19. Bölüm
Göksu Özbay / FATİH'İN MÜNECCİMİ / KORKU (20. Bölüm)

KORKU (20. Bölüm)

Göksu Özbay
suu_bay

Güneş uzak diyarlara yol almış yerini geceye bırakmıştı. Radu odada volta atıyor mum ışığı korkuyla titriyordu. Öyle ki sultanın kararını duyduğu andan beri hem sultanın güvenini kazanmak istiyor hem de ağabeyi adına endişe duyuyordu. Bir ümit arayarak çalışma masasına dönen gözlerini terbiye etme isteğiyle başını iki yana salladı. Hemen ardından bakışlarını başka bir yöne çevirmiş ne var ki ağabeyine duyduğu sevgi galip gelmişti.

"Son kez" diye söylendi kendini ikna etmek için ve masanın başına geçip kalemi eline alarak yazmaya başladı. "Vlad, yanlış yoldasın." İlk defa olarak halini hatrını sormamıştı. "Attığın her adım Eflak'a zarar veriyor. Gel ve sultanımızdan af dile. Öfkesi büyüktür lakin merhameti daha büyük. Gel ve af dile. Eflak için."

Vlad, öfkeyle elinde tuttuğu kağıda bakıyor ve kardeşinin artık beyninin iyiden iyiye yıkandığını ve gerçek bir Osmanlı gibi davrandığını düşünüyordu. Kağıdı öfkeyle yırtıp yere atmış ve gözlerini pencereye çevirmişti. Kardeşini geri alacaktı.

 

*

 

Çiçek, Melek'e işlediği nakışları gösteriyor ve küçük ipuçları veriyordu. Adile Hatun içeri girmiş ve tüm gözler bir an için merakla ona dönmüştü. Adile Hatun, kendine dönen gözlere önemsiz bir bakış atıp Çiçek'e yaklaştı.

"Gel benimle" yürümeye başlamadan evvel Melek'e dönerek ekledi "sende."

Adile Hatun peşinde şüphe ile ilerleyen iki kıza önderlik ederek ilerliyor lakin tek kelime etmiyordu. Ta ki Garip Ağa telaşla koridora girene dek.

"Nerede kaldın Hatun" diye yakardı Garip Ağa.

"Geldim işte Ağa."

"Tamam, tamam uzatma" Çiçek'in kolunu yakalayıp başka bir yöne çekmiş aynı anda Melek sorgu ile Adile Hatun'a dönmüştü.

"Nereye gidiyorlar? Çiçek'i nereye götürüyor?"

"Sana ne" tahammül edemeyen bir bakışla sürdürdü "Yürü hadi Mara Hatun seni bekliyor."

"Mara Hatun mu?" Hissettiği şaşkınlıkla Çiçek'i unutmuş merakla sormuştu. "Neden beni bekliyor? Bir şey mi oldu? Ben mi birşey yaptım?"

"Yürü hadi" adımlarını hızlandırırken sürdürdü "varınca öğrenirsin?"

Melek, Adile Hatun'un gerisinde kalmamaya gayret ederek ilerliyor lakin yüreğinin derinlerinde büyük bir endişe ve merak duyuyordu. Mara Hatun ile daha evvelden karşılaşmış lakin ilk defa huzuruna çağırılmıştı. Mara Hatun'un dairesine yaklaştıkça artan sükûnet havası bu koridorda yalnızca bir kişinin sesinin duyulur olması gerektiğini anlatıyordu.

Adile Hatun, iki genç kızın nöbet beklediği kapıdan içeri girmiş ve kısa süre sonra Melek'e gelmesini işaret etmişti. Melek kendine söyleneni yaparak içeri girdi ve verdiği selamın ardından bakışlarını merakla Mara Hatun'a çevirdi.

Mara Hatun beklenilenin aksine köşesine kurulup beklemiyor hizmetlilerinin elinde tuttuğu eski görünümlü giysileri dikkatle inceliyordu. Uygun gördüğü bir şalvarı işaret etmiş hemen ardından Melek'e kısa bir bakış atıp başka bir giysi incelemeye koyulmuştu.

"Neden burada olduğunu biliyor musun" dedi gözleri hâlâ giysilerdeyken.

"Hayır" bir yardım bekleyerek Adile Hatun'a dönmüş aynı anda bir kez daha Mara Hatun'un sesi duyulmuştu.

"Sultanımız mühim bir sebepten ötürü seni yanında götürmek istiyor" değerlendiren bir tavırla baktı "ümit ederim ki bu lütfa değer davranırsın." Gözlerini yeniden giysilere çevirdi ve hâlâ giyilebilir olduğuna karar verdiği bir parçayı işaret ederek yerine oturdu. Emin olmayan bir tavırla sürdürdü. "Sultanımızın Eflak'a gideceğini duyduğunu sanıyorum." Melek onayla başını salladı zira günlerdir bu mesele konuşuluyor düşmanın eski bir dost oluşu herkes de çok daha merak uyandırıyordu. "Sultanımız ile Eflak'a gidiyorsun. Daha önce böyle bir şey görmüş ya da duymuş değilim lakin sultanımızın kararını sorgulamak bize düşmez." Az evvel seçtiği giysileri işaret etti. "Bunları al. Yeniden saraya dönene dek bunları giyeceksin. Tek kadın halinle orada olman dâhi uygun değilken.. Her neyse elbise giymen uygun değil şalvar ile daha rahat olacaksın." Melek, tereddütle kendine uzatılan giysileri kucaklarken Mara Hatun sürdürdü nitekim artık sesinde bir uyarı havası vardı. "Mehmed, çok zekidir eminim bu fetihten başarı ile çıkacak lakin Vlad'ın zekası da en az Mehmed kadar kıvrak. Oraya neden gittiğini az çok tahmin ediyorsun, yapman gerekeni yap. Konuş yıldızlarınla."

Melek, yatakhaneye döner dönmez kendini sakin bir köşeye attı ve düşünmeye koyuldu. Eflak seferine dair bildiklerini hatırlamaya çalışıyor ve önemli gördüklerini zihninin bir köşesine atıyordu. Zira Vlad'ı hiçbir vakit sevmemiş lakin dehasına büyük hayranlık duymuştu.

Kısa zaman sonra yola çıkma vakti gelip çatmıştı. Melek, kendine verilen giysileri üzerine geçirmişti. Göğüslerini görünmez kılacak kadar bol bir bluzun eşlik ettiği şalvar ile hareket etmek elbiseden çok rahat hissettiriyordu.

"Korkmuyor musun" diye sordu Çiçek uygun olduğunu düşündüğü bir baş örtüsünü uzatırken.

"Hayır" dedi gülümsemeye çalışarak.

"Sesin titriyor."

"Sadece heyecan" Çiçek'i ikna etme isteğiyle başını sallıyor lakin ikna etmeye çalıştığının kendisi olduğunu düşünüyordu. "Pekâlâ" dedi başını iki yana sallayarak "gelirken sana bir hediye getireceğim. Ne istersin?"

"Sultanımızı sağ getirin kâfi."

"Tamam ama o bunu tek başına da yapabilir. Sana burada olmayan bir sebze ya da meyve tohumu getireceğim" göz kırparak ekledi "yetiştirmen için." Ve kalan bir kaç parça giysisinin yer aldığı heybeyi de yanına alarak yatakhaneden çıktı.

Senelerdir sarayda olmasına karşın ilk defa dış bahçeyi görecek olmanın verdiği merakla ilerliyordu. Dakikalar sonra bahçeye çıkmış aynı anda pek çok göz kendine dönmüştü. Birçoğunun bakışlarından merak yahut sorgu kimilerinde ise ilgi okunuyordu. Derken tanıdık bir ses duyuldu.

"Atlar hazır mı" diye seslendi Radu hemen ardından askerlerin onaylayan baş işareti ile dikkatini Melek'e çevirdi. "Daha önce ata binmediniz değil mi?"

"Hayır."

Radu, anlayışla başını salladı ve Melek'in elinde tuttuğu heybeyi işaret etti. "Eşyalarınız bunlar mı?"

"Evet."

"Benimle gelin" heybeyi alıp yürümeye başladı ve temiz kahverengi tüylü bir atın yanında durdu. "Bu ata siz bineceksiniz. Daha önce ata bindiniz mi?"

"Hayır" dedi utançla ve kendine bakan askerlere kaçamak bir bakış attı. Çatılmış kaşlar varlığından duyulan rahatsızlığı hissettiriyor, ayıplayan nidalar ise bunu destekliyordu.

Bu sırada Sultan, Mahmud paşanın eşliğinde bahçeye çıkan koridorda ilerliyordu. Mahmud paşa içi içine sığmaz bir halde nerdeyse koşar adımlarla yürüyor, sultanı kararından caydırmaya çalışıyordu.

"Sultanım yalvarırım bir kez daha düşünün. Görülmüş şey midir? Binlerce erkeğin içinde bir kadın..."

"Doğru dersin paşa" Mahmud paşa başarılı olduğunu düşünüp rahatlamış ve bir kez daha konuşmak ağzını açmıştı ki sultan ekledi. "Lakin kararım kesindir." Öyle ki bu sadece bir önlemdi. Zira Melek hatunun Radu'ya duyduğu güvenin mutlak bir nedeni olması gerektiğini düşünüyor ve Melek Hatun'un saraya geldiği gün Vlad'ın da saraya ayak basıp kendisinden yardım istemesi arasında bir bağ olduğundan şüphe ediyordu.

Vlad'ın bir aptal olmadığını biliyordu. O, Konstantiniyye'nin vaziyetini de Osmanlı için önemini de elbet biliyordu. Belki de herşey o gün başladı. Zira hatunun gelecekten haber ettiği de şüpheliydi. Konstantiniyye vakti doğru bir tahminde bulunduysa da bir büyü olmadığına emin olamıyordu. Zira kağıtta yazanları ondan başkası görmemişti. Keşke, diye geçirdi içinden değerlendiren bir tavırla Mahmud paşa'ya dönerken. Belki Zağanos göz ucuyla dâhi olsa kağıda bakmış olabilirdi. Düşüncelerini savunmasız bırakacak bir olay yahut söz düşünüyordu ki hatırladı. Zehirlenmelerini engelleyerek hayatlarını kurtarmıştı. Bir rahatlama hissediyordu ki şüpheyle kaşını kaldırdı. Zehri kendi de koymuş olabilirdi. Zaman zaman ufak haberler getirmiş lakin hepsi burada kalabilmek için kendine sunulmuş ufak kırıntılardı. Öyle ki ağzından Vlad hakkında tek şey çıkmamıştı. Sadece vakti geldiğinde kelllesini kurtarabilmek için ettiği bir cümle dışında. O bir hain ve damarlarında akan kan yabancı. Gözlerini değerlendiren bir tavırla Mahmud paşa'ya çevirdi. Burada yaşayanların çoğu zaten yabancıydı, paşalar bile. Belki de doğru söylüyordu ve mutlak surette bir faydası dokunabilirdi lakin içinde böyle bir şüphe yer edinmişken onu hanedanın etrafında bırakamazdı.

Sahte bir gülümsemeyle Mahmud paşanın sabırsız bakışlarını görmezden gelerek bahçeye çıktı. Aynı anda ayıplayan nidalar susmuş ve herkesin gözü sultana dönmüştü. Gözlerini askerlerinin üzerinde gezdiriyordu ki Melek'in havaya kalkan eli dikkatini çekti.

Melek, askerlerin kınayan bakışlarını biraz olsun hafifleteceğini düşünerek başını yere eğdi ve sultana doğru yürümeye başladı. Yeterince yaklaştığı vakit başını kaldırmış ve bu kez sultanın öfkeli yüzü ile denk düşmüştü. Sakallarının altından bile kendini belli eden çene kemikleri ilk defa böylesine belirgin görünüyordu.

"Su" dedi gözlerini kararsızlıkla kendine çatılmış kaşlara çevirirken "Su hayattır eğer bulabilirsen."

"Ne diyorsun?"

"Bir kez daha söylersem boynumu vuracağınızı söylediniz lakin duydum."

"Yıldızları mı?"

"Evet. Su lazım."

"Su aldık" küçümseyen bir bakışla sürdürdü "Eflak'ta su yok mu sanıyorsun?" Askerlere dönerek atlara binmelerini haykırdı ve kendi atına doğru yürümeye başladı.

Melek sultanın ardından hayal kırıklığı ile bakmış hemen ardından elinden bir şey gelmeyeceğine karar vermişti. Radu'nun gösterdiği yürürken ata hangi ayağı ile binmesi gerektiğini, binerken eyeri tutup tutmaması gerektiğini tartışıyor, bir karara varmaya çalışıyordu. Nitekim atın yanına vardığı vakit verdiği tüm kararlar yerini bir çaresizliğe bırakmıştı. Üzengi atın her hareketi ile sallanıyor zaten yüksek olan ata binmeyi korkulur hale getiriyordu. Eyerden destek alarak ayağını üzengiye atmaya yelteniyordu ki Radu'nun sesini duydu.

"Basın" dizini yere kırmış bekliyor ve anlatıyordu "eyer ile dengenizi sağlamaya çalışıp sağ ayağınızı dizime basın ve hızlıca sol ayağınızı diğer tarafa atın." Melek'in kararsız bakışlarına ithafen ekledi "Askerlerin önünde bu şekilde daha fazla bekleyemem." Haklıydı, Osmanlı için olmasa bile o hâlâ bir veliahttı.

Melek, minnetle gülümsemiş ve kendine söylenileni yaparak güçlükle de olsa ata binmeyi başarmıştı. Dakikalar sonra üzerinde korkuyla ilerlediği atın bir bisikletten pek de farkı olmadığını düşünmeye başladı. Yüzüne değen rüzgar uzun vakittir sahip olmadığı ve hatta neredeyse unuttuğu özgürlük hissini yeniden bahşediyor ve kendini hatırlatıyordu. Eyeri büyük bir kuvvetle çekmiş ve sert bakışlarını koşmaya başlayan köylülere çevirdi. Aynı anda çığlıklara boğulan köy halkı can havliyle bir o yana bir bu yana kaçıyor, çocuklarını kapan uzağa koşmaya çalışıyordu. Her birinin dehşet dolu gözlerle yok olmaya çalışması hissettiği coşkuyu daha da arttırıyordu. Öyle ki atın durmasını dâhi beklemeden büyük bir ustalıkla aşağı atlamıştı.

"Öldürün" diye emretti Vlad ve kınından çıkardığı kılıcı savurmaya başladı.

Vlad, kendi gibi gözü kara askerlerin eşliğinde gözüne değen herkesi kılıçtan geçiriyor yalnızca artık öleceği kesin görünenlere dokunmuyordu. Onların acı ile inleyerek can verişleri ruhunu refaha erdiriyor ve Eflak'ın güçlü bir diyar olma yolunda her şeyi yapabileceğini kanıtladığını hissediyordu.

Kalbi atanların sayısı hayli azalmış çığlıklar tek tük işitilir hale gelmişti ki Vlad yere düşen bir adamı hızla ayağa kaldırdı. Hemen ardından gözlerini nefretle adamın korku dolu gözlerine dikti ve kılıcını sapladı. Duyduğu korku adamın üzerinde öylesine büyük bir etki yaratıyordu ki hissettiği acı gözlerinden okunuyor lakin çığlık atacak dermanı dâhi olmadığı görülüyordu. Vlad yüzüne yerleşmeye başlayan bir gurur ifadesi ile kılıcını yavaşça geri çekmeye başlamıştı ki dikkatini bir çocuk sesi çekti ve ilgiyle o yöne döndü. Küçük çocuk eline aldığı bir odun parçasıyla askerlerden birinin karşısında dikiliyor ve ona lanetler yağdırıyordu. Yalvarmıyor, gözünden akan yaşa aldırmadan savaşmaya hazırlanıyor ve Vlad'ın hatıralarında bir kapı açıyordu.

Osmanlı imparatorluğunda sıradan bir gündü. Vlad günden güne içinde bulunduğu vaziyete tahammül etmeyi öğreniyor dahası bu duruma bir tecrübe gözü ile bakıyor ve evine döndüğünde bildiklerini babasına anlatmak için öğreniyordu. Coğrafya, bürokrati ve en önemlisi Osmanlı Devleti'nin savaş taktiklerini...

"Askerler" dedi Hamza bey havada görünmez bir yarım ay çizerek "gökten bakıldığında bir hilali andıracak şekilde konuşlanır. Bu esnada ortada savaş halinde olan askerler adımlarını gerilemeye başlar. Burası çok önemli" diye uyardı "düşman başarısız olduğunuza inanmalı, çaresizliğinizi hissetmeli ve daha büyük bir inançla size saldırmalı. Şayet başarılı olursanız adım attığınız yere adım atar ve farkına dâhi varmadan sizi takip eder. O vakit tüm askerler birleşir, hilal dolunaya döner ve düşman kıskıvrak avuçlarınızın içine düşer. İşte bu hilal taktiğidir."

"Hilal" diye yineledi Vlad sessizce ve zihninde canlandırmaya başladı.

Hamza Bey dersin sona erdiğini duyurur duyurmaz kardeşinin yanına doğru yol almaya başlamıştı ki koridorda adı yankılandı.

"Vlad" bu Çandarlı Halil Paşa'nın sesiydi. Yüzünde rahatsızlığa karışan bir acıma ile bakıyordu. "Gel, sultan Murad seni görmek istiyor.",

"Sultan" dedi aynı rahatsızlıkla zira sultanın karşısına pek sık çıkmıyordu. Mühim bir şey olduğunu sezmiş lakin ayakları Radu'ya gitmek istiyordu. Halil Paşa karşısındaki genci uyarmak isteyerek ekledi.

"Radu gitti bile" belli belirsiz bir tebessümle ekledi "çabuk ol."

Vlad, aniden içini saran bir huzursuzlukla adımlarını geri çevirmiş ve kısa süre sonra sultanın dairesine varmıştı. Kapı açılır açılmaz gözleri kardeşini aramaya bulur bulmaz kardeşinin yanında yerini aldı. Derken sultana selam vermeyi unuttuğunun farkına varıp rahatsızlıkla başını eğmişti. Bir yanıt arayarak gözlerini sultana çevirdi. Sultanın gözlerinden hiç haz etmediği bir duygu yer alıyordu, acıma. Sultan acıyan gözlerle kendine bakıyor Vlad'ın kaşları farkında olmadan çatılıyordu.

"Vlad" dedi sultan Murad. Bir an merhametle gözlerini küçük Radu'ya çevirmiş hemen ardından bir kez daha daha aklı başında olarak gördüğü Vlad'a dönmüştü. "Biliyorsun babanız ile yeniden müttefik olup devletlerimiz arasındaki ilişkileri bir kez daha inşa etmeye başlamıştık. Üzgünüm ki boyarlar babanızın düşündüğü kadar sadık değilmiş."

"Ne olmuş" bir an evvel sonuca ulaşma isteğiyle ileri bir adım atmış aynı askerlerden biri uyaran bir tavırla önüne dikilmişti ki sultanın havaya kalkan eli ile geri çekildi. Sultan anlayışla başını salladı ve derin bir nefes alarak açıklamayı sürdürdü. "Meğer Macar imparatoru ile işbirliği içindeymişler. Ne yazık ki babanız ve ağabeyinizin canına kıymışlar. Acınızı yürekten paylaştığımı bilin..." Vlad duydukları karşısında donup kalmış öyle ki içini çekerek ağlayan kardeşinin sesini işitmiyordu.

Babası ve ağabeyi Macar kralı Hunyadi tarafından yakalanarak öldürülmüştü. İkisi de kolaylıkla teslim olacak insanlar olmamakla birlikte Mircea'nın kılıç kullanma konusundaki hünerleri azımsanamayacak kadar çoktu. Lakin Eflak toprakları Macar topraklarından çok daha az dolayısıyla insan ve asker sayısı da azdı. Osmanlı ise çok daha kuvvetli bir düşmandı. Oğlunun bir barbar olarak anılması elbet babasının hayali olamazdı ancak korku Eflak'ın sahip olduğu tek silahtı.

Vlad, neredeyse takdirle çocuğa dönmüş aynı anda asker kararsızlığa uğramış ve çocuk koşarak uzaklaşmıştı. Vlad, hissettiği sorumluluk ile düşüncelerine bir perde çekti. Vlad öfke dolu bakışlarla askere yürüyor ve yoluna çıkanlara kılıcını saplıyordu ki aynı çocuk başka bir askerin gazabına uğramış ve cansız bedeni yere yığılmıştı. Gözlerini yerde yatan çocuktan çekip bir kez daha askerine döndü. Asker sadece bir an prensi ile göz göze gelmiş ve başına geleceği sezerek yalvarmaya başlamıştı.

"Bağışlayın" bir dizinin üzerine çöktü "bağışlayın prensim. Biliyorsunuz size sadığım."

"Evet" onayla başını sallarken askerin gözleri umutla parladı "korktuğun için" ve kılıcını savurdu.

Akan kana kararlılıkla bakıyor ve kokluyordu. Bu Eflak'ın hainlerden kurtuluşunun kokusuydu. Gözlerini sükûnetle göğe çevirdi. Büyük bir koyunu anımsatan bulutun önünden kuşlar uçmaya başlamış bir azalıyor bir çoğalıyordu. Melek gözlerini kuşlardan alıp atın yelelerine çevirdi ve nasıl olup da içecek su bulabileceğini düşünmeye başladı. Derken aklına düşen bir fikirle gözleri parlamıştı.

Güneş dağların ardına saklanmış ay iyiden kendini göstermeye başlıyordu. Sultanın emri ile atlar yavaşlamaya başlamış çok geçmeden uygun görülen bir alana kamp kurulmaya başlanmış Melek, ise daha güvenli olduğunu düşünüldüğünden sultanın çadırının bir köşesine yerleştirilmişti.

Sultan çadırın içinde ileri geri yürüyor ve tuna nehrini ne şekilde geçebileceklerine dair planlar yapıyor nadiren Melek'e dönüp düşüncelerini anlayıp anlamadığını kontrol ediyordu ki kadının yüzünde beliren rahatsız ifade dikkatini çekti.

"Sorun ne hatun?"

"Sultanım, size en söylenecek şey bile değil lakin" gözlerini utançla yere çevirdi. Zira uzun bir vakittir başarı ile gizlemiş lakin artık gizlemenin neredeyse imkansız olduğunu hissediyordu. Sultan ise yeni bir haber vereceğini düşünerek merakla bir adım yaklaşıp sordu.

"Söyle."

"Çişim var."

"Ne?" bir an şaşkınlıkla kaldıysa da yüzünde anlayışlı bir gülümseme belirmişti. Öyle ki ilk defa bir kadından bu cümleyi işitmişti.

 

 

*Üzengi/ At üzerinde dengede durmaya yarayan ve ayakların koyulduğu yer.

Bölüm : 03.01.2025 16:42 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...