iç diyor. İlk dedim 'içmeyeceğim sağ ol.' Bir yudum aldı, dedi 'iç iç' sonradan dedim ki 'yok ilaç içtim, rahatsız ediyor.' Sonra biraz daha içti, iç iç yaptı yine; dedim 'amcacığım ben alkol sevmiyorum.' Bana ne dedi biliyor musunuz? Alkol erkeğin sütüdür." Alex aynı şaşkın bakışı takınmıştı. Biz gülmekten kırılırken o anlatmaya devam etti.
"Bir yandan o amca ile uğraşıyorum ama masadaki herkes kafayı bulmuş, tek ayık bir ben kalmışım. Görmeniz lazım ortamı, köşede bir tane kadın ağlıyor, iki tane geri zekalı birbiriyle kavga ediyor ama konuşacak durumda değiller. İki yaşına geri dönmüşler bildiğin agu bugu diyerek kavga ediyorlar. Selen'in yanında da bir tane herif var, dangalak Selen'e yürüyor. Abilik içgüdülerim kabardı, yanlış bir hareket yapsın da bir tane yüzüne indireyim diye düşünüyorum. Hani masadaki herkes kafayı bulmuş, nirvanada geziyor, kimse niye yaptın diye de sormaz. Neyse bir yandan Selen'e dikkat ediyorum bir yandan amca ile uğraşıyorum sonra bir ara yan tarafımda bir hareketlilik oldu kafamı bir çevirdim Selen elinde servis kaşığıyla o adamı kovalıyor. Bakın tekrar söylüyorum: servis kaşığı! kepçe falan değil. Hani şu yemek katılan büyük servis kaşıkları olur ya, onunla kovalıyor. O masada bıçak vardı, çatal vardı, kebap getirilmişti onun şişleri vardı ama Selen o adamı servis kaşığıyla kovalamayı tercih etti. İşin komik yanı adam bağırarak kaçıyor Selen'den af diliyordu. Selen de kaşığı kaldırmış cadı kahkahası atıyor ve yüzünde dehşet verici bir gülümseme vardı. Ne yalan söyleyeyim, bir an içime gurur doldu. Evet, servis kaşığı ile insanların içine korku salabildiği için Selen'e gurur duydum."2
Gülmekten karnım ağrımıştı ama Alex devam etti. "Neyse, baktım Selen güvende, iradesini kaybetse de gücünü kaybetmemiş yemeğe döndüm. Hani yemeği de bir ben yiyorum orası da ayrı bir mesele. Bir 10 dakika sonra falan adam ayağa kalktı eline damacanayı aldı. Yok dedim bu manyak bana zorla içirecek bugün bu alkolü. Bir anda onu ikna etmeye çalışıyorum sonra baktım Selen bana doğru geliyor. Elinde de bir bardak var ama böyle bildiğin bardak bir litrelik. Yanıma eğildi bardağı havaya kaldırdı, böyle kambur bir şekilde duruyor; saçı başı, makyajı dağılmış, yüzünde yine dehşet verici bir gülümseme. Ne dedi biliyor musunuz? 'Alex!' dedi, kekeleyerek. 'Kanatların var lan!' yaptı böyle. Ben o sırada Selen'den bir mantık ışığı göremeyeceğimi fark ettim. Sonra bana dedi ki 'uçsana!' Çok sakin bir şekilde yüzüne baktım ve dedim ki 'Sanki sen daha çok uçuyor gibisin.' Ne yaptı biliyor musunuz? Kollarını havaya kaldırdı. Şey dedi: 'Ey Xwedayê min, ez têm cem te.' -sanırım Kürtçe Allah'ım sana geliyorum demek- Bilerek mi yaptığı yanlışlıkla mı yaptı bilmiyorum ama sonra elindeki bütün bardağı yüzüme boşalttı. O noktada tamam, dedim, geceyi bitirmenin zamanı geldi. Girdim Selen'nin koluna, mekandan ayrıldım. Abi bir de yüzüne soğuk su çarpıyorum, yok, ayılmıyor. Kahve içirdim, ayılmadı. Yanlış anlaşılmasın, ben Selen'i daha önceden sarhoş gördüm ama o damacana ya neleri neleri karıştırmışlarsa kızın içinden kaptan Jack Sparro çıktı, korsan oldu kız."
Masadaki gülüşüme devam ederken Selen de utanmıştı. "Ama hatırlamıyorum!" dedi nazlanarak. Alex tekrar ona döndü. "Güzelim sorun, bu ben unutamıyorum." Selen, Alex'i omuzundan ittirdi ama Alex onu kendine çekerek sarıldı. "Neyse kızdırmayalım şimdi, masada çok kaşık var." dedi Alex. Ufak bir gülüşüme daha geçti.
"Selen'nin sarhoşluğu eğlenceliymiş. Siz hiç Meredith'i sarhoş gördünüz mü? Ben gördüm. Adamda travma bırakır." dedi Cesika.
Meredith mahçup bir şekilde gülümsedi. "Hayır ama içinde alkol olduğunu bilmiyordum." diye çıkıştı ardından.
"Alkol deyince aklıma geldi." diye söze girdi, beni şaşırtarak Mex. "Bir keresinde Hyun Su ve İdın salonda bilgisayar oyunu oynuyorlardı, Alex de onları izliyordu ama böyle bayağı kapışmalı bir oyun. Benim de canım sıkıldı, ekranın sistemine girdim. Ekran gitti. Oyun duruca İdın ne olduğuna bakmak için ekrana doğru yaklaştı. Sonra birden bire ekranda şey açtım, böyle ekrana fırlayan canavarımsı şeyler olur ya, hani korku filmlerinde olanlardan. Birini açtım İdın böyle Melodi'yi kıskandıracak bir çığlık attı. Arkadan biri daha çığlık attı, artık o Hyun Su muydu, Alex miydi bilmiyorum. "Sonra geri geri kaçarken Hyun Su'yu takıldı ikisi de yeri boyladı. Alex de kenarda koltukların birinde tek başına oturuyordu. O da yerinden sıçradı, yastıklara falan sarıldı."
İdın araya girdi. "O günü unutmadık." dedi kinle. "Manyak! Ben de dedim herhalde birimizin eli yanlış bir yere değdi, ekranı kapattık. Mex gülene kadar hiçbirimiz ondan şüphelenmemiştik. Dedik biz bunun altında kalamayız. Gece Mex uyuduğunda onu korkutmamız lazım. Neyse o gece oldu gittik odasına sessiz sessiz. Ben, Alex, Hyun Su... İlerliyoruz sonra birdenbire kırmızı bir yaratık belirdi. Bize küküredi, bildiğin küküredi. Böyle bir kahraman edasıyla yaratığa tekme attım, içinden geçtim. Şiddet anlamında değil, cidden içinden geçtim. Kendimi yerde buldum. sonra baktım Alex ve Hyun Su kaçışırken çarpıştılar. Çarpışmanın etkisiyle Alex Mex'in yanına yatağa düştü. Sonra Hyun Su kaçayım derken bana takıldı o da yere düştü. Sonra seslerden uyandı beyefendi. Uyanınca direkt Alex'le yüz yüze geldi. Çığlık atmaya başladı. O çığlık atınca bu geri zekalı da çığlık atmaya başladı. Alex ile birbirlerine bakarak çığlık atıyorlar sadece. En sonunda bir tane Alex'e yapıştırdı ama görmeniz lazım, şılap diye bir ses çıktı. Bir baktım Alex de bizim yanımızda yerde."3
Alex gülerek araya girdi. "Ben hayatım boyunca öyle bir darbe almamıştım. Resmen ışınlandım." dedi zaten ışınlanabilen adam.
Zoe sırıttı. "Çok sevdiğim bir laf vardır. Bir erkek bir beyin, iki erkek hiç beyin."2
"Sayı arttıkça eksilere düşüyor." dedi Ersin. "Erkek ne kadar çok, beyin o kadar yok."
Ada araya girdi. "Sen sese nasıl uyanmadın?" dedi Mex'e. Mex omuz silkti. "Kulağımda kulak tıkacı vardı. Ben bunların benim odama gireceğini az çok tahmin etmiştim. Bir hazırlık olarak hologram hazırladım. Bir de ses ekledim. Odama girdikleri zaman onları korkutur diye, tahmin ettiğim gibi de girdiler ama ben işin bana dokunacağını tahmin etmemiştim."
"O gün bugündür yeminliyiz." diye devamını getirdi Hyun Su. "Mex ne yaparsa yapsın Mex'e karışmak yok."
Devran da samimi bir şekilde güldü. "Gerçekten eğlenceli bir grupmuşsunuz."
Öykü başını salladı. "Doğru ama bir araya gelince beyin ölümü yaşıyoruz."
Bu sefer Atlas anlatmaya başladı. "Bir gün piknik yapmaya karar verdik. Fikir kimden çıktı bilmiyorum. Hani biz toplanıp niye kırda çayırda piknik yapıyorsak. Olaylar daha en başından kaotik başladı. Birimiz köfteyi unuttu, birimiz ekmeği… En sonunda elimizde sadece ketçap ve kaşar peyniriyle kaldığımızı fark ettik. Bu arada getireceği şeyi unutanlardan biri benim."
"Pikniğe giderken yemekleri mi unuttunuz?" dedi Ada.
"Öyle değil. Hepimizin aklından bir aktivite vardı. Birimiz dedi çiçeklerden çelenk yaparız, biri dedi top oynayalım, biri dedi elma toplayalım. Herkes ip, top gibi şeyleri getirdi. Rahatımızı düşündük. Minder falan da var. Küçük tüp hatta tavamız bile var. Haçlı seferlerine çıkmış gibi donanımlıyız. Sonra mangalı yakmaya çalıştık. Ama kibritler yanmadı ve kimse çakmak getirmemişti."
Hyun Su gülerek araya girdi. "Atlas da dedi ki ben ateş yakarım, sizi de aç bırakmam. Ateş yakmanın en doğal yolunu denedi. Kendine aşırı güvenerek iki taşı birbirine sürtmeye başladı. On dakika boyunca taşları birbirine vura vura resmen bilek kası yaptı ama tek bir kıvılcım bile çıkmadı. Sonunda pes etti ve 'Ben olsam Taş Devri'nde kesin açlıktan ölürdüm' dedi. En sonunda ateşten ümidi kestik dedik bari meyve falan toplayıp yiyelim. Umut bir tane kavun getirmiş, diğerleri meyve ararken ikimizde onu kesmeye çalışıyoruz. Ben dedim burda biryerde bıçak olmalı, Umut bana dedi ki, bıçağa ne gerek var, üstüne bir tane indir, parçalanır. O an anladım ki, bu piknikten sağ çıkarsak büyük başarıydı."
Tahmin edersin ki Hyun Su konuşurken onlarca yazım yanlışı yaptı. Bunu nasıl yaptı bilmiyorum ama konuşma daha komik bir hal almıştı.
"O günden sonra da piknik yerine "Gururlu ama aç insanlar toplantısı" demeye başladık." dedi Zoe.1
"Yeniler var, bir ara tekrar toplantı yapalım." dedi Cesika.
Ortam o kadar eğlenceliydi ki. Herkes o kadar doğal ve içtendi ki aramızdaki buzların büyük ölçüde eridiğini hissettim. Sadece Alex ile biraz mesafeliydik o kadar.
Bir süre daha uzun uzun anılarını yad ettik. Bir süre sonra gruplar hâlinde konuşmalar gelişti. En eğlenceli olan yanımda konuşan Devran ve Selen idi. İkisi karşı dükkanın sahibi olan adamın dedikodusunu yapıyordular.
"Göz var nizam var! Kadın da oldukça güzel, sevilen biri. Kadın dikildi herifin karşısına. Görmen lazım, gözleri fal taşı gibi açılmış, sinirden ha bu Karadeniz gibi köpüri. Bağırmaya başladılar. Adam baktı rezil oluyor aldı karısını içeri. Ama kadın o kadar bağırıyor ki... Sesleri bizim buraya bile geliyor."
"Cidden işi gücü bırakıp dedikodu mu yapıyorsumuz?" dedi Arthur.
"Bisekine.*" dedi Selen "Sonra ne oldu?"
(Yz: Kürtçe: rahat dur gibi bir anlamda kullanmış.)2
"Ha bu uşak sonra bağırıp çağırmaya başladı, biz dedik aha bu karısına vuracak. Ben müşterilere bakarken Ersin abi gitti müdahale etmeye. Kapının önünde de bir sürü adam var ama kimse müdahale etmiyor."
"Ne vurması? Karısı bu mıhlama etti."
Selen kahkaha attı. "Oh olsun."2
Bir süre daha onlar dedikodu yaparken ben incelemeye geri döndü. Masada İdın, Félix ve Öykü'de kendi aralarında sohbet ediyordu. Konu sanırım gitar idi. Zoe sessiz sessiz Devran ve Selen'i dinliyordu benim gibi. Maria, Umut, Melodi ve Mex; Maria'nın nereye kaybolduğunu ve Mex'in onu nasıl bulduğunu komşuyordu. Ersin ve Meredith ne konuşuyordu bilmiyorum ama ikisi gülmekten kızarmıştı. Atlas ve Lusita parmak uçlarında kim daha fazla küp şeker dizer yarışı yapıyordu ve sanırım sekiz şeker ile Atlas kazanmıştı. Mağlubiyet yüzünden Lusi oldukça sinirli görünüyordu. Arthur ve Cesika da fısır fısır bir şeyler konuşuyordu. Ada ve Hyun Su bir şeyler anlatıyor, Alex dinliyor gibi yapıyordu. Dinlemediğinden eminim çünkü sürekli masaya bakarak dalıyordu. Oldukça bitkin görünüyordu. Ne zamandır uyumuyor bilmiyorum ama gözleri kızarmıştı ve yüzü çökmüştü.
Hayır iç ses. Çocuk gibi davranmanın bir manası yok. Konuşup bir şeylere açıklık veya son getirmemiz lazım. Ama ikimizin de adım atmaya cesareti yoktu.
Masadaki muhabbetten kopmuştum ki Ada ve Arthur arasında bir konuşma dönünce ilgimi çekti.
"Sizin oruç nasıl oluyor ki?" dedi Ada Arthur'a. Anladığım kadarı ile din temalı bir konuşmaydı ve Arthur'un Katolik olduğunu hatırladım.
"Bizim biraz farklı. Büyük oruç var küçük oruç var. Ama ikiside de insanı tamamen aç bırakmıyoruz. Sadece kısıtlama var. Lüks yiyecekten kaçınmak ve et yememek. Ama bunun haricinde gün içerisinde abartılı olmayacak miktarda yemek yiyebilirsin."
"İyi de bu oruç olmaz ki?" dedi Ada.
"Senin için oruç sadece aç kalmak mı? Bizim oruç tutarken amacımız sürdürülebilir ve abartıdan uzak olmak. Nefesi köşeyoruz."
Evet İsimsiz, köşeyoruz dedi. Sanırım Hyun Su ile fazla uğratım. Asıl Türkçe katili burda.2
"Bizim amaçta o, ama biz hiç yemek ve su tüketmeyoruz. Gün doğumundan gün batımına kadar. Açlık çekenler ile empati kurmak ve iradeyi güçlendirmek için."
"Ama bu açlık günün işleyişini etkiler. Sen aç olduğun için çalışırken sorun yaşamıyor musun?"
"Aslında iki gün sonra alışırsın. Hem ben Aleviyim, bizim oruçlarımız daha farklı. Aleviler de oruç tutar, ancak Sünni ve Şii Müslümanlardan farklı olarak oruç farklı. En önemli oruçlardan biri Muharrem Orucu. Bu oruç, Hz. Hüseyin ve Kerbela şehitlerini anmak amacıyla tutulur ve genellikle Muharrem ayının ilk on iki günü boyunca devam eder. Su içilmez çünkü Hz. Hüseyin’in Kerbela’da susuz bırakıldığı için, Bir çeşit anma ve anlamadır. Gün doğumundan gün batımına kadar yemek yenmez, akşamlarıda iftar açılır. Sizde olduğu gibi Et ve hayvansal gıdalar genellikle tüketilmez. Hızır Orucu var birde. Şubat ayında üç gün boyunca tutulur."2
Müslüman orucu daha ağırdı. Empati ve iradeyi güçlendirmek içindi. Hristiyanlar ise nefsini körertme ve aşırıdan kaçmak için oruç tutuyordu. İbadet dediğimiz şey büyük ölçüde kişiliğimizi oluşturuyordu. Din neden ortaya çıktı bilmem. Belki insan oğlu bütün olanlardan biri sorumlu tutmak istedi, belki zor zamanlarda sığınacak birine ihtiyaç duyduk. Toplumu bir arada tutmak, ahlâk kurallarını aşılamak vesaire vesaire... Kim bilir?
Lusita elindeki içki bardağını salladı. "Tanrı birine evlenmeyi yasakladı, alkol içebilirsin dedi; ötekine alkolü yasakladı, dört kadın ile evlenebilirsin dedi."
"Sen neye inanıyorsun?" dedi Ada.
"Kendime." dedi Lusita arkasına yaslanarak. "Kanıtlayabildiğim her şey benim doğumdur. Dinleriniz bana bunu vaadetmiyor." Ada ve Arthur bakıştı.
"Yani ateist misin?" Lustita ne olduğunu umursamadan omuz silkti.
"Aslında ateist 'tanrının unuttuğu kişi' demek." diye açıkladı Arthur. "Birini teselli ederken 'tanrı seni unutmadı' deriz."
"Yani senin inandığın ulu Tanrı birilerini unutabilir?" dedi Lusita tek kaşını kaldırarak. "Bunu kasttetiğimi biliyorsun." diye kendini savundu Arthur.
"Bir söz var. Uçak düştüğünde ilk ateist dua eder diye." dedi Ada sırıtarak. "Hiç düşücek bir uçağa binmedim ama bir gün binersem söz ilk sana dua edeceğim." dedi bu sefer Lusi.
"Ölünce ne olacaksın ki?" dedi Arthur.
"Size olacak şey: toprağa karışıcağım ve gübre olucam." dedi bir yudum daha içerek.1
"Zaten böyle ancak bok yoluna gidersin." dedi Ada. Lusita içtiği içeceği gülerek püskürttü. Arthur ona bir peçete verirken hâlâ gülüyordü. "Tebrik ediyorum. Bu iyidi." dedi Lusita elini Ada'ya uzatar. Ada onunla tokalaştı. "Ne demek, vazifemiz."1
"Savaşçılar birbirine her daim saygı duyar ama konu laf sokmak olunca kimse fırsat kaçırmıyor." dedi Atlas. Geçen konuşmadan sıkılmış gibi kafasını masaya katmıştı. Belki de sarhoş olmaya başlamıştı. Eh alkollü hiç bir zaman sevemedim.
Öykü yan tarafta duvara asılı olan gitarı gösterdi. "Çalışıyor mu?" Ersin ayağa kalkarak gitarı masaya getirdi. "Evet, çalmayı biliyor musun?" "Biraz."
Gitarın bir iki notasını denedi ve bir kaçını düzeltti. "E akorunu düzelt." dedi İdın dikkatle onu izlerken. En sonunda gitarı akort ettikten sonra hafif bir parça çaldı. "Telleri sert mi?" dedi İdın, Öykü'nün parmaklarına bakarak. "Biraz." İdın ayağa kalktı ve gitar çantasından bir pena* çıkarttı. "Bunu al, parmaklarını kanatacaksın."
(Yz: Pena; gitar çalarken kullanılan küçük alet.)
"Teşekkür ederim. İstek parça?" dedi bize seslenerek. Zeo telefonunu Öykü'ye uzattı. Öykü notalara bakarken kafasını kaldırdı. "Emin misin?" Zoe başını salladı. Öykü'nün çakmaya başladığı şarkı Duman/ Kolay değil idi. Çok sevdiğim bir parçaydı.
Öykü oldukça iyi çalmaya başladı. Ama beni asıl şaşırtan şey Zoe'nin sözleri söylemesi oldu. Bütün savaşçılar sus pus olmuş onları dinliyordu. .
Yüreğine ateş düşmüş kara haber var
Gelen olmaz giden olmaz ah çeker ağlar
Pencerede kala kalmış. Birini bekler.
gelir anam gelir desem desem yalandır
Güzel anam canım anam kolay değildir
İşte geliyor uzaktan beze sarılmış
Akrabalar her bir başlantan başa şaşırmış
Anam koşar yalın ayak yarı delirmiş
Gelir anam gelir desem desem yalandır
Güzel anam canım anam kolay değildir
Zoe'nin sesi harbiden çok iyiydi. Bir yandan elleri ile masada ritim tutmaya başladı. Oldukça duygulu okuduğu sözler notalar ile karşıtı.2
Kolay, kolay, kolay, kolay, kolay değildir
Kolay değil, kolay değil kolay değil
Kolay değil, kolay değil, kolay değil
Kolay değil, kolay değil, kolay değildir
Gözüm ayağa kalkan İdın'a kaydı. Gitar çantasından gitarını çıkarttı ve ayarlamaya başladı. Nakarat kısmına gelirken elektro gitar ile girdi müziğe. Nefesim kesildi. Büyülenmiş şekilde izledim onları.
Gitar solo biterken beni daha fazla şaşırtan bir şey oldu. Mex şarkıya girdi. Boğazdan kalın bir sesle nakaratı söylemeye başladı.
Kahpe fişek nasıl delmiş kaşın arasını
Birdenbire donup kalmış gözün karası
Elde vardır bir tek onun kanlı beresi
Gelir anam gelir desem desem yalandır
Güzel anam canım anam kolay değildir
Hiç beklemiyordum. Ama o kadar büyüleyiciydi ki... Maria kollarını masaya dayadı ve elini çenesine katarak Mex'i izliyordu.
Bütün savaşçıların içine kör dökülürken Zoe sıradaki sözleri söyledi.
Kolay, kolay, kolay, kolay, kolay
değildir Kolay değil, kolay değil, kolay değildir
Kolay değil, kolay değil, kolay değildir Kolay değil, kolay değil, kolay değildir
Mex kalın sesi ile ona eşlik etti, bir yandan Mex'in kalın sesi öbür yandan Zoe'nin zarif sesi geldi.
Kolay, kolay, kolay, kolay, kolay değildir
Kolay değil, kolay değil, kolay değildir
Kolay değil, kolay değil, kolay değildir
Kolay değil, kolay değil, kolay değil
Şarkı bitince hepimiz sus pus onları izlemeye devam ettık. Zoe gözünden akan yaşları sikerek burnunu çekti.8
Zeo, kardeşini toprağa veren savaşçı. Adalete değil, ikizine borcu olan savaşçı. Kendi kardeşinin, kendi yarısının sonu olan savaşçı... Zoe Timoria, soğuk duvarlarının içinde kör gibi yanan yüreğini saklayan savaşçı...
Boğazını temizledi ve her zamanki soğuk, rahat tavrını takındı. "Bu gün doğum günü kutluyoruz. Az hareketli bir şeyler çalın." dedi bu şarkıyı seçenin kendisi olduğunu unutarak.
Hâlâ etkisinden çıkamamıştık ama toparlanmaya çalıştık. Zoe için. Gözüm tekrar Alex'e kaydı. Gözlerini masaya dikmiş anılarını hatırlıyordu. O lanetlenmişti. Unutamazdı, şu an biz göremiyorduk ama o Zamira'yı tekrar toprağa veriyordu. Acısını ilk günkü gibi yaşıyordu. Onun lâneti budyu. Sonsuza dek sürecek yas... Bir değil, onlarca.
Zoe
Elif
Burak
Hâlâ nasıl yaşamaya tahammül edebiliyordu? Ben çoktan kafama sıkmıştım.
...
İşi İdın ve Félix devraldı. Önce farklı dillerde birkaç hareketli şarkı çaldılar. Félix gülmeye başladı. "Şimdi çok deneysel bir şey yapacağız." Eğildi ve İdın'nın kulağına bir şeyler söyledi. "Bu şarkı her Türk'e doğuştan yükleniyor."
İdın gitarı çalmaya başladı. Daha ilk notalardan çalan şarkının İzmir marşı olduğunu anladım. Gülerek şarkıyı söylemeye başladık.
İzmir'in dağlarında çiçekler açar
İzmir'in dağlarında çiçekler açar
Altın güneş or'da sırmalar saçar
Altın güneş or'da sırmalar saçar
Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar
Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar
Diğeri ile göz göze geldik. Ben Yörüktüm, Devran Lazdı, Ada Hatay Arabıydı, Selen Kürttü, Öykü Kıbrıslıydı, Umut Azeriydi. Maria göçmendi, Atlas ve Melodi nereliydi bilmiyorum. Ama hepimiz Türktük. Bir ülkenin vatandaşıydık. Birlikte güzeldik, birlikte güçlüydük. Etnik kökenimiz, dinimiz, geldiğimiz yer... Hiç biririnin bir önemi yoktu. Türk olmak inanç meselesiydi.
Müzik durunca bir süre birbirimizi izledik. Hepimizin yüzünde bir gülümseme vardı. O an fark ettim diğer savaşçılarında bize eşlik ettiğini. Doğduğun değil, doyduğun yer vatanındır derdi babam. Bir anne gibi seni sarıp sarmalayan, besleyen yerdir vatan. Büyüdükçe vatan dediğim topraklara ayrı bir gözle bakmaya başladım.
"Türkiye'ye ilk geldiğimiz zamanı hatırlıyor musun?" dedi Hyun Su. Alex gülümsedi. "Nasıl unuturum? Uçaktan indikten sonra bir arabaya binmiştik. Araba bir sitede durmuştu. Her yanda kırmızı bayraklar vardı." Hyun Su başını salladı. "Büyülenmiş gibi bakıyordun bayraklara."
"Büyülenmiştim zaten. Bir evin bahçesinde durmuştuk. Balkondan sarkan kocaman bir bayrak vardı. Önünde ne kadar dikildim bilmiyorum. Aklıma okuduğum onlarca tarihî zaferler, destanlar gelmişti. Kandan yapılan bir bayrak vardı karşımda. Bir milletin döktüğü kanların imzası. Sonra başkan elini omzuma katmıştı. 'Şimdi ben Türk mü oldum?' demiştim. 'Türklük kandan değil ruhtan gelir.' demişti. Tarih boyunca Türkler farklı ırklar ile birleşmiş, saf Türk kanı kalmamış ama hiç bir zaman ruhlarını kaybetmemiştiler. Her ırkın en yüreklileri Türk olarak yaşamış. Kimi zaman kızıl elma, kimi zaman gök kubbe amacı ile hareket etmiş. Sonra bir öğüt vermişti. 'Ne olursa olsun, hangi tarafa dönersen dön bu bayrağın gölgesindem ayrılma.' demişti." yüzünde hüzünlü bir gülümseme vardı ve masaya bakarak söyledi sözlerini. Belki o gölgeden çıkmış olmaktan korkuyordu. Gerçekten çıkmış mıydı?
Boğazını temizleyerek duruşunu dikleştirdi. "Anılar." dedi. Hafif bir gülümsemeyle.
"Peki o zaman, ikinci deney geliyor." dedi İdın. Tekrar gitarını eline aldı. Bu sefer Bella ciao notaları duyuldu.
Alex kocaman gülümsedi ve şarkıya gireceği yeri bekledi.
O bella ciao, bella ciao, bella ciao ciao ciao
Che mi sento di morir, ir, ir" diye girdi Alex şarkıya. Devamını Türkçe getirdi.
"Bir gün, bir sabah, uyandığımda." Hyun Su da söylemeye başladı ve ikisi düet yaptı.
"Elleri bağlanmış, buldum ben yurdumu
Alex sustu ve Hyun Su sonraki kısmı söyledi.
O bella ciao, bella ciao, bella ciao ciao ciao
Bella ciao, bella ciao, bella ciao ciao ciao"
Bu sefer Hyun Su sutu Alex söyledi.
"Direnenlerden bize arda kalan
Ellerinle toprağıma." diye söyledi son kısmı Alex.
(Yz: kendi yorumumu kattım çünkü kurguma marşın bana göre olan yüzünü eklemek istedim.)
Alex ve Hyun Su'nun sesi diğerlerinki kadar güzel değildi ama içten söylenen bir şarkı her zaman insanın ruhuna dokunurdu.
Birkaç farklı şarkı daha çaldılar. Sonra romantik bir şarkıya geçiş yaptılar. Birkaç kişi dansa kalkarken Atlas yanıma geldi ve beni dansa kaldırdı. "Yoldan geçen kadın daha çok doğum günü gibi davranıyor Asya. Biraz dans!"2
İkimiz dansa başlarken diğer çiftleri izledim. Mex çekinerek Maria'ya elini uzattığıda ikisinin utanarak dans etmeye başlaması çok sevimliydi. Ersin ve Meredith de yan tarafımızda dans ediyordu. Zoe Alex'in omuza elini katınca Alex gülümseyerek ona elini uzattı ve ikisi de dans etmeye başladı. Lustita ve Öykü bir yandan şarkı söylüyor, bir yandanda dans ediyordu ama onların çalan şarkıdan da dönen danstan da haberi yok gibiydi. Masada sadece Cesika ve Devran kalmıştı. Devran gülümseyerek Cesika'yı dansa kaldırmıştı.
Ben yeni shiplenir kurdum Asya.
Alt tarafı dans iç ses. Bende Atlas ile dansı ediyorum.
Öyle deme büyük aşklar nefretle başlar. Zehirli bir çiçek bence iyi bir tanışma şekli.
Ben senin iç sesinim, senin içinde varmış Asya. Beni suçlama.
"Ne oldu?" dedi Atlas, müzik sesinden kulağıma eğilerek. Bir an afalladım. "Hiç sadece, dalmışım." Zihnimde geçenleri bilmese de olur. "Onca şeyle rağmen bizi reddetmediğin için bütün savaşçılar adına teşekkür ederim." dedi. Gülümsedim. "Hatanızı fark etmeniz bile büyük bir başarı. Ayrıca beklediğim çabayı gösterdiniz." dedim "Birkaç kişinin konuşmaya geleceğini tahmin etmiştim ama hepinizin geleceğini düşünmemiştim Atlas gülümsedi. "Sence ben gelir miydim?" Bilmiş bir şekilde ben de gülümsedim "Evet gelecektin. Hırs ne kadar gözünü bürürse bürüsün güçlü bir iraden var."
Gözlerimin içine bakarak tekrar gülümsedi. "Ya çok yüce gönüllüsün yada enayisin. Henüz karar vermedim." Ufak bir kahkaha attım. "Bence çoktan karar vermişsin." dedim. "Evet, haklısın. Sanırım enayisin." İkimiz gülmeye devam ettik. Dans sırasında tekrar ayağına bastığında gözlerini yumdu. "Tamam tamam, şaka. Bu kadar ağır bir cezaya gerek yok." Mahçup bir şekilde gülümsedim. "Özür dilerim. Dans konusunda pek idaali değilim." dedim.
Dans eşini bulman dileğiyle...
Atlas beni itirdi ve kendi etrafında döndüm ama sonra elimi bıraktı ve birine çarptım. Ben arkamı dönünce çarptığım kişi de döndü. Alexander...
"İzninizle." dedi Atlas, Zoe'nin elini tutarak. "Birazda sevgili çaylağım ile dans etmek istiyorum." Zoe ve Atlas ilerlerken eşsiz kalan ben ve Alex bakıştık. Elini öne uzattı. Naz yapmanın bir anlamı yok. Elini tuttum.
Bir elim Alex'in omuzuna yerleşti. O da nazik bir şekilde öteki elini belime yerleştirdi. Gözlerinin içine baktım. Karşı tarafta ki led ışıklar gözlerine vurduğu için şu an güneşin yanında, gökyüzünde bir âdette gökkuşağı vardı. Yağmurdan sonra ki lütuf. Güneş ve yağmur bir araya gelmedikçe olmazıdı bu güzel manzara. Alex'in gözlerinde bu gökkuşağını görmek için iyi bir fırtına atlatmıştım. Şu an sadece benim görebildiğim bir gökkuşağı...
"Sanırım konuşucak çok şeyimiz var." dedi.
"Katılıyorum." dedim. İkimizde nasıl konuşmaya başlayacağımızı bilmiyorduk.
Onunla dans ederken tuhaf bir uyum vardı. İlk kez dans etmiyorduk ama ilk defa bu uyumu fark ediyordum.
"Öncelikle özür dilerim. Bir özür zamanı geriye almaz belki ama cidden düzeltmek için her şeyi yaparım." Gözlerinin içine bakmaya devam ettim. "Zarar göreceğimi biliyordun." dedim tahmin yürüterek. "Senin istediğin beni yenmek değildi. Güçlendirmeye çalıştın. Alex... Sen acı ile güçlenmiş olabilirsin ama herkes acı ile güçlenecek diye bir kural yok. Sen yanımda kalsaydın yeterdi." Konuşmak için azını açmıştı ki izin vermeden devam ettim. "Hayır, şimdi beni dinleyeceksin! Zarar görmeye başladığım anda vazgeçebilirdin ama yapmadın. Geri dönersen her şeyin boşa gideceğini düşündün dimi? Amacın hiçbir zaman beni zayıf düşürmek değildi. Amacın diğer savaşçıların gözünde beni kötülemek de değildi. Sen onların bana inanmasını istedin. Ben bir adım atmasaydım sen atacaktın. Haklı olduğumu kanıtlayacaktın. Bir cinayet işlemediğimi, Fèlix'i koruduğumu bizzat sen ispatlayacaktın. Sadece ben senden önce hareket ettim. Değil mi? Sen savaşçıların benim tarafıma geçmesini istedin sen savaşçılarının senden nefret etmesini istedin. Biz senden nefret etmeden Beyaz Melek'i yenemezdik, değil mi? Amacın buydu ama korkuyordun, kabul et ödün kopuyor beyaz melekten. onunla yüzleşmek istemediğin için bizim yüzleşmemizi istedin. Söyledim sana, bu benim ve Beyaz Melek'in savaşı değil. Bu Alex'in ve Beyaz Melek'in savaşı. Kartlar daha kaç kez dağıtılır bilmiyorum ama sen oyuna girmedikçe, joker kartını masadan almadıkça oyun devam edecek."
İskambil oyununda joker kartının masada olması oyunun devam ettiği anlamına gelirdi ve Alex joker'i görmezden gelme konusunda ısrarcıydı.
Konuşacak çok şeyim vardı ama boğazım düğümlenmeye başlamıştı Alex'in gözlerinin içine baktım.
"Non sono così forte.*" dedi. (Ben o kadar güçlü değilim.)
"Onu yok edecek kadar güçlü değilsin. Bazen bir düşmanı yemenin tek yolu onunla barış kurmaktır. Her insanın kazanamayacağı zaferler olur."
Müzik sesi durdu ama biz hala dans ediyorduk. "Sorun ne biliyor musun Beyaz Melek? Sen durman gereken yeri hiç bilmedin. Sen kötü olduğun konusunda kendini ikna ettin. Kendi şeytanın yarattın ve her şeyi ona ittin. Beyaz Melek'i öldürmek demek karargahı yok etmek demek. Bunu çok iyi biliyorsun. Alexander ve Beyaz Melek aynı kişi olabilir bizim gözümüzde fakat savaşçıların lideri Beyaz Melek. Alex ise sadece bir mühendis. Bu yüzden mi beni lider yapmak istedin? Beyaz Melek öldükten sonra karargahı yönetecek biri kalsın diye..."
Nasıl da yanılmışım. Beni ona yardım etmem için yanına aldı sanmıştım.
"Savaşçıların bana ihtiyacı yok." dedi Alex.
Sinirli dişlerimi sıktım. "Aptalca konuşmayı kesecek misin? Nasıl bir kompleks bu? Sorumluluktan kaçmaya mı çalışıyorsun, çok çalışmaktan mı yoruldun? Ne, gördüğüm vahşet mi buna yönlendiriyor seni? Seni bu kadar kendin olmaktan iten şey nedir? Savaşçıların sana hata yapmayan, kusursuz, ilahi bir varlık gibi davranması mı? Ne, hata yapmaktan mı korkuyorsun? Şu an seni anlamaya çalışıyorum ama sen bile kendini anlamaya çalışmazken bunu nasıl yapabilirim ki?"
O da kendisini keşfediyordu. Bu keşif zorluydu. İnsan en çok kendini keşfedereken zorlanır.
"Bana sevdiklerini korumak için güçlü ol dendi. Bende güçlü oldum." dedi. Alex değil, Beyaz Melek. İkisi arasındaki farkı ayırt etmeye başlamıştım. Yüzüne yaklaştım nefesim dudaklarına değecek kadar yakındım ona. "Sevdiklerine sen zarar vermeye başladın."
Tekrar hafif bir melodi çalmaya başlarken hâlâ göz gözeydik. Hâlâ hafif tempoda hareket ediyorduk. Çalan şarkının ne olduğunu fark ettim. Alex'i hafif çevirdim ve hareket etmeyi kestim. Sadece şarkıya kulak verdim. Alex en sonunda anlamış gibi arkamda çalan şarkıyı dinlemeye başladı.
Gözleri kocaman açıldı. Bir şey demek ister gibiydi ama konuşmayacak kadar büyük bir şokun içindeydi.
Ellerini bıraktım. Ona arkamı dönerek masaya ilerledim.
Seni seviyorum meleğim. Ama sen kendini sevmeden, ben seni sevemem. Bana duyduğun aşk için minnettarım. Lakin sen önce kendinle barış. Şayet -en azindan şu an için... Bu aşk fazla sana.3
...
Dansın ardından Alex ortadan kaybolmuştu. Ne olmuştu bilmiyorum. Belki de kaçmıştı. Sadece umarım... Bu değildir.
Yaklaşık bir saat kadar oturmaya devma ettik ama keyfim kaçmıştı. Lustita çok fazla alkol aldığı için bir süre sonra sarhoş olmuştu. Masaya dalmış hiç ses çıkartmıyordu ama gözlerinden yaşlar dökülüyordu. "Biz geri dönelim. Lusi iyi görünmüyor." dedi Öykü. Lusita'nin koluna girdi. "Biz de gelelim." dedi Meredith. "Sen Cesika'nın yanında kal. Sorun yok. Ben hallederim."
Umut ayağa kalktı. "Sizi bırakayım. Geç oldu. Bizde geri dönelim."
Melodi yanıma gelerek sarıldı. "Seni dinlemediğimiz için özür dilerim. Kaçarsam her şey yoluna girer sanmıştım." dedi. Sarılmakla yetindim. Birilerini teselli edecek durumda değildim.
Umut da yanıma geldi. Elini uzattı, tokalaştık. "Mutlu yıllar Avcı. Sana söz yeni yaşında yeni karargâhla karşılaşacaksın." Gülümsedim. "Umarım."
Öykü de sarıldı. "Erken ayrıldığım için kusara bakma. Mutlu yıllar." "Ne demek. Geç oldu bizde dağılırız yavaştan. Lidya'ya iyi bak."6
Gözüm beni izleyen Lusita'ya kaydı. "Özür dilerim." dedi Äkräs, gözlerinden yaş dökülürken. Aklıma rüyam geldi. 'Ben ona aşıktım...'
Öykü koluna girdi. "Bakma sert tavırlarına çok hassas biridir. Uzun süre olayların etkisinde kalcak." dedi.
Onları uğurladıktan sonra masada oturmaya devam ettik. Selen içmeye devam etmekte ısrar ediyordu. Arthur kapat Jack Sparro konusunda onunla dalga geçerek içmesini engellemeye çalışıyordu. Selen oldukça cilveli bir şekilde onunla uğraşıyordu ve en sonda Hyun Su müstehcen konuşmasını bölerek onu susturmaya çalıştı. Ada gülerek Selen'e katıldı. Özgüveni iyice cadı yapmıştı onu. Hyun Su ile uğraşmak hoşuna gidiyordu. O da yavaştan kafayı bulmaya başlamıştı. Manzara çok komikti. Masada en sesiz sedasız takılan Devran ve Cesika olmuştu. Meredith telefonu çalınca kalkmıştı ve ikisi yalnız kalmıştı. Genel olarak kitaplardan ve yazarlardan sohbet diyordular. Bu konuşmayı dinleyene kadar Cesika'nın bir kitap kurdu olduğunu bilmiyordum.
"En sevdiğin şiir hangisi." dedi Cesika ilgiyle. Devran bir süre düşündü. "Aslında çok fazla sevdiğim şiir var ama Nihal Atsız'ın 'Geri Gelen Mektup' şiiri hep çok özel olacak."
"Atsız'ın ruh adam kitabını durmuştum ama hiç okumadım. Nasıl bir şiir." dedi. Konuşmaya girerek. "Atsız zaten aruz şiirinin babası gibidir. En güzel örneklerinden biri de geri gelen mektup. Hikâyesi de etkileyici aslında. Atsız öğretmen olarak çalıştığı yıllardan birinde bir kadın öğretmen atanır okula. İlk görüşte aşık olur bu hanım öğretmene. Bir mektup yazar. Bir şiir dörtlüsü..." Zaman zaman benim zaman zaman Cesika'nın gözünün içine bakarak şiiri okumaya başladı.
"Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi alevden?
Sen istedin ondan, gönül zorla tutuştu."
Bu şiiri şarkı sözü olarak bildiğimi fark ettim.
"Zarfı hanımı öğretmenin dolabına katar. Aradan günler geçer ama mektubuna bir türlü cebap alamaz. Sonra bir gün dolabını açtığında hiç açılmamış şekilde zarif bulur. Büyük hayal kırıklığı yaşar. Meğer mektup hiç muhatabıma hitap etmez. Şiirin devamını yazar ve adını 'Geri Gelen Mektup' katar."
Bir yudum su aldı ve bize şiirin devamini okudu.
"Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse;
Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...
Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!
Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince
Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım;
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.
Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın,
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,
Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;
Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin!"
"Devamı kalsın. Araştırın. Öğrenme bilgisinden mahrum bırakmıyorum sizi. En güzel kısmı bence son dörtlüğü bu arada. "
Bütün şiiri gözlerimizin içe bakarak okumuştu. Özellikle Cesika'nın gözlerinde fazla oylanması dikkatimden kalmamıştı.
"İyi bir şiir okuyucususun. Dinleyici ile göz teması kumak genelde insanları gerer." dedim.
"Şiir öyle duvara, masaya bakarak okunmaz. Bir çift güzel göze bakarak okumadığın sürece şiir birkaç kafiyeli sözden ibarettir." dedi. Bu genç adamı cidden sevmiştim. Zamanımız olsaydı eminim ondan öğrenecek çok şeyim olurdu.
"İyi dinleyici bulmak son zamanlarda zor." dedi Cesika.
Devran onayladı. "Katılıyorum. Geçen yaz bizim köy kahvesindeki televizyon bozulmuştu. Fırsat bu fırsat diyerek ertesi gün bir şiir kitabı ile geldim. Çok sevdiğim şiirleri tek tek okumaya başladım. İlk sessiz olmamı söylediler, hatta kızanlar bile oldu. Üç gün boyunca şiir ve mektup okumaya devam ettim. Üç günün sonunda beni dinleyenlerin sayısı gittikçe arttı. Artık sustumak yerine dinlemeye başlamıştılar. Bende deneme hatta kısa hikâyeleri okumaya başladım. Bir haftanın ardından soru sormaya başladılar. İkinci hafta kendileri bana okumam için mektup getirmeye başladı. Hatta birkaçı gençken yazdığı mektupları verdi. Yazarı anonim tutuyordum ama yinede iyi bir ilerlemeydi. Üçüncü hafta okuma bilenler kendileri okumaya başladılar gerine gerine buldukları hikâyeleri, yazdıkları şiir ve mektupları okumaya başladılar ki aralarında oldukça başarılı olanlar vardı. Artık bende bir köşeye geçiyor elimde kahvemle onları dinliyordum. Böyle başarılı üç haftanın sonunda kahveye yeni bir televizyon aldılar. Ertesi gün kahveye gittiğimde herkes maç izliyordu. Dikkatlerini çekmek için elimdeki kitabın girişini okumaya başladım. Ben sesimi yükselttikçe onlar televizyona ses verdi. En sonunda pes ettim. Susarak devre arasına görmesini bekledim. Maç devre arasına girince kitapta bulunan bir yazıyı okudum:
Ellerinde, avuçlarına sığan dipsiz bir kuyu... İçine bakıyorlar, bakıyorlar ama asla dolduramıyorlar. İnsanlar, birer canlı hikâyeyken, şimdilerde cansız kutuların yankısından ibaretler.
Eskiden, bir çocuğun düşüşüne yetişen eller vardı, şimdi ise o anı kaydetmek için uzanan soğuk makineler... Sohbetlerin dokusu vardı, kelimeler insanın yüreğine dokunurdu. Şimdi ise herkes konuşuyor ama kimse duymuyor, herkes bakıyor ama kimse görmüyor. Cansız kutular fısıldıyor, kulaklar duymazdan geliyor. Eller dokunmuyor, gözler görmüyor.
Ve böylece, parmaklarımızın ucundaki dünyaya bakarken, etrafımızdaki gerçek dünyayı yitirdik. Işıkla yanıp sönen ekranlara bakarken, içimizdeki ateşi söndürdük. En acısı da bunu fark etmeyecek kadar meşguldük.
Sonra kalktım ve bir daha o kahveye adım atmadım."
İnsan oğlu tarih boyunda kendi yarattıklarına yaptı. Önce heykeller. Sonra para. Şimdi teknoloji. Doğru kullanılması gereken teknoloji şu an bizi kullanıyordu.
Atlas'ın telefonu çaldı. Dudakları kulaklarına vararak açtı telefonu. Dışarı gidip konuştu geri döndüğümde daha büyük bir tebessüm vardı yüzünde. "Ben kaçıyorum. Bir arkadaşım aradı yanına gitmem lazım." dedi toparlanarak.
"Yine şu kız mı?" dedi Arthur.
"Yengen, yengen. Şu kız falan, ayıp oluyor." dedi sırıtarak. Sandalyesine aştığı kabanını aldı ve kafasını masaya katarak uyuyan Zeo'nin sırtına örttü. Sarhoş olmuş, sızıp kalmıştı.
"Zoe de kalsın. Yanına ceket almamış. Alkollü bir de donacak. Dikat edin ona. Asya'cım, nice yaşlara. Hediyelerin ikinci odada. Taşımak zor olur diye hepimiz olaraya bıraktık."
"Gerke yoktuda dikkat et kendine."
"Ederim, ederim. Hadi iyi akşamlar."
Atlas resmen mutluluktan seke seke çıktı kafeden. Arabanın uzaklaşmasını izlerken, "Maşallah dediğim iki gün yaşamıyor. Ben ikisini çok yakıştırmıştım." dedi Devran Zoe'ye bakarak.
"Zoe ve Altas mi? Yok ya. İkisi hayatta anlaşamaz. İyi arkadaşlar ama kesinlikle birbirleri için yaratılmamışlar." dedi Cesika.1
"Arkadaşları da şüpheli. Asker ve komutan gibiler." dedi Arthur.
"Yok ya, abartmayalım. Zoe biraz Atlas için gizli silah gibi ama kendilerine özgü bir iletişimleri var." dedi Cesika.
Bazı insanları yönetmeyi daha çok severler. Liderlik içgüdülerine sahiptirler. Ben ve Alex gibi ya da sadece tek bir kişiye hükmetmeyi severler, Atlas gibi. Bazı insanlar ise sorumluluk almayı sevmez, karar vermeyi sevmez; birilerin onlar yerine düşünüp, onlar yerine karar vermesiyle daha rahat eder. Zoe, Mex ve Ada gibi.
....
🧩
Asya tekrar karşımdaydı. Kendimi affettirmek için her şeyi yapardım. Zaten şu an bu yüzden karşı karşıyaydık.
"Ne olursa olsun yapar mısın?" dedi.
"Ne olursa olsun." dedim. Nefes almak bile sen olmadan güç benim için.
Kara gözlerin gözlerime dikti. Nefret, tiksinti... Benim gözlerimdeyse yaş. Tekrar gözlerindeki geceyi görmeme izin ver meleğim. Yalvarırım. Demek istediğim o kadar çok şey vardı ki. Fakat hiç biri dökülüyordu aciz dilime.
Elini arkaya götürdü. Hâlâ gözlerinin içine baktığım için anlamadım ne yaptığını. Kilitlenmiş gibiydim.
"Yaşadığın sürece affedemem seni." dedi. Gözlerim bana uzattığı şeye kaydı. Bir tabanca...
"Sen ve Beyaz Melek aynı kişisiniz. Sen -siz- yaşadığınız sürece ben seni affedemem. Sana duyduğum bu öfke Beyaz Melek ölmeden dinmeyece."
Bana uzattığı silaha bakmaya devam ettim. Zihnindeki bütün sesler dindi saniyordum ama Beyza Melek kahkaha atıyordu. 'saçmalama' diyordu. 'bizi öldürmesine izin mi vereceksin?'
O beni öldürmek istemiyordu ki. O içimdeki Beyaz Melekten kurtulmak istiyordu. O içimdeki Beyaz Melekten kurtulmamı istiyordu.
'o senden vazgeçmez, kesin şarjör boş.' diyordu keyifle.
Hayır, silahlar benim işim. Ağırlığından bile anlaşılıyor, şarjör dolu. İki kurşun.
Ne yapacaksın Asya, ben kendime sıktıktan sonra sende kendi kafana mı sıkacaksın?
Gözlerinin içine baktım. Keskin, emin. Bunu sana yapamam meleğim.
Hayır, o sana kıyamaz. Silah bozuk!
Silahı kaldırdım ve bir el sıktım. Kurşun sesi. İkimizde göz temasını kesmedik.
"Artık." dedim. "Tek bir kurşun var." Amacını anladığımı fark etti. "Ne malum, ben belki de emin olmak için ikinci kurşunu kalbine sıkıcaktım?" Gülümsedim. "Canın yanar." dedim. "Hâlâ sana üzüldüğümi mi sanıyorsun?" Bu sefer anlamadı beni.
Kalbime sıkmana izin veremem. Sen ordasın. Ama neyse, içimi bilmesende olur. Ayrıca... Hayır, emindim. Kendine rezerve etmiştin o kurşunu. Bak, benim kendime sıkmam gereken kurşun artık özgür. Senin kendine ayrıldığın kurşun öldürecek benim. Evet meleğim, ölüm. Benden dilediğin buysa... Beni affetmen için tek şartın buysa ben razıyım.
Silahı tekrar kaldırdım. "Sadece bana söz ver." dedim çaresizce. "Beni affet. Gerçekten affet. Ve... Yaşamaya devam et."
Bir şey söylemedi. Söz vermedi. İç çektim. Namluyu kafama dayadım. Ellerim titrer sandım ama titremedi. Bacaklarım titriyordu ama ölüme gideceğim için değil Asya karşımada, bana bu kadar yakın olduğu için. Bütün hücrelerim ona dokunmak için yanıp tutuşuyordu. Lütfen güzelim, en azından cansız bedenime dokun. Meyaz Melek artık olmayacak o bendende. Duracak olan kalp en çok seni görünce hızlandı. Ellerim, bacaklarım sadece sana yakın olunca deli gibi titredi. Bu aciz beden bir tek seni arzuladı.
Cinsel bir arzudan ibaret değil. Bazen bir insanın gülüşünü görmek bile yeterdi kişiye. Bana yetmişti. Senin kokun nefesim olsun demiştim. Toprak kokunu almama izin vermeyeceksen göm beni toprağa.
Trajedi temalı bir tiyatro oyunu gibi göründüğünü farkındayım. Olsun; birimiz dürüst bir oyuncu, ötekimiz yalancı bir adalet elçisi.
Soğuk namlu kafamın sol tarafına değerken gözlerimi yumdum. Ölümden korkmayı bekledim.
Belki ölüm ile defalarca kez yüz yüze geldiğimiz için. Ölümün aldığı çok fazla bekleyenim olduğu için. Belki sadece cidden sensiz yaşamak haram geldiği için.
Seni gördüğümde yirmi yedinci yaşındaydım. Ondan önceki yaşamım boyunca her gece uyurken ölmeyi diledim. Kendini öldürecek kadar cesur veya korkak değildim. İki tarafta da beni bekleyenler vardı ve ben arafta kalmıştım. Ne ahirette ne bu dünyada kavuşmak adına bir arzu duymadım. Yok olmayı istedim. Seni gördükten sonra değişti dualarım. Yarın sabahı görmek istedim çünkü uyanmak demek seni bir kez daha görebilmek demekti.
Şu an elimde kafama doğrulttuğum bir silah var. Sen verdin. Ve ben ölüme gidiceğim için hâlâ korkmuyorum. Sanırım seni son kez görüceğim. Ölmeden önce son kez sarılmak istedim. Serin tenini hissetmek. İlk ve son kez öpmek. Nefesin nefesime karşısın istedim. Ama bunu yapamam. İstemezsin biliyorum. Ölümden daha bencilce olur. Senden başka bir şey almadan gidiceğim.
İçimde sadece bir ateş vardı. Soğuk ellerin değse belki sönerdi ama ben seni, senden ateşe elini uzatmanı istemeyecek kadar seviyorum. Yanmayı senin yanmana tercih ederim.
Ne tuhaf değil mi? Adam gördüğü işkencelerden dolayı soğuğu hissetmiyordu ama kadının teni hep soğuktu.
Güzel bir peri masalı olabilirdik belki. Mutlu sonla bitsin ama. Ölüm olmasın. Kimse silah tutmasın. İnsanlar: 'bir varmış bir yokmuş hâlâ kahramanlara inanan bir kadın ve onun için kahramanları yaratan bir adam varmış' desin. Karakulak veya güvercin* değil. Laneti olmayan bir mucit kral ve eli kana bulanmayan bir avcı.
(Yz: Birinci kitabın intro bölümüne gönderme.)
Güneşli bir gündüz ve zifiri karanlık-sadece çok az insanın içindeki evreni görebildiği- bir geceye ait olsun. Senin gözlerin yıldızsız bir gece. Benim gözlerimde güneş... Güneşte bir yıldız meleğim. Bırak sana ait olsun.
Gözlerimi açtım. Hayır, hâlâ ölümden korkmuyorum. Sadece içimde mutlu sona ukte kaldı.
Gülümsedim. Emniyet kilidini açtım. "Tüm içtenliğimle özür dilerim. Ve seni seviyorum. Yaşamaktan bile daha çok."
Sonrası yok.2
...
(AAAAAAAAAAAAAAAĞĞĞĞĞĞĞĞĞĞĞĞĞ dur dur daha bitmedi. Ama neler olucak sence İsimsiz? Sanan soru sormayı sevmeye başladım.)2
Cevap verdiysen devam ediyoruz.4
.
.
.
Rüya. Bir rüya!6
Hayır elbette bende rüya gördüm ama beynim kaydetmez. Yani gerçek hayatın tersine rüyaları unutuyordum. Bir insanın öldüğünü gördüğü bir rüyayı unutması mümkün değil galiba.
Şu ana dek gördüğümü hatırladığım üç dört rüyanın hepsinin sonunda ölüyordum. Sanırım işin bugu buydu.
Çok gerçekçi bir rüyaydı. İnanmayarak etrafıma bakındım. Asya yok. Ben neredeyim?
Şu an karargahtayım. Biraz önce Asya'nın doğum günündeydim. Karargâh geldim. Bitkinlikten artık uyuya kaldım.
Doğum günü! Bu aşk fazla sana... Kafamı ellerimin arasına aldım.
Haklı olması beni deli ediyor.
Danstan sonra kafenin bahçesine, merdiven basamaklarının birine oturmuştum. Bir süre olanları sindirmeye çalışırken yanıma biri yaklaşmıştı. Hyun Su veya Mex olur sanmıştım ama gelen Devran'dı.
"Zor bir gün ha?" demişti yanıma oturtarak. Sadece başımı sallamıştım. "Sanırım aranız biraz bozuk." diyerek konuşmaya devam etmişti.
Bir süre sessiz kamıştım. "Kendini affettirmek için bir adım at o zaman." demişti. "Yapamam. Gözlerindeki duyguları gördüm. Hayatta affetmez. Haklı da."
"Denemeden bilemezsin. Annem hep derdi ki: 'Bir kadın sana kızgınsa gönlünü almak zordur. Ama hallolur. Kırgınsa işin daha zordur ama merak etme sürünsende bir yolu illa vardır. Ama eğer ikisi de yoksa ağıt yakmaya başla. O zaman yapacak bir şey kalmamıştır, duygularını kaybetmiştir.' O sana kırgın bakıyordu. Gördüm. İşin zor ama imkansız değil. Diğerleri sana oldukça saygı duyuyor gibiydi. Masada bir ağırlığın vardı. Bir yabancı bile fark eder bunu. Şimdi tolarlan. Seni pek tanımıyorum, Asya'yı da pek tanımıyorum. Bu kadar güçlü bir kadın sana gönlünü kaptırdıysa bir bildiği vardır. Ne yapıyorsan yap, onun sevdiği kişi olamaya geri dön. Şu an kaybolmuş bir zavallı gibi görünüyorsun." demişti sert bir ifade ile.
Bütün bedenim şok etkisi yaşamıştı. Ama haklıydı. "Çok mu ağır oldu?" demişti çekinerek. Minnetle gülümsemiştim. "Hayır, buna ihtiyacım vardı."
Bir süre sessizce oturmaya devam etmiştik. En sonunda "Ne yapacağım?" demiştim. "Özür dileyeceksin. İçten bir şekilde. Bir yere götür. Baş başa konuşucağınız. Baktın geçmiş ağır geliyor, yeni bir sayfa açın. Yeniden tanışın. Hata yapmadan, kaçmadan, sırlar olmadan."
Haklıydı. Daha ne kadar kendimi suçlayacaktım? Asya pişman olmamı değil, bir adım atmamı bekliyor.
Bu yüzden gelmiştim karargaha. Bir adım atmak için. Yutkudum ve Meredith'i aradım.
"Hayır, sadece... Şu an aynayı görmem lazım. On dokuzuncu odaya girebilir miyim?"
"Tek başına bu çok riskli. Çok yorgunsun ve-"
"Hayrı, biraz önce uyudum. Bilimcim yeteri kadar yerinde ve çok uzun sürmeyecek."
"Peki ama lütfen sadece on beş dakika. On beş dakikanın sonunda tekrar arayacağım seni. Lütfen dikkatli ol ve onu dinleme."
Beyaz Melek en çok Meredith'in gümüş aynası sayesinde güçlenmişti. Varlığını çünkü ilk o zaman kabullendim.
Ayna insanı yansıtır. Tamamen aynı değildir. Yansıma dediğimiz şey gerçekliğe o kadarda yakın değil. Ama bu tarz aynalar farklı. Gizlediğik gerçeği gösterir. En iyi insanın içinde bile bir kötülük vardır. Böyle aynalar seni değil, o kötülüğü yansıtır. Aynaya baktığında gizlemeye çalıştığın veya görmek istediğin parçanın görüsün. Ben Beyaz Melek'i görmüştüm.
On dokuzuncu odaya girdim. Aynaya yaklaştım ve karşında durdum. Sorun yok. Bunu ilk kez yapmıyorum. Yansımamı gördüm. Yorgun, pişman, acı içinde. Gerçekten berbat haldeydim. Gözlerimin içi kızarmıştı ve her an akmaya başlayacak gibi bakıyoru. Gözlerime odaklandıkça bakışlarım değişti. Acımasız bir çift göz vardı. Yine kanlanmış ama kana aç bir çift göz...
"Yine mi geldin bana?" dedi gülümseyerek.
"Önemli değil. Buraya neden geldiğimi biliyorsun."
"Beni yok etmek için. Hep bu yüzden geliyorsun ama hâlâ hayattayım."
"Yanıldın. Barış için geldim."
Gözlerinde kibirli bir bakış vardı. Benim gözlerim mi bu vahşi bakışlar?
"Sen bensin. İstesen amacı öğrenirsin. Zihnimiz bir."
"Sen aklını kaçırmışsın. O ölüm istiyor. Beni yenmek istiyor."
"Yara izleri bana değil Beyaz Melek'e aitti. Onları öptü. Eline defalarca kez Beyaz Melek'i öldürme şansı geçti. Bunu yapmadı. Çizdiği resimde en tepede Beyaz Melek vardı. Çünkü ilk onu tanıdı. Asya Ersöz ilk Beyaz Melek'e aşık oldu."
"Yalan söylüyorsun!" dedi. Beyaz Melek'i ben bile sevmiyorken Asya sevmişti. Tabii inanmaz.
"Zihinlerimiz bir. Yalan söylediğimi biliyorsun. Biz aynı kişiyiz. Asya bizi her halimizle sevdi."
"Biz bir katiliz. Bütün suçu sana attım. Alexander da can aldı. Beyaz Melek'te hayat kurtardı."
"Beni kandırmak için söylüyorsun."
"Barış teklif ediyorum. Sende Asya'yı seviyorsun. Onu kaybediyoruz."
"Kırgın, çok kırgın. Fakat hâlâ duygusuz değil. Hâlâ umut var."
"Bu gerçek hayat. Hâlâ mutlu son mu bekliyorsun."
Omuz silktim. "Mutlu veya değil. Asya'nın olduğu bir son diliyorum. Bunun için sana ihtiyacım var. Seninde bana. Biz aynı kişiyiz. Seni bunca yıl dışladığım için özür dilerim. Artık kabulleniyorum."
Beyaz Melek dehşetle baktı yüzüme. Sonra rahatlamış bir şekilde gülümsedi.
"Barış teklifini kabul ediyorum. Asya için..."
"Adalet için, meleğim için." dedim. Yansıma yavaş yavaş değişti. Artık Beyaz Melek değil benim kendi yansımam vardı.
Nerde kavga, nerde ölüm, nerde yenilgi, zafer?5
Yenemeyeceğin düşman ile müttefik ol.
Kendinle ise asla düşman olma.
O zaman, şimdi yeniden başlayalım.
Her şeyi yoluna katmalıyım. Artık iyi bir fikrim var.
Telefonumu çıkartıp Meredith'e her şeyin yolunda gittigine dair bir mesaj yazdım.
Otoparka inerek bir arabaya bindim. Kemeri takarken kendi kendime şarkı mırıldandım.
"Kalbim senden,senden vazgeçmeyecek
Korkma, içimde aşkın hiç bitmeyecek
Eğer istersen sonsuza dek sürecek
İnan bu adam hep seni, seni sevecek..."
Ayyy bölüm benim çok içime sindi. Sizce nasıldı?6
Bölümde geçen şarkıları dinlemeyi ve Devran'nın favori şiirini okumayı unutmayın.8
Mutluluk sizinle olsun, Güneş benimle 🌙
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.62k Okunma |
635 Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |