28. Bölüm

ÖZEL BÖLÜM {1}

Sy_sena
sy_sena

2010, Sınır görevi

Yavaş hareketlerle üzerindeki kamuflaj ceketin düğmelerini açıp ceketi çıkarttım. Küçük dolabımın içindeki askıya atıktan sonra tişörtümü de çıkartıp dolabın üstündeki rafa yerleştirdim. Orada duran siyah kazağı alıp giyindim. Dolabımı kapattıktan sonra yatağın üzerindeki siyah deri ceketi giyindim. Odadan çıktıktan sonra kapımı kapattım.

Ne soğuk bir ilkbahar günüydü. Teğmenliğimin ikinci yılı burada görev yapmanınsa 6. Ayındaydım. Sanırım kardeşlerimi özlemeye başlıyordum. Birkaç saniyeliğine seslerini duysam ne iyi gelirdi. Ama bu zamanlarda imkânsız gibiydi.

“Teğmenim, köye mi gidiyorsun?” Bana seslenen adama dönerek selam verdim.

“Evet komutanım.”

“Pazar günü izinleri iptal edildi. Bu gün ne işleriniz varsa halledin.”

“Emredersiniz komutanım.”

“İyi gezmeler teğmenin.”

“Emredersiniz komutanım.” Selam verdiğinde bende yeniden selam verdim. Önce onun gitmesini beklemiştim. O gittiğinde kapıya doğru ilerleyip askeriyenin içinden çıkmıştım. Bizi bekleyen sivil araca ilerledim. Bir ben kalmıştım anlaşılan. Hızlı adımlarla yürüyerek araca bindim.

Köy merkezi buraya biraz uzaktı. Yürüyerek gitmek imkansıza yakın kendi aracımla da zordu. Anca arazi arabalarıyla buradan inebiliyorduk. Merkezde ise birkaç ulaşım aracı sadece. Araç yavaşladığında köye yaklaştığımızı anlamıştım. Başımı yavaşça çevirip dışarıya baktım. Köye yaklaştığımız kısımda yol daha bi bozuktu o yüzden hep yavaşlardı burada. İzin neden iptal edilmişti acaba.

“İleride yol çalışması var daha fazla gidemiyoruz. Bu sefer burada inmeniz gerekiyor.” Kapı açıldığında herkes tek tek aşağıya inmişti. Hiç kimse söylenmiyordu. Belki de artık her şey alışkanlıktı. Yürümek zoruma gitmiyordu. Burada ulaşım çok kısıtlıydı ve her yere yürüyordum. Gezerken yürüyordum, dağda yürüyordum, sınırda, görevde...

Köyün çarşısına vardığımda 6 aydır, her ay, geldiğim dükkâna girdim ilk başta. İki tane ustura ve köpük alıp ücretini ödedim. Dükkândan çıktıktan sonra sol tarafta gözüme çarpan kıyafet mağazasına ilerledim. Getirdiği 2 kazak 1 tişört ve 1 pantolonla bütün sivil hayatını geçiriyordum. Birkaç parça daha bir şeyler alsam iyi olurdu. İçeriye girdiğimde oturan orta yaşlarda adam ayağa kalkmıştı.

“Hoş geldiniz.” Başımı sallayıp gülümsemiştim hafifçe.

“Kolay gelsin. Bir kazak ve pantolon alacaktım.”

“Tabii, kazaklar burada askıda olanlar var sadece. Pantolonlarda sadece raftakiler. Ama istersen gömleklerde var evlat.”

“Ben bir bakayım.” Gözüme çarpan ilk siyah pantolonu almıştım. Bu olur gibiydi bana. Onu elimde tutarken de rafta en üstte olan mavi kazağı aldım. Bu da tam benim bedenimdi. İkisini de tezgâhın üzerine koydum.

“Ne kadar bu ikisi amca.”

“İkisi 90TL ama sen 80 TL versen de olur.” Cüzdanı cebimden çıkarttığımda yalnızca 60 TL kalmıştı.

“Amca sen sadece kazağı versene bana.” Ben söyleyene kadar ikisini de çoktan poşetlemişti.

“Sen al bunları, o para da cebinde kalsın. Sonra verirsin ücretini.”

“Amca olmaz öyle. Alamam.”

“Sen askersin evlat, belli. Sonra ödersin.”

“Bir daha ne zaman geleceğim belli değil, gelemeyebilirim de.”

“Önemli değil evlat. Sen bu vatanın çocuğusun. Gelirsen verirsin. Gelmezsen hakkım helal olsun. Siz iyi olun yeter.” Bana uzattığı poşeti alıp cüzdanı cebime koydum.

“Teşekkürler amca.”

“Yolunuz açık olsun evlat. Dikkat et kendine.” Hafifçe gülümseyerek başımı salladım. Dükkândan çıktığımda yavaşça nefes alıp verdim. En kısa zamanda gelmeliydim buraya yeniden. Hakkını ödemeliydim. Yapacak başka bir şeyim yoktu burada, geldiğimden beri de hiç gezmemiştim, zaten gezmeye ne hevesim ne de vaktim vardı.

İlerideki kıraathaneye doğru ilerledim. Yere bakarak yürüdüğüm sırada birisi omuzuna çarpmıştı. Elindeki poşetleri yere düşürmüştü çarptığında. Başımı kaldırıp baktığımda genç bir kadındı. Yere eğilip dökülen eşyaları topladı hızlıca. Eğilip eşyaları toplamasına yardım ettim.

“Özür dilerim, dikkat etmedim.” Poşetleri alıp ayağa kalktı, hiç beklemeden koşmaya devam etmişti. Ayağa kalkacağım sırada yere düşen mendili görmüştüm. Ondan düşmüş olmalıydı. Seslensem de duymazdı beni. Mendili alıp ayağa kalktım. Mendili biraz silkeleyip üstündeki tozları döktüm. Mendilin köşesine işlenmiş bir harf vardı. ‘A’ İsminin harfidir belki de... Mendili katlayarak cebime koydum. Kıraathaneye gitmekten vazgeçip servisin olduğu yere doğru yürüdüm yeniden.

🍂 🍂 🍂

Ertesi gün.

“Beyler anladınız değil mi? Öncelik çocuklar sonra yaşlılar. Kendinizi tehlikeye atmayın. Eksik dönmeyeceğiz.”

“Emredersiniz komutanım.” Herkesten aynı anda çıkan kelimeler boş odada yankılanmıştı. Umut Yüzbaşı kapıya ilerlediğinde hepimiz neredeyse aynı anda kalkıp çantalarımızı alarak tek tek kapıdan çıktık. Çokta kalabalık olmadığımız bu karakolda her birlikten vardı… biz özel kuvvetçiler, jandarmalar, komandolar… hepimiz aynı şey için buradaydık aslında. Sevdiklerimiz için, sevdiğimiz şeyler için. Ve bu ikisini koruyabilmek için. Şimdiyse 20 kişi olarak bu karakoldan ayrılıyorduk.

Ben Teoman Kırlangıç, 22 yaşında teğmenlik yapan bir subay. İzmir’in bir sahil kasabasında doğup 7 yaşına kadar orada büyüdüm. 7 yaşımda babam Mehmet Kırlangıç’ın işi gereği istanbula taşındık. 4 çocuklu ailenin en büyük oğluyum. Babam, istanbula taşındıktan sonra beni alple tanıştırmış ve onunla kardeş gibi büyütmüştür, kendi kardeşlerimden ayrı. Alp benden küçük olsa da hem kardeşim hem dostum olmuştu. Belki de yakında silah arkadaşım. Kavga dövüşü bırakırsa mezun olur belki yakında, okuldan atılmadan.

Ortanca kardeşlerim, ikizler… tunç ve timur. Onlarr bu yoldan gitmeyi hep reddetti. Timur kendine bir yol çizse de tunç hala ne yapacağını bilmiyordu. Ve ömrüm. En küçük kardeşim. Aramızdaki tek kız çocuk. Tabi onun asker olmasını hiç birimiz istememiştik. Annem ve babam da… tabii hiç birimizin planları arasında beş yıl önce annem ve babamı kaybetmek yoktu. Hırs, öfke ve kin onu askeriyeye itmişti. Sahi, annem ona telefonda en son ne demişti acaba. Hala bilmeyiz. Askeri liseden mezun olmak üzere. İçindeki kin onu ayakta tutuyordu. Liseden birincilikle mezun olacağı bariz belliydi.

Aylardır hiç birisini görmüyordum. Görmeyi bırak seslerini bile bir ay önce duymuştum en son. Onlar benim bu hayatta kalan son şeylerimdi. Nefes almamın tek sebebiydi kardeşlerim.

“Bana bakın teğmenler, öncelik yanınızdaki adamı korumak. Eğer onu koruyamazsanız ne kendinizi koruyabilirsiniz ne de buradaki köylüleri. Biz saldırı yapacak olan gruptan önce gediyoruz alana. Kesin bir istihbaratımız var. Onlar köye girmeden hepsini yok edeceğiz. Korumalıklarınızı ve yüz maskelerinizi kesinlikle çıkartmıyorsunuz. Anlaşıldı mı?”

“Emredersiniz komutanım.” Bir patlama sesi geldiğinde araç ani frenle durmuştu. Koltuğun kenarına tutunarak öne savrulmaktan son anda kurtulmuştum.

“Ne oluyor lan!”

“Komutanım pusu var. Adamlar burada.”

“İniyoruz hemen!” ilk başta Umut Yüzbaşı inmişti açılan kapıdan. Ardından ise geri kalanlarımız. Hepimiz hızlı bir şekilde aracı terk edip koordine olmuştuk. Yeniden bir patlama sesi duyduğumuzda köyden dumanlar yükselmeye başlamıştı.

“Beyler hızlı beyler! Kaybedecek 1 saniyemiz bile yok!” nefes alışverişlerim yavaşladı. Bu henüz ikinci görevimdi. Yıllardır eğitim alıyordum, her zorluğu biliyordum ama… bir masumun zor durumda olmasına hala alışamıyordum. Ölen çocukları görmeye alışamıyordum. Köye doğru ilerlediğimizde acemileri, bizleri ortaya almışlardı. Önümüzde ve arkamızda kıdemliler vardı. Köye yaklaştığımızda bölünmeye başlamıştık.

“Teoman, Sarp benimle gelin.” Etrafı kontrol ettikten sonra Umut Yüzbaşı’nın arkasından ilerledim. Çokta büyük olmayan köye yaklaştıkça acı haykırış sesleri ve ağlamalar daha net hale geliyordu. Köyden eser yoktu. Birçok ev yanıyor ya da yağmalanmıştı. Yerler kırılan camlarla doluydu.

“Yapma. YAPMA, HAYIR. BIRAK BENİ!” sol taraftaki beyaz yapıdan gelen kadın sesiyle durmuştum. Silahımı daha sıkı tuttum.

“Komutanım.” Dişlerimi sıktım.

“Git, dikkatli ol.” Beyaz yapıya ilerledim hızlı adımlarla. Sağlıkocağı olmalıydı burası. İçeriye baktığımda yüzü maskeli iki adam ve bir kadın vardı. Derin bir nefes aldım. Silahımı boynuma bırakıp tabancamı aldım hızlıca. Kurduktan sonra bir anda içeriye girip hedef aldığım ilk adama vurdum. Diğer adam bana dönene kadar onu da vurmuştum. Üçüncü kurşunu sıktığımda kadın yere düşen silaha doğru uzandı.

“Dur dur! Türk askeriyim ben!” Söylediğim kelimeleri fark ettiğinde silahı almayıp dizlerine sarıldı.

“Teoman sana gelen üç kişi var.” Hızlıca arkamı dönüp etrafı kontrol ettim. Ayağımla ittirdiğim demir kapı kapandığında hızlıca kadının yanına gidip kolundan tuttum.

“Acele etmezsen ikimiz de burada öleceğiz.” Kadın ayağa kalktığında dolabın arkasına sakladım onu. Birkaç kurşun sesi gelmişti. Kurşunlardan birisi üniformamı yırtıp kolumu sıyırdığında dişlerimi sıktım. Kadını arkama alarak dolabı kendime siper etmiştim. Tabancamı bacağıma yerleştirip tüfeği aldım hızlıca. Pencereye yaklaşan adamı nişan alıp vurdum. Diğer iki adam bizi, birkaç saniyelik mermi yağmuruna tuttuklarında dolabın arkasına tam anlamıyla saklanmıştım.

“Teoman?” kurşun sesleri sustuğunda tek tek nişan alarak iki adamı da vurmuştum. Hemen arkalarından geleni de henüz silahını ateşlemesine izin vermeden vurdum.

“Teoman iyi misi?!” kulaklığıma dokunup aktif hale getirdim.

“İyiyim.”

“Yaşayan var mı yanında.”

“Var. Bir kişi var.”

“Bir değil.” Sesi titreyerek konuşan kadına baktım kaşlarımı çatarak ardından hemen önüme dönüp etrafı kontrol etmeye devam ettim.

“Ne!”

“Bir kişi değilim. Arkada köylüler var.”

“Kaç kişi?”

“Dört yetişkin, iki çocuk.”

“Ne oluyor Teoman?”

“Yedi kişi var yanımda. İkisi çocuk.”

“Koruyabilir misin?”

“Korurum.”

“Oradan ayrılma. Çıkmanız için destek gelecek yanınıza.”

“Çok riskli. Gelmesinler.”

“Saçmalama, tek başına kalamazsın.”

“Gelmesinler, kendilerini riske atarlar. Ben burayı koruyorum.”

“Telsizin açık olsun.” Arkamı dönüp kadına baktım.

“Diğerleri nerede?”

“Arkada küçük bir depo var.”

“Kapısı yada penceresi var mı?”

“Hayır. Tek giriş burası.”

“Tamam. Diğerlerinin yanına git. Ben gelene kadar hiç kimse çıkmasın.” Başını salladığında hala arkamda duruyordu. “Hadi!”

“TAMAM!” sesi çok yüksek çıkmıştı. Yüzümü buruşturdum.

“Üçe kadar sayıyorum. 1... 2... 3.” Ben etrafı gözetlerken arkamdan geçip arkaya doğru gitmişti.

“Biz ne zamandır kızlara bağırıyoruz?” Sarp’ın sesiyle kulaklığın açık olduğunu hatırladım.

“Şoktan çıkması gerekiyordu.”

“Köy kontrol altına alınıyor. Birazdan destek geliyor yanına.” Kapıya vurulduğunda kaşlarımı çattım.

“Ben geldim Teoman, Emir.” Kulaklıktan gelen sesle rahatlamıştım. Kontrollüce Kapıya ilerleyip açtım. Emir dışarıyı kontrol edip içeriye girdiğinde yeniden kapıyı kapattım.

“İyi misin?” koluma vurduğunda yüzümü buruşturdum. Eline bulaşan kana bakıp yeniden bana baktı. “Lan!”

“Sus!”

“Sorun mu var beyler?” Umut yüzbaşının sesini duyduğumda sertçe Emire baktım.

“Her şey yolunda komutanım.” Etrafa baktıktan sonra Emir’i de dolabın arkasına çekip mevzi yerine döndüm. “Arkada depo var, orayı kontrol et. Herkes iyi mi diye. Dikkatli ol, hemşire dışında kim var bilmiyorum.” Başını salladığın da arka tarafa ilerledi.

Biraz sonra toplanmaya başlayan timle hala kulaklıktan haberleşiyorduk. Tamamen temiz olduğunu öğrendiğimizde depodaki köylüleri dışarıya çıkarttık. Herkes dışarıya çıktığında sedyenin üzerine oturdum.

“Teoman iyi misin?” başımı salladım hafifçe. Gözlerim bulanıklaşmaya başlıyordu. Birisi yanıma gelip sırtımdaki çantayı çıkarttı hemen ardından beni sedyeye uzandırdığında başım dönüyordu. Kanayan kolumu sert bir şey sıkmaya başlamıştı birkaç saniye sonra. Diğer kolum yukarıya doğru kıvrıldığında elini tuttum.

“Serum yapacağım. Hemşireyim ben.” Gülümsedim hafifçe.

“Anladım o kadarını.”

“Bırak elimi.”

“Yapma. O kadar vaktim yok. Vurulduğumu bilmiyorlar. Gideceğim.”

“Kendine gelemezsin başka türlü.” Burukça gülümsedim.

“Sadece pansuman yap.” Kamuflajın kolunu yukarıya kıvırdı. “Duymuyor musun beni!?”

“Pansuman bitene kadar sadece.” Damar yolunu açtığını görmüştüm ama hissetmemiştim. Belki de vücudum uyuşmaya başladığı içindir. Serumu taktıktan sonra sedyenin diğer tarafına döndü. Bütün kolumun kandan ıslandığını hissediyordum sadece. Ceketimin ve kazağımın bir kısmını kesmişti.

“Uyuşturmak için malzemem yok, dikiş atmam gerekiyor buna. Acıyacak büyük ihtimalle.”

“Devam et.” Pansuman yapmaya devam ettiğinde sanki zihnim bütün acıları silmiş gibiydi. Hissetmiyordum. Kolumu sıkan şey artık gevşemişti. En son hissettiğim şey koluma sardığı kompres beziydi.

“Kerem çarşının ilerisine gel. 8 hafif yaralı var. İlgilen.”

“Dur, dur, dur. Diğer taraflara gidemezsiniz şu anda.”

“Kızım, onu bulmam gerekiyor. Hemşire kızım, Açelya. O sağlık ocağındaydı, gördüm oraya da saldırdılar. Kızımı bulmam lazım.”

“Tamam amca biz bakacağız. Sen gidemezsin.”

“Öldü mü kızım, söylemiyor musunuz? Nerde kızım?” yavaşça yutkundum. Serum takılı olan elimi kaldırıp göğsümde duran telsizi açtım.

“Ben Teoman. Yaşıyor, bildirin. Birazdan geleceğiz.”

“Anlaşıldı.” Telsizi yeniden kapattım. “Bak haber geldi, yaşıyor kızın. Biraz sonra gelecekler buraya.” Kulaklığı kulağımdan çıkartıp kullandığı malzemeleri çöpe atan kıza baktım.

“Serum.”

“Ne kadar da inatçı bir insansın!” yavaşça doğruldum. Kız pamuk ve bant alıp yanıma geldi. Önce serumu sonra damar yolunu çıkarttı. Kan akan yere hızlı bir şekilde pamuğu yapıştırmıştı. Gideceği sırada kolunu tuttum.

“Adımı duymadın, tamam mı?” bana baktı birkaç saniye. Kolunu bıraktığımda geri çekildi. Kolumdaki fermuarlı cebi yavaşça açıp mendili çıkarttım. “Bu galiba sana ait, Açelya.” Kız şaşkın bir şekilde bana bakmıştı. Mendili ona uzattım.

“Adımı söylediğimi hatırlamıyorum. Üstelik bunun sende ne işi var?” elimdeki mendili alıp katlayarak cebine koydu.

“Dün koşarken düşürdün.”

“Sen-”

“Gitmeliyiz artık. Yürüyebilecek misin?” Emir’e baktım.

“Ölmediğimize göre yürürüz.” Ayağa kalktım ardından yerdeki çantamı aldım. Tüfekse hala boynuma asılı duruyordu. “Sen de geliyorsun. Yaralılar var yardım et bize.”

“Kaç kişi?”

“Sekiz kişi. Al malzemelerini gidiyoruz hadi.” Dolaptaki çantayı çıkartıp içine eşya doldurmaya başladı.

Emir en önde ben en arkada meydana kadar yürümüştük. Babası olduğunu tahmin ettiğim kişi Açelya’yı gördüğü anda ona doğru koşup sarılmıştı.

“Kızım, iyisin.”

“İyiyim ben. Annem nasıl sen nasılsın?”

“Bizde iyiyiz kızım.”

“Tamam, önce yaralılara bakmam gerekiyor. Bekleyin.” Yaralıların olduğu yere ilerleyip aralarında en ağır olanın yanına gitti. Çokça darp edilmiş gibi duruyordu orta yaşlardaki adam.

Meydanda bizden sadece on kişi görüyordum. Diğerleri çevre güvenliği alıyor olmalıydı.

“Allah sizden razı olsun komutan. Kızımı siz kurtardınız.” Emir’in yanına gidip kolunu tutan yaşlı adama baktım.

“Estağfurullah, görevimiz.”

“Allah sizden razı olsun. Hepinizden razı olsun. Bizi de siz kurtardınız.”

“Ne istiyorlar bu köyden?” Umut komutanın olduğu yere baktı adam.

“Gitmemizi. Türk istemiyorlar burada. Hiçbirimizi istemiyorlar.”

“Bundan sonra güvende bilin kendinizi.”

“Ben iki kardeşimi de toprağa verdim bunlar yüzünden komutan. Tek korkum kızımdır. Kendi canım bile önemli değil benim.”

“Biz hepinizi korumak için buradayız.”

“Komutanım, evler kontrol edildi. Başka yaralı yok. Çevre güvenliği de alındı.”

“Biraz daha buradayız. Yaralılar tedavi edilsin. Sağ kalan adamları ne yaptınız?”

“Topladık. Üç kişi başlarında bekliyor.”

🍂 🍂 🍂

Çarşıya girdiğimde hala durduğuna emin olduğum dükkâna girdim. İki hafta önce aldığım kıyafetlerin ücretini verdikten sonra oradan ayrıldım. Sağlık ocağının olduğu yere ilerledim. Tam kapısının önünde durdum. İçeride yalnız başınaydı. İlaçları rafa yerleştiriyordu. Beni henüz fark etmemişti. İçeriye bir adım atıp kapıyı tıklattım.

“Kolay gelsin.” Bana bakıp elindeki ilaçları bıraktı.

“Buyurun?”

“Bir yaram var koluma, ona baktırmak için gelmiştim.”

“Tabii, sedyeye geçin lütfen, oturun.” Beni tanımamış olmalıydı. Gerçi nasıl tanıyacaktı ki? Yüzümde maske vardı. Hatırlaması imkansızdı. Üzerimdeki ceketi yavaşça çıkarıp sedyeye oturdum.

“Kazağınızı da çıkarın. Bu şekilde bakamam yaraya.” Sadece yaralı olan kolumu kazaktan çıkarıp kazağı biraz kıvırmıştım. Eldivenlerini giyip yanıma geldiğinde duraksadı. İyileşmeye başlayan yaradaki dikişleri birkaç gün önce çıkartmıştık. Ancak izleri hala belli oluyordu. “Sen?” bana baktığında gözlerinin içine baktım. Bir şey söylemeden bir krem aldı ve dikkatlice yaraya sürdü. “Normalden hızlı iyileşmiş… Ölmemişsin?”

“Ölmeme izin vermeyenler oldu.”

“Ölmeyi mi tercih ederdin?”

“Henüz değil.” Kremi sürdükten sonra eldivenleri çıkarıp çöpe attı.

“Başka bahanen var mı?”

“Bahane?”

“Yarayı göstermek için gelmediğin açıkça belli. Dikişler bile çıkarılmış. Dikişleri çıkaran pansuman da yapabilir.”

“Tamam, yakalandım kabul ediyorum. Ama başka bir bahanem var.” Elimi kalbimin üzerine koyduğumda gözlerimi ondan ayırmamıştım. “Burada tam ortasında bir ağrı var.” Kaşlarını çarpıp yanıma geldi.

“Bir darbe falan mı aldın?”

“Sanmam. En azından dıştan darbe almadığıma eminim. Belki içinden bir darbe almışımdır ama, bilemiyorum.” Bana baktığında yüzünü buruşturmuştu.

“Her önüne gelene aynı şeyi söylüyorsun anlaşılan.”

“Hayır. Siz üçüncüsünüz sanırım. İlk ikisi de annem ve kız kardeşim oluyor.”

“Biraz ukala gibisin sanki.”

“Bilmem, bunu söyleyen ilk kişiniz. Nasıl birisi olduğumdan çok nasıl birisi olmadığımı bilirim.”

“Nasıl birisi değilmişsiniz.”

“Her önüne gelene iltifat edecek ve onunla sohbet edecek birisi değilim mesela. Sanırım ilk sıraya bunu koyabilirim.”

“Pekte inandırıcı değilsiniz.” Yavaşça kazağımı giyindim.

“Bence yeniden tanışmalıyız.” Elimi uzattım. “Ben Teoman.”

“Ne, bir saniye duymadım?” hafifçe güldüm.

“O gün şartlar öyleydi.” Çok hafifçe gülümsediğini görmüştüm. Elini uzatıp elimi sıktı.

“Açelya.”

“Narin, zarif ve sadece kış aylarında açan bir çiçek.” Gülümsediğinde elimi bıraktı.

“Mendili nereden buldun.”

“Koşarken düşürdün derken ciddiydim. Saldırıdan bir gün önce elinde eşyalarla koşuyordun, bana çarptın eşyaların düştü. Gittiğinde fark ettim mendili. Uzaklaşmıştın seslensem duymazdın.”

“Ve yanında taşımayı tercih ettin.”

“Bir daha karşılaşacağımıza emindim.”

“Ben kahve yapacaktım kendime, sen gelmeden önce. İçer misin?”

“Bir daha bu fırsat elime geçer mi emin değilim o yüzden reddetmiyorum.” Arka tarafa doğru ilerledi.

“Sandalyeye geçebilirsin.” Ayağa kalkıp yavaşça ceketimi giyindim. Masanın hemen önündeki sandalyeye oturdum.

Kahveleri getirdiğinde iki kupayı da masaya bıraktı. Diğer sandalyeyi alıp karşıma oturdu. Kehribar gözleri o kadar güzel bakıyordu ki. Doğal renk olduğu belli olan saçları çok güzel örülmüştü.

“Buralı değilsin?”

“Değilim. Yeni geldim. Buraya atandım.”

“Kendi isteğinle mi?”

“Pek sayılmaz. Ancak değiştirme talebinde de bulunmadım. Sen buralı mısın?”

“Başını salladı. Ben bildim bileli burada yaşıyoruz. Sadece üniversite okumak için şehir dışına çıkmıştım.”

“Yeni mi mezun oldun.”

“Hayır, üç yıl oldu. Kendi köyümde çalışmayı tercih ettim. Onlarında ihtiyaçları var. Ama yakında bir doktor geleceği haberini aldım.” Kahve bardağını alıp bir yudum içtim. “Neden askerlik? Sözleşmeli personel değilsin değil mi?”

“Neden hemşirelik?” gülümsedi.

“Bilmiyorum.”

“Senin kardeşin var mı?” birkaç saniye yere baktı.

“Vardı. Çok küçüktük, yine bir saldırı olmuştu. O zaman kaybettim kardeşimi.”

“Başın sağ olsun.”

“Teşekkürler… O gün benim yüzümden yaralandın. Gördüm.”

“Şoktaydın, nasıl hatırlıyorsun?”

“Çoğu zaman hiçbir şeyi unutmam.”

“Pekte iyi bir şey olduğunu söyleyemem.”

“Ben koluna dikiş yaparken uyuşturmadım ama sanki canın acımamış gibiydi.”

“Acımadı. Hissetmedim. Yani hissettim ama acı diyeceğim kadar değil. Kolum zaten uyuşmaya başlamıştı.”

“Hep böyle misin? Kendini bilmiş ve burnu havada.” Güldüm.

“Oradan bakınca öyle mi duruyorum?”

“Yani, biraz.” Bardağımı masaya bırakıp öne doğru eğildim.

“Sana bir şey söyleyeyim mi? Biz seninle evleneceğiz. Ve bunun çok yakın bir zamanda olduğuna yemin edebilirim.” Ayağa kalktım. “Ama şimdilik gitmem gerekiyor. Kahve için teşekkürler.” Göz kırptığımda arkasına yaslandı. Kapıya doğru ilerledim.

“Ukala ve asker olan biriyle işim olmaz benim.” Kapıdan çıkmadan önce ona baktım.

“Göreceğiz.” Dışarıya çıktığımda gülümsedim.

 

 

 

Bölüm : 13.12.2025 20:13 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...