
13. BÖLÜM: AİLE OLMANIN SICAKLIĞI
~Hedefe varmak için heba olduğunda aslında hedefe sen değil enkazın ulaşırmış. ~
Elinde bir taşla beklerdi bazen insan sevdiğini, bazende hiçbir şeyi olmadan öylece milyonlarca kez baktığı yola bir kez daha bakarak beklerdi. Beklemek de bitmek bilmeyen umutlarınla ruhuna akıttığın kanlarına yalın ayak bastığın bir intihar değil miydi...
Kolay değildi, O’nun yerine başkasını koymak. Ama ya ihtimaller silsilesi ne olacaktı? Gerçekler en kuvvetli ihtimaller değil miydi? Her yalan içerde biriktirilen bir “acabadan” sonra doğmaz mıydı? Ya acaba diyemeden kalbe gömülen sessiz sevdalar...
Sevdiğini son defa gördüğünü bilmek mi bitirir insanı yoksa son defa görememek mi? İşte tüm korkular ve savaşlar böyle başlar ve ömür boyu sürer...
BASKIN SONRASI
Hançer ve alpleri son sürat gitmişti. Geride fokurdayan bir kazan vardı. Olan bitene akıl erdiremeyen komutanlar ve bazı yönetimdekiler endişeyle George’un akıbetini takip ediyordu. Girayhan’ın birkaç valisi ve komutanı olaydan uzakta sadece izleyebiliyordu.
Askerler Kral George’un etrafını sarmış bir elin parmağını geçmeyecek kadar olan insanlardan onu korumaya çalışıyorlardı. “Floyd, lanet olsun sana panzehir nerde !?” Yardımcısı Floyd, korku ve endişe ile elindeki şişeye baktı.
Bu da başka bir zehir olabilir diye düşündü lakin George’un acı çığlıkları Girayhan’ı inletiyordu. George yanan ve kaşınan yüzünü tırnakları ile kazıyor lakin bir türlü geçmiyordu. Gözlerindeki görüş kaybı daha kötüydü.
Son derecede kararsız kalan Floyd yüzünü tırmalayan George’un ellerini tutup yüzüne ikinci şişeyi döktü. Bu şişedeki ise katran karası denen bir siyahlıktaydı. “Ahh, lanet olsun sana Giray Kadını!!! Tez peşine düşün! Floyd, şunu daha çok dök aptal adam!!” Floyd, henüz Eric’in ölümünü atlatamamışken George’un da bir başka şekilde kandırılmasına feci halde şaşmıştı. Hareketleri korkak ve kaypakçaydı. “Emredersiniz efendim.” diyebildi.
Kara renkteki sıvıyı yüzünün her köşesine iyice döktüler. Tek bir damlasını bile israf etmemeye çalışıyordu. Kara sıvı her damlada beyaza dönüyordu .Floyd bir kez daha korkmuştu. “Korkak, korkak aptal!! Küçük bir çocuk gibi yüzüme zehir döktü sonra da kaçtı. Tüm ordularımı yığın buraya derhal!!”
Önceden gelen birlik, karşılaştığı manzara karşısında ikilikte kalmıştı. Güvensizlik ve korumasızlık gerçekten burayı esir almış gibiydi. Krallarının başına gelense tamamen ahmaklığındandı.
Askerlerden bir bölük, kışladan sahaya çekilip hızla atlarında hazır ola geçti. Yüzünün gerilip yandığını, gözlerinin kaynadığını hala hisseden George, bulanık gören gözlerini zorlukla açıp Floyd’a baktı ve git emrini verdi. “Onu, almadan sakın gelme Floyd yoksa sonun benim elimden olur! Derhal git!!”
Floyd ve askerleri ardına Girayoğuşları askerlerinden de bir grup katarak Hançer’in gittiği yöne dörtnala at koşturdu. İçeriye geçirildiğinde yerde cansız bir şekilde yatan Vezir Baycu’ya ayağı takıldı. Askerler özür dileyip cesedi çekerken az ötede yere donmuş bir şekilde bakan Kağan Giray’ı seçtiler. O, öyle soğuk ve durgundu ki sanki biri gelip onu öldürmüş gibiydi. Diri diri...
George, askerlere neden durduklarını sordu. Askerler Giray’ın durumunu anlatınca Kağan’ı odasına götürmelerini emretti. O ise burda durup küllerinden dirilmenin hesabını. Kendisi için ayrılan odaya girdiğinde bir su bardağını dahi bulamamak öyle koymuştu ki hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı Kral, George.
Kral George henüz iki gün önce zafer sarhoşu olduğu anda aldığı kuşatma haberinin ardından derhal küçük bir orduyla Girayhan’a dayanmıştı.
Geldiğinde hızla etrafı kolaçan ettirmiş lakin ne bir askere ne de kuşatmaya dair bir iz bulabilmişti. Geldiği gün akşama kadar dağı taşı aramış ama hiçbir şey bulamamıştı. Yalan bir haber mi ellerine ulaşmıştı yoksa? Yine de bu çok tehlikeli bir şeydi. Hançer, dişliydi ama ahmak değildi.
Eğer böyle bir karargah kurduysa yaydığı haberle ondan daha güçlü bir ordunun geleceğini ve enselerine çöreklenebileceğini de anlardı. Kendini ifşalamayacağına göre böyle bir yer yoktu. Bunu başaramazdı, ne yedirecek yemeği vardı ne verecek silahı ne de bir amacı! Oyuna geldiğine öfkelense de kibirle gerinmişti.
Tedbiren her yere hem kendi askerlerinden hem de yerli askerlerden nöbetçiler dikmişti. Buraya da kendi bayrağını asacaktı elbet, az daha dayanacaktı.
İki gün boyunca etraftan hiçbir ses soluk çıkmamış aksine başkentte olağandışı bir sakinlik hakim olmuştu. O bunu yavaş iletişim ağına yormuştu. Öfkelenen Kral George her tarafa izci yollamış sessizliğin altına neyin saklandığını bulmaya çalışmıştı . Saraya ve başkente girişleri sıkı bir denetime almıştı oysaki...
Haberlerden beklediği bilgiler gelmemişti. Muhbirleri hiçbir hareketlenmenin olmadığına hatta obada ve hakimiyeti altındaki cümle civarlarda şölen havasının estiğine dair havadisler uçurmuştu. Durumdan her ne kadar endişelense de günler geçtikçe üzerlerine hafif hafif bir rahatlama çökmüştü.
Duyduğu endişe cebine girecek olan parayaydı. Girayhan elden giderse çelik, demir ve altına varana kadar tüm değerli madenleri kaybedecekti. Birkaç gün içinde kırk kervan büyüklüğünde bir demir çelik İpek Yolu’ndan dünyaya dağılacaktı.
Ama pusuya düştüğünde ve kör olduğunda tüm ihmalleri bir bir önüne seriliyordu. Peki, gerçekten de kör biri artık komutan dahası kral olarak görülecek miydi? Akıbeti ne olacaktı? Tanrım, ne kadarda talihsiz bir günündeydi böyle! O kervanları görmeyi çok isterdi!
Eliyle yüzünü ovuşturup duruyor ne acı geçiyor ne de gözünü açıp bir şeyler görebiliyordu. Her denemesinde gözleri bulanık bir suyun içinde kalmış gibiydi. Saatler geçiyor ama panzehir adı altında verilen şişe hiçbir işe yaramıyordu. Çaresizlikle gücünün son damlasına kadar bağırdı.
“George Loyd, sen görmeyi hak etmeyen adi yılanın tekisin. “ dedi Hançer onu duymuş gibi.
***
“İyi iş çıkardınız aferin.” dedi erkeksi sesiyle. Askerler başlarını yere eğip takdiri selamladılar. Yüzden fazla asker karanlık ormanda birleşmiş geceden istifade ediyordu. Başlarında duran kişi takdir dolu gözlerle Hançer’in ardında bıraktığı enkazı izliyordu.
İçlerinden kel bir asker öne çıktı. “Han’ım, Hançer Giray bize nasıl inanıp güvendi? Kendisi öyle basit bir lider değil. Belkide ona yardım edip surları korumak yerine esir ederdik?” Han, yeni yeni çıkan sakalını yavaşça okşadı. “Doğru diyorsun, doğru da bir şeyi atlıyorsun.” Kırkı da başını Han’a doğru yaklaştırdı.
Han, geniş göğsünü şişiren bir soluk akıp verdi. “Onu benim kadar kimse tanıyamaz. Bu sebeple onun güvenine bir hal getirmemek için en doğru seçimi yapmak benim işim...”
“O doğru an neydi efendim?” Merakla açıklamasını beklediler. Gizli müttefik o gece sarayda haber uçurulmasını sağlayan kokuyu solurcasına derin bir nefes aldı. “Misk kokusu...” dedi.
Askerler birbirlerine bakarken Han’ın yüzünde derince bir gülüş vardı. Askerlerine döndü. “Siz ormana dağılın. Hiçbirinin burnu dahi kanamasın. Ben, Hançer’e gidiyorum.”
***
Demirdöğen ve Darulgan, arkadan geliyor izlerini sürmeye çalışan askerleri oklarla püskürtmeye çalışıyordu. Orman, tamda istedikleri gibi içine ayın hiçbir huzmesini sızdırmıyor peşlerinden gönderilen süvari birliklerine izlerini kaybettiriyordu. Gece sadece Debret ve Ediz’in tek eliyle tuttuğu meşalelerle aydınlanıyordu.
Hançer’in hafif uzayan saçları arasından süzülen hava ile ince sesli kurdun uluma sesleri yetişmek istediği yere dört nala at koşturması için onu kamçılıyor gibiydi. Atının ayaklarına bir kuvvet sırtına bir dayanak gibi hissettiriyordu. Atını topuklayarak ipleri şaklattı.
Elindeki taşı iple beraber sıkı sıkı tutmuştu. Sanki daha öncekini sakladığı yere bunu da götüremezse kötü şeyler hissedecek gibiydi. Bu taşları küçükken Berk yapardı. Özverili bir çocuktu ve bu özelliğini her daim sevmişti... Yine gözlerini aklına getirdi.
Kararını veren bir kalbi vardı artık. Tek dayanağı onun gözleriydi. Sonsuza dek mutlu olacağı bir zaman için bu dünyayı elinin tersiyle itiyordu. Lakin, bu taşın eline düşündeki tesadüf şüphe uyandırıyordu. Aktolga, onun hissettiklerini an be an hissediyor o da bir şeyler için sabırsızlanıyordu.
Şuanda tek istediği dolu dizgin koşmak ve hiç durmamaktı. Yanındaki atlara baktı, kim rekabet gücünün önüne geçebilirdi ki? Düşmanlar Aktolga için hiçbir şeydi. Onları çifteleriyle ya da heybetiyle ürkütebilirdi. Kurtlarıysa, ah tanrım onlar zaten her şeyi demek oluyordu adeta!
Darulgan, başının yanından geçen okla atının üzerine yattı. Alpler büyük bir uğultu çıkararak savunma için etrafa dağıldı. Yerine ilk geçen Demirdöğen hınçla eline aldığı oku yaya taktı, gözlerini bir kurt gibi belirsiz ama fazla olan kalabalığa doğrultup son gücüyle çekip bıraktı.
Ok kendi etrafında dönerek havada ince bir uğultu çıkardı ve süvarinin tam kalbine girdi. Alpler attıkları oklar ve yanlarına gelen birkaçıyla kılıç salladıktan sonra Hançer’e baktılar. Hançer, askerleri ve alplerini atının her şey pek normalmiş gibi hareketsiz ve uslu duruşu üstünde sessizce takip ediyordu.
Göz göze geldiklerinde Hançer, atını kuytu ormana doğru yürütünce hepsi oraya doğru akmaya başladı. Sayıları karanlıktan pekte seçilmese de kalabalık oldukları çıkardıkları seslerden belliydi.
Demirdöğen, takiplerini kesmek için son kez oklar çektikten sonra yayını bir eline, atın iplerini diğer eline alıp dostu ile öndekilere yetişmeye çabaladı. Kurtlar önce atlara sonra da üstlerindekilere saldırsa da kalabalık oldukları için enselenme olasılıkları vardı.
Uzun süren kovalamacada Hançer, gizli kalmasını istediği karargahının etrafına yaklaşmadan hepsini püskürtmeyi başarmıştı, alpler ile bir kez daha güçlerini kanıtlamışlardı. Bazen herkes geri çekildiğini düşünmeliydi. Yok olup gittiğini, kaçtığını sanmalıydı ama öyle bir dönmeliydi ki cümle sözler yok olup gitmeliydi.
İzlerini kaybettirdiklerinde Alpler, karargah yolundan uzaktaki ara yollara hendek ve tuzak kurma fikrini öne sürerken izin alarak geriye dönmek istediler ve Hançer de onlara onay verdi. Olması gereken de zaten buydu, baskına karşı tedbir almak en doğrusuydu.
Onlarla gitmeye gerek duymamıştı Hançer Hatun. Hepsinin eğitimine ve yüreğine son derece inanıyordu. Bazen onlara da kendilerini gösterme fırsatı tanıyordu, bu askerinin motivasyonu için çok önemliydi. Müsaade edip onlara yol vermişti.
Aktolga üstünde içlere doğru girdi. İki gün içinde dişin tırnak, gizli kapaklı kurduğu karargahına bir anda dönmek istemedi. Uzak olsa da karargah şimdilik gizli de kalmalıydı. Orayı şuanda boşken çekemezdi. Dolması gerekti.
Asker gerekti, savaş için yürek gerekti ve daha önemlisi zafer gerekti. Atını yavaşça ağaçların zar zor ışığı geçirdiği bir alana getirdi. Su sesi vardı, kurbağa ve cırcır böceği sesi ona eşlik ediyordu. Suyun olduğu bir alan olduğu için haliyle soğuk havayı da estiriyordu.
Hançer Hatun karanlık yırtıcı ormanda gözlerinin seçebildiği kadarıyla etrafa bakınıyordu. Sakin ve sessizdi. Kurtlarından birkaçı onun olduğu alandan birkaç adım ötede ön elleri üstünde yatmaya başladı. Karanlığı sevdiklerine hükmetti o an. Aktolga da onların yanına çekilince Hançer, meydanda daha önceden büyük bir ağaç olduğu belli olan şimdi kütük halindeki geniş yuvarlağa oturdu.
Ormanın merkezinde ve her şeyden habersizdi. Durduğu yerde ayın ışığı ip ince huzmeleriyle kendini belli ediyordu. Gözlerini kaparken parmakları üstündeki bir ipe takıldı. Eline aldığı ipi döndürmeye başladı.
İlk adım, hayat meselesiydi ve başarılı olunmuştu. Ama başına gelen olay, o nasıl bir meseleydi? Başını öne eğdi. Elbisesi kirlenmiş üstü başı dağılmıştı. Umursamazdı o böyle şeyleri.
Kendini iç sesini dinlemeye koyuldu. Başarısı serinkanlı kalabilmekten geçiyordu. İleriye attığı her adımın bir sonraki yönünü düşünmesi ve hesaplarının çok kuvvetli oluşu elbetteki başarısını sağlamlaştırıyordu. Şuan çok düşünceli ve fikir yorgunu görünüyordu.
Ama bir sevinci vardı artık hayatta. Kuzeni vardı, Altuğ vardı. Onunla vakit geçirmek için sabırsızlanan tarafına bencil tarafı eşlik ediyordu. Başını havaya kaldırıp boynunu serin havaya teslim etti. Beyaz dökümlü elbisesini tek hamlede çıkarıp attı.
Altında sadece bir adet pantolon ve siyah bir göğüslük vardı. Kendi hanedanında ve çevresindeki beyliklerin eşleri, kızları ve tanıdığı tüm kadınlar göğüslük takardı. Göğüslükler, ok atmak ve savaşırken daha rahat etmeleri için kullanılırdı. Hançer, bununla kalmayı hiçbir şekilde abes görmüyordu.
Uzayan saçlarını omuzlarından arkaya atıp bir parça iple sıkıca bağladı. Uzun saç kısa ömür demekti lakin şuanda hayatta kalıp kalamayacağına dair fal bakamazdı. Alpler gelene kadar kafasını dinlemeyi uygun gördü. Elindeki taşı sıkı sıkı göğsüne bastırdı.
Başlarına gelen şeyleri düşündü tek tek. Halk arasında kralın birinin ejderhalara açtığı bir savaş döner dururmuş. Bu savaşı kazanan kral olmuş ama onu kimse anlamamış. En büyük faaliyeti şehri savaştan önce boşaltmış olmasıymış.
Ama kimine göre kralı halk sevmediği için kaçmış. Ejderhanın etrafa saçtığı dehşet verici lavlar saray dahil her yeri yakarken kral, insanları çıkarıp onları koruduğu halde öldükten sonra dahi kabul görülmemiş.
Çünkü kral ne kadar başarılı olsada çok endişe duyan bir insanmış. Bu huyunu yenememiş bu sebeple hep önlem ve düzeltmeler yaparmış. Halkı ondan hiç memnun değilmiş bu yüzden. Gözlerinde korkak bir kral varmış zira...
Şuanda başının üstünde o zalim ejderha uçuşuyor ve Hançer de endişeden türlü önlemler alıyor gibiydi . Halkı yıllardır zor nefes alıyorken onları şehirden çıkarmanın sorumluluğu pek bir ağır gelmişti. Daraldığını ve bunaldığını hissediyordu.
Yaşadığı hiç kolay bir şey değildi , bu öyle bir savaştı ki kaybedeceğini düşünmek en büyük kayıptı. Ve halkını bir bir kötüden koruduğu için asla kahraman olarak anılamayacaktı. Bazen bazı savaşların kazananı o savaşın asıl kaybedeni olurdu. Bazen bazı savaşların kazananı o savaşın katili ve sorumlusu olurdu.
Elini alnına götürdü, sıkıntıyla ovdu. Kaybetmek kelimesini lügatından çıkarmalıydı. Katil kelimesini lügatından çıkarmalıydı. Ptifordy’den hala bir iz yoktu. Kucağına fırlatılan ikinci taşla beraber bunun için kalbinde doğan ümidi besleyen yoktu. Dakikalarca o şekilde durdu. Gecenin sessizliği çok dikkat çekici ve ruhsuz bir hal almıştı. Başını hızla kaldırdı, işte şimdi nefesi bir zehir gibi boğaz ve burun bölgesinde kalakaldı.
Kulaklarını dört açıp geniş resme odaklandı. Aklına gelen ihtimallerin ihtimalleri haritasında okuyabildiği sayfalardan birden derin ufuklar sezinledi. Hiçbir aydınlık mükemmel olamazdı ve hiçbir karanlık sakin olamazdı. Bu ufuklara çöken huzursuzluktu. Bu huzursuzluk çok uzun gibi geldi ruhuna.
Bir yerden çıtırtılar yükselmeye başladı. Göğsü davul misali çarpmaya başlamış nefesini tutmuştu. Burası karanlık ve ıssızdı. Alpler gitmiş ve yalnız başınaydı. Kurtlar dikkat üstündeydi. Eli usulca kılıcına gitti. Bu sesler geldiğini duyurmak isteyen birinin adım sesleriydi.
Olabildiğince etrafı seçmeye çalıştı ama ne yazık ki her yer kapkaranlıktı. Yaklaşan adım seslerini bir anda her yerden hisseder gibi olmuştu. Silik bir şekilde başını salladı ve kaşlarını çattı.
Kılıcını çekip kendi etrafında daireler çizmeye başladı. Şeytan kraliçenin bir oyun edebileceği ihtimali üstünde dururken sesler yerini bir gölgeyle tamamladı. Hızla o tarafa dönüp kılıcını önünü ve arkasını kollamak için salladı. Korku artık ölmemek için öldürme iç güdüsü yerine geçmişti.
Yaklaşan çıtırtı ve gölge artık on adım uzağında duruyordu. Gölge yürümeyi kesince olduğu yerde beklemeye başladı, birden fazla kişi olmalarına karşın seslere dikkat etmek gerekiyordu. Ama kurtlar bir tek ona hırlıyordu.
Kara Ozan’ın Albız denen hizmetkarlarıysa gelenler ya onun ölüsü ile ya da onların ölüsü ile gece sona ererdi. Şayet başkaları da varsa bu gafil bir ölüme yol açardı.
Gölge, yaklaşıyordu. Heybetli biriydi, uzun ve kudretli. Son Orman Muhafızı Altuğ olabilirdi belkide bu gelen. Tüm heybetini gözden geçirirken cesaretiyle karşısında duran gölgeye bağırdı. “Kimsin, ne istiyorsun? Gece vakti, benimle ne derdin var?! ” Karaltı birkaç adım daha atmaya başladı, bu sefer mesafeyi korumak Hançer Hatun’a düşmüştü.
Bu hareketiyle Karaltıdan küçümser bir gülme sesi gelmişti. Hançer, onun Altuğ olmadığını anlamıştı, onun attığı adımlara karşılık geriye üç adım attı. Altuğ, böyle biri değildi. Derin bir soluk aldı. Gayet serinkanlı bir sesle bir daha soru yöneltti.
“Demek, konuşmuyorsun. Dost musun düşman mı?” uzunca bir sessizlik sonunda, Karaltı kılıcına dokunmuş ve onu kınına sürtünme sesi eşliğinde yavaş yavaş çıkarmıştı. Hançer de eş zamanlı kılıcını önüne siper edip ayaklarını yere sabitlerken onun durağan hareketlerini saniyesi saniyesine izledi.
Karaltı, ağır hareketlerle tembel bir edayla çıkardığı kılıcını yere sapladı. Gece karanlığında ortalığı aydınlatacak kadar parlak bir kılıçtı tıpkı Kurt Kağan Gök Pusatı gibi. Baştan ayağa simsiyah görünen gölge yavaşça elini kaldırıp başını açtı.
Hançer, burdan bakınca hiçbir şekilde yüz hattını seçemiyordu. Kısa ve karanlık duran saçlarını dağıttıktan sonra kılıcının kabzasını tutup iki adım öne geldi. Hançer, ondan gelen karanlık etkiyle onun kendisini görebildiğini hatta ruhunu bile izleyebildiğini hissetti. Bu kadar korkunç biriyle daha karşılaşmamıştı Kılıç Giray dışında!
Hançer, kılıcını çenesine kadar kaldırıp ucunu gölgeye çevirdi. “Ben soruları bir kez sorarım Kim Olduğu Bilinmez Serseri! Bu hareketini düşmanım olduğuna yoruyorum!”
Anlık sessizlik gölgeyi konuşturmaya yetmişti. “Düşmanımın düşmanı olduğun bu acunda, dostumsun Yürek Hatun. O halde şimdi sen soruma cevap ver. Düşmanım olmayı ister misin?” Hançer böyle bir sesi daha önce duymadığını düşündü. Kimdi bu , neyin nesiydi?
Başını kuşku dolu bir şekilde sağa yatırdı. Ne kadar da güçlü ve bağışlamaz, kendine güveni olan biriydi böyle. Hançer ona yönelttiği korkutucu ve mecbur hissettirici soruyu başını kılıcına biraz daha yaklaştıracak ve gözlerini onun karanlık yüzüne biraz daha odaklayarak cevapladı.
“Dost kara günde belli olsada sen karanlıkta çıkıp saklanmayla dostluk edineceğini sanmışsın. Dosta ihtiyacım yok. Kimsin!” Gölgenin ne düşündüğünü hissedemiyordu. İleriye doğru adımladığını görünce kılıcının yanına geçtiğini ve yere saplanan kılıcını çıkarıp havaya kaldırdığını gördü. Net olmayan görüntü, kılıcını Hançer’in üzerine attı. Hançer, kılıcını aşağıya indirip kör karanlıkta tek elle kılıcı tuttu.
Kısa bir süre kılıcı tanımak için durdu. İşlemeleri kabartmaları bir şeyler canlandırıyordu. Ama gözünü dahi kırpmadan ona bakıyordu, başı gölgenin olduğu yerden başka yere dönemiyordu. Gölge elini kamuflajına atıp saçlarını kapattı.
Yavaş ve geri giden adımlarla adımlamaya başladı. Hançer, kendi kılıcını havaya kaldırırken, “Gitme, dur ve bana cevap ver!” diye bağırdı. Geri geri giden gölgeden ağır bir ses duydu. Tüylerini diken diken eden bir tını... “Yavaş yavaş bana geleceksin, Yürek Giray!” Hançer, merak ve şüphe dolu sesiyle ona seslendi. Ona Yürek değil Hançer derlerdi!
“Kimsin, bunun cevabını vereceksin!” Gölge aynı şekilde hiç istifini bozmadan devam etti yoluna. “Konuş!” diye bağırdı ama ondan ne ses duyuldu ne seda. Gölge artık gözden kaybolmak üzereydi. Hançer onun durduğunu gördü. Fikir değiştirmiş olabilirdi ya da başından savmak için konuşmak istemiş olabilirdi. Fazla uzaklaşmayan tok erkeksi sesi dalgalanarak duyuldu.
“Kim bilir belki elinde tuttuğun kılıç seni bana getirir. Sonsuza dek...” Ve gölge artık tamamen gözden kayboldu. Onunla beraber geldiği diğer kişilerde yok olmuştu. Hançer, içinde tıkanan nefesini düzene sokmaya çalışıyordu. Böyle bir şeyi ilk defa hissediyordu. Yıllar sonra elleri ve ayakları garip bir sızıyla uyuşmuştu.
Az önce ortamdan aldığı hissiyat olayların daha bir çetinleşeceğine işaret ediyordu. Kafasını iki tarafa sallasa da bunun etkisini kendisi için uzun ama etrafındakiler için kısa bir süreye tekabül edecek bir zamanda atlatacaktı. Şu anlık bunları rafa kaldırdı. O bir serseriydi ve günü gelince boynunu vuracaktı!
Kalbindeki bu hızlanma ve kabarma doğal değildi. Ve bu yaşadığı ikinci karanlık insan sorunuydu. İlki, Altuğ’du. Ona yabancı bile diyemiyordu çünkü o, aylardır bildiği bir duyguydu. Huzurdu ve eminlikti.
Ama bu adam onun içsel dürtülerini açığa çıkarmıyordu. Gizli yaralarını bulup açacak gibi hissediyordu. Kaos onda gibi hissediyordu. Sis gibi bir tedirginlik dolaşıyordu onun üstünde... Hançer’in kalbine yeni bir hançer sokacağa benziyordu. Bilmem sırları ile bilmem yaşatacakları ile...
***
Ormanın içinde ilerledikçe onlara yetişmek için hızlanan Balamiz askerleri, biraz daha ilerledikten sonra izlerini kaybettiklerini anladılar. Yer yarılıp içine girmiş gibi kimseden iz kalmamıştı. Çaresizce etrafta dolanıp durdular. Yeterli olmayan ışık, koyu karanlık ve konuşula gelen evren efsaneleri yüreklerindeki korkuyu harlıyordu.
Dağların efendisi, birer insan yiyen olabilirdi herhalde. Komutanları son kez meşale ateşi ışığıyla etrafına bakındı, hezimetle kızarıp bozaran yüzüyle askerlerine dönün emrini verdi. Adeta burnundan soluyordu. Ateşin aydınlattığı kadarıyla geri döndüler.
Floyd, Kral George’a ne hesap vereceği ile ilgili türlü senaryolar kurarken sonunun arkadaşı Eric gibi olmasından dehşet derecede ürküyordu. Askerleri ile olay yerini terk etmeye hazırlanırken, arkasında bir gölge hisseder gibi olmuştu lakin bunun uçan bir yarasa olduğuna yahut gece gezinen geyiklerden biri olduğuna hükmetti.
Gerisin geri dönen birliğine öfkeli gözlerle bakıyordu, bu işten ancak suçu üstlenmeyerek bir diğer deyişle suçu askerlerinin üzerine atarak kurtulacağını düşünüyordu.
En önde yüzü endişe ile düşen komutan Floyd yanında duran atlıya baktı. Öfkesini birisinden çıkarması gerekiyor kendince aklanmak istiyordu. Ancak artan bir öfke ve başarısızlığa uğramanın bir başkasının ahmaklığı olduğu ileri sürülürse alacağı cezadan kurtulabilirdi.
Bakışları avlamak ister gibi yanına döndü. Daha askerin gözlerine bakamadan o yüz, meçhul yönden gelen okla saniyelik bir zaman diliminde parçalanmıştı. Bir tane daha ve bir tane daha ok.
Nereden geldiğini anlayamadığı oklar ile sele kapılmış odun parçası gibi çaresizdi. Floyd’un hezimeti yüzünden okunuyordu. O anda duyduğu ses, hayatında hiç olmadığı kadar ürkütücü gelmişti yüreğine. “Ölüme merhaba de, ahmak komutan!” Bu yırtıcı ses Debret’ten gelmişti.
Kursağında takılı kalan yutkunmayla hızlıca ardına bakmadan kaçmaya başladı. Korkusu devasaydı. Kurtlarla boğuşan adamlarıysa aklının son kırıntılarını yitirmesine sebep olmuştu. Karşıdan gelen saldırı ile hepsi ellerinde kılıçları ile çarpışmaya başladı.
Herkes, saklandığı yerden aşağıya atlamıştı o an, has birlik doğruca gelen askerlere oklarını savurmaya başlamıştı. Gergince bir ok daha çekti.
Floyd, korkuyla inip kalkan göğsüne saplanan okun etkisiyle sersemledi. Eli göğsüne varamadan çıkan kargaşada askerleri yönü meçhul olan oklarla arpa tanesi gibi yere düşmeye başlamıştı. Az önce saray kapısında uslu birer alp gibi duran bu dev adamlar birer ejderhaya dönüşmüştü.
Bu da Giray Alpleri farkıydı. Kimi askerler kaçışıyor kimi askerler de son gücüyle atlarından inip bir türlü bulamadıkları alplerden ötürü boşluklara kılıç sallıyordu. Ahmaklar diye içinden geçirdi Demirdöğen ve gür bir kahkaha attı.
Floyd, yanan canı ve kaymak üzere olan bilincinden ötürü son kez hamle yaptı. Yaşanan karmaşadan istifade edip atını topuklayarak olay yerinden kaçmaya çalıştı. Onun kaçmaya çalıştığını fark eden Darulgan, adının anlamına yakışan sahte bir hüzünle yayına bir ok daha taktı. Çift oklu yayını gerdi, tüm dikkatini toplayıp yayı bıraktı. Ok Floyd’un omuzlarına isabet etmiş onu iyice etkisiz hale getirmişti.
Atının üzerinde acıyla bağıran komutan kısa süre içinde baygınlık geçirdi. Ediz, saray yoluna bakıp kahkahalarla gülmeye ve naralar atmaya başladı. Alpler, komutanları düşen birliği yalın kılıç dövüşerek kısa sürede alt etti. Yanlarındaki yeni alpler, çoğunluk bu işlerle ilgilenmiş, ortalığa üşüşen asker cesetlerini bir köşeye yığıp atları ormana salmışlardı. İşi biten alpler kısa süre sonra toparlanıp atlarına tekrardan binmişti.
Ediz, elini yüzünü eyere astığı suyla ıslatırken halinden hiç memnun değildi. Debret ve Darulgan kol kola girmiş soyluların komik adımlarıyla güle eğlene yanına geliyordu. Darulgan, eliyle Ediz’i gösterdi. “Bakın efendim, bu da türünün son örneği küçük bir insan. At sırtında kan ter içinde kalsa da aklına gelen ilk şey temizlik oluyor.”
Debret, sessizlik içinde rolüne girip gözlerini büyüttü. Normal bir durumu abartmak onların en sevdiği aktiviteydi. Kendini rolüne kaptıran Debret, başını aşağı yukarı sallayarak dudaklarını büzdü, adeta çok mühim bir şeyi hayretle izliyormuş gibi yapıyordu. Darulgan, dudaklarındaki gülüşünü bastıramamaktan korkarak sözüne devam etti.
“Tabii efendim, bununla da bitmedi. Çok amansız bir derdi var. Görenler onun için dağlara gidip Gök Tanrı’dan medet diliyor. Ah ah! O derdin adı da ne biliyor musunuz? Aşk!” alpler ve geri kalanlar son sözüyle gülüştüler.
Ediz, onlara öfkeyle bakarken muhabbete Demirdöğen ‘de katıldı. Onlarla kol kola girdi. “Ve içi öyle bir yanmış ki asla ama asla iyi olmazmış. Talihsiz kızın yüzünü bir kere görse ikincide kendisi uçmağa kanatlanıyormuş.” Gür bir kahkaha koptu ormanda. Ediz, onun son sözüyle bıyık altından gülmeden edemedi. Obadan kalma bir alp, başını öne çıkarıp ortalarına baktı.
“Af buyur Beyim, bu devirde bu savaşta hiç gönül işi çekilir mi? Bir hançerde o saplar kalbine.” Ediz düşünceli bir şekilde başını iki yana salladı. Onların alayına ancak gülerdi. “Bana laf edersiniz ama sizin gönlünüzde yanan bırak ateşi mum bile yok? Onu ne yapacaksınız acaba?”
Alpler, gülüşmelerini yavaş yavaş durdurdu. Kimse yüreğindeki ismi dile getirmedi. Demirdöğen durdu. Durgundu şimdi. “Var var olmasına ama, ben ona ulaşmaya korkarım. Ona bir kere alışırsam, kendimi kaybederim diye korkarım. “ dedi kederli bir sesle. Debret, susup başka tarafa dönmüştü. Darulgan onun omzunu sıkarken herkes kalbine aldığı bir yürek ile titreyip kendine döndü.
Ediz onları üzdüğünü düşünerek ileri atıldı. “Bağışlayın, ben... Sizi kırmak istemedim. Benim hatam...” Ediz yanlarına gelip onlara dokunurken, Demirdöğen onun evvela omzuna sonra da göğsüne vurdu art arda. Sıcak gülümsemesi gecenin soğuğunu bir nebze kırmış, alpleri yaktığı yerden tekrar diriltmişti.
“Kimseyi kırmadın dostum, aksine bize birer kalbimiz olduğunu hatırlattın. Doğru söylüyorsun, bizim birer ateşe ihtiyacımız var. İlerde... ısınacağımız bir ateşe.” Alpler uzun bir müddet sustuktan sonra ufakta olsa konuşup söyleştiler. Koskoca Giray sarayını basıp sonra geri çıkıp bir de üstüne en büyük ikinci düşmanlarını kör etmişlerdi. Burunları dahi kanamadan çıkarlarken hepsi hala gökyüzüne uçar gibiydi. Toparlandılar.
Demirdöğen, elini Ediz’den çekip bir ıslık vurdu. Alpler ata binip, şaha kalktı. Atlarının dizginlerini doğrultup doğruca, Hançer’i bırakıp döndükleri yere at sürdüler. Demirdöğen, gözünden düşen yaşı atının boynuna damlamasına müsaade etti. Ediz, kalbindeki yalnızlığı eliyle sardı.
***
Hançer, karanlıkta beyazlayan yüzüyle taşa adeta yığılır gibi oturdu. Kalbinde hiç anlam veremediği bir heyecan ve sıkıntı vardı. Eliyle alnını silip yüzüne dokundu, yanakları alev almış yanıyordu. O şekilde ne kadar süre kaldı bilmiyordu. Uzaklardan gelen sesler ve naralarla alplerinin geldiğine hükmetti, hızlıca toparlanıp kılıcını kınına soktu. Yüzüne birkaç kez daha dokundu, bu ne yanmaydı böyle!
Geniş bir ıslık çınladı dudaklarından, atı Aktolga gece karanlığında bembeyaz bir melek gibi yanına koşturdu. Alplerinin elindeki meşalelerin yalımıyla geldiklerini görüp hızlıca Aktolga’ya atladı. Alpler, nefes nefese geldiğinde yüzü gözü düşmüş , üstünde bir göğüslük, altında siyah bir pantolonla duran Hançer’i görünce pek bir şaşırmış lakin o yola hepsinden evvel düşünce mecburen susup ardı sıra gitmek zorunda kalmışlardı.
Atını kıvrak hareketlerle kuşatmanın kurulduğu hafif eğimli karargahına doğru sürdü. Alpler de onunla beraber at koşturuyor ama onlar gür ve neşeli kahkahalar atarak ilerliyordu. Gittikleri yer hafif eğimli ormanlık bir yoldan geçiyordu.
Şahgün mevkisi, sivriltilmiş odunları birer mızrak gibi girişe dikilmiş, etrafına nöbetçi askerlerin ve okçu birliklerinin dikildiği, yaklaşık seksen adet askeri çadırın kurulduğu son derece korunaklı Balamiz’e büyük bir tepenin başından bakan bir karargahtı.
Ayakları altında ise farklı meslek ve işlerle meşgul olan tüccarlar şehri bulunuyordu. Zenginlik ve şatafatla ışıl ışıl parlayan saraya bakan Hançer ve alpleri arkalarına dönüp duruyor , bu olağanüstü ve yürek hoplatan manzara karşısında daha bir şaşırıyordu.
Etraflarında koşuşturan olası durumlara destek kuvvet olan kurtları, Hançer ve arkadan gelen alplerini gözetliyordu. Küçük bir uluma ile bakışları yanına döndü Hançer’in. Bu o küçük kurttu. Yüzünde bir gülümseme oluştu ama hızla da sönmüştü.
Kurtları oradaydı ama neden geleni haber etmemişlerdi? Neden ona saldırmamış yahut hırlamamışlardı? Ah lanet olsun, Aktolga da onlarla beraberdi ! Neler olmuştu sahiden? İçine yerleşen kaygı ve aklını bulandıran lanet söylentileri bir bir onu ele geçiriyordu. Gergince at sürüp karargaha sürdü atını.
Alpleri az önce zafer kazanan intikam ateşi ile yanan cihangir Beyhatunlarının hızlı değişimi karşısında bir terslik olduğunu sezmişlerdi. Şahgün yoluna girince atını sertçe karargah dışına doğru sürdü. Burası, Balamiz devletinin taht şehrinin sonuydu.
Alpler, sakin ve sinsi bir edayla güldüler. Hançer, kimsenin aklına dahi gelmeyen o şeyi hayata geçirmişti. Ve eğer bu gizlilik devam ederse burayı almaları çok kolay olurdu.
İlki Kuzeyliler, ikincisi Yakut Hanlığı ve üçüncüsü ise Balamiz Hanlığı’ydı. Onların bir çember gibi etrafını saran diğer hanlıklar ise sırasıyla Bankiz ve Girayoğuşları Hanlığı’ydı. Onların altında Kızıl Kum Hanlığı vardı ama orası talihsiz bir veliahtın hayat savaşıyla çalkalanıyordu.
Bir polenin etrafını saran yapraklar gibiydi üç devletin taht şehirleri. Balamiz, Bankiz ve Giraylar. Birbirinin taht şehrine o kadar yakın konumdaydılar ki bir gün içinde üçüne de gidilebilirdi. Hiç şüphesiz üçü arasındaki gerilim ve savaşın en büyük sebebi de bu yakınlığın doğurduğu şüphe ortamıydı. Savaşları da çıkaran asıl şey, o şüpheydi. Üçüde o ortamdan paylarına düşeni almış şimdi hamlelerce altta kalan Giraylar için saldırı vaktiydi.
Hançer, intikamını düşündükçe atını daha sert sürüyordu. Tamda o an Altuğ düştü aklına. Onu görmek istiyordu. Ondan süzülen saflığı aile olmanın sıcaklığını özlemişti.
O soğukta yangın yeri gibi hisseden Hançer Hatun, ipince kıyafetleri ile karargah kapısından içeriye girdiğinde hala karanlıkta yaşadığı olayı düşünüyordu. Otağının önünden de geçip doğruca şehri ayakları altından izleyebildiği o uçuruma doğru gitti. Uçurumlar sarptı. Aktolga, korkuyla durmuş, daha fazla yakınlaşmamış, huysuzlanmıştı. Hançer attan inip kalçasına vurarak onu burdan uzaklaştırdı.
Tüm şehri ayakları altında gören Hançer, ela gözlerine yansıyan hilalin yansımasıyla Balamiz’i izledi. Duyduğu adım sesleri ve kokular ile kimlerin geldiğini anladı. Karargahı buraya taşıyanlar geliyordu. Onlara bahsedemezdi. Onlarla konuşamaz ve fikir belirtemezdi.
“Ne düşünür böyle Beyhatunumuz?” Yağmur Ata, sessiz ve acelesiz adımlarla yanı başına gelip onunla beraber şehri izlemeye başladı. Gelişini hiç mi hiç umursamıyordu. O bir tek karanlıkta içine delici bir huzursuzluk bırakan o adamı düşünüyordu. Dudaklarını birbirine bastırıyordu.
“Uluyan kurtlar haber etmese seni karşılayamayacaktım.” Kurt Ata, elinde aslan derisinden yapılma kabarık ve kalın bir kürkle yanı başına gelerek onu omuzlarından aşırdı. Korkutucu bir sessizliğe bürünmüştü Hançer Hatun. Kılıç kadar keskin kurt kadar acımasız bakıyordu Balamiz’e.
Yağmur ve Kurt Atalar, sessizce gelecek olan emri beklemeye koyuldu, önlerinde uzun sakalları ve tecrübeleri ile bu fırtına öncesi sessizliği çözmeye çalıştılar. Hançer iyi değildi! Galibiyetle ayrılmıştı saraydan, o halde bu hal nedendi ?
Bu suskunluk niyeydi? Isınmaya başlayan kollarını postuna geçirip içine yerleşti . Alpleri ve tüm karargah şu anda onları merak içinde takip ediyordu. Herkese bir huzursuzluk çökmüştü etrafta inleyen sinek bile yoktu. Yaklaşan askerlerin ayak sesleriyle başını arkasına doğru çevirdi. Hafifçe titriyordu.
Hepsi ve ellerinde esir ettikleri Floyd ile beraber uçurumun kenarına kadar gelmiş ona bakıyordu. Gökyüzünü yaran bembeyaz hilalin altında hesaplarını gözden geçirdi, elini havaya kaldırıp beş parmağı açık bir şekilde onlara seslendi. Henüz bir avuç olan askerleri...
”Durmayın, size çağırmanızı istediğim dostlarınızı kavimlerinizi buraya getirin ! Safımız, büyümeli ve bundan sonra sefilliği reddeden zengin bir hayat için öldürmeli!” Hepsi coşku dolu bir edayla bağırdı, kılıçları havaya zafer için kalkıyordu . Coşkuyla bağıran askerlerin gözlerinde aynı şeyi görüyordu:
İntikam.
Hançer, nihayet elini havaya kaldırıp askerlerini susturdu. “Bize karşı duracak beylikler olacak. Onlardan özellikle asker toplayın. Ural Bey’in emri bizim tahtımıza alenen bir karşı geliştir. Hanedan benim ve taht yalnız benimdir!” Beş parmağını kapatıp sıkı bir yumruk yaparak onlara gidin emri verdi.
Hepsi gece karanlığında şahlanan birer kartal gibi geceye aktı. Merakları ve motivasyonları iyice kamçılanıyordu. Hançer, biraz daha öylece durup dinlendikten sonra gökleri titreten yerleri yıkan kararlı sert adımlarla otağısına döndü. Atalar, karamsar bir ifadeyle arkasından bakıyordu.
Alemdar Bey’de son günlerde sürekli bir şeyler yazıyordu. Hançer ile aralarında son zamanlardan daha sıcak bir bağ görülüyordu. İkisi de vakti gelince bileceklerine hükmederek ardı sıra gittiler. Sırtına aldığı kürkü hızla çıkarıp yere attı. Hemen yanı başındaki kıyafetlerden birini üstüne çekti. O çok sevdiği babasının zırhını kuşanmaya başladı.
Atalar gelene kadar tüm zırhı bir çırpıda giyinmiş üzerine de aslan kürkünü geçirmişti. Hafif uzayan güzel saçlarını kavradı, omuzlarını aşıyordu ve savaşta onların yeri yoktu! Eli hançerini titrek bir şekilde kavradı ve gözlerini kapayıp hepsini kesti. Saçları şimdi ensesine bile değmiyordu. Geri kalan kesilmesi gereken tüm uzantıları da kibar bir şekilde elden geçirdi.
Şimdi yedi yaşında ilk kez saçını kesen Hançer, ‘YÜREK’ gibi olmuştu, tek farkı her şeyin eski masumiyetini kaybettiği gibi o da o masum bir kız olarak kalamamıştı. Kuzenleri ve babasından sonra masumiyet de onu terk etmişti. Atalar, destur dileyerek kapıyı yokladı.
Hançer, elindeki saçları yere atıp buyur etti. Hançer gelenleri, sol eli hançerinde sağ eli kılıcında demirden bir dağ gibi karşıladı. Kafaları her ne kadar karışsa da onun mücadele azmiyle gurur duyuyorlardı. Bey postuna oturan, artık dünkü kişi değildi.
Savaş tüm ağırlığı ve keskinliği ile karşılarında duruyordu. İlk ateşi Hançer’in babasının ölümüyle yakmışlardı. Daha sonra George ve önceden dahil olan ama şimdi arada durmayan Bankiz devleti buna körükle gelmişti. Savaş, her zaman vardı ama bıçak sırtındaki barış tiyatroları düştü düşecekti. Bu savaştan ölü çıkmamak için herkes çok çalışmalı özellikle iyi siyaset gütmeliydi.
O Hançer Hatun’du. Adını korumalı ve yüceltmeliydi. Hep yaptığı gibi sağı solu belirsiz olmalıydı. Ne zaman saray kapısına dayanıp sarayı yakacağı belli olmamalıydı ama bu tamamen bir korku oyunundan ibaretti. Tıpkı aralarındaki barış gibi güçsüz ve yetersiz oldukları anda bile mükemmeli oynamak zorunda oluşları gibi.
Dudakları büyük bir ustalıkla gülümserken herkes ondan gelecek olan tehlikeyi büyük bir oranda seziyordu. Özellikle de Yağmur Ata ürpermeden edemedi. Derince bir yutkundu ardından önüne döndü. Hançer, onların ne düşündüğünü bugün duymak istemedi. ”Beni beklemeyin. Bu gece dönmem.” Kurt Ata, ileriye çıktı.
“Neden, nereye gidiyorsunuz?” Hançer, postundan inip kapıya geldi. Arkasını dönmeden kapıyı açıp çıktı. Kurtlar kapı önünde arka ayakları üstüne oturmuş bekliyordu. Aktolga adeta onlarla anlaşır gibi yanlarında durmuş yemliğinden yem yiyordu.
Atı, geldiğini görünce yemlikten uzaklaştı. Silkelendi, birkaç kişneme çıkardı. Artık hazırdı. Hançer, onu hırsla bekleyen atına bir selam gibi başını okşadı. Ardından gelenleri umursamadı, doğruca karargahtan çıktı. Kendini karanlık ormana bırakırken ellerini iki yana açarak ağaç yapraklarına dokundu. Dudağında kendini bilen bir gülüş vardı. Karargahın çok uzağında olan o tepeye kadar saatlerce durmadan at koşturdu.
Gece mavisi gökyüzünde gittikçe siyah ton artıyordu. Buna zıt olarak gökyüzündeki aydan dolayı en küçük çiçek bile mavi, sarı, kırmızı ve mor renginde çok uzaklardan bir renk cümbüşü sunuyordu. İnsanlar ve bir sürü canlı cansız cüce yaratık evlerine hala erzak ve ihtiyaç duyduğu eşyayı taşıyordu. Odun, hayvan, su... En azından ısınmak için bir paraya ihtiyacı yoktu insanların.
Ormanlık alandan çıkarken meşale taşımadığı için şanslı sayılırdı. Gökyüzü sayesinde hızlı ve dikkatliydi. Aklına gelen kişiyle kalbinde yine tatlı bir telaş oluşmuştu. O tepeye kadar daha da hızlandı. Nihayet yolculuğu biterken ve yere inip ağaca yaklaşırken karşıdan eli meşaleli bir şekilde atıyla gelen Altuğ’u gördü. Dudaklarında bir gülümseme ile onun gelişini izledi. Altuğ başını yere eğerek güldü. “Kabul ediyorum, hile yaptım.”
Hançer nefesini toplarken, gülüyordu. “Hile yapmış olman eskiyi geri getirmiyor. Hala hilekarsın. “ Altuğ, meşaleyi az ötelerinde yere sapladı. Gizlice Hançer’i takip ettiği o günlere dem vuruyordu. Gülüşü büyüdü. “Bence bu en masumu. Sen bir de benim gündüzleri yaptığım hileleri gör.” Dudağında muzaffer bir gülüşle Hançer’in yanına oturdu.
Dizleri birbirine değerek oturdular. Gözlerini kapatıp başını ağaca yasladı.. “Tam üç saattir buraya at sürüyorum.” Altuğ, ona dönüp daha derin bir gülümsemeyle cevap verdi. “O halde, senin için yolları kısaltabilirim.” Hançer, gözlerini şaşkınlıkla açıp ona baktı. “Nasıl?” Berk ile de bu şekilde güldüğü aklına gelince gözlerinden mazinin ışıltısı geçti.
“Sence ben, ordan bakıldığında beceriksizin tekine mi benziyorum sevgili kuzenim?” Hançer başını hayır anlamında iki yana salladı. “Aksine, senin çok kuvvetli olduğuna inanıyorum. Ne vurmayla ne devirmekle sarsılmıyorsun bile.“
Altuğ, uzun boyluydu, oraya yoruyordu birazda sözlerini. Hançer onu ay ışığında tekrar inceledi. Şekilli ve düzgün yüz ve sakallara sahipti. Ona yakışan bir detaydı sakalı. Saçları uzun ve düzenliydi. Burnu, bir savaşçıya göre düzgündü en azından.
Her açıdan Hançer ile öylesine benziyordu ki, kuzenden daha fazlası kardeş gibiydiler adeta. Altuğ’un her adımından kendisine olan güveni ve gücü anlaşılıyordu lakin alelade bir giyimi vardı. Bu da, kendini koruma şekillerinden birini akla getiriyordu.
Hançer, elini kısa saçlarına atıp onları arkasına çekti. Altuğ, kısa saçlarına baktı. Düşünceli bir sesle, ”Kesmişsin, daralıyor olmalısın.” diye sordu. Hançer önce onun saçına baktı sonra gülümseyerek cevap verdi. “Hem de çok. Kılıç kullanırken, zor oluyor.” Altuğ, saçını öne çekti. “Benim gibi uzatıp örersen, eminim senden uzak durur.” İkna etmek için kaşlarını kaldırdı. Hançer, saçını bir kez daha düşündü. “Hayır, bu bizde bir gelenektir. Uzun bir konu.”
Hava bulutlanıp siyahı sererken üstlerine acı dolu bir kurt uluyuşu duydular. Hançer, Altuğ’un kendisine baktığını fark edip ona döndü. Ama o konuşamadan Altuğ, konuşmaya başladı. “Sanki kafan karışık, mutsuz gibisin. Mutlu olmaya ve kafanı düzeltmeye çabalıyor gibisin. Ama sanki kalbin buna izin vermiyor gibi Hançer. Tıpkı benim gibi duruyorsun. “ Hançer, başını afallamış bir şekilde yere çevirdi.
“Sen, neden öyle dedin ki? “ Altuğ, kederle gülümsedi. Elini uzatıp Hançer’in elini kavrarken, gözlerine baktı. Hançer kısa bir süre duraksasa da parmaklarını elinde serbest bıraktı. Altuğ, başını gökyüzündeki kapanmak üzere olan aya çevirdi. İşte o an, tamamen savunmasız bir şekilde durmuş gerçek bir acılı gibi gökyüzünü izliyordu. Derin bir nefes aldı. Sonra anlatmaya başladı.
“Ben, henüz çok küçüktüm. Hafızam, bu dünyadaki her şeyi kaydeder. İstemsiz. O günü de kaydetti. Annem, beni koştur koştur ormandan çıkarmaya çalışıyordu. Neler olduğunu hiç anlamıyordum. Ona her defasında ne oluyor dedimse bana sen anlamazsın, sus deyip kestirdi. O gün, sırtından yediği okla yere düşerken ben kime ne diyeceğini bilmeyen biriydim. Babam, Son Muhafız hepimizin ölmesine karar vermiş. O gün ben ve annem dışında herkes yakılarak can verdi. Annem zaten okla vurulduğu için onu birileri alıp götürdü.
Hançer, hüzünle elini sıktı. Altuğ, dudağının kenarına minik bir gülümseme kondurdu. “Tabi, sonra annemde gözlerimin önünde ateşe atıldı...” Altuğ, bu konudan uzaklaşmak ister gibi gözlerini ona dikti. Hançer, gözlerine bakarken sorduğu soruya kendisi de inanamadı. “Peki sen, neden sağ bırakıldın?”
Altuğ, gülümsedi lakin bu seferki diğerlerinden farklı bir şekildeydi. “Asıl soru, neden bende senin gibi sağ bırakıldım olacaktı.” Hançer, onunla olan benzerliğine bir yenisini daha eklemişti. ”Belkide sağ bırakılmadık öldürülemedik?”
Zekaları, dehşet bir mekanizma gibi birbirini tamamlayarak işliyordu. “Öldürüldük belki, ama bizi iyi saklayıp korudular olamaz mı?” Hançer, gözlerini kaçırsa da başını salladı. Altuğ, diğer elini yanağına götürüp durdu. Gözleri birbirine el ele durdular. Bir süre, hiçbir şey konuşmadan sadece o derin ela gözler birbiri içine yol olup aktı.
“Kadim devletlerin akıbetiydi, bir anda kesilen soylar ve bir anda gelen lanetler... Kimine bir Hanı öldürdü diye lanet edilir kimine herkesi öldürdü diye kendi laneti kendi olurdu. Ve o son kalan, ne isteğiyle ölebilirdi ne de birini öldürebilirdi...” Altuğ, gözlerini gökyüzüne çevirdi.
Kurak çöl gibi olan dudaklarını yaladı. Bunu anlatmak ona çok zor geliyor olmalı diye düşündü Hançer... “Senden farklı olarak bana bir lanet bulaştı Hançer... Ben Son Muhafız’dan kalan tek parçaydım. Ve benim ölmem kesinlikle yasak tıpkı öldürmem gibi... Babam, göklerin kuralını çiğneyip beni de elden çıkarmak istedi ama başaramadı. Belki ettiğini sadece kendisi çekmek için hepimizi öldürmek istedi ama başaramadı! Lanet onun boynuna bir bıçak gibi indi. O ateşin içine kendisi atladı. Ve laneti bana kaldı. ”
Hançer, lanet lafından sonra istemsizce ona kızdı. “Sana bir lanet gelmedi Altuğ! Bunu nasıl düşünürsün? Herkes kendi ettiklerinin bedelini öder. Kimseye atalarının günahı bindirilmez.”
“Kendini korumaktan aciz kalmak nedir bilir misin?” Hançer kanlanan gözlerine uzunca baktı. Altuğ, ölü bir sesle başını yere eğdi. “Ya da nefes alırken kendi kendini boğabileceğini düşünüp korkmak! Hayatını ölmemek ve öldürmemek üzerine geçirip durmak, bunu yaşamak nedir biliyor musun!”
Eliyle yüzünü kapattı Altuğ. Dudakları titriyordu. Hançer, gözünden düşen damlaları ona göstermeden sildi. Onun o dudaklarının titreyişini görmek, çaresizliğine dokunabilmek işte dünya böyle aptal bir yerdi.
Herkes, doğarken kaybediyordu o büyüyü... İşte bu yüzden yenilmemeliydiler! Elini çenesine koydu ve o gözlerini kendi gözlerine çevirdi. Gözleri, merhamet kokan bir kadın, bir masumu avundurdu.
“Ben, senin yaşadıklarını hissederim. Bilemem... Ama, bildiğim bir şey var. Hem de o kadar iyi bildiğim bir şey ki bu, hayata yeniden gelmek kadar korkunç bir şey. O da, verdiğin tek bir yanlış kararla sevdiğin herkesin yok olması...” Altuğ, elini tutup sıktı.
Hançer devam etti. “ Böylesi bir lanetin insanı masum bırakacağını mı sanıyorsun? Ben sizleri öldürdüğüm için yıllardır ölüyorum. Ama eğer ki sen çıkıp ben ölmedim demeseydin kendime uzun bir ömür biçmeyeceğime emin olabilirsin. Acılı ve yalnız bir ölüm kefaretim olabilirdi... “
“Sen, lanetli değilsin Hançer? Seni yalnız ölmeye mahkum edecekleri hiçbir şey yapmadın. Sen bugüne kadar gördüğüm en iyi insansın. Sen kendini değil masum ve ayakları prangalı insanları düşünüyorsun. Lütfen bana lanet deme.” Hançer, o an keşke diye yeri göğü inletmeyi diledi ama sustu. Diliyle dudaklarını yaladı.
“Herkes, çoğu zaman yaptığının değil aklından geçirdiklerinin de cezasını çeker...” o an, Altuğ’un Hançer’e karşı ilk defa şüpheyle kaşlarını çatışıydı. Bir Giray kadını intikam hırsına sahip, fevri ve hırslı olurdu. Hançer Giray bunların hepsine sahip bir silahtı. O bu coğrafyaya verilen en büyük güçtü, gücün doğurduğu büyük bir karmaşa...
Altuğ, onu az da olsa içindeki büyük güçle tanımıştı ve şimdi daha da farkına varıyordu. Hançer, karşısındakine asla güvenini vermiyordu. Gizli dahi olsa bir şeyler düşünüleceğini söyleyerek ona kendiyle alakalı bir şeyi ima etmiş var saydı.
Aralarındaki süren sessizlik bozulmamaya yemin etmiş gibi uzuyordu. Altuğ, yavaşça karşısındakinin hırsını, masumiyetini ve her şeyin arkasına sakladığı gizli planını söküyordu. Onlar, bu dünyaya benzer gelmişti. Onu anlaması hiç de zor olmayacaktı. Hançer, kendi ellerini kucağında açıp kapatıyordu. Elleri titriyordu. On yıllar sonra ilk defa boğazı acıyordu ve başında keskin bir acıyla sarsılır gibi duruyordu. Mahcup bir edayla genç adama döndü.
“Seni de mutsuz ettim. Mutlu ol, sen beni mutlu ediyorsun.” Altuğ hoş gören bir gülüşle baktı. Kılıcını tuttuğu elini göğsünden içeri götürdü. Pırıldayan gözleri, birazdan onu şaşırtacağa benziyordu. Elini usulca göğsünden çıkardı, o an elinden sapsarı bir ışık yayılmaya başladı. Uzandı, nazikçe elini tuttu.
Hançer, büyülenmiş bir şekilde eline bakarken elini aşağıdan yukarıya doğru indirip kaldırmasını olağanüstü bir merak ve sevinçle izledi. Az sonra eli yuvarlak çizdi elini serbest bırakıp avucuna eşi benzeri görülmemiş bir çiçek bıraktı.
“Bunu nasıl yaptın Altuğ?!” Altuğ, Hançer’in ona adıyla seslenmesine ve gösterdiği yakınlıkta yüzünde derince bir gülüşle karşılık verdi. “Beni mutlu edenleri mutlu etmek kuralımdır. Al bunu, hak ettin.” Kalbindeki ılık güneş hissi veren o duygu, ondan taşıp etrafa yayılıyordu. Altuğ, ona böyle baktığında uyandığını hissetti. Aile olmak bu mu demekti?
Kalbine dolan o yumuşak his, tüm gerginliğini ezip geçmişti. Sesi adeta içine kaçmış gibi mırıldandı. “Bana böyle bakmayı bırak yoksa küçük bir kız gibi sana hayranlık duyacağım. “ Altuğ, sinsi bir edayla kulağına doğru yaklaştı. “Neden, yoksa bir Muhafız’dan mı etkilendin, Hançer Giray ?”
Hançer, tek kaşını havaya kaldırdı, boynunu ona çevirdi ve meydan okudu. “Ne-“ alt dudağını dişleri arasına alınca hızla doğrulup ayağa kalktı, “Unut gitsin ben hiçbir şey demedim. Sen çok sivri zekalı bir kuzensin.”
Kalktığı an yere çöküşü pek bir ani olmuştu. Gözleri hayretle büyürken, kıkırdamaya başlamışlardı. Gözlerindeki o yumuşak ve ılık his mutlulukları olmuştu. Yıllar yıllar sonra ilk defa böyle hissediyordu, aile gibi. Gözlerine ilk defa böyle bakıyorlardı. Kandaş gibi. Böylesine kuvvetli ve kıymetliydi yan yana durmak. Yoldaş gibi.
Altuğ, başını ağaca yaslarken hüzünle mırıldandı. “Bana onları anlatır mısın kuzenim...” Hançer, gözlerini kapattı. Kısa bir süre ne diyeceğini bilemedi. Ağırdı, birlikte mutlu olabilecekken uzak olmak hakikaten ağırdı. Altuğ, kızaran nemli gözlerini saklama ihtiyacı duymadı. Başını kaldırdı. ”Sana fazla geldi değil mi? Hiç görmediğim o çocukların kim olduğunu bilmemek kahredici.”
“ Sen beni hatırlıyor musun yani?” Altuğ başını salladı. “Ben Kutlu’dan bile büyüğüm Hançer. Sen benden altı yaş küçüksün. Annemin sana bakmak için saraya geldiği o günleri ben bilirim de sen bilmezsin.” Bunu hiç bilmiyordu. Şaşkındı ama en büyük şaşkınlığı kendisi dışındaki çocuklarla hiç konuşmamış oluşunaydı.
“Diğerlerini hiç mi tanımadın?”
“Ailelerimiz hakkında hiçbir şey bilmiyorsun değil mi? ” Bir hesap sormadan daha da ötesiydi bu. Ve evet, birlikte yaşadığımız insanları ne kadar tanıyoruz? Ne kadar tanıdığımızı ölçebiliyor muyuz? Gün be gün yaşadıklarımız insanların gerçek yüzünü göstermiyor mu? Bazen gerçekleri göremeyiz, sorgulayamayız. Bazı gerçeklerin zamana ihtiyacı vardır, doğmak için gün sayan bir bebek misali...
Sorunları çözecek olan şey tek bir soruyken yıllarca bu soruyu görmeden yaşarız. Çözülecek olanlar bir bir sıraya girdiğinde aslında tüm bu çektiğimiz acının tek bir farkındalıkla önlenebileceğini anlarız. Ama, mücadele etmeden kazanılan her zafer koca bir hiçten ibarettir.
Derin bir iç hesaplaşmaya girişmişti artık. Doğru soruları sormuş muydu hiç? Hayır. Savrulmak ve iyileşmek dışında hiçbir soru ve cevapla haşır neşir olmamıştı. “ Sen, ne kadar tanıyorsun?” Altuğ, tekrardan aydınlanan aya baktı. Ama sonra gözlerinin ta içine baktı. “Ben, ağabeyinin arkasında durmayan bir kız kardeşin çocuğuyum Hançer. Diğerleri ise amcalarına asilik eden kardeşin çocukları. Sence bizi bir araya getiren ne olabilir?”
Hançer, yutkunup gözlerini başka tarafa çevirdi. “Sende benim kadar gerçekleri biliyorsun Altuğ. Sana dediğim gibi, ben atalarının suçlarını evlatlara atmanın doğru olmadığını düşünüyorum. “ Altuğ, köşeye sıkışmış başını salladı. Bilmez olur muydu? “Sen, bu dediklerini kendin yapabiliyor musun?” Hançer zoraki bir gülüşle başını salladı.
“Kolay değil.” Sustular. “En akıllımız Kutlu’ydu. Sonra Berk’ti. Ben sıraya bile giremezdim.” Aynı anda güldüler. “Yalan değil, Berk’i az delirtmedim. Onu yanıma alıp saraydan kaçardım. Surlara çıkıp destan anlatmasını isterdim. Kılıç kalkan ve okçuluğu ondan öğrendim. Sırtından inmezdim nazım bir tek ona geçerdi. Uldız çok küçüktü annesiyle beraberdi ama dördümüz yan yana gelince saray hop oturur hop kalkardı. Ben, seni neredeyse hiç hatırlamazdım...”
Altuğ, yine de dudağında gülümsemesi ile duruyordu. “Bu dediğin şeyin hüznünü yıllardır içimde yaşadım ama artık gülmek daha iyi inan bana. “ Hançer başını omzuna yasladı. “Ne zaman bana destan anlatmaya başlasa sonunu hiç duyamazdım. Ve inanır mısın hala da bilmiyorum.”
“Hangi destanmış o?”
“Tanrı Dağlı Destanı.” Altuğ, başının üstüne başını koydu. “Boşver bazen bazı sonları bilmemek en güzel şeydir.” Hançer uzun uzun Altuğ’a kuzenleri hakkında anılarını anlattı. Hepsinde bolca güldüler. Altuğ’un çocukluk anılarım az da olsa o da anlattı. Beraber kah güldüler kah göz yaşı döktüler.
“Şu geldiğim noktada öldüklerini hala kabullenemiyorum. Berk benim çocukluğum, kalbim Altuğ. Ona olan güveni kimsede bulamadım. Annesizliğim bile bazen canımı daha az yakıyor. Bazen o yaşasın diyorum her şey hallolunmuş olur...”
“ Çünkü sevgi, güvendir.” Altuğ’un sözleri üzerine başını salladı.
“Ama yaşasaydı belkide onu babası yüzünden hiç affetmezdin?”
“Onu suçlamazdım.”
“Canın yanarken her şey sana mübahtır Hançer. Her şeye şüpheyle yaklaş.”
“Sevgi, güvendir Altuğ. Hiçbir kuvvet ondan nefret etmemi sağlayamaz. O benim yüreğim, ta derinliğim...”
“Doğru, sevgi güvendir. Ve keşke sana yüreğini geri getirebilseydim Hançer...”
“Keşke Altuğ...”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 429 Okunma |
158 Oy |
0 Takip |
34 Bölümlü Kitap |