
Haaaayyyyy
Sabahın bu kadar erken saatinde bölüm atmak istemezdim ama dün astigmatım tuttuğu için başım çatlıyordu.
Ama olsun.
Umarım beğenirsiniz.
İyi okumalar 💕 🦋
...
Senfoni: Farklı seslerin bir araya gelmesiyle oluşturulan müzik.
...
Öykü Mutlu
Mutluluk nedir?
Ben, Öykü Mutlu.
Soyadımın vaat ettiğinin aksine, uzun süre mutluluktan uzak yaşadım.
Ta ki karargâhı bulana dek...
Orası, bana mutluluğun ne olduğunu öğretti. Ama içimde hâlâ büyüyen bir boşluk var.
Kötü bir boşluk değil bu. Daha çok, yaşama karşı duyulan bir açlık gibi.
Yeni başlangıçlara, yeni insanlara, yeni seslere karşı bir açlık.
Mutluluğa karşı bir açlık. Çünkü artık biliyorum:
Mutluluk, renkleri görebilmekmiş meğer.
O kadar çok insanın varmış ki bakıp renkleri göremeyen.
Mutluluk, notaları duyabilmekmiş.
O kadar çok insan varmışki notaları duyamayan.
Mutluluk, bir çiçeğin kokusunu içine çekebilmekmiş.
O kadar çok insan varmışki nefes alsa da koku almayan.
Ve mutluluk... teninde hissedebildiğin bir şeymiş bazen.
O kadar çok insan varmışki dokunup, hissedemeyen.
Ben mutlu olmayı, kendi öykümü yazabildiğimde öğrendim.
Her insanın bir öyküsü varmış, uğruna yaşadığı.
Ben kendi öykümü buldum sanırım.
Karargâh, bunun için bir dönüm noktasıydı.
Şimdi sıra, diğerlerinin öyküsünü bulmasına yardım etmekte.
Ama fark ettim ki...
Gerçek öyküler her zaman mutlu bitmiyor.
Çocukken masallara inanırdık. Hep iyiler kazanır, her dilek gerçekleşirdi.
Oysa “öykü” gerçekliğe sadıktır; masal ise hayal gücünün ta kendisi.
Ve işte ben, tam bu noktada eksik olan şeyi buldum:
Masal.
Hemde her anlamda.
Masal, bana aileyi hatırlattı.
Aile, sadece kanla kurulmazmış.
Bazen beyaz izlerle çizilirmiş bağlar.
Masal’la aramızda kan bağı yoktu belki ama izlerimiz ortaktı.
Tenimize işleyen beyazlıklar bir öykü değildi; aile kavramının kendisiydi.
Bu kez içimdeki açlık, başka bir şeyin peşindeydi.
Aile olmak ne demekti?
Şimdi, Masal’ın yardımıyla bu sorunun cevabını arıyorum.
Birlikte ağlayanlarla ağlayın, sevilenlerle sevinin.*
(Yz: İncil ( Romalılar/12:15)
...
Toplantıdan sonra Alex, ben ve Masal'ın yanına terasa gelmişti.
Neşesini hissedebiliyordum. Asya'ya kavuşmanın neşesi vardı üstünde fakat... Tuhaf bir gerginlik de vardı. Onunla konuşsam, elbet söylerdi durumun ne olduğunu. Fakat sormadım. Hazır hissettiğinde kendisi gelecekti bana. Hep öyle olur. En çok Alex farkındaydı duygularını saklayamayacağının. Uzun yıllar onları yönetmeye çalışmış, her seferinden başarısız olup bana gelmişti.
Mutluyum bunun için, Alex bana çok şey vermişti. Bende en azından onun için boşluğa düştüğünde sığındığı bir limandım.
Bir diğer hissettiğim duygu Masal'a aitti.
Mutluluk, beklenti, heyecan...
Ayaklarını sallıyor, bir yandan meyve suyunu yudumluyor, bir yandan Mersin semalarını izliyordu. Alex'in terasa girdiğini görünce, kalbinin deli gibi attığına eminim.
Aslında bu konu beni biraz endişelendiriyordu fakat... Eminim üstesinden gelecektir.
"Naber?" dedi Alex karşımıza oturarak. "İyi, sen ne yaptın? Hallettiniz mi sürü işlerini?"
"Hallettim sayılır. Fakat bir süre sanırım yanımda Asya olmadan gezmemem gerek. Veya odamdan hiç çıkmamalıyım."
Aslında bu durum tasavvuf felsefesinde anlatılan bir öyküyü anımsattı.
Bir gün bir kral varmış. Ölümden çok korkarmış. Kendisini bir odaya kapatmış ve içeri kimseleri almamış. Odanın kapısı çelikten ve altındanmış. İçeri kimse giremezmiş. Fakat bir gün kapının anahtar deliğinden bir sinek girmiş. Kral sineği çıkartamamış. Sinek kralın burnuna girerken onu boğmuş ve öldürmüş.
Ölüm anında ölüm meleği Azrael krala görünmüş ve demiş ki: "O sineği sana ben göndermedim. O zaten takdir edilmişti. Ben görevi tamamlamaya geldim."
Ölümün ne kadar kaçınılmaz olduğunu anlatmak için güzel bir örnek aslında.
Fakat bu hikâyeyi Alex'e anlatsam, sanırdım pek mutlu olmaz.
"Aminim aranızı düzelteceksinizdir."
"Aslında Asya'dan daha öfkeli. Asya'nın ortalığı yakıp yıkmasını bekliyordum ama hemen yumuşattı olayları." dedi gözleri gökyüzünü izlerken.
"Yumuşatmak doğru kavram olmaz. Sadece... Öfke ve kin ile hareket etmenin zaman kaybı olduğunun farkında. Göründüğünden daha olgun bir kadın. Şahsen ben onun kadar çabuk toparlanamazdım. O çoktan toparlamak adına işe koyuldu, üstüne üstlük yakıp yıkmak yerine şu an hatalı gördüğü düzeni iyileştiriyor."
Asya'nın da hataları vardı elbet. Bir şeylerin üstesinden tek başına gelme konusunda kararlıydı. Tamamen 'ben hallederim' kafasındaydı. Evet, güçlü bir yapısı vardı fakat o kadar da değil.
"Sanırım haklısın..." dedi. Fakat sesinde hâlâ endişe vardı. Neyden endişeleniyorsun Alex?
Derin bir nefes aldı ve Masal'a döndü. "Şimdi konumuz bunlar değil. Seni dinliyorum küçük hanım." dedi anlayışlı ve sevecen bir sesle.
Masal ilk utandı fakat hemen toparlandı ve gayet cesur bir şekilde söyledi isteğini.
"Bende savaşçı olmak istiyorum! Bir yeteneğim yok ama yeteneği olmayan savaşçılar da var. Hem... Hem ben hızlı öğrenirim. Çok çalışırım. Ne dersen yapardım. Benim de savaşçı olmamı ister misin?"
Bir çırpıda sarfettiği sözleri Alex'i şaşırtmıştı elbet. Fakat gözlerinde gurur vardı.
"Savaşçı olmak mı, nereden çıktı bu?"
"Ben... Adalet adına bir şeyler için çabalayabilirim. İnsanlara yardım edebilirim. Benim gibi binlerce insan var. En azından bir grubuna yardım edebilirim. Karargah bana yeni bir hayat verdi. Ben de bu hayatı diğer insanlara yardım etmek ve adaleti korumak için adamak istiyorum."
"Bunun daha kolay yolları var." dedi Alex, onun üstüne giderek. Bir bilse ben ne kadar konuştum bu konuları onunla.
"Olabilir fakat... Biliyorum! Benim ait olduğum yer burası. Bazı insanlar Tanrı'nın onları neden yarattığını bilirler. Ben de biliyorum. Benim kaderim bu."
"Çok zor olacak ama?"
"Kolay olmasını ne bekledim ne de istedim."
"Tehlikeli olacak mı?"
"Tehlike her an bizimle. Ha bir görevde yaralandım, ha şimdi ayağım kayıp düştüm. İçtiğim meyve suyu boğazıma kaçtı ve boğuldum. Bunlar hayatın her alanında olan şeyler. Yaşamak dediğimiz şey zaten tehlikeli ve her saniye ölüme yaklaşıyoruz. Ölüm elimizden değil. Fakat o yaşamı ne uğruna yaşadığımız ve ne uğruna olduğumuz bizim elimizde." dedi Masal yaşına tezat büyük bir inançla.
Alex ufak bir kahkaha attı. "Kıvama gelmiş bu. Bizim yıllar sonra fark ettiğimiz şeyi o şimdiden kavramış. Etkilendim doğrusu. Peki o zaman. Seninle küçük bir anlaşma yapalım. İnançlı olman beni çok etkiledi fakat bunun için hâlâ yaşın küçük. Şimdi hangi branşta ilerlemek istersen o alanda bir savaşçı seni eğitecek. Suikast istiyorsan Arthur veya Umut. Oyunculuk istiyorsan Selen veya Atlas. Yok, ben siber ağda çalışmak istiyorum dersen Mex, hatta silahlar üstünden ilerlemek istiyorsan ben. Söyle bakalım, hangi branş?"
Bu kadar çabuk kabul etmesini beklememiştim. Masal da beklememiş olacak ki bir süre ne yapacağını düşündü. Kararsızlığı yüzüne yansıyordu.
"Ben hepsinde ilerlemek istiyorum. Aynı anda hepsinin dersini alsam olmaz mı?"
Alex tekrar şefkatle gülümsedi.
"Peki madem, şöyle yapalım; şimdi farklı branşlardan dersler al. Sonra bir branşı beğenmezsen onu sileriz listeden. Ardından en çok hangisini veya hangilerini beğendiysen o branşta çalışırsın. Fakat unutma, bu çok yorucu bir süreç olacak ve karargahta pes edenlere yer yok."
"Asla pes etmem ben! Bak gör, en güçlü savaşçın ben olacağım."
"Bundan hiç şüphem yok."
Alex gururla gülümserken ben endişelenmek ve sevinmek arasında gidip geliyordum.
Fakat şu an endişeyi bir yana bırakıp küçük kız kardeşim için sevinmeyi seçmiştim.
...
Selen’le sorgu için buluşmuştuk.
Sorguladığımız kadın, bundan üç yıl önce kaçırılmıştı. Ama işin en tuhaf yanı bu değildi. Kaçırıldığı örgüt için çalışmaya başlamıştı. Suç işlemeye… Belki mecbur kalmıştı. Belki de başka çaresi yoktu. Hayatta kalmak için insanın neleri yapabileceğini çok erken öğrenmiştim. Öyle şeyler ki, bir zamanlar “asla” dediğin ne varsa birer birer yutuyordun.
Ama hayır… En tuhafı bu da değildi.
Örgütteki adamlardan biri, yakalanacağını anlayınca kendi kafasına sıktı. Kadın bunu duyunca adeta çıldırdı. Özgürlüğüne kavuşmuş biri gibi değildi. Gözlerinde sevinç değil, bir tür yas vardı. Sanki yeni kaybettiği bir şey vardı da bizim yüzümüzden olmuştu. “Siz vurdunuz!” diye bağırdı. Lanetler savurdu. Minnet bir yana, nefret doluydu. Adamın gerçekten öldüğünü bilmiyordu daha. Ama bizim vurduğumuza emindi.
Alex, sorgu boyunca hiçbir şey demememizi söyledi.
Biz de sustuk.
Ama aklım kurcalanıyordu. Ya o adam gerçekten kötü biri değildiyse? Ya bu kadını o örgütün elinde korumaya çalıştıysa? Belki sadece onun için oradaydı. Belki bir gölge gibi takip etti, kolladı, sakladı... Onun iyiliği için.
O zaman bu kadın… onu kaybettiği için mi böyle perişandı?
Onu değil de biz öldürmüşüz gibi bakmasının sebebi, o "kötü adamın" aslında onun için tek iyi şey olması mıydı?
Bu ihtimali düşünmek bile içimi karartı.
Her şeyi bu sorguda öğrenecektik.
Ben her zamanki gibi bir kenara çekildim ve onun nerde yalan nerde dorgu söylediğini denetledim. Selen yeteneğini kullanarak ona sorular soruyordu.
"Seni evinin çevresinde, okuldan dönerken kaçırmışlar, doğru mu?"
"Beni kaçırmadılar! Sadece yanlarına aldılar."
"Bana karşı dürüst ol. Sana hiç şiddet uyguladılar mı? Yada başka kötü bir hareketleri oldu mu?"
"İlk eve götürdüklerinde beni bir banyoya kapattılar." dedi. Bir süre sustu. Bunları neden anlattığını düşündü muhtemelen. "Banyoda beni boruların birine kelepçelediler. Yemek ve su kısıtlıydı. Uslu durmazsam, çalışmazsam yemek yok!"
"Seni banyoya kapatıp görmezden mi geldiler?"
"Tam olarak değil. Ben orda kelepçeli dururken bile banyoyu kullanmaya devam ettiler. Çoğunu görüyordum."
"Sen içerdeyken mi?"
"Evet, hem banyo benim iş yerim. Herkes bir yerde çalışmalı, yediği ekmeği halletmeli."
"Ne işi?"
Miğdem bulandı, az çok tahmin ediyordum.
"Ellerim bağlıyken yapabileceğim işler kısıtlıydı. Genelde yanıma gelirlerdi. Çok sıkıldığım için benimle vakit geçirirlerdi."
"Yani tecavüz?" dedim, boğazım düğümlenerek.
"Hayır, dedim ya: İş. Yoksa bana ekmek ve su vermezlerdi."
"Bir ekmek ve su için bedenine sahip olamazlar." dedi Selen sinirle.
"Ama belli kurallar kesindir. Çalışmayan insan ekmek alamaz."
Selen ile bakmıştık.
"Kaç kişiydiler?"
"Emin değilim. Saymayı tercih etmezdim. Benim için tek bir kişi vardı. Adı Keleşti."
"Yani kod adı?" dedim.
"Hayır! Eğer başka bir adı olsa bana söylerdi. Çok severdi beni. Benden bir şey saklamaz o. Bana çalışmasam bile ekmek ve su verirdi. Bir keresinde bana parfüm sıkmıştı. Çok güzel kokuyordu biliyor musun?"
Sanırım Keleş dediği herif şu kendisine sıkan kişiydi.
"Peki Keleş sana nasıl davranırdı?"
"Çok iyi davranırdı. Aşıktı o bana! Dedim ya, parfüm bile sıkmıştı. Bana vurmazdı, saçımı çekerdi sadece. Ama çok acımazdı. Diğerleri çok kötüydü. Bana vururduler, kötü davranırdılar. Ama Keleş yapmaz."
"Ama saçını çekiyormuş?"
"Uslu durmadığım için yapıyormuş. İyi biri o."
"Onun için de çalıştın mı?"
"En çok o benimle çalışırdı. Biraz sert davranırdı ama severdi beni. Başkaları ile çalışmamdan hoşlanmazdı. Önce iyice temizledi beni. Diğerleri beni asla temizlemezdi. Hata olmamam için sıcak suyla temizlerdi hem."
"Sıcak su mu? Bedeninde kaynar su yanıkları var. Bu yüzden mi?"
"Hayır! Su çok sıcak değildi ki. Üşümiyim diye. Biraz kırmızı olurdu o kadar."
"Lan yakmış seni! Ne üşümesinden bahsediyorsun?" Selen sinirlenince hemen elimi omzuna kattım ve geri çektim.
Kadın korkudan ağlamaya başlamıştı. İşin tuhaf yanı cidden buradaki sorunu anlamıyor gibiydi. Onun normali bu olmuştu. Sen bu üç yıl boyunca neler yaşadın böyle?
Kadının omuzları titriyordu. Gözyaşları yanaklarından süzülürken hâlâ “Ama o bana iyi davranırdı…” diyordu.
Selen derin bir nefes aldı. Kontrolünü yeniden kazanmaya çalıştı. Sesindeki öfke azalmış, yerini kırılmış bir şefkate bırakmıştı.
“Sana iyi davranmak bu değil,” dedi yumuşakça. “İyi biri, birini zincirle bağlamaz. Sıcak suyla yakmaz. Saçını çekmez. Bedeni üzerinden pazarlık yapmaz.”
Kadın başını iki yana salladı. Gözleri boştu. “Ama... parfüm verdi bana,” diye fısıldadı tekrar.
İçimden geçenleri tutamıyordum artık. “Bana bak,” dedim, göz hizasına eğilerek. “Sana parfüm alması, seni sahiplenmeye hakkı olduğu anlamına gelmez. Sevgi bu değil.”
“Siz anlamazsınız,” dedi. “Siz... hiç aç kalmadınız. Günlerce yemek verilmediğinde... biri gelip bir tabak yemek bıraktığında, seni izlese bile... o yemek cennet gibi gelir.”
Sustu. Ağzını kapattı. Bize bir şey anlatmaktan korkuyordu artık. Anıların içinde boğuluyordu sanki. Onu daha fazla zorlarsak ipler kopacaktı. Ama geri çekilmek de lüksümüz değildi.
“Bak,” dedim, daha yumuşak bir sesle. “Bize yardım edersen, başkalarının da senin yaşadıklarını yaşamasını engelleriz. Bize Keleş hakkında daha fazlasını anlat. Neredeydi? Ne iş yapıyordu? Başka kimler vardı etrafında?”
Kadın yavaşça başını kaldırdı. O an gözlerindeki bakış değişti. Sanki bir perde aralanmıştı.
"Neden olanlar için çalışmaya devam ettin? Onların sana yap dediği her şeyi yapmışsın; örgütün bir parçası olmuşsun."
"Bir iş yapmam lazımdı. Onlar iğrenç kokuyordu. Bana dokunmaya devam etmelerini istemedim. O banyo çok soğuktu. Soğuktan nefret ederim. Oraya geri dönemezdim."
Anladığım kadarıyla kötü kokulardan nefret ediyordu. Ona dokunmalarından çok, kötü kokmalarına odaklanmıştı. İnsan zihni bazen anlam veremediği acılar için ufak noktalara ağır anlamlar yüklerdi. O, gayet hali vakti yerinde bir ailenin küçük kızıyken birdenbire cehenneme düşmüştü. Zihni, gereksiz detaylara odaklanarak kaçmaya çalıştı. Kötü koku ve soğuk nefreti buradan geliyor. Bu yüzden Kenet ona parfüm sıktığında ona minnet duydu. Ayrıca onun için yanmak, soğuk kadar can alıcı değildi. Şerefsiz herif muhtemelen ondan iğrendiği için ilişkiye girmeden önce yıkıyordu. Bunu sıcak su ile yapmak hem kurban hem de avcı psikolojisinde olan bir şey. Sıcak suyun daha iyi temizlediğine inanıyoruz. Ayrıca anladığım kadarıyla bu herif biraz da narsistti. Muhtemelen acı çekmesi hoşuna gitmişti ve onun güvenini almak için, üşümesinden dolayı sıcak su kullandığını söylemişti. Bir diğer dikkatimi çeken husus, sadece ilişkiye girmeden önce onu yıkıyordu. Sonrası... sonrası yok. Çünkü onun umurunda değildi.
Devamı gelebilirdi. Ama o anda kadın gözlerini tekrar yere indirdi. Ellerini karnında kenetledi. O an dosyada gördüğüm düşük şüphesi aklıma geldi. Muhtemelen daha önce düşük yapmıştı. Ayrıca raporda rahim bölgesinde hasar olduğu yazıyordu. Yani bu normal bir düşük değildi.
Neler çekmiştin böyle?
Şu an yirmi bir yaşındaydı. Üç yıl önce ailesinden koparılmıştı. Bu üç yıl boyunca istismar, şiddet, hakaret, açlık... her şeye maruz kalmıştı.
Onun gözlerinden baktım bu sefer. Sevgi değildi bu... ama onun yerine konmuş, onu taklit eden bir şeydi. Yıllar önce kitaplardan okumuştum buna ne denildiğini: Stockholm sendromu.
Bir insanın, kendisini tutsak eden kişiye bağlanması. Hayatını cehenneme çeviren birini koruma içgüdüsü. Dışarıdan bakınca akıl almaz bir şey gibi duruyor ama o an… onun için mantıklıydı. O adam, “Keleş”, ona yiyecek verdiği için, dövmediği, sadece saçını çektiği için, bazen biraz parfüm sıktığı için… ona “iyi” biri olmuştu.
Çünkü kötünün içinde azıcık iyi gösterilirse, insan ona umut bağlamaya başlıyor. “Diğerlerinden daha az vuruyor.” diye iyi zannediyor. Çünkü beden zincirlenince, zihin de bir süre sonra kendini kandırmaya başlıyor. Buna öğrenilmiş çaresizlik diyoruz.
O kadın özgür kalınca öfkelendi. Çünkü o adamın ona yaptığı her şeyi “sevgi” zannetmişti. Ve biz onu o sevgiden kopardık.
Düşünsene, yıllarca aynı karanlık odada tutuluyorsun… ve bir gün seni oradan çıkaranlara değil, seni oraya hapseden adama minnet duyuyorsun. İşte Stockholm sendromu tam da bu.
Canlıların tehlike anında verdiği üç temel tepki vardır: Kaç, don, saldır. İşte Stockholm sendromu, 'don' tepkisinin abartı hâlidir.
Kurban tehdit için bir adaptasyon geliştirir. Tehdit karşısında zayıf ve savunmasız görünür.
Doğada bu tepkinin büyük bir yeri var. Mesela, maymunlar arasında sürüye saldıran; lidere ve diğer maymunlara zarar veren erkek maymun, eğer kazanırsa daha önceden saldırdığı maymunlar ona karşı itaat içgüdüsü gösterir. Veya köpekler, sürü lideri olan köpeğe karşı yavru gibi davranırlar. Sürü liderinin önünde sırt üstü yatarlar ve yavru taklidi yaparlar.
İnsanlara da bu şekilde yansıyor işte.
O kadının hayatında hiç kimse ona gerçek anlamda değer vermemişti belki. O yüzden biri sıcak su dökerken bile 'üşümesin diye' yaptığını söyleyince, ona inanmak istemişti. İnanmak, başa çıkmaktan kolaydı.
Ve şimdi… biz gerçeği gösterdikçe, onun dünyası daha da parçalanıyor. Çünkü bir insanı zincirlerinden kurtarmak kolay… ama zihnindeki kelepçeleri kırmak, bazen bir ömür sürüyor.
...
Cesika Harris:
Tüm insanların benim gibi olduğunu sanıyordum.
Herkes etrafını hisseder, yani öyle olması gerek, değil mi? Değilmiş.
Çevremdeki insanların enerjilerini, varlıklarını hissetmek benim için çok etkileyici bir şey değil. Karargâhta bu kadar güç varken benim bu sıradan yeteneğim pek bir işe yaramıyordu.
Hayatımda da pek bir işe yaramadı. Şayet Selen veya İdın’ın yeteneğine sahip olsam belki ömrüm kaçmakla geçmezdi.
Ben küçükken ve henüz Şili’de yaşarken babamın çok fazla borcu vardı. Üstüne üstlük, amcamın da babamdan alacağı vardı ve en beteri oydu. Babam onlardan kaçmak için bizi Asya’ya getirdi.
Bunu söylemek iç karartıcı fakat Orta Asya’da günahları saklamak hep daha kolay olmuştu. Bizim günahlarımızı da sakladı bu kanla sulanmış topraklar.
Önce Türkmenistan, sonra Arap, daha derine indik. Fas, İran, Suriye...
Aradan yıllar geçmiş, biraz da Türk komşularımızın baskılarıyla henüz yirmili yaşlarımın başında Türkiye’ye geldim. Bir süre muhasebeci olarak çalıştım. Ta ki Alexander ile yollarımız kesişene kadar...
Ben vatan nedir bilmeden oradan oraya sürüklenen bir kadındım. Amaçsızdım.
O, beni karargâha kazandırmış, bir savaşçı yapmıştı. Bana bir vatan vermişti; kendisini küçükken koruyup kollayan vatanı benimle paylaşmıştı.
Şimdi sıra bendeydi. Ben, kaybolmuş bir ruhu karargâha kazandıracaktım.
Adalet için...
Kafenin içine gelip bir masaya yerleştim. Etrafa göz attığım sırada Devran, elinde bir tabak ile karşı masaların birine servis bıraktı. Güler yüzlü bir şekilde müşteriler ile konuşup tekrar önüne dönmüştü ki göz göze geldik.
Yüzündeki o bocalama tahminlerimde haklı olduğumun en önemli kanıtıydı. Bir süre yüzümüze baktı. O an benim içinde tüm sesler sustu. İkimiz tek vardık sanki. Ben haklı olmanın gururunu yaşarken onun korktuğunu anlamak için Öykü olmaya gerek yoktu.
Hızlıca mutfağa ilerledi tekrar. O içeri geçtikten sonra kafeye elinde bir alışveriş torbası ile giren Ersin'i gördüm. Sanırım müşteri yokken hızlıca eksikleri almaya gitmişti. Çünkü şu an içerde benim dışımda iki masa tek doluydu onlarda biri iki kişilik biri tek kişiydi.
Elimi hafif kaldırıp Ersin'e selam verdim. Beni görünce şaşırıp hemen yanıma geldi.
"Hoş geldin, hangi rüzgar attı seni?"
"Ufak bir işim var. Devran ile konuşmam gerek."
Şüpheyle kaşları kalktı.
"Bir sorun mu var?"
"Öyle de denebilir. Sanırım Devran'nın bir yeteneği var ve... Bizim ne olduğumuzu öğrendi."
"İyide nasıl öğrendi?"
"Bu yeteneği ile ilgili. Emin değilim nasıl yaptığından ama karargaha geldi, biliyorum."
"Ben bir içeri bakayım, ne yapıyor. Çaktırmadan senin yanına gönderirim."
"Anlaştık."
Sessiz sedasız oturmayan devam ettim.
Ona tam olarak ne derim emin değilim. Konuya girip karargah gelmeyi teklif edebilirim ancak. Fakat onu konuşmaya ikna etmek zor olacak gibi. Eminim şu an gergindir ve zihni yanlış anlaşılmalarla doludur.
Duvarda asıllı olan gitara baktım tekrar.
Bazen bazı insanların enerjileri kişilikleri ile ilgili bir iki ipucu verebilirdu. Mesela kıskançlık veya inat gibi. Bazen ise bazı insanların enerjisi çok güçlü oluyordu. Fakat Devran daha farklıydı. Asya'nın doğum gününde masaya geldiği anda enerjisi sanki hepimizin üstüne yerleşmişti. Onda farklı bir şeyler olduğunu zaten anlamıştım. Bunların üstüne bir de toplantı zamanı sanki... Yanımızdaydı. Enerjisini toplantı salonunda hissetmiştim ama bu mümkün olamazdı. Taki Meredith toplantının sonunda Alex'e Devran'nın ölüp ölmediğini sorana kadar. Kapıda durmuş Meredith'i bekliyordum ve o bunu sorduğunda göre bir şeyler hissetmişti. O an neredeyse emin oldum bizimle olduğuna. Şimdi beni görünce ne kadar korktuğu bütün teorilerimi doğruladı sayılır.
Zihnimde düşünceler akıp giderken birden kapı büyük bir gürültüyle savruldu ve içeri üç maskeli adam daldı. Ellerindeki silahlarla bağırmaya başladılar.
"Ayağa kalkın, ayağa!"
Derin bir iç çektim.
Harika, yanımda silahım yok!
Gerçekten zamanı mıydı?
Adamlardan biri silahı üstüme doğrulturken bir kez daha bugüne lanetler savurdum.
"Ayağa kalk!" dedi tekrar bağırarak. Başka bir adam içerden Ersin ve Devran'ı getirdi. Öteki eleman oturan çifti kaldırdı.
İçeride şu an dört sivil var. Benim silahım yok. Muhtemelen Ersin’in de.
"Herkes telefonlarını çıkartsın," dedi silahı belime doğrultarak.
"I don't understand, I don't know Turkish," dedim rol yaparak. (Anlamıyorum. Türkçe bilmiyorum.)
"Turist galiba. İyi rehine olur, kalsın," dedi biri.
"Telefonunu falan al. Para vardır bunda."
"Namses, pelis ro bah mohal man befrest," dedim bu sefer. (Nemises, bulunduğum konuma polis gönder.) İngilizce söylesem belki anlarlardı ama Farsça hayatta anlamazlar.
"Ne dedi bu şimdi?" dedi bir tanesi.
"Polis mi dedi o?"
Hayda!
"Hayır," dedi Devran beni şaşırtarak. "Farsça dua okuyor," dedi.
Farsça olduğunu nereden anladı?
"Tanrısı bile yardım edemez ona. Kapıya çıkacağım, bir rehine alıyorum." Elini ona en yakın olan Devran’ın boynuna doladı. Devran elinden kaçmaya çalışınca kafasına silah tuttu.
Rengi kireç gibi olmuştu ve bütün bedeni titriyordu.
Ersin hızlıca araya girdi. "Hasta o, panik atağı var. Onu alma, nöbet geçirse müdahale edemeyiz. Ben geleyim onun yerine."
"Bir iş çevirmiyorsun değil mi?"
"Yahu kafana elmalı kurabiye mi atacağım? Nasıl bir iş çeviriyor olabilirim? Yemin ederim hasta."
Adam, Devran’ın yüzüne bakınca iyi olmadığından emin olur gibi bıraktı onu. Sonra yavaşça Ersin adama yaklaştı. Göz ucuyla bana baktığında az çok ne yapacağını tahmin ediyordum.
Devran sırtını duvara yaslayarak derin nefesler aldı.
Panik atak demek? Bu işleri değiştirir işte.
Ersin ve o adam kapıya giderken bir tanesi de içeri girdi. Geriye sadece bir kişi kalmıştı. Gerçi Ersin hâlâ bize yakındı.
Ona bir işaret vermem gerekti. Bedenimi ondan yana çevirdim. Göz göze geldik, hemen adamın karnına dirsek attı ve bileğinden tutarak dirseğini duvara vurdu. Silah yere düşünce ayağıyla bana ittirdi. Hızlıca eğilip silahı aldım ve arkası bana dönük olan adamın omzuna sıktım. Onun elindeki silah da düşünce bu sefer ben ayağımla silahı Ersin’e ittim. Ersin, onun önündeki adamı etkisiz hale getirmişti bile.
"Ne oluyor lan?" dedi diğer adam içeriden çıkarken.
İkimiz de silahı ona doğrulttuk.
"İndir silahı!" dedim bağırarak.
"Hassiktir!" Bir kurşun daha sıktı ve kurşun omzumu sıyırdı. Ersin hemen ona bir kurşun sıktı ve bacağına aldığı darbe ile yere çöktü. Yan tarafımda duran süpürgeyi alarak yüzüne geçirdim.
Sanırım Asya’yı korkutmamamız lazımdı. Ahını aldık.
(Yz: Asya’nın doğum gününde Asya korkunca eline süpürgeyi almıştı ya. O sahneye gönderme yapıyor.)
Üçü de etkisiz hale gelmişti.
"Bana onları bağlayacak bir şey getir," diye bağırdı Ersin. Konuştuğu kişi Devran’dı. Hâlâ olayların etkisindeydi.
Diğer üç sivil de ağlıyor, korkuyla birbirine sarılmaya devam ediyordu.
"Devran!"
"Ha? Ta- tamam." İçeri girdi ve kurabiye kutularını bağladıkları renkli plastik kurdeleden getirdi.
Ben ve Ersin tek tek adamların ayaklarını ve ellerini sıkıca bağladık.
Polisler için iyi bir hediye paketi oldu.
"Yaralısın." Başımı kaldırıp Devran’a baktım.
"Sıyırdı sadece."
"Yani daha önce sıyırmadığı da oldu?"
Derin bir nefes aldım. Mutfak tezgâhına tırmanarak yukarıda duran ilk yardım çantasını aldım.
İçinden bir sargı bezi çıkartarak omuzumu sardım.
"Karargâha geldiğini biliyorum. Nasıl yaptın, biliyorum ama geldin. Kim olduğumuzu az çok biliyorsun sanırım. Ama sandığın gibi tehlikeli veya kötü insanlar değiliz. Amacımız, insanlara yardım etmek. Yeteneklerimizi — sende olan yetenek gibi — insanların yararına kullanmaya çalışıyoruz. Şimdi sana iki seçenek sunuyorum. Ya sivil olarak yaşamaya devam edersin ve bir daha hiçbirimiz karşına çıkamayız."
Yüzüme far görmüş tavşan gibi bakmaya devam etti.
"Ya da benimle gelirsin. Seni o gördüğün yere götürürüm. Bizim gibi bir savaşçı olursun. İnsanların yararına çalışırsın. Ne istersen alırsın. Para mı istiyorsun? Hayalini bile kuramayacağın kadar büyük bir para alırsın. Saygı mı istiyorsun? Dünya üzerinde söz sahibi olan bir örgütün parçası olursun ve herkes ismine bile saygı duyar. Bilgi mi istiyorsun? Bizimle birlikte yeteneğini öğrenebilirsin. Onu kullanmayı öğrenmek istemez misin? Sana yardım edebiliriz. Biz de senin gibiyiz. Senin ait olduğun yer karargâh. Orada daha güvende olursun."
Bir süre yüzümü inceledi.
"Yeteneğimi öğrenmek mi?" dedi. Tombala! Ne istediğini buldum!
"Evet, onu yönetemediğini biliyorum fakat bunu düzeltebiliriz. Şu an sahip olduğundan daha fazla güce sahip olursun. Bir düşünsene, yapabileceğin onlarca şey... Daha az zorlanarak daha fazla gücünü kullanabilirsin. Bunu adalet için yapabilirsin."
"Ben bütün ömrümü astral seyahat ve ruh yolculuğunu anlamak için harcadım. Bana gerçekten bunu vadedebilir misin? Ruhu öğrenmemi sağlar mısın?"
"Seni sadece enerjinden tanıdım. Sence bunu yapabilen bir insan, daha fazlasını yapamaz mı? Sana ruhun bütün sırlarını vermem ama şu an bildiğinden daha fazlasını verebiliriz."
Bir süre sessiz bir şekilde durdu.
"Öğrenebilirim." diye fısıldadı kendi kendine.
Derin bir nefes aldı. Ardından yerdeki adama baktı.
"Başıma bela açmayacaksın, değil mi?"
Ben de yerdeki adama baktım. Gülümsedim.
"Söz veremem. Fakat seni koruyacağıma yemin ederim. Hem bilgi için ufak tehlikeler değmez mi? Sen bu noktaya gelmek için nelerini verdin?"
Bir süre feda ettiği şeyleri düşündü sanırım.
"Peki." dedi kararlı bir sesle. "Seninle geleceğim. Ama unutma, bana bilgi vâdettin. Ve beni koruyacaksın."
"Söz veriyorum." dedim.
"Bir tür mistik bir yemin falan beklemiştim." dedi, beni süzerek. Ufak bir kahkaha attım. Elimi havaya kaldırdım ve saçma sapan bir hareket yaparak parmaklarımı oynattım. Gözlerimi yumdum ve yeni bir söz verdim.
"Ben, 17. Savaşçı Casika Harris. Rota olan adımla yemin ederim ki seni koruyacağım ve bilgiye giden yolda sana yol göstereceğim."
Gözlerimi tekrar açtığımda yüzünde sevimli bir gülümseme vardı. Bu genç adam harbi hayat doluydu. Sanırım o da bana çok şey öğretecek.
İkimiz de mutfaktan çıkıp, masaların olduğu yere geçtik. Ersin içerideki müşterilerle uğraşıyordu hâlâ. Yanıma geldi.
"Of, kırk yılın başı dışarı çıktım, başıma gelenlere bak." dedim bıkkınlıkla.
"Sen gel, onu bana sor. Kimliğim ifşa oldu. Şimdi başka bir görev yerine atanırım. Pastane garsonu Ersin olmayı çok sevmiştim halbuki."
"Sen de mi onlardansın?" dedi Devran şüpheyle.
"Pek sayılmaz. Benim bir yeteneğim yok. Savaşçı da değilim, sadece bir gözcüyüm. Bilirsin, severim seni. Sen de artık bir savaşçı olduğuna göre, tekrar görüşürüz."
Devran başını salladı, sonra o ikisi tokalaştı. Ben de Ersin'e son kez selam verdim, ardından Devran ile birlikte dışarıda park ettiğim arabaya ilerledim.
"Diğerleri ile tanışacaksın zaten. Şimdilik prosedür olan şeyleri geçiyorum. Sınava gireceksin, buna bağlı puan alacaksın; ardından sana bir savaşçı kartı verilecek ve maaş bağlanacak."
"İyi güzel ama part time çalışmak mümkün mü? Hâlâ okulu bitirmedim de."
Gülümsedim.
"Bu başı değil zaten. Sana ihtiyacımız olursa yeter. Sosyal hayatında hâlâ Devran olarak yaşayacaksın. Bu arada kendine bir lakap ve işaret seçmen gerek."
Oyun gibi gelmiş olacak ki dönüp yüzüme baktı.
"Lakap? Dur tahmin edeyim, Rota senin lakabın."
"Mistik yemin, akılda kalıcıymış. Evet, Rota benim lakabım. Kendine istediğin gibi bir lakap seçebilirsin."
Bir süre sağ yan aynadan kendisine baktı, sonra birden bire doğrulup, "Yolcu!" dedi. "Yolcu olabilir miyim?"
"İstediğin buysa tabii ki. Ama lakap sonradan değişmez, isim gibi düşün. Ona göre seç."
"E-devletten de mi değişmiyor?"
"Anlamadım?"
"Boş ver."
Birkaç dakika sonra karargâha vardık. Onu ilk Alexander'ın yanına götürmem gerekiyordu.
"Hey Nemesis, birinci savaşçı nerede?"
Konum, Alex’in şu an laboratuvarda olduğunu gösteriyordu.
Devran ile oraya inemem.
"Alex gelene kadar salona geçelim, bir acelen var mı?"
"Yok, hem bugün pastane temizlenecekti; mesaiden de kurtuldum."
Salonda Maria ile karşılaştık. Elini Devran'a uzattı.
"Hoş geldin, Yolcu."
"Hoş buldu– bir dakika, lakabı nereden biliyorsun?"
Maria keyifle gülümsedi. Elimi genç afacanın omzuna kattım.
"Bu Maria Nokat, namıdiğer Kâhin. Yeteneği, geleceği görmek."
"Yok canım!"
"Tanıştığımıza memnun oldum."
"Ben de çok memnun oldum da, bir sorum olacaktı: Haftaya oynanacak maçı kim alacak? Hatta ne maçı, sayısal loto numaraları hangisi? Bence ikimiz birlik olursak köşeyi dönebiliriz, sonra parayı bölüşürüz."
Maria ile gülmeye başladık.
"Maalesef, yeteneğim öyle işlemiyor. Gireceğim görüntüyü ben seçemiyorum."
"Ne anladım bu işten? İstediğim şeyi göremiyorsam, geleceği niye görüyorum ki? Mesela, kıyamet ne zaman kopacak, biliyor musun?"
"Hayır, ama ne zaman öleceğini biliyorum."
Devran bir an durdu ve yutkundu.
"Benim öleceğim tarih mi? Yakın değildir ya? Yakın mı? Söylesen şimdi sıkıntı ama..."
Maria tekrar güldü.
"Korkma, şaka yaptım."
Açıkçası şaka olduğunu düşünmüyordum.
"Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber... Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?" dedi Devran.
"Necip Fazıl?"
Gururla gülümsedi.
"Aynen."
Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı
Ölür müydü Peygamber?
Dava büyük, hem de çok büyük...
Gençliğe hitabe değil,
Gençliğe iman lazım!
Gidin!
Gidin birer birer
Mezar taşlarındaki yazıları okuyun!
O sessiz taşlar size
Hayatınızdan daha fazla şey söyler...
Bölüm sonu.
Umarım beğenmişsinizdir.
17k bölümden sonra 4k az gelir belki ama bölümü çok uzatmak istemedim. Bir düzene sokmak gerekiyordu.
Yorumlarınızı bekliyorum.
Sevgililerimle 💕✨
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.87k Okunma |
696 Oy |
0 Takip |
37 Bölümlü Kitap |