

Bu esnada Zağanos açık olan kapıyı kapatıp kenarda gördüğü bir taşı ardına dayadı. Hemen ardından Melek'e dönüp kendisini takip etmesini işaret etti. Kısa süre sonra ağaçların içinden çıkmış ve bir pazara varmışlardı.
Melek ilgiyle etrafa bakıyor ve bir masal kitabının içinde olduğunu düşünerek ilerliyordu ki dikkatini sırtında büyük bir küp taşıyan bir adam çekti. Bir hamal olduğuna kanaat getirerek Zağanos'un gerisinde kalmamak için adımlarını hızlandırmış aynı anda küp taşıyan başka bir adam dikkatini çekmişti.
"Susadınız mı?"
"Ne?"
"Sakaya baktınız sandım" başıyla küp taşıyan adamı işaret etti ve adımlarını bir dükkâna çevirmeden önce uyaran bir sesle ekledi "bu kılıkta uzun süre birine bakmanız iyi değil."
Melek, bir eksik bulmak için gözlerini üzerindeki elbiseye çevirmiş ancak bulamayarak Zağanos'un peşi sıra dükkâna girmişti. Raflara özenle yerleştirilmiş çeşitli renklerdeki kumaşlar bir renk uyumu yaratıyor ve dinlendirici bir etki sunuyor ancak tezgâha açılıp bırakılan kumaşlar tam tersi gözlerini yoruyordu. Derken sarı bıyıklı, göbekli bir adam perde ile gizlenmiş bir bölmeden çıkıp yanlarına geldi.
"Paşam hoş geldiniz" dedi bozuk Türkçesi ile ve Melek'e kısa bir bakış atıp anlam veremeyerek görmezden gelmeyi seçip Zağanos'a döndü "hangi rüzgâr attı sizi buraya?"
"Hoş bulduk, Hapet" bir miktar para uzatırken "bize bir pelerin lazım."
"Şanslı gününüzdesiniz" onayla başını salladı ve raftan aldığı birkaç pelerini tezgâha bıraktı. Parmaklarını kumaşın üzerinde gururla gezdiriyordu. "Bu hafta Bursa'dan geldi. Tamamı ipekten ve..."
"Önemi yok Hapet" dedi keskin bir sesle ve siyah, desensiz bir pelerini eline alıp Melek'e uzattı.
"Başınıza takın" ve çıkardığı bir miktar parayı Hapet'e uzattı.
Melek, pelerine gelişi güzel bir bakış atıp başına atmış ardından bir kez daha dışarı çıkmışlardı. Attığı her adımla pelerinin etekleri uçuşuyor ve kırmızı başlıklı kız gibi göründüğünü düşünerek gülümsüyordu. Nihayetinde kısa sürede hevesi azalıp gülümsemenin yerini ifadesiz bir surat aldığında dışarıdaki tüm kadınların kendini bir pelerinle gizlediğini fark edebilmişti.
"Teşekkür ederim" şükranla gözlerini Zağanos'a çevirirken "pelerin için." Aynı anda Zağanos'un yüzünde hafif bir tebessüm belirmiş ancak hemen silinmişti.
"Hava güzel" dedi Zağanos, dükkanının önünde göstermelik bir deri sergileyen esnafa kısa bir bakış atarken. "Güz her daim aldatıyor insanı." Gözlerini sorguyla Melek'e çevirip ekledi. "Öyle değil mi?"
"Evet ancak ben yine de güzü daha çok severim. Ne tam anlamıyla yakıyor ne de üşütüyor. Siz hangi mevsimi daha çok seversiniz?"
"Güz. Güz vakti savaş daha kolay olur. Askerin elleri üşümez, terlemez kılıcı daha iyi kavrar."
"Mehmed hangi mevsimi seviyordu?"
"Mehmed?"
"Gerçek adınız Mehmed değil mi?"
"Siz bunu nereden..Ah tabii" gülümsemiş ancak bakışlarına bir hüzün çökmüştü. Derin bir nefes alırken sürdürdü. "Bir deniz hatırlıyorum, sakin ve dalgasız. Deniz sıcak havalarda sakin olur. Muhtemelen Mehmed yazı seviyordu."
Melek anlayışla başını sallarken gözlerini pazarda gezen insanlara çevirdi. Kısa bir tahkikatın ardından sordu.
"Neden hiç kadın yok." Araştırmaya devam ediyordu. "Orada iki tane var."
"Biliyorsunuz ki" dedi Zağanos yadırgayan bakışlarla "kadınlar pazarda pek görünmez. Alışverişi erkek yapar. Gelmişken beğendiniz ya da canınız istediği bir şey olursa söyleyin."
"Pekâlâ" tezgâhları araştırmaya başlamış ancak kendine göre bir şey bulamamıştı. Öyle ki henüz birçok şeyi makineler yerine insan gücü ürettiğinden ne bir elbise yahut çanta satılmıyor ve giysiye en yakın olanlar ise atlar için yapılan nallar ile mest çorapçılardı.
"Siz nereden geldiniz" dedi Zağanos. "Bu saraya geldiğinizde yanıtlamaktan kaçındığınız bir soruydu." Gözlerini sorguyla çevirip ekledi. "Mutlak bir valideniz ya da atanız var değil mi?"
Melek anlık bir şaşkınlıkla gözlerini Zağanos'a çevirdi ise de düşüncelerini ele vermek istemeyerek bakışlarını kaçırmıştı. Öyle ki o bir İstanbul kadını idi ancak fetih öncesi Konstantiniyye'den gelip sarayda yaşamaya başlayan birine güvenilemeyeceğini hissediyordu. Verecek başka bir cevap arıyordu ki zihninde bir ışık belirmişti.
"Terkos" dedi gözlerini heyecanla açarak ve yineledi "Terkos'tan geldim. Validem ve atam öldüğü vakit çok küçüktüm. Pek bir şey hatırlamıyorum ancak atam kumaş işiyle uğraşıyordu. Sanırım bir de bahçede birkaç besili tavuğun olduğu bir kümes ile bir ineğimiz vardı." Gözlerini şüpheyle Zağanos'a çevirip ilgili bakışlarıyla karşılaşmış ve söylediklerinin yeterli olmadığına kanaat getirmişti. "Onlar öldükten sonra" omuzlarını dikleştirdi "kendimi büyük validemin evinde buldum. Aslında onun da pek parası yoktu ancak beni sokakta bırakmadı. Yedirip içiriyordu, mutluyduk ama bir süre sonra sesler duymaya başladım. Ona sesler duyduğumu söylüyor o ise korkuyla bana bakıyordu. O sesler hiç kesilmiyor ve bana yola çıkmamı söylüyordu." Sahte bir şaşkınlık ifadesi takınarak devam etti. "Yıldızlar o vakit benimle konuşmaya başladılar." Aynı anda Zağanos'un kaşları hayretle kırışmıştı. "Kim bilir, belki validem ile atam öldükten sonra da bana sahip çıkmak, yanımda olmak istedi ve yıldızlar buna vesile oluyor."
"Belki" başını ağır ağır sallarken. "Rabbin hikmetinden sual olmaz."
"Öyle." Gözlerini bir kez daha tezgahlara çevirip araştırmaya başlamış ve kısa süre sonra dikkatini sarı armutlar çekmişti. Bir armut yemeyeli bir yıldan fazla olmuştu. Her adımda tezgâhtan uzaklaşıyor ancak ailesi dışında birinden bir şey istemek doğru gelmiyordu. Yine de teklif edilen bir şeyi kabul edebileceğini düşündü. Tıpkı pelerin gibi. "En sevdiğiniz meyve nedir?"
"Bostan, yemek için yazı bekliyorum."
"Sulu sulu tıpkı armut gibi. Bu mevsimde armut da güzel oluyor."
"Armut" diye yineledi anlamaz bir bakış atıp kısa bir düşünmenin ardından düzeltti. "Emrud" ve adımlarını az evvel geçtikleri armut tezgahına çevirirken ekledi "Oradakiler güzel görünüyordu."
Yanlarında taşıyacak bir çantaları olmadığından aldıkları dört armudu da Zağanos'un kaftanın cebine bırakıp yürümeye devam ettiler. Nitekim Zağanos birini bile cebinden çıkarmıyor yemeyi teklif etmiyordu.
Melek bozulmuş bir yüzle ilerliyor ve Zağanos’un ya bir aptal ya da düşüncesiz bir adam olduğunu düşünüyordu. Zira Radu imasını hemen anlamıştı. Bu esnada Zağanos'un adımları pazar dışına çıkmış ve küçük pencereli Osmanlı evleri kendini göstermişti.
"Armut çıkmış" dedi Melek son kez şansını denemek isteyerek ve sorguyla gözlerini çevirdi. "Hareme neden pek meyve gelmiyor? Sarayda meyve çok yenmiyor mu?"
"Geliyor" mahcubiyetle karışan bir şüpheyle bakarak sürdürdü. "Bağışlayın ama emrud mu yemek istiyorsunuz? Şimdi mi?"
"Neden olmasın" gözleri hedefe ulaşmanın verdiği mutlulukla büyümüş ancak hevesli görünmek istemeyerek eklemişti "madem teklif ediyorsunuz."
"Etmiyorum" dedi sert bir sesle ve uyaran bir bakış atarak sürdürdü. "Günah. Ya birinin canı ister ve parası yeterli değilse?" Melek'in kızaran yüzünü görür görmez bir pişmanlık hissederek konuyu değiştirmişti. "Zaman ne hızlı geçiyor değil mi?" İlgisini çekip çekmediğini kontrol etmek için kısa bir an Melek'e baktıktan sonra devam etti. "İkisi de kocaman oldu."
"İkisi de?"
"Şehzadeler. Birkaç gün sonra sünnet olacaklar" gülerek elini yere doğru uzattı "şu kadardılar."
"Hâlâ o kadarlar."
Zağanos, Melek'in sözlerini değerlendirirken kaşlarını ilgiyle kaldırmış ve haklılığını kabul ederek başını hafifçe yana eğmişti.
"Sarayda bunaldığını söylemiştiniz bu eğlence iyi gelecektir."
"Bir günlüğüne."
"Bir gün mü?" gözlerini şaşkınlıkla çevirerek "haftalarca sürecek."
"Bu daha kötü" mutsuz bir bakış attı "haftalarca çalışacağım daha sonra bunalmaya devam edeceğim."
"Peki ne yapmak istiyorsunuz?"
"Örneğin, alışveriş yapmak ya da..."
"Yaptık ya armut aldık işte" eli cebine giderken ekledi. "Başka bir şey istiyorsanız..."
"Hayır sadece" elini havada sallarken "ah alışverişi boş verin. Sadece duvarların arasına tıkılıp kalmak bana göre değil. Siz Sırbistan’a bile gittiniz."
"Savaşmak için gittim."
"Yine de gittiniz. Sırbistan'ın neye benzediğini biliyorsunuz. Ben ise saraydan başka bir yer bilmiyorum. Üstelik büyük bir saray da değil. Bahçedeki çiçeklerin her birinin yerini ezberledim hatta karınca yuvalarının yerini bile."
"Bütün kadınlar öyle."
"Ama ben" gözlerini öfkeyle açtı. Nitekim öfke kısa sürede çaresizliğe dönmüş ve bir şey söylemekten cayarak adımlarını hızlandırıp yürümeye başlamıştı.
Kısa bir sessizliğin ardından Zağanos henüz hatırına gelmiş gibi kırıştırdığı kaşlarla gözlerini Melek'e çevirdi. Zağanos kısa bir an etrafa bakmış hemen ardından daha az kalabalık görünen bir sokağa dönmüştü. Önüne eğdiği başının içinde riskli fikirler dönüyor adımları yavaşlıyordu.
"Melek" dedi ilk defa olarak samimi bir sesle ancak tok sesi yankılar arasında boğulup yerini titreyen bir sese bırakmıştı.
"Burası güzel değil, çok soğuk. Artık evine, pencere kenarındaki o yatağına dönmen gerek. Bunu istiyorsun değil mi?"
"Tabi ki."
"Burada olmanızdan memnuniyet duyuyorum" dedi Zağanos yine aynı tok sesiyle. Bunun yanlış olduğunun farkındayım ancak" başını cayarak iki yana salladı. "Evvela sizden çekindim, kolay değil gaipten sesler işitmeniz ki bu pek sıradan bir durum değildir ancak şimdi anlarım ki sadece adınız değil kendiniz de bir meleksiniz. Ölü bir ruhu başka ne canlandırabilir ki?" Melek konuşmak için ağzını açmış ancak Zağanos'un devam eden sözleri ile susmuştu. "Nitekim ben canlanırken sizin canlılığınızı yitirmenize dayanamam." Giysisine sakladığı küçük bir keseyi uzatırken sürdürdü. "Ailenize, sevdiklerinize gidin. Yeniden hür olun."
Melek, ilk defa bir çıkarı olmamaksınız Zağanos'a minnet ve hayranlıkla bakıyor. Böyle saf bir sevgi ile ilk kez karşılaştığını düşünüyordu. Öyle ki saraydan birinin kaçması onun da başını ağrıtacaktı. Gözlerini kendine uzatılan keseye çevirmiş cılız bir sesle konuşuyordu.
"Burada kalmalıyım. Yıldızlar sultanın öldürülmesine engel olmam gerektiğini dediler."
Aynı anda Zağanos'un kaşları öfkeyle çatılıp gözleri endişe ile bakmaya başlamıştı. Uzattığı keseyi geri çekerken meraka karışan bir öfkeyle sordu.
"Nasıl? Ne zaman? Kim canını almaya cüret edebilir sultanımızın?"
"Zehirlenecek. Sakin ol vakit var ve bu değişebilir."
"Kim o gafil!"
"Bilmiyorum."
"Bu yıldızlar hiç net konuşmaz mı?" Gözleri hiddetle parlıyordu. "Bilmece gibi konuşurlar."
"Hiç söylemeseler daha mı iyi?"
"Elbet hayır ancak..."
"Sultan'ın yediği her şeyi önce başkası yemeli." Söyleyeceklerini tartarak susmuş aynı anda Zağanos'un sert sesi duyulmuştu.
"Söyle hadi!"
"Ayrıca et yemeyi azaltsın. Başına iş açacak."
Zağanos duyduklarının şaşkınlığı ile bir süre ne diyeceğini bulduramamış en nihayetinde cebinde tuttuğu armutları uzatırken uzun süre ortadan kaybolmasının dikkat çekeceğini söyleyerek dönmeleri gerektiğini söylemişti. Dönüş yolu boyunca ikisinin de içinde aynı duygu yaşıyordu, endişe. Zağanos sultanın hayatı için Melek ise Zağanos'a söyledikleri için. Şayet söyledikleri sultanın kulağına giderse onu öldürmek için başka bir yol bulurlar ve o vakit Fatih bir kez daha aynı sonu yaşardı.
YENİ VOYVODA'NIN ÇAĞRISI
Melek bir kez daha Zağanos'un rehberliğinde saraya dönmek için geçitte ilerliyor ancak büyük bir sır vermiş olmanın endişesini taşıyordu. Gözlerini kısa bir an kapatıp derin bir nefes aldıktan sonra adımlarını hızlandırarak Zağanos'un uçuşan kaftanın kolunu tutup bakışlarını yakalar yakalamaz konuştu.
"Söylediklerim kimsenin kulağına gitmemeli o vakit sultanı kaybederiz."
"Böyle bir konuda nasıl sessiz kalabilirim? Bu riske atılamaz." Şüpheyle kaşlarını çatıp kolunu dikkatle çekti ve giysisini kurtarıp yürümeyi sürdürdü.
"Hatırlıyor musunuz Konstantiniyye'yi fethedeceği zaman sultana bir kâğıt vermiştim!" Zağanosun adımları durmuş ve gözleri bir kez daha kendisine dönmüştü. "Sultan bana güvenmeyi seçti ve kâğıda bakmadı. Peki sonuçta ne oldu?"
"Zaten kazanırdı" kararsızlıkla bakıyordu.
"Kazandı. Çünkü her şey olması gerektiği vakit olması gerektiği şekilde oldu."
"Konstantiniyye'de çok daha az şehit verebilirdik ancak..."
"Her başarının bir bedeli vardır. Şimdi vakit sultana olan sadakatinizi kanıtlama vakti. Şayet canını önemsemiyorsanız konuşun ya da vakti geldiğinde Viyananın fethine ortak olun." Kısa bir an gözlerini Zağanos'un üzerinde gezdirip gaflete düştüğünü görür görmez bir yanıt beklemeden onu ardında bırakarak yürümeye başladı.
Günler geçip gitmiş şehzadeler sünnet olmuş ve eğlence nihayet başlamıştı ancak Zağanos'un içindeki endişe bir türlü azalmıyor aksine her geçen gün büyüyordu. Öyle ki saray hiç olmadığı kadar kalabalıktı. Yakaladığı her fırsatta Melek'le bir tartışmaya düşüyor ve susmanın doğru olmadığını söylüyor ancak Konstantiniyye'de olanları düşünerek cayıyordu.
Akşam olmak üzereydi. Günlerdir süren hediye faslı hâlen sürüyor ancak elbet ilk günler kadar yoğun geçmiyordu. En dikkat çeken hediyelerden biri ise Giray Han hanedanından Hacı Giray'ın hediyesiydi. Hacı Giray, yaşlılığı sebebiyle Sultan'ın davetine katılamamış ancak değerli hediyelerini göndermeyi ihmal etmemişti.
Hacı Giray'ın elçisi, beraberinde getirdiği büyük bir sandığı açtı ve şehzadelere gönderilen hediyeleri sergilemeye başladı. Sultan memnuniyetle elçiye bakıyordu ki elçi bir kez daha sandığa eğildi ve eline aldığı uzun kalın bir kumaşı Sultan'a uzattı.
"Hacı Giray Han, bunu Giray hanedanın size olan bağlılığını hatırlatmak için gönderdi."
"Giray Hanedanının bağlılığına senelerdir şahidiz" diye yanıtladı gülümseyerek ve ilgiyle ayağa kalkıp elini kumaşa uzattı. Kumaşın ucunu tutup yavaşça kaldırdı. Aynı anda parlak bir metal kendini gösterdi ve Sultan'ın kaşları ilgiyle çatılırken dudakları memnuniyetle kıvrılmaya başladı. Sapına altın ile birkaç kelime işlenmiş uzunca bir kılıçtı. Kılıcı yavaşça kumaştan çıkarıp eline aldı ve okumaya başladı. "Dua müminin silahıdır." Hemen ardından gözlerini bir kez daha elçiye çevirdi. "Hacı Giray Han'a teşekkürlerimi ilet. Hediyesini pek beğendim."
Elçi memnuniyetle başını eğdikten sonra başka birine yer vermek üzere bir köşeye çekildi. Kısa süre sonra hediye faslı sona ermiş ve oda boşalmıştı.
Sultan, yavaştan ortaya çıkan yorgunluğuna galip gelme isteğiyle elini bir kalkan gibi yüzüne kapadı ise de başarılı olamadı. Biraz nefes almak için kapıya yönelmiş, aynı anda Zağanos'un adımları da o yöne çevrilmişti. Zağanos, Sultan'ın bir adım ardında yürüyor ve şaka ile karışık sözlerine uygun yanıtlar arıyordu.
"Ne zaman?" dedi Sultan ve yürümeyi kesip Zağanos'un imrenen bakışlarına kısa bir göz attı.
"Bağışlayın Sultanım anlayamadım."
"Senin evlatlarının sünneti ne zaman" gülerek sürdürdü. "Sence de artık evlenmenin zamanı gelmedi mi?" Zağanos'un gözleri şaşkınlıkla bakıyor, Sultan ise bundan büyük bir keyif alıyordu. "Yok mu hala gönlünü kazanan biri?"
Zağanos, konuşacak bir kelime bulduramayarak başını öne eğmiş, Sultan ise yalnızca gülümsemekle yetinip yürümeye devam etmişti ki ellerinde hissettiği karıncalanmayla bir kez daha durdu. Hemen ardından bir neden arayarak ellerini incelemeye başlamış ve gözlerini kendine merakla bakan Zağanos'a çevirmişti. Konuşmak için ağzını açmış ne var ki bir anda ayakları tutmaz ağzı konuşmaz olmuştu.
Zağanos, kendinden geçen Sultan'ı korku ile yakalarken gözlerini açmasını telkin ediyor, koridorda bulunanlar telaşla kendilerine koşuyordu ki bastırmaya çalıştığı bir panikle haykırdı.
"Hekimbaşını çağırın!"
Bu esnada hareme büyük bir sükûnet havası hakimdi. Kızların bir kısmı çalgıları eline alıp yavaş bir melodi tutturmuş kulakları şenlendiriyor diğerleri ise hoş sohbetler eşliğinde nakışlarını işliyor yahut türlü hikâyeler anlatıyordu.
Melek, sehpadan aldığı birkaç inciri eline alıp kasnağını işlemeyi sürdürmek için yerine döndü. Kaygısızlıkla ipi kumaştan geçiriyor ara ara eteğinin üzerine bıraktığı incirleri ağzına atıyordu ki Reyhan koşarak içeri girdi. Aynı anda tüm gözler merakla ona dönmüş öyle ki müzik bile bir anlığına susmuştu.
"Sultan" dedi Reyhan elini hızla atan kalbinin üzerine koyarken. "Sultan'a bir şey olmuş. Koridorda yere düşmüş."
O andan itibaren müzik tamamen susmuş, telaş içindeki kızlar Reyhan'ın etrafını sarmaya, sorular sormaya başlamıştı, biri dışında.
Melek oturduğu yerde telaşla ayağa kalkmış nitekim hızla sakin bir tavra bürünüp yerine oturmuş ve nakşına devam etmeye başlamıştı. Onun bu sakin hatta biraz da umursamaz hâli kızlardan bazılarının dikkatini çekmiş ve sorguyla bakmaya başlamışlardı.
"Ayağı takılmıştır, o da insan" omuzlarını kısıp güven verme isteğiyle kaşlarını yavaşça kaldırdı. "Düştüyse kalkar." Kızlardan bazıları ayıplar bazıları ise rahatlar halde bakmaya başlarken Melek aklına düşen bir fikirle kapıya döndü. Zağanos'un söylediklerini birine en azından hekime söyleme ihtimalini düşünerek nakışı bir kenara bıraktı ve neler olup bittiğini öğrenmek yahut bir haber almak için kapıdan çıktı.
*
Zağanos korkuyla Sultan'ın yüzünü, boynunu, ellerini saran kırmızı beneklere bakıyor ve hekim ile konuşuyordu.
"Nedir bu?"
"Zehir" sultana kısa bir göz atarken sürdürdü "şayet sultanımız zehri içmiş olsaydı o vakit elimden bir şey gelmezdi ancak belirtiler yalnızca yüzünde, ellerinde ve nadiren boynunda görünüyor."
"Bu ne demek?"
"Sultanımız zehre dokundu. Bu zehri her kim sultanımıza vermiş ise bence niyeti öldürmek değil onu uzunca bir süre elden ayaktan düşürmekti." Zağanos'un sorgulu bakışlarına ithafen sürdürdü. "Bu zehir pek sık karşılaşılan bir tür değil. Zira hava ile temas ettiği vakit etkisi hayli azalır ve bir süre sonra uçup gider."
"İyileşecek mi?"
"Merak buyurmayın paşam, ilacı elimde mevcut. İlk dozu az evvel verdim düzenli bir tedavi ile sultanımız kendine gelecektir."
"Çok şükür" hasta yatağında neredeyse bir ölü gibi yatan sultandan gözlerini pişmanlıkla çekip kendini dışarı attı. Adımları koridorları arşınlarken aklında aynı cümle dönüp duruyordu. Ya ölürse? Derken Melek ile karşılaşmış ve adımları ona dönmüştü.
"Eğer söylemiş olsaydık" öfkeyle Meleğin kolunu yakaladı.
"Sakin olun" dedi korkudan kocaman açtığı gözlerle ve aynı anda Zağanos'un henüz birine konuşmadığını fark edip kolunu yavaşça kurtarırken sürdürdü "Korkmak size yakışmıyor." Nitekim Zağanos'un gözleri ateş saçıyor kalbi hızla çarpıyordu. "Daha vakit var" kollarını birbirine doladı ve koşturan insanları izlerken sakince ekledi. "İyileşecek."
Zağanos öfkeyle yutkunup bir şey demek için ağzını açmıştı ki Beyazıt koridora girdi. Küçük çocuk önde genç bir kadın peşinde koşuyor ve bağırıyordu.
"Erkek oldum ben, erkek! İstediğim yere giderim gelme peşimden" adımlarını yavaşlatıp yardım isteyen bakışlarla Melek ile Zağanos'a döndü. "Erkek oldum ben" omuzlarını dikleştirmeye çalışıp eksik dişlerini meydana çıkaran bir gülüşle ekledi. "Söyleyin gelmesin, çocuk değilim ben."
"Elbet değilsiniz" diye konuştu Melek ve gülümseyen gözlerini küçük çocuğa çevirdi. "Nereye gitmek istiyorsunuz?"
"Bahçeye."
"Ama şehzadem" dedi diğer kız ve uyaran gözlerini Melek'e çevirdi. Zira sultan böyle hasta iken bu küçük çocuğun varlığı çok daha büyük bir önem taşıyordu.
"O halde" diye araya girdi Zağanos "Fitnat Hatun da size eşlik etsin. Zira erkek oldunuz. Bilirsiniz her erkeğin hizmet edecek bir kadına ihtiyacı vardır. Ya canınız bahçedeki ağaçlardan bir meyve yemek isterse" sorguyla kaşını kaldırdı. "Kendiniz koparacak değilsiniz öyle değil mi?"
Küçük çocuk kararsızlıkla şimdiye dek çevresinde gördüklerini düşünmeye başlamıştı. Kısa süre sonra karşısındaki adamın haklılığını kabul ederek onayla başını salladı. Nitekim aklına takılan bir fikirle sordu.
"Sana kim meyve koparıyor?" İşaret parmağını Melek'e çevirdi "o mu?"
Zağanos gözlerini Melek'e çevirmiş nitekim ona bakar bakmaz Sultan'ın vaziyetini hatırlamıştı. Gözlerini bir kez daha küçük çocuğa çevirirken derin bir nefes aldı ve öfkesini gizlemeye çalıştığı sahte bir gülümsemeyle yanıtladı.
"Onun becerebileceğini sanmıyorum şehzadem."
Küçük çocuk anlamlandıramayarak tebessüm ettikten sonra peşindeki genç kadın ile bir kez daha yürümeye başladı. Zağanos ise Melek'in sahte bir şaşkınlıkla örtülü sesine döndü.
"Gerçekten mi" işaret parmağını kendine doğrultarak "bir meyve bile koparamayacak kadar beceriksiz mi görünüyorum?"
"Eğer sultana bir şey olursa" işaret parmağını yakalayıp sertçe yere doğru bırakırken "o vakit seni öldürürüm" ve ardında bakmadan koridorda kayboldu.
Günler sonra haremde hâlâ bilinmezlik hakimdi. Herkes şayet Sultan ölürse, devletin ve kendilerinin halinin ne olacağını, en büyük şehzadenin henüz ağzı süt kokan bir çocuk olduğunu düşünerek hayıflanıyordu.
Akşam olmuş hareme geri dönmüşlerdi. Tüm kızlar yeni kurulan sofraların etrafını doldurmuş ancak tek kaşık oynamamıştı. Kızların her biri önceliği bir diğerinden bekliyor böyle ümitsiz bir durumda yemeğe göz atmayı bile uygun bulmuyordu. Çok geçmeden Adile Hatun içeri girdi. Kendine merakla bakan kızlara kısa bir bakış attıktan ve gözlerini memnuniyetle kapatıp açarken konuştu.
"Gözümüz aydın, sultanımız gözünü açmışlar."
İşittikleri bu haberle kızların her biri derin bir nefes almış ve yüzleri gülmeye başlamıştı. Kısa süre sonra ise kaşıklar oynamaya ve midelerine az da olsa yiyecek girmeye başladı.
İlaçlar iyiden iyiye tesirini göstermeye başlıyor nitekim Sultan'ın halsizliği sürüyordu. Günün büyük bir bölümünü uyumakla geçiriyor nadiren gözlerini açıyor ancak tek kelime etmiyordu.
Zağanos, her gün olduğu gibi Sultan'ın durumunu kontrol etmek için yanına varıp hekimden bilgi almaya başlamıştı ki çok geçmeden Sultan'ın kirpikleri hareketlenmiş ve iki adam da ümitle ona dönmüştü. Dinlenme isteğiyle vücudu yaşlı bir adam gibi uzanıyorsa da zihni koşuyor ancak dili güçlükle konuşuyordu. Sağ elini güçlükle kaldırdı ve ağzından çıkacak bir sözü bekleyen Zağanos'u işaret ederek konuştu.
"Araştır" yorgunluktan kapanmaya meyleden gözlerine savaşarak güçlükle ekledi. "Bul."
Zağanos kendine verilen bu mühim emre karşı başını onayla salladıktan sonra Sultan'ı hekime emanet ederek dışarı çıktı. Aynı anda Gülbahar Hatun ile denkleşmiş ve alışkın olduğu bir hareketle hızla gözlerini yere indirip koridorda bir köşeye sinmişti. Gülbahar Hatun geçip gittiği vakit bir kez daha eski halini alıp yürümeyi sürdürdü. Birkaç koridor sonra ise Melek ile karşılaştı. Melek, dikkatle ona bakıyor o ise nedensiz bir çaba olduğunu hissederek bakışlarını kaçırmaya çabalıyordu.
"Sultan'ın vaziyeti nedir?" dedi Melek, bilmezden gelerek.
"Kendine geldi" rahatlamış ancak bir o kadar da rahatsız bir sesle. Zira karşısındaki kadının gözlerinde yeni belirmeye başlayan bir alay görüyordu.
"Güzel, zira ne olacağını bildiğim halde korktum." Alayla gülümsedi. "Beni öldüreceğinizi söylediniz."
"Böyle bir niyetim yoktu yalnızca" diye açıklamaya çalıştıysa da uygun bir kelime bulduramayarak sustu. Kısa süren sessizliğin sonunda yenilgiyi kabul ederek derin bir nefes aldı. "Haklıydınız, size güvenmek ile hata etmedim."
"Evet" gözlerindeki alayın yerini memnuniyet almıştı "bende öyle" gülümsedi ve yürümeye devam etti. Zağanos ise mahcup bir tebessümle olduğu yerde dikiliyor ve artık ona güvenebileceğini biliyordu.
Zağanos, günlerdir bir koşuşturmacanın içindeydi. Neredeyse tüm saray çalışanlarını sorguya çekmiş, gönderilen tüm hediyeleri inceletmiş ve bu hayli vakit almıştı. Öyle ki Sultan artık ayaklanıp eski dinç haline dönmüş ve bir yanıt bekliyordu. Nitekim bir sonuç edinememiş olmanın verdiği bir mahcubiyetle Sultan'ın karşısında dikiliyordu ta ki konuşması emredilene dek.
"Ne yazık ki bir sonuca ulaşamadım" başını yavaşça kaldırıp hekimin sözlerini yineledi.
"Yani" yadırgayan bakışlarla "zehir uçup gitti öyle mi?'
"Hekimin söylediğine göre öyle ve hekimbaşının tahmini bunu yapan her kim ise sizi öldürmek değil uzun bir vakit güçsüz bırakmak istediği yönünde."
"Başarıyordu" düşünceli bir halde sakalını kaşıdıktan sonra ekledi. "Harem başına haber et, Konstantiniyye'den gelen hiçbir cariyeyi sarayımda istemiyorum."
***
Kısa süre sonra göç vakti gelmişti öyle ki gökyüzü her gün kuşlarla kaplanıyor ve bu durum Melek’e büyük bir huzur veriyordu. Gözlerini açar açmaz kendini harem koridorlarından dışarı attı. Henüz harem koridorlarının dışına çıkmıştı ki gizli bahçeye giren Radu'yu gördü. Nitekim Radu, öyle hızlı yürüyordu ki varlığını bile fark etmemişti. Radu, bahçeye girer girmez hızla etrafı kolaçan etti ve kimselerin olmadığına emin olur olmaz kaftanının içine sakladığı kâğıdı çıkarıp okumaya başladı.
"Kardeşim başardım ancak şimdi daha büyük bir eksiğim var. Sen yoksun. Artık inat etmeyi bırak ve gözlerini aç. Evine dön. Evimize dön." Düşünceli bakışlarını ağacın gövdesine dikerken kâğıdı dikkatle katlamaya başladı, bir kez ve bir kez daha... Derken kapı açılmış ve şaşkın bakışları kapıya dönerken kâğıdı hızla giysisine saklamıştı.
"Merhaba, Radu Bey."
"Merhaba" terlemeye başlayan alnını dilerken "Melek Hatun."
"Bu haliniz de ne" gözlerini kısa bir an Radu'nun kâğıdı sakladığı yere çevirirken "Kötü bir haber mi aldınız?"
"Kötü değil ancak" düşünceli bir sesle "iyi olduğuna da emin değilim" tereddütle gözlerini Melek'e çevirdi nitekim söylemekten caydı ve başını hafifçe eğip kapıya ilerlemeye başlarken "müsaadenizle halletmem gereken işler var."
"Yoksa" emin olmayan bir sesle "ağabeyinizden mi?" Aynı anda Radu'nun gözleri şaşkınlıkla açılırken başı omzunun üzerinden dikkatle kendine dönmüştü. Yavaş adımlarla Radu'ya yaklaşıp tam önüne dikildi. "Sanırım öyle" sorguyla bakarken.
Radu rahatsızlıkla Melek'e bakıyor, zihninden geçenleri dile getirmesini bekliyor lakin duyacaklarından korkuyordu. Bu mesele onun için öyle mühimdi ki bu bahçeyi gösterdiğine bile pişmandı. Nitekim üzerindeki gözler inatla bakıyordu.
"Pekâlâ" dedi Radu kendini ikna etmeye çalışarak ve derin bir nefes aldı. "Ağabeyim tahtı almayı başarmış ve..." sustu.
"Seni mi çağırıyor?"
Radu'nun gözleri büyümüş ancak karşısındaki kadının yeteneğini hatırlayarak eski haline bürünmüştü.
"Melek Hatun" dedi yardım isteyen bir sesle ve çaresizlikle sürdürdü "ne yapmalıyım? Yıldızlar..."
"Bu senin kararın Radu Bey" tebessümle "yüreğini dinle."
Radu ne yapacağını bilmez bakışlarını bir süre daha Melek'in üzerinde gezdirdikten sonra onayla başını salladı ve elini meşaleye uzattı. Kapı açılır açılmaz Melek, Radu'nun peşi sıra içeri girmişti ki gözleri koridora henüz giren Zağanos ile denkleşti.
Zağanos'un anlam veremeyen bakışları Melek'ten Radu'ya kaymış ve suratı hızla ifadesiz bir hâle bürünmüştü. Nitekim gözlerindeki huzursuzluk kendini gizlemeye bile yeltenmiyordu. Yalnızca adabı muaşeret gereği bir baş selamı verip adımlarını hızlandırmayı tercih etti.
Melek ise Zağanos'un peşinden kısa bir an hayretle bakıp adımlarını Radu'nun aksine diğer yöndeki koridora çevirip hareme yönelmişti.
Radu büyük bir karmaşa içinde odasına girdi ve kendini minderin üzerine attı. Gözleri tavandaki işlemelerde aklı ağabeyinden aldığı mühim haberdeydi. Şayet yazanlar gerçek ise ki Vlad her ne kadar daha sert bir ruha sahip olsa da burada yaşadığı süre içinde ona hiç yalan söylememişti. Nitekim yıllardır farklı topraklarda yetişmenin beraberinde getirdiği yabancılaşma hissiyatı günden güne artıyor, artık iki kardeş de farklı yollarda yürüyordu.
Radu, artık Eflak'a yabancı hissetmekle birlikte tahtın bir diğer varisi olduğunu ayırt etmenin verdiği kudretle yerinde doğrulmuştu ki gözleri halıdaki desene aklı ise yeniden ağabeyine kaydı. Artık zihninde yeni bir düşünce belirmeye başlamış ve kısacık bir an içinde yerini endişeye bırakmıştı. Bu bir tuzak olabilirdi. Şayet öyle ise elbet tehdit olarak gördüğü birini sağ bırakmayacaktı.
Hayal gücünün izin verdiği ölçüde olacakları düşlüyor her düşün sonunda huzursuzluk hissediyordu. Ya ölecek ya da hiç bilmediği bir dünyanın içinde yaşamaya mahkûm olacak ancak günün birinde sadakat yeminini bozması istenecek ve o gün geldiğinde ağabeyi onu gerçek bir tehdit olarak görecekti.
Sıkıntıyla ayağa kalktı ve cam kenarındaki testiyi eline alıp hemen yanındaki bardağı doldurmaya başladı. Su dolu bardak ile odanın içinde ileri geri yürüyor ve içiyordu. Derken gözleri kapıya çevrildi, ayakları durdu. Öyle ya da böyle gelecekten mutlaka bir haber en azından bir işaret almalıydı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 7.87k Okunma |
752 Oy |
0 Takip |
26 Bölümlü Kitap |