23. Bölüm
Göksu Özbay / FATİH'İN MÜNECCİMİ / KELEBEK ETKİSİ 🦋 (24. Bölüm)

KELEBEK ETKİSİ 🦋 (24. Bölüm)

Göksu Özbay
suu_bay

Şehzadeler yeni sancaklarına, saray eski hareketsiz haline dönmüştü. Melek kendine atfedildiğini düşündüğü görevi yerine getirmenin verdiği rahatlıkla huzur duymaya başlamıştı ta ki Saruhan'dan gelen bir ulak herşeyi değiştirene dek.

"Sultanım" dedi ulak ve sıkılgan bir tavırla sürdürdü "hain bir saldırı ile karşılaştık."

"Ne" meraklı sesine endişeli bakışları eşlik ediyordu "Mustafa iyi midir?"

"Maalesef sultanım, yetiştikleri vakit şehzademiz hakka yürümüş." Aynı anda Mehmed'in omuzları düşmüş gözlerinde dehşete karışan bir hüzün belirmişti.

"Çık dışarı" diyebildi güçlükle. Ulak korkuyla gerileyerek dışarı çıkmış Mehmed ise bir an olduğu yerde kalmıştı. Nitekim aklına gelen bir düşünce ile gözleri nefretle kapıya döndü ve hızla dışarı çıktı.

Haremde yankılanan ayak sesleri herkesi bir telaşa düşürmüş öyle ki Adile hatun koşarak yatakhaneye girmiş ve haykırmıştı.

"Kalkın! Çeki düzen verin kendinize hadi.."

Kızlar birer ikişer ayaklanmaya başlamıştı ki sultanın silüeti kapıda görünerek herkesi etkisi altına almayı, bir sıraya sokmayı başardı. Nitekim sultan çekinerek kendine bakan suretleri görmezden gelerek kızları araştırıyordu. Derken kısa süre içinde aradığını bulmuş ve adımlarını Melek'e çevirmişti.

"Biliyordun" dedi Melek'in boğazını yakalayarak ve yineledi "Biliyordun."

"Neyi" korkuyla bakıyor ve boğazındaki eli gevşetmeye çalışıyordu.

"Bırak palavrayı. Mustafa'mın öleceğini biliyordun!"

"Mustafa" diye yineledi anlaşılır anlaşılmaz bir sesle.

"Seni kendi ellerimle öldüreceğim."

"Yemin ederim ben yapmadım." Korku içinde sultanın nefret saçan gözlerine bakarken güçlükle parmaklarını gevşetmeye ve nefes almaya çalışıyor sultan ise öfke ile bakıyor, parmakları bir an olsun gevşemiyordu. "Yaradan" dedi çatlayan bir sesle "masum bir canı almanızı affetmez."

Sultan sadece bir an bilinmezliğin getirdiği bir tereddütle baktıktan sonra Melek'in boynunu hiddetle bıraktı. Melek yalpalayarak gerilemiş ve ciğerleri arka arkaya gelen öksürükler arasında bir kez daha hava ile dolmaya başlamıştı. Öksürüklerin ardı arkası kesilmiyor varlıklarını ilan etmek için yarışıyorlardı. Güçlükle duvarlardan birine tutunup rahat bir nefes alma isteğiyle elini boynuna götürürken gözlerini kapıdan çıkan sultana çevirdi. İyi olduğunu kanıtlama isteğiyle doğrulmuş aynı anda küçümseyerek bakan kızlara denk düşmüştü.

"Hain" dedi içlerinden biri hesap soran bir tavırla "şehzadenin ne zararı vardı sana?" ve aynı anda Adile hatun araya girdi.

"Bulandırmayın ortalığı, hadi. Hiçbir şey kesin değildir." Melek, minnetle Adile hatuna bakıp başını eğmişti. Adile hatun memnun bir bakışla gözlerini diğer kızlara cevirdikten sonra şakacı bir tavırla burnunu ileri atıp derin bir nefes aldı. "Pis kokmaya başlamışsınız. Giysilerinizi alın da gelin hadi." Aynı anda birçok kız telaşla giysilerini alarak koşmaya ve sıcak suyu kaçırmamak için hamama ilk girenlerden olmak için yarışmaya başladı.

Melek, biraz olsun rahata erdiğini anlamış ve bir duvar dibine oturup düşünmeye koyulmuştu. Yanılmıştı, buraya Mustafa için gönderilmemişti dahası inisiyatifi ele alarak gerçekleştirdiği tek hamle bir kelebek etkisi yaratarak şimdiye dek inşa ettiği tüm güveni yerle bir etmişti.

Kısa süre sonra kızların birçoğu geri dönmüş ve pervasız gülüşler eşliğinde sohbet etmeye başlamıştı. Derken içlerinden biri gözlerini dikkatle Melek'e çevirerek sordu.

"Neden?"

"Ne neden?"

"Neden ses etmedin şehzadenin ölümüne?"

"Bu da soru mu hatun" diye araya girdi başka biri saçlarını tararken. "Ona değil" şeytanca göz kırparak sürdürdü. "Çiçek hatun'a zararı vardı şehzadenin." Küçümseyen bir bakışla Melek'e döndü "Eskiden beri tanışırmışsınız."

Melek, öfke ile ayağa kalkıp sandığını açtı ve eline ilk gelen giysileri kucaklayarak kendini dışarı attı. Koridor boyu hamamdan çıkan kızlarla denkleşerek ilerliyor, nadiren kendine yöneltilen düşman bakışları görmezden gelmeye çalışıyordu.

Hamam kapısından girer girmez kendini silik bir görüntü veren buharların arasında bulmuştu. Giysilerini boş bir rafa bırakıp üzerine aldığı bir havlu ile içeri girdikten sonra uygun bir yer araştırmaya başladı. Derken kızlardan biri ayaklanarak havluya sarınmaya başlamış, Melek de boşalan yere geçmişti.

Sarmal işlemeli küçük mermer havuzda yüzen tası doldurup vücudunu ıslatmaya başlamıştı ki memnuniyetsizlikle gözlerini devirdi. Su çoktan ılınmıştı. Hamama ilk gelenlerden olmamanın pişmanlığı ile solup gitmeye başlayan buharları izliyor ve saçlarını ıslatıyordu. Vücudunda süzülen damlalar bedenini gevşetiyor lakin zihnine derman olmayı başaramıyordu. Sultanın affını kazanmak için öğretmenlerinin sözlerini, okuduklarını düşünüyor bir bilgi yahut fikir kırıntısı buldurmaya çalışıyordu. Nitekim sancaklar değiştiğinden muhakkak ki Mahmud paşanın şehzadeye erişimi azalmıştı. Yalan bir hikaye ile birini suçlu ilan edebileceğini düşünüyor lakin hem gönlü el vermiyor hem de sancakta görev yapanların kimliğini bilmiyordu. Derken yüzünden süzülüp giden su damlaları gözüne yer edip küçük birer iğne gibi batmaya başlamıştı. Gözünü açmaya çalışıyor lakin su kendini daha büyük bir acıyla hissettiriyordu. Rahatsızlıkla gözünü oluşturuyordu ki ense kökünde hissettiği bir acı ile kendini suyun içinde buldu.

"Ne istedin şehzadeden" dedi öfkeli fakat cılız bir ses ve onu başka gülüş sesleri takip etti.

Başını geri çekmeye, havuzun kenarlarından güç alarak doğrulmaya çalışıyor ancak baskıya karşı gelemiyordu. Soluksuz kalmaya dayanamayarak nefes almış aynı anda burnundan giren sular genzini yakmaya başlamıştı. Derken duyduğu bir tokat sesiyle baskı bir anda son buldu ve panikle kendini geri çekti. Aynı anda Adile hatunun güvensizliğe karışan şefkatli bakışları ile burun buruna gelmiş ve korkuyla kollarına atılmıştı.

O günden beri Gülşah hatunun ağıtları sarayda yankılanıyor, göz yaşları koridorları yıkıyordu. Öyle ki adeta bir ruh gibi yaşar olmuş Gülbahar hatun ise Gülşah hatuna merhamet etmekle birlikte oğlunun daha da güçlendiğini hissediyordu.

Gülbahar duyduğu hıçkırıklar eşliğinde öğle namazını bitirdi ve seccadesini katlayıp bir köşeye bıraktı. Dikkatini başka bir yöne vermeye çalışıyor lakin başaramıyor Gülşah hatunun sessiz gözyaşları dâhi odayı dolduruyordu. Daha fazla dayanamayarak adımlarını Gülşah hatunun dairesine çevirdi. Matem havası kapının dışından bile kendini hissettiriyor öyle ki kapıda bekleyen cariyelerin gözleri dâhi acıma ile bakıyordu. Bakışlarını kendine selam eden cariyelerden çekip kısa bir an odanın içinde gezdirmiş hemen ardından uygun gördüğü bir yere oturmuştu.

"Ağlama hatun" dedi Gülbahar ve teselli verme isteğiyle usulca konuştu. "Belli ki rabbimiz de bizler gibi Mustafa'yı pek severdi de erkenden yanında istedi."

Gülşah, onayla başını sallarken derin bir nefes almış lakin söylenilenleri idrak ediyor gibi görünmüyordu. Çaresizlikle gözyaşlarını silmeye yeltenmişti ki gözleri belli bir noktaya takıldı ve orada kaldı.

"Parlak bir geleceği var demişti" boş bakan gözlerini yavaşça Gülbahar'a çevirdi. "Melek hatun oğlumun parlak bir geleceği olacağını söylemişti. Öleceğini biliyordu."

"Gülşah hatun" inanmayan fakat acıyan bakışlarla elini omzuna koymuş aynı anda Gülşah'ın gözleri öfkeyle açılmıştı.

"Sultanımıza Mustafa'mın sancağını değişmesini demiş. O hain oğlumu ölüme gönderdi."

İşittikleri ile Gülbahar'ın gözlerindeki şüphe yerini korkuya bırakmaya başlamış öyle ki cariyelerinden defalarca kez Melek'in Çiçek ile eskiden beridir tanışık olduğunu işitmişti. Şimdiyse hem kendi yaşananları biliyor hem de yeni hedefinin oğlu olabileceğini düşünüyor ve şehzadesinin güvenliğinden endişe ediyordu. Dikkat çekmek istemeyerek kısa bir süre daha Gülşah'ın yanında durduktan sonra adımlarını dışarı yöneltmişti ki kızı ile denkleşti.

"Gevherhan" dedi ilgili bir bakışla "nereye?"

"Gülşah hatuna validem" teessürlü bir bakışla gözlerini yere çevirdi "biçare pek üzgün bu vakitler."

"Gülşah hatun biraz dinlensin güzel kızım. Sen gidip Mara hatunu, Fatma hatunu ziyaret edesin" gülümsedi "malûm yakında pek görüşemeyeceksiniz."

"Haklısınız validem" sıcak bir tebessümle selam verdiği selamın ardından adımlarını geri çevirmiş. Gülbahar ise soluğu Mehmed'in yanında almıştı.

"Bir şehzade kaybettik" dedi hırsla "Bu müneccim ne işe yarar?" Mehmed, elini pişmanlıkla alnına götürürken Gülbahar gözlerini bir yanıt arayarak Mehmed'e çevirdi. "Diğer şehzadelerimizin akıbeti ne olacak?"

"Kimse onlara dokunmayacak" dedi net bir sesle ve olabildiğince sakin bir sesle sürdürdü "Mustafa'ma bu hainliği edeni de bulacağım."

"Acınız gözünüzü kör eder sultanım. O müneccim bir hain" dedi kendinden emin bir sesle ve uyardı. "Radu ile olan arkadaşlıklarını hatırlayın."

"Doğru dersin bende aynını düşündüm lakin böyle olsa ne diye boğazını kessinler?"

"Belki de yalnızca Radu için çalışıyordur ya da konuşmasından korktular ve onun da işini bitirmek istediler. Kim bilir?"

"Dert eyleme" ağır bir hareketle başını sallarken sürdürdü. "O hainin kim olduğunu da kime güvendiğimizi de bulacağım" ve bakışlarını başka bir yöne çevirerek yalnız kalmak istediğini işaret etti.

Gülbahar anlayışla başını eğmiş ve dışarı çıkmış kısa süre içinde kendi dairesine varmıştı. Endişe ve rahatlama birbirlerini bertaraf etmek isteyen düşmanlar gibi iç içe geçmiş varlıklarını ispatlamaya çalışıyordu. Bir an olsun hür olduğunu hissetmek isteyerek cariyelerine dönerek dışarı çıkmalarını işaret etti.

Aynı gece Bayezid peşindeki askerlerle saraya girmiş ve hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı. Pek çok hizmetkar onun bu telaşlı haline bakıyor bir neden bulmaya çalışıyor o ise her birini görünmez sayarak yürüyordu. Kısa süre sonra validesinin huzuruna varmış ve içeri girer girmez öfkeyle konuşmuştu.

"Siz yaptınız!"

"Ah Bayezid'im" özlemle ayağa kalkmış ve Bayezid yinelemişti.

"Siz yaptınız!"

"Ne yapmışım" dedi anlamazdan gelerek.

"Mustafa'yı siz öldürdünüz."

"O nasıl laftır Bayezid'im sen bilmez misin valideni?"

"Bilirim" dedi net bir sesle "artık bilirim. Bir gün kardeşin dediğini ertesi gün öldür diyebileceğinizi bilirim. Ellerimin kana bulanmayacağını dediniz kendi ellerinizi kana buladınız!"

"Sessiz ol" endişe ile elini oğlunun ağzına götürdü "validenin canına kıyılsın mı istersin?"

Bayezid hızla başını çevirip bir adım geriledi ve öfkesini bastırmak isteyerek gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı. Yeterince sakinleştiğine kanaat ederek gözlerini açtı.

"Cem'e dokunmayın."

"Ya sen ya o şehzadem."

"Dokunmayacaksınız" diye yineledi neredeyse emreden bir sesle.

"Pekâlâ" yavaşça başını sallayarak sürdürdü "lakin tahta çıktığında ne yapacaksın?"

"Kardeşimi öldürmeyeceğim" kaşlarını havaya kaldırdı "fetva nizamı alem için der. Öldür demez. Nedensiz yere bir kardeşimin canını aldınız, beni de vicdanınıza kılıf eylediniz. Bir kardeş daha kaybetmeyeceğim."

Gülbahar takdir eden bakışlarla bakıyor lakin oğlunun sözlerinin gerçek olamayacak bir hayal olduğunu düşünüyordu. Bayezid öfkeyle arkasını dönüp kapıya ilerlemeye başlamıştı ki hüzne karışan kudretli bir sesle sordu.

"Ya büyüdüğü vakit o senin canını almaya karar eyler, evlatlarının canına kıyacak olursa." Aynı anda Bayezid'in adımları durmuştu. "O vakit ne yapacaksın?"

"O" çaresizlikle yumruklarını sıkarken güçlü görünme isteğiyle omuzlarını dikleştirdi ve çıkmadan ekledi. "O daha çok küçük."

Aynı dakikalarda Melek taşlıktan içeri girmiş ve yemek tepsilerinin etrafına dolaşan kızlarla karşılaşmıştı. Kendine bir yer arayarak kızları araştırıyordu ki bir boşluk dikkatini çekti ve adımlarını o yöne çevirdi. Nitekim yaklaştığını fark eden kızlar birbirlerine yaklaşarak boşluğu olabildiğince azaltmış Melek ise bozuntuya vermemeye çalışarak bir duvar kenarına ilerlemişti.

Artık sultanın nefretini gören cariyelerin hakaretlerine maruz kalmaya başladığından olsa gerek pek yadırgamıyor ve yemeğe başlamak için diğerlerinin yemeğini bitirmesini bekliyordu.

Kollarını birbirine dolayıp oturmuş Mahmud paşanın gerçekleşmeyen kaderini düşünüyor ve artık kendi canının da bir kıymeti kalmadığını hissediyordu. Kısa süre sonra sofralar boşalmış ve Melek hızlı bir hareketle yerinden kalkarak tepside bulduğu bir ekmeği arta kalanlarla doldurmaya başlamıştı. Ekmeğinden büyük ısırıklar alarak yerine dönüyordu ki Adile hatunun sesine döndü. Hâlâ ağzında olan yudumları gizlemeye çalışarak elini ağzına götürmüş ve merakla kaşlarını kaldırmıştı.

"Sultanımız seni çağırdı." Melek korku ile bakıyor, sonunun geldiğini düşünüyor ve Adile hatunun ağzından çıkacak yeni bir söz bekliyordu ki Adile hatun güven vermek isteyerek gülümsedi. "Korkma sakin görünürdü. Sultanımız öfkelidir lakin öfkesi saman alevidir."

Melek onaylayan bir baş işaretiyle ekmeğini tepsiye bırakarak Adile hatunun peşine takılarak dışarı çıkmıştı. Kısa süre sonra sultanın yanına varmış ve dikkatle izlemeye başlamıştı.

"Hoşgeldin Melek hatun" dedi başını masasındaki kağıtlardan kaldırmadan ve elini masanın diğer tarafındaki sandalyeye doğrulttu. "Geç otur." Melek yavaş adımlarla kendine gösterilen yere oturmuş bekliyor lakin sultan konuşmuyor elindeki kağıtlara göz gezdiriyordu. Nihayet gözlerini kağıtlardan çekip alırken sürdürdü. "Bir evlat kaybetmenin acısı hiçbir şeye benzemiyor. Validemi kaybettiğimde küçüktüm pek farkına bile varmadım. Babam öldüğünde ise pek küçük değildim lakin canım hiç acımadı. Bir günde omzuma bir devlet bindi. Atalarıma kendimi kanıtlamak babama yakışan bir sultan olduğumu göstermem gerekiyordu. Tahta oturur oturmaz kalbim mühürlendi şimdi ise..." Başını acıyla iki yana sallamış ve duygularını saklamaya çalışarak hâlâ elinde duran kağıtları büyük bir özenle sıralamaya başlamıştı. Yeterince düzgün olduğuna kanaat ettiği vakit kağıtları Melek'e uzattı. "Taziye mektupları aldık yanıt yazmalıyım. Düşündüm ki benim için tercüme edebilirsiniz." Hemen ardından boş bir kağıdı önüne çekerken güven veren bir bakışla ekledi "en azından deneyebilirsiniz."

"Emredersiniz" dedi kısık bir sesle ve kendine uzatılan kağıda göz gezdirmeye yazılanları okuyup anlamaya çalışıyordu. "Nu merită să lupți pentru această lume muritoare" bir anlam vermeye çalışarak işaret parmağını kağıdın üzerinde gezdiriyor ve tekrar tekrar okuyor lakin bir şey anlamıyordu. Bir yanıt arayarak gözlerini sultana çevirdi "bir numaradan bahsediyor olabilir mi dalavereden?" Sultan alayla gülümserken diğer kağıda geçmesini işaret etmiş ve arkasına yaslanıp beklemeye başlamıştı. Melek gözlerini bir kez daha kağıda çevirdi ve aynı anda gözleri parladı. Bu Yunancaydı. Parmaklarını mutlulukla harflerin üzerinde gezdiriyor ve hatırlamaya çalışıyordu. "Den axízei na paléveis gia aftón ton thnitó kósmo" işaret parmağını zaferle havaya kaldırdı. "Diyor ki; dünyada ölüm var ve ölüm varken savaş gereksiz" düşünceli bir tavırla gözlerini sultana çevirdi. "Yunanca bildiğinizi sanıyordum."

"Sanıyordun" dedi korkutan bir sakinlikle. Aynı anda kapı çalmış ve Mahmud paşanın sesi duyulmuştu.

"Sultanım, bağışlayın lakin Bellini saraya vardı."

"Geliyorum" sahte bir tebessümle Melek'e döndü "hareme dönün başka bir vakit yanıt yazarız."

Melek, hoşgörüyle başını eğerek selam vermiş ve dışarı çıkmıştı. Sultanın öfkesinin geçtiğini hissediyor muhtemel ki gerçek haini bulduğunu düşünüyordu. Mahmud paşanın akıbetini hatırlayarak endişe ile yavaşlamış ve gözlerini geride bıraktığı koridora çevirmiş nitekim kendini toparlayarak yoluna devam etmişti. Henüz yeni bir koridora dönüyordu ki bir vücuda çarparak durdu. Acıyla elini göğsüne götürmüştü ki gözleri şaşkınlıkla açıldı. Gördüklerinin gerçekliğine emin olmaya çalışarak bir adım gerilemiş ve gerçek olduğuna kanaat etmişti. Bu Nicholas'tı. Nicholas, boynuna değin uzattığı saçların yüzüne düşen küçük tutamları altında sert bakışlarla bakıyordu.

"Hayattasın" gülümsedi.

"Anlamadım hanımefendi" hatırlamaya çalışarak kaşlarını kırıştırdı. "Sizde kimsiniz?"

"Saçmalamayı kes Nicholas! Sende yaşlanmamışsın sadece" alayla bakarak sürdürdü "biraz sakalların uza..." Sustu ve gözlerini ilgiyle genç adamın giysilerine çevirdi. Bunlar Osmanlı giysileri değildi.

"Hanımefendi" bir adım geri çekilerek "öncelikle benim adım Nicholas değil, Gentile Bellini ve sizi hayatımda hiç görmedim. Sanıyorum ki bir rüya gördünüz ama artık uyanma vakti" ve susarak bakışlarını koridora çevirdi ancak sesi Melek'in kulaklarında yankılanmaya devam ediyordu. Artık uyanma vakti, artık uyanma vakti...

"Rüya değildi" diye bağırdı kendinden emin bir tavırla. "Burada neler oluyor ise ya biliyorsun ya da birşey oldu sen de kendini burada buldun." Güvenilirliğini kanıtlamak isteyerek kolunu yakalamış ve gözlerini gözlerine dikerek anlatmaya başlamıştı. "Konstantiniyye'de sizde kalmıştım sonra sen beni Terkos'a..." Aynı anda karşısındaki adamın gözleri korkuyla açılmış ve masumiyetini kanıtlamak isteyerek kolunu çekip almıştı.

"Hoşgeldin Bellini" dedi sultanın sesi ve iki suret de kendine döndü. Sultan ardında ilerleyen paşa ve birkaç askerin arasında kendilerine yaklaşıyordu. Sorgu ile bakan gözlerini önce ressama ardından Melek'e çevirerek sordu. "Ne hakkında konuşuyordunuz?" Melek henüz ağzını açıyordu ki ressam konuşmaya başlamıştı bile.

"Hanımefendi beni biriyle karıştırıyor" dedi gülerek. "Sözde hanımefendi ve ben geçmişte Konstantin'de tanışmışız." Sultan sorguyla Melek'e döndüyse de bir yanıt bulamamış ve gülümseyerek ressama dönmüştü.

"Uzun bir yoldan geldiniz Bellini. Biraz dinlenin. Mahmud paşa size misafirhaneye dek eşlik edecek." Ressam, onaylayan bir baş işaretiyle Mahmud paşanın peşine takılarak koridorda ilerlemeye başlamış ve kısa sürede kaybolmuştu ki Sultan'ın emreden sesi duyuldu. "Melek hatunu tutuklayın."

"Ne?" korkuyla gözlerini açmış aynı anda kollarını iki asker yakalamıştı.

Sultan, peşinden gelmelerini söyleyerek boş bulduğu bir daireye girip düşünceli bir tavırla yerine oturdu. Kısa bir an gözlerini karşısındaki kadının üzerinde gezdirdikten sonra neredeyse tehditkar bir tavırla işaret parmağını havaya kaldırdı. "Tam Konstantiniyye'yi fethetmeye hazırlandığımda ortaya çıktın. Bana yaşanacakları yazdığın bir kağıt verdin. Kehanetlerin vardı" yavaşça başını sallarken sürdürdü. "Konstantinin düşeceğini biliyordun. Bunu imparatoruna söyledin."

"Ne?" anlamaz bakıyor, sultan ise konuşmasına devam ediyordu.

"Konstantinyenin kurtuluşu yoktu, yıkılacaktı. O da biliyordu, Helena'nın Konstantin'i kurdu ve başka bir Helena'nın Konstantin'i kaybetti." Küçümseyen bir gülümseme ile sürdürdü. "Yıkılan imparatorluğunu tekrar kurabilmek için seni bana gönderdi. Fethin hemen ardından neredeyse zehirleniyordum

Beni ortadan kaldıracaktın, tüm ailemle."

"Sizi ben kurtardım!"

"Hayır" başını inkar ederek iki yana salladı ve yineledi. "Öyle düşünmemi istedin ve başardın. Sana daha çok güvendim. Neticede imparatorun ölmüştü, seni koruyacak biri yoktu. Taraf değiştirdin."

"Ne? Hayır."

"Sırbistan fethi sıralarında bir kez daha zehirlendim" gözlerini sorguyla çevirdi "bu sefer kurtarmadın."

"Ölmeyeceğinizi biliyordum."

Sultan konuşmuyor yalnızca bakıyordu. Öyle ki hayal kırıklığı, öfke ve aydınlanmışlığın getirdiği sükunet yüzünden okunuyordu. Kaşları ilgiyle kıvrılırken konuştu.

"Brankovichin yanında yer almak istedin. Netice de o sıralar Osmanlı'ya ondan daha düşman kimse yoktu. Yeteneklerin onun da işine yarardı. Sırbistan'ın her yerini fethettik ancak macar ordusu ve haçlılara yenildik. Yenilmemiz imkansızdı" pişmanlıkla gözlerini kapadı ve derin bir nefes alarak gözlerini açtı. "Zağanos'u bu yüzden veziri azamlıktan aldım. Senin yüzünden! Dilimizi öyle iyi konuşuyorsun ki duyan bizden olduğunu düşünür. Bir yalan uğruna Allah'a bile ant içtin."

"Hayır, hayır böyle değil. Lütfen."

"Mustafa'mı, gözde şehzademi hangi sancağa göndermem gerektiğini sordum" artık gözleri ateş saçıyordu. "Sana güvendim ve sen şehzademin orada öleceğini biliyordun" gözlerini kısa bir an Melek'in kaçırdığı bakışlara çevirdikten sonra tiksintiyle ekledi "Öleceğini gerçekten biliyordun."

"Hepsi arka arkaya söylenince haklısınız ancak inanın böyle değil. Ben sizi hayatta tutmak için..."

Beni hayatta tutmak için öyle mi" dedi düşünceli bir sesle ve yavaşça oturduğu yerden kalkarak bir adım öne çıktı. "O halde muhakkak nasıl öleceğimi biliyorsun."

Melek artık bildiklerini saklayamayacağını düşünerek onayla başını sallamış aynı anda sultan kısa bir baş işaretiyle konuşmasını işaret etmişti. Nitekim Melek konuşmuyor çekinerek odanın içinde bulunan diğer yüzlere bakıyordu ki sultanın emreden sesi duyuldu.

"Çıkın dışarı" dedi elini öfkeyle kapıya doğrultarak. Askerler neredeyse yarışan bir hızla dışarı çıkmış Melek ise odada yalnız olduklarına emin olmak isteyerek kısa bir an çevresine bakınarak konuşmaya başlamıştı.

"Güvenmeyin" kelime daha ağzından çıkar çıkmaz kendi ayağına sıktığını anlamıştı öyle ki sultanın yüzünde bir alay ifadesi belirdi. "Doktorlarınıza, şehzadelerinize güvenmeyin, temkinli olun. Seferlere çıkarken yanınıza bir ilaç deposu alın. Düşmanlarınıza karşı her daim tetikte olun ve her ne kadar önemsiz görünsede hayati bir şey daha var." Gözlerini güven veren bir bakışla sultana çevirdi "et yemeyi olabildiğince azaltın, mümkünse hiç yemeyin."

"Et mi?" anlam vermeye çalışarak bakıyordu. Nitekim şehzadelerine yahut kendini iyi eden doktorlara düşman edilmeye çalışılıyor olabilirdi ancak et anlamsızdı.

"Yılan zehrini düşünün. Hem ölüm getirir hem şifa. Et de sizin için öyle olacak. Hastalığınız ayaklarınızın ağrısı ile kendini gösterecek, sonra vücudunuzu dirençsiz kılmaya başlayacak ve her geçen gün artacak."

"Zehirlenerek mi öleceğim? Nerede?"

"Vakti de yeri de değişkendir."

"Ölüm değişmez."

"Kul Allah'ın işine karışırsa değişir ve karışacak."

Sultan şüpheyle ara ara ağrıyan ayağına baktı ancak yüreğindeki evlat acısı ağır geliyor, her an bir ihanete uğrayıp diğer evlatlarının da canına kast edilebileceğini düşünüyordu. Melek'e son bir bakış atıp öfkeyle dışarı çıktı ve kapıda bekleyen askerlerine döndü.

"Öldürün."

Melek sultanın ardından bakıyor neler olduğunu anlamaya çalışıyordu ki askerler içeri girmişti. Hareme dönmesi gerektiğini düşünerek adımlarını kapıya çeviriyordu ki askerler kollarını yakalayarak sürüklemeye başladı.

"Neler oluyor" kollarını kuvvetle tutan askerlerden kurtarmaya çalışıyor adım atmamak için direniyor lakin başaramıyordu. Askerler kısa bir süre sonra bir kapının önünde durmuş ve kapı açılır açılmaz kuvvetle içeri itilmişti.

Dengesini kaybederek yere düşüyordu ki kaçma isteğiyle hızla ayağa kalkıp kapıya koştu. Kendisine uzanacak bir yardım eli bekleyerek kapıyı yumruklamaya başlamış ancak dakikalar geçmesine rağmen bir yanıt alamamıştı. Yumrukları seyrekleşerek durdu ve gözlerini kaçacak bir yer arayarak duvarlara çevirdi. Ne bir pencere ne başka bir kapı görünmüyor yine de gizli bir kapı bulma ümidiyle duvarları yokluyordu. Derken kapı aralanmış ve sadece gözlerinin ortada olduğu bir giysi giyen biri belirmişti. Kalbi yerinden çıkacak gibi atıyor ve geri attığı adımlarına yalvarışları eşlik ediyordu.

"Lütfen" dedi kısık bir sesle dizlerinin üzerine çökerken ve bakışlarını çaresizce yere çevirdi. Evini ailesini düşünüyor onların yanında olmak istiyor ancak artık imkansız olduğunu biliyordu. Tüm gücünü toplayarak başını yukarı kaldırmış aynı anda gözünden süzülen damlalar boynuna düşmeye başlamıştı.

Gözlerinden akan yaşlar karşısında dikilen adamın ayakkabılarını bulandırıyor, görüşünü etkisiz kılıyordu. Gözündeki yaşlar görüşünü bulandırıyor sadece havaya kalkan kılıç netliğini koruyordu. Yalvaran bakışlarını kılıcı tutan adamın gözlerine çevirmiş ve bedeni sahip olduğu son umut zerresi ile yere düşmüştü.

Aynı anda kolunda hissettiği bir acı ile gözlerini açmış ve ahşap parkelerle karşılaşmıştı. Emin olmak isteyerek başını yavaşça çevirdi ve yatağını ayakları gözüne ilişti. Yüzüne yayılan bir tebessümle olduğu yerde sırt üstü dönerek gülmeye başladı. Gülüşleri her saniye artıyor bir kahkaha halini alıyordu ki annesinin sesini duydu ve yerinde doğruldu. Nitekim şaşkınlıkla açılan gözleri gülüşünü susturmayı başarmıştı.

Annesi kot pantolonu ile değil osmanlı giysileri içerisinde kendisine bakıyordu.

 

*

*

*Rumence "Nu merită să lupți pentru această lume muritoare"

*Yunanca "Αυτός ο θνητός κόσμος δεν αξίζει να παλέψεις."

*Türkçe "Bu fani dünya için değmez kuru kavgaya." (Fatih'in Cananını Kasteder adlı şiirinden bir alıntı. Şiirin tamamı aşağıda yer almaktadır.)

*Cananını Kasteder

Bağda gülden bahseden yanağını kasdeder

Serviden söz açanlar endamını kasdeder

Dilbere vasıl olmak dar-ı dünyadan murad

Aşık aşkın derdi ile dermanını kasdeder

 

Bu fani dünya için değmez kuru kavgaya

Ecel ki bu dünyanın ziyanını kasdeder

Yıldızlardan yücedir gözyaşı eşiğinde

Bu bulutlar ahımın dumanını kasdeder

 

Ey Avni beyti bozma bahsi ağyar eyleyip

Şiir o ki sadece cananını kasdeder

Bu fani dünya için değmez kuru kavgaya

Ecel ki bu dünyanın ziyanını kasdeder

 

Gözümden akan yaş mıdır kan mıdır

Lebun yadına lal-u mercan mıdır

Gönülde ne var ise faş etti göz

Seni sevdiğim yar pinhan mıdır

 

Gözüm ile derya nice bahseder

Gözüm gibi ol gevher efşan mıdır

Gönül ızdırap ile oldu helak

Gelin görün ol afeti can mıdır

 

Demiş Avni'ye ben cefa etmezem

Ona cevreden yoksa devran mıdır

 

*Kasd: Niyet. *Tasavvur. İsteyerek.

*Dil-ber: (Farsça) Gönül alan. *Vâsıl: Ulaşan.

*Dâr: Yer, mekân. *Ziyan: Zarar kayıp.

*Ağyar: Başkaları, yabancılar.

*Lebun: Sütlü hayvan. Sütü bol olan hayvan.

*Yâd: Gönül, hatır. *Lal: Kırmızı.

*Faş: Meydana çıkmış. Yayılmış.

*Pinhan: Gizli, saklı. *Cevir(cevr) : 1.Cefa.

*Gevher: Cevher, mücevher.

*Efşan: Dağıtıpsaçan.

*Mc: Son derece güzel.

*Gentile Bellini / Fatih'in resmini çizen ressam.

 

Bölüm : 23.01.2025 17:45 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...