
Zaman. Bazıları için bir iyileştirici, bazıları için bir cezadır. Benim içinse zaman, cinayetlerimin en sadık ortağı. Bugün yine aynı sessizlikteyim. Saatim bile tik tak demeye çekiniyor sanki, çünkü o da biliyor: bugün biri ölecek.
Yaptığım her cinayet gibi bu da rastgele değil. Her detay, her hareket, her nefes önceden planlandı. Cinayet bir sanatsa, ben onun ressamıyım. Kurbanlarımı seçerken adaletsizlikle beslendim. Bu şehirde herkes her şeyi biliyor ama kimse hiçbir şey yapmıyor. Onlar görmezden geldikçe, ben daha görünür oldum.
Bugünkü hedefim; herkesin saygı duyduğu ama aslında ruhu çürümüş bir adam. Kıyafetleri temiz, konuşmaları düzgün, ama elleri kirli. Çocuklara uyuşturucu satan, kadınlara karanlık köşelerde sinsice yaklaşan bir yılan. Herkes onun başarı hikâyelerini konuşuyor, ama ben onun arkasındaki çamuru biliyorum. Adalet, bu adama hiç uğramadı. Ama benimle tanışacak.
Onu kafede gördüm. Arkadaşlarıyla oturmuş, gülüyor. Masadaki kimse onun içindeki çürümüşlüğü göremiyor. Ama ben görüyorum. Çünkü ben o gözlerle bakmıyorum. Ben, kurbanlarımın içini gören gözlere sahibim. Kahkahalarıyla yüzüme tükürür gibi oldu. Yutkundum. Sakin kaldım. Zamanı bekledim.
Kalktı. Sokağın köşesinden içeri girdi. O sokak… Daha önce defalarca kontrol ettiğim, ışığın az, kameranın olmadığı o dar sokak. Planın ilk adımı. Onun adımları yankılanıyor. Ben arkasından ilerliyorum. Kalbim normal, nefesim sakin. Çünkü bu bir görev. Çünkü ben, bir celladım.
Elimi cebime attım. İğne oradaydı. Saf ve sessiz. Tıpkı ben gibi. Yaklaştım. Mesafeyi ayarladım. Tek hamle. İğne boynuna saplandı. Gözleri büyüdü ama bağıracak vakti yoktu. Zehir anında etkisini gösterdi. Bacakları titredi. Koluna girdim, sanki sarhoşmuş gibi destek verdim. Kimse şüphelenmedi. Zaten kimse bakmadı bile. İnsanlar bakmayı çoktan bırakmıştı.
Arabasına kadar yürüdük. Yüzü solmuştu, gözleri boşluğa kayıyordu. Yol boyunca sadece ayakkabılarımızın çıkardığı sesler vardı. O sessizlikte içimdeki karanlık ses konuşuyordu: “Adalet zamanı.”
Yolcu koltuğuna yerleştirdim onu. Kemerini bağladım. Eldivenlerimi çıkardım, cebime koydum. Onunkileri taktım. İz yok. Şüphe yok. Soru yok. Aracın motorunu çalıştırdım ve orman yoluna saptım.
Ormanın içine girdikçe gecenin koyuluğu da içime işledi. Ama o karanlıkta ben çoktan yolumu biliyordum. Gözüm saatteydi. Zehrin etkisiyle kalbinin durmasına yaklaşık yedi dakika vardı. Ağzı köpürüyordu. Nefesi hızla kesiliyor, nabzı düşüyordu.
Uygun yere geldim. Arabayı durdurdum. Son kez yüzüne baktım. Uyanık ama savunmasızdı. Arabayı kazaya hazırladım. Ellerini direksiyona koydum. Emniyet kemerini kontrol ettim. Son bir nefes aldı. Belki de son nefesinin farkında bile değildi.
Aracı çalıştırdım. El frenini indirdim. Hafif eğimli yolda araba süzülmeye başladı. Önce sessiz… sonra hızla. Her dönemeçte metalin sesi yükseldi. Her taklada içimdeki öfke biraz daha dindi. Sonra:
*Tik… Tak… Tik… Tak…*
Zaman duruyor gibi.
Ölüm saatine son 10 dakika.
*Tik… Tak… Tik… Tak…*
Benim en sevdiğim an: İzlemek. Beklemek. Sessizce son darbeyi vurmak.
*5… 4… 3… 2… 1…*
Ve sıfır.
Kalbi durdu.
Direksiyon kaydı.
Fren izleri…
Çarpışma sesi…
Ve ardından…
*Sessizlik.*
O gece ormanın derinliklerinde bir adam hayatını kaybetti. Ama bu sadece bir ölüm değildi. Bu, göz yumulan adaletsizliklere karşı atılmış ilk adımdı.
Ve ben… sadece başladım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |